1014

İnsan Nasıl İnsan Oldu? - tsip1974.com Nasil Insan Oldu_ - M. Ilin_ E. Segal - Say Yayinlari.pdf · olmak için nasıl savaştığını, dünyayı nasıl kavrayıp değiştirdiğini

  • Upload
    others

  • View
    34

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

İNSAN NASIL İNSAN OLDU

M. İlin - E. Segal

Rusça aslından çeviren:

Ahmet Zekerya

Bilim Dizisi

İnsan Nasıl İnsan Oldu / M. İlin - E. SegalSertifika No: 10962Yayın Hakları © Say YayınlarıBu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izinalınmaksızın kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz,hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz veyayımlanamaz.Yayın Yönetmeni: Aslı Kurtsoy HısımRusça Aslından Çeviren: Ahmet ZekeryaDüzelti: Ayça KıraçÖn Kapak Resmi: Geopolitical Child Watching theBirth of the New Man,Salvador Dalí, 1943Say YayınlarıAnkara Cad. 54 / 12 • TR-34410 Sirkeci-İstanbulTelefon: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80web: www.sayyayincilik.come-posta: [email protected] Dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti.Ankara Cad. 54 / 4 • TR-34410 Sirkeci-İstanbulTelefon: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80e-posta: [email protected] satış: www.saykitap.com

ÇEVİRMENİN NOTUDünya üzerinde insanın evrimi konusunda bir

kitap yazmayı yazarlara Aleksey Maksimoviç Gorkisalık vermişti.

Bu kitabın yazarlarından biri, Gorki ile birkonuşması sırasında şunları söylemişti:

“Biliyor musunuz, ben bu kitaba nasıl başladım?Şimdi, uçsuz bucaksız uzayı gözünüzün önünegetirin. Yıldızların, bulutsuların doldurduğu uzayı...Bu devler devi bulutsulardan birinde Güneş alevalev yanıyor. Güneşten gezegenler kopuyor.Küçücük bir gezegende madde canlılaşıyor, kendibilincine varmaya başlıyor. Bunun sonucundainsan ortaya çıkıyor.”

Yazarlar 1936 yılında, insanın oluşumunu,çalışıp düşünmeye nasıl alıştığını, ateş yakmayı vedemiri eritmeyi nasıl öğrendiğini, doğaya egemenolmak için nasıl savaştığını, dünyayı nasıl kavrayıpdeğiştirdiğini anlatan bu kitap üzerinde çalışmayabaşladılar.

Kitabın birinci bölümünde ilkel insan ve ilkeltoplum düzeni anlatılmaktadır.

İkinci ve üçüncü bölümlerdeyse, kölelik vederebeylik dönemlerinde insanın gelişimi ve tarihortaya konmaktadır.

İNSAN BİR DEVDİRBu dünyada bir dev var.

Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmedenbir lokomotifi kaldırabilir.

Bu devin öyle ayakları var ki, günde binlercekilometre koşabilir.

Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde,kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir.

Bu devin öyle yüzgeçleri var ki, su altındabalıklardan daha iyi yüzebilir.

Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki,görülmeyeni görür, başka bir kıtada konuşulanlarıişitir.

Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçerve doludizgin akıp giden suları durdurur.

Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir,ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular.

Kimdir bu dev?

Bu dev insandır.

Acaba insan nasıl dev oldu, nasıl dünyanınefendisi oldu?

Biz bu kitapta işte bunu anlatacağız.

M. İlin - E. Segal

I. BÖLÜM1

Taş Sayfalı KitapYeryuvarlağı büyük bir kitap gibi ayaklarımızın

altında duruyor.

Yerkabuğunu meydana getiren tabakalar, her tortultabaka, bir kitap sayfası gibidir.

Biz, bu kitabın en son sayfasındayız. İlk yapraklarıçok derinde. Okyanusların dibi ve kıtaların temeliorada.

Bu ilk yapraklara, kitabın ilk bölümlerine dahavarılamamıştır. Onlarda neler yazılı olduğunu, ancaktahmin edebiliriz.

İnsanların yaşadığı zaman yaklaştıkça, kitabınokunması daha kolaylaşıyor.

Sıcak lavların yakıp buruşturmuş olduğu sayfalar,yeryüzünde dağ silsilelerinin nasıl meydana geldiğini;başka sayfalar, yerkabuğunun yükselip alçalması

sonucunda, denizlerin nasıl genişleyip yenidendaraldıklarını anlatıyorlar.

Deniz hayvanlarının kabuklarından meydanagelmiş beyaz sayfalardan, beyaz tabakalardanhemen sonra kömür gibi kara tabakalar geliyor.

Kalın kömür tabakalarının meydana getirdiğisayfada, bir zamanlar yeryüzünü kaplayan devormanların tarihini okuyabiliriz.

Yer yer elle çizilmiş gibi, yaprak izlerine veyakömür haline gelen ormanlarda yaşamış hayvanlarınfosilleşmiş iskeletlerine rastlanıyor.

Böylece, sayfa sayfa dünyanın tüm tarihiniokuyabiliriz. Kitabın kahramanı, yani insan, ancak enson sayfalarında belirir. İlk bakışta, bu büyük kitabınkahramanının insan olmadığı sanılabilir. Eskizamanların dev fil ve gergedanlarının yanında insan,ikinci derecede bir şahıs gibi görünür. Fakat bu yenikahraman, gittikçe artan bir cesaretle ön planaçıkmaya başladı.

Ve bir gün geldi ki insan, bu büyük kitabın yalnızkahramanı değil, aynı zamanda onu yazanlardan biri

olmaya başladı.

İşte bir ırmağın kesitinde, buz çağında meydanagelmiş tortul tabakalar arasında bir kara çizgi apaçıkgörünüyor.

Doğa denen kitapta bu kara çizgi, ağaç kömürüyleçizilmiştir. Kumlarla toprağın arasında bu incecikağaç kömürü tabakası da nereden çıktı? Ormanyangınından kalmış bir iz olmasın!

Yangın izleri, geniş bir sahayı kaplar, buradakiçizgiyse kısacık. Böyle bir iz, ancak ateşten kalmışolabilir.

Ateşi de, ancak insan yakabilir.

Üstelik, ateşin yanında insanın daha başkaizlerine: taş aletlere, avlanmış hayvanlarınparçalanmış kemiklerine rastlarız.

Okunabilmesi Gereken Söz

İlk insanın avlanırken yaşamış olduğu yerlerde,öldürmüş olduğu hayvanların kemiklerine halenrastlanır. Buralarda sararmış et kaburgaları, boynuzlubaşlar ve yaban domuzlarının eğri dişleri bulunur.

Kemikler bazı yerlerde büyük yığınlar meydanagetirirler. Bunlardan, insanın uzun zaman aynı yerdekaldığı anlaşılıyor.

En ilginci de şudur ki, avcı kulübelerinde bulunanat, yaban domuzu ve bizon kemikleriyle birlikte devmamut kemikleri, yani büyük mamut başları, rendeyebenzeyen uzun eğri dişleri, gövdeden ayrılmış devmamut ayakları da vardır.

Mamut gibi dev bir hayvanı öldürebilmek içininsan, ne kadar güçlü ve cesaretli olmalıydı. Fakatmamutu parçalayıp kulübelere kadar götürebilmekiçin bundan daha fazla bir kuvvet gerekti. Çünkümamutun her ayağı neredeyse bir ton ağırlığında,başı da bir insanın sığabileceği büyüklükteydi.

Fil avında kullanılan özel tüfekler taşıyan bugününavcıları bile mamutla kolay kolay başa çıkamazlardı.Kaldı ki, ilk insanın tüfeği de yoktu ve silahları taşbıçaktan ya da sivri taş burunlu kargıdan ibaretti.

Gerçi aradan geçen binlerce yıl içinde taş aletlerdeğişe değişe daha keskinleşmiş ve dahamükemmelleşmişti. Taş bıçak ya da taş uçlukyapmadan önce, insan taşın üst kabuğunu kırar,

yapmadan önce, insan taşın üst kabuğunu kırar,sonra pürüzleri yontup kendine sivri ve kesici aletleryapardı.

Çakmaktaşı gibi sert bir malzemeden bıçakyapabilmek büyük bir hünerdi. Bunun için insan,yaptığı taş aleti kullandıktan sonra atmaz, gözbebeğigibi korur ve körlendiği zaman bilerdi.

İnsan, kendi emeğinin ve zamanının değerinibildiği için, yaptığı aletin de değerini bilmeyebaşlamıştı.

İnsan, aletinin üzerine titriyordu, çünkü emeğin vezamanın ne demek olduğunu biliyordu.

Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, taş yine taştı.Mamut gibi bir hayvanı öldürebilmek için taş uçlukargı kötü bir silahtı. Çünkü mamutun, zırhlı gemilergibi kalın bir derisi vardı.

Yine de insan, mamutları öldürebiliyordu. Bunuavcı kulübelerinde bulunan mamut başları ve dişleriispat ediyor.

İlk avcılar mamutların hakkından nasıl gelebiliyorduacaba? Bunu ancak “insan” sözünü okurken, onu

“insanlar” anlamında düşünebilenler anlayabilir. Aletyapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı ve toprağıişlemeyi, insan tek başına değil, öbür insanlarlabirlikte, onlarla el ele vererek öğrenmişti.

Kültürü ve bilimi tek bir insan değil, milyonlarınemeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır.

İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı.

Toplumda hayvanı insana çeviren, emek olmuştur.

Bazı kitaplarda ilk avcılar, kendi emeği ve aklıylaher şeyi elde etmiş bir Robinson olarak tasviredilirler.

İnsan gerçekten böyle bir Robinson olsaydı,insanlar topluluk halinde değil de, ayrı ayrı ailelerhalinde yaşamış olsalardı, hiçbir zaman insan olupbir kültür yaratamazlardı.

Zaten Robinson’un hayatı da gerçekte, DanielDefoe’nun anlattığı gibi olmamıştı. Defoe, gerçektenyaşamış bir denizcinin hayatını, kitabına esas olarakalmıştır. Bu denizci, anlatılana göre, bir gemideayaklanmaya önayak olduğu için okyanusun

ortasında ıssız bir adaya çıkarılmış. Yıllar sonraadaya gelen gezginler, adada tek başına yaşamışolan denizciyi büsbütün yabanileşmiş bir haldebulmuşlar. İhtiyar denizci, konuşmayı bile hemenhemen unutmuş, insandan çok hayvanabenziyormuş.

Çağdaş insanın bile tek başına insan olarakkalabilmesi pek kolay değildir.

Ya ilkel insana ne denir?

İlkel insanı insan yapan, birlikte yaşamaları, birlikteavlanmaları ve alet yapmalarıydı.

İnsanlar mamuta sürü halinde çullanırlardı.Mamutun kıllı gövdesine bir değil, onlarca kargısaplarlardı. Mamutu kovalayan insan sürüsü, çokayaklı ve çok elli bir varlığa benzerdi. Hatta yalnızonlarca el, onlarca ayak değil, bir o kadar da insankafası işlerdi mamut avında.

Mamut, insandan kat kat büyük ve güçlüydü, amainsanlar ondan akıllıydılar.

Mamut o kadar ağırdı ki, insanı ezmesi işten bile

değildi. Ne var ki insanlar da bu devi yenmek için,asıl onun bu ağırlığından faydalanıyorlardı.

İnsanlar mamutu kuşatıp stepi tutuşturuyorlardı.Ateşin parıltısından çılgına dönen ve dağlananmamut, ateşin kovduğu tarafa doğru kaçıyordu.Ateşse, insanın sinsice tertibine göre, mamutubataklığa doğru kovuyordu.

Mamut oraya varınca, bataklık yerde kurulmuşkâgir bir bina gibi çöküveriyordu. Etrafı gökgürlemesini andıran böğürmeleriyle sarsarak, kâh birayağını kâh diğerini bataklıktan çıkarmaya çabalıyor,çabaladıkça da daha derine batıyordu.

Artık insanlara sadece mamutu öldürmekkalıyordu.

Mamutu tuzağa düşürüp öldürmek kolay değildi,ama öldürdükten sonra, yaşadıkları yere sürüklemekdaha güçtü. İlkel insanın yaşadığı yerler genel olarakbir ırmağın su basmayan yüksek kıyısında bulunurdu.Irmak insanın hem su ihtiyaçlarını karşılar, hem dekıyılarında ateş yakmak için gerekli malzemeyi, yanitaş sağlardı.

Öyle ki, mamutu en alçak yerden, bataklıktanyukarıya sürüklemek gerekiyordu.

Bu işte de yine bir çift değil, onlarca çift el çalışırdı.

Mamutun kalın derisi, sert sinirleri, güçlü adaleleri,keskin taşlarla kesilir, parçalanırdı. Tecrübeliihtiyarlar, hayvanın başını ve ayaklarını gövdedendaha çabuk ayırmak için nereden kesmekgerektiğini öğretirlerdi.

Mamut parçalara bölündükten sonra, onuyaşadıkları yere taşımaya koyulurlardı.

İşin elbirliğiyle yürümesi için insanlar hep birağızdan bağırır ve onlarca insan, kıllı büyük bir ayağıya da uzun hortumlu başı sürükleye sürükleyegötürürlerdi.

Avcılar kan ter içinde, bitkin bir halde kulübelerinevarırlardı. Bundan sonra başlayan büyük şenlikgörülmeye değerdi. İnsanlar, dört gözle beklediklerimamutu avlayınca bayram yapıyorlardı. Uzun birzaman için yiyecek sağladıklarına seviniyorlardı.

İnsanın öbür hayvanlarla yarışması sona ermişti.

İnsan, hayvanların en büyüğünü yenerek yarışmanınsonuna galip olarak gelmişti.

Yeryüzünde insanlar, daha büyük bir hızlaçoğalmaya başladılar. Zamanla bu çoğalma daha daarttı, insanlar bütün dünyaya yayıldılar. Böylece başkahiçbir hayvana kısmet olmayan bir şey insana kısmetoldu.

Tavşanların da sayıları çoğalıp insanlarınki kadarolabilir mi?

Olamaz. Çünkü tavşanlar çoğalınca, bunları yiyenyırtıcı hayvanlar daha da çoğalır ki bu da tavşanlarınyeniden azalmasına sebep olur.

Demek oluyor ki, yabani hayvanların sayısıalabildiğine artamaz. Bunların kolay kolayaşamadıkları sınırlar vardır.

İnsan kendisi gibi, hayvanları da çevreleyen doğalsınırları çoktan aşmıştı: Alet yapmayı öğrenerekönceleri yemediği şeylerle beslenmeye başlamış,doğayı kendisine karşı daha cömert olmayazorlamıştı. Önceleri tek bir insan sürüsününgeçinebileceği yerde, sonraları iki, hatta üç insan

topluluğu geçinebilir olmuştu.

Daha sonraları, büyük hayvanları avlamayabaşlamakla insan doğadaki etkinliğini ve yaşamalanını daha da genişletti.

Artık insanın, bitkisel yiyecekler toplayarakbeslenmesine gerek kalmamıştı. Otlama işini insanhesabına bizonlar, atlar, mamutlar yapıyorlardı. Buhayvan sürüleri, steplerde otluyor ve tonlarca otu eteçevirerek semiriyorlardı. Öyle ki, insan bir bizonu yada mamutu vurmakla, yıllarca yığılmış besin ve enerjikaynağına sahip oluyordu.

Yediği besin insana son derece gerekliydi.Fırtınalı, tipili, soğuk günlerde yiyecek aramayagidilemezdi. Yazı da kışı da sıcak olan o bollukzamanları geçmişe karışmıştı çünkü.

Bir değişiklik, başka bir değişikliği doğuruyordu.

İnsan, yiyecek malları yapmaya başlayınca, aynıyerde daha uzun müddet yaşamak zorunda kalmıştı.Çünkü mamutu beraberinde kolayca taşıyamazdı.

Başka sebepler de insanın artık avarelikten

kurtulmasına yol açtı. Önceleri her ağaç insana, yırtıcıhayvanlardan korunmak için sığınak olabilirdi.

Artık insanın yırtıcı hayvanlardan korkusu azalmıştı.Ama yeni bir düşman belirmişti: Soğuk.

Soğuktan ve kar fırtınasından korunmak için,insanın güvenebileceği bir barınağı olmalıydı.

İnsan İkinci Bir Doğa Yaratıyor

Öyle bir zaman geldi ki, insan, kocaman soğukdünyada, kendisi için küçücük, sıcak bir dünyakurmaya koyuldu. Mağara ağızlarında ya da kayadiplerinde, deri ve dallardan yaptığı ve ne yağmur, nekar, ne de yelin girebileceği bir çatı altına sığındı.Küçük dünyasının ortasında yaktığı ateş, geceleriaydınlatıyor, kışın da ısıtıyordu.

Eski insanların avlanmak için yerleştikleri yerlerde,kulübenin çatısını tutan direkler vardı. Bunların izlerinebugün bile rastlanır. Direkler arasında ocak, yaniyapma güneşi çevreleyen kömürleşmiş taşlarbulunmuştur.

Duvarlar çoktan çöküp çürümüşse de yerleri

bellidir. İşte buradaki topraktan, bu dünyayı kuraninsan hakkında birçok bilgi edinilir.

Taş bıçaklar, çakmaktaşı parçaları, parçalanmışhayvan kemikleri, ocaktaki kül ve kömür, toprak vekumla karışarak, doğada bulunmayan bir bütünmeydana getirmiştir.

Ancak izleri kalmış bu evden çıkıp birkaç adımöteye gidilecek olursa, insan emeğinden esergörülmez. Ne alet bulunur, ne ocak, ne ocakta kömürve kül, ne de kemik.

İnsan emeğinin izlerini saklayan toprağı kazarken,bulunan taş bıçak ve kazma araçlarını gözdengeçirirken, çoktan sönmüş ocağın kömürlerinieşelerken, önceki dünyanın insan için son dünyaolmadığını apaçık görürüz. Çünkü insan kendi özel,küçük dünyasını kurmuştur.

2 Geçmiş Zamanlara İlk Gezi

Bizon ve mamut avcılarının yaşadıkları yerlerde ençok iki taş alete rastlanır. Bunlardan biri, iki ucu sivribir üçgen, diğeriyse yarım daire şeklinde keskin bir

levhadır.

Bu aletlerin başka başka işlerde kullanıldığıbesbellidir. Yoksa bu kadar farklı olmazlardı.

Bu aletlerle ne işler görüldüğünü nasıl anlamalı?

Aletler gözden geçirilince bazı şeyler anlaşılabilir,ama en iyisi zihnen taş devrine dönüp insanların taşaletlerle neleri ve nasıl işlediklerini görmektir.

Romanlarda sık sık: “On yıl geriye dönelim” gibisözlere rastlanır. Romancılara kim ne diyebilir?İstedikleri şekilde dönebilirler. Üstelik kahramanlarıhakkında da istediklerini yazmakta serbesttirler.

Peki, yazdığımız bu gerçek hikâyede biz nasılhareket etmeliyiz? Uydurmaya hakkımız yok. Sonrabizim on yıl değil, on binlerce yıl geriye dönmemizgerekiyor.

Yine de, Taş Devri’ne dönmek mümkündür.

Taş Devri’ne gitmek isterseniz, her şeyden önceyanınıza uzak yolculuklarda gerekli olan şeylerialmalısınız. Başta çadır gelir. Çadır; katlanabilirbambu değnekler, yere bağlandığı kazıklar ve bunları

çakacak çekiçle birlikte, küçük bir çantaya sığar.Çadırdan başka daha bir yığın şey gerekir: Başınızıgüneşten koruyacak bir şapka, balta, tencere,gazocağı, matara, kaşık, pusula ve harita. Bütünbunları bir bavula yerleştirip yanınıza silah da aldıktansonra (Taş Devri’nde avlanmadan geçinilemez) enyakın limana gidip gemiye bilet almak kalır.

Ancak bilet alırken Taş Devri’ne gideceğinizisöylemeyin. Söylerseniz, gemiye bineyim derkentımarhaneye düşersiniz.

Bilette: “Taş Devri’ne gidiş-geliş” sözleri yerine,basbayağı başka bir yazı olacak: “Melbourne”.

Bu biletle Avustralya’ya giden transatlantiğebinebilirsiniz.

Birkaç hafta sonra gemi sizi gezinizin amacı olanyerlere ulaştıracak.

Bütün mesele şu ki, XX. yy.’da bile insanlar bazıyerlerde, mesela Avustralya’da, taş aletler kullanırlar.Uzak geçmiş zamanlara gidilemeyeceğine göre,dünyamızda bugün de aynı şartlarda yaşanan biryere gidilebilir. Bilginler insanların eski çağlarda

nasıl yaşadıklarını öğrenmek istedikleri zaman böyleyaparlar.

Avustralya’da bugüne kadar taş aletleri kullananinsanlar yaşamaktadır. Bunların nasıl çalıştıklarınıgörebilmek için, yaşadıkları yerlere gitmeliyiz.

Avustralyalı avcıların yaşadıkları yerlere giden yol,yer yer dikenli çalılıklarla kaplı, susuz, çoraksteplerden geçip kıtanın içerilerine doğru götürür.Irmak kıyılarında bulunan ağaçların altında, ağaçkabuğu ve dallardan yapılmış kulübeler göreceğiz.

Kulübelerin yanında çocuklar oynaşır, kadın veerkekler çalışır. Saçı sakalı uzamış bir ihtiyar, avdavurulmuş bir kangurunun derisini yüzer. İhtiyarınelinde üçgen şeklinde bir taş bıçak görürüz. Bize buuzun geziyi yaptıran şey de işte bu taş aletin takendisidir.

Çağdaş Avustralya yerlileri elbette ilkel değiller.İlkel insanlarla aralarında binlerce kuşak var.Kullandıkları taş aletler, geçmişin kalıntıları olup bizebirçok şeyi aydınlatabilir. Avustralya yerlilerininçalışmalarına dikkat edilirse, taş üçgenin avcı silahıolduğu görülür. Üçgen biçimli böyle bıçaklarla avda

olduğu görülür. Üçgen biçimli böyle bıçaklarla avdahayvan öldürülüyor, derisi yüzülüp bağırsaklarıtemizleniyor.

İkinci eski alet, yani yarım daire şeklindeki bıçağıgörebilmek için daha da uzaklara, Avustralya’nıngüneyindeki Tazmanya Adası’na gitmek gerek.Orada kadınlar böyle bıçaklarla, pek uzak olmayanbir geçmişe kadar elbise biçer, deri yüzer vekeserlerdi.

Aletler arasındaki bu işbölümü, insanlar arasındakiişbölümünü gösterir ki bu, daha avcılıkla geçinen ilkelinsanlarla başlamıştı.

Daha çok iş çıkarabilmek için, bir işbölümügerekiyordu. Erkekler avlanırken, kadınlar boşdurmuyor, kulübe kuruyor, elbise dikiyor, köktopluyor, yiyecek hazırlıyorlardı.

Yaşlılarla gençler arasında da işbölümü vardır.

Bin Yıllık Okul

Her iş ustalık ister. Ama onu bir kimsedenöğrenmek gerekir.

Eğer her dülger baltayı, bıçkı ve rendeyi kendisi

bulmak, üstelik bunlarla nasıl işlemek gerektiğinidüşünmek zorunda olsaydı dünyada tek bir dülgerbulunmazdı.

Coğrafya öğrenmek için herkesin dünyayıdolaşması, Amerika’yı yeniden keşfetmesi, Afrika’yıincelemesi, Everest Tepesi’ne tırmanmasıgerekseydi ve bütün bunları birer birer anlatsaydı,buna bir insanın ömrü yetmezdi.

İnsanların gittikçe daha çok şey öğrenmesigerekiyor.

İki yüz yıl önce on altı yaşında profesör olanlarvardı.

Sovyetler Birliği’nde yalnız lise öğrenimi tam onyıldır. Ve ileride daha uzun süre okumak zorunluluğubaş gösterecek herhalde. Çünkü her yeni yıl, bilimebirçok yenilik getiriyor. Üstelik bilimlerin sayısı daartıyor. Bir zamanlar yalnızca fizik vardı. Oysa şimdijeofizik, astrofizik var. Önceleri yalnız kimya vardı,bugünse jeokimya, biyokimya ve ziraat mühendisliğide var. Yeni buluşların etkisiyle bilimler, canlı hücrelergibi gelişip çoğalıyorlar.

Taş Devri’nde bilim diye bir şey yoktu. İnsantecrübesi yeni yeni birikmeye başlamıştı. İnsanınemeği de şimdiki gibi bileşik değildi. Bunun için,öğrenmeye az zaman harcanıyordu. Ama o zamanda öğrenmek gerekliydi.

Vahşi hayvanların izini gütmek, vurulan hayvanınderisini yüzmek, kulübe kurmak, taş bıçak yapmak,bütün bunlar hüner ve ustalık isterdi.

Hüner, ustalık nereden alınırdı?

İnsan, usta olarak doğmaz, ustalık sonradanöğrenilir.

İnsanın hayvandan ne kadar uzaklaştığı, ondan nekadar farklı olduğu asıl burada görülür.

Hayvanlar, derilerinin rengi ya da gövdelerininşekli gibi, doğal aletleri ve bunları kullanma yetisinide ana babalarından soyaçekim yoluyla alırlar.Domuzun toprak kazmayı öğrenmesine lüzum yoktur.Çünkü burnu bu işe elverişli bir şekilde doğar.Kemirgenler de ağaç kemirmeyi ve kesmeyi kolaycaöğrenirler. Çünkü kemirmeye ve kesmeye elverişlidişleri vardır. Bunun için hayvanların ne aletleri vardır,

ne de okulları.

Ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz, sinek veyengeç avlamaya başlar. Oysa bunu kendisinekimse öğretmemiştir. Yabancı kuşların yuvalarında,ana babadan uzak büyüyen guguk kuşu yavruları,sonbaharda yalnız başlarına yola çıkar ve Afrikayolunu elleriyle koymuş gibi bulurlar.

Hayvanlar, ana babalarından birtakım bilgileralırlarsa da bunlar için okul, şüphesiz söz konusuolamaz.

İnsana gelince iş değişir.

İnsan, aletlerini kendisi yapar, onlarla doğmaz.Bunun için de onları kullanma yetisini, anababasından miras olarak değil, öğretmenlerinden vetecrübe sahibi insanlardan alır.

İnsan, gramer kurallarını ve aritmetik problemleriniçözme usullerini doğuştan bilseydi, bu tembellerinpek hoşuna giderdi herhalde. O zaman insanlarınokula ihtiyaçları kalmazdı, ama bu da insanın pekyararına olmazdı. Okulsuz hiçbir şey öğrenilemez.İnsana özgü hüner ve yeti, bir noktada donup kalır,

bir sincabınkinden farksız olurdu.

Bereket versin insan, hazır hüner ve yetilerledoğmaz. Öğrenir ve öğretir: Her kuşak, insanlığınortak tecrübe hazinesine yeni bir şeyler katar.Böylece tecrübe gittikçe artar.

İnsanlığın bilgi sınırları gittikçe genişliyor.

İnsanı insan yapan, ona bilim, teknik, sanat vekültür veren, hep o bin yıllık okul, yani emek okuludur.

İnsan bin yıllık okulda öğrenime taş devrindebaşlamıştı. Tecrübeli avcılar, gençlere zor avcılıkmesleğini, yani yabani hayvanların toprak üzerindebıraktıkları izleri tanımayı, ürkütmeden ava nasılyaklaşmak gerektiğini öğretegelmişlerdir.

Av ustalık ister ama şimdi avcı olmak dahakolaydır. Bunun bir nedeni artık avcıların silahlarınıkendilerinin yapmamalarıdır. Taş Devri’ndeysetopuzundan bıçağına ve mızrak uçlarına kadar herşeyi kendileri yaparlardı. Bu işte yaşlı bir usta,gençlere çok şey öğretebilirdi.

Ev işlerinde de bilgi ve tecrübe gerekti. Kadın, ev

işlerinden başka, kulübe kurmayı da becermeliydi.Odun kesmeyi de, terziliği de.

Her insan topluluğunda, ömürleri boyuncaedindikleri iş tecrübelerini gençlere aktaran, bilgili,yaşlı erkekler ve kadınlar olmuştur.

Peki, ama kendi ustalığını, bilgi ve tecrübesini,insan başkasına nasıl verebilir?

Göstermek ve anlatmakla.

Bunun içinse dil gereklidir.

Hayvanların yavrularına, doğal birer alet olanpençe ve dişlerinden faydalanmayı öğretmelerigerekmez. Bunun için de hayvanların konuşmayıbecermeleri hiç de gerekli değildir.

İnsan için konuşmak zorunluydu.

Dil, hem ortaklaşa çalışma, hem de yaşlılarıntecrübe ve ustalıklarını gençlere öğretmeleri içingerekliydi.

Peki, Taş Devri insanı nasıl konuşurdu?

Dilsiz Dil

Mağaraların derinliklerinde, ilk insanın avlanırkenyaşadığı yerlerde, çoğu zaman insanın kendisi de,daha doğrusu kalıntıları da bulunur.

1924 yılında, Simferopol şehri yakınlarındaki Kiik-Koba adlı mağarada Sovyet arkeologları, ilkel birinsanın kemiklerini buldular. Bu insan, mağaranınortasında eşkenar dörtgen biçimli bir mezaragömülmüştü. Yine aynı mağarada, geyik kemikleri vetaş aletler de bulundu. Taş Devri’nin başlangıcındayaşamış olan insanlara ait böyle bir konut,Özbekistan’daki Teşik Taş mağarasında dabulunmuştu.

İlk avcılar burada bir dağ geçidinin yamacınayerleşmişlerdi. Başlıca avları kolay kolayyakalanamayan dağ keçisi olduğuna göre bunlar çokçevik ve atik olmalılardı. Teşik Taş mağarasında, taşalet ve hayvan kemiklerinden başka sekiz yaşlarındabir çocuğun kafatasıyla kemikleri de bulunmuştu.

Taş Devri’nin başlarında yaşamış olan insanlarınkalıntıları yalnız Sovyetler Birliği’nde değil birçokyerde, Amerika kıtası hariç bütün kıtalardabulunmuştur.

Bu devre ait kalıntılardan biri Neander Irmağıvadisinde bulunduğu için, bilim adamları devrininsanlarına “Neandertal insanı” derler.

Kahramanımıza biz de “Neandertal insanı”diyeceğiz. Kendisine yeni bir ad vermek gerekiyor,çünkü onu pithecanthropus erectus’tan ayıran yüzbinlerce yıl içinde değişmiştir.

Beli doğrulmuş, elleri daha çevikleşmiş, yüzüinsan yüzüne daha çok benzemeye başlamıştır.

Yazarlar kahramanlarının dış görünüşlerini bütünayrıntılarıyla, şunlara benzer sözlerle tasvir ederler:“Alev alev yanan gözler”, “mağrur kartal burnu”,“karga kanadı gibi kara saçlar”. Kahramanın kafatasıhacmi üzerinde durmak akıllarından bile geçmez.

Bizim tutumumuzsa bambaşka. Kahramanımızınkafatası hacmi bizim için birinci derecede önemlidir,bizi gözlerinin renginden ve saçlarının parıltısındandaha çok ilgilendirir.

Neandertal insanının kafatası üzerinde yapılanincelemeler beyninin, pithecanthropuserectus’unkine oranla büyümüş, gelişmiş olduğunu

erectus’unkine oranla büyümüş, gelişmiş olduğunugöstermiştir.

İnsanın bin yıllar boyunca yaptığı çalışmaları boşagitmemiş, kendisini, hele ellerini ve kafatasını baştanbaşa değiştirmiştir. Çünkü hep kafa buyurmuş, ellerçalışmıştır.

İnsan, bir taş parçasına keski biçimini vermeyeuğraşırken, kendisi farkına varmadan parmakları dadeğişiyor, daha çevikleşiyor, daha ustalaşıyordu.Aynı zamanda beyni de değişe değişe bileşik birşekil alıyordu.

Neandertal insanına bir göz atsaydınız, maymunolduğu aklınıza gelmezdi.

Oysa yine de maymuna çok benzerdi.

Dar alnı, bir siper gibi gözlerinin üzerine sarkmıştı.Eğri dişleri ileriye doğru çıkıktı.

Neandertal insanını çağdaş insandan ayıran, alnıve çenesiydi. Alnı arkaya doğru eğik, çenesiyse varmı, yok mu belli değildi.

Hemen hemen alınsız olan bu kafatasında, çağdaşinsanın beyin kısımlarından bazıları eksikti. Alt çene

de henüz konuşmaya elverişli değildi.

Böyle bir alna ve çeneye sahip olan insan, şimdikiinsan gibi düşünüp konuşamazdı.

Neandertal insanının da konuşması gerekiyordu.Bunu gerektiren, benzerleriyle ortaklaşaçalışmalarıydı.

Çünkü insanlar birlikte çalıştıkları zaman, işle ilgilişeylerde hiç olmazsa biraz olsun birbirlerinianlamalıydılar. İnsan, çenealtı bölgesinin veçenesinin gelişip konuşmaya elverişli hale gelmesinibekleyemezdi. Çünkü bu, binlerce yıl isterdi.

Peki, ama insanlar nasıl anlaşıyorlardı?

Tüm vücutlarıyla. Henüz bir özel konuşma organlarıolmadığı için, bütün vücutları konuşurdu; yüzününadaleleri, omuzlar, ayaklar ve en çok da eller.

Köpekle hiç konuştuğumuz olmuş mudur? Köpek,sahibine bir şeyler anlatmak istediği zaman, onungözlerine bakar, onu burnuyla iter, ayaklarını dizlerinekoyar, kuyruğunu sallar, gerinir, esner. Köpekkonuşmayı beceremez, bunun için de burnundan

kuyruğunun ucuna kadar bütün vücuduyla konuşmakzorunda kalır.

İlk insanlar da sözlerle konuşmayı bilmezlerdi.Ama başka insanlarla anlaşmaya yardım eden ellerivardı.

İnsan, “kes” diyeceğine bu anlamı ifade eden birşekilde elini sallardı; “ver” diyeceğine avucunu uzatır;“buraya, beriye gel” yerine de parmağını kıvırarakişaret ederdi. Sesi de ellerine yardım eder,karşısındakinin dikkatini jestlerine çekmek içinbağırır, böğürürdü.

İyi, ama bunları nereden biliyoruz?

Toprak altında bulunan her taş alet parçası,geçmişin bir kısmıdır. Ama jestlerin “parçaları”nı, yanikalıntılarını nerede bulmalı? Çoktan çürümüş olanellerin hareketlerini nasıl tasavvur etmeli?

Atalarımız olan eski insanlar, biz çağdaş insanlaraaz çok bir şeyler miras bırakmamış olsalardı, buelbette imkânsız olurdu.

Jestlerle İfade Edilen Anlamlar

Bir zamanlar Leningrad’a bir Kızılderili gelmişti.“Delik burunlar” anlamına gelen, Nemepu adlıkabileye mensup olan Kızılderili, dış görünüşündeFenimor Kuper’in, savaş baltalarıyla silahlıKızılderililerine benzemiyordu.

Amerikalı misafir ne makosen ayakkabı giymiş, nede başını kuş tüyleriyle süslemişti. Sırtında herkesingiydiği gibi elbiseler vardı. Kızılderili lisanını zatenbiliyor ve İngilizceyi de ana dili gibi mükemmelkonuşuyordu.

Bu iki dilden başka, Kızılderililer arasındakullanılan çok eski zamanlardan kalmış üçüncü bir dilde biliyordu.

Bu dil, dünyanın en basit dilidir. Bunu öğrenmekiçin gramer kurallarını bilmeye gerek yok. Bu dilde,çoğumuza güç gelen fiil çekimlerinin adı bile yoktur.Telaffuzu öğrenme işi de yok, çünkü dilde kelimeyok. Misafir Kızılderili’nin konuştuğu dil, esas dilideğil, işaret yani hareket diliydi.

Bu dilin bir sözlüğünü yapmayı deneseydiniz,aşağı yukarı şöyle bir şey çıkardı ortaya.

Jest Sözlüğünden Bir Sayfa

Ok – Bir el, gözle görünmeyen bir yayı tutar, öbürel de yayın görünmez kirişini çekiyormuş gibiişaretler yapar.

Vigvam (Kızılderili evi) – Kenetlenmişparmaklardan meydana gelen iki taraflı, sivri dam.

Beyaz insan – Alındaki teri siler gibi hareket ki, birşapkanın kenarını ifade eder.

Kurt – Elin iki parmağı, iki kulağa benzetilerekileriye doğru uzatılır.

Tavşan – Bir elin iki parmağı ileri doğru uzatılır,öbür elle bir kavis çizilir ki, iki uzun kulak ve tavşanınyuvarlak vücudunu gösterir.

Balık – Avuç, dikine durumda sağa sola hareketettirilir. Bu, yüzen balığı hatırlatır.

Kurbağa – Parmaklar birleştirilip zıplar gibi açılıpkapanır.

Bulut – İki yumruk başın üzerine kaldırılır. Bu jest,göğü kaplamış bulutları temsil eder.

Kar – Yine aynı jest. Yalnız bu kez yumruklar, kartaneciklerinin döne döne yağmasını taklit edercesineyavaşça açılır.

Yağmur – Yine aynı jest. Yumruklar açılarakbirdenbire yere doğru indirilir.

Yıldız – İki parmak başın üzerinde bükülüp açılır. Buhareket yıldızların titreyişini gösterir.

Burada her jest, her hareket havada elle çizilmişbir tablodur.

En eski yazıların harf değil resim olmaları gibi, eneski diller de herhalde hareketlerle çizilen birerresimdir.

Çağdaş Kızılderililerin kullandığı işaret dili, elbetteilk insanların konuştukları dil değildir. Kızılderililerindilinde, eski jestlerden başka, ilk insanlardabulunması mümkün olmayanlar da vardır. ÖrneğinKızılderililerin diline son zamanlarda girmişjestlerden birkaçını alalım:

Otomobil – İki el, ilkin tekerleklerin dönmesini takliteder, sonra direksiyonu çeviriyormuş gibi yapar.

Katar – Yine dönen iki tekerlek hareketi velokomotifin bacasından duman çıkmasını taklit edenel hareketleri.

Bu jestlerin yakın zamanlarda doğduğuşüphesizdir. Sözlükte bunlarla yan yana, ilkinsanlardan kalmış oldukları pek muhtemel olanjestler de buluyoruz. Örnek:

Ateş – El aşağıdan yukarıya doğru sağa solaharaket ettirilir. Bu yükselen dumanı gösterir.

İş – Havayı dikine yaran el hareketi.

Kim bilir, belki ilk insanlar elleriyle havayı yardıklarızaman, “çalış” demek isterlerdi. Çünkü insanın ilkaleti aynı hareketi yapan keskiydi ve çalışmak, birşeyi yarmaktan ibaretti.

Kullandığımız İşaret Dili

Jestlerle konuşma dilinden bugün de faydalanırız.

“Evet” demek istediğimiz zaman, çoğu halde birbaş hareketiyle yetiniriz.

“Orada” ve “oraya” demek istediğimiz zaman

parmağımızla işaret ederiz. Hatta bunun için, “işaretparmağı” dediğimiz, konuşan özel bir parmağımızvar.

Selamlaşırken başımızı eğeriz. Başımızı sallarız,omuz silkeriz, çaresizlik ifadesi olarak ellerimiziaçarız, kaşlarımızı çatarız, dudak ısırırız, dudakbükeriz, elle tehdit ederiz, yumrukla masaya vururuz,ayağımızı yere vururuz, el sallarız, başımızı iki elimizinarasına alırız, elimizi kalbimize götürürüz, kucaklamaanlamında ellerimizi yana açarız, elimizi uzatırız,vedalaşırken havadan öpücükler göndeririz.

İşte size içinde tek bir söz olmayan bir konuşma.

Ve bu “dilsiz dil”, jest dili hiç unutulmuyor. Çünkübu dilin bazı avantajları var. Bazen uzun birkonuşmayla anlatılamayan birçok şey tek birhareketle anlatılabilir. İyi bir aktör bazen yarım saattek bir söz söylemez, ama kaşları, gözleri, dudaklarıyüzlerce sözü anlatır.

Bayraklar aracılığıyla iki gemi arasında nasılkonuşulduğunu görmüşsünüzdür. Bu konuşma usulüolmasaydı, rüzgârın ve dalgaların uğultusunu, bazende top seslerini bastırabilmek için ne güçlü bir ses

de top seslerini bastırabilmek için ne güçlü bir sesgerekirdi. Kaldı ki, böyle hallerde kulağın da insanapek faydası olmaz. O zaman iş gözlere düşer.

Binlerce yıl yaşadığına ve insanlara bugün degerekli olduğuna göre, işaret dilinin hiç de kötü bir dilolmadığı anlaşılıyor.

Sesli dil, eski işaret dilinden üstün gelmiş, amaonu büsbütün söküp atamamıştır. Mağlup olan dil,üstün gelenin hizmetine girmiştir. Birçok halkta işaretdilinin, uşaklar gibi başkalarına bağımlı olanların diliolarak kalması sebepsiz değildir.

Kafkasya’da, bazı Ermeni köylerinde devrimekadar kadınların yabancı erkeklerle, bildiğimiz sesdilinde konuşmaya hakları yoktu. Meramlarını ancakel işaretiyle anlatabilirlerdi.

İşaret dili Suriye’de, İran’da ve daha başkayerlerde de görülmüştür.

İran Şahı’nın sarayında uşaklar hareketlerledertlerini anlatabilir, sadece kendi seviyelerindekikimselerle sözlü konuşabilirlerdi. Bu zavallılar,kelimenin gerçek anlamında “konuşma hakkından”yoksundular.

Görülüyor ki, çoktan kaybolan geçmişin kalıntılarını,izlerini bugünkü hayatımızda da buluyoruz.

İnsan Akıl Sahibi Oluyor

Ormanda yaşayan her hayvan, her yandan gelenbinlerce sese kulak verir ve binlerce işareti izler.

Bir dal çatırdaması, düşmanın yaklaştığına işaretolabilir. Kaçmaya ya da kendini savunmak içindirenmeye hazırlanmak gereklidir.

Gök gürledi ya da ağaçların yapraklarını düşürenbir yel estiyse, bir deliğe ya da yuvaya gidipyaklaşan fırtınadan saklanmak gereklidir.

Çürük yaprak ve mantar kokan topraktan birhayvan kokusu geldiyse, koku duyulur duyulmaz avıizleyip yakalamalıdır.

Her hışırtı, her koku, ot üzerindeki her iz, her çığlıkya da ıslık bir şey anlatır, bir şey ifade eder ve bir şeyyapılmasını gerektirir.

İlk insan da doğadan gelen seslere kulak verirdi.Çok geçmeden bu seslerden başka, kenditopluluğundan insanların gönderdiği sesleri de

anlamaya başlamıştı.

Bir avcı ormanda geyik izi bulursa, arkasındangelen öbür avcılara bunu el sallayarak bildirirdi.Arkadakiler geyiği daha görmemiş olsalar bileverilen işaret, avcıların silahlarına daha sıkısarılmalarını ve karşılarında geyiğin çatallıboynuzlarını görmüş gibi tetikte davranmalarınıgerektirirdi.

Hayvanın yerdeki izi de bir işarettir.

Bir iz bulunduğunu bildiren el sallayış da işaretihaber veren işaretti.

Avcılardan biri yerde bir iz bulduğu ya da yaklaşanhayvanın çıkardığı hışırtıyı işittiği her defasında,topluluğun öbür üyelerine bunu bildiren bir işaretverirdi.

Böylece, doğadan insana gelen işaretlere bir desöz, yani insan topluluğunun insana ilettiği “işaretlerihaber veren işaret” eklendi.

İvan Petroviç Pavlov bir kitabında, insan sözünü“işaretleri haber veren işaret” olarak niteler.

Başlangıçta “işaretleri haber veren işaret”, sadecejest ve bağrışlardı. Göz ve kulakların aldığı bu“işaretleri haber veren işaretler”, bir telefonmerkezine gider gibi insanın beynine giderdi. Beyin,“işareti haber veren işareti”, yani “bir hayvanyaklaşıyor” sözünü kapınca hemen; ellere, kargıyıdaha sağlam tutun; gözlere, yapraklara dahadikkatle bakın; kulaklara, ormanın çatırtı vehışırtılarına daha iyi kulak asın diye emrederdi.

Hayvan daha görünürlerde yoktu, ama insan onukarşılamaya hazırdı.

Böyle işaretler, hareketler ve bağrışlar arttıkça vebeyine gelen “işaretleri haber veren işaretler”sıklaştıkça, insanın kafasında bulunan bu “merkezistasyon”un işi de o derece artıyordu. Beyinde yeniyeni hücreler meydana geliyordu. Beyin gelişiyor,hacmi büyüyordu.

Neandertal insanının kafatası hacmi,pithecanthropus erectus’unkinden 400-500 cm3daha büyüktür. İnsanın beyni gelişiyor, insandüşünmeyi öğreniyordu.

İnsan, güneşi hatırlatan bir işareti gördüğü zaman,

İnsan, güneşi hatırlatan bir işareti gördüğü zaman,gece bile olsa güneşi düşünmeye başlıyordu.

Gidip mızrağı getirmesini işaret ettiklerinde,mızrak yakında olmayıp görünmese bile, onudüşünebilir olmuştu.

Ortaklaşa çalışma insana konuşmayı, konuşma dadüşünmeyi öğretmişti.

İnsan, aklını doğadan bir armağan olarak almamış,kendi emeğiyle kazanmıştır.

Dilden Dile

Daha aletler azken ve insanın tecrübesi kıtken, butecrübeyi başkasına iletmek için en basit işaretleryetiyordu.

Çalışma toplumsallaştıkça, jestler detoplumsallaşıyordu: Her şeyi tam olarakanlatabilecek ayrı ayrı jestler gerekmişti. Buzorunluluk, hareketlerle ifade edilen anlamlardoğurdu. İnsan, jestleriyle hayvanın, silahın, ağacınresmini havada çizmeye başladı.

İnsan oklu kirpinin şeklini çizerken, sadeceçizmekle yetinmeyip bir an için kendisi de oklu

kirpiymiş gibi bir hal alıyordu. Kirpinin toprağı nasılkazıp attığını, iğnelerini nasıl diktiğini hareketlerletasvir etmeye başlıyordu.

Böyle bir pantomim için, zamanımızda, ancakgerçek sanatçılarda rastlanılan derin bir gözlemgücüne sahip olmak gerekir.

“Su içiyorum” dediğimiz zaman, sözlerimizdensuyu nasıl içtiğimiz, bardaktan mı, şişeden mi,avucumuzdan mı içtiğimiz anlaşılmaz.

O zaman jestlerle konuşan insan, su içme fikrinibelirtmek için avucunu ağzına götürür, görünmeyensuyu kana kana içiyormuş gibi yapardı. Görene desu gerçekten tatlı, soğuk ve susuzluğu gideriyor gibigelirdi.

Biz yalnız, “avlanmak” deriz. İlk insansa işaret vehareketlerle başından sonuna kadar tüm avsahnelerini tasvir ederdi.

İşaret dili hem fakir, hem de zengindi. Zengindi,çünkü eşya ve olayları canlı bir şekilde tasviredebilirdi. Fakirdi, çünkü jestle, mesela sol göz desağ göz de gösterilebilirdi, ama göz anlamını ifade

etmek çok güçtü.

Jestlerle bir şeyin aslında az çok uygun tam birtasviri yapılabilirdi, ama soyut bir kavram hiçbir jestleanlatılamazdı.

İşaret dilinin başka yetersizlikleri de vardı.Geceleri bu dille konuşulamazdı. Çünkü karanlıkta elhareketleri görülmezdi. Gün ışığında da işaret diliylekonuşmak her zaman mümkün olmuyordu.

Kırda insanlar jestlerle kolayca anlaşabiliyorlardı.Fakat ağaçtan bir duvarın avcıları birbirlerindenayırdığı ormanlarda, jest ve işaretlerle konuşmakimkânsızlaşıyordu.

İşte o zaman sesten medet ummak gerekmişti.

İlk zamanlarda dil ve boğaz, sahibinin iradesinepek tabi olmuyordu. İnsanın dilinden, boğazındankendisinin çıkarmak istediği sesler yerine başkasesler çıkıyordu. Bunlar birbirine karışarak bağırma,böğürme ve çığlık şeklini alıyordu. İnsanın kendidiline hâkim olup açıkça anlaşılacak bir şekildekonuşmaya başlayabilmesi çok uzun sürmüştü.

Dilin ağız boşluğundaki hareketleri, jestlerin engöze çarpmayanıydı. Fakat bunların büyük biravantajı vardı ki o da işitilebilmeleriydi.

Eve kabilesinin dilinde bildiğimiz “yürümek” yerineşu şekiller kullanılır: “Zu dze dze” emin adımlarlayürümek; “zo bula bula” hangi yolda olduğunabakmadan acele yürümek; “zo pia pia” küçükadımlarla yürümek; “zo govu govu” başını öne doğrueğip hafifçe topallayarak yürümek.

Sesle ifade edilen birer resim biçiminde olan busözler, basbayağı emin adımlarla yürüyüşü, dizlerinibükmeden yürüyen bir insanın emin adımlarlayürüyüşünü bütün ayrıntılarıyla belirtiyor.

Kısacası kaç çeşit yürüyüş varsa, o kadar da ifadegörülüyor.

Jestlerle çizilen resmin yerini, artık sözle ifadeedilen anlamlar almıştır.

İşte insan önce jestlerle, sonra da sözlerlekonuşmaya böyle alışıyordu.

İnsanı Emek Yarattı

Bir insan, bir ırmağın akıntısına karşı gidereksonunda nasıl kaynağa varırsa, biz de insantecrübesinin kaynağına geldik.

Bu kaynakta hem insan toplumunun, hem dilin,hem de düşüncenin başlangıcını bulduk.

Bir ırmağa dökülen kollarla ırmağın daha dagenişlemesi ve sularının artması gibi, insantecrübesinin ırmağı da gittikçe genişleyipderinleşiyordu. Çünkü her yeni kuşak, tümtecrübelerini bu ırmağa akıtıyordu.

Kuşaklar birbiri ardından geçmişe karışıyordu.İnsanlar ve kabileler iz bırakmadan yok oluyor, şehirve köylerin yerinde yeller esiyordu. Zamanın yıkıcıgücüne hiçbir şey dayanamayacak gibiydi. Fakatinsanlığın tecrübeleri kaybolmuyor, bilimdeyaşamaya devam ediyordu. Dilde her söz,çalışmadaki her hareket, bilimdeki her kavram,kuşakların bir yere toplanmış tecrübesidir.

Irmağa akan sular ırmakta kaybolmadığı gibi, eskikuşakların tecrübeleri de boşa gitmemiştir. Birzamanlar yaşamış olan insanların emeği, insanlıktecrübesinin ırmağında, günümüz insanlarının

tecrübesinin ırmağında, günümüz insanlarınınemeğiyle kaynaşmıştır.

Irmağın kaynağına, her şeyin başlangıcına işteböyle vardık. Çalışan, konuşan, düşünen bir varlıkolan insan işte böyle doğdu.

Maymun değişe değişe insan haline gelinceyekadar geçmiş olan binlerce yıla göz atarken,Friedrich Engels’in, insanı emeğin yarattığıhakkındaki sözlerini hatırlamamak imkânsız.

3 Av Toplumundu

Fransa’nın Solutre bölgesinde, kayalık biruçurumla biten yüksekçe bir yayla vardır.

Arkeologlar bu yaylanın eteğinde büyük bir kemikyığını bulmuşlardır. Burada mamutların kürekkemikleri, ilkel ö-küz boynuzları ve mağara ayılarınınkafatasları görülmüştür. Fakat kemiklerin çoğu atkemiğiydi. Bunlar insan boyunu aşan yığınlarhalindeydi. Bilim adamları bu kemik yığınını çeşitlereayırdıktan sonra, burada en az yüz bin at kemiğisaymışlardır.

Böyle muazzam bir at mezarlığı nasıl meydanagelmişti? Kemikleri dikkatle inceleyen bilginler,birçoğunun kırık, parçalanmış ve yanık olduğunugörmüşlerdir. Bu kemiklerin buraya, aşçı kadınlarınelinden geçtikten sonra yığıldıkları belli olmuştur. Atmezarlığının gerçekte muazzam bir yiyecek artıklarıçöplüğü olduğu anlaşılmıştır.

Bu kadar çöp bir yılda yığılamazdı. Demek insanlarburada yıllarca yaşamışlardı. Fakat çöp yığını niçinbaşka yerde değil de burada, uçurumdabulunuyordu. İlk avcılar, kulübelerini niçin düz birovada değil de bir uçurumun kenarında kurmuşlardı?

Avcılar ovada bir at sürüsüne rastladıklarında, sıkve yüksek otların arasında gizlene gizlene ihtiyatlasürüye yaklaşırlardı. Her avcının elinde birkaç mızrakbulunurdu. Öndekiler işaretlerle, atların nerede ve nekadar olduklarını, nereye doğru gittiklerini bildirirlerdi.

Avcılar at sürüsünü kuşatıp çemberi yavaş yavaşdaraltırlar, ilkin ovada kara birer leke gibi görülenatlar artık iyice seçilirdi. Atlar büyük başlı, inceayaklıydılar, vücutları uzun sert kıllarla kaplıydı.

Atlar birden ürküp tetikte bulunur, kaçmaya

Atlar birden ürküp tetikte bulunur, kaçmayahazırlanırlardı. Fakat iş işten geçmiş olurdu. Birmızrak bulutu, uzun gagalı, kanatsız kuşlar gibi atlaradoğru uçardı.

Mızraklar atların sağrılarına, sırtlarına, boyunlarınasaplanırdı. Nereye kaçmalıydı? Düşman, atları üçtaraftan sarmıştı. Birdenbire yükseliveren bu canlıduvarın yalnız bir çıkış yolu, yalnız bir kapısı vardı:Uçurum. At sürüsü, kurtulmak için, vahşi bir kişnemeve gürültüyle bu kapıya atılırdı. Avcıların da istediğizaten buydu. Sürüyü hep bir tarafa, uçurum yönünesürerlerdi. Korkudan çılgına dönen atlar, önlerindehiçbir şey görmeden kaçarlardı. At sürüsü, sallanankuyrukları, köpürmüş sırtlarıyla, canlı bir seli andırırdı.Sonunda ister istemez uçurumun kenarına varırdı.Öndeki atlar tehlikeyi görüp başlardı kişnemeye,şahlanmaya. Fakat artık durulamazdı. Arkadaki atlaröndekileri sıkıştırıp iterlerdi.

Bu canlı selin bir şelale gibi uçuruma akmasıyla,aşağıda kanlı bir ceset yığını meydana gelirdi.

İşte av böyle sona ererdi.

Sonra kaya dibinde ateşler yakılır, yaşlılar avı

dağıtırlardı. Av bütün toplumundu. Fakat en iyiparçalar en cesur ve en usta avcılara verilirdi.

Yeni İnsanlar

Saate baktığımız zaman, akrep hareketsiz gibigelir bize. Fakat bir iki saat sonra akrebin yerinideğiştirdiğini görürüz.

İnsanların hayatında da böyle olur. Çevremizdeki,hatta kendimizdeki değişikliğin çoğu zaman farkındaolmayız. Tarihin akrebi bize hareketsiz gibi görünür.Ancak birkaç yıl sonra akrebin yerini değiştirdiğinin,kendimizin de çevremizin de değişip başkalaştığınınfarkına varırız.

Eskiyi yeniyle karşılaştırmak için elimizde hatıradefterleri, fotoğraflar, gazeteler, kitaplar var.Atalarımızınsa bu kıyaslamayı yapacak hiçbir şeyiyoktu ellerinde. Hayat kendilerine hareketsiz vedeğişmez görünürdü. Çünkü rakamsız kadranüzerinde akrebin hareketi fark edilemez.

Taş aletler yapan her usta, kendisine ustalıköğretenin bütün hareket ve usullerini olduğu gibitekrarlamaya çalışırdı.

Kadınlar ev yaparlarken, ocağı büyükanneleri gibikurarlardı.

Avcılar hayvanları, atalarından gördükleri gibikovalayıp bir yere kıstırırlardı.

Öte yandan insanlar hiç farkında olmadan aletlerinide, evlerini de, çalışmalarını da değiştiriyorlardı.

Her yeni alet, ilk zamanlarda eskisine çokbenzerdi. İlk mızrak, kargıdan az farklıydı. İlk ok,mızrağa çok benzerdi. Fakat okla kargı birbirindenartık iyice farklılaşmıştı. Ok ve yayla avlanmak,kargıyla avlanmaya hiç benzemezdi.

İnsanın yalnız aletleri değil, kendisi de değişiyordu.Bunu kazılarda bulunan iskeletlerden anlıyoruz.Mağaraya giren insanı, Buz Çağı’nın sonundamağaradan çıkan insanla karşılaştırırsak, bunlarınbaşka başka iki varlık olduğu görülür. Mağarayagiren, daha maymuna benzeyen, eli bükük, bocalayabocalaya yürüyen, hemen hemen alınsız ve çenesizNeandertal insanıydı. Mağaradan çıkansa dışgörünüşüyle bizden pek az farklı olan, boylu bosluKromanyon insanıydı.

Mağara Evler

İnsanın yaşayışı değiştikçe evi de değişiyordu.Evlerin tarihini yazsaydık, mağaradan başlamamızgerekirdi. Doğa yapısı olan bu evi, insan hazır olarakbulmuştu.

Doğa kötü bir mimardır. Dağları ve dağlardakimağaraları yaparken, buralarda insanın yaşayacağıumurunda bile olmamıştır. Bunun için, insanlarbarınacak mağara ararlarken, kendilerine herbakımdan uygun olana pek seyrek rastlarlardı. Evinya tavanı çok alçaktı, ya duvarları çökmek üzereydiya da kapısı o kadar dardı ki, içeriye emekleyeemekleye girmek bile zordu.

Evi, içinde yaşanabilecek hale getirmek için bütüntopluluk kolları sıvar, mağaranın tavanını ve duvarlarınıtaş aletlerle kazır, ağaç kazıklarla da düzeltirdi.

Hemen giriş yerinde ocak kazılır, çevresine taşdizilirdi. Anneler yavrularına özenle “yatak”hazırlarlardı. Bunun için yerde bir çukur kazılır, kuştüyünden döşek yerine de ocaktan ılık kül konulurdu.

Mağaranın bir köşesinde, ayı eti ve her türlü

yiyecek stokları için bir ambar yapılırdı.

Böylece insan, doğanın yaratmış olduğu mağarayaçekidüzen veriyor, onu kendi emeğiyle insan evineçeviriyordu.

Bu işe harcadığı emek, zaman geçtikçe artıyordu.

İnsan, kaya diplerinde hazır çatımsı yerler bulduğuzaman altına duvar örüyor, hazır duvar bulunca da,üzerini çatıp ev yapıyordu.

Fransa’nın güneyindeki dağlarda, ilk insanlardankalma böyle bir ev bulunmuştur. Yerli halk bu eve“Şeytan Ocağı” gibi acayip bir ad vermiştir. Çünkübüyük taş parçalarından yapılmış bu inin ocağındayalnız şeytanın ısınabileceğini sanmışlardır. Atalarınıntarihini daha iyi bilselerdi, “Şeytan Ocağı”nın, şeytantarafından değil, insan eliyle yapılmış olduğunuanlarlardı.

İlk avcılar bir zamanlar burada kayalık bir çatıaltında, dağdan kopmuş taş parçalarından meydanagelen iki duvar bulmuşlar. Bu hazır iki duvara dikeyiki duvar da insanlar örmüş. Duvarların biri büyük taşlevhalardan, diğeri de kazıklar arasına dallar örülüp

üzeri hayvan derisiyle kaplanarak yapılmıştır.

Bu sonuncu duvarın böyle yapıldığını sadecetahmin ediyoruz, çünkü zamanla yıkılıp gitmiştir.

Duvarlarla çevrili geniş bir çukur olan zeminliğindibinde çakmaktaşı parçaları, kemik aletler veboynuzlar bulunmuştur.

“Şeytan Ocağı” yarı ev, yarı mağaradır. Artıkburadan gerçek eve geçiş pek uzak değildir.

İki duvarı örebilen insan dört duvarı da örebilirdi.

Böylece mağaralarda, hazır kaya çatıları altındadeğil, açık havada kurulmuş ilk evler belirdi.

Avcıların Evi

1925 yılı sonbaharında Don Irmağı kıyılarındakiGagarino köyü halkından Antonof, yeni bir yapıyısıvamak için avlusunda toprak kazıyordu.

Kürek ikide bir kemik parçalarına çarparakgıcırdıyordu.

Köylü, tam o sırada oradan geçen Vladimirofadındaki öğretmene:

– Bu kadar kemiğin ne işi var burada, bir türlükazamıyorum, neredeyse kürek kırılacak, diyeyakınmıştı.

Öğretmenin yerinde başka biri olsaydı, durup birazçene çaldıktan sonra yoluna devam ederdi.

Köy öğretmeni büyük bir arkeoloji heveslisiydi.Köylünün çukurdan çıkardığı kalın, sarı, cilalı gibibüyük bir dişi dikkatle incelemeye başladı.

Böyle büyük bir diş, ancak mamut dişi olabilirdi.

Don kıyılarında mamut ha! Çıldırmak işten değildi.

Öğretmen, çukurdan çıkarılan bir yığın kemiğitoplayıp bir arabaya yükledikten sonra, komşuşehirdeki müzeye götürdü.

Küçük şehirlerdeki müzelere yolunuz düşmüşse,oralarda çok çeşitli eşyaların bulunduğunu görmüşolmalısınız. Bir de bakarsınız mermer bir aşktanrısının yanında, çariçe Katarina devrinde yaşamışbir beyin portresi...

Başka bir odada da o havalide bulunan maden vebitki koleksiyonlarının yanında, kıllı elinde değnek

tutan kartondan bir pithecanthropus erectus.

Öğretmen Gagarino, köyünde bulunan kemikleri,işte böyle bir müzeye teslim etmişti.

Müze müdürü, mamut dişini ve öbür kemiklerikataloğa kaydedip pithecanthropus erectusumadenlerin yanına koymakla yetinebilirdi.

Ama yetinmedi. Hemen Leningrad Antropoloji veEtnografya Müzesi’ne bir mektup yazdı. Neva Irmağıkıyısındaki binalardan birinde bulunan bu müzede,Rus bilginleriyle gezginlerinin dünyanın dörtbucağından toplamış oldukları zengin koleksiyonlarsaklanır.

Çok geçmeden Leningrad’dan Gagarino’yaZamiyatin adında bir arkeolog geldi. Leningradlıbilginle köy öğretmeni araştırmalara başladılar.

Gagarino’da neler bulunmuştu?

Kazıların daha ilk günlerinde, çakmaktaşındankazıma aletleri ve keskiler, kemik bir biz, delinmiş birmavi tilki dişi, kömürle karışık mamut ve başkahayvan kemikleri bulunmuştu.

Çakmaktaşından aletler ve mamut dişi parçalarıçukurdan başka, ambar duvarlarının toprakbadanasından da çıktı. Belliydi ki, toprakta kemiklerve taş aletler, ayıklanamayacak kadar çoktu.

Kazı işleri aylarca devam etti, yeni yeni şeylerbulundu. Bulunan eşyalar, yani iş aletleri, süseşyaları, heykelcikler, yabani hayvan kemikleri,itinayla sandıklara yerleştirilip Leningrad’agönderiliyor, orada da uzmanlar incelemelerebaşlıyorlardı.

Mineraloglar aletlerin hangi taştan yapılmışolduğunu anlıyor, paleontologlar ilk insanların hangihayvanları avladıklarını öğrenmek için kemikleriinceliyor, usta restoratörler de mamut dişindenyapılmış olup zamanla aşınmış figürleri onarıyorlardı.

Öte yandan arkeologlar dikkatle, arkeolojibiliminin tüm kurallarına uyarak kazı işlerine devamediyorlardı. Gözlerinin önünde, ilk avcıların evigittikçe daha iyi beliriyordu.

Avcı evi, duvar dipleri boyunca taş bloklar, mamutkellesi ve dişleri bulunan bir zeminlikti. Çokmuhtemel ki duvarlar, ağaç kazıklar arasına örülen

muhtemel ki duvarlar, ağaç kazıklar arasına örülendalların hayvan derileriyle kaplanmasıyla yapılırdı.Kazıkların uçları da yukarıda birleşerek çatıyımeydana getirirlerdi. Duvarların berkitilmesi için dediplerine taşlar ve mamut kemikleri yığılırdı.

Böyle bir ev dışarıdan büyük bir kulübeyebenzerdi. Bir duvarın dibinde, mamut dişindenyapılmış kadın heykelcikler bulunmuştu. Biri tombul,diğeri de zayıf bir kadındı. Sanatçının, buheykelcikleri doğadan kopya ettiği anlaşılıyordu.Kadınların saçları üzerinde özellikle durulmuş, bunlarözenle işlenmişti.

Kulübenin ortasında, yerde sandık vazifesini görendairesel bir çukur vardı. Bulunan kemik iğne, mavitilki dişlerinden gerdanlık ve bir mamut kuyruğu,anlaşılan burada korunmak istenmişti.

İğne, dikiş işlerinde kullanılıyordu, gerdanlığın neyeyaradığı malûm. Ya mamut kuyruğu niçin böyledikkatle saklanmıştı?

Başka yerlerde bulunan eşyalara dayanaraksöylenebilir ki, ilk avcılar yabani hayvanlarabenzemek için sık sık sırtlarına hayvan postu geçirir,

arkalarına kuyruk takarlardı.

Gagarino’daki zeminliklere benzer konutlar,yurdumuzun başka bölgelerinde de bulunmuştur.Voronej’e yakın köylerden birinde o kadar sık kemikbulunurdu ki, köye kemikler anlamına gelen“Kostenki” adı verilmişti.

Bulunan kemiklere bakarak, bir zamanlarburalarda mamut, mağara aslanları, mağara ayılarıve at avlayan insanların yaşamış olduğusöylenebilirdi.

Konstenki köyünde Sovyet arkeologlarınıninceledikleri konuttan, orada insanların bir zeminliktedeğil, birkaç zeminlikte yaşadıkları anlaşılmıştı.Avcılar ortaklaşa, toplu halde avlanırlardı.Zeminliklerde güzelce yontulmuş taş ve kemik aletlerbulunmuştu. Eşyalar arasında fil dişinden kadınheykelcikleri de vardı. Bunlardan birinde dövmeusulüyle yapılmış bir desen ve meşin önlük iyiceseçilebilmişti. Demek insan daha o zaman deriişlemeyi biliyordu.

İlk avcıların evleri şimdiki evlerimize pekbenzemezdi. Dışarıdan, evin ancak dairesel bir

benzemezdi. Dışarıdan, evin ancak dairesel birtümseği andıran damı görünürdü. Eve yalnız bacadangirilebilirdi, çünkü damdaki bacadan başka deliğiyoktu.

Toprak duvarların dibinde kanepe yerine mamutkafaları duruyordu. Yatak vazifesini de toprakgörüyordu. Bu evin sakinleri orta yerde, başlarınıtopraktan yapılmış yastıklara koyup uyurlardı.

Kanepeleri kemikten, yatakları topraktan olan buevde masalar taştandı.

Evin en aydınlık yeri olan ocak başında, yassı taşlevhalardan iş tezgâhı yapılırdı. Böyle tezgâhlarüzerinde aletlere, malzeme parçalarına vekırıntılarına, yarım kalmış eşyalara şimdi bile rastlanır.İşte tezgâh üzerine serpilmiş kemik boncuklar.Bazıları hazır, cilalı ve delik. Bir kısmı daha hazırdeğil. Usta, uzunca bir kemiği birkaç yerindençentmişse de, ayrı ayrı boncuklar halindedoğrayamamış. Bir şey engel olmuş, belki deinsanlar evlerini bırakmak zorunda kalmışlar. Buustaca yapılmış mızrak uçlarını, delikli kemik iğneleri,çeşitli işlerde kullanılan taş keskileri bırakıpgittiklerine göre, herhalde büyük bir tehlikeyle

karşılaşmışlardı.

Bu eşyaları yapmak pek kolay değildi. Her birinesaatlerce emek verilmişti. Tarihte ilk iğne olan kemikiğneyi ele alalım. İğne büyük bir şey değil gibigörünür, ama bunu yapabilmek büyük ustalık ister.

İnsan konutlarından birinde, hammaddesi veyapımı yarıda kalmış eşyalarıyla, tam donatılı birkemik iğne bulunmuştu. Atölyede her şey olduğu gibikalmıştı.

O kadar ki, eğer bugün iğne işe yarasaydı, buatölyede hemen ertesi gün iğne yapımınabaşlanabilirdi.

Ancak şunu da söylemeliyiz ki, şimdi bu işibecerebilecek ustalar bulunabileceği şüphelidir.

İğne şöyle yapılırdı: Önce keskiyle tavşankemiğinden bir kıymık çıkarılıp ucu, pürtüklü bir taşlasivriltilir sonra taş bizle delik açılır ve bir taş levhaylaperdahlanırdı.

İğne ustaları her toplulukta bulunmazdı. Kemik iğneen değerli eşyalardan biriydi.

Karla kaplı stepte tüten birkaç zeminlik görünüyor.Bunlardan birine yaklaşıp gözleri yaşartan dumanaaldırmayarak damındaki baca deliğinden içerigirelim.

Farz edelim ki başımıza sihirli bir külah geçiripgörünmez olmuşuz da, kimse bizi görmüyor.Zeminlik duman içinde, karanlık ve gürültülü. Buradaen az on yetişkin ve çok sayıda çocuk var.

Gözlerimiz dumana alışınca, insanların yüzlerini vevücutlarını daha iyi görüyoruz. Bunlarda artıkmaymundan hiçbir eser kalmamıştır. Boylu boslu,yakışıklı ve güçlüdürler. Elmacık kemikleri çıkık,gözleri birbirine yakın. Yağız vücutlarına kırmızıboyalarla çeşitli şekiller çizmişler.

Yerde oturan kadınlar, kemik iğnelerle yabanihayvan derilerinden elbise dikiyorlar. Çocuklar,başka oyuncakları olmadığından bir at ayağı ve geyikboynuzuyla oynuyorlar. Ocak başında, taşlevhalardan yapılmış tezgâhta bir usta bağdaşkurmuş, bir ağaç mızrağın başına kemikten bir uçgeçirmeye uğraşıyor. Yanında başka bir usta, taşkeskiyle bir şeyler çiziyor.

Yaklaşalım bakalım, nasıl çalışıyor.

Usta, bir kemik levha üzerine, otlayan bir at resmiçiziyor.

Atın tığ gibi bacaklarını, kısa yeleli uzun boynunu,başını şaşılacak bir ustalık ve sabırla çiziyor. Atcanlıymış da neredeyse ayak değiştirecek gibigörünüyor.

Resim hazır, ama ressam çizmeye devam ediyor.Atın üzerine yandan bir çizgi çekiyor. Sonra bir daha,bir daha. Kemik levhadaki atın üzerinde acayip birresim meydana geliyor. Ne yapıyor bu ilk usta?Çağdaş bir ressamın bile imrenebileceği bu güzelresmi niçin bozuyor böyle?

Resim gittikçe karışıyor. Derken atın üzerinde birkulübe resmi beliriyor. Bunun yanına ressam ikikulübe daha çiziyor. Başlı başına bir kamp!

Şaşılacak şey! Bu acayip resim ne ifade ediyor?Bu rasgele mi oluyor yoksa ressamın bile bile yaptığıbir fantezi mi?

Ne biri, ne de diğeri. İlk insanların mağaralarında

rastlanılan bu garip resimlerden koleksiyonlaryapılabilir. İşte, iki kulübe resminin altında bir mamut,şu da üstüne üç tane kulübe çizilmiş bir bizon. Yalnızbaşı, omurgası ve ayakları kalmış. Eğik burunlu,sakallı başı, ön ayakları arasında. Etrafını iki sırainsan çevirmiş.

Böyle acayip hayvan, insan ve ev resimlerinekemik ve taş levhalarda ve kayalarda da rastlanırsada, bunlar en çok mağara duvarlarında bulunur.

Yeraltında Resim Sergisi

El fenerlerimizi alıp mağaraya gidelim. Giderkenher dönemeci, her yolu aklımızda tutmalıyız. Çünküyeraltındaki bu labirentte yolu şaşırmak işten değildir.

Kayalık koridor gittikçe daralıyor. Tavandan susızıyor. Fenerlerimizi duvara çevirip dikkatlebakıyoruz.

Yeraltı suları, mağaraları parlak kristallerlesüslenmiş. Hem de insan eli değmeden.

İlerliyoruz. Biri ansızın:

– Buraya bakın, diye bağırıyor.

Duvarda kara ve kırmızı boyalarla çizilmiş bir bizonresmi. Ön ayaklarının üstüne diz çökmüş. Kambursırtına mızraklar saplanmış.

Durup on binlerce yıl önce burada çalışmış olanressamın eserine bakıyoruz.

Biraz ötede bir resim daha var. Duvarda dansediyormuş gibi görünen acayip bir yaratık resmi;hayvan desen hayvan değil, insan desen insan değil.Bu kambur yaratık sakallı, kıvrık boynuzlu ve kıllıkuyruklu. El ve ayakları insanınkiler. Elinde bir yaytutuyor.

Resme dikkatle bakınca, bunun bizon postugiymiş bir insan olduğu anlaşılıyor.

Bundan sonra aynı şekilde başka bir resim, sonrabir tane daha gördük...

Acayip bir resim sergisi!

Zamanımızda ressamlar, ışıklı atölyelerde çalışırlar.Tablolar müzelerde üzerlerine ışık düşebilecek birşekilde asılır.

İlk insanı karanlık mağaralarda, başka insanlardan

uzak bir yerde resim yapmaya zorlayan neydi?

Demek bu resimler başkaları görsün, seyretsindiye yapılmamıştı.

O halde ilk ressam, bu resimleri niçin çizmişti? Buhayvan maskeleri takmış, dans eden insan figürlerine ifade ediyordu?

Bir Muamma ve Çözümü

“Bir kaç avcı dans ediyor. Her birinin başında birerbizon kellesinden yüzülmüş deri ya da bizonu andıranboynuzlu maske var. Hepsinin elinde ya yay ya da birmızrak. Dans, bizon avını temsil ediyor. Avcılardanbiri yorulunca, düşer gibi yapıyor. O zaman başka biravcı ona kör uçlu bir ok atıyor. ‘Bizon’ yaralanıyor.Kendisini ayaklarından tutup sürükleye sürükleyemeydana çıkarıyor ve başının üzerinde bıçaklarsalladıktan sonra serbest bırakıyorlar. Bu kez onunmeydandaki yerini bizon maskeli başka biri alıyor.Bazen de bu danslar bir dakika bile araverilmeksizin iki, hatta üç hafta sürüyor.”

Bir gezgin, ilk avcıların bir dansını işte böyleanlatıyor. Fakat gezgin bu dansı nerede görmüş

olabilir?

Kızılderili kabilelerinde, eski zaman avcılarınıngeleneklerinin yer yer yaşamakta olduğu KuzeyAmerika steplerinde.

İşte ilk ressamın mağara duvarına çizmiş olduğuav dansının tasvirini, gezginin bu notlarında bulduk.

Böylece anlamını kavrayamadığımız resimmuammasını çözmüş olduk. Fakat çözülen bumuamma, bu bulmaca, bir yenisini çıkardı ortaya.Haftalarca süren bu acayip dans neyin nesiydi?

Dans bizim için bir eğlence ya da sanattır. FakatKızılderililerin yalnız sanat aşkına ya da eğlence içinüç hafta boyunca kendilerinden geçinceye kadardans ettiklerini düşünmek zordur. Üstelik onların budansı da, danstan çok bir törene bir ritüele benzer.

Büyücü, çubuğunun dumanı ucunda tüteni nereyesavurursa, dans edenler de, hayali bir hayvanı izliyorgibi o yana gidiyorlar. Büyücü, dumanına verdiğiyöne göre, dans edenleri bir kuzeye, bir doğuya, birgüneye, bir batıya yöneltiyor.

Dansı büyücü yönettiğine göre bu, dans olmaktançıkıp bir büyü töreni oluyor.

Kızılderililer, garip hareketleriyle bizonlarıbüyülemeye, onları büyü gücüyle bozkırlardan çıkarıpkendilerine doğru getirmeye çalışıyorlar.

İşte mağara duvarlarında dans eden insanresimleri bunu anlatıyor. Resimdeki sadece birdansçı değil, aynı zamanda büyü törenini idare edenbüyücüdür. Meşalelerin ışığında resim çizmek içinmağaraya girmiş olan ressam da yalnız ressamdeğil, aynı zamanda bir büyücüdür.

Ressam, hayvan maskesi takmış avcıları ve yaralıbizonları tasvir etmekle, avı uğurlu kılmak için büyüyapıyor. Ve dansın ava yardım edebilir olduğunayüzde yüz inanıyor.

Bu bize vahşice ve anlamsız gibi görünür.

Biz ev kurmaya başlarken, duvarcı ve dülgerlerinhareketlerini taklit ederek dans etmeyiz. Avabaşlamadan önce de elde silah dans etmeyiz. Fakatbizim saçma saydığımız şeylere atalarımız ciddi birşey gözüyle bakarlardı.

Mağarada bir kemik levha üzerine keskiyleçizilmiş bir av sahnesi vardı. Levhanın ortasındavurulmuş bir bizon, çevresinde de avcılar; bizonunyalnız başı ve ön ayakları yenmemişti.

Bu resim ne ifade ediyordu?

Sibirya’nın bazı yerlerinde otuz ya da kırk yıl önceavcılar ayıyı vurduktan sonra “ayı bayramı” yaparlardı.Vurulmuş ayı eve getirilip başköşeye törenleyerleştirilirdi. Başını ön ayaklarının arasına koyarlardı.Önüne ekmek ya da akgürgen kabuğundan yapılmışgeyik figürleri dizerlerdi. Bunlar ayıya adanankurbanlardı. Ayının yüzünü akgürgen kabuğundandaireciklerle süsler, gözlerine gümüş paralarkoyarlardı. Sonra avcılar gelip yüzünden öperlerdi.

Bu birkaç gün, daha doğrusu birkaç gece sürecekolan bayramın, ancak başlangıcıydı. Her gece ayınınetrafında toplanılarak şarkılar söylenir, dans edilirdi.Avcılar yüzlerine akgürgen kabuğundan ya datahtadan maskeler takıp ayıya yaklaşır, karşısındaeğilir, sonra ayı gibi yürüyerek dansa başlarlardı.

Şarkı ve danslardan sonra yemek başlardı. Ayının

etini yer, başına ve ön ayaklarına dokunmazlardı.

Böylece kemik levha üzerindeki resmin ne ifadeettiği de anlaşılıyor. Yani bu “bizon bayramı”dır.Bizonu kuşatmış olan insanlar, etini avcılara verdiğiiçin ona şükranlarını sunuyor ve bir dahaki sefer deyine böyle cömert olmasını rica ediyorlar.

Kızılderililerin yaşadıkları yerlere gidersek, böyleavcı bayramlarının onlarda da âdet olduğunu görürüz.

Guiçol kabilesinden Kızılderili avcılar da, vurduklarıgeyiğin art ayaklarını doğuya çevirir, önüne çeşitliyiyeceklerle dolu bir tabak koyarlar. Sonra nöbetleşegeyiğe yaklaşarak sağ elle, burnundan kuyruğunakadar sıvazlar, öldürülmesine razı olduğu için onateşekkür ederler. Bunu yaparken ölü hayvana:

– Dinlen büyük kardeş, derler.

Büyücü geyiğe dönerek:

– Sen bize boynuzlarını verdin, teşekkür ederiz,der.

4 Tarihin Akrebi

Tarihin akrebini birkaç bin yıl ileriye alalım. Öyle ki,bizi zamanımızdan ancak elli yüzyıl ayırsın.

Elli yüzyıl!.. Bir insanın, hatta bir ulusun hayatı sözkonusu olunca bu pek uzun bir süredir. Fakat bizimkonumuz ne bir insan, ne de bir ulustur, bütüninsanlıktır.

İnsanlığın yaşı bir milyon kadar olduğuna göre, elliyüzyıl da pek fazla sayılmaz.

Akrebi ileri aldık diyelim. Yeryuvarlağı güneşinçevresinde birkaç bin defa daha döndü demektir. Busüre içinde yeryüzünde neler oldu? Tepesindeki buzkülahının bir hayli daralıp büzüldüğü hemen gözeçarpar.

Karların meydana getirdiği külahın çevresinde sıkormanların uzandığı zamanlardan bu yana çokgeçmiştir. Ormanlar seyrelmiş, bazı yerlerde bozkır,ormanların içerilerine kadar sokulmuştur. Sıkormanlar, şurada burada, yerlerinde kamışlık vefundalık bırakarak geriye çekilmişlerdir.

Şu ırmağın dirseğinde görünen tepedeki ne? Sarıbir yorgan serilmiş gibi...

bir yorgan serilmiş gibi...

Bu, insan eliyle değiştirilmiş bir toprak parçasıdır.Başaklar arasında eğilmiş kadınlar görünüyor. Hızlaişleyen oraklar, başakları biçiyor.

Çekici çoktan görmüştük, orağıysa ilk defagörüyoruz. Bu orak hiç de şimdikine benzemiyor.Taştan ve ağaçtan, yani hilal biçiminde bir ağaca taşkeskiler dizilerek yapılmıştır.

Gördüğünüz bu toprak parçası, yeryüzündeki ilktarlalardan biridir. İnsan eli değmemiş doğada böylesarı yorganlar henüz seyrek.

Yabanıl otlar, başakları her taraftan sıkıştırıyordu.İnsan henüz bu otlarla savaşmayı bilmiyordu, amabaşaklar yine de yenilmiyordu otlara. Bir güngelecek altın başaklı buğday okyanusu bütünyeryüzünü kaplayacaktı.

Irmağın kıyısındaki yeşil çayırda beyaz, sarı, alaca,bir dağılan bir toplanan irili ufaklı hayvanlargörülüyordu.

İnek, keçi ve koyun sürüleriydi bunlar. İnsanemeğiyle evcilleştirilmiş, değiştirilmiş bu hayvanlar

henüz pek azdı. Bunlar kendi başlarının çaresinebakmak zorunda olan yabanıl akrabalarından dahahızlı çoğalıyorlardı.

Birkaç bin yıl sonra, yeryüzünde yabanılmandaların sayısı, evcil öküz ve ineklerinkinden azolacaktı.

Tarlalar ve hayvan sürüleri olunca, yakınlarda köyde olmalıydı. İşte köy de ırmağın dik kıyısınayerleşmiştir. Artık bu bildiğimiz o avcı kulübelerindendeğildi. Burada, kazık ve dallardan yapılmışkulübelerin yerini, sivri damlı ahşap evler almıştı.Evlerin duvarları balçıkla sıvanmıştı. Kapının üzerinde,çatı altından uzanan kirişin ucunda, ağaçtanyontulmuş boynuzlu bir boğa başı göze çarpıyordu.Boğa, evi koruyan Tanrı’ydı. Köy yüksek bir çit ve birhendekle çevriliydi.

Her taraftan duman, hayvan gübresi ve taze sütkokuları geliyordu.

Evlerin yanında çocuklar oynaşıyor, domuzlar veyavruları çamurda yuvarlanıyorlardı. Evin açıkkapısından, içeride yanan ateş görünüyordu. Ocakbaşında bir ihtiyar kadın çörek pişiriyordu. Hamuru

başında bir ihtiyar kadın çörek pişiriyordu. Hamurusıcak külün üzerine koyup üstünü toprak bir çömlekleörtüyordu. Belli ki, çömlek şimdiki fırınların işinigörüyordu. Kanepenin üzerinde ağaçtan yapılmışnakışlı kap kacak göze çarpıyordu.

Köyden çıkıp ırmağa doğru inelim. Kıyıda içi sudolu bir kayık. Irmağın çıktığı göle kadar kayıklagidersek, orada da bir köy görürüz. Fakat bubüsbütün başka bir biçimde yapılmıştır. Gölünkıyısında olmayıp ada gibi içindedir.

Gölün dibine kazıklar çakılmış, kazıkların üzerinekütükler konup döşeme çekilmiştir. Bu ağaçtanyapma adaya köprülerle gidilir. Evlerin duvarlarınabalıkçı ağları ve balıkçılıkta kullanılan aletler asılmıştır.Gölde çok balık olsa gerek. Halk yalnız balıkçılıklageçinmiyor galiba. Evlerin arasında çubuklardanörülmüş sivri damlı dairesel ambarlar görünüyor.Burada tahıl korunuyor. Ambarların yanındakiahırlarda inekler böğürüyor.

En ince ayrıntılarına kadar gözümüzdecanlandırdığımız bu eski köy çoktan yok olmuştur. Birzamanlar evlerin bulunduğu yerler su altında kalmıştır.Gölün dibinde böyle evlerin kalıntılarını nasıl bulmalı?

Bu imkânsız gibi görünüyorsa da, bazen göl sularınınçekilip yüzyıllarca sakladığı şeyleri gözler önüneserdiği de oluyor.

Bir Gölden Neler Öğrenildi

1853 yılında İsviçre’de şiddetli bir kuraklık olmuştu.Vadilerde ırmakların suyu azalmıştı, göllerin sularıçekilerek çamurlu dipleri meydana çıkmıştı. ZürihGölü kıyısındaki Obermaylen kasabasının halkı,sudan bir parça toprak koparabilmek için kuraklıktanfaydalanmaya karar vermişlerdi.

Bunun için suyu çekilen araziyi, bir bentle göldenayırmak gerekti.

İşe başlandı. Şık giyinmiş şehirlilerin pazar günlerimavi ve yeşil sandallarla geziye çıktığı yerde,arabacılar atlarını dehleyerek bende topraktaşıyorlardı. Toprak hemen oradan, kurumuş gölündibinden alınıyordu. Birdenbire kazmacılardan birininküreği, yarı çürümüş bir kazığa çarptı. Derken ilkkazığın ardından bir ikincisi, üçüncüsü bulundu. Birzamanlar insanların burada çalışmış olduklarıanlaşılıyordu. Küreğin toprağa hemen her vuruşundayeni taş baltalar, olta iğneleri, çanak çömlek kırıkları

yeni taş baltalar, olta iğneleri, çanak çömlek kırıklarıçıkıyordu. Arkeologlar olaya el koydular. Bulunan herkazığı, gölün dibinden çıkan her şeyi inceleyerek,vaktiyle Zürih Gölü’ndeki göl evlerinden yapılmışkasabayı olduğu gibi kitap sayfalarına geçirdiler.

Kazık temeller üzerinde kurulmuş böyle göl evleri,bir zamanlar ülkemizde de, şimdi Moskova’nınbulunduğu yerlere yakın Klazma Irmağı’nda ve Muronşehri yakınlarında Veletma Irmağı’nda da vardı.

Arkeologlar İsviçre’de Nevşatel Gölü’nü deincelediler. Yapılan incelemeler, gölün dibinin birkaçkat olduğunu göstermiştir.

Börekte hamurun peynirden kolayca ayrıldığı gibi,gölün dibinde de bir katı diğerinden ayırmak kolaydı.Altta bir kat kum, onun üstünde ev, kap kacak ve aletkalıntılarıyla çamur katı, sonra yeniden kum tabakası.Bu böylece birkaç defa tekrar ediyordu. Yalnız biryerde, iki kum tabakası arasında kalın bir kömürtabakası vardı.

Bu tabakalar nasıl meydana gelmişti?

Kumu su getirebilmişti, kömür nereden çıkmıştı?

Burada ateş yakılmış olduğu da belliydi.

Bilim adamları, tabakaları inceleyerek gölün tümtarihini öğrendiler. Çok eski zamanlarda gölünkıyılarına gelen insanlar, köylerini buradakurmuşlardı. Yıllar sonra göl suları kabara kabarakıyıyı basmıştı.

İnsanlar su altında kalan köylerini bırakıpgitmişlerdi. Yapılar suda çürüyüp harap olmuştu.Önceleri kırlangıçların cıvıldaştığı damların üzerindeküçük balık sürüleri yüzmeye başlamıştı. Evin ardınakadar açık kapılarından, yüzgeçlerini oynata oynataturna balıkları çıkıyordu. Sobanın yanındakikanepenin altında yengeçler bıyıklarını kımıldatıyordu.Harabelerin üzerini yavaş yavaş çamurlar, bunları dakumlar kaplıyordu.

Çok daha sonraları, su yavaş yavaş çekilerekgölün dibi görünmeye başladı. Eskiden köyünbulunduğu kumluk alandan da çekildi. Köy artıkgörünmüyordu. Çünkü kumların altında kalmıştı.

İnsanlar yeniden gölün kıyısına göç ettiler. Baltalarişlemeye, sarı kumların üzerine yongalar saçılmayabaşladı. Göl kenarında birbiri ardınca yeni ve sağlam

başladı. Göl kenarında birbiri ardınca yeni ve sağlamevler yükseldi.

İnsanla gölün savaşı işte böyle sürüp gidiyordu. Busavaşta talih bir insanlara, bir göle gülüyordu. İnsanyapıyor, göl yıkıyordu.

Bu sonu gelmeyen savaştan usanan insanlar,gölün kenarını bırakıp dibine kazıklar çakarakbunların üzerinde, gölün ortasında yaşamayabaşladılar. Döşemenin aralıklarından görünen su,artık insanlar için tehlikeli değildi. Ne kadaryükselirse yükselsin, döşemeye kadar çıkamazdı.

Ama insanın sudan başka bir düşmanı daha vardı:Ateş...

İnsan, mağaralarda yaşadığı o uzak zamanlardaateşten korkmazdı. Mağaranın taş duvarları yanacakdeğildi ya.

İlk ahşap evlerle birlikte ilk yangınlar da başladı.Binlerce yıldır, insanın hep isteğine boyun eğen ateş,şimdi bir yırtıcı hayvan gibi tırnaklarını göstermişti.

İşte Nevşatel Gölü’nün dibinde bulunan kalınkömür tabakası, eski bir yangın kalıntısıydı.

Ne ana baba günüydü yangın! İnsanlar canlarınıkurtarmak için çocuklarını bağırlarına basarak suyaatlıyorlardı. Ağıllarda çılgına dönen hayvanlar, basbas bağırıyorlardı. İnsanların onları düşünecekvakitleri yoktu. Ağaç kasaba, etrafa kıvılcımlarsaçarak yanıyordu.

Kasaba halkı için yangın büyük bir felaketti.

Evleri kül eden ateş, bize ve müzelerimize çokdeğerli şeyler yani ağaç kaplar, balıkçı ağları, hattabuğday taneleri ve bitki sapları gibi şeyleribırakmıştır.

Ateş kolayca yakabileceği şeyleri, nasıl olmuş damucize kabilinden korumuştur?

Eşyalar tutuşarak suya düşüyordu. Su onlarısöndürüyor yani koruyordu. Böylece zedelenmedengölün dibine çöküyorlardı. Orada eşyaları başka birbela bekliyordu: Çürüme tehlikesi. Fakat yanarakkömürleşmeleri, onları bu tehlikeden kurtarmıştı.İncecik bir kömür kabuğu, eşyaları çürümektenkorumuştu.

Eşyalar ateşten ayrı, sudan ayrı etkilenselerdi, yok

olup giderlerdi. Fakat ateşle su birlikte işliyordu. Busayede binlerce yıl önce dokunmuş ve çok dayanıklıolmayan bir keten parçası bile korunabilmiştir.

İlk Kumaş

İlk kumaş, tezgâhta dokunmamış, elle örülmüştür.

Eskimolar, şimdi bile kumaşı dokumazlar, örerler.Bunun için dört köşe bir gergefe, çözgü ödevinigören uzunlamasına iplikler gerer, enine atılaniplikleri doğrudan doğruya parmaklarıyla geçirirler.

Uzunlamasına iplikler gerilmiş bu gergefin, şimdikidokuma tezgâhlarına benzer hiçbir tarafı yoktur. Amadokuma tezgâhının aslı, yine de bu dört köşegergeftir.

Gölün dibinde bulunan kömürleşmiş ve kararmışbez parçası, insanın hayatında çok önemli bir olayıgösteriyor. Önceleri hayvan derilerinden elbise dikipgiyen insan, artık keten yetiştirerek ipliklerindenkumaş yapmıştır.

Kumaştan binlerce yıl önce doğan iğne, en nihayetderi dikmekten bez dikmeye geçmiştir.

Mavi çiçeklerle kaplı keten tarlası, kadınlarınbaşına yeni işler açmıştı.

Eller, orak işlerinden yorgunluğunu dahaalamadan, ketenleri kökleriyle dikmelerigerekiyordu. Keten dikilip kurutulur, sonra yıkanıpyine kurutulurdu. Ama iş bununla da bitmezdi.Kurutulmuş keteni tokmaklarla döver, tararlardı.Böylece apak keten hazır olurdu. Artık sıra, ketensümeğini eğirecek olan kirmendeydi. Ancak bundansonra dokunmaya başlanabilirdi.

Kadınların ketenle uğraşmaktan başlarınıkaşımaya vakitleri kalmazdı. Buna karşılık, artık süslübaş örtüleri, önlükleri, saçaklı etekleri vardı.

İlk Madenciler

Şimdi her evde, yapma malzemelerden istediğinizkadar eşya bulabilirsiniz.

Doğada ne tuğla, ne çini, ne dökme demir, ne dekâğıt vardır. İnsanın çini ya da dökme demir eldeetmek için, doğanın verdiği aracı tanınmayacakkadar değiştirmesi gerekmiştir. Dökme demir,kendisini doğuran maden filizine benzer mi? Ya da

sarı saydam çini bir fincana bakıldığı zaman,balçıktan yapıldığı akla gelir mi?

Ya beton, selofan, plastik, suni ipek, sentetikkauçuk gibi maddeler? Dağlarda beton kayalar yada ağaçtan ipek yapabilen böcekler neredegörülmüştür?

İnsan, maddeye hâkim oldukça, yavaş yavaş doğaatölyesinin daha derinliklerine giriyordu. İşe taşı taşlayontmakla başlayan insan, şimdi moleküllerle, yanigözle görülmeyen parçacıklarla uğraşıyor.

Bu iş çok eski zamanlarda, maddeler bilimisayılan kimyanın doğuşundan çok daha öncebaşlamıştı. Denebilir ki insan, maddeyi çoğu zamandeğiştiriyor da, farkında bile olmuyordu.

İlk çömlekçiler balçığı pişirdikleri zaman, farkındaolmadan maddeye hâkim oluyorlardı. Bu kolay bir işdeğildi. Maddenin zerrecikleri bir taş parçası gibiyontulup değiştirilemez, elle şekil verilemez. Buradael gücü yerine, maddeye yeni nitelikler kazandıracakbaşka bir kuvvet gerek.

İnsan ateşin yardımıyla bu yeni kuvveti bulmuş

oldu. Ateş, balçığı, ekmeği pişiriyor, bakırı eritiyordu.

Göl diplerinde taş aletlerle birlikte, ilk bakır aletleride buluyoruz.

Yüz binlerce yıl boyunca aletlerini taştan yapmışolan insan, nasıl oldu da birdenbire madenden aletyapmayı öğrenebildi? Üstelik madeni nerede buldu?

Ormanlarda ve ovalarda gezinirken, bakırparçalarına rastlamayız. Şimdi bakır külçe enderbulunur. Eskiden böyle değildi. Birkaç bin yıl öncekülçe bakır, şimdikinden daha sık bulunabilirdi. Bakırkülçeleri ayaklarının altında yuvarlandığı haldeinsanlar buna önem vermezlerdi, çünkü aletleriniçakmaktaşından yaparlardı.

Bakır, insanların dikkatini ancak çakmaktaşıtükenmeye başlayınca çekti. İnsanlar kıyasıyaharcadıkları için çakmaktaşı tükenmeye başlamıştı.İşlerken, etraflarında öbek öbek çakmaktaşıparçaları bırakırlardı ve bunlar artık hiçbir işeyaramazdı.

Yüz binlerce yıl boyunca, işe yarar çakmaktaşıyedekleri hissedilir derecede azalmıştı. Üstelik her

çakmaktaşı, balta, kazma, bıçak gibi büyük aletleryapmaya uygun değildi.

Birçok yerde çakmaktaşı kıtlığı başladı. Bu büyükbir felaketti. Ülkemizde demir yetersizliği başgöstermiş olsa, fabrikalarımızın halini düşünün.Demir arayıp bulabilmek için gittikçe yerin dahaderinliklerine inmek ve oradan maden cevheriçıkarmak zorunda kalırdık.

Eski insanlar da böyle yapmış, çakmaktaşıocakları açmaya başlamışlardı. Bunlar dünyada ilkmaden kuyularıydı.

Bazı yerlerde tebeşir yataklarına, on-on iki metrederinlikte eski maden ocaklarına rastlanır. Bilindiğigibi, çakmaktaşıyla tebeşir çoğu zaman bir yerdebulunurlar.

O zaman yeraltında çalışmak tehlikeliydi. Ocağaiple inilirdi. Karanlık ve dumanlı ocaklarda çıra ya daküçük bir yağ kandili ışığında çalışılırdı. Şimdimadencilerin hayatlarını korumak için madenocakları ve tüneller dayanaklarla tutturulur. Eskizamanlardaysa, ocakların duvar ve tabanlarınıpekiştirmeyi bilmezlerdi. Çöken ocaklarda,

pekiştirmeyi bilmezlerdi. Çöken ocaklarda,madencilerin diri diri gömüldüğü olurdu. Bugün eskiçakmaktaşı ocaklarında, tebeşir tabakaları altındaölmüş madencilerin iskeletleri ve geyik boynuzundanyapılmış kazmaları bulunur.

Böyle ocaklardan birinde iki iskelet bulunmuştu,bir adamla bir çocuk iskeleti. Anlaşılan baba, oğlunuda alıp işe götürmüş ve bir daha eve dönmemişlerdi.

Şimdi gelelim yine çakmaktaşına.

Çakmaktaşı azalıyordu dedik. Hele iyisini eldeetmek gittikçe güçleşiyordu. Oysa çakmaktaşıinsana çok gerekliydi. Baltasını, bıçağını, çapasınıhep ondan yapardı.

Öyle ki, çakmaktaşı yerine başka bir şey bulmakgerekti. Çakmaktaşından başka insanlar daha neleridenemediler! Hele gözleri hep bakır külçelerindeydi.Bu yeşil külçeler nasıl taşlardı acaba, bir işe yararlarmıydı?

Bir külçeyi alıp çekiçle dövmeye başladılar. Taşzannettikleri için bakırı da taş gibi işlemekistiyorlardı. Bakır, çekiçle dövüldükçe sertleşiyor,şeklini değiştiriyordu. Ama bakır dövmek ustalık

isterdi. Fazla dövülünce incelip parçalanırdı.

İnsan işte böylece madeni ilk kez dövmeye, yaniişlemeye başlamıştı. Gerçi bu, madeni soğukişlemekti. Soğuk işlemeden, ısıtarak işlemeye geçişpek uzun sürmedi.

Kimi zaman bakır külçenin ya da bakır filizininateşe düştüğü oluyordu. Belki de insan, balçığıpişirdiği gibi bakırı da bile bile pişirmeyi denemişti.Ateş tavını alınca, bakır eriyip ocağın dibinedökülerek yuvarlak bir şekilde birikirdi.

İnsanlar, elleriyle yaratmış oldukları harikayaşaşarak bakar ve bu yeşilimtırak kara taşı kırmızıbakıra çevirenin kendileri olmayıp “ateşin ruhu”olduğunu sanırlardı.

Eriyip ocağın dibine toplanan bakırı parçalayıp taşçekiçleriyle balta ağzı, kazma ve bıçak yaparlardı.

Böylece insan, tabiatın sihirli mahzeninde parlakve dokunulduğu zaman çın çın öten bir madenbulmuştu. Yani insanın attığı külçe ya da filiz, bakırolup karşısına çıkmıştı.

İşte bu harikayı yaratan da insanın emeğiydi.

İlk Çiftçiler

Geçen yüzyılın sonlarında, Rus arkeologlarından V.V. Hvoyko, Kiev ilindeki Tripolye Köyü yakınlarındaeski bir köy bulmuştu.

Daha sonra yurdumuzun güneyinde bunun gibi çokköyler bulundu.

Bu köyleri, arkeologlarımızdan T. S. Passek ile B.L. Bogayevski incelediler. Bu incelemelerden,çiftçilerin beş bin yıl önce yaşamış olduklarını şimdiiyice biliyoruz.

Etrafı yüksek bir çitle çevrili köyün ortasında birağıl vardı. Alanın çevresinde de dört damlı, balçıktoprak sıvalı ahşap evler yükseliyordu.

Hatta daha o zamanlar bu evlerden birininbalçıktan yapılmış bir maketi bulunmuştu. Bununoyuncak olmayıp büyü için kullanmak üzere yapılmışolduğu pek muhtemeldir.

Belki de insanlar, içinde kadın şekilleri de bulunanböyle bir küçük evin, büyük gerçek evi kötü ruhlardan

ve çeşitli uğursuzluklardan koruyabileceğineinanıyorlardı.

Maket evin kapısının sağında bir soba, solunda daöteberi koymak için kapların bulunduğu yüksekçe biryer göze çarpıyordu. Bunun hemen yanında, taneezen eğilmiş bir kadın figürü vardı. Kurban kesilenyerse kapının karşısındaki pencerenin yanındaydı.Sobanın başında da, ocağın koruyucusu sayılan birkadın figürü duruyordu.

Böyle bir eve hakkıyla ev denebilirdi. Çatıkaplaması doğrudan doğruya kirişler üzerindeydi.Üzerinde yatılabilen sobası, şimdiki Rus köylerindebulunan sobaları andırıyordu. Döşemesi, pişirilmiştopraktan olduğu için sertti. Toprağı pişirmek için evkurulurken döşemenin üzerinde ateş yakılırdı...Balçıkla sıvalı duvarlar, çeşitli resimlerle süslenmişti.

Her evde, birbirinden bölmelerle ayrılmış birkaçoda vardı.

Köylerde evlerden başka büyük kulübeler debulunuyordu.

Halk arasında usta çömlekçiler, demirciler,

bakırcılar da vardı.

Çömlekçiler bir metre yüksekliğinde küpler yapıponları renkli resimlerle süslerlerdi. Pembemsibalçıktan yapılmış kaplar, çizgilerin, helezonların veçeşitli şekillerin meydana getirdiği şeytanca yapılmışdesenlerle süslenirdi. Desen, yer yer gözlerinigenişçe açmış bir insan yüzünü, bir yaban hayvanınıya da güneşi andırıyordu.

Köydeki kazılarda bulunan aletler incelenirse, taşaletlerden bakır aletlere geçişin nasıl olduğu açıkçagörülür.

Bıçak, kazma, ok uçları gibi en eski aletler,çakmaktaşından ve kemikten yapılmıştı.

Toprak, taştan ya da boynuzdan yapılmış çapalarlaişlenirdi. Ağaç bir sap geçirmek için çapaya delikaçılırdı.

Ekinler, inek kaburgalarından ya da ağaçtanyapılmış oraklarla biçilirdi. Ağaç orakla başaklarbiçilemeyeceği için üzerine çakmaktaşından yapılankeskin dişler takılırdı.

Yine aynı köylerde ilk bakır aletlerin, yani genişyüzlü balta ağızlarının kalıpları da bulunmuştur.

O zamanlar hangi tahılların yendiğini bile biliyoruzşimdi. Arkeologlar, Kolomiyşçina Köyü’nde duvarlarısıvamada kullanılan balçığın içinde buğday, arpa,çavdar, darı taneleri ve başakları bulmuşlardı.

Emeğin Takvimi

Zamanı yıllar, yüzyıllar, binyıllarla ölçeriz. Eskiinsanın hayatını inceleyenlerinse başka bir takvim,başka bir zaman ölçüsü kullanmaları gerekmiştir.Örneğin, “şu kadar bin yıl önce” diyecek yerde “eskitaş devrinde”, “yeni taş devrinde”, “bakır devrinde”,“tunç devrinde” deriz. Bu, yılları gösteren bir takvimolmayıp insan emeğinin değiştiği devirleri gösterentakvimdir. Bu takvimden, insanın yolu üzerinde hangiaşamalardan, hangi duraklardan geçmiş olduğuhemen anlaşılıverir.

Hepimizin bildiği takvimde hem büyük, hem küçükzaman ölçüleri, yani yıl, ay, gün, saat vardır.

Zaman, büyük ve küçük parçalara ayrılmıştır. İnsanemeğinin devirlerini gösteren takvimde de Taş

Devri’nin “yontma taş devri” ve “cilalı taş devri” olarakayrılması gibi.

Şimdi hikâyemizde taş aletlerin yerini madenaletlere bıraktıkları, çiftçiliğin ve hayvancılığındoğduğu tarih aşamasına gelmiş bulunuyoruz.İşbölümüyle birlikte değiş tokuş başlamıştı. Bir yerdeyapılan bakır balta ağzı, yavaş yavaş bir kabiledendiğerine geçiyordu.

İnsanlar buğday verip deri almak ya da kumaşlarınıçanak çömleklerle değiştirmek için kayıklarla köyköy dolaşırlardı. Kabilelerden biri bakır bakımındanzengindi, diğeri de çömlekleriyle ün salmıştı. Böyleceherhangi bir gölün ortasındaki kazıklar üzerindekurulmuş köyün halkı, mallarını değiştirmek için gelenmisafirleri karşılardı. Mallarla birlikte kabilelerintecrübeleri ve yeni çalışma metotları da birindendiğerine geçerdi.

Kabilelerin konuştukları diller başka başkaolduğuna göre, değiş tokuş sırasında insanlarınişaret diline başvurmaları gerekiyordu. Bunlarkabilelerine dönerken beraberlerinde yalnız eşyalardeğil, farkına bile varmadan benimsedikleri yabancı

sözleri de getirirlerdi. Böylece kabilelerin dilleri,sözlerle birlikte fikirleri de birbirine karışırdı.

Yabancı kabilelerin tanrıları da kendi tanrılarınınyanında yer alırdı. Birçok inançtan, gelecekte başlıbaşına halkları kapsayacak inançlar doğuyordu.

Tanrılar böyle geze geze, yeni yeni yerlerde yeniyeni adlar alıyorlardı. Ama adları ne olursa olsun,bunlar kolayca tanınırdı.

Eski halkların dinlerini incelerken, BabillilerinTammuz, Mısırlıların Osiris, Yunanlıların Adonis adınıverdikleri tanrıların hep aynı Tanrı olduğunu görürüz.Bunlar eski çiftçilerin, sonbaharda ölüp ilkbahardayeniden dirilen tanrısından başka bir şey değildi.

Bazen tanrıların nasıl gezdiklerini harita üzerindebile gösterebiliriz. Örneğin Adonis, Yunanistan’aSuriye’den, Sami halklarının yaşadığı ülkelerdengelmiştir. Bunu bizzat “Adonis” adı da gösterir ki,Samilerin dilinde “bay” demektir. Yunanlılar,anlamadıkları bu sözü insanlara ad olarakvermişlerdir.

İşte eşyaların, sözlerin, inançların değiş tokuşu

böyle oluyordu.

Değiş tokuşun her zaman barış içinde, kavgasızyapıldığı söylenemez. Eğer “misafirler” bakırı,kumaşları, tahılı zorla alabilirlerse, bundan hiççekinmezlerdi. Zaten bir aldatma olan değiş tokuş,çoğu halde göz göre göre soygunculuk halini alırdı.Misafirler ve ev sahipleri silaha sarılıp tartışmayıçarpışmayla hallederlerdi. Yabancıyı soymak da,öldürmek de günah sayılmazdı.

Öyle ki, köylerin kalelerle çevrilmeye başlanmasısebepsiz değildi. Davetsiz misafirlerin gelmemeleriiçin köylerin çevrelerine hendekler kazılır, çitlerörülürdü.

Yabancı kabilelerden olanlara pek güvenilmezdi.Her kabilenin üyeleri, yalnız kendilerini insan sayar,yabancılara insan gözüyle bakmazlardı. Kendilerine“Güneşin çocukları”, “Göğün insanları” adlarını verir,yabancılaraysa aşağılayıcı lakaplar takarlardı.Sonraları bu lakapların bazı halklara, alınlarınayapıştırılmış gibi, ad oldukları da çok görülmüştür.

Kızılderililer arasında şimdi bile “tozlu burunlular”ve “eğri halk” gibi kabileler vardır. Herhalde,

ve “eğri halk” gibi kabileler vardır. Herhalde,övünülemeyecek bu lakapları, sözü geçen kabilelerkendileri seçip almış olmasalar gerek.

5 İki Yasa

Tarihte, gezginlerin gemileriyle yalnız yeni ülkelerdeğil, çoktan unutulmuş zamanları da bulduklarıdefalarca görülmüştür.

Avrupalılar Avustralya’yı buldukları zaman, başlıbaşına bir kıtayı ele geçirmek onlar için büyük birbaşarıydı.

Avustralyalılar içinse bu gerçek bir talihsizlikti.Çünkü insan emeğinin devirlerini gösteren takvimegöre hesaplanırsa, bunlar daha geri bir zamandayaşıyorlardı. Avrupalıların göreneklerinden bir şeyanlamıyorlar ve düzenlerine boyun eğmekistemedikleri için kendilerine yabanıl hayvanlar gibidavranılıyordu. Avustralyalılar halen kulübelerdeyaşıyorlardı. Avrupa şehirlerindeyse yüksek binalarkurulmuştu. Avustralyalılar özel mülkiyetin neolduğunu bilmiyorlardı. Avrupa’daysa, birisibaşkasının ormanında geyik avlarsa o-radan atılırdı.

Avustralyalı için yasal olan, Avrupalı için suçtu.

Avustralyalı avcılar, karşılarına bir koyun sürüsüçıktığı zaman sevinç çığlıklarıyla sürüyü sarar veürkmüş koyunlara her yandan yağmur gibi mızrakyağdırırlardı. Ama burada işe Avrupalı çiftçiler vemavzerleri karışırdı.

Hayvancılıkla uğraşan Avrupalı için koyun malolduğu halde, ilkel şartlarda yaşayan Avustralyalı avcıiçin bir avdı. Avrupalıların yasalarına göre koyun, onusatın alan ya da büyüten sahibinin malıydı.Avustralyalıların yasalarına göreyse hayvan, onuizleyip vuranındı.

Avustralyalılar kendi zamanlarının yasalarınauydukları için Avrupalılar bunları insan değillermiş de,koyun sürüsüne saldıran kurtlarmış gibi tepelerlerdi.

Avustralyalı kadınlar, patates ekili bir tarlabuldukları zaman da iki yasa birbiriyle çarpışırdı.Kadınlar hemen bu tatlı yerelmalarını değneklerlekazıp çıkarmaya başlarlar ve bu kadar çok yenirkökün bir yerde bulunmasına şaşarlardı. Burada birsaat içinde topladıklarını başka yerde bir ayda

toplayamazlardı.

Ama bu şans, kadınlar için büyük bir felaketolurdu. Silahlar patlar, kadınlar kimin tarafından veniçin öldürüldüklerini anlamadan, sırtlarında yükleriyleyere serilirlerdi.

Amerika’nın bulunması da iki dünya arasında birçatışma idi.

Özel Mülkiyet Yoktu

Amerika’yı bulan Avrupalılar, yeni bir dünyabulduklarını sanıyorlardı.

Kristof Kolomb’a, üzerinde:

“KOLOMB, KASTİLYA VE LEON İÇİN YENİ BİRDÜNYA BULDU!” sözleri yazılı bir nişan verilmişti.

Ne var ki bu “yeni dünya”, gerçekte eski birdünyaydı. Avrupalılar çoktan unutmuş olduklarıgeçmişlerini, bir rastlantıyla Amerika’da bulmuşlardı.

Kızılderililerin görenekleri okyanusun öbürkıyısından gelenlere vahşi ve anlaşılmazgörünüyordu. Kızılderililerin evleri, elbiseleri,

düzenleri, Avrupalılarınkine benzemiyordu.

Kuzeyde yaşayan Kızılderililer topuzlarını, mızrakuçlarını taştan ve kemikten yapıyorlardı. Demirin neolduğunu henüz bilmiyorlardı. Artık çiftçilikle uğraşıpmısır ekiyor, kabak, bakla, tütün yetiştiriyorlardı.Başlıca işleri avcılıktı. Ahşap evlerde yaşıyor,köylerini çitle sarıyorlardı.

Daha güneyde, Meksika’da yaşayan Kızılderililerinbakır aletleri, altından süslü eşyaları, kerpiçtenyapılmış, alçıyla sıvanmış büyük evleri vardı.

Amerika’ya ilk çıkanlar yani fatihler, bütün bunlarıgünlük notlarında tüm ayrıntılarıyla inceden inceyeanlatmışlardı.

Ama eşyaları anlatmak, düzenleri anlatmaktan çokdaha kolaydır.

Amerika’daki düzense öylesine acayipti ki,Avrupalılar bunları hiç anlamıyor ve bu konuda karışıkşeyler anlatıyorlardı.

“Yeni dünya”da para, tüccar, zengin ve fakir yoktu.Kızılderililer arasında, altının ne olduğunu bilen

kabileler vardı, ama değeri bilinmiyordu.

Kristof Kolomb’un gemicilerinin ilk gördükleriKızılderililerin burunlarında altın iğneler, boyunlarındada altın gerdanlıklar vardı. Fakat bu süsleri boncuk,oyuncak ve ufak tefek eşyalarla hiç nazlanmadandeğiştiriyorlardı.

Denizin öte yanından gelenler, dünyada yaşayaninsanların köle ve efendilere, ağa ve köylülereayrılmalarına alışmışlardı, burada nedense herkeseşitti. Amerika’da düşman esir edilirse ne köle nede uşak yapılır, ya öldürülür ya da evlatlığa alınırdı.

Burada ayrı ayrı kimselere ait şatolar, evler,çiftlikler yoktu. İnsanlar “uzun evler” denilen ortakevlerde yaşarlardı. Tüm bir soy bir yerde yaşar,ortaklaşa çalışır, hep birlikte yer içerlerdi. Toprak ayrıayrı insanların değil, bütün kabilenin malıydı. Yabancıtoprakta çalışan toprak köleleri yoktu. Buradayaşayanların hepsi özgürdü.

Derebeylik düzeninde, yani toprak köleliği çağındayaşayan Avrupalıları şaşırtmak için yalnız bu bileyeterdi. Kaldı ki, dahası da vardı.

Avrupa’da bir kimse başkasının malına el koyarsa,jandarmanın yakasına yapışıp kendisini apar toparhapse tıkacağını herkes bilirdi. Buradaysa ne özelmülkiyet, ne jandarma, ne de hapisane vardı.Bununla birlikte burada kendine özgü bir düzen vardı.Bu düzeni koruyorlardı, ama Avrupa’daki gibi değil.

Avrupa’da devlet, zenginlerin mal ve mülküneyoksulların el uzatmamalarına, uşakların efendilerineboyun eğmelerine, toprak kölelerinin ağalar içinçalışmalarına dikkat ederdi.

Buradaysa insanı, akrabası ve soydaşlarısavunurdu.

Biri öldürülecek olursa, bunun öcünü bütün soybirden alırdı. Fakat işin tatlıya bağlandığı da olurdu.Öldürenin akrabaları af diler, öldürülenin akrabalarınaarmağanlar verirlerdi.

Avrupa’da imparatorlar, krallar, prensler vardı.Buradaysa ne kral vardı, ne taht. Kabilenin işlerini,bütün kabile huzurunda şefler kurulu çözümlerdi. Birkimse gösterdiği yararlık için şefler kuruluna seçilir,fakat işini iyi yapmazsa atılırdı. Şefliğe seçilen,soydaşlarının başına efendi kesilemezdi. Zaten “şef”

soydaşlarının başına efendi kesilemezdi. Zaten “şef”sözü, bazı Kızılderili kabilelerin dillerinde sadece“hatip” demekti.

Eski dünyada devletin başkanı kral, ailenin reiside babaydı. Toplumun en büyük birliği devlet, enküçük birliği de aileydi. Kral uyruklarını, baba daçocuklarını yargılar ve cezalandırırdı. Kral oğlunaülkeyi, baba da oğluna mülkünü miras bırakırdı.

Yeni dünyadaysa, babanın çocukları üzerindehiçbir nüfuzu yoktu. Çocuklar analarının olup onlarınyanında kalırlardı. “Uzun evde” her şeyi kadınlar idareederdi. Avrupalılarda erkek çocuklar evde kalır, kızçocuklarsa kocaya giderlerdi. Burada tam tersineerkek kadını değil, kadın erkeği evine alırdı. Evinefendisi kadındı.

Bir gezgin şunları yazmıştı:

“Çoğu hallerde evin efendisi kadındı. Amaetrafında bütün soy sımsıkı birleşmiş olurdu. Erzakstokları ortaktı. Fakat eve avı seyrek getiren erkeğinbaşına gelmedik kalmazdı. Ne kadar çocuğu ve malıolursa olsun, her an yorganını denkleyip evi terk etmeemri alabilirdi. Kadını dinlememek olmazdı.

Dinlemediğinde biri araya girip onu korumazsa,erkeğin kendi soyuna dönmesi ya da başka soydanbir kadınla evlenmesi gerekirdi. Kadınlar büyük birkuvvetti. Yerlilerin deyimiyle şefin “boynuzunu kırmak”gerekirse, yani onu yeniden bayağı bir sıra erineçevirmek gerekirse, bunu uzun uzadıya düşünmedenhemen yaparlardı. Şefi seçme işi de yine kadınlarınelindeydi.”

Eski dünyada kadın erkeğine bağlıydı.Kızılderililerde kadının yerini Puşkin’in birhikâyesinden öğrenebiliriz: John Tenner gerçekteyaşamış bir insan. Kızılderililere esir düştüğü zamankendisini Net No Kua adlı bir kadın evlatlığa kabuletmiş. Bu kadın Otavuavlar kabilesinin önderiymiş.Kayığında hep kendi bayrağı bulunurmuş. Net NoKua, İngiliz kalesine girdiği zaman, top atışlarıylakarşılanırmış. Yalnız Kızılderililer değil, beyazlar bileona saygı gösterirlermiş.

Böyle bir düzende insanın soy aslının babadadeğil, anada aranmasında şaşılacak bir şey yoktur.Avrupa’da çocuklar babalarının soyadlarını,buradaysa analarının soyadlarını alırlardı. Baba“Geyik” soyundan, anaysa “Ayı” soyundan olursa,

çocuklar “Ayı” soyundan sayılırdı. Her soy,kadınlardan, bunların kızlarının çocuklarından ve kıztorunların yine kız torunlarından meydana gelirdi.

Avrupalıların bütün bunlara aklı ermiyordu.Kızılderililere de, görenek ve törelerine de vahşigözüyle bakıyorlardı.

Yay ve ok, ilk kayıklar ve ilk çapalar zamanındakendilerinin de tıpkı böyle bir düzenleri olduğunuAvrupalılar u-nutmuşlardı.

İlk kolonistler ve gezginler, Amerika hakkındakinotlarında soy önderlerini, toprak ağaları olaraktasvir ederler. Önderliği bir rütbe, totemi de armasayarlardı. Bu notlara göre önderler, yani şerefkurulu, senato; büyük askeri şefse kraldı. Yanişimdiki başkomutana kral demek gibi bir şey.

Amerikalı beyazlar, birkaç yüzyıl boyunca yerlihalkın görenek ve törelerini anlayamamışlardı.Amerikalı Morgan Eski Toplum adlı kitabında,Amerika’yı ikinci defa keşfedinceye kadar bu böylesürüp gitmişti. Morgan, İrokuaların ve Azteklerinyaşadıkları klan toplumunun, Avrupalıların çoktan

geçmiş oldukları bir aşama olduğunu ispat etti.

Fakat Morgan, kitabını 1879 yılında yazmıştı. BizseAmerika’nın keşfedildiği dönemden bahsediyoruz.

Beyazlar Kızılderilileri anlamadıkları gibi,Kızılderililer de beyazları anlamıyorlardı. Kızılderililer,beyaz insanların bir avuç altın yüzünden birbirleriningırtlağına sarılmaya hazır olmalarına akılerdiremiyorlardı. Beyazların Amerika’ya niçingeldikleri ve “yabancı toprakları zapt etme”nin nedemek olduğu akıllarına sığmıyordu.

İlk insanların inanışına göre toprak bütün kabileninmalı olup koruyucu ruhlar tarafından korunurdu.Yabancı bir toprağa el koymak, yabancı tanrılarıngazabını üzerine çekmek demekti.

Kızılderililerin de savaştıkları olurdu. Fakat komşukabileyi yendikten sonra halkını köleye çevirmez,onlara kendi düzenlerini kabul ettirmez, şeflerinideğiştirmezlerdi. Sadece haraç almakla yetinirlerdi.Böylece iki dünya, iki düzen çarpışmıştı. Amerika’nınfethinin tarihi, iki dünyanın çarpışmasının tarihiydi.

Burada örnek olarak, Meksika’nın İspanyollar

tarafından alınışını hatırlatmak yerinde olur.

Yanlışlıklar Zinciri

1519 yılında Meksika kıyılarında üçer direkli, on birkalyonlu bir donanma göründü. Bu geniş teknelikalyonların burun ve kıç tarafları sudan bir hayliyukarıdaydı. İki yandaki dört köşe lombozlarda topnamluları dışarı çıkmıştı. Güverte boyunca askerlerinmızrak ve silahları görünüyordu. Amiral gemisininburnunda, beresini alnına indirmiş, geniş omuzlu,sakallı biri duruyordu. Gözleri, dümdüz kıyıya veorada toplanmış yarı çıplak Kızılderili kalabalığınadikilmişti.

Amiral gemisindeki adamın adı Cortés’ti. CortésMeksika seferine gönderilmiş olan filonunkomutanıydı. Her ne kadar İspanyol valisininkendisini komutanlıktan çıkarma kararı cebindeysede Cortés gibi azgın bir maceraperest için istifaemrinin ne önemi olabilirdi? Cortés’i İspanya’danuçsuz bucaksız okyanus suları ayırıyordu. Burada,gemilerde kendini kral sayıyordu.

Gemiler demir attılar. Buraya gelirken, yoldaadalardan esir alınan Kızılderililer, top namlularını, top

adalardan esir alınan Kızılderililer, top namlularını, toparabalarını, cephane dolu sandıkları, tüfekleri,kayıklara yüklemeye başlamışlardı. Atları gemilerdenkayıklara indirip kıyıya çıkarmak her şeyden zordu.

Kızılderililer bu yüzden evlere, vücutlarını elbisealtında gizleyen açık tenli insanlara, garip silahlarınahayretle bakıyorlardı. Fakat en çok şaştıkları, kıllıyeleli, kuyruklu ve kişneyen hayvanlardı. Ömürlerindeböyle acayip hayvan görmemişlerdi.

Beyaz insanların yaklaştığı haberi, deniz kıyısına,ülkenin içlerine, dağlara hızla yayıldı. Dağlarınarkasındaki vadide, Pueblo denen kasabalarda,Aztek kabilesinden insanlar yaşarlardı. Burada enbüyük pueblo, Tenochtitlan’dı. Bu kasaba bir gölünortasında kurulmuş olup köprülerle kıyıya bağlanmıştı.Uzaktan alçı badanalı evler ve tapınakların yaldızlıdamları görünüyordu. En büyük evde Azteklerinaskeri şefi Montesuma arkadaşlarıyla birlikteoturuyordu.

Montesuma, beyazların geldiğini öğreniröğrenmez şefler kurulunu topladı. Ne yapmakgerektiğini uzun uzadıya düşündüler. En önemlisibeyazların niçin geldiklerini, ne istediklerini

öğrenmekti.

Başka yerlerden gelip yayılan söylentilere göre,beyazların altına pek düşkün olduklarını şeflerbiliyorlardı. Bunun için kurul, beyazlara değerliarmağanlar gönderip onlardan yurtlarına geridönmelerini rica etmeyi kararlaştırdı.

Bu düzeltilmesi imkânsız bir hataydı. Çünkü altın,beyazların iştahını daha da kamçılayabilirdi. Ne varki, Aztekler bunu bilmiyorlardı ve bilemezlerdi de.Nereden bileceklerdi? Kızılderililer ve beyazlar ayrıayrı çağların insanlarıydı.

Elçiler yola düştüler. Beraberlerinde arabatekerleği büyüklüğünde altın halkalar, altın süseşyaları, altından yapılma insan ve hayvan figürlerialmışlardı.

Bu büyük değerleri toprağa gömseydiler dahaakıllıca hareket etmiş olurlardı.

Cortés ve yol arkadaşları altınları gördükten sonra,Aztekler artık hapı yutmuşlardı.

Elçiler, Cortés’ten geldikleri yere dönmesini

boşuna rica ettiler, davetsiz misafirlere yolun çetin vetehlikeli olduğunu söylemekle onları korkutamadılar.

Önceleri İspanyolların, Meksika’nın altınlarıhakkında yalnızca kulaktan dolma bilgileri vardı,şimdiyse kendi gözleriyle görmüşlerdi. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Demek söylenenler doğruymuş...

Elçilerin ricaları bunlara gülünç geliyordu. Hedefburnunun ucundayken geri dönmek düpedüz aptallıkolurdu.

İspanyollar buraya gelirlerken yolda çekmediklerikalmamıştı. Dişleri kırarcasına kuru peksimetler,ağızlarına kadar dolu kamaralarda sert yataklar,katranlı halatlarla uğraşmak, fırtınalar, su altındakikayalar... İspanyollar bütün bunlara geceleri düşlerinebile giren servetlerin hatırı için katlanmışlardı.

Cortés ilerleme emri verdi. Silahlarla erzağıkölelerin sırtına yüklediler. Bunlar yük hayvanları gibiıksıra tıksıra yola koyuldular. Başka ne yapabilirlerdi!Geride kalanları kılıçla dürtüyorlardı, başeğmeyenlerin başları kesiliyordu.

Bu seferin, o zaman Azteklerce çizilmiş bir tasviri

kalmıştır. Yalnız kalçaları bir bezle örtülü insanlar üçyoldan ilerliyorlar. Birinin sırtında top arabasınıntekerleği, başka birinin sırtında bir deste silah,ötekininkinde öteberi dolu bir sandık. İspanyolsubayı, Kızılderili’nin başı üzerinde bir değnekkaldırmış, bir eliyle de saçlarını tutup çizmesininburnuyla karnını dövüyor. Yan tarafta bir kaya.Üzerinde çarmıha gerilmiş İsa.

İstilacılar kendilerini “iyi katolikler” sayar, işgalettikleri topraklara birer haç götürürlerdi.

Resmin her yerinde Kızılderililerin kesik başları veelleri göze çarpıyor.

Böylece özgür Kızılderililer, insanın insanıköleleştirmesinin ne olduğunu ilk kez görmüş oldular.

İspanyollar adım adım ilerliyorlardı. En sonunda birdağ geçidinden bir göl, gölün ortasında da bir şehirgördüler.

Aztekler yabancılara direnmedikleri için davetsiz“misafirler” ellerini kollarını sallayarak şehre girdiler.Fakat ilk hareketleri hiç de nezaket kurallarına uygundeğildi. Ev sahibi askeri şef Montesuma’yı esir

olarak alıkoydular.

Cortés’in emriyle, Montesuma zincire vuruldu.Esirden, İspanya kralına sadakat andı içmesiistenildi. Montesuma da kralın ve ant içmenin neolduğunu anlamadan buyurulan sözleri uysallıklatekrarladı.

Cortés galip olduğunu; Meksika kralı sandığıaskeri şefi de esir aldığını düşünüyordu. Esir kral,egemenliğini İspanya kralına devretmişti. Demek herşey yolundaydı. Fakat Cortés bu fikrinde fena haldeyanılıyordu. Montesuma’nın İspanyolların işlerine aklıermediği gibi, onun da Meksikalıların düzenlerindenhaberi yoktu. Cortés, Montesuma’yı kral sanıyordu,oysa o sadece bir askeri şefti ve ülkenin kaderinitayin edemezdi.

Cortés kendisini galip saymakta acele etmişti:

Aztekler, Cortés’in aklından geçmeyen bir şeyyaptılar: Montesuma’nın kardeşini yeni askerikomutan seçtiler.

Yeni şef, kabilenin bütün askerleriyle İspanyollarınoturdukları büyük eve saldırdı.

İspanyollar toplarıyla ve tüfekleriyle ateş açtılar.

Aztekler taş fırlatıyor, ok atıyorlardı. Gülleylekurşun, okla taştan kuvvetliydi. Fakat özgürlükleriuğrunda dövüşen Aztekleri hiçbir şey durduramazdı.Vurulan on Aztek’in yerine yüz Aztek geliyordu.Kardeş kardeşin, dayı yeğeninin öcünü alıyordu.Kimse ölümden korkmuyordu. Bütün kabiletehlikedeyken, bir Aztek için kendi hayatının neönemi vardı.

Durumun kötüleştiğini gören Cortés, Aztekleregörüşme teklif etti. Arabulucu olarak da,Montesuma’dan daha iyisi bulunamazdı. ÇünküCortés’e göre Montesuma kraldı. Varsın halkınateslim olmayı emretsindi.

Zincirleri sökülen Montesuma evin yassı damınaçıktı. Fakat soydaşları onu bir korkak ve hain gibikarşıladılar. Üzerine taş ve ok yağdırıldı. Dört biryandan:

– Sus, alçak! Sen asker değilsin, elinden iplikeğirmekten, dokumaktan başka bir şey gelmeyen birkadınsın! Bu köpekler seni esir tutuyor: Korkak!

sesleri işitildi.

Montesuma yere yuvarlandı, ölesiye yaralanmıştı.

Cortés kuşatmayı güçbela yarabildi. Askerlerininyarısı kırılmıştı. Bahtına, Aztekler onu kovalamadılaryoksa yakasını kurtaramazdı.

Aztekler Cortés’e çekilme imkânı vermekle yenibir hata daha işlemiş oldular. Cortés yeni askerlerlebir daha saldırarak Tenochtitlan’ı kuşattı. Azteklerşehri mertçe savunarak İspanyollara birkaç aydayandılar. Fakat yayla ok, toplara karşı neyapabilirdi? Tenochtitlan düştü ve yağma edildi.

Demir çağının insanları, bakır çağının insanlarınıyendiler. Eski klan, soy düzeni, yeni düzeninbaskısına dayanamayarak yenildi.

Bu özgür ve mağrur askerlerin sayıca pek azkalmış torunları, şimdi çiftliklerde ırgat olarakçalışırlar.

6 Büyülü Çizmeler

Geçen yüzyılın yazarlarından biri, pazardan adi

çizmeler yerine büyülü çizmeler satın alan talihli birinsan üstüne bir masal yazmıştı. Masalın kahramanıdalgın bir insan olduğu için çizmelerin büyülüolduğunu hemen anlayamamış, eve dönerkendüşüncelere dalmış. Birden şiddetli bir üşümegelmiş üstüne. Etrafına bakındığında buzlar ve ufuktasolgun, kırmızı güneşi görmüş ve sihirli çizmelerinkendisini, kaşla göz arasında Arktika’ya getirdiğinianlamış.

Onun yerinde başka birisi olsaydı, büyülüçizmelerden mümkün olduğu kadar çok faydalanırdı.Ne var ki masalın kahramanı para canlısı değildi.Dünyada en çok bilimi severdi. Böylece, eline geçenfırsattan faydalanarak bütün yeryuvarlağını görüpöğrenmeye karar verdi. Büyülü çizmelerle kuzeydengüneye, güneyden yine kuzeye yeryüzündedolaşmaya başladı. Bir bakarsınız kış, onuSibirya’nın tayga ormanlarından Afrika çöllerine; birbakarsınız gece, doğu yarımküresinden batıyarımküresine geçmeye zorluyordu.

Eski siyah bir ceketle, sırtında maden parçalarıbitki koleksiyonu sandığıyla, bir taştan diğerinegeçercesine bir adadan ötekine; Avustralya’dan

Asya’ya, Asya’dan Amerika’ya gidiyordu.

Yüksek dağların, kâh ateş fışkıran yanardağların,kâh karlı dağların tepelerine usulca basa basa,maden ve bitki örnekleri topluyor, yeryuvarlağını veüzerinde yaşayan her şeyi inceliyordu.

İnsanın geçtiği hayat yolunu öğrenmek için,tarihçinin de bir çeşit büyülü çizmeler giymesigerekiyor.

Bazen mekân ve zamanın enginliği başımızıdöndürdü. Fakat biz durmadan ilerledik. Zatenisteseydik bile, bayağı çizmeler giymiş insanlar gibiara sıra durup ayrıntıları büyük bir dikkatleinceleyemezdik.

Bir sıçrayışta yüzyılları aşarken, bazı şeylergözümüzden kaçmış olabilir. Fakat büyülü çizmeleribir dakikacık olsun çıkarıp adi adımla yürümüşolsaydık, ayrıntıların karanlığında yolumuzu şaşırırdık.Bir insanın ormanda tek bir ağacı incelerken bunadalıp koca ormanı görmediği gibi.

Büyülü çizmelerimizle yalnız bir devirden başka birdevre değil, bir bilim dalından başka birine de

geçmiştik.

Bitki ve hayvan biliminden dil bilimine, dilbiliminden aletler tarihine, aletler tarihinden inanışlartarihine, inanışlar tarihinden yeryüzünün tarihine.

Bu kolay bir iş olmamakla beraber bizim içinkaçınılmazdı. Bilindiği gibi bütün bilimleri insan, insaniçin kurmuştur. Yeryüzünde insanın hayatı vedünyadaki yeri düşünülecek olursa bütün bilimlergereklidir.

Cortés zamanındaki Amerika’daydık.

Şimdi de MÖ dördüncü ya da üçüncü binyılAvrupası’na dönelim. Orada İrokuaların ya daAzteklerinki gibi klana, soya, her şeyi kadınlarınidare ettiği “uzun evler”e rastlarız.

Kadına evde saygı vardı. Çünkü evi kuran da,soyun başı da oydu. Kışlık erzağı kadın sağlar,toprağı kadın kazar, ürünü kadın toplardı.

Erkekten de çok çalışırdı kadın. Gördüğü saygı dadaha çoktu tabii. Öyle ki, o zamanlar her köyde, herevde, kemik ya da taştan yapılmış bir kadın figürü

bulunması sebepsiz değildir. Bu, soyun türediği ilkanaydı. Onun ruhu evi korurdu. İnsanlar bereketgetirsin, evi düşmandan korusun diye onayalvarırlardı.

Bir gün gelecek, evlerin koruyucusu bu ana,Atina’da şehri koruyan mızraklı tanrıçaya çevrilecekti.O zaman büyük şehri küçücük bir kadın figürü değil,şehre kendi adını veren Tanrıça Pallas Athena’nınheykeli koruyacaktı.

Eski Bina Çatlıyor

Dilimizde, soy yaşayışının bugüne kalmışserpintileri vardır, fakat belleğimizde bundan hiçbir izkalmamıştır.

Çocukların yabancı kimselere “amca” ve “teyze” yada “büyükbaba” ve “büyükanne” demeleri, bir köydeyaşayan insanların birbirleriyle akraba oldukları oeski düzenin kalıntılarıdır.

Kendimiz de bazen “yoldaşlar” yerine “kardeşler”der ya da yabancı bir çocuğa “oğlum” demez miyiz?

Başka dillerde de eski yaşayış tarzının kalıntılarına

rastlanır. Örneğin Almancada “yeğen” yerine “kızkardeş çocukları” denir. Sebebi de ta eskizamanlarda kız kardeşin çocuklarının klanda kalması,erkek kardeşin çocuklarınınsa başka bir klanagitmesiydi: Çünkü erkek kardeş evlendiği kızınklanına geçerdi. Kız kardeş çocukları akraba “yeğen”sayılır, erkek kardeş çocuklarıysa akrabadansayılmaz, başka klandan sayılırdı.

Eski zamanların Sak devletinde hükümdarlık oğuladeğil, hükümdarın kız kardeşinin oğluna geçerdi.

Daha geçen yüzyılda Afrika’da Aşanti devletivardı. Hükümdarına, erkek olduğu halde “annelerinannesi” anlamına gelen “nine” denirdi.

Orta Asya’da, Semerkant’ta erkek hükümdaraeski zamanlarda “sahibe”, “hanımefendi” anlamınagelen “afşin” denirdi.

Ananın, evin sahibi ve efendisi olduğu matriyarkaldüzenden kalma anlamların belleklerde ne kadaruzun zaman yaşadığını gösteren birçok örnek vardır.

Matriyarkal düzenin kalıntıları bugüne kadarunutulmadığına göre klan ve soy, çok sağlam

kurullarmış demek ki.

Peki, madem ki bu kadar sağlamdı niçin yıkıldı?

Amerika’da soy, Avrupalı istilacıların gelmesiyledağıldı. Avrupa’daysa soy, daha Amerikabulunmadan binlerce yıl önce, bir ağaç kurdununkemire kemire çürüttüğü bir tahta ev gibikendiliğinden yıkılmıştı.

Bu yıkılış, erkeğin ekonomiyi yavaş yavaş elinealmasıyla başlamıştı.

Eski zamanlardan beri, kadınlar toprak işleriyleuğraşır, erkekler de hayvan güderlerdi. Klandahayvan sayısı az olduğu sürece kadının yaptığı iş,yani çiftçilik başta gelirdi. Et çok seyrek yenir, sütiçilmezdi. Kadınların topladığı ürün olmasaydı, evdeyiyecek bir şey yok demekti. Zaten o çağlardayiyecek olsa bile, sofraya çoğu zaman arpa ekmeğiya da bir avuç kuru tane konurdu. Çünkü fazla birşeyleri yoktu.

Yine kadın eliyle toplanmış bal ya da yabanmeyveleri de ekmeğe katık olurdu. Evin efendisikadın olduğu için, her şeyi kadınlar idare ederdi.

Fakat her yerde ve her zaman böyle değildi. Stepbölgelerinde hububat iyi yetişmiyordu. Step otları,yerini hububata bırakmak istemiyorlardı, kökleriyletoprağa sımsıkı tutunmuşlardı. Onların kapladığı katıham toprağı çapayla kazmak zordu.

Tırmığa üç-dört kadın koşulduğu halde, yine detırmık toprağı ancak üstünkörü kabartabilirdi.

Şöyle böyle kabartılmış toprağa ekilen tohumugüneş kavurur, kuşlar yerdi. Bunun için de ekinlerçok cılız ve seyrek biterlerdi. Bundan başka kuraklıkda kendine göre bir ayıklama yapar, ekinleri yakar,fakat her şeye dayanıklı yabanıl otlara dokunmazdı.

Orak vakti gelince de biçilecek bir şey kalmazdı.Çünkü yabanıl otların arasında başaklar görünmezdi.Step otları, kovulduktan sonra geri dönmüş düşmanordularının bayrakları gibi dalgalanıp dururdu.

Hububat yerine yabani ot bittiğine göre, bel büküpkol yormaya ne lüzum vardı.

Fakat insanın yabanıl ot deyip hor baktığı,hayvanlar için yemdi. Steplerde inek ve koyunlardoya doya otlayabilirlerdi. Step onlar için bereketli

bir sofraydı.

Yıl geçtikçe hayvan sayısı artıyordu. Erkek, bıçağınıkuşağına sokup sürüyü güderdi. Çobanın sadık dostuolan köpek, koyunları bir yere toplamakta sahibineyardım eder, bozkırda dağılmalarına meydanvermezdi. Hayvan sürüleri gittikçe çoğalıyor, insanadaha çok süt, et, yün veriyorlardı.

Ekmek yetmiyordu, fakat bol bol koyun peynirivardı, koyun etinden çorba pişiriliyordu.

Böylece bozkırda çobanın, yani erkeğin emeğibirinci derecede önem kazanmaya başladı.

Erkek, çok geçmeden kuzey ormanlarında dakadını arka plana itti.

İsveç’te, kaya üzerine çizilmiş eski bir resimbulunmuştur. Resimde bir çiftçi tasvir ediliyor.Acemice çizilmiş olan bu resimde çiftçi, çocuklarınçizdiği insanlara benziyor. Resmin iyi ya da kötüçizilmiş olmasının bizce önemi yok. Resim, bizim içinsadece bir tanıktır. Öyle bir tanık ki, çiftçinin sabanardınca gittiğini, sabanı da öküzlerin çektiğini apaçıkgösterir.

Kazmaya çok benzeyen bu sabanın, insanlıktarihinde ilk saban olduğu söylenebilir. Kazmadanfarkı yalnız şudur: Kazmaya uzunca bir sırık, yani oktakılmış ve bu oka insan yerine öküzler koşulmuştur.

Sizin anlayacağınız, insan ilk motoru bulmuştur.Çünkü sabana koşulmuş öküz, canlı bir motor olupmadenden yapılmış traktörün canlı atasıdır. İnsan,öküze boyunduruk vurarak kendi işini ona yüklemişti.Önceleri insana yalnız etini, sütünü derisini verenhayvan, artık gücünü de vermeye başlamıştı.

Boyunları boyundurukta, hantal, fakat güçlüöküzler, tarlalarda saban çekmeye başlamışlardı.Saban toprağı kazmadan daha derin sürüyordu.Sabanın geçtiği yerde, evlek evlek sürülmüş karatopraklar uzanırdı.

İlk çiftçi, olanca kuvvetiyle sabanın sapına sarılmış,öküzün tüm gücünü kullanmaya koyulmuştu. Hayvanahem toprağı sürdürüyor, hem harmanı dövdürüyor,hem de ürünü taşıtıyordu. Güzün öküze harmandabaşakları çiğnetip dövdürür, sonra tekerleksiz ağırbir arabaya koşup hububat dolu çuvalları tarladaneve sürükletirdi.

Hayvancılık çiftçiliğe yardımcı olmuştu. Erkek,hayvan gütmekle beraber, yavaş yavaş, çiftçilikle deuğraşmaya başlamıştı. Bu, onun evdeki nüfuzunuarttırmıştı.

Kadının işi de az değildi. Hem dokumak, hemeğirmek, hem ürünü toplamak, hem de çocuklarabakmak gerekiyordu.

Fakat artık kadına o eski saygı kalmamıştı.Hayvancılıkta da, çiftçilikte de baş yeri erkek almıştı.

Erkeğe evde daha az bağırıp çağırır oldular.Önceleri kaynanalar, hala, teyze ve büyükanneleriçin, evin yabancısı sayılan erkeği evden kovmakişten bile değilken, şimdi ona saygı arttı. Çünküyabancı soydan gelmiş olan bu kimse hepsi içinçalışıyor, aileyi besliyordu. Öte yandan klan da,erkeklerin ayrılıp başka klana evlenmeyegitmelerinden pek hoşlanmamaya başladı.

Önceleri biri ölünce miras kız kardeş çocuklarınakalırdı. Erkekler artık bu durumu da değiştirmeyeçalıştılar.

Afrikalı göçebelerden Tuaregler arasında miras,

“haklı” ve “haksız” olarak bölünür. “Haklı” miras, kızkardeş çocuklarına kalır. Ölenin, annesinden aldığı veüretimde alın teriyle kazandığı şeyler girerdi bumirasa. “Haksız” mirassa, savaşta ele geçirilenganimet ve alışverişte kazanılan her şey olup öleninçocuklarına kalır.

Sonunda eski düzen, ihtiyar bir meşe ağacı gibisarsılmaya başlamıştı.

İnsanlar, görenek ve töreleri gittikçe daha sıkçiğnemeye başladılar. Önceleri kadın, evleneceğierkeği evine alırdı. Şimdiyse erkek, kadını evinealmaya başladı.

Yani eski görenekler bozulmuştu. Bunun için degöreneği bozana bir suçlu gözüyle bakılırdı.

Güvey, gelini alıp evine götüremediğine göre onukaçırması gerekiyordu.

Mızrak ve hançerle silahlı delikanlı ve akrabalar,karanlık bir gecede güveyin soyunca seçilen kızınyaşadığı eve gizlice sokulurlardı. Köpek havlamaları,bütün ev halkını uyandırırdı. Kızın ak saçlı dedeleri,bıyıkları daha terlememiş kardeşleri silaha sarılırlardı.

Dövüşenlerin korkunç bağrışları kadınların çığlık veağlamalarını bastırırdı. Delikanlı, soydaşlarınınyardımıyla, çırpınan kızı kucaklayıp uzaklaşırdı.

Böylece aradan yıllar geçmiş, eski göreneğinbozulması yavaş yavaş yeni bir görenek olmayabaşlamıştı. Kız tarafının akrabasıyla delikanlınınçarpışması, bir tören şekline girmişti.

Kanlı dövüşlerin yerini armağanlar ve başlıkalmıştı. Hatta gelini uğurlarken, anasının ve kızarkadaşlarının ağlamaları bile yemek ve içmeklebiten bir düğün şenliği olmuştu.

Yabancı bir soya, el evine düşmüş genç kızlarayakılan hazin türküler, bazı yerlerde bugüne kadaryaşamıştır.

Gelinin ağır, imrenilmeyecek bir kaderi vardı.Kadın yabancı evde, erkeğin egemenliği altınagirerdi. Yakınacak kimsesi yoktu. Çünkü kaynatasıve kaynanası gibi, kocasının bütün soydaşları daerkekten yanaydılar. Gelin, eve bir işçi gibi alındıktansonra, herkes onun boş durmamasına, fazlayememesine dikkat ederdi.

Artık çocuklar ana soyunda değil, baba soyundakalıyorlardı. Kan yakınlığı, ana tarafından değil, babatarafından aranmaya başladı. İnsanın adına vesoyadına “filanın oğlu” diye bir ek konuldu.

Bizde, insanı babasının adıyla birlikte çağırmaalışkanlığı o zamandan kalmıştır. Örneğin “Pyotrİvanoviç” ya da eskiden denildiği gibi “İvan oğluPyotr”.

İlk Göçebeler

İnsanın vaktiyle bulmuş olduğu sihirli hazine,kendisine gittikçe daha yararlı olmaya başlamıştı.Bozkırda binlerce koyun otluyordu. Tarlada çiftçiyumuşatılmış kara toprağa basa basa, ağır ağıryürüyen öküzleri dehliyordu.

Bereketli vadilerde ilk bahçeler, ilk bağlar çiçekaçıyor, bir hoş kokuyorlardı. Akşamları insanlar,evlerinin önündeki incir ağaçları altında toplanıpkonuşuyorlardı.

İnsan, emeğinden gittikçe daha çok nimetlergörüyor, daha çok çalışması gerekiyordu. Her üzümsalkımında, her buğday başağında insanın alın teri

vardı.

Yalnız üzüm yetiştirmek bile başlı başına ne büyükbir zahmetti! Ağır salkımları toplayıp baş tekneyedöker, şırasını çıkarmak için ezerler ve çiğnenenüzümün kara kanını keçi derisinden tulumlarasüzerlerdi. Sonra şarap şerefine, keçi postu giymişgüzellerin güzeli Tanrı’ya çektiği ıstıraplar için törentürküleri söylerlerdi.

İlkbaharları su taşkınlarıyla toprağın sulanıpgübrelendiği vadilerde, tabiat iyi ürün için elindengelen her şeyi yapıyordu sanki.

Çiftçi yine de boş durmazdı. Tarlaları sulamak içinarklar açar, bentler yapar, suyu en çok gerekli olanyerlere akıtırdı.

İnsanlar, tarlalara bereket veren ırmağa duaederlerdi de, kendi emekleri olmaksızın yeryüzündeyabanıl otlardan başka bir şey bitmeyeceğinibilmezlerdi.

Çiftçinin işi gittikçe artıyordu. Ama hayvancının dadinlenmeye vakti yoktu. Bozkırda otlayan hayvansürüleri, günden güne değil, saatten saate artıyordu.

Sürü büyüdükçe, iş çoğalıyordu. On koyuna bakmakbaşka, bir koyuna bakmak başkaydı.

Büyük bir sürü, otlakları hemen tükettiği için,köyden gittikçe daha uzak meralara sürülürdü.

Eninde sonunda köy halkı evini barkını bırakıpvarını yoğunu develere yükleyip sürüleri öne katıppeşlerine düştü.

Köy halkı bırakıp gittikten sonra tarlaları yabanotları kaplardı. İnsanlar, bulundukları kurak bozkırlarıbırakmış olmalarına pek üzülmezlerdi. Çünküoralarda iyi ürün çok seyrek olurdu.

Böylece dünyada ilk olarak yalnız kabile üyeleriarasında değil, ayrı ayrı kabileler arasında daişbölümü başlamıştı.

Bozkırlarda, hayvan üretip bunları buğdayladeğiştiren çoban kabileleri belirmiş, bunlar bir yerdekalmayıp bir meradan diğerine göçmeyebaşlamışlardı.

Göçebeler, vahşi ve özgür bir hayat yaşarlardı.Çadırlarını ağaçların ve evlerin gölgesinden uzak,

açık havada kurarlardı. Bunların evi, bozkırdı. Biryerden başka bir yere uzun süren geçişlerdeçocuklar, develerin hörgüçleri arasında ninnilerleuyurlardı.

Söz konusu dönemde, çoban kabileleri arasındagerçek göçebeler daha azdı.

Canlı Araç

Göçebe kabilelerin hayatı sakin ve rahat değildi.Yolları üzerinde çiftçilerin tarlalarına ve sürülerinerastladıkları zaman, kendilerinin ekmediği şeylerionlardan zorla alırlardı. Irmakların vadilerine indikleriya da bozkırları aşarak ormana vardıkları zaman,köyleri yağmalayıp yakar, ekinleri çiğner, hayvanlarıve insanları beraberlerinde alıp götürürlerdi.

Göçebelere her şeyden çok insan lazımdı. Çünküinsanları çalıştırabilir, onlara hayvan sürüleriniotlattırabilirlerdi.

Ama çiftçiler de pek öyle sakin insanlar değillerdi.

Güzün, ürünü topladıktan sonra, yabancı kabilelerinelinden kumaşlarını, süs eşyalarını ve silahlarını zorla

almak için komşulara saldırmaktan çekinmezlerdi.Ama burada da en kıymetli ganimet yine esirlerdi.

Çünkü çiftçilere de ark açmak, bent yapmak,öküzlerle tarla sürmek için insan yetmiyordu.

Önceleri esirleri köle yapmazlardı, çünkü kârlı birşey değildi. Bir çift fazla elin ne faydası olabilirdi?Esir çalışsa da, çıkardığı kendisine ancak yetiyordu.

Büyük hayvan sürüleri, bereketli tarlalar meydanaçıkıp bir kişinin emeği, kendisine gerekenden fazlatahıl, et, yapağı vermeye başlayınca durumdeğişmişti. Tahılı yapağıyla değiştirmek için çiftçilerkendilerine gerekenden fazla tahıl ekmeyeçalışıyorlardı. Hayvancılar da kendilerini giydirmekiçin gerekli olandan daha çok koyun beslemeyeuğraşırlardı. Çünkü yapağı verip tahıl ve silahalınabilirdi.

Değiş tokuşun, bazen de soygunculuğunsayesinde, bazı soylar ve aileler, diğerlerinden dahazengin olurlardı. Bunların hayvan sürüleri de, ektikleritahıl da çoktu. Koyunları güdecek, tarlaları sürecekişçileri yetmiyordu. İşte bu sebepledir ki bazıinsanlar, başkalarını köle yapmaya başladılar.

insanlar, başkalarını köle yapmaya başladılar.

Köle, emeğiyle hem kendisini, hem de sahibinigeçindirebilirdi. Ancak kölenin çok çalışıp az yemesiiçin sahibinin ona göz kulak olması gerekti. Böylecebir insan başka birini kendine canlı alet yaptı.

İnsanın boynuna, öküz gibi boyunduruk vuruldu.

İnsan özgürlüğe kavuşmaya ve doğaya hâkimolmaya uğraşırken başkasının kölesi oldu.

Eskiden toprak, onu işleyenlerin ortak malıykenartık köle, başkasının mülkü olan toprağı işlemeyebaşlamıştı.

Toprağı süren öküzler başkasının malı, topladığıürün başkasının ürünüydü.

Eski Mısır’da, öküzleri süren köle şöyle bir şarkısöylerdi:

Ezin başakları öküzler!Ezin başakları ki,Ağanın ürünü olsun.

Böylece ilk kez insanlar arasında “efendi” ve “köle”meydana geldi.

Anı ve Anıt

Şimdiye kadar geçmişe yapmış olduğumuz gezipek kolay değildi. Mağaraların dolambaçlı yollarındaturistler olarak değil, araştırıcı olarak dolaşmıştık.Yeni bulunan her şey, çözülmesi, açıklanmasıgereken bir bilmeceydi. Yolumuz üzerinde,araştırmalarımızda bize yardım edebilecek yolişaretlerine, yazılara rastlamadık. Hem yazmayıbilmeyen taş devrinin insanı bize nasıl yazılarbırakabilirdi.

Sonunda yol işaretleri bulunan bir yola çıkıyoruz. İlkyazıları mezar taşlarında, tapınakların duvarlarındabuluyoruz. Artık bunlar, ruhlarla ilgili önceki resimlerdeğildir. İnsanlar için ve insanlar hakkında, resimlerleyazılmış birer hikâyedir.

Burada henüz bizim yazılara benzer hiçbir şeyyoktur. Boğa, boğa olarak, ağaç da dallarıylaçizilmişti.

Yazının tarihi, resimli anlatımla başlar. Buresimlerin, sadeleşerek birer sembol halinegelebilmesi için bir hayli zaman geçmiş olsa gerek.

Bugünkü harflere bakarak, hangi şekilden türemişolduklarını anlamak güçtür. Örneğin “A”nın öküz başıolduğu kimin aklına gelir. Ama (A) harfini tersçevirirsek, boynuzlu bir baş olur. Eski Samilerinalfabesinde bu boynuzlu baş, “A” harfini ifade eder,çünkü öküz anlamına gelen “alef” sözünün ilk harfidir.

Böylece harflerimizden her birinin köklerineinilebilir. Örneğin “O”nun göz, “L”nin açı, “P”ninseuzun bir boynun üstünde duran baş olduğu ispatedilebilir.

Hikâyemizde ancak ilk resim yazıların doğmuşolduğu zamanlara kadar gitmiştik.

İnsan yazmayı yavaş ve bocalayarak öğreniyordu.

Artık yazıyı öğrenme zamanı gelmişti.

İnsanın bilgisi azken bellekte kolaycasaklanabiliyordu. Efsaneler, masallar, ağızdan ağızageçerdi. Her ihtiyar canlı bir kitaptı. İnsanlarmasalları, efsaneleri, görenek ve töreleri belleyerek,kıymetli bir cevher gibi çocuklarına verirlerdi ki, onlarda kendi çocuklarına iletsinler. Ama bu cevherarttıkça, bellekte saklanması güçleşiyordu.

Derken anıt, belleğin yardımına koştu. Elde edilenbilgi ve tecrübeleri başkasına iletmek için yazı dili,sözlü dile yardım etmeye başladı. Bir önderin mezartaşında, yaptığı akın ve savaşlar gelecek kuşaklarınbilmesi için tasvir edilirdi.

Müttefik kabilelerin önderliğine habercigönderirken, ağaç kabuğuna ya da balçık birlevhacığa, akılda saklanabilmesi için birkaç resimyazı çizerlerdi.

Mezar taşı ilk kitap, bir parça akgürgen kabuğuise ilk mektuptu.

Şimdi mesafe ve zamanı aşmamıza yardım edentelefon, radyo, ses alma cihazlarımızla övünürüz.Radyoyla insan sesini, yüzlerce hatta binlercekilometre uzaklara vermeyi öğrenmiş bulunuyoruz.Şerit ve plakalara alınmış seslerimiz, onlarca,yüzlerce yıl sonra da işitilecek. Başarılarımız çokolmakla beraber, bizden önce yaşamış olanlarınhizmetlerini de unutmamalıyız.

Bizden çok daha önce atalarımız, bir ağaç kabuğuüzerine yazarak gönderdikleri mektupla ilk defa

mesafeyi, mezar taşına yazdıkları yazıyla da zamanıaşmışlardı.

Eski zamanların sefer ve savaşlarını canlı birşekilde tasvir eden birçok anıt kalmıştır. Taş üzerinekılıçlı ve mızraklı askerlerin şekli oyulmuştur. Galiplertörenle evlerine dönüyorlar, arkalarındaysa başlarıönlerine eğik, elleri arkalarında bağlı esirler yürüyor.Yine burada, söz yerine kullanılan resimler arasında,kölelik ve eşitsizliği ifade eden kelepçelererastlıyoruz.

Daha sonra Mısır tapınaklarının duvarlarında böylebirçok tanık resme rastlayacağız.

İşte bir yapıya tuğla taşıyan köleler, uzun bir dizimeydana getirmişler. Biri omzuna koymuş olduğu biryığın tuğlayı iki eliyle tutmuş. Bir başkası da bizimomzumuzda bir ağacın iki ucunda bakraçlarla sutaşıdığımız gibi tuğla taşıyor. Duvarcılar duvarörüyorlar. Hemen oracıkta bir tuğla üzerinde degözcü oturuyor. Dirseklerini dizlerine dayamış.Elinde uzun bir sopa var. Bu adamın kendisiçalışmaz. Görevi başkalarını çalıştırmaktır. İkinci birgözcü de, kurulmakta olan bir binanın yanında

geziniyor. Korkuturcasına sopasını kölenin başıüzerinde kaldırmış. Kölenin hali, hoşuna gitmemişolsa gerek.

Köleler ve Özgürler

Yunan şairi Theogonis, artık kölelik sağlamlaşıpsosyal düzenin temelini teşkil ettiği bir çağda şöyleyazmıştı:

Ne soğandan gül çıkar,Ne köleden özgür insan.

İlk zamanlarda kölelere aşağı insanlar gözüylebakılmazdı. Özgürlerle köleler, bir yerde yaşar ve biryerde çalışarak büyük bir aile, bir topluluk meydanagetirirlerdi.

Bu ailenin, topluluğun başkanı babaydı. Karı veçocuklarıyla oğulları, kadın erkek köleleri, bir çatıaltında yaşar ve her şeyde ona bağlı olurlardı. Baba,istediği zaman hem oğullarını, hem de boyuneğmeyen kölesini sopayla dövebilirdi.

İhtiyar bir köle sahibine “oğlum” diye hitap eder,sahibi de ona eski âdete göre “baba” derdi.

“Odysseia”yı okuduysanız eğer, ihtiyar domuzçobanı Eumaios’un, efendisiyle bir sofrada oturupsenli benli konuşarak yiyip içtiğini hatırlarsınızherhalde. Odysseia’yı yaratmış olan ozanlar, kabilereisine olduğu gibi, bu domuz çobanına da “Tanrı’yaeşit” derler.

Türküdeki her söze inanılmaz. Domuz çobanıEumaios ne Tanrı’ya, ne de sahibine eşitti. Köleninevde, aile üyelerinden daha çok çalışması istenir,eline daha az şey geçerdi. Köle bir mal, özgür insanda mal sahibiydi.

Sahip öldüğü zaman köle bir eşya gibi bütün erzakve hayvan sürüleriyle birlikte sahibinin oğullarınamiras kalırdı.

Ailede, artık önceki eşitlik kalmamıştı.

Burada baba oğullarına, erkek karısına, kaynatagelinlerine, büyük gelinse küçüklere hükmederdi. Enaşağı durumda olanlar kölelerdi. Bunlara herkesemreder ve kimse adam yerine koymazdı.

Soylar ve topluluklar arasında da önceki eşitlikkalmamıştı. Birinin hayvanı çok, ötekinin azdı.

Hayvansa büyük bir servetti. Öküze karşılık kumaşda alınabilirdi, silah da. İlk bronz paraların, yüzülüpgerilmiş bir öküz derisi şeklinde basılmış olmasıtesadüf değildi.

Hayvandan daha büyük servet kölelerdi.

Köle domuz, inek ve koyunları güderdi.Akşamleyin sürüleri sağlam çitle çevrelenmiş ahır veağıllara kapardı. Köle ürünü toplamaya yardım eder,üzümü sıkıp şarap yapar, zeytin tanelerinden yağçıkarırdı. Altın sarısı buğday ambarlara doldurulurdu.Büyük küplere oluklardan yağ akardı.

Köle, özgür insana yardım eder, en ağır işkendisine düşerdi.

Savaş kârlı bir iş olmaya başladı. Çünkü savaşlarköle getiriyor, köleler de servet yaratıyorlardı.

Bunun için özgür insanlar savaşa gidiyor, kölelerde sürüleri güdüyor ve toprağı işliyorlardı.

Savaş, insanların işini daha da arttırdı. Savaşmakiçin kılıç ve mızrak gerekti, savaş arabaları gerekti.Savaş arabalarına kuvvetli atlar koşulur, bunlar da

askerleri hızla savaş alanlarında gereken yerlereulaştırırdı.

Savaşta saldırı ve savunma bir arada yürür. Asker,düşmanın kılıç ve mızrak darbelerinden korunmakiçin başına miğfer giyer, sol elinde kalkan tutardı. Busoydan gelen topluluğun yaşadığı evler, iri taşbloklardan sağlam duvarlarla çevrilirdi.

Soy ne kadar zengin ve kuvvetli olursa,savunmasını o kadar çok düşünürdü. Çünküsavunacak birçok şeyi vardı. Yüksek tepelerinüstünde, kale duvarları boyunca uzanmış çukurları vekalın kapıları olan onlarca oda ve ambarlı büyük kaleevler meydana gelmeye başlamıştı.

Bir Kalenin Kuşatılması

Kale duvarlarından çok uzaklar görülürdü.Bozkırda toz bulutları ve güneşte parlayan mızrakuçları görünür görünmez, kalede hemen savunmahazırlıkları başlardı. Çiftçiler alelacele öküzlerini,çobanlar da sürüleri toplardı. En son insan kaleyegirince ağır kapılar kilitlenirdi. Askerler kaleduvarlarında düşmanı ok yağmuruna tutmak içinbeklerlerdi.

beklerlerdi.

Düşmanlar kale önlerine kadar gelip çadırlarınıkurarlardı. Kalenin kolayca teslim olmayacağınıbilirlerdi. Yüksek duvarları yıkmak için aylar isterdi.Her sabah kale kapıları gıcırdaya gıcırdaya açılırdı.Savaşın kaderini açık yerde tayin etmek için,kapıdan mızraklı askerler çıkardı. Büyük bir kinlekılıçlarını, düşmanların at kuyruğuyla süslenmişmiğferlerine indirir, ne düşmana, ne de kendilerineacıyarak güçten düşünceye kadar çarpışırlardı.

Kuşatılanları güçlendiren, aile ocağını, çolukçocuğu savunma duygusuydu. Öbürlerininse servetele geçirme hırsıydı. Kalenin sağ kalan savunucuları,gece geç vakit geri çekilirlerdi. Tan yeri ağarıncayakadar savaş dinerdi. Böylece günler geçerdi.Kuşatılanlar, saldıranlara karşı yiğitçe savaşırlardı.Ama açlık, düşman kılıçlarından ve oklarından dahakorkunçtu.

Bodrumlarda buğday yerinde yel esmeye ve büyükyağ küplerinin dibi görünmeye başladığı zamankalede bir ağlaşmadır başlardı. Aç çocuklar ağlaşır,kadınlar erkekleri öfkelendirmemek için gözyaşlarınıgizli gizli silerlerdi.

Her çıkış hareketinden sonra kaleyi savunanlarazalırdı. Sonunda bir gün gelir, düşman geri çekilensavunucuların peşinden kaleye dalardı. Kaleduvarlarında taş üstünde taş kalmazdı. İnsanlarınyaşadıkları, çalıştıkları, yiyip içtikleri yerlerdeharabeler ve cesetler kalırdı. Kazananlar, özgürinsanları köle yapmak için yaşlıları ve çocukları alıpgötürürlerdi.

Ölüler Canlıları Anlatıyor

Ülkemizin güneyindeki geniş bozkırlarda ufkakadar yüksek höyükler uzanır. Yerlilerden hiç kimsebu tepelerin bozkırın ortasında nasıl meydanageldiğini ve kim tarafından yapıldıklarını hatırlamıyor.

Yüzlük bir ihtiyara soracak olursanız, bunların“Mamayların” ya da “Mamay kızlarının” mezarlarıolduğunu söyler.

Ama “Mamayların” kim olduğunu ve buralarda nezaman yaşadıklarını izah edemez.

İhtiyar bir defa söze başladıktan sonra, buhöyüklerde birkaç yıl, bir plana göre kazılarla uğraşıphazine arayan ve bir şey bulamayan bir çiftlik sahibi

hakkındaki anılarını anlatır. Köy ağası, devrimdensonra çiftlikten kovulduğu için höyüktekiaraştırmalardan vazgeçmek zorunda kalmış.

Aslında bu sorular ihtiyara değil, höyüklerdeki kazıişleriyle uğraşan arkeologlara sorulmalıydı.

Çünkü ihtiyar, ancak kendi zamanında olanlarıhatırlar, arkeologlarsa yüzyıllarca önceki olayları bilebilirler.

Höyükler vaktiyle steplerde yaşamış insanlarınmezarlarıdır.

Höyüklerde kazı yaparken, derinliklerinde insaniskeletleri ve yanlarında toprak küpler, taş ya da tunçaletler, birkaç at kemiği gibi şeyler de bulunur.

Bunlar gittiği uzak yol için ölüye verilen eşyalardır.

İnsanın öldükten sonra da yemesi ve çalışmasıgerekeceğine, kadına kirmen, erkeğe de mızraklazım olabileceğine inanılırdı.

En eski mezarların hepsi birbirine benzer. Ölününmezarına kendisine ait bazı eşyalar konurdu.

O zamanlarda insanların eşyası pek azdı. İnsanneye “benim” diyebilirdi? Yalnız boynunda taşıdığımuskaya, bir de düşmanları vurduğu mızrağa...

Evde her şey ortaktı. Çünkü bütün işler hep birliktetüm soyca görülürdü. Bu yüzden de, en eskihöyüklerde yatanlar arasında yoksul ve zenginolmayıp herkes eşittir.

Zengin ve yoksul ölüler, daha sonraları ortayaçıkmışlardır.

Don Irmağı kıyılarındaki Yelizavetovskaya köyüyakınlarında üç çeşit höyük mezarlığı bulunmuştur.Höyüklerin bazılarında zenginler, bazılarında orta halliinsanlar, bazılarında da en yoksul kimselergömülüdür.

En büyük höyüklerin ortasında geniş çukurlar var.Bu çukurlarda mezarlar, mezarlarda da süslü Yunanvazoları, altın işlemeli zırhlar, ustaca süslenmişhançerler bulunur.

Daha küçük höyüklerde çok az altın eşya bulunur,ama süslü vazolara hiç rastlanmaz. Bu mezarlarayine de yoksul denemez. Ölü yoksul olsaydı,

mezarına siyah sırlı bir tabak ve bir zırh konulamazdı.

Mezarlıkta yoksulların gömülmüş oldukları küçüktepecikler çoğunluktur. Dar bir çukurda, ölünün sağelinin yanına bir mızrak, sol elinin yanına da,susayınca su içebilsin diye bir küp konmuştur. Yaniyoksul, mezarda da yoksul kalmıştır.

“Mezar gibi dilsiz” diye bir söz var, ama bumezarlara dilsiz denebilir mi? Bunlar dünyada ilk kezolarak zenginlerle yoksulların meydana geldiğizamanlardan söz etmiyorlar mı?

Mezarlıktan ayrılıp höyüklerin arasında bulunanköyün harabelerine doğru gidersek, orada da eskizenginliğin ve eski yoksulluğun izlerini görebiliriz.Arkeologlar, köyün iki duvarla çevrili olduğunu,bunlardan birinin köyü dış taraftan kuşattığını,diğerininse ırmağın kenarındaki merkezikucakladığını tespit etmişlerdir. Köyün merkezinde,uzak Yunanistan’dan getirilmiş olan birçok pahalıkap ve vazo kırıkları bulunmuştur. Köyün iç ve dışduvarları arasındaki kenar mahallelerde böylekırıklara hemen hemen hiç rastlanmaz. Burada yalnızen adi, yerli kap kacak parçaları bulunmuştur.

Merkezde, kenar mahallelerde yaşayanlardan dahavarlıklı, pahalı kap kacak satın alabilecek durumdaolan insanların yaşadığı apaçık bellidir.

Uzaklardan görünen höyükler sonraları zenginlerinmezarları üzerinde yükselmiştir.

Böylece mezarlar, içlerinde gömülü olanlarhakkında bilgi veriyorlar. Bazen mezarlar, korkunçşeyler de anlatırlar. Örneğin sahipleriyle birliktetoprağa gömülmek için öldürülen kölelerin vekocalarının arkasından mezara girmeye zorlanankadınların kaderinden de bahsederler.

Zengin bir soyun başkanı olan babanın zalimegemenliğini mezarlar kitaptan daha iyi anlatır.Soyun reisi ölürken beraberinde karılarını vekölelerini de mezara götürürdü. Çünkü bunlar da tunçve altın eşyalar gibi başkanın malıydı.

İnsan Yeni Bir Maden Yaratıyor

Karanlık mezarlarda ve kale duvarlarıyla çevrilikasabaların enkazlarında binlerce yıl kalmış olandeğerli eşyalar, şimdi müzelerde korunmaktadır.Uzun yıllar boyunca insanlardan gizli kalmış şeyler,

herkesin uzak geçmişi kendi gözleriyle görebilmesiiçin sergilenmiştir.

Müzeyi gezenler, saatlerce vitrinlerin önündedurarak, altın kabzalı kılıçları, boğa ve geyik şeklindegümüş kapları seyrederler.

Bu eşyaları yapabilmek için ne kadar emek ve nekadar hüner lazımdı! En adi bir tunç hançeriyapabilmek için günlerce çalışılmıştı.

Her şeyden önce maden cevheri bulunmalıydı.Bakır külçelerinin ayak altında yuvarlandığı zamanlargeçmişti. Bakır cevheri çıkarmak için yeniderinliklere sokulmak gerekiyordu. Derin ocaklardamaden cevheri, kazmalarla parçalanır sonra tulumlariçinde yukarıya çıkarılırdı.

Taşı daha kolayca parçalayabilmek için madenocağında ateş yakılırdı. Taş kızınca da üzerine sudökülürdü. Su cızırdayarak buhara dönüşür, taşsaçatlayarak parça parça olurdu. Böylece ateşle su,madencinin kazmasına yardım ederlerdi. O zamanmaden ocağı yanardağa benzerdi. Yanardağınkraterinde olduğu gibi burada da maden ocağınınağzından, içeride yakılan ateşin aydınlattığı buğular

ağzından, içeride yakılan ateşin aydınlattığı buğularpüskürürdü. Şimdi bile bazı dillerde yanardağlara,eski Roma’da demirci tanrısının adından dolayıVolkan denir.

Çıkarılan cevherden maden eritilmesi büyük birhüner isterdi. Bakır eşyaların daha kolaydökülebilmesi için maden sağlam olmalıydı. Bumaksatla bakıra kalay karıştırılırdı. Maden cevherieritildiği zaman bakırla kalayın karışmasından yenibir alaşım meydana gelirdi. Bu artık bildiğimiz bakırolmayıp insan eliyle yaratılmış, yeni nitelikleri olanyeni bir madendi, yani tunçtu.

Eski zamanlarda, kaba taş aletler devrinde birinsan başka birinin işini kolayca yapabilirdi. Zanaatsahibi olmak o kadar güç bir iş değildi. Avcılıklageçinen bir kabilede bütün erkekler avcıydılar. Herbiri kendi yay ve oklarını kendisi yapardı.

Fakat esnek bir dalı eğerek uçlarını kirişlebağlayıp yay yapmak başka, bir maden cevheriparçasından parlak bir tunç kılıç yapmak başkaydı.

İnsanlar silahçılık zanaatını öğrenmek için yıllarcauğraşıyorlardı. Babadan oğula geçen bu zanaat,

soyun malı olup servet gibi kuşaktan kuşağa miraskalırdı. Bazen çömlekçiler, silahçılar, bakırcılar başlıbaşına mahalleler meydana getirirlerdi. Ünleriuzaklara yayılırdı.

İnsanın Kendi Malı ve Başkasının Malı

Başlangıçta her usta, yalnız kendi topluluğu vekendi köyü için çalışırdı. Zamanla silahçı ya daçömlekçi, mallarını tahılla, kumaşla ya da başkazanaatçıların mallarıyla değiştirmeye başladı.

Maden ocaklarında kızdırılıp üstüne su dökülerekparçalanan taş gibi, eski soy düzeni de yavaş yavaşçatlayıp dağılmaya başlamıştı.

Önceleri soyun bütün üyeleri eşitti. Yavaş yavaş biruçurum zenginleri yoksullardan, ikinci bir uçurum dazanaatçıları çiftçilerden ayırmıştı.

Önce zanaatçı kendi topluluğu için çalışır, toplulukonu beslerdi. Çünkü insanlar hep birlikte çalışır, eldeettiklerini de bölüşürlerdi. Zanaatçı, yaptığı kılıçları vekazanları pazara sürmeye başlayınca, karşılık olarakaldığı tahılı ve kumaşları soydaşlarıyla paylaşmaktanvazgeçti.

Çünkü tahıl ve kumaşı, kimseden yardımgörmeksizin, çoluk çocuğu ile birlikte kendisikazanmıştı.

İnsan böylece kendisinin olanı başkasının olandan,kendi ailesini soydaşının ailesinden ayırmayabaşladı.

İnsanlar ayrı ayrı aileler halinde yaşamayabaşladılar.

Yunanistan’ın Miken ve Tirent şehirlerinde, buayrılığı açıkça gösteren konut harabeleri bulunmuştur.

Yüksek bir tepede, kalın duvarlarla çevrili evde enzengin ve en kuvvetli aile yaşardı. Böyle bir ailenin,kalın duvarlar arkasında saklayacağı şeyleri vardı.Burada kabilenin önderi, oğulları, gelinleri vetorunlarıyla birlikte yaşardı. Tepenin eteklerindekikulübelerdeyse yoksul çiftçiler barınırdı. Yamaçlardada silahçı, çömlekçi, bakırcı gibi zanaatçıların evlerivardı.

Bu yerlerde yaşayanlar, artık birbirleriyle eşitinsanlar olarak konuşmazlardı. Çiftçiler, zengin veyetkili kabile önderlerini gördükleri zaman saygıyla

selamlarlardı. Tanrıların kuvvetliyi koruduklarınainanırlardı çünkü.

Kâhinler bunu çiftçilere daha küçük yaştanöğretirlerdi.

Çiftçiler zanaatçılara ve maden ocaklarındaçalışanlara da kardeş gözüyle bakmazlardı. Ateşpüsküren yerin altından bakır çıkaran bu üstü başı isliadamlar sakın birer büyücü olmasınlardı! Yerinaltında neler olduğunu nereden biliyorlardı bunlar?Maden cevherini nasıl buluyorlardı? Herhalde bunlaratoprağın nereden kazılması gerektiğini gösteren vemaden cevherini çıkarıp tılsımla bakır ve tuncaçevirmelerine yardım eden birisi vardı. Muhakkaktoprağın altında madencileri koruyan esrarengiz biriolmalıydı. İnsanlar bunlardan uzak dursa daha iyiederlerdi.

Yalnız Yunanistan’da değil, her yerde böyledüşünürlerdi.

Bu büyücü demirciler hakkında çok eskizamanlardan kalan masallar var.

O zaman insanların zenginlikle yoksulluğu nasıl

gördüklerini anlatan sözler dilimizde hâlâ yaşıyor.İnsanların zengin ve yoksul diye nasıl bölündüğübilinmediği için, insanın kaderini tanrıların tayin ettiğisanılırdı.

Dilimizde (Rusçada) zengin anlamına gelen“bogatiy” kelimesi Tanrı demek olan “bog” sözündengelir. Bu söz, insanların Tanrı’nın zenginlere yardımettiğine, yoksullara da sefaletten başka bir şeyvermediğine inandıkları zamanlar doğmuştur.

Her Şey Ortaktı

İnsanın geçtiği yola bir kere daha göz atalım.

Bir zamanlar insanlar arasında zengin, yoksul, köleve köle sahibi yoktu.

Kulübelerde yaşamış olan ilk avcıların hepsi deaynı derecede yoksuldu. Taştan ve kemiktenyapılmış silahları mükemmel olamazdı. İnsanlaryaban hayvanlarından, açlık ve soğuktan, ancakbirlikte yaşayıp birlikte avlanmak, tehlike anındaortak gayretle kendilerini savunmak, hep birlikteevlerini kurmak sayesinde kurtulabiliyorlardı.

Tek başına, mamut şöyle dursun, ayıyı bileöldürmek imkânsızdı.

İnsanın, ocak yapmak için kocaman bir taşgetirmeye ya da bir kayanın dibinde taş bloklardanduvar örmeye tek başına gücü yetmiyordu.

İnsanların her şeyi ortaktı. Ve av uğurlu olduğuzaman ihtiyarlar, vurulmuş hayvanı parçalayarak onuizleyip öldürenlere dağıtırlardı.

Derken binlerce yıl geçti. Kulübe yerine evlerkurulmaya başlandı. Taş ve kemik aletlerin yerinimadenden aletler aldı.

İnsanlar önceleri toprağı çapalarla kazarlardı.Daha sonra sabanla sürmeye başladılar. İnek, at,koyun evcilleştirildi. Demirhanelerden çekiç sesleriduyulmaya başladı. Çömlekçi tezgâhları belirdi.İnsanlar arasında işbölümü doğdu. Demircinin bizzattoprağı sürmesine hacet yoktu. Yaptığı balta ya daorağı verip tahıl alabilirdi. Çiftçi koyun sürüleriolmadan da yaşayabilirdi. Çünkü hayvanyetiştirenlerden tahıl karşılığında istediği kadar yünalabilirdi.

Tahıl, yün, balta, kap kacak yüklü kayık ve gemilerkasabadan kasabaya, köyden köye dolaşmayabaşlamıştı. Yabancı ellerden “misafir” olarakgelenlerin soygunculuk yaptıkları çok görülmüştü.Değiş tokuşla soygun bir arada gidiyordu.

Önceleri kabilede zengin, yoksul yoktu. Hepsi aynıayardaydı. Daha sonraysa eteklerinde yoksullarınkulübeleri bulunan tepelerde, zengin ve kuvvetliailelerin evlerini kuşatan yüksek duvarlar yapılmıştı.Duvarların arkasındaki ambarlar ağzına kadardoluydu. Böyle ailelerin serveti yıldan yıla artıyordu.

Zenginler iktidarı ele geçirerek daha yoksulolanlara boyun eğdiriyorlardı. Yoksulun, zenginkomşusundan daha sık yardım istemesi gerekiyordu.Fakat bu yardım kendisine çok pahalıya maloluyordu. Çünkü sıkıntı içinde alınan ödünç tahılıyıllarca çalışarak ödemek zorundaydı.

Böylece birtakım insanlar başkalarınıköleleştirmeye başladılar. Köleleştirme yalnız buyolla olmuyordu. Savaşlarda esir düşen özgürinsanlar da köle oluyordu.

Önceleri herkes çalışırdı. Sonra birtakım insanlar,

Önceleri herkes çalışırdı. Sonra birtakım insanlar,kendileri hiç çalışmazken başkalarını zorlaçalıştırmaya başladılar.

Eski zamanlarda her şey, yani ev aletleri ve av,ortak malken sonraları yalnız toprak, hayvan sürüleri,atölyeler değil, toprağı süren, hayvanları güden,atölyelerde çalışan insanlar da köleleştirilerek kölesahibinin malı olmuştu.

Önceleri bir topluluğun insanları, kendi aralarındakavga etmez, barış içinde yaşarlardı. Rusçada “mir”sözünün hem barış hem de topluluk anlamındakullanılması sebepsiz değildir.

Fakat köleliğin doğmasıyla her köyde, her şehirdebir kavgadır almış yürümüştü.

Köle sahipleri köleleri insandan saymazlar, kölelerde sahiplerinden nefret ederlerdi.

Kölenin aklı fikri, sahibinden kaçmaktaydı. Kölesahibiyse malını, yani canlı ve konuşan aletinikorumaya çalışırdı. Köle sahiplerinin devleti,özgürlerin mal ve mülkünü silah gücüyle korurdu.Köleler ayaklanmak isterse hadleri bildirilir,insafsızca ezilirlerdi.

Böylece eski ilkel topluluk düzeninin yerini yeni birdüzen, yani kölelik düzeni almıştı.

Bilimin Başlangıcı

Bir zamanlar bütün dünya, insan için bir masaldı.Her şey karanlık ve anlaşılmayan birer varlıktı.

Her adım, elin her hareketi, insanı talihli ya datalihsiz kılabilecek gizli bir kuvvet tarafından idareediliyor sanılırdı.

Tecrübe o kadar azdı ki, insanlar geceden sonragündüzün ya da kıştan sonra baharın gelipgelmeyeceğinden bile emin değillerdi.

İnsanlar güneş doğsun diye törenler yaparlardı.Mısır’da güneşin sembolü sayılan Firavun, her güntapınağın etrafında dolaşırdı.

Mısırlılar, güzün “güneş asası” dedikleri bayramıkutlar ve yoluna devam edebilsin diye zayıflayan güzgüneşinin eline bir asa vermek gerektiğini sanırlardı.

Fakat bir yandan da insan, yavaş yavaş dünyanınve maddenin özelliklerini öğreniyordu.

Taşı yontan ve cilalayan ilkel zanaatçı, taşınözelliklerini, kendi elleri ve gözleriyle incelerdi.Zanaatçı, taşın sert olduğunu, kuvvetle vurulursaparçalanabileceğini ve bağırmayacağını bilirdi. Gerçitaşlar birbirine benzemezlerdi. Belki aralarında dilegeleni de bulunurdu.

Böyle tahminler bizi güldürebilir. Ama ilkel insanbunu çok ciddiye alırdı.

İlkel insan, daha olayları yasalara bağlayamadığıiçin, hayat ona hep istisnalarla dolu gibi gelirdi.Dünyada birbirine benzeyen iki taş bilebulunmadığını gören insan, özelliklerinin de başkaolabileceğini sanırdı. Taştan yeni bir kazmayaparken, bunun da toprağı eski kazma gibikazabilmesi için onu tıpkı eskisine benzetmeyeçalışırdı.

Yüzlerce ve binlerce yıl geçti. İnsanın elinden gelipgeçen çeşitli taşlardan, yavaş yavaş özellikleri ortakolan genel bir taş kavramı meydana geliyordu. Bütüntaşlar sertti. Demek taş sert bir maddeydi. Hiçbir taşkonuşmadığına göre demek taşlar konuşmazdı.

Böylece bilimin ilk tohumları, yani maddeler

Böylece bilimin ilk tohumları, yani maddelerhakkında kavramlar doğdu.

Bir usta, “Çakmaktaşı sert bir taştır!” derken, yalnızelindeki çakmaktaşını değil, bütün çakmaktaşlarınıkastediyordu.

Yani insan doğanın yasasını, dünyada mevcut birkuralın var olduğunu artık biliyordu.

“Kıştan sonra bahar gelir.” Biz buna hayretetmeyiz. Çünkü kıştan sonra sonbahar değil, bahargeleceğine şüphemiz yoktur. Atalarımız içinmevsimlerin değişmesi uzun gözlemlerden sonrayapmış oldukları ilk bilimsel keşiflerden biriydi.İnsanlar mevsimlerin, ancak sıra izleyerekgeldiklerini anladıktan sonradır ki, yılların hesabınıtutabilmişlerdi.

Mısır’da bu buluş Nil’in belli zamanlarda taşmasıgözlenerek yapılmıştı. Orada yıl, Nil’in birtaşmasından diğerine kadar süren zamandı.

Nil’in taşmasını kâhinler izlerdi. Çünkü insanlarıninancına göre, Nil bir tanrıydı. Nil kıyılarındaki Mısırtapınaklarının duvarlarında kâhinlerce çizilmiş, suyunseviyesini gösteren işaretler kalmıştır.

Tarlaların sıcaktan çatlak çatlak olduğu temmuzayında çiftçiler, Nil’in bulanık sarı sularının arklaraakacağı vakti dört gözle beklerlerdi. Suyun akıpakmayacağını kim bilebilirdi? Ya tanrılar insanlaraöfkelenip tarlalara su göndermezlerse ne olurduhalleri!

Her taraftan tapınaklara akın akın armağan vekurbanlar gelmeye başlardı. Çiftçiler ellerinde kalanson tahılı kâhinlere götürüp onlardan tanrılara dahacandan dua etmelerini dilerlerdi.

Kâhinler, suyun kabarıp kabarmadığını öğrenmekiçin her sabah ırmağa inerlerdi.

Akşamları da tapınağın yassı damına çıkıp dizçökerek uzaklara, yıldızlara bakarlardı. Yıldızlı gökonların takvimiydi. Sonunda kâhinler tapınaktantörenle, “Tanrı dualarımı kabul etti. Üç gece sonratarlalara su gönderecek” diye ilan ederlerdi.

Böylece insan yavaş yavaş, adım adım, kendisiiçin yeni olan bir dünyaya, yani eski masal dünyasıyerine, yeni bilim dünyasına hâkim oluyordu.Tapınağın damı ilk gözlemeviydi. Çömlekçinin ve

demircinin atölyeleri de ilk denemelerin yapıldığılaboratuvarlardı.

İnsan gözlemeyi, hesaplamayı ve bunları birsonuca bağlamayı öğreniyordu.

Şimdiki bilime çok az benzeyen eski bilim, büyüyüandırıyordu ve bundan kurtulmak kolay değildi.İnsanlar yıldızları yalnız gözetlemez, onlara bakarakbaşkalarının falını da söylerlerdi. Yerle göğüincelerken, yer ve gök tanrılarına dua ederlerdi.Bununla beraber insanı saran kör inançlar sisi azarazar dağılıyordu.

Tanrılar Olymposa Çekiliyorlar

Büyülü masal dünyasının sisleri arasında, insanıngözleri önünde yavaş yavaş eşyanın gerçek şekilleribelirmeye başladı.

İlkel insanlar eski zamanlarda, her yerde yani hertaşta, her ağaçta ve her hayvanda ruhlarınyaşadığına inanırlardı.

Artık bu inancın sonu gelmişti.

İnsan, her hayvanda bir ruh yaşadığına inanmaz

oldu. Onun zihninde bütün hayvanların ruhunu,ormanın en sık ve karanlık yerinde yaşayan bir ormantanrısı temsil etmeye başladı.

Artık çiftçi de her demette bir ruh yaşadığınainanmıyordu. Kafasında bütün ürünlerin ruhlarıbirleşerek, başakları büyüten bir tek berekettanrıçasına dönüşmüştü.

Eski ruhların yerini alan bu tanrılar, artık insanlarınarasında yaşamıyorlardı. Bilgi, onları insanın yaşadığıyerlerden gittikçe daha uzaklara kovuyordu. Tanrılarda mesken olarak insan ayağının basmadığıkaranlıkları aydınlatıyor, dağları saran sisleridağıtmaya başlıyordu.

Yeni yerlerinden de kovulan tanrılar, bu sefergöklere çıkıyor, denizlerin dibine iniyor, yerinderinliklerinde, yeraltı ülkesinde gizleniyorlardı.

Zaman geçtikçe tanrılar insanların arasında dahaseyrek görülmeye başladılar. Tanrıların yeryüzüneinerek savaşlara, yahut bir kalenin kuşatılmasınakatıldıkları yolundaki efsaneler ağızdan ağızadolaşmaya başlamıştı.

Kılıç ve mızrakla silahlanmış tanrılar, insanlararasındaki kavgalara karışıyorlardı. Son dakikada,başkomutanı kara bir bulutla koruyan ve düşmanlarayıldırımlar indiren de onlardı. Bu efsaneleri anlatanlar,bunun çok eski zamanlara ait olduğunu da eklerlerdi.

Böylece insan deneyi gittikçe daha uzaklaragidiyor ve tanrıları yakınlardan uzaklara, şimdikizamandan geçmişe, bu dünyadan öbür dünyayaçekilmeye zorlayan ışık dairesi yavaş yavaşgenişliyordu.

Tanrılardan bir şey istemek de gittikçegüçleşiyordu. Önceleri herkes mucizeler gösterebilir,törenler yapabilirdi. Eskiden törenler de basitti.Örneğin yağmur yağdırmak için ağza alınmış suyuoyun sırasında püskürtmek yeterliydi. Bulutlarıdağıtmak için de dama çıkıp yeli taklit edereküflemek gerekirdi.

Sonraları insan bu şekilde ne yağmur yağdırmanın,ne de bulutları dağıtmanın mümkün olduğunuanlamıştı. İnsanlar, tanrıları büyüyle kandırmanın zorolduğunu görüyorlardı. Bunun için de insanlarlatanrılar arasına, bütün karışık törenleri ve tanrılarla

ilgili efsaneleri bilen kâhinler giriyordu.

Eski zamanlarda büyücü, herhangi bir avcıoyununda yalnız bir tören idarecisi vazifesini görürdüve ruhlara, soydaşlarından daha yakın değildi.

Kâhinse büsbütün başkaydı. Kâhin kutsal sayılanbir ormanda, tanrıların komşusu olarak yaşardı.Tapınağın damına çıkar, yıldızlı gökyüzü kitabındantanrıların iradesini okurdu. Yıldızların kitabını yalnız ookuyabilirdi. Savaştan önce hayvanların iç organlarınıyoklayarak fal açar ve savaşın kazanılacağını veyakaybedileceğini bildirirdi.

Böylece kâhin, insanlarla tanrılar arasında aracıolmaya başlamıştı.

İnsanlardan gittikçe uzaklaşmakta olan tanrılarınherkese aynı gözle baktıkları zamanlar çoktangeçmişti. İnsanlar, kendilerine ve yaşayışlarınabaktıkları zaman, artık önceki eşitlikten bir izgörmüyorlardı. Kâhinler: “Zaten böyle de olmalı,insan her şeyi tanrılara emanet etmelidir.Padişahların ve kralların, halkları idare etmeleri gibitanrılar da dünyayı idare ederler” diyorlardı.Kâhinlerin bu öğütlerine herkes kulak asmıyordu.

Kâhinlerin bu öğütlerine herkes kulak asmıyordu.Tanrıların buyruğuna boyun eğmek istemeyenler devardı.

Bir gün gelecek, bir Yunan şairi “Zeus’un adaletinerededir?” diye soracaktı. “İyiler acı çekiyor,kötülerse mutluluk içinde. Çocuklar babalarınıngünahları için cezalandırılıyor. İnsanların arasındakalan tek tanrıya, Umut tanrısına yalvarmak kalıyoryalnız. Bütün tanrılar Olymposa çekildiler.”

Dünya Genişliyor

İlkel insan gerçeği masaldan, bilgiyi körinançlardan ayıramazdı.

Kaymağın sütten ayrılıp sütün yüzeyindetoplanması gibi, bilginin de kör inançlardan ayrılıpbaşlı başına bir varlık olması için binlerce yılgerekmişti.

Yunanlılar, bize İlyada ve Odysseia’yla eski türküve destanlarını bırakmışlardı. Bu destanlar,Yunanlıların Troya’yı nasıl kuşatıp tahrip ettiklerini,sonra Yunan kavimlerinden birinin önderiOdysseus’un, yurdu İthaka Adası’na dönünceyekadar denizlerde başından geçenleri anlatırlar. Troya

önlerinde tanrılar insanlarla yan yana savaşırlar,bazıları kuşatanlardan, bazıları da kuşatılanlardanyanadırlar. Gözdelerinden biri ölümle yüz yüzegeldiğinde tanrılar onu savaş meydanından sağsalim kaçırırlardı. Olympos Dağı’nın tepesindetanrılar ziyafetlerde keyif çatarken, savaşa yenidenbaşlanıp başlanmaması ya da birbirine düşman olanhalkların barıştırılıp barıştırılmaması hususundaaralarında görüşürlerdi.

Bu destanlarda gerçek, uydurmalarla karışmıştır.Burada hangi kısım tarih, hangi kısım masaldır?Yunanlılar gerçekten bir zamanlar Troya önlerindesavaşmışlar mıdır? Sonra, Troya diye bir şehirgerçekten var mıydı?

Arkeoloğun küreği bütün şüpheleri dağıtıncayakadar bilim adamları bu konuda bir haylitartışmışlardır. İlyada’yı rehber edinen arkeologlar,Anadolu’ya gidip Troya’nın harabelerini gösterilenyerde buldular.

Odysseia’da anlatılanların hepsinin uydurmaolmadığı anlaşıldı. Bunu coğrafyacılar ispat ettiler.Bilim adamları, Odysseus’un yolunu harita üzerinde

izleyebildiler. Haritaya bakarsanız, Lotophagoslar(Lotosyiyenler) ülkesini, Aiolis Adaları’nı, hattaOdysseus’un gemisinin bir yere çarpmaktan güçkurtulduğu Skylla ve Kharybdis geçidini bilebulabilirsiniz.

Lotophagoslar ülkesi Afrika’nın Trablusgarp kıyısı,Aiolis Adaları, şimdiki Lipari Adaları, Skylla ileKaraibdes ise Sicilya’yla İtalya arasında boğazdır.

Odysseia’da her şey uydurma olmamaklaberaber, antik dünyanın coğrafyasını Odysseia’danöğrenmek isterseniz, büyük bir hata işlemişolursunuz.

Bu gezi kitabında coğrafya masal gibi bir şeydir.Kitapta, dağlar canavarsa, adalarda yaşayan ilkelinsanlar da tek gözlü dev yamyamlara çevrilmişlerdir.

O zamanın insanları, yalnız doğup büyüdükleriyerleri iyi bilirlerdi. Gerçi tüccarlar gemileriyledenizlerde dolaşırlardı, ama kıyılardan uzaklaşmayacesaret edemezlerdi. Denize açılmak tehlikeliydi.Çünkü gemilerde pusula, harita yoktu, rotayı güneşeve yıldızlara göre tayin ederlerdi. Bir adada herhangibir kaya, kıyıdaki yüksek bir ağaç, fener yerini tutardı.

bir kaya, kıyıdaki yüksek bir ağaç, fener yerini tutardı.

Denizde binlerce tehlike gizliydi. Bir taşabenzeyen geniş gemi, en hafif dalgalarda bilesallanırdı. Esnek olmayan yelkenlerle başa çıkmakzordu. Rüzgâr insana hizmet etmek istemiyor ve birtüyle oynar gibi gemiyle oynuyordu.

Sonunda gemi kıyıya yanaşıyordu. Yorgundenizciler, gemiyi karaya çekiyorlardı. Kıyıdadinlenebilirlerdi, fakat içleri rahat değildi. Yabancıülke, denizden de korkunçtu. Denizciler başkadenizcilerden işittikleri yamyamları görür gibioluyorlardı. Tanımadıkları her hayvan, büyüyerekonların gözünde deve çevriliyordu. Denizciler,kıyılarına çıktıkları ülkenin içerilerine girmeye cesaretedemiyorlardı.

Yine de, her yeni sefer dünyayı genişletiyordu.Denizcilerin en cesurları, okyanusun başladığı denizkapılarına kadar giderlerdi. Denizciler, okyanusu daevren gibi uçsuz bucaksız sanırlardı. Evlerinedöndüklerinde, dünyanın sonuna kadar gittiklerini veonu her yandan okyanusun kuşatmış olduğunuanlatırlardı.

Aradan binlerce yıl geçecek ve insanlarAvrupa’dan Hindistan’a, Çin’den Avrupa’ya gidipgeleceklerdi. Denizciler okyanusu aşarak insanlarınyaşadığı yeni topraklar bulacaklardı. Ama masal,daha uzun süre coğrafyayla birlikte yürüyecekti.

Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb yeryüzündecennetin bulunduğu bir dağın varlığına inanırdı.İspanya Kraliçesi’ne, cennete yaklaşıp dolaylarınıinceleyeceğini umduğunu yazmıştı.

XV. yy.’da Rusya’da, Ural Dağları’nın arkasında,kışı ayılar gibi uykuyla geçiren halkların yaşadığınainanırlardı. Doğu Ülkelerinde Yaşayan Tanımadığımızİnsanlar Hakkında başlıklı eski bir el yazması kitapvardır. Bu kitapta, ağızları tepelerinde, başsız vegözleri göğüslerinde olan insanlardan etraflıca sözedilmektedir.

Bu bize gülünç geliyor. Günümüzde deromancıların, hayali insanların bugüne kadargidemediği dünyaları, garip yaratıklarla doldurmuyormı?

Dünyamız artık iyice incelenmiş, öğrenilmiştir.Bunun için de yazarlar kahramanlarını sık sık yerin

Bunun için de yazarlar kahramanlarını sık sık yerinmerkezine, Mars’a, Ay’a gönderiyorlar.

İlk Ozanlar

Her geçen yüzyılla, insanların hayatında gizli veesrarengiz şeyler de azalıyordu. Zanaatçı, kendiellerine ve gözlerine, gittikçe daha çok inanmaya,büyüye daha az başvurmaya başlamıştı. Bir vadiyeçöken sisin, güneşin doğmasıyla dağıldığı gibi, büyüde yavaş yavaş insanların hayatından u-zaklaşıyordu.

Büyü, daha çok törenlerde, kutsal oyunlarda, dansve türkülerde tutunuyordu. Uyanmakta olan insan aklı,büyüyü buralardan, yani yurdundan da söküpatıyordu.

Büyü, zamanla oyunlardan ve türkülerden ayrılıyorsadece oyun ve türkü kalıyordu.

Yunanistan’da çiftçiler, insanlara bolluk getirenDionysos şerefine oyunlar tertip ettikleri zamanbunlar, başlangıçta kutsal oyunlardı. Koro doğaya,kış uykusundan uyanıp insanlara ekmek, meyve veşarap vermesinde yardım etmesi için Dionysos’unyeniden dirilmesi hakkında şarkılar söylerdi.

Yüzlerine hayvan maskeleri takmış insanlar, köydekurban sunulan yerin çevresinde dans ederlerdi.

Solist, Dionysos’un çektiği cefaları anlatan birşarkı söyler, koro da nakaratla cevap verirdi.

Bu eski törensel oyun, artık bir tiyatro temsilinebenziyordu. Solistin ve maskeli insanların şahsında,geleceğin aktörlerini görmek mümkündü. Solistyalnız Tanrı’nın cefalarını anlatan şarkılar söylemeklekalmaz, şarkısına hareket de katardı. Göğsünüyumruklar, ellerini göğe kaldırırdı.

Tanrının dirildiğine yani doğanın uyandığına kanaatgetirdiklerinde, maskeli insanlar kendilerini çılgınlıkderecesini bulan bir neşeye bırakır, birbirlerine takılır,gülüşerek şakalaşırlardı.

Birkaç yüzyıl daha geçecek, büyü büsbütünkaybolacak, hareketin özü kalacaktı. İnsanlar, öncekigibi şarkı söyleyip oynayacak, dans edeceklerdi.Ama tanrıların cefaları yerine insanların acıları tasviredilecekti. Seyirciler sahneye bakarak gülecek yada ağlayacak, kahramanlığa hayran olacak, kusur veahmaklıklarla alay edeceklerdi.

Eski koronun solisti daha sonra trajedi aktörüne,maskeli neşeli insanlar da komiklere, soytarılara,palyaçolara dönüşecekti.

Ama solist yalnız ilk aktör değil, aynı zamanda ilkşarkıcıydı da. İlk zamanlarda koroyla birlikte şarkısöylerken, daha sonra tek başına da söylemeyebaşlamıştı.

Böylece türkü törenden ayrılmış oluyordu; şarkıcıhem kutsal oyunlarda, hem de askeri önderin,askerleriyle masa başında keyif çattığı meclislerdetürkü söylerdi. Sazının tellerine dokunarak şarkısöyler ve eski geleneğe göre söz, müzik ve hareketibirleştirerek bazen oynardı bile. Şarkıcı hem solist,hem de koroydu, hem şarkı söyler, hem de nakaratıtekrar ederdi.

Şarkıcı kimlerin şarkısını söylerdi? Tanrıların vekahramanların, en yiğitleri bile kaçmaya zorlayankabilesinin önderlerinin, savaşlarda ölen askerlerin,intikamları alınması gereken kardeşlerinin şarkısını.

Bu şarkı, artık büyü değildi; dinleyenleri yenikahramanlıklara çağıran bir kahramanlık hikâyesiydi.

Ya sevda, bahar, keder şarkıları! Bunlar nasılmeydana gelmişti? Bu şarkılar da, vaktiyledüğünlerde, cenazelerde, ekin biçilirken ya dabağlar bozulurken düzenlenen törenlerdenkopmuşlardı. Bu törenlerde iki koro karşılıklı şarkılarsöylerlerdi.

Bu şarkıları, çıkrık başında genç kızlar söyler,yavrusunun beşiğini sallayan anne tekrarlardı.

Böylece, bahar şarkıları yalnız baharda değil,başka mevsimlerde de, sevda şarkıları da yalnızdüğünlerde değil, düğün dışında da söylenmeyebaşladı.

İlk sevda ve kahramanlık şarkılarını kim yaratmıştı?

İlk kılıcı ve ilk çıkrığı yapanın kim olduğunubilmediğimiz gibi bunu da bilmiyoruz. Aletleri,şarkıları, sözleri, bir kişi değil, yüzlerce kuşakyaratmıştı. Ozan, söylediği türküyü kendisi yaratmaz,sadece işittiklerini başkalarına iletirdi. Türkülerozandan ozana geçerek değişirlerdi. Çaylardanırmaklar meydana geldiği gibi, türkülerden dedestanlar çıkardı ortaya.

İlyada’ya Homeros’un eseridir diyoruz. Homeroskimdir? Onun hakkında bildiklerimiz yalnızefsanelerden ibarettir. Homeros’un kendisi de,övdüğü kahramanlar gibi efsanevidir.

Kahramanlar hakkında ilk türküler yaratıldığızaman, ozan hâlâ kendi soyuna, kendi kabilesinesımsıkı bağlıydı. İnsanlar her işi elbirliğiyle yaptıklarıgibi, türkü de birçok kuşağın kolektif emeğiylemeydana gelirdi.

Ozan, geçmişten miras aldığı bir türküyü değiştiripsüslediği hallerde bile onu kendi eseri saymazdı.

Derken bir zaman geldi ve insan “kendisinin” olanı“başkasınınkinden” ayırmaya başladı. Soy dağılmış,eski birlik kalmamıştı. Artık zanaatçı, kendisini soyunuysal bir aleti olarak hissetmeyip kendisi içinçalışmaya başlamıştı.

Birkaç yüzyıl daha geçecek ve şair Theogonisşöyle diyecekti:

“Sanatımın meyvesi olan bu şiirlerde benimmührüm var. Kimse bunları aşıramaz vedeğiştiremez. Yarın işte diyecekler, Megaralı

Theogonis’in şiirleri bunlar!”

İlkel toplum düzeninde yaşayan bir insan böylediyemezdi.

İnsan “ben” sözünü daha çok kullanır olmuştu.İnsanın kendisi çalışmayıp da, kendi aracılığıyla gizlibir kuvvetin çalıştığını sandığı zamanlar çoktangeçmişe karışmıştı.

II. BÖLÜM1

İnsan Yeryüzünü Dolaşıyorİnsanın beş bin yıl önce yaşadığı dünya dardı. O

zaman bir Mısırlı çevresine baktığında, sağında vesolunda birer duvar gibi yükselen Libya ve Arabistansıradağlarını görürdü. Bunların arasında Nil ırmağıakardı. İleride korkunç kara bir uçurumdu deniz.Arkada, Nil’in fışkırdığı anaforlar ve akıntılarcehennemi vardı. Bunların üstünde de, sıradağlaraoturmuş gibi yeryüzünün mavi tavanı... Mısırlı, bütündünyayı bu daracık odada sanırdı.

Mısırlılar, dünyada başka ırmak ve başka kimseyokmuş gibi, Nil’e “ırmak”, kendilerine de “insan”derlerdi. En yakın komşuları olan bedevileri bileinsan yerine koymayıp, Apopi adlı şeytanın oğullarısayarlardı. Mısırlı, yabancılara insan gözüylebakmazdı. Savaş esirleri öldürülürdü. Askerler ödülalmak için, düşmandan kestikleri eli önderlerinegetirirlerdi.

Kara renk, iyi renk sayılırdı, çünkü Mısır toprağıkaraydı. Toprağı kırmızı olan çölde yabancılaryaşadığı için kırmızı da kötü bir renkti.

Dünyanın uçları birbirinden çok uzak olmadığıhalde Mısırlılar, bunlara yaklaşmaya cesaretedemiyorlardı. Deniz, karşılarında dünyaya açılmışmavi bir kapıydı. Mısırlı, denizi bile aşılmaz bir duvarsanırdı.

Kâhinler deniz tuzunun, kötü deniz tanrısınınağzından akan köpükler olduğunu, bunu sofrayakoymanın günah sayıldığını söylerlerdi.

Yüzyıllar boyunca Mısırlılar, daracık evlerindenuzaklaşmamışlardı.

Zamanla bereketli Nil Vadisi, daha çok buğdayvermeye başladı. Ve insanlar bu nimeti, tamanlamıyla hak etmişlerdi; çalışmış, kanallar açmış,bent ve setler kurmuşlardı. Nil’in sularını tarlalaraakıtarak onları kuraklık tehlikesinden kurtarmışlardı.

İnsanlar toplu halde, yarı bellerine kadar sudaçalıştıkları halde, yine de yapılacak işlere adamyetmiyordu. Artık eskiden olduğu gibi, savaş

esirlerini öldürmek ve ellerini kesmek çıkarlarınauygun değildi. Esirlere, çalışabilmeleri için elleribağışlanırdı.

Tapınaklardan birinin duvarlarındaki kabartmaresimlerde, elleri dirseklerinden bağlı esirler, Mısırlıaskerlerin ardında güçlükle yürüyorlar. Daha çabukyürümeleri için sopalarla tartaklanıyorlar. Bunlaryabancı oldukları için, “şeytanın oğulları”ydılar.

Daha “köle” sözü yoktu. Yepyeni, alışılmadık birşey olan kölelik, eski sözlerle ifade ediliyordu.Esirlere “öldürülmüş canlılar” diyorlardı.

Bu acayip sözlere, tapınakların ve mezarlarınduvarlarında gittikçe daha sık rastlanmayabaşlamıştı. “Öldürülmüş canlılar” kanal açıyor, bent vesetler kuruyorlardı.

Mısır’da hayat değişiyordu. İlkel toplum düzenininyerini kölelik alıyordu.

Bir zamanlar bütün toplulukça birlikte yapılan iş,daha sonra yüzlerce insan arasında bölünmüştü.

Mezar duvarlarında, çiftçi ve zanaatçıları çalışırken

gösteren resimler vardı. Çömlekçi çömelmiş, elletezgâhını çevirir. Marangoz testereyle tahta keser.Kunduracı bir tabureye oturmuş, sandal diker.Demirci kâh bir ayağıyla, kâh diğeriyle körüğebasarak, ocaktaki ateşi körükler. Çiftçi, iki uçlu birüvendireyle öküzleri dürterek çift sürer.

İşbölümü olan yerde değiş tokuş da vardır.Mezarların ve tapınakların duvarlarındaki çalışaninsan tasvirlerinde, alışveriş eden insanlar dagörüyoruz. Sepetinin önünde diz çökmüş bir balıkçı,balık verip demirciden bir deste olta iğnesi alıyor.Çiftçi, meyveleri bir çift sandalla değiştiriyor. Avcı,içinde kuş bulunan bir kafesi verip boncuk alıyor.

Köyde Önce Her Şey Ortaktı

Önceleri köyde her şey ortak olup tarlalarda hepbirlikte çalışılırken, artık toprağın aslan payızenginlerin ve soylu kişilerin elindeydi. Yoksullarakalansa devede kulaktı. Zengin, tarlalarını kendisiişlemez, kölelerine işletirdi. Çift sürme ya da ürüntoplama zamanıysa, özgür köylüler de zenginintarlalarında çalışırlardı. Zengin öldükten sonra bileköylüler, mezarına armağanlar götürürlerdi. Bir

mezar duvarında, ölenin ruhu için kurbanlık kuzular,başları üzerinde meyve dolu sepetler, şarap dolutestiler taşıyan erkekli kadınlı köylüler tasviredilmiştir.

Mısırlıların yaşadıkları dünya hâlâ dardı. Yüzyıllargeçtikçe, yurtlarından daha çok çıkmayabaşlamışlardı. Yol gösteren savaş tanrısı Vepuat,kendilerine önderlik ediyordu. Mısırlılara esir gerekti.Esir de ancak savaşta elde edilebilirdi. Mısırlılarainşaat için sedir ağacı, balta yapmak için bakır,kurdukları saraylar, tapınaklar ve mezarlar için altınve fildişi gerekliydi.

Mısırlılar, yabancılarla gittikçe daha çokkarşılaşmaya başlamışlardı. Yabancının da insanolduğunu anlamaya başlamışlarsa da, bunlarınkendileri ölçüsünde insan olduklarını anlamaktan çokuzaktılar daha.

Mısırlıya göre yabancı zavallı, hor ve hakir görülenbir insandı. Güneş tanrısı Ra, yabancılardan nefretederdi. Güneş, yabancılara değil, Mısırlılara ışırdı.Varlığını ele geçirmek için yabancıyı öldürmek günahdeğildi.

Kılıç gücüyle alamadıklarını, komşularına buğday,araç ve süs eşyaları verip de alıyorlardı.

Mısır’ın güney sınırındaki Elefantin Adası’nda,Mısırlılarla komşuları olan siyah derili fil avcılarıNubyalılar karşılaşırlardı. Mısırlılar bakır bıçaklarını,gerdanlıklarını, bileziklerini yere serer, Nubyalılar dafildişi ve içinde altın bulunan kum getirirlerdi.

Derken pazarlık başlardı.

Zamanla, bu değiş tokuşun yapıldığı yere “fiyat”anlamına gelen “sevene” denmeye başlandı.

Kuzeyde yaşayan öbür komşularsa, mallarınıMısır’a kendileri getirirlerdi. Fenike gemicileri, Mısırkıyılarına gittikçe daha çok uğramaya başlamışlardı.Denizciler, gemiyi kıyıya çekip halatlarla iskeledekitaş babaya sağlamca bağladıktan sonra, ağaçkütüklerini ve bakır filizlerini boşaltmaya girişirlerdi.

O zamanki insanların alışverişi hem ziyaret, hemticaretti; böylece yeryüzünü de öğreniyorlardı.Adalara, dağlara, vadilere ad verilmeye başlamıştı.Bu adlara bakarak, bir ülkede ne gibi zenginliklerbulunduğunu hemen söylemek mümkündür.

Fenike’nin Sedir Vadisi’nde Sedir Ormanlarıvardı. Bakır Adası denen Kıbrıs’tan bakır getirilirdi.Malakit Yarımadası’nda (bugünkü Sina Yarımadası)Malakit denen yeşil bakır taşı çıkarılırdı. Şimdi TorosDağları denilen Gümüş Dağlar’dan da gümüş eldeedilirdi.

Vaktiyle insan, dünyada en çok bulunan şeyinkum, en büyük şeyin de dağ olduğunu sanırdı. Bugünbile çok büyük bir şeye “dağ gibi”, çok küçük birşeye de “kum tanesi kadar” derler.

Zamanla insan, yaşadığı dünyanın sınırlarınıgenişletmeye başlamıştı. Dağlara çıktığında bunlarıngöğe değmediklerine şaşmıştı. Taşı cilalarken,dökülen taneciklere ve meydana gelen çizikleredikkatle bakardı.

İnsan, gözle görülmeyen zerrecikler dünyasınagitgide daha fazla dalıyordu. Küçük şeyler dünyasınınkaranlıklarında, kör gibi el yordamıyla ilerleyerek,madene giden yolu arıyordu. “Bakır evi” denendemirhanede mucizeler yaratabilen demirci, ateşinyardımına başvuruyordu. Ateş de maden filizininiçindeki atomları, yani bakır zerreciklerini bağlayan

zincirleri koparıyor ve bakır pırıl pırıl parlayarakakıyordu.

İnsan en küçük şeyler dünyasında, büyük şeylerdünyasının kapılarına bir anahtar bulmak için, madenfilizi parçasını esrarengiz bir kutuymuş gibi açmayauğraşıyordu. Yani filizden maden eritiyor, madenibaltaya çeviriyor, baltayla gemi yapıyor, gemiyle dedenizleri fethederek büyük dünyaya hâkim oluyordu.

Fenikeliler, Lübnan Dağları’nın eteklerindeki SedirVadisi’nde yüz yıllık ulu ağaçları kesiyor, gemiustaları keskin baltalarla ağaç gövdeleriniyontuyorlardı.

Uzunca bir kiriş kesip gerilen bir ipe göre tesviyeettikten sonra, belkemiğine kaburga geçirir gibikirişe tahtalar geçirirlerdi.

En üste de kaburgaları bağlamak için bir güvertedöşenirdi. Arka kısmı balık kuyruğu, burun kısmı dakuş başı şeklinde yapılırdı.

Fenikelileri, bilinmeyen dünyaya götürecek“acayip hayvan” işte buydu. Sudayken balık gibiyüzsün, dalgaların üstünde de kuş gibi uçsundu.

İyi, ama Fenikeli gemicilerin, geminin arka kısmınaözene bezene taktıkları tahta insancık da neoluyordu? Bu, küçük çekiç tanrısı, cüce Puam’dı.Uzun deniz yolculuğunda onu beraberinde almamakolmazdı. Çünkü Malakit Yarımadası’nın karanlıkmaden ocaklarından filiz çıkarmaya yardım edenoydu. Demirhanede baltayı o dövmüştü. Ustalargemi yaparlarken durmadan çalışan yine oydu.Küçük zerrecikler dünyasından çıkmış olan bu cücetanrı, kendi eseri olan gemiyi, büyük dünyanınenginliklerinde korumalıydı.

Yüzyıllar gelip geçiyordu. Zamanımıza artık beş bindeğil, dört bin yıl kalmıştı.

Fenike gemileri Akdeniz’i karış karışdolaşıyorlardı. Bu denizin en uzak noktasındakiadalara ve kıyılara kolonistler çıkarıyor, buralardaticaret noktaları ve koloniler kuruyorlardı.

Fenikeliler okyanusun kapılarına kadar vararakkarşılarında Cebelitarık kayalarını görmüşler vebunlara Melkart’ın Sütunları demişlerdi.

Melkart bir Fenike tanrısıydı. Fenikeliler Tir

şehrinin surlarını onun ördüğünü sanırlardı. Kimsedaha ötelere gitmeye cesaret etmesin diye,denizden okyanusa çıkılan yerdeki bu sütunları da odikmişti.

“Dur” der gibiydi Melkart denizciye: “Daha ileriyegitme. Zaten yurdundan uzaklardasın. Burada,dünyanın sonunda bari dur!”

Denizciler, yüzyıllarca bu yasağı çiğnemeyecesaret edememişlerdi. Cebelitarık geçidininarkasında görünen uçsuz bucaksız okyanuskorkunçtu. Fakat bilinmeyen ülkelerin servetleri,cesur tüccarları çekiyordu.

Çok kürekli gemiler birbiri ardınca okyanusaaçılıyorlardı. Kürekleri her çekişte, oturdukları yerebağlanmış kürekçilerin zincirleri çınlardı. Kölelerinalınlarındaki damgaları örtülmesin diye tıraş edilmişbaşlarından ter damlardı.

Küreklere her asılışta mesafeler genişliyordu.Fenikeli tüccarlar, vahşi insanların yaşadığı İspanyave Fransa kıyılarınca Kalay Adası denen İngiltere’ye,Kehribar Kıyısı denen Baltık ülkelerine kadargiderlerdi.

giderlerdi.

İnsanlar yeryüzünde dolaşırlarken yeryuvarlağı dagüneşin etrafında dönmeye devam ediyordu.

Yeni yeni yüzyıllar gelip geçiyordu. Artıkzamanımıza dört bin yıl değil, yirmi sekiz yüzyılkalmıştı. İnsan emeğinin devirleri takviminde demirçağı başlıyordu.

Küçük Filistin’de padişah Süleyman gemiyaptırıyor, komşusu ve dostu, Fenike padişahıHiram’dan denizleri iyi bilen gemiciler istiyordu. Bugemilere binen Yahudiler ve Fenikeliler, Kızıldenizyoluyla uzak Hindistan’a giderek, oradan saray vetapınaklar için altın, gümüş, fildişi, sonra maymun vesülün getiriyorlardı.

Denizciler dünyanın duvarlarını zorluyor, onugittikçe daha da geriye itiyorlardı.

Yine de kıyıdan kıyıdan gidiyor, denize açılmaktankorkuyorlardı.

Açık denizde insan yolunu hemen kaybedebilirdi.Çünkü denizle kara, iki ayrı dünyaydı. LübnanDağları’nda yolcu, daha önce açmış olduğu kendi

izlerinden yürür, yani baltayla sedirler üzerindeoyduğu işaretleri izleyerek giderdi.

Arabistan çölünde, eski bir konak yerinde bir yığınkül bulunabilirdi. Kervan yolunda kap kacak kırıntıları,koyun ve deve kemikleri göze çarpabilirdi.

Taşlar bile konuşur, yolun bulunmasına yardımederlerdi. Bunun için, yollardaki kara işaret taşına birtanrı gibi taparlardı.

Yer, binlerce işaretle insana yol gösterir, insan dayerdeki tepe ve vadilere dikkatle bakarak dünyayıdolaşırdı.

Denizde bütün dalgalar birbirine benzerdi. Alttamavi denizden, üstte de mavi gökyüzünden başkabir şey yokken, insan nasıl kaybetmezdi yolunu!

Denize bakmak faydasızdı. Ve denizci böylehallerde, asıl yukarıya bakmak gerektiğini anlamıştı.

Başını gökyüzüne kaldırarak, yıldızlar arasındayolunun işaretlerini aramaya başlamıştı.

Öğleye kadar güneş denizciyi güneye götürür,geceleri de Küçük Ayı, kuzey yolunu gösterirdi.

Küçük Ayı’ya Fenikeliler ‘araba’ derlerdi. Bu, karadada denizde de yolcuların yıldız kümesiydi.

Böylece insan, güneşi ve yıldızları gözleyerekgezegenini tanıyordu. İnsan, kendi gezegenindekidünyanın anahtarını arıyor ve bunu, uçsuz bucaksızyıldızlar âleminde buluyordu...

Bir zamanlar deniz, kabileleri ayırmışken şimdibirleştiriyordu.

Kap kacak, kumaş ve kölelerle birlikte görenek vetöreler, inançlar, ustalıklar denizleri aşıyordu.Resimyazı, Mısır’dan Fenike’ye, Fenike’denYunanistan’a geçerken, yolda değişerek harflereçevrilmişti.

Her Fenike gemisinde not alan, hesap tutan, okuryazar bir adam bulunurdu. Çünkü dönüşte gemi vemal sahibine inceden inceye hesap vermekgerekirdi.

Fenike gemileriyle Asya’dan Avrupa’ya yalnızkeskin Filistin şarapları ve erguvani Sidon kitonlarıdeğil, dünyanın ilk alfabesi de gidiyordu. Fenikedilindeki galer (bir çeşit eski zaman gemisi,

kadırga), vino (şarap), kiton (bir çeşit gömlek) vealfabe gibi kelimeler, Avrupa ve dünya dillerindedeğişmiş şekillerde bugüne kadar yaşıyor.

Uluslar yok oluyor, devletler çöküyor, papirüsruloları yangınların alevlerinde kül oluyordu. Harflersekaybolmuyor, yanmıyordu. Zaman bile bunlarıaşındıramıyordu.

İnsanlığın hafif, fakat sağlam bir köprü gibi birulusu diğeriyle, bir yüzyılı başkasıyla birleştiren buyirmi-otuz işaretten daha büyük serveti yoktu.

Harfler olmasaydı, insan düşüncesinin yüzyıllarboyunca yarattıklarını, hangi bellek saklayabilirdi?Yazıyı bilen bir kimse için belleğin sınırları yoktu.Çoktan kaybolmuş bir dünyayı yenidencanlandırmak, mevcut olmayanı görmek, susmuşolan bir kimsenin sözlerini işitmek için, harfleriyardıma çağırmak yeterdi.

Harfler ulustan ulusa, kuşaktan kuşağa geçerek,dirileri ve ölüleri, yakın ve uzak uluslarla kuşakları,canlı bir insanlık halinde ebediyen birleştiriyordu...

Denizciler, bilmedikleri kıyılara yanaştıklarında,

keşifçiler gönderirlerdi. Burada kimlerin yaşadığınıöğrenmek lazımdı: “Gerçeği bilmeyen vahşiler mi,yoksa tanrılara saygı besleyenler mi?”

Denizaşırı ülkelerden gelenleri, ev sahiplerinin sıksık mızrak ve ok yağmuruyla karşıladıkları olurdu. Bu,davetsiz misafirlere ders olur ve başka sefer dahatedbirli davranırlardı. Mallarını kıyıda bırakıp ateşyakar, kendileri de denize açılırlardı.

Dumanı gören ev sahipleri dikkatle yaklaşarak,bırakılan armağanları alır, kendileri de misafirlerekendi armağanlarını bırakırlardı. Böylece insanlarbirbirlerini görmeksizin ihtiyaçlarını karşılarlardı.

Tüccarlar, artık iyice bildikleri kıyılara yanaştıklarızamansa mesele değişirdi. Gemi kıyıya çekilerek,mallar geminin arka kısmında bir tezgâha serilirdi.Kadınlar geminin çevresini alırlardı. Yerli önderin kızıda arkadaşlarıyla birlikte gelirdi.

Alışveriş hadisesiz geçerdi. Mallar satılıp gemininsuya indirildiği son dakika, birdenbire kurnaztüccarların hayduta, müşterilerin de sıradan birermala dönüştüğü de olurdu.

Kadınlar yakalanıp gemiye götürülürdü. Halk,feryatlar koparsa da iş işten geçmiş olurdu. Rüzgârak yelkeni şişirir, kürekçiler hep birlikte küreklereasılırlardı.

Gemi uzaklaşır, uzaklaşır, sonunda da küçülüpkaybolurdu.

Anneler ağlar, saçlarını başlarını yolar, elbiseleriniparamparça ederlerdi. İhtiyar kadınlar: “Ne yaparsın,tanrılar böyle istemiş. Önderin mağrur kızının bilekaderi buymuş.” diyerek teselliye çalışırlardı.

Anlaşılmaz Yeni Dünya

Gemiler gittikçe daha uzaklara açılıyorlardı.İnsanların karşısında sır ve mucizelerle dolu,kocaman yeni bir dünya duruyordu.

Mucizeler ülkesine düşmek için bilinmeyen,yabancı bir kıyıya yanaşmak yeterdi.

Bu yeni dünyada insanlar, gözleriyle gördüklerinive kulaklarıyla duyduklarını daha pek iyiceanlayamıyorlardı.

Anlamadıkları yabancı bir dil, onlara yarasa çığlığı

ya da bir kuş cıvıltısı gibi geliyordu.

Bunlara göre yüksek bir dağ, göğü tutan birdirekti.

İlk defa gördükleri büyük maymunları, kıllı erkek vekadın sanmışlardı. Bu kıllı insanlar, kendilerineyaklaşıldığında tırmalayıp ısırıyorlardı.

Kıyıdaki bozkırda gördükleri bir yangını, denizeakan geniş bir ateş ırmağı sanmışlardı...

Yeni dünyaya dalabilmesi için, insanın kendisi deyenilenmeli ve başkalaşmalıydı.

İnsan, atın o harikulade hızdaki dört ayağına, sabırlıve dayanıklı deveye hâkim olmuş, bu da kendisineçöl ve bozkırın kapılarını açmıştı. Yüzgeç vazifesinigören kürekler yapıp denizlerde dolaşmayıöğrenmişti. Yabancı ülkelere gidip önceden hiçgörmediği şeyleri görmüştü. Yalnız görülmemiş olanıgörmek değil, anlaşılmayanı anlamak dagerekiyordu. En güç olanı da buydu. Çünkü insançoğu hallerde her şeyi baba ve dedelerinden miraskalan, alışılmış eski ölçülerle ölçerdi. Yeni bir şeygörünce, onda eskiyi arar, bulamayınca da şaşırır,

gördüğünü anlamazdı.

Bir zamanlar Mısırlılar, dünyada kendiırmaklarından başka ırmak yok sanırlardı. Bu ırmak,güneyden kuzeye akar ve Mısırlılar bunun başka türlüolabileceğini düşünmezlerdi. “Kuzey” yazmakistediklerinde, ırmağın aktığı yönde ilerleyen,yelkensiz bir gemicik çizerlerdi. “Güney” yazmak içinde, akıntıya karşı yelkenli bir gemi çizerlerdi.

Zamanla Mısırlılar, dar yurtlarından çıkıp başkaırmaklar gördüler. Fırat’a vardıklarında, bu ırmağınkendilerininki gibi güneyden kuzeye değil, kuzeydengüneye aktığına tanık oldular.

Bu, Mısırlıları öylesine şaşırttı ki, keşiflerini torunlarıda bilsinler diye yazıp ebedileştirmeyi kararlaştırdılar.Firavun Birinci Thutmose’un emriyle, taş sınırdireğine “Fırat’ta su, tersine dönmüş geriye akıyor veyukarıya gidiyor” sözleri yazılmıştı.

Alışılmış küçük dünyalarının dışında, BüyükDünya’ya düştükleri zaman, birçok şey Mısırlılarışaşırtmıştı. Irmağın tarlalarını sulamasına alışmışlardı.Mısır’da yağmur çok seyrek yağardı. Nil taşmasaydı,bütün ülke çoktan çöle dönmüş olurdu.

bütün ülke çoktan çöle dönmüş olurdu.

Derken Mısırlılar yabancı ülkelere gittiler ve oradatarlaları, yer Nil’inin değil, gök Nil’inin suladığınıhayretle öğrendiler. Mısırlıların gök Nil’i dedikleriyağmurdu. Bizim için yağmur, alelade bir şeydir.Mısırlılar içinse, gökten dökülen mucizevi bir ırmaktı.

Mısır’ın sınırları gittikçe genişliyordu. Sınırdireklerindeki yazılar, “dünyaya enine boyuna,doğuya ve batıya hâkim” firavunları övüyorlardı.

Bildikleri dünyanın sınırları genişledikçe Mısırlılardünyanın tek ve en iyi insanları olmadıklarını daha iyianlıyorlardı.

Mısır elçileri, Babil’i kuşatan sağlam kale surlarınıgördüler. Bunlar o kadar genişti ki, üzerinden yanyana dört at geçebilirdi. Elçiler Babil’de asmabahçeler gördüler. Burada, havada sarkarcasına uluağaçlar bitiyor, göllerde kuğular yüzüyordu. Babil’dekademe kademe yükselen tapınaklar, elçilerindikkatini çekmişti. Bilgelikleriyle övünen Mısırlılarbile, Babilli kâhinlerden birçok şeyöğrenebilmişlerdi.

Mısırlılar yabancılara, onların töre ve geleneklerine,

inançlarına gittikçe daha fazla saygı göstermeyealışıyorlardı. Hatta bu o kadar ileri gitti ki, önceleriyalnız öz kız kardeşleriyle evlenen firavunlar, yabancıhükümdar ailelerinden gelin almaya bile başladılar.Tapınaklardan birinin duvarındaki yazılarda kötü havaşartlarına, kuzey ülkesindeki kara kışa rağmen, Hititkraliçesinin firavuna eş olmak için Mısır’a hareketettiği anlatılır.

Daha dün toprağı sulayan gök Nil’ine bakarakşaşan Mısırlılar, artık göğün yere yalnız yağmur değil,kar da gönderdiği ülkelerin varlığını öğrenmişlerdi.

İnsanlar yeniyi görüyor ve yeni tarzda düşünmeyiöğreniyorlardı. Düşünmekse, o zaman inanmakdemekti. Çünkü o çağlarda bilgi, dinle sımsıkıbağlıydı.

Bir zamanlar her şehrin kendi tanrısı vardı. Şehrikoruduğuna, halkının atası olduğuna inanılan bu tanrı,yalnız kendi halkını sever ve yabancıları esir etmedeonlara yardım ederdi.

Zamanla bir şehri diğerinden, bir kabileyibaşkasından ayıran duvarlar, sınırlar, yıkılmayabaşladı.

başladı.

Başka başka kabilelerden insanlar ilkindüşmanca, birbirlerini hor görerek ve birbirlerinegüvenmeyerek, sonralarıysa gittikçe daha uysaltavırlar içinde karşılaşıyorlardı. Yalnız savaşmeydanlarında değil, pazarlarda, limanlarda, törengünlerinde tapınakların önlerinde de bir arayageliyorlardı.

Değişik dillerde konuşan, başka başka tanrılaratapan insanlar, kalabalıkta birbirine karışıyordu.Yabancı tanrının yüzüne hayretle bakıyor ve ondatanıdık çizgiler buluyorlardı. Fenikeliler, Osiris adlıMısır tanrısında kendi tanrıları Adonis’i, ölen veyeniden dirilen doğa tanrısını görüyorlardı.

Her ilkbaharda Mısır’da, papirüsten bir küreyapılırdı. Bu, Set adlı kötü tanrının öldürdüğü Osiris’inbaşıydı. Osiris’in başı sanılan papirüs küre,denizyoluyla Fenike’ye gönderilir, orada kadınlartarafından ağıtlarla karşılanırdı. Adonis-Osiris dirilirve ilkbahar bayramı, yani bütün halklarca kutlananyeniden doğuş bayramı başlardı.

İnsanlar yalnız kendi tanrılarına değil, yabancı

tanrılara da inanmaya başladılar. Mısır’a İştar adlıTanrıça’nın heykelini gönderen Babil Hükümdarı,Firavun’a yazdığı mektupta şöyle der:

“Bütün ülkelerin hâkimi Ninova İştar’ı, ‘Ben Mısır’a,sevdiğim memlekete gidiyorum” derdi.

Çok geçmeden insanlar, bütün halklarınkoruyucusu bir dünya tanrısına inanmaya başladılar.Mısır Firavun’u Ehnaton, bu yeni tanrıya bir tapınakyaptırıp şerefine şunları yazdırdı:

“Yüzyılların hâkimi, ne güzel doğarsın sen! Işınlarınbütün insanlığı aydınlatır. Sen ışınlarını gönderdiğinzaman, tüm ülkeler bayram eder.”

Vaktiyle Mısırlılar güneşin yalnız kendilerinedoğduğunu sanırlardı. Karşılarında dünya açıldıkça,güneşin en uzak halklara da parladığını gördüler veyukarıdaki sözlere şunları eklediler:

“Sen uzak halklara da hayat verdin. Onlara göktenNil gönderdin.”

Mısırlılar yalnız kendilerini insan sayar, tanrılarınyabancıları sevmediklerini sanırlardı.

Zamanla yabancıları daha yakından öğrendiler. Veöyle bir an geldi ki, Mısır’da yabancılar, yerlilerdençok oldu. Yabancı ücretli askerler, Firavun’unarabasına refakat ederlerdi. Yabancı tüccarlar uzakülkelerden mal getirirlerdi.

Dünya tanrısı şerefine yazılan yazıda şunlar davardı:

“İnsanların konuştukları diller çeşitli, derilerininrengi başka... Ama sen, herkese yer veriyor vegereken her şeyi gönderiyorsun...”

Hangi dilde konuşursa konuşsun, her halkayeryüzünde yer vardı...

Böylece daha Ehnaton zamanında, yani üç bin yılönce dünyanın sınırları öylesine genişlemişti ki, Nilkıyılarından yabancı ülkeler görülmeye başlamıştı. VeMısır tapınaklarının duvarlarında, ilk kez “insanlık”sözü belirmişti.

Ehnaton gibi uzağı görenler azdı. Kuvvetli vesoyluları amansızca izleyen ve yabancılara, o zaman“küçük insanlar” denenlerin kendisine yaklaşmalarınaengel olmayan bu hükümdarın, çok düşmanı vardı.

Ölümünden sonra iktidar yeniden kâhinlerin vesoyluların eline geçti. Ehnaton suçlu ilan edildi. Adı,mezar ve tapınakların duvarlarından kazındı.

Etrafta uçsuz bucaksız büyük bir dünya vardı.Fakat eski kafalılar, daha Mısırlılar daracıkdünyalarında yaşarlarken doğmuş eski inançlarayapışıp kalmışlardı.

Ve bu yalnız Mısır’da böyle değildi.

Yüzyıllar sonra Yunanistan’da da böyleydi.

Yunan denizcileri denizlerde dolaşıyor, yeni ülkelerkeşfediyorlardı. Kuzeyde İskitya’ya batıda Sicilya veİtalya’ya kadar gitmişlerdi. Gemilerinde kap kacak,kumaş, süs eşyaları götürür, buğday, şarap ve yağgetirirlerdi.

Eskiden her Yunan ailesinde kadınlar iplik eğirir vekumaş dokurlardı. Her köyün bıçak ve kılıç yapankendi demircisi, kap kacak yapıp desenlerlesüsleyen kendi çömlekçisi vardı.

Zamanla her şey değişmiş, Yunan şehirlerindehayat başkalaşmıştı. Ustanın biri kap kacak yapıyor,

başkası da bunları süslüyordu. Bir demirci kılıç,diğeri de zırh yapıyordu. İş, yalnız ustalar arasındadeğil, şehirler arasında da bölünmüştü.

Miletos yünlü kumaşlarıyla, Korinthos zırhlarıyla,Atina da süslü vazolarıyla ün salmıştı.

Önceleri her çiftçi kendi pişirdiği ekmeği yer,kendi bağında yetiştirdiği üzümün şarabını içer vekendi koyunlarının yününden, evde dokunmuş abagiyerdi. Sonraları birçok Miletoslu dokumacı,dedelerinin çiftçi olduklarını hatırlamaz olmuştu.

Buğday ekmek, asma yetiştirmek nesine gerekti?Dokuduğu kumaşları, denizaşırı ülkelerden getirtilmişekmek ve şarap karşılığında tüccara satmak dahakârlıydı.

Miletos limanından her gün, iri kara gövdeligemiler kalkıp uzak ülkelere, İtalya’ya ve İskitya’yagiderlerdi. Orada, yabancı kıyılardaki Yunankolonilerinde, Yunanlılarla yerli halk arasında değiştokuş yapılırdı.

Karadeniz kıyılarındaki Olbiya’da Miletoslutüccarlar, İskit beylerine siyah şekillerle süslü vazolar

ve zengin nakışlı yünlü kumaşlar satar, bunlarakarşılık gemilerine buğday doldururlardı.

Yunan denizcilerinin bildikleri dünya, gittikçegenişliyordu.

İhtiyarlar çocuklara, bilinmeyen yabancı ülkelerdeyaşayanların canavar oldukları hakkında masallaranlatmaya devam ediyorlardı.

Messina Boğazı’nda artık Yunan şehirleri peydaolmuştu. Buna rağmen Yunanlılar hâlâ bu darboğazda denizcileri gözleyen canavarların, yaniSkylla ile Kharybdis’in yaşadıklarına inanırlardı.

Dünyanın sınırları Kalay Adası’na, KehribarKıyısı’na, İskitya’ya ve Hindistan’a dayanmıştı. Fakatbirçokları Dünya’ yı hâlâ Odysseus zamanındaki gibidar ve küçük olarak tasavvur ediyorlardı.

Bu küçücük dünyada yuvarlak ve yassı yeryüzünü,bakır gök kubbe bir sahan kapağı gibi örterdi. Batıdave doğuda iki kapı vardı. Her sabah şafak Tanrıçası,doğu kapısını açar ve kanatlı dört at koşulu arabası,yani Güneş, gök kabuğuna yükselirdi. Akşamleyin debatıda, Okyanusun ardında batı kapısı açılır ve yorgun

atlar, gökten Gece ülkesine inerlerdi.

Odysseus’un yurdu İthaka Adası’nın yakınlarındabeyaz bir kaya vardı: Leukes kayası. Hemenarkasında, yeraltı ülkesinin kapıları açılırdı.Yunanlıların kanısına göre, yeraltı ülkesindekiçayırlarda solgun asfodelus çiçekleri biter, bulutkümeleri halinde ölülerin gölgeleri uçuşurdu.

İnsanlar bu güzelim masalları dinliyor ve gözleriylegördükleri gerçek dünyayı unutuyorlardı.

Bu insanlar denizler aşmış ve dünyalarının sınırlarınıgenişletmişlerdi. Fakat büyük yeni dünyaya gelinceyeni bir engelle, yani görünmez olmakla beraber çoksağlam alışılmış görüşler ve kökleşmiş tasavvurlarduvarıyla karşılaşmışlardı.

Eski tanrılar bu duvarı koruyor, savunuyorlardı.

Onu yalnız bilim yıkabilirdi.

Bilimin İlk Sözü

Çoğu zaman bilimin “son sözü” şöyledir, böyledirderiz.

Ya bilim ilk sözünü ne zaman söylemişti?

Eğer bildiğimiz ilk bilimsel eserin doğduğuzamanı, bilimin ilk sözü olarak kabul edersek, bu sözMilat’tan 547 yıl önce, Yunan şehri Miletos’tasöylenmiştir. Doğu Hakkında başlıklı bu eseriMiletoslu Anaksimandros yazmıştır.

O halde 1953 yılında bilim, iki bin beş yüz yaşınagirmişti.

Fakat bilim daha yaşlı değil mi?Anaksimandros’un öğrencileri vardı da, öğretmenleriyok muydu? Vardı tabii. Biz onun da öğretmeniolduğunu biliyoruz. Bu, Miletoslu tüccar, denizci vebilgin Thales’ti.

MÖ 585 yılında Miletos halkı, güneşin tutulduğunubir defa daha görmüştü. Güneş tutulmaları önceleride olur ve her zaman şehirde büyük heyecandoğururdu. Bu sefer halkı, güneşin tutulmasındançok, bu olayın önceden hesaplanıp haber verilmişolması şaşırtmıştı. Ve bunu haber veren, hemşerileriThales’ti.

Thales de ilk bilgin değildi. Onun da öğretmenleri

vardı. Bir söylentiye göre, Thales gemiyle Mısır’a tuzalmaya gitmiş ve orada piramitlerin yüksekliğiniölçmeyi öğrenmişti. Güneş tutulmalarını hesaplamayıise Thales, Babillilerden öğrenmiş olsa gerek.

Bilim Miletos’ta doğmamış, oraya başkaülkelerden gelmişti. Miletos, boşuna dünyanın dörttarafına giden deniz ve karayolları kavşağındabulunmuyordu.

Her gün limandan Miletos yapağısı ve vazolarıylayüklü, iri kara gövdeli gemiler kalkardı. Bunlardanbazıları İskitlerin ülkesindeki Olbiya’ya, bazıları daMısır’daki Naukratis’e ya da İtalya’daki Sybaris’egiderdi.

Karadan da, bağlarla zeytinliklerin bulunduğuovaların, merinos sürülerinin otladığı meralarınyanından doğuya, yani Libya’ya, İran’a ve Babil’egiden kervanlar ağır ağır geçerdi.

Babil’de her tapınak, aynı zamanda bir gözetlemeve düşünme yeriydi. Hatta tapınak, dış görünüşüylebile evreni, gezegen ve yıldızları hatırlatmalıydı. Budağ gibi bir evdi, evren eviydi. Birbiri üstüneoturtulmuş yedi kulesi, göğe yükselen dev bir

oturtulmuş yedi kulesi, göğe yükselen dev birmerdivenin basamaklarına benziyordu. Gökteki yediyıldıza göre, yedi basamak yapılmıştı. Tapınağındibindeki mermer havuz, Babillilerin inançlarınagöre, dünyanın peyda olduğu su deryasını temsilederdi. Etrafta sıra sıra sütunlar, bunların ötesindekiyüksek duvarın arkasında da laboratuvarlar, okul,kitaplık ve arşiv vardı.

Küçük dar bir oda olan okulda, öğretmenin dizinindibinde öğrenciler otururdu. Açık havalardaöğrenciler, balçıktan defter ve kitaplarını alıptapınağın avlusuna çıkarlardı.

Yandaki kitaplıkta, balçık levhacıklara yazılmış bukitaplardan yığınlarla vardı. İçlerinde binlerce yılınbilgisi toplanmıştı. “Enuma eliş”, yani “daha yukarıda”sözleriyle başlayan levhacıklardan birinde,“yukarıdaki göğe ve aşağıdaki toprağa daha adverilmemişken”, yani yerle gök yokken olup bitenleranlatılırdı.

Ve dünyanın doğuşu hakkındaki hikâye yedilevhada anlatılmıştı.

Balçık levhalara yazılmış başka kitaplarda,

“otlayan koyunlardan”, yani yıldızlardan ve “yedikoçtan”, yani gezegenlerden, güneşin açtığı Zodyakkuşağı üzerinde yer alan takımyıldızlardan, yılın günve aylarının hesaplanmasından, yıldızlarınbüyüklüğünden, güneş tutulması hesaplarındanbahsedilirdi. Burada çeşitli el kitapları ülkelerin,dağların, ırmakların, kanalların, tapınakların listeleri,sonra sözlükler, okuma kitapları, gramerörneklerinden derlemeler vardı. Tıp el kitapları ve ilkcoğrafya haritaları da buradaydı. Bunlarda dünya,daire şeklinde çizilmişti. Dünyayı, “Acı Irmak”, yaniOkyanus kuşatıyordu. Dünyanın ortasındakidağlardan Fırat Irmağı akıyordu. Fırat’ın sağ vesolunda da dünyanın bütün ülkeleri daireciklerşeklinde gösterilmişti.

Kitaplıkta zooloji kitapları da vardı. Bunlarda bütünhayvanlar sınıflara ve türlere ayrılmıştı. Bir sınıftakuşlar, başka bir sınıfta balıklar, bir başkasında dadört ayaklılar toplanmışlardı. Dört ayaklılar daköpeklere, eşeklere ve öküzlere bölünmüşlerdi. Bulistede aslan, köpekler arasında, at da eşeklerarasındaydı. Herhalde Babilliler aslanı da, atı daköpek ve eşekten sonra tanımışlardı.

Kitaplıkta matematik kitapları da az değildi.Babilliler dört işlemden başka şeyler de bilir,sayıların karelerini, küplerini hesaplamayı, yine kare,küp ve başka kökler bulmayı, ikinci derecelidenklemler çözmeyi becerirlerdi. Dairenin çevresinive piramidin hacmini ölçmeyi de bilirlerdi. Daireninçevresini, çapına bölerek sonraları matematikçilerinsık sık karşılaştıkları π sayısını bulmuşlardı. GerçiBabilliler bu sayıya yaklaşık olarak π = 3 demişlerdi.

Biz de hesaplarımızda π’nin yaklaşık değerini,yani 3,14’ü kullanmaz mıyız?

Biz de Babilliler gibi, daireyi 360 dereceye, yılı 12aya böleriz. Bizim haftamızda da 7 gün var, çünküBabilliler 7 gezegen bilirlerdi (ay ve güneşi degezegen sayarlardı).

Babillilerden sonra Fransızlar da pazartesiye Aygünü, salıya Mars günü, çarşambaya Merkür günü,perşembeye Jüpiter günü, cumaya da Venüs günüderler. Almanlar ve İngilizler, pazara güneş günüderler, çünkü eski Samiler yani Babilliler öylederlerdi.

Saatin kadranına baktığımızda, işaretler veçizgicikler görürüz: On iki saat ve altmış dakika.Günü ve saati böyle bölen yine Babillilerdi.

Miletos’tan çıkıp bilimin izinden yürüyerek BabilTapınağı’na geldik. Fakat izler zinciri, tapınağınavlusunda durmayıp daha ötelere, Fırat kıyılarındakisulama kanallarına, bent ve setlere, dünyanın ilk sukemerlerine, Babil tüccarlarının bürolarına, hükümdarsarayının kapısına kadar gider.

Tapınakta kâhinler bilimle uğraşırdı. Niçinuğraşıyorlardı? Çünkü gerekliydi. Okullardaçocuklara dualar ve tanrılar hakkında destanlarezberletilirdi. Bununla birlikte toprak kesimlerininyüzölçümünü ölçmeyi, iş mektupları yazmayı, deftertutmayı, yıldızlara bakarak ırmakların taşmasınıönceden hesaplamayı da öğretirlerdi.

Öğrenciler büyüdüklerinde kâhin olurlardı. “Kâhin”ve “hesap” sözleri balçığa, çivi yazısının benzeriişaretlerle çizilirdi.

Kâhinler yalnız tanrıların değil, hükümdarların dahizmetindeydiler. Bunlar hükümdarın kalemodasında, mahkemede, arşivde kâtiplik yaparlardı.

odasında, mahkemede, arşivde kâtiplik yaparlardı.

Babilliler bilimi dinden ayırmazlardı. Onlara göreikisi de aynı şeydi. Babil’de her doktor büyücü, herastronom müneccimdi.

Aradan binlerce yıl geçti. Babillilerin dini hakkındapek az kimse bilgi sahibi olduğu halde Babil bilimibugün de takvimlerde, saatlerde ve matematikkitaplarında yaşıyor.

Babil bilimi dediğimiz, bizimkinden ne kadarbaşka! Günümüzün bilimiyle kıyaslanamayacakkadar sınırlı. Fark yalnız bunda değil.

Yassı levhacıkların, alıştığımız kitaplara hiçbirbenzer tarafı yok. Bunları okumayı öğrendikten sonrabile yazılan şeylerin anlamını birden kavrayamayız.Çünkü binlerce yıl önce yaşamış insanlar, bizimdüşündüğümüz gibi düşünmezlerdi. Burada birdilden diğerine çevirmeyi öğrenmek yetmez. Birdüşünüş tarzından diğerine çevirmeyi de bilmekgerek.

“Enuma eliş”... “Yukarıda daha gök yokken veaşağıda daha yer yokken, ilk varlık olan yaradanApsu, Mummu ve bütün bunları yaratmış olan Tiamat,

suları karıştırıyorlardı. Toprak yoktu, ada yoktu, hiçbirtanrı yoktu, kimsenin adı yoktu, kimin ve neyin neolacağı daha belli değildi. Tanrılar o zamanyaratıldı...”

Daha ilerde, Tanrı Apsu’nun ve karısı Tiamat’ın,kendi oğulları olan Tanrı Marduk’la nasıl savaşagiriştiklerini okuyoruz. Marduk Apsu’yu öldürmüş,Tiamat’ı midye gibi ikiye ayırmış, bir yarısından dayeryüzünü yaratmış.

Bunu yazanlar, bizim gibi düşünmeyi dahabilmiyorlardı. Boşluğu yani uzayı, tanrıların atası Apsuşeklinde tasavvur ederlerdi. Ve inançlarına göredünyanın doğmuş olduğu su deryasına, basbayağı sudemezlerdi. Onların nazarında su, Tiamat anaydı.

Nasıl ve neden doğdu? diye sormazlardı. Soruyubaşka türlü koyarlardı: Her şey kimden doğdu?Hangi babadan ve anadan?

İnsanlar binlerce yıl boyunca klan bağlarıyla sımsıkıbağlıydılar. Ve uzun zaman dünyada her şeyin, anababayla çocuklar gibi akrabaları olması gerektiğinisanıyorlardı.

Biz bile eski alışkanlıkla “toprak ana” demezmiyiz?

İşte başka bir levhacık; güneşin tutulması üstüne.

“Nisan ayının birinde güneş kararırsa Akkadhükümdarı ölecek. Eğer ayın birinde güneş kararır,batarken ışığı parlak olursa ve eğer ay da tutulursa, oyıl hükümdar ölecek. Eğer güneş tutulması ayın onbirine rastlarsa, vahşi insan sürüleri ülkeyi yağmaedecekler, memleket mahvolacak, insanlar insan etiyiyecek. Güneş temmuzun dokuzunda tutulursa,Tanrıça İştar merhametinin yere inmesine izinverecek, yeryüzüne adalet inecek.”

Babilliler, bir güneş tutulmasından diğerine kadarkaç yıl, kaç ay ve kaç gün geçeceğini biliyorlardı.Güneşin tutulması, onlar için bir gök olayı olmayıpuğur veya uğursuzluk getiren bir işaret sayılırdı.Babilliler, gözlemlerini yüzyıllar boyuncatoplamışlardı. Arşiv ve kitaplıklar, balçık levhacıklarayazılmış el kitapları ve cetvellerle doluydu. Bunlardabirçok bilgi toplanmıştı. Bilgi, henüz kör inançlardanayrılmamıştı. Bu kitaplar büyü ve dualarla doluydu.Hasta dişe, tedavi için banotuyla karıştırılmış reçine

koymadan, tanrının gökyüzünü, gökyüzünün yeri, yerinırmakları, ırmakların kanalları, kanalların çamuru,çamurun kurtçuğu yarattıkları, kurtçuğun da dişegirdiği hakkında, uzunca bir dua okumak gerekirdi.Dua, kurtçuğa, “Tanrı Ea, var gücüyle seni dövsün”diyerek sona ererdi.

Böylece bilimin köklerini araştırırken, onun halendin ve büyüyle sımsıkı örülü olduğu zamana vardık.

Miletos’tan doğuya, Babil’e gidecek yere güneye,yani Mısır’a gitmiş olsaydık, orada da aynı şeyibulurduk.

Mısır’da da çocuklar okullarda dualarla birlikte,tarla ölçmenin kurallarını ve mektup örneklerinikopyalarlardı. Orada da kâhinler bilgin, bilginlerkâhindi.

Kâhinler, taş bir merdivenden Nil’e inip ırmaktakisu seviyesini, tapınağın duvarına çizdikleri işaretlerlekontrol e-derlerdi.

Zaman, gündüzleri güneş saatine göre, geceleyinde yıldızlara göre tayin edilirdi. Bunu kâhinleryapardı.

İki kâhin, yassı damda kendilerine ayrılan yerdekarşı karşıya, kımıldamadan, dimdik otururlardı.İstemeyerek ileriye ya da geriye eğilmemek için,kendilerini çekülle yoklarlardı. Kâhinlerin her biri hemgözlemci, hem de aletti, alettense dakiklik istenirdi.

Yerinden kımıldamaksızın oturan kâhin, Sirius’unya da herhangi başka bir yıldızın, karşısındaki kâhininomuzu üzerine, sonra da kulak hizasına geldiğinigördüğünde artık sadece cetvele bakıp saatisöylemek mümkündü.

Mısırlı kâhinler zamanı ölçmede ustaydılar.Kâhinlerde su saatleri de vardı. Bunlarda zaman,delikli bir kaptan akan suya göre tayin edilirdi. Mısırtakvimi, bizimkinden çok az farklıydı: Yıl 12 aydan, ay30 günden ibaretti. Yılın sonuna, yetmeyen 5 gündaha eklenerek 365 gün doldurulurdu.

Mısırlı kâhinler, vakti niçin böyle dikkatleölçüyorlardı?

Sadece dua saatlerini, bayram ve tören günlerinigöstermek için mi?

Hayır, asıl mesele kâhinlerin Nil’in taşacağı zamanı

isabetle tahmin etmeleriydi.

Bilim Mısır’da da, hayatta ve insanınçalışmalarında lazım olduğu için gelişiyordu.

Cebir problemlerini çözerken, bilinmeyeni hep “x”harfiyle belirtiriz.

Mısırlılar, cebirde “x” yerine “yığın” yazarlardı. Bu,matematiğin gökte değil, yeryüzünde doğduğunuhemen gösteriverir.

İlk matematik problemlerinde “x”, bir yığındakitanelerin sayısıydı. Yığının yüksekliğini ve tavanınıölçerek, bunda kaç buğday tanesi bulunduğunuhesaplarlardı.

Sonraları da, her bilinmeyene “yığın” denmeyebaşlandı.

Mısırlılar gökle yeri tasvir ederken, bunları tanrışeklinde çizerlerdi: Yer tanrısı aşağıda yatar,yukarıda da başının üstünde iki eliyle gök tanrıçasınıtutan hava tanrısı dururdu. Gök tanrıçasının etrafındayaldızlar pırıldardı.

Bu durumda, dinin nerede bitip bilimin nerede

başladığını anlamak zor.

Miletos’tan Babil’e ya da Mısır’a gideceğimize,üçüncü bir yolla batıya, yani Miletosluların doğduğuyerlere de gidebilirdik.

Miletoslular beraberlerinde, eski yurtlarıYunanistan’dan ne getirmişlerdi?

Dil, inanç, görenek ve töreler.

Miletos’ta da Yunanistan’da da aynı tanrılarainanılır, söylentiye göre eski ozan Homeros’undüzmüş olduğu destan - şarkıları söylenirdi.

Bunları okurken yine din, bilim ve şiirin, ortak birgövdeden henüz üç dala ayrılmadığı zamanlaradüşeriz.

İlyada ile Odysseia, Yunanlıların neye inandıklarınıve ellerinden neler geldiğini anlatır.

Homeros’ta teknik, dinle kopmaz bağlarla bağlıdır.Ozan, silah atölyesini, güçlü bir demircinin balyozlaAkhilleus’un kalkanını nasıl dövdüğünü tasvir eder.Demirci alelade bir insan değil, tanrı Hephaistos’tur.

Odysseia’da, o zamanki denizcilerin tümbilgilerine rastlamak mümkündür. Homeros, fırtınalarıbütün ayrıntılarıyla öyle anlatır ki, onun hikâyelerinegöre hava haritaları yapmak ve Odysseus’ungemilerini hangi kasırgaların hırpalamış olduğunusöylemek işten değildir.

Homeros’ta her rüzgâr bir tanrıdır.

Ya Hesiodos’un şiirleri?

Bu köylü ozan, dağlık Boiotia’nın küçükköylerinden Askra’da yaşardı. Şiirlerini, hükümdar vebeylerin cümbüşlerinde değil, yurdunda, köylülerinderneklerinde okurdu.

Söylentiye göre, Hesiodos’un yurdu, esinperilerinin de (Mousalar) yurduymuş. Esin perileriburaya yakın Helikon Dağı’nda halay çekerlermiş.Bura köylüleri, yalnız taştan ev yapmayı değil, türküdüzmeyi de bilirlermiş.

Soğuk kış günlerinde yapacak iş kalmadığı zamanAskra halkı, herhangi bir güneşli tepede toplanırdı.Hesiodos, lyr ya da kytara çalmasını bilmediği için,eline aldığı değneği yere vura vura tempo tutarak

kafiyeyle, bildiği şeyleri anlatırdı.

Hesiodos, Ülker Takımyıldızı (Pleiades) ufuktagöründüğü zaman ekini biçmeye, batıp gözdenkaybolunca da toprağı ekmeye başlamak gerektiğinisöylerdi. Denizler ötesine mal götürmek için, karagövdeli iri gemileri ne zaman suya indirmek; kıyıyaçekilmiş bir geminin etrafına, dalgalar gemiyisürüklemesin diye taş yığmak; iyi kuruması içindümeni ocak başına koymak gerektiğini anlatırdı.

Bundan sonra da tanrıların nasıl doğduklarına,kaostan aydınlıkla karanlığın, yerle göğün nasılçıktığına, yerle göğün evlenmesinden Gigantların,Titanların, Kyklopların nasıl doğduğuna dair hikâyeyegeçerdi.

Hesiodos, tanrı kılığında ve birer adı olan doğagüçlerinin şarkısını söylerdi. Eski kılıktaki bu doğagüçlerinde, artık yeni çizgiler belirmiştir.

Homeros’un tanrılarıyla Titanları canlı birervarlıkken, Hesiodos’unkiler artık canlılıklarınıkaybetmişlerdi. Yer, Işık, Gün, Kuzey Yeli, İhtiyarlık,Kaygı, Yalan gibi adlarını muhafaza etmişlerdi. Artıkbunların alelade birer doğa gücü, doğa olayı ya da

bunların alelade birer doğa gücü, doğa olayı ya dabirer kavram olmayıp canlı varlıklar olduklarınainanmak zordu. Hesiodos’ta bütün tanrılar birbirinebenzer. Bütün tanrıçalar için de, “Fevkalade güzelayaklıdırlar” der. Herhalde ozan, tanrıları artıkbirbirlerinden tam ayıramıyordu. Homeros’un canlıbirer varlık olan tanrı ve tanrıçaları, sonraları bulanıkbir şekil almıştı. Tanrıların hayalleri silikleştikçeinsanlar tabiatı daha aydınlık görüyorlardı.

İnsanlar yeni tarzda düşünmeye alışıyorlardı.Boiotia’nın ıssız ve küçük köylerinden birindeköylüler, daha Hesiodos’un şarkılarını söylerlerken,başka yerlerde yeni konularda konuşmalar işitiliyor,yeni şarkılar duyuluyordu.

Bilim, Bilimliğini Anlamaya Başlıyor

Miletos’ta gürültü patırdı bütün gün sürerdi.Limanda gemi yapanlar çekiçlerini takırdatırken,pazarda eşekler uzun uzun anırırdı. İskelelerdehamallar, “heey hop” diye bağırarak ellerinin işinikolaylaştırırlardı.

Hele halk toplantısı günlerinde meydandakicümbüş görülmeye değerdi. Bir yanda zengin

tüccarlar, tefeciler, gemi sahipleri; öte yanda çalışaninsanlar, yani zanaatçılar, denizciler, hamallartoplanırlardı. Bazen işin kavgaya kadar vardığı daolurdu. Lavanta sürünmüş, erguvani harmanilergiymiş ve saçlarını özene bezene taramış züppelerincakaları bozulup tartaklandıkları görülürdü.

Gürültü ve konuşmalar arasında, ney sesleri vehaykırmalar işitiliyor. Bunlar Fenikeli denizciler.Buraya gelişleri münasebetiyle, ney eşliğindeoynayıp zıplayarak, yerlerde yuvarlanarak TanrıMelkart’ı övüyorlar.

Hemen yanlarında da, uzak Ege Deniziadalarından gelen Yunanlılar gemilerini kumaçekmişler, deniz tanrısı Poseidon’a kurban sunmakiçin ateşler yakıyorlar.

Önceleri insanlar bütün ömürlerini atalarınınyurdunda geçirir ve inançlarına sımsıkı bağlı kalırdı.Deniz, insanları da, tanrıları da birbirine karıştırdı.Dünyayı dolaşırken neler işitilmez, neler görülmezdi!Tanrılar hakkında anlatılanlar ne kadar çelişikti!Bakın, sözgelimi, Habeşlerin tanrıları kara ve kalkıkburunlu, Trakyalılarınkilerse tunç tenli ve mavi gözlü.

Niçin yalnız Yunanlıların dini doğru olsun da,Habeşlerin ve Trakyalılarınki yanlış olsundu?

Miletoslular, işadamı yani tüccar ve denizciydiler.Tanrılarla kahramanlar üstüne anlatılan eskimasallardan çoktan şüphelenmeye başlamışlardı.Gezici ozanlara bakılırsa, bütün soyluların kökütanrılara dayanıyordu. Eğer bu doğruysa Miletoslutüccarlar, dokumacılar, denizciler ve hamallar,soyluları tepelerken, tanrılar niçin yardımlarınakoşmamışlardı?

Miletoslu Hekataios birçok yer dolaştı, dağlaratırmandı, mağaralara girdi. Daha delikanlıyken yeraltıülkesinin iki kapısı olduğunu, birinin kuzeyde Leukaskayası yakınlarında, diğerinin de güneyde, Tenaryaburnunda bulunduğunu işitmişti. Hekataios, Tenaryaburnunda bulduğu derin mağaraya, elinde birmeşaleyle girdi. Hades kapısını, Kerberos adlı üçbaşlı korkunç köpeğin koruduğunu işitmişti. Buköpeğin kuyruk sokumunda bir yılan bulunduğusöylenirdi. Hekataios bu masala inanmadı.Korkmadan mağaranın derinliklerine indi, eğri büğrükoridorlarında dolaştı ve meşalesi, eski kör inançlarıdağıttı.

Hekataios, mağaranın önünde bekleyenarkadaşlarının yanına döndüğünde, içeride yılan veyarasalardan başka bir şey görmediğini söyledi.

Herhalde diyordu Hekataios, insanlar mağaradabüyük bir yılana rastlamışlar ve bunu birazkaranlıktan, ama daha çok korkularından, görülmedikbir canavarın kuyruğu sanmışlardı.

Böylece insan, masal canavarını kılıçla değil,masala inancını kaybetmekle öldürüyordu.

Hekataios, gezi izlenimlerini topladığı kitabına:“Hellenlerin fikirleri bana çelişik ve gülünç geliyor”sözleriyle başlar.

Bunu sezen yalnız Hekataios değildi. O dahadünyaya gelmeden, Miletos’ta yepyeni bir görüşledüşünebilenler vardı. İlk Yunan bilginleri Thales’leAnaksimandros gibi.

Bunlar neyi öğretirlerdi?

Kitaplarını açıp ilk satırından son satırına kadarokuyabilseydik, iş çok kolaylaşmış olurdu. Ne var kibunlardan tek tek cümle kırıntılarından başka bir şey

kalmamıştır.

Bütün eski bilimlerin kaderi böyle olmuştur.Araştırmacılar, ilk bilim adamlarının fikirlerini, dahasonra yazılmış eserlerde güçlükle bulurlar. Bu fikirlerbaşkalarının kitaplarında, yabancı ve çoğu zamandüşman bir ortamda şöyle barınabilmişlerdir:

Bir ortaçağ papazı, tanrıbilim alanındaki kitabına,antik dünyanın putperest bir filozofundan birkaç satıralırdı. Fakat bu, genel olarak filozofu yermek içinyapılırdı.

İlk kitaplardan, yıkılmış binaların harabeleri gibi,şurada burada satırlar duruyor karşımızda. Birbinanın harabelerinden, onun ilk şeklini tasavvur edergibi, şu ya da bu kitaptan kalan satırlardan da, bukitapların nasıl olduğunu bilmeye çalışırız.

Bu kitaplar papirüs rulolarına yazılırdı. Papirüs peksağlam bir malzeme değildi. Yirmi beş yüzyıl az birzaman olmamakla beraber, papirüs bunadayanamayacak kadar da çürük değildi. Nitekimbirçok Mısır papirüsü, çok daha eski olduğu haldepekâlâ zamanımıza kadar kalabilmişlerdir.

Zamana yıkıcı işinde kim yardım etmişti? İnsan eli.İlk Yunan bilginlerinin kitaplarında yeni, cesurdüşünceler vardı. Bunların her satırı, eski inançlarabir meydan okumaydı. Eskiyse, savaşsızçekilmiyordu meydandan. Çoğu zaman yenilendüşmanları kendilerine engel olan, işlerine gelmeyenkitapları toplatıp yakıyorlardı.

İşte karşımızda birkaç sayfa. Bunlardan, ilk Yunanbilgini hakkında az da olsa bir şeyler öğrenebiliriz.

Burada sözü geçen bilginin adının Thales vemuhtemelen Fenike asıllı olduğunu, antik dünyanın enbüyük yedi bilgininden biri sayıldığını okuyoruz.

Bizzat Thales’in sesi zamanımıza kadargelmemişse de, kendisiyle tartışanların sesleriniaçıkça işitir gibi oluyoruz. Bu ciddi konuşmalarlabirlikte, etraftaki dedikodular da kulağa çarpıyor.

Bilimle birlikte, dalgın bilginler hakkında fıkralar dadoğmuştur. Bunlardan birinde Thales’ten bahsedilir.İnsanlar, Thales’in yıldızlara niçin baktığını pekanlayamazlardı, ama bir kere dalgınlıkla kuyuyadüştüğünü ve Trakyalı köle bir kadının kendisine:“Sen göktekileri bilmek isterken, ayaklarının

“Sen göktekileri bilmek isterken, ayaklarınınaltındakini görmüyorsun” diyerek çıkıştığını gülerekanlatırlardı.

Görüyor musunuz, bilginlerin dalgınlığına dairfıkralar ne kadar eski!

Antik çağda çalışmak kölelerin, zanaatçıların veköylülerin, ticaret de tüccarların işiydi. Ama bilgin,dünyadan elini çekmiş bir adam olmalıydı. Bunun içinThales’i, Demokritos’u, Archimedes’i (Arşimet) vedaha başka birçok bilim a-damını, hep dalgın vedünyayla ilgilerini kesmiş olarak tasvir ederlerdi.

Oysa Thales, çevresindeki tabiatı incelediği içinbüyük bir bilgindi. Bastığı toprağı hiç de kötügörmüyordu ve yalnız karada değil, denizde dedolaşmayı bilirdi.

Thales hem tüccar, hem denizci, hem demühendisti. Gemiyle Mısır’a tuz almaya gider,köprüler kurar, kanallar açardı.

Bir gün gökyüzünü gözetlerken, daha ilkbaharda oyıl zeytin ürününün bol olacağını haber vermişti.Elindeki bütün paralarla yağhaneleri kiralamıştı.Zeytin toplama zamanı geldiğinde, ürün o kadar bol

olmuştu ki, yağhaneler az gelmişti. O zaman Thalesyağhaneleri yüksek fiyatla kiraya vermeye başlamıştı.Bunu anlatanlar şunları eklerler: “Thales, böylece çokpara toplayarak, isterlerse filozofların da zenginolmalarının zor olmadığını ispat etti. Fakat filozoflarıngözü zenginlikte değil.”

Thales’in bulduğu yenilik neydi?

Hakkında bütün anlatılanları toplayalım:

Thales’in, yılı mevsimlere ve 365 güne böldüğünüsöylerler. Bunu, Mısır’dayken de öğrenmiş olabilirdi.

Thales, “Araba” yani Küçük Ayı yıldız kümesineişaret etmişti. Ama ondan daha önce Fenikelidenizciler, gemiciler, denizde Araba yıldız kümesinegöre yön tayin ederlerdi.

Güneş çapının, gök çemberinin 720’de birine eşitolduğunu hesaplamıştı. Ama bunu Babilli kâhinler debildiklerine göre, oradan Miletos’a geçmiş olabilirdi.Çünkü Miletos, yukarıda gördüğümüz gibi yolkavşaklarındaydı.

Thales, güneşin tutulacağını önceden hesaplamıştı.

Ama bunu Babilliler de biliyorlardı.

Yunanlılar arasında geometriyi ilk öğrenmeyebaşlayan Thales olmuştu. Piramidin gölgesiniölçerek, yüksekliğini hesaplama usulünü o bulmuştu.Ama geometriyle Mısırlılar da uğraşırlardı. Thales isebunu sadece yurduna getirmişti.

Dünyanın kara kısmının, yuvarlak bir tahta sal gibisuda yüzdüğünü söylerdi. Thales’e göre, su yerisallayıp sarsarak, altından derinliklerine sokulur,böylece de depremler olurdu. Ama yerin su üzerindedurduğunu Babilli kâhinler de, Dünyanın Tiamatanadan, yani su deryasından doğduğunusöylememişler miydi? Mısırlı kâhinler de, başlangıçtaihtiyar Nuh’un, yani su unsurunun var olduğunusöylerlerdi.

Peki, Thales’in yeniliği nerede?

Thales, Mısır’da, Babil’de, Fenike’de yüzyıllarboyunca biriken fikir ve bilgileri derleyip toplamış,yurduna getirmişti.

Bu az bir iş değildi. Kaldı ki, Thales’in yaptığı yalnızbu değildi.

Thales, başkalarının buluşlarını yalnız toplamaklakalmadı. Dünyadaki şeylere, olaylara yeni bir açıdanbaktı. Asıl hizmeti de budur zaten.

Thales, Babilli kâhinlerin sular tanrısı dedikleriTiamat’ın hüküm sürdüğü sular diyarında maddeyi,yani suyu; boşluk tanrısı dedikleri Apsu’nun hâkimolduğu alanda da yeri görmüştü.

Mısırlılar yerle göğü, tanrılar olarak çizerlerdi.

Thales, Mısırlı kâhinlerin öğrencisi olmuştu, fakatöğretilenleri kendisine göre anlamıştı. Onun içinGüneş artık tanrı değildi. Güneş’le Dünya’nın, aynımaddeden oluştuğunu söylerdi. Ay da Dünyamaddesindendi. Ve Ay, Güneş’in önünden geçerkenGüneş tutulurdu.

“Kim” sözünü “ne” sözüyle değiştirmek ve soruyu:“Dünya kimden doğdu?” yerine “Dünya neydendoğdu?” şeklinde koymak, önemsiz bir şey gibigörünür.

Bu düzeltme, bilimin gittikçe dinden uzaklaşarak,kendi yolunda yürümesini sağlamıştı.

Thales, evren sudan çıktı, Dünya sudan doğdu, suher şeyin aslıdır, dedi. Bir denizci olan Thales, herşeyde suyu görür, dünyanın kara kısmını bile,dalgalarda sallanan bir gemi gibi düşünürdü.

Thales, suyu niçin her şeyin ana unsuru sayardı?

Doğada her şeyin terkibinde bulunan maddeyiaramış ve bunun için ondan daha uygun bir şeybulamamıştı. Su, içine girdiği kabın şeklini aldığınagöre, herhangi bir eşya şeklini de alamaz mıydı? Su,akıcı ve hareketliydi. Dünyanın hareket halinde oluşuda bundan değil miydi? Su, her şeye can verirdi vesu olmayan yerde hayat da yoktu.

Eşya, sudan çıkmış ve yine suya dönmüştü.Dünyada hiçbir şey doğmaz ve yok olmazdı. Maddehep değişir, ne yoktan var olur ne de varkenkaybolurdu.

Bilimdeki bu ilk buluşta, son bilimsel gerçeklerihayretle görüyoruz. Çünkü bugün de, maddeninyoktan var olmadığı ve varken yok olmadığı, en sonbilimsel gerçeklerdendir.

Böyle olmakla beraber, madde hakkında bilimin

öğrettiği bu ilk gerçek, günümüzün biliminden çokuzaktır. Bugün maddenin su olduğunu kim iddiaeder. Thales’in yargıları, küçük bir çocuğun ilksezileri kadar safçadır. Thales, daha kendisiyleçelişme halindedir: “Dünyanın tanrılarla, şeytan veruhlarla dolu olduğunu”, mıknatısın ruhu olduğu içindemiri çektiğini sanır.

Thales gibi bir insanın bile, tanrılara inanmaktankurtulması kolay olmamıştır.

Yine de Thales’in görüşleri öteden beri soylularınegemenliğini kutsallaştıran eski dine indirilen birdarbe olmuştu.

Thales, kökü tanrılara dayanmayan, köle sahibiyeni zengin insanlardan, yani tüccar vedenizcilerdendi.

Bunlar bir bey torununun da, sıradan bir denizcininde, aslen aynı olduğunu iddia ederlerdi.

Dünyayı tanrılar yaratmamıştı. Dünyada her şeyaynı maddeden doğmuştu. Denizdeki dalgalar gibi,devlette de bütün yurttaşlar eşitti.

Bilim Dünyanın Duvarlarını Geri İtiyor

Bilim günden güne değil, saatten saategelişiyordu. Çok geçmeden bilinen dünya, kendisinedar gelmeye başladı. Bilim, kendisini sıkan eskiduvarları var gücüyle geri itmeye koyuldu.

İnsanlar yüzyıllar boyunca gök kubbenin yeryüzünübir sahan kapağı gibi örttüğünü sanmışlardı. Zamanlagöğün sınırları, yeryüzünün sınırlarını aşmaya başladı.Gökyüzü, Olymposun karlı tepelerinden ayrılarakgittikçe yükseliyordu. Yer, havada asılı kalmıştı.Ayakların altında, aşağıda da gök kubbe vardı. Peki,karanlık yeraltı ülkesi neredeydi öyleyse?

Gök duvarları gittikçe geri çekiliyordu ve bir güngeldi, duvar diye bir şey kalmadı. Sonsuzluktu çevre.Bu sonsuzlukta, sayısız dünyalar arasında, dünyamızserbestçe yüzüyordu.

25 yüzyıl önce yazılmış ilk bilim kitabında dünyaişte böyle tasvir edilir. Doğu hakkındaki bu kitabı,Thales’in dostu ve öğrencisi Anaksimandrosyazmıştı.

Öğrenci, öğretmenini geçmişti. Thales, dünyanın

yuvarlak bir sal gibi okyanus dağlarında sallandığınısanırdı. Öğrencisiyse Dünya’yı dayanaktan ayırarak,sonsuzlukta asılı gördü.

Anaksimandros, dünyanın yuvarlak olduğunu dahabilmiyordu. Dünya, ona silindirik bir sütun parçasıgibi gelmişti. Anaksimandros’a göre bu sütun, gökkubbeyi taşımıyor ve bir temele dayanmıyordu.

Uçsuz bucaksız, sonsuz bir uzay tasavvur etmekzordur. Biz hâlâ gök kubbeden, gök tavanından,başımızın üzerinde bir kapakmış gibi söz ederiz.

Oysa 2500 yıl önce insanlar, yalnız böyle demeklekalmaz, dünyayı böyle düşünür, böyle görürlerdi.

Herkesin gördüğünü reddetmek, evrenin uçsuzbucaksız olduğunu, ne zamanda, ne uzayda sonuolduğunu söyleyebilmek için cesaretin en büyüğülazımdı!

Evrenin ne başlangıcı ne sonu vardı. Bugün bizimde fikrimiz aynı. Anaksimandros’un hemşerileri veçağdaşları geçmişe bakarlarken, tanrıların dünyayıyaratmış oldukları zamandan, kendilerini ancakbirkaç yüzyılın ayırdığını sanırlardı.

Gezgin Hekataios bile tanrı atalardan kendisini onbeş kuşağın ayırdığını sanırdı. Daha önceleriyseölümsüz tanrılardan, ölümlü çocukların doğduğumasal çağlarıydı.

Anaksimandros da geçmişe bakıyor. Obaşkalarından daha uzağı görüyordu, yani insanlarıntanrılardan değil, hayvanlardan üredikleri ilkzamanları. Gelişme yolunun, tanrılardan insana doğruaşağıya değil, hayvanlardan insana doğru yukarıyagittiğini sezmeye başlamıştı.

Anaksimandros şöyle demişti:

“Başlangıçta insan balığa benzerdi. İlk hayvanlar,suda doğmuş olup dikenli pullarla kaplıydılar. Karayaçıktıklarında pulları çatlamış, dış görünüşleri veyaşayışları da değişmişti.”

Nem ve toprak nereden çıkmış, dünya nasılmeydana gelmişti?

Anaksimandros’un gözleri hep uzaklardaydı.Karşısında zamanın duvarları gittikçe geriye,geçmişe doğru çekiliyordu. Orada ne insan vardı, nede dünya...

Ya ne vardı?

Her şeyin aslı olan “sonsuzluk.”

Sonsuzluk uzayı dolduruyordu. Bu madde ölü vehareketsiz değil, hareket doluydu. Ondan dünyalardoğuyordu. Başlangıçta bir tek olan varlık ikiyebölünüyordu: Soğuk sıcaktan, toprak nemdenayrılıyordu. Dünyayı ateşten bir kubbe sarıyordu. Bukubbe, halka halka parçalanarak, yıldızlar meydanageliyordu.

Dünyalar böyle olmuştu. Bazı dünyalar doğarken,bazıları yok oluyordu.

Doğadaki bu sonsuz yaratma seyri, hiçbir zamandurmuyordu ve duramazdı da. Çünkü doğanınyaratma aracı olan cevher bitmez tükenmezdi.

Anaksimandros, ustası Thales’in: “Su, her şeyinbaşlangıcıdır” sözlerini hatırlar. “Hayır, derAnaksimandros, su her şeyin başlangıcı olamaz. Su,sonsuz değildir. Okyanusun bile kıyıları var. Maddeokyanusuysa kıyısızdır. Zaman okyanusunun dasınırları yoktur.”

Anaksimandros, çevresine bakıp sorardı: Sonsuzbir şey var mıdır? Ve yine kendi kendine cevapverirdi: İnsanlar doğup ölüyor, devletler kurulupyıkılıyor, dünyalar doğup yok oluyor. Başlangıcı vesonu olmayan tek bir şey vardır: Hareket.

Böylece bilim, uzayın da, zamanın da duvarlarınısonsuzluğa itmişti.

Uçsuz bucaksız uzaya bakmaya çabaladıklarızaman, Anaksimandros’un en iyi öğrencilerinin bilebaşları dönüyor, yıkılmış duvarların yerine hemenyenilerini kurmaya girişiyorlardı.

Böylece, dünyanın çevresinde yine katı bir gökkubbe, muazzam bir billur kubbe parlamıştı. Bu gökkubbeye yıldızlar, altın çiviler gibi çakılıydı. Kubbe,yuvarlak bir şapkanın, başın çevresinde döndüğügibi, dünya çevresinde dönüyordu. Yerle gökarasındaysa güneş, ay, gezegenler, sonbaharyaprakları gibi uçuşuyorlardı.

Anaksimandros’un öğrencisi Anaksimenes, evreniişte böyle düşünüyordu.

Bu, tam olmasa da bir geri çekilmeydi. Dünyaya

yeni kubbemsi bir kabuk geçirilmişti; ama bu, artıkdünyanın kenarlarına bitişik olmayıp gerilere itilmişti.

Şunu da söyleyelim ki Anaksimenes, başka biralanda öğretmeninden daha ileriydi.

Anaksimandros, daha yıldızları gezegenlerdenayırt edemiyordu. Anaksimenes ise yıldız vegezegenlerin aynı şey olmadığını sezmişti:Gezegenler yere daha yakın olup boşlukta dolaşır,yıldızlarsa daha uzaktadırlar. Bunun için de ısıtmazlar.

Anaksimenes gözlerini göğe çevirir, bulutların nasılmeydana geldiğine, güneş ışınlarının, koyu karabulutları delip geçmediği zaman, gökkuşağının nasılparladığına bakardı. Uçan kuştan daha hızlı esenyelin uğultusunu dinler ve kendisinden her şeyinçıktığı cevher nedir diye düşünür.

Bu, su olamaz. Su ateşi söndürür. Suyun kıyılarıvardır. Her şeyin özü olan cevherse, bütün dünyayıdoldurmalıdır.

Ama bu cevher nedir?

Sonsuzluk mu? O halde sonsuzluk nedir?

Anaksimandros bile bunu tarif edememişti.

Öğrenci, öğretmeninden ileri gitmek istiyordu.Doğada, bütün dünyayı doldurabilen ve her şeyinbaşlangıcı olabilecek bir cevher arıyordu.

Bu cevher hava değil miydi?

Hava katılaştığı zaman bulutlar meydana geliyordu.Daha da yoğunlaşınca yağmur yağmaya başlıyordu.Bazen yağmur damlalarının donduğu da görülüyordu.O zaman dolu yağıyordu. Bulutlar donduğunda karyağıyordu.

Demek, hava daha katılaşarak toprak, taş daolabilirdi diye düşünüyordu Anaksimenes. Topraktanağaçlar bitiyor, hayvanlar çıkıyordu.

Böylece Anaksimenes şu sonuca varmıştı: Her şeyhavadan meydana gelir ve yine havaya döner.Sudan buğu çıkar. Ağaç yanıp duman olur.

Havanın zerrecikleri, kâh birbirine yakınlaşır, kâhbirbirinden uzaklaşırlar. Yeri de, güneşi de, yıldızlarıda zerreciklerin bu hareketi meydana getirmiştir. Buhareket sonsuzdur. Bunun için dünya, durmadan

değişir. Böylece bir bilginin, ilk maddeninderinliklerine dalmaya başladığını görüyoruz.

İnsanlar, öteden beri bir kum taneciğinimaddelerin en ufağı sanırken Anaksimenes, gözlegörülmeyecek kadar küçük zerreciklerin varolduğunu sezmişti.

Bir duvar daha yıkılmış, arkasında küçük varlıklardünyası açılmıştı. Ve insan, evrenin büyük dünyasınaanahtar bulmak için, yine küçük varlıklar dünyasınabaşvurmuştu. Dev, dünyanın doğuşunu, havanıngözle görülmez küçük zerreciklerinin hareketiyleaçıklamak istemişti. Bu, eksik de olsa, atomkuramına giden yoldu.

2 Yeni Türküler Söyleyen Eski Ozan

Bilim, karşısında açılan dünyaya, susamış insanınsuya baktığı gibi bakıyordu. Çevrede her şeyyenileşmiş görünüyordu. Sözgelimi, sabahları doğangüneş artık arabasıyla gökte dolaşarak ışık saçan birtanrı değil, kızgın bir gök cismiydi. Gökkuşağınıalalım. Bu da rengârenk elbiseli bir tanrıça olmaktan

çıkmış, güneş ışıklarında göz alıcı renklerle parlayanbir bulut olmuştu.

Tanrıların yüzyıllarca yaşamış oldukları gök evininçizgileri, sis gibi dağılıp kayboluyordu. Eskidenefsanelerle tanrıların cümbüş ettikleri yerde, gençHebe’nin altın kâselere mis kokulu nektar doldurduğuyerde, Olymposun yaz kış karlı tepesi yükseliyordu.

Gençler, üstat Hesiodos’a, Theogonia (TanrılarınDoğuşu) adlı uzun ve artık can sıkıcı eserine bıyıkaltından gülüyorlardı. Homeros’un yoksullar vezenginler hakkında anlattıklarına o eski ilgikalmamıştı. Hesiodos’un ölümünden sonra yüz yılgeçmiş, Homeros’un destanlarıysa daha önceyazılmıştı. O zamandan beri dünyada her şeydeğişmişti.

Homeros, Zeus’un torunları sanılan önderlerigöklere çıkarır, soysuz insanlarıysa hor görürdü.Zamanla, soylu olmayanların içinden çıkıpzenginleşen tüccar ve zanaatçılar, her yerde soylukişilerin iktidarını devirmişlerdi.

Yeni zamanlara yeni türküler gerekti...

Yunanistan yollarında Ksenophanes adlı bir ozandolaşıyordu. Ksenophanes yoksuldu. Bütün serveti,çok telli bir kytarası, bir de öteberisini taşıyankölesiydi. Bu köle, bir uşak olmaktan çok, yolarkadaşı ve dosttu. Birlikte adım adım tümYunanistan’ı dolaşmış, kışın birlikte üşümüş, yazınsıcaktan birlikte bunalmışlardı. Zaten aralıkyağmurları bunları ıslatırken, kimin köle, kimin efendiolduğunu sormuyordu.

İşte ozanla kölesi küçük bir kasabaya giriyorlar.Meydanda bir kalabalık çevrelerini alıyor. Hali vaktiyerinde olanlar bunları misafir ediyor. Gezgin birozanı kim dinlemek istemez!

Burada sözü ozana bırakalım. Başından geçenlerikendisi anlatsın.

“Kışın, harıl harıl yanan ocağın önünde yumuşak birsedire uzanmış, karnı tok, sırtı pek bir adam, biryandan ceviz kırıp tatlı şarabından yudum yudumiçerek soruyordu: “Sen kimsin kardeşim, nerelisin?Anandan doğalı kaç yıl oldu? Midyalılar geldiğizaman kaç yaşındaydın?”, “Altmış yedi yıl oluyor”diyor ozan, düşüncelerimle Hellas’ta dolaşıyorum.

Yanılmıyorsam, o zaman yaşım yirmi beşi aşmıştı.”

İhtiyar ozanı sofraya buyur ediyorlar. Ozankytarasını duvardaki çiviye asıyor. Bir köle kadın,misafirin ellerini yıkaması için leğen getiriyor, sonraönüne ekmek koyuyor, bardağa şarap dolduruyor.Misafir ekmeğini yiyip şarabını içtikten sonrakytarasını eline alıp bir türküye başlıyor:

“Artık ortalık temizlendi, misafirler ellerini, ev sahibibardakları yıkadı. Kimi ustaca örülmüş bir çelengibaşına geçiriyor, kimi de kâselerde mis kokulu yağsunuyor. Testi, şölenin cilası olan şarapla dolu.Toprak testilerde, herkese bol bol yetecek kadar miskokulu şarap var daha. Kutsal günlük güzel kokularsaçıyor. Bu da su; soğuk, tatlı, berrak. Önümüzdekehribar gibi ekmek duruyor, sofra peynirle baldançökecek neredeyse. Evin ortasında çiçeklerle süslübir sunak. Türkü ve oyunlar evi dolduruyor.

Eğlenmek için toplananlara her şeyden öncetanrıyı şükranla anmak düşüyor. Tanrılara şarapadayarak, cümbüşün edep çemberinde geçmesinekuvvet vermeleri içi dua edilip yalvarıldı mı, çok yaşlıolmayanlar hariç herkes kölenin yardımı olmadan

eve gidebilecek kadar içebilir; bunun ne ayıbı var, negünahı. Bundan iyisi can sağlığı. Ne mutlu bir bardakşarap içmekle, fazileti bırakmayıp saçmalamayanmisafire!

Biz kızgın kavgaları dile getirmeyeceğiz, çünküonlarda iyi hiçbir şey yok. Ataların uydurmalarınıtekrarlayıp titanların, kentaurların savaşını dahatırlamayacağız...”

Ksenophanes bir bardak şaraptan sonra nasılkonuşur?

Öbür gezgin ozanlara benzemez Ksenophanes.Bunlar yüzüncü kezdir hep Homeros’la Hesiodos’utekrar edip dururlar. Ksenophanes’se, Homeros’lada, Hesiodos’la da alay eder.

“Homeros’la Hesiodos” der Ksenophanes,“insanlarda ayıp sayılan her şeyi tanrılara isnatetmişlerdir. Bize tanrıların kanunsuz hareketlerini,nasıl hırsızlık ettiklerini ve birbirlerini nasıl aldattıklarınıanlatmışlardır.”

Halk bu cesur sözleri hayretle dinler. Bu aksakallıozan, tanrılardan korkmuyor mu?

Ksenophanes, halkı yatıştırmak için hemen:

“Tanrılara saygı beslemek gerek” der. “Tanrılarnedir? Siz onların, insanlar gibi anadan doğduklarını,onlarınki gibi giyimleri, sesleri, şekilleri olduğunu musanıyorsunuz? Tanrıların, bir zamanlar doğmuşolduklarını söylemek kâfirlik olur. Çünkü bundan,tanrıların ezeli olmadıkları anlamı çıkar. Tanrıların bizebenzediklerini sanıyorsunuz ha? Unutmayın ki,öküzlerin ya da atların elleri olup da, tanrılarınresimlerini çizebilselerdi, onlar da bu tanrılarıkendilerine benzeteceklerdi.”

Eskiden böyle sözler işitenleri korkuturdu. Amaeski i-nançlar artık sarsılmıştı. Ksenophanes’idinliyorlar, hatta kendisine: “Gerçek nerede? Tanrılarnedir?” diye soruyorlardı.

Ksenophanes de şöyle cevap veriyor:

“Tanrıları bilen kimse yok ve olmayacak. Çünküinsan gerçekten söz etse bile, bunun özünü kendiside bilmez. Burada bilgi bahis konusu olamaz, ancakgörüş olabilir. Tanrılar, fanilere her şeyi tabaşlangıçtan beri açmış değiller. İnsanlar, gerçeğe

doğru ancak yavaş yavaş, araştırmalar yoluylagiderler.”

Ksenophanes, yeniden kytarayı eline alır ve devameder:

“Tanrı tektir. Tek tanrı, tanrılar ve insanlar arasındaen uludur, bedence ve akılca ölümlü insanlarabenzemez. Her şeyi görür, tümüyle düşünür, tümüyleişitir. Dünyada her şeyi idare eder. Hep bir yerdehareketsiz durur. Çünkü bir yerden başka bir yeregeçmek ona yaraşmaz.”

Ksenophanes’in övdüğü yeni bir tanrıdır. Bu tanrı,doğa gibi başlangıçsız ve sonsuz, uzay gibi uçsuzbucaksızdır. Doğa tek olduğu için tanrı da tektir. Tanrıdemek her şey, tüm doğa, tüm evren demektir.

Maddelerin şekli değişir. İnsanların yıldızlarıparlayıp söner. Canlı varlıklar topraktan doğar ve yinetoprak olurlar. Büyük denizden rüzgâr ve bulutlardoğar. Bulutlardan yağmur yağar. Su, ırmaklarınyatağından, topraktaki tuzu eriterek denize akar.Deniz bundan ötürü tuzludur. Toprak, yavaş yavaşinsanlar farkında olmadan sudan ayrılır. Dağlarıntepelerinde deniz kabukları, taş ocaklarının

tepelerinde deniz kabukları, taş ocaklarınınderinliklerinde balık izleri buluruz. Sonra toprak yinesuya gömülür ve üzerinde yaşayan insanlar yok olur.

Her şey değişir, evren kalır. Doğmayan ve yokolmayan ancak odur.

Böylece Ksenophanes, dünyanın değişen alacalıörtüsü arkasında, onun değişmeyen ve sonsuz olanözünü arar.

Ksenophanes’le yol arkadaşı, geceyi bukonuksever ailede geçirdikten sonra ertesi günayrılırlar. Sırtındaki yük, birçok armağanla ağırlaşmışolduğu halde köle keyifli. Ksenophanes de memnun,çünkü ev sahipleri kendisini, öğrencilerin öğretmenidinledikleri gibi saygıyla dinlemişlerdir.

Bu, her yerde her zaman böyle olmaz. İhtiyarozanın Homeros ve Hesiodos’la, tanrı vekahramanlarla alay etmesi, herkesin hoşuna gitmez.Bazen de, ünlü ev sahibi tanrılar soyundan oldu daozan farkına varmayıp göksel tanrılara dil uzattı mı,vay başına!

Ksenophanes bu kibirli soylulardan, değerliyüzükleri ve saçlarının şekliyle övünenlerden nefret

eder. Bunlar, tatlı şaraplarını içerken ihtiyar ozanınacıklı yoksulluğuyla, yanan ocağın karşısında, başınısokacak bir yeri olmamasıyla alay ederler.Ksenophanes’e: “Homeros ölümünden sonra bilebinlerce ozanı besliyor, oysa sen bir köleyi güçdoyurabiliyorsun” derler.

İyi, ama ozanın yoksulluğundan bizzat kendilerisuçlu değiller mi? Bir adam yumruk dövüşünükazandı diye onu devlet besler de, bunlar akılgücünün yumruk gücüne üstün olduğunu anlamazlar...

Ksenophanes bir dağ patikasını tutmuş,insanlardan gittikçe uzaklaşıyor. İnsanların evleri,işleri, tutkuları, yukarıdan ne kadar küçük görünüyor.Ne küçük, dar bir dünyada yaşıyorlar!

Gök kubbe, dünyayı kucaklayarak dağlarınüzerinde heybetle yükseliyor. Dağlara çıkıldıkça,uzaklar görünüyor.

Ksenophanes her şeyi kaybetmiştir: Atalarıntoprağını da, ataların inancını da. Doğduğu şehirdeistilacı Persler egemen. Ne akrabası kalmıştır, nedostları. Uzun yıllar süren serseri dolaşmalargeçmişe karışmıştır. Fakat çevresinde her şeyi

geçmişe karışmıştır. Fakat çevresinde her şeyikapsayan, daima genç doğayı gördükçe kalbiferahlar. Tabiat yorulmak bilmez, hiçbir zamanihtiyarlamaz ve yok olamaz.

Eskiyi Savunanlar, Bilimi Kendi Taraflarına

Çekmeye Çalışıyorlar

Koçbaşlarının darbeleri altında kale duvarları nasılyıkılırsa, yeni düşüncelerin baskısı altında köhneinançlar da öyle yıkılıyordu. Duvarlarda açılangediklerden, yeni dünyanın enginlikleri gözüküyordu.Ve bu dünya, insanların yaşadıkları dünyadan nekadar farklıydı!

Eskiyi savunanlar, bilimi kendi taraflarına çekmeyeçalışıyorlar.

Anlatacağımız olay, Miletos’un yakınlarındakiSamos A-dası’nda geçmiştir. Tanrılara o eski saygı,burada epeydir kalmamıştır. Samos halkının artıkyeni bir tanrısı vardır. Daha düne kadar, kimsenin neolduğunu bilmediği altın ve gümüş kürecikleretaparlardı Samoslular. Önceleri talan edilen ağırBabil paraları geçerdi. Bunlar ikişer putluk külçelerhalinde olup yıllarca bir kişinin elinde kalır, piyasayasürülmezdi.

Derken bezirgân Lydialılar, elden ele geçen küçük,yuvarlak akçeler çıkardılar.

Çok akçesi olanın, tanrılara fazla umut

bağlamasına gerek yoktu. Parayla, dilediği her şeyekavuşabilirdi.

İşte sözgelimi şu soysuz Polykrates, işe pek azparayla başlamıştı. Açtığı bir atölyede yirmi köle,sabahtan akşama kadar zenginler ve soylu kişileriçin pahalı mobilyalar, yani şölen sedirleri yapıpcilalardı. Alışveriş yolundaydı. Yuvarlak akçelerdurmadan soylu insanların pamuk ellerinden, mobilyatüccarlarının nasırlı, kaba ellerine geçiyordu.Polykrates paralarını işe yatırıyordu. Gemi yaptırıyor,nerede azılı denizciler varsa bunları kiralıyor ve bukorsan gemilerini adadan adaya gönderiyordu.Korsanlar, işlerini gayretle yapıyorlardı; erkekleriöldürüyor, kadın ve çocukları kaçırıyor, kara gövdeliiri gemileri altınla ve pahalı kumaşlarladolduruyorlardı.

Polykrates’in işi iyi gidiyordu. Yuvarlak akçeler heryandan akıyor, böylece istediği her şeyiyapabiliyordu. İstedikleri de az değildi ki! Bir güngeldi paralar onun en büyük arzusunu yerine getirdi,yani vatandaşlarına egemen oldu.

Tüccarlar, zanaatçılar, gemi sahipleri memnundu;

dümene kendi adamları geçmişti.

Bu türedinin kendisi için yaptırdığı muhteşemsarayı gören soylu kişilerinse kaşları çatılıyordu.Acaba tanrılar Polykrates’i hâlâ koruyacaklar mıydı?Yok, böylesine mutluluk sürüp gidemezdi!

Tanrıların insanları cezalandıracağı kulaktan kulağadolaşıyordu. Söylentiye göre, Polykrates gaddartalihi merhamete getirmek için, değerli yüzüğünüdenize atmıştı. Ama kendisine bu kadar çok şeyvermiş olan deniz, ondan hiçbir armağan kabuletmek istememiş, yüzük de bir balıkçının sarayagetirdiği balığın karnında geri dönmüştü.

Tanrılar her şeyi bilir, Olympostan her şeyigörürlerdi. Servet ve şerefin ayaktakımınageçmesine, tanrı torunlarınınsa herkesçe horlanıpacıklı bir hayat sürmesine razı olmazlardı.

Haksızlığa uğrayanların birçoğu hâlâ böyledüşünüyor, böyle diyordu. Bir kısmı da bu sözleri acıacı gülerek dinliyordu. Peki, nerede öyleyseOlymposlu tanrılar, diye düşünüyorlardı. Eski inançsarsılmış, tutunacak bir dal kalmamıştı. Bunlara göre,mertlik kalmamıştı. Mitolojik kahramanların soylu

mertlik kalmamıştı. Mitolojik kahramanların soylutorunları, hükümdarın adını duyunca tir tir titremeyebaşlarlardı. Her şeyi kemiren yeni zihniyet, artıkkendilerine de bulaşmış, neyin iyi, neyin kötüolduğunu unutmuşlardı. Kurtuluşu nerede bulmalı,yolu kimden sormalıydı?

Derken Pythagoras Çıkageldi

Derken dillerde bir haber dolaşmaya başladı.Kurduğu gizli bir tarikata girenlere, kurtuluş yolunugösteren ermiş bir bilge kişinin türediği büyük bir sırolarak anlatılıyordu. Tarikata girebilmek için zor veuzun bir sınamadan geçmek gerekiyordu. Uzun birsüre iradeyi ve aklı bir yana atıp itaate ve susmayaalışmak gerekti. İnsan, kendisi için neyin iyi olduğununereden bilebilirdi? Bunu ancak yüksek varlıklar yanitanrılar, yarı tanrılar ve kahramanlar bilebilirlerdi.

Yine söylentiye göre, bilge Pythagoras insanlatanrı arasında duran böyle yüksek bir varlıktı. Kimdemiş Pythagoras taşçı Mnesarkhos’un oğlu diye!Onun babası tanrı Hermes, hatta belki de bizzatApollon’dur. Bir gün tiyatroda rüzgâr Pythagoras’ınpelerinini savurmuş da, kalçasının altın gibi parladığıgörülmemiş miydi? Pythagoras’ın mucizeler

gösterdiği, tanrılarla bile konuştuğu, Hades denilenyeraltı ülkesine indiği ve eski çağ ozanı Orpheus gibisağ selamet yine dünyaya döndüğü söylenirdi.

Soylu ailelerden gençler Pythagoras’ı ziyaretegelirlerdi. Ve Pythagoras’ın bunlarla ne konuştuğunukimse bilmezdi. Bu gizli konuşmalar hakkındakisöylentiler Polykrates’in kulağına varmıştı. Polykratesde adamlarına bu türedi yarı tanrıyı dört gözleizlemelerini buyurmuştu. Sakın gizli konuşmalarperdesi altında bir komplo hazırlanmasındı!

Pythagoras, Samos Adası’ndan ayrılmıştı.Hayranları Pyt-hagoras’ın, vedalaşırken “zorbalık,özgür bir insanın dayanamayacağı kadarşiddetlendi” dediğini söylemişlerdi.

Böylece Pythagoras’ın izleri kaybolmuştu. Mısır veBabil’de barbarlar arasında bulunduğu ve oradakâhinlerin kendisine sırlarını açtıkları söylenmişti.

Yıllar sonra da, dünyanın öbür ucundaki İtalya’dadeniz boyundaki Kroton şehrine yerleştiğiöğrenilmişti.

Kroton’da hâlâ kuşku vardı. Bütün Yunan

şehirlerinde sürüp gelen tartışma, yani “kim egemenolacak, zengin tüccarlar mı, yoksu soylu atalarıntorunları mı?” tartışması devam ediyordu.

Olimpiyat oyunlarında ün yapmış atlet Milon,soyluların önderiydi. Milon’un dış görünüşüHerakles’inkine benzerdi. Elinde bir değnek,omuzlarına attığı aslan postuyla dövüşe çıktığı zaman,düşmanları kılıç ve mızraklarını bir yana atarakkaçarlardı. Fakat Milon bilge bir kişi olmaktan uzaktı.Felsefeden çok, yumruk dövüşünden anlardı.

Krotonlu soyluların önderi vardı, ama öğretmeniyoktu.

Derken Pythagoras çıkagelmişti.

Pythagoras gençleri toplayarak uzun uzun konuştu:

– Gençler, diye hitap ederdi onlara,söyleyeceklerimi saygıyla, sessizce dinleyin!Çevrenize bakın. Evrende bir düzen var, her şey birahenge, bir ölçüye, bir sayıya bağlı. Sesler bile.

Pythagoras, bir tahtaya gerilmiş teli çekerekbırakıyordu. Teli bir kısaltıp bir uzatıyor, böylece de

sesler gözle görülmez bir merdivenden, kâh yükselipkâh alçalıyordu.

Bir sesi diğerinden ayıran mesafeyi, ancak birmüzisyenin duyarlı kulağı ölçebilir gibi geliyorduysada, bu sırrın anahtarı bulundu. Böylece saz, müzikölçülerine yani sayıya bağlandı.

Pythagoras kumun üzerine üçgenler çizdiğizaman, sayı şekiller dünyasında da egemendi.Maddeleri kaostan ayıran, şekli olmayana bir biçimveren, kaosu düzene sokan hep sayı, çizgi, kenardı.

Böylece üç doğru çizgi, sınırsız uzaydan sınırlı birüçgeni biçip ayırmış oluyordu.

Geceleri Pythagoras öğrencilerin dikkatinigökyüzüne çekerdi. Orada da sayı, ölçü, ritimegemendi. Yıldızlar düzensiz, karışık bir sürü halindehareket etmezlerdi. Tam saatinde doğup batarakkendilerine özgü bir yol izlerlerdi. Evrenin ortasında,her şeyi aydınlatan ve ısıtan ateş, bir sunaktaki ateşgibi yanıp dururdu. Bunun çevresinde ayla güneşi,yıldızlarla gezegenleri taşıyan on billur kubbedönerdi. Dünya da bu genel kanuna uyarak yerindedurmaz, evren ateşi çevresindeki düzenli, ritmik

durmaz, evren ateşi çevresindeki düzenli, ritmikraksa katılırdı.

Kubbeler yavaş yavaş döner ve her birinden, ayrıbirer tel gibi müzik çıkardı. Bu on telli evren sazında,her kubbenin kendi sesi vardı.

Her şeyde bir düzen vardı. Her şey sayılarabağlıydı.

Kutsal sayılar vardı: Bir, üç, dört, on gibi. Bir,sayıların ilkiydi. Üç başlangıç, orta ve sondu. Onhesabın temeli, sayıların en tamıydı. Dört ise on’utamamlayan sayıydı. İlk dört sayı (1 + 2 + 3 + 4)toplanınca sonuç on olurdu.

Bu buluş Pythagoras’ı sarsmıştı. Bir şeyler anlamışgibiydi. Her şeyi bulduğunu sanıyordu. Sayıyla herşeyin ölçülebileceğini görmüştü ve sayının da her şeyolduğunu kabul ediyordu. Evrenin başlangıcı ve özüsayıydı.

Öğrenciler Pythagoras’ı hayret ve heyecanladinliyorlardı. Öğretmenlerine inanıyorlardı. Seslerin,şekillerin, gök cisimlerinin sırlarını açan anahtarbulunmuştu. Bu anahtarla evrenin öbür sırlarıaçılamaz mıydı?

Öğretmen evet açılır, derdi. Sayı mutluluğun da,mutsuzluğun da, şansın da, şanssızlığın daanahtarıdır. Uğurlu ve uğursuz sayılar da vardır.

Evrende her yerde sayı, ölçü, uygunluk egemendi.Tanrılar her yerde değişmez bir düzen kurmuşlardı.Yıldızlar bile bu düzene bağlıyken, insan nasıl bağlıolmazdı? Vay o şehre ki, orada kaos egemendir, herşehri kalabalığın keyfi hareketleri çözer, eski düzene,soylulara ve tanrıların kurduğu değişmez düzenesaygı kalmamıştır!

Pythagoras, öğrencileriyle işte böyle konuşurken,onlara öğretisinin sırlarını açardı. Bu öğreti, artıkkimsenin inanmadığı eski masallar olmayıp eskitanrıları savunan yeni bir bilimdi.

Pythagoras’ın öğrencileri gittikçe artıyordu. Bunlararasında, bir kardeşlik, bir Dostluk Derneğikurulmuştu. Günlerini jimnastik, matematik, müzikdersleriyle geçirirlerdi. Jimnastik, vücudun ritimiydi.Vücut ritim bilmezse, ruhta da düzen olmazdı. Müzikyüksek duygular yaratırdı. Saf bir bilim olanmatematikse, ruhu temizlerdi.

Pythagorasçıların ritüelleri, sırları vardı.

Bilimleri, yarı yarıya dindi. Birçok kural, sınırlama,yasaklama vardı ki, Pythagorasçılığın yabancısıolanlar bunları anlayamazdı.

Sözgelimi niçin koyun eti yenir de, öbürhayvanların eti yenmezdi? Niçin baklagilleriyememeliydi? Niçin ilkin sol ayak yıkanmalıydı da,önce sağ ayakkabı giyilmeliydi? Niçin yollardayürünmemeliydi?

Bunları Pythagorasçılık tarikatında olanlar bile,adamakıllı bilmez ve bilmeleri de gerekmezdi.Öğretmen böyle demişti ve öğretmenin haklı olupolmadığını yargılamak onlara düşmez, sadece itaatetmeleri gerekirdi.

Tiyatroda, pazarda, meydanda Pythagorasçılaröbür insanlardan hemen ayırt edilirlerdi. Bunlarkalabalığa karışmaz, herkesin yürüdüğü yoldangitmek istemezlerdi. Alın yazıları büyüklere, soylulara,kâmillere körü körüne itaat etmek olan cahilkalabalığa tepeden bakarlardı. Herakles adaleli,boğa boyunlu, ama ne yazık ki bütün heybetinerağmen başı küçük kalmış olan atlet Milon da

rağmen başı küçük kalmış olan atlet Milon dakâmillerdendi.

Disiplin, itaat, düzen, kendilerinden bekleneniyapmış, bütün soylular birleşmişti. Avareliğe,ahlaksızlığa son verilmişti. Dostluk Derneği, yalnızbilimle uğraşmazdı. Artık Kroton şehrinde egemenlikPythagorasçıların elindeydi. Düzeni kurmak, komşuşehirleri de bir “ölçüye”, bir “ahenge” bağlamakistemişlerdi. Ahenkse, azınlık olan soylularınçoğunluğu idare etmesi, egemenliğin aristokratlardaolmasıydı. Pythagorasçılar böyle derdi.

Dernek, her yere pençelerini uzatmış, İtalya’dakibütün Yunan kolonilerini, tüm Büyük Yunanistan’ısarmıştı.

Bunların, sözden harekete geçmeleri için yalnız birvesile gerekti. Ahenkten, savaşan ve kavga eden herşeyin, barışa kavuşturulmasından çok söz ederlerdi.Böylece düşmanlığı kökünden kazımak için kılıçyapmışlar ve başkalarının ocaklarını yıkarak “düzen”kurmak istemişlerdi.

Pythagorasçıların bilimi, işte böyle bir amacahizmet etmişti.

Sonunda vesile bulunmuştu: Komşu Sybarisşehrinden kaçanlar Kroton’a gelip tapınaklarasığınmışlardı. Egemenlik halkın eline geçtiği içinbunların geri verilmeleri istenmiş, Krotonlularsa bunureddetmişlerdi.

Red cevabının savaş olduğunu herkes bilirdi. AmaKrotonlular, komşularla savaştan çekinmemişlerdi.Zaten zengin Sybaris’e öteden beri kıskançlıklabakıyorlardı.

Sybaris’te depolar ağızlarına kadar Miletosyünüyle doluydu, o kadar çok şarap vardı ki, toprağınaltında kazılmış kanallarla havuzlardan, doğru limanaakıtılıyordu. Açıkgöz birer tüccar olan Sybarislilerşarabı, zevk ve sefalı hayatı sever, bunlardananlarlardı. Kroton’daysa tarladan ve balıktan başkabir şey yoktu.

Krotonlu çiftçiler Sybaris üzerine yürüdüler. BunlarıHerakles gibi giyinmiş, başına olimpiyat çelengitakmış olan atlet Milon yönetiyordu. Bütün soylular,Pythagorasçıların tam disiplinli birlikleri toplanmıştı.

Savaş uzun sürmedi. Artık Pythagorasçılarmemnun olabilirlerdi. Sybaris’te “düzen” kurulmuş,

memnun olabilirlerdi. Sybaris’te “düzen” kurulmuş,erkekler kılıçtan geçirilmiş, kadınlarla çocuklar esiralınmış, kocaman şehir yerle bir edilmişti. Ele geçenhadsiz hesapsız ganimeti en soylu kişiler paylaşmış,asıl savaşanlar olan balıkçılar ve çiftçilerse, delikkayıklarının başına ve isli kulübelerine, elleri boşdönmüşlerdi.

Balıkçılar ve çiftçiler şikâyet ve öfkelerini ifadeeden bağrışlarıyla düzenin “ahengini” bozuyor,ganimetten kendi paylarını istiyorlardı.

Memnun olmayanlar arasında halktan zenginler devardı. Daha düne kadar çömlekçi ya da silahçı olanbunlar da, toplum işlerinin çözümünde söz sahibiolmak istiyorlardı.

Dostluk Derneği’nde de eski dostluk kalmamıştı.Pythagoras’ın en iyi öğrencilerinden biri olanGippas, halk tarafına geçmişti.

Gippas’ı dernekten çıkarıp kendisi dahahayattayken, onun için bir mezar taşı dikmişlerdi.Oysa Gippas Halk Meclisi’ne gelip Pythagoras’ın vetaraftarlarının şehirden kovulmalarını istiyordu. Halka,Pythagoras’ın Kutsal Söz’ünü okuyor ve

Pythagorasçıları bizzat kendi sözleriyle mat ediyordu.O kadar ki, Pythagoras şehirden ayrılmak zorundakalmıştı. Taraftarları, tanrı idaresinin yeni bir tecellisiolan birtakım mucize ve işaretlerden söz ediyorlardı.Söylentiye göre, Pythagoras bir ırmaktan geçerken,gizli bir ses “Merhaba Pythagoras!” diye haykırmıştı.Pythagoras, uzak Metapontion’dayken, aynızamanda Kroton’da görüldüğü söyleniyordu.

Pythagorasçılar, daha her şeyin kaybolmadığınıdüşünüyorlardı. Kanılarına göre, soylularla tartışmadaayaktakımının üstün gelmesine tanrılar meydanveremezdi. Pythagoras da bu soylular arasındaydı;ancak artık öğrencileri kendisine HyperborealıApollon diyorlardı.

Bir gece Pythagorasçılar, atlet Milon’un evindegizlice toplanmış ve düşmanları bunu öğrenmişlerdi.

Zanaatçı mahallelerinden zanaatçılar, balıkçıköylerinden balıkçılar, akın etmişlerdi gizli toplantıyerine. Ellerindeki meşaleler, isli alevler çıkararakyanıyordu. Uğuldayan muazzam kalabalık, evikuşatmıştı. Meşalelerin alevi, yaklaşa yaklaşa eviçevreleyen duvarı tutuşturmuş, oradan da bahçedeki

zeytin ağaçlarına sıçramıştı. Derken alevler, bütün evisarmış ve ev kocaman bir meşale gibi yanmayabaşlamıştı.

İçerdekiler boşuna evden çıkmaya uğraşıyor,daracık kapıdan çıkmak için birbirlerini çiğniyorlardı.Kurtulmak şansı en çok olanları bile ölüm bekliyordu.Biri duman bulutları arasında belirir belirmez, hertaraftan üzerine çullanılıyordu. Herakles kadar güçlüolan Milon bile kurtulamamıştı. Ancak en gençlerdeniki kişi, ateşten ve hücumdan sıyrılabilmişti.

Gençler, sesler, sayılar ve yıldızlar hakkında sakinsakin konuşurken, evreni şöyle düşünürlerdi. Evrenateşi ve çevresinde dönen düzenli ışıklar kümesi...Günün birinde işte bu yangının kızıl alevleri ve etraftakükreyen kalabalıkla karşılaşmışlardı. İçindeyaşamaları gerekli bu kavgalı dünya,Pythagorasçıların hayal ettikleri o değişmez, ahenklidüzenden ne kadar farklıydı!

Böylece savaş, gittikçe kızışarak şehirlerin taşduvarlarını, eski töreleri, görenek ve inançları yakıpyıkıyordu. Hiçbir şey, ilkel toplum düzenininkalıntılarıyla, yeni doğan kölelik düzeni arasındaki bu

savaşın dışında kalmamıştı. Buna ozanın şiiri bilekatılıyordu, matematikçinin teoremi de.

Okulda Pythagoras davasını öğrenirken, rasyonelsayıları (tam kare olamayan sayıların kökü gibi birimölçüsüyle müşterek hiç ölçüsü olmayan nicelik) ya dases teorisini ele alırken, bugün artık gün gibi aydınolan gerçekler üzerinde bir zamanlar ne şiddetlitartışmalar yapıldığını düşünmeyiz bile.

Bilimin gücü gittikçe artıyordu. Pergel, kılıç kadarkeskin bir silah olmuştu. Bunun için, savaşan her ikitaraf da, bilimi kendisine taraftar yapmayaçalışıyordu.

Pythagorasçılar, tarihin seyrini durdurmada, eskidini ve eski düzenin dar duvarlarını ayakta tutmada,bilimden medet umuyorlardı. Ama boşunaydı.

Pythagorasçılar, bilimi, kendilerinin, yani soylularınçıkarlarını savunsun diye geliştirmişken, bilimilerledikçe onların duvarlarını yıkıyordu. Oysa,Pythagoras ve taraftarları bilimi, bu duvarlarısavunmakla görevlendirmişlerdi. Dahası var.Pythagorasçılar buna engel olmak için, bilimselaçıklamalarından bazılarını gizlemişlerdi bile. Bilim

açıklamalarından bazılarını gizlemişlerdi bile. Bilimhiç kilit altına alınabilir mi?

Pythagoras’ın öğretisi, bizzat Pythagorasçılarınçalışmalarıyla gizlilik perdesini yırtıp özgürlüğeçıkıyordu. Pythagoras’ın yolundan dönenler ölü ilanedilir, bunların daha sağlıklarında mezar taşlarıdikilirdi. Ölü ilan edilenler gibi, bilim de yaşamayadevam ediyor ve alışılmış köhne fikirleri altüst ederekgörevini yapıyordu.

Daha düne kadar dünyayı, evrenin hareketsiz vedeğişmez merkezi sayanlar, artık Pythagorasçılarıngizli toplantılarında dünyanın, evren ateşininçevresinde dönen bir küre olduğunu söylüyorlardı.Pythagorasçılar, eski düzeni korumak isterlerken,ayakları altındaki dünyayı yerinden oynatıp bir topaçgibi dönmesine sebep olmuşlardı.

Bunlar bilimi kendilerine hizmet ettirmekisterlerken, kendileri bilime hizmet etmişlerdi.

O zamanlardan bu yana yüzyıllar geçmiş,Pythagorasçılarla karşıtları arasındaki tartışma vekavgalar çoktan unutulmuş ve artık o devrin insanları,efsanenin sisleri arasından tarihi bile kolay kolay

seçemez olmuştur.

Ünlü Pythagoras davasının bile, bizzatPythagoras’ın o-lup olmadığına araştırıcılar emindeğiller. Dünyanın yuvarlak olduğunu ve evreninmerkezinde bulunmadığını, gerçekten Pythagoras mıbulmuştur?

Kim bilir bu belki de bizzat Pythagoras’ın değil,kurduğu felsefe okuluna bağlı olanların buluşudur.

Ne olursa olsun, Pythagorasçıların bilim alanındakihizmetleri, bilimsel buluşları unutulmamıştır.

Sayıları kullanmadan iş görebilen hiçbir bilim dalıyoktur.

Söz konusu yıldızlar da, atomlar da,okyanuslardaki akıntılar ya da dünyamızdakirüzgârlar da olsa, maddeler arasındaki bağı, ancakyargılarımızda sayı ve formüller sayesinde kavrarız.

Sayı ve formülsüz ne uçak yapılabilir, ne tünelaçılabilir, ne de köprü kurulabilir.

Her gün dünyamızın dört bucağındaki okullardamilyonlarca öğrenci, basit ve bileşik sayılardan söz

eder, matematik, orantı ve dizilerle uğraşır, bir diküçgende hipotenüsün karesinin, öbür kenarlarınkarelerinin toplamına eşit olduğunu ispat ederler.

Sayıları basit ve bileşik olmak üzere ilk olarakayıran Pythagorasçılar olmuştur.

Matematik orantı ve dizilerle ilk olarak uğraşanlarda Pythagorasçılardır.

Biz Pythagorasçıları, sadece Pythagoras teoremiaracılığıyla hatırlarız. Oysa onlar yalnız bu teoremikurmamış, bir üçgendeki açılar toplamının, iki dikaçıya eşit olduğunu da ispat etmişlerdir.

Sokakta yürürken, evlerin bir tarafta tek ve öbürtarafta çift sayılarını gördüğümüz zaman bile yinePythagorasçılar çıkar karşımıza. Çünkü sayıları çift vetek diye ayıranlar da Pythagorasçılardı.

Evrenin incelenmesinde, sayıların büyük öneminiilk kez gösterenler de onlardı.

Ne var ki, Pythagorasçıların öğretilerinin temeliyanlış olup bilim için zararlıydı.

Pythagorasçılara göre, “Sayı her şeydir. Evrenin

başlangıcı ve temeli madde değil, sayıdır.”

Bu yanlış hüküm, bilimi Thales’ten beri yürümekteolduğu doğru yoldan saptırıyordu.

Herakleitos, İnsanlara Düşünmeyi Öğretti

Zaman olur günler birbirine benzer, hayat ırmağıöylesine ağır akar ki, durmuş gibi görünür. Derkenbir fırtına çıkar, bir de bakarsınız her şey değişir,alışılmış bozuk düzenden eser bile kalmaz. Günlerdeğil, saatler bile her şeyi değiştirir, taş taş üstündebırakmaz geçmişten. Öyle zamanlar olur ki, yüz yıldadünya bin yılda değiştiğinden daha fazla değişir.

2400 yıl önce insanlar, işte böyle huzursuzzamanlarda yaşıyorlardı. Yüzyıllarca dayanmış eskiduvarlar çöküp harabelere dönüyordu. Eskigelenekler, inançlar, yasalar, tanrılarca konmuş vedeğişmez sanılırdı. Yakın bir geçmişte iyi sayılan,kötü sayılmaya başlıyor, hiçbir şeyi olmayan biri,birden zenginleşiyor, her şeyi olan da bir gecedevarını yoğunu yitiriyordu. Halktan bir kimse saygıgörüyor, hükümdar torunuysa bir serseri oluyordu.

“Ne oldu?” diye soruyordu bir keşmekeşten zarar

görenler, “Ne zaman her şey kendi yerini bulacak?Eski mutlu devirlere, önceki rahat dünyacığımıza nezaman döneceğiz?”

İnsanlar, başvurdukları her bilge kişiden, başkabaşka cevaplar alıyorlardı.

Pythagoras, dünyada ahenginbozulamayacağından, yüzyıllardır süregelendüzenden söz eder. “Fırtınanın sarstığı bu düzeniyeniden kurmalı” derdi.

Herakleitos’un cevabı, Pythagoras’ınkindenbaşkaydı.

Herakleitos’u bulabilmek için, insanlardangizlendiği sık bir ormana gitmek gerekiyordu.

Herakleitos da yeni düzene karşıydı. Dedelerininhükümdar oldukları Ephesos’u terk ederek dağlara,av tanrıçası Artemis’in Tapınağı’na yakın bir yereyerleşmişti.

Yabancılar Herakleitos’un evine korkarakyaklaşırlardı. Ephesos halkından, ihtiyar filozofun asıksuratlı ve sert tabiatlı olduğunu öğrenmişlerdi.

Herakleitos insanı azarlar, kovabilirdi de. Bu asıksuratlının ağzından gönül açıcı, güldürücü bir şeyişitilmezdi. Boşuna “Ağlayan Herakleitos”*dememişlerdi. Kaldı ki onu anlamak da pek kolaydeğildi... İnadına yapıyormuş gibi, hep karışık ve üstükapalı konuşurdu. Bu yüzden de kendisine, ikinci birad verilmişti: Karanlık Herakleitos.

Herakleitos’un ünü, karakteriyle ilgili söylentilerdendaha yaygındı. Yabancı misafirler cesaretlerinitoplayarak, Herakleitos’un kulübesine bir ormanhayvanının inine geliyormuş gibi yaklaşırlardı.Kendisini ocak başında bulur ve ne yapacaklarınıbilmeyerek eşikte dururlardı. İhtiyar, misafirleredönerek:

– Korkmaya ne lüzum var, girin, derdi. Burada datanrılar var...

Sonra konuşma başlardı. Ev sahibi, konuklara,Ephesos’ta ne var, ne yok diye sorardı. Soylukişilerin, kabile ileri gelenlerinin egemenliğinidevirmiş olan hemşerilerine söylemediği kalmaz,yeni düzenleriyle alay ederdi.

– Bu heriflerde akıl nerede, sağduyu nerede?

– Bu heriflerde akıl nerede, sağduyu nerede?Gezici ozanlara kulak veriyorlar artık. Ayaktakımıonların hocası olmuş. Kötülerin çok, iyilerin azolduğunu bir türlü anlamıyorlar. Bana kalırsa, bir kişibin kişiye bedeldir eğer hepsinden iyiyse. En iyiyurttaşlarını kovuyorlar. “Adam sen de, en iyileri deeksik olsun” diyorlar. “Böylece en iyiler varsa, bizdeyaşamasınlar da nerede isterlerse yaşasınlar.” Banasorsalar, kendilerini suda boğmalarını, şehri deçocuklara bırakmalarını tavsiye ederim. Herhaldeçocuklar onlardan daha akıllıdır.

Yabancılar, bu öfkeli sözleri korku içinde dinlerken,sözü değiştirmek için, bir punduna getirip eskiçağların olayları ve insanlarıyla ilgili başka bir konuyuaçarlardı.

Hırçın ihtiyar eski zaman insanlarına da,çağdaşlarına saldırdığı öfkeyle saldırırdı. Ona kalsa,Homeros’u ozanlar arasındaki yarışmalarasokmazdı. Herakleitos’a göre, Hesiodos, kalabalığınakıl hocasıydı. Hesiodos, başkalarından çok bildiğinisanır, ama geceyle gündüzün aynı şey olduğununfarkında bile değil...

Herakleitos, yalnız insanlara değil, tanrılara da

aman vermezdi. Artemis’in kutsal tapınağındayaşayan bu hükümdar ve kâhin torunu, eski tanrılarainanmaz olmuştu. “Tanrıların heykellerine yalvarıpyakarmak, duvarla konuşmak demektir” derdi.

Filozoflara da fazla bir değer vermezdi. YalnızThales’e dokunamazdı.

– Pythagoras, derdi, öbürlerinden daha iyiuğraşmış bilimle. Başkalarının fikir temeli üzerindekendi felsefesini, yani çok bilmeyi ve düzmece bilimikurabilmişti. Çok bilmek, akla hizmet etmez. Etseydi,Pythagoras’la Hesiodos’a, Hekataios’laKsenophanes’e bir şeyler öğretmiş olurdu.

Yabancılar hayretle:

– Öyleyse kimden akıl öğrenmeli? diye sorarlardı.

Herakleitos:

– Gözlerimiz ve kulaklarımız bizimöğretmenimizdir, derdi. Dinlemek, bakmak gerek.Bunlarsız bir şey öğrenilmez. Bütün doğa dumanadönmüş olsa bile, dünyayı koklayarak öğrenmemizgerekirdi. Doğanın sesine kulak vermeli. Yalnız

dinlemek yetmez, işittiğini de anlamalı insan. Eğerinsanın ruhu anlayışsızsa, gözlerle kulaklar kötüaraçlardır. Gözlere kulaklardan daha fazla güvenilir,onlara da her zaman güven olmaz. Doğa gizlenmeyisever, sırlarına sokulabilmek gerek. Doğanın sesinidinleyin. Kendi kendinize sorular sorun. İnsan,sonsuz bir dünyadır, evrenin benzeridir.

Konuklar, filozofun her sözünü can kulağıyladinlerlerdi.

Herakleitos devam ederdi:

– Çevrenize bakın. Her şey hareket ediyor, her şeyakıyor. Bir ırmağa iki kere girilmez. Güneş bile hergün başka doğar. Hiçbir yerde durgunluk, hiçbiryerde huzur yok. Her yerde mücadele ve savaş var.İnsanları köle yapan da özgür yapan da savaştır.“Ah,” derdi Homeros, “Tanrılar arasında da insanlararasında da düşmanlık olmasa!” Ama o zaman herşey kaybolurdu. Çünkü her şey savaşla doğar ve yokolur. Dünyada hükmeden savaştır. Biri için ölüm olan,bir başkası için hayattır. Ocakta yanan odununölümü, ateşin doğmasıdır.

Ocağın alevi Herakleitos’un yüzünü, alnındaki derin

Ocağın alevi Herakleitos’un yüzünü, alnındaki derinçizgileri, büzülmüş dudaklarını, kıvırcık ak sakalınıaydınlatırdı.

Ve filozofun sesi yeniden işitilirdi:

– Ne bir tanrı, ne de bir insan tarafından yaratılmışolan evren, eskiden ve şimdi olduğu gibi, kendiyasalarına göre yanan ve yavaş yavaş sönen canlı birateş olarak, ileride de var olacak tek varlıktır. Evrenateşi söndüğü zaman, dünya meydana gelir, her şeysoğur, yoğunlaşır. Sonra tüm dünyayı saran biryangın, her şeyi yeniden ateşe çevirir. Böylecedoğuş ve yok oluş, hayat ve ölüm birleşir. Böylecesavaşın ana unsurları, dünyanın ahengini meydanagetirirler. Evren bir sazın telleri gibidir. Saz çalarken,telleri bir çeker, bir bırakırız. Çekmeyle bırakmanınbirleşmesinden ahenk doğar. Evren, bir kaosolmayıp bir ahenktir. Görünen düzensizlikte, kendineözgü sıkı bir düzen vardır. Her şey zorunluluğabağlıdır. Zorunluluğun kırbacı, her canlıyı yemekovalar. Gökteki güneş bile, kendi sınırları dışınaçıkamaz...

Bu konuşmalar olurken, güneş batıya doğrueğilmişti. Konuklar, ev sahibiyle vedalaşıyorlar.

Beraberlerinde, altından da değerli bir armağangötürüyorlardı giderken, yani yeni düşünceler, yenianlayış. Konuklar bekledikleri cevabı kendilerisormadan almışlardı. Eskiye dönüş imkânsızdı.Fırtına, rasgele bir şey olmayıp yasaydı. Her şeyakıyordu, bir ırmağın bir yerinden, akmakta olan aynısuya iki kere girilmezdi.

Konuklar, giderlerken eşikte başka ziyaretçilerlekarşılaşıyorlar. Yeni misafirler korkmuyor, ev sahibide onları, başkalarını karşıladığı kadar sertkarşılamıyordu. Çocuklar gürültülü neşeli bir alayhalinde, ihtiyar filozofun daracık evine giriyor, onu herzamanki gibi âşık ve dama oynamaya çağırıyorlardı.

İnsanlardan hoşlanmayan bu ihtiyar, çocuklarıboşuboşuna sevmezdi; dünyanın çocuklara aitolduğunu söylerdi.

Eski inancı yıkan yeni öğreti, balta girmedik birormanda, şehrin gürültüsünden uzak dağlarda, işteböylece olgunlaşıyordu. Zorunluluk hakkındaki, evreniyöneten değişmez yasa hakkındaki öğretiydi bu.

Dünyayı yöneten Zeus’un adını mı vermeliydibuna? Ama eski ad, eski düşünceler uyandırıp

buna? Ama eski ad, eski düşünceler uyandırıpinsanları geriye, eski tanrılara götürebilirdi.

Herakleitos yeni bir ad arıyordu. “Nomos” (yasa)mu demeli ya da “kozmos” (evren düzeni) mu, yoksahem söz, hem de akıl anlamına gelen “logos” mudemeliydi.

Yeni düşünceleri, eski sözlerle ifade etmek güçtü.Herakleitos, akılla kavranılan ve kendisine doğanında, insan aklının da bağlı olduğu evren yasası fikrini“logos” sözünün en doğru ifade ettiğini sanıyordu.

Herakleitos, Zeus’un egemenliğini devirecek olanlogos öğretisini, gürültülü Miletos ve Ephesoslimanları yakınlarında yoğurmuştu.

Herakleitos her gün düşüncelerini papirüslerüzerine yazıp bunları tomar tomar ArtemisTapınağı’nda saklardı.

“Varsın tomarlar tapınakta kalsın” derdi. “Bunlaryalnız iş içindir. Bu gizli hikmet, ayaktakımı için dedeğildir. Bu hikmet, gün gibi aydınlık olduğu halde,insanlara karanlık gelir.

İnsanlar tüm kavramları bir depodaki eşyalar gibi

istif eder, yararlı, yarasız, karanlık, aydınlık, iyi ve kötüdiye ayırırlar.

Oysa sözgelimi balıklara yarayan deniz suyu,insana zararlıdır. Domuzlar çamurda yıkanırlar, onlariçin çamur kirli değildir. İnsana kıyasla en güzelmaymun çirkindir. Özgür bir insan için nimet olankölelik, köle için azaptır.

İnsanlar bunu hâlâ anlayamamışlardır. Eşyalarahep bir açıdan bakarlar. Karanlık olmasa aydınlığın,eğrilik olmasa doğruluğun da olamayacağınıanlamazlar. Hastalık olmasaydı sağlığın değerininereden bileceklerdi? Çalışmak olmasaydı,dinlenmenin tadı olur muydu? Aydınlıkla karanlık,doğrulukla eğrilik, ölümle doğum, sonla başlangıçolduğu gibi, başlangıç da sondur. Buzun ölmesi,suyun doğmasıdır, suyun ölümü de buharındoğuşudur. Biz hem varız, hem yokuz, her andeğişiriz.

Herakleitos işte böyle düşünüyordu. İnsanlarınkendisini hemen anlamayacaklarını biliyordu. Çünküdaracık bir dünyada büyümüşlerdi. Gerçi dünyagenişlemişti, ama insanların görüşleri hep eskisi gibi

dardı. Görüş ufukları sınırlı, düşünceleri durgundu.Yalnız kendi bildiklerini doğru sayıyor ve her şeyebaşka bir açıdan da bakılabileceğine akıllarıermiyordu.

Bunu kendilerine söylemek faydasızdı, çünküanlamazlardı. Tek düşünceleri, tıka basa yemekti.

İhtiyar filozof, insanlara işte böyle içerliyordu.Herakleitos, insanlardan nefret edenlerin en insanseveriydi. Esasen gerçeği de insanlar için aramıyormuydu? Yeni düzene karşı olan Herakleitos,insanlara yeni biçimde düşünmeyi öğretiyordu.Tapınakta yaşayan bu kâhin, tanrıları deviriyordu.

Yüzyıllar sonra insanlar, “Doğada durgunlukolmadığını, doğanın durmadan değişip yenileştiğini,ilk olarak Herakleitos anladı” diyeceklerdi. Veinsanların en bilgeleri, eski filozofun şu sözlerinitekrar edeceklerdi: “Ne bir tanrı, ne de bir insantarafından yaratılmış olan evren, eskiden ve şimdiolduğu gibi, kendi yasalarına göre yanan ve yavaşyavaş sönen canlı bir ateş olarak, ileride de varolacak tek varlıktır.”

Erken Takılan Defne Çelengi

Erken Takılan Defne Çelengi

Herakleitos, herkesin kör olduğu karanlık birdünyada, gören tek insan gibi yaşıyordu. Veinsanların yakında gözlerinin açılacağından daumudu yoktu.

İnsanları hor görmeyip onların arasında yaşayan vetüm bilgilerini insanlara veren filozoflar da vardı.

Bunlardan biri Empedokles’ti.

Empedokles de Herakleitos gibi bir kralailesindendi. Dedeleri, Sicilya’daki Akragasşehrinde hükümdarlık etmişlerdi.

Akropol’de doğup büyüdüğü halde Empedokles,hükümdarlığı kesin olarak reddetmişti. Akropol’de“bazileus” denilen hükümdarlar yerine, sıradaninsanların yönetimde olmasını isterdi. Zatenhükümdarlığın pek o kadar değeri de kalmamış,çoktan sembolik bir şey olmuştu. Akragas’ıhükümdarlar değil, birkaç soylu aile idare ediyordu.

Empedokles bu kibirli soylulara düşman olupbütün özgür vatandaşların eşit olmalarını isterdi. Buemeline kavuştu da. Uzun bir savaştan sonra

Akragas’ta halk iktidara gelmişti. Arkhon, yaniyönetici olarak seçilen Empedokles, halkın hakkınıkimsenin yememesi için her şeyi yapıyordu.Arkhonlardan biri iktidarı ele geçirmeye girişinceEmpedokles onun ve suç ortaklarının şiddetlecezalandırılmalarını istemişti. Halk meclisinde verdiğidemeçlerde, kendilerini başkalarından üstüntutanlarla alay ederdi.

Empedokles bütün bilgilerini insanların hizmetinevermişti.

Hemşerileri şöyle bir olay anlatırlar:

“Selinus şehrinde, yakın bir ırmaktan gelen piskoku yüzünden veba salgını yayılmıştı. Halk kırılıyordu.O zaman Empedokles, yine yakından geçen başkaiki ırmağı kendi parasıyla o pis kokulu ırmağa akıtıpafeti önledi. Irmak böylece temizlendikten sonra halkbayram ederken, Empedokles ırmağın kıyısına geldi.Halk, yerlere kapanarak bir tanrıya taparcasına onadua etti.”

Empedokles, doğduğu Akragas şehriyle de çokilgileniyordu.

Başka bir kez de dağdan, pis ve sağlığa zararlı birrüzgâr esmeye başlamıştı. Rüzgâr o kadarşiddetliydi ki, bağ ve bahçelere zarar veriyordu.Empedokles eşek derilerinden tulum yapılmasınıemretmiş ve rüzgârı zapt etmek için bunları tepelereyerleştirmişti.

Başkaları da meseleyi başka türlü anlatırlar.Empedokles bir duvar yaptırmış ve bununla güneyrüzgârının vadiye estiği geçidi tıkamış, ülke meyvekıtlığından ve vebadan kurtulmuş, Empedokles’e de“Rüzgâra Gem Vuran” lakabı verilmişti.

Empedokles yalnız fırtınaya değil, ölüme bilemeydan okumaktan korkmazdı. Ölenlerin ruhlarınıbile Hades’ten geri çağırabildiği söylenirdi.Empedokles hakkındaki hikâyelerde gerçekleuydurma, garip bir şekilde kaynaşmıştır.

Empedokles şehir şehir dolaşırken, binlerce insankendisini kurtarıcı gibi karşılardı. Kimi hastalığına birderman arar, kimi de gerçeğe giden yolu sorardı.

Empedokles, sırma kemerli erguvani bir hükümdarelbisesiyle gezerdi. Ayaklarında bakırdan sandallar,başında da defne çelengi vardı. Empedokles bir

başında da defne çelengi vardı. Empedokles birönderdi, ama arkasından gelen asker değil, hasta veüzgün insanlardı. Kendisini Akropol’deki saraydadeğil, yoksul kulübelerde ve kenar mahallelerin tozlusokaklarında görürlerdi.

Empedokles zaferlerini dedesi gibi yarışlarda,yabancı şehirlerin surları önlerindeki kanlı savaşlardadeğil, fırtınalarla, azgın ırmaklarla, salgın hastalıklarıngözle görülmez zehriyle, ölümün esrarengiz gücüylesavaşlarda kazanmıştı.

Empedokles’i yere inmiş bir tanrı sanıyorlardı.Empedokles, akıl gücüyle başkalarına üstünolduğunu bilir, ama bununla böbürlenmezdi. “Heradım başında ıstırap ve ölümün tehdit ettiği buzavallılardan üstünsem ne çıkar yani,” derdi.

Empedokles bir bilgeydi ve manzumelerindedoğayı ö-verdi.

Bildiklerini gizlemez, insanlara vermeye çalışırdı.

Gençliğinde, derneğin sırlarını açıkladığı için,Pythagoras’ın Dostluk Derneği’nden çıkarıldığınısöylerler.

Empedokles, “İnsanlar kafalarına yeni, yabancı birşey girerken zorluk çekerler” derdi. Ama insanlardanuzak durmaz, zihinleri açılısın diye onlara bildikleriniöğretirdi.

Kendisinden önce Thales’in, Anaksimandros’un,Anaksimenes’in, Herakleitos’un başladıkları işedevam ediyordu.

Empedokles’e göre evren şu dört unsurdanmeydana gelmişti: Ateş, su, toprak, hava.

Olmuş olmakta ve olacak olan her şey, bunlardanibaretti. Bunların birleşmesiyle maddeler meydanagelir, birbirlerinden ayrılmasıyla da, maddelerdeğişirdi. Hiçbir şey yok olmaz. Yoktan hiçbir şey varolmaz. İnsanların ölme ve doğma dedikleri, sadecebu birleşme ve ayrılmadır.

Hep böyle olmuştur. Bazen tekten çok çıkmış,bazen de çoktan tek meydana gelmiştir.

Bir zamanlar ne güneşin parlak yüzü, ne yerin kıllıbedeni, ne de dalgalanan büyük deniz vardı. Nefrether şeyi ayırıyordu, her şey aşksız ve ilgisizdi.

Fakat nefrete karşı aşk, dostluk savaşıyordu. Aşk,dağınık unsurları birleştirerek maddeleri meydanagetiriyordu.

Kızgın parlak güneş, güneş ışınlarını yansıtansolgun yüzlü ay, büyük gök ve yerin buğulaşması olandeniz de, hep böyle meydana gelmişlerdi. Canlıvarlıklar da bu dört unsurun birleşmesindendoğmuşlardı. İlkin gövdesiz birçok baş belirmişti,omuzsuz kollar, alınsız gözler dolaşıyordu. Bunlarkarşılaştıkça birbirleriyle kaynaşıyorlardı. İki başlıvarlıklar, insan başlı boğalar, boğa başlı insanlarmeydana geliyordu. Ama bu acayip varlıklar yokolup, ancak kendi istekleriyle, uygun bir şekildebirleşenler kalıyordu.

Ev tuğladan kurulduğu gibi, evren de unsurlardankurulmuştu. Zaman gelecek nefret yeniden dostluğuyenecekti. Büyük evren binası yıkılacak, her şeyyeniden başlayacaktı.

Bu hep böyle olacaktı: Bazen dostluk, unsurlarıkarıştırıp birleştirecek, kimi zaman da yıkıcı nefretbunları ayıracak, başka başka taraflara atacaktı.

Empedokles’i dinleyenler için, onun bütün dünyayı

Empedokles’i dinleyenler için, onun bütün dünyayıhızla dolaşan düşüncelerini izlemek zordu.

İnsanlar yerin de, göğün de, canlı yaratıkların da,varlıkların da, tanrılarca yaratıldıklarını düşünmeyealışmışlardı. Empedokles ise onlara her şeyinzorunluluk icabı meydana geldiğini, yani tanrılarıniradesiyle değil, unsurların birleşmesiylekendiliğinden oluştuğunu söylerdi.

Alışkanlık ve eski inançlar o kadar derine köksalmışlardı ki, tanrılara karşı isyan eden bu ihtiyarfilozofu, ölümsüz bir tanrı saymaya başladılar.

Empedokles çoktan ölmüştü, ama halk bunainanmıyordu.

Filozofun son saatleri hakkında Akragas’tasöylentiler dolaşıyordu. Bir gece Empedokles,şölenden sonra dostlarıyla beraber sofra başında birsedire uzanmıştı. Birden gökte bir ışık göründü.Empedokles’i çağıran yüksek bir ses işitildi. Bundansonra yine karanlık ve sessizlik bastı. Tanyeriağarınca Empedokles’in yatağında olmadığı görüldü.Empedokles’i aramak için köleler gönderildi. Amabulunamadı. O zaman tanrılara yalvarıp yakarmayı

gerektiren bir olay karşısında bulunulduğu vetanrılaşan Empedokles’e kurban adamak gerektiğikanısına varıldı.

Bazılarına göre de Empedokles, bir fani insan gibiölmemişti. Kendi kendini yakmış ve alev fışkıran biryanardağın krateri ona mezar olmuştu. Yine ozamanın söylentilerince, hayatının sona yaklaştığınısezen Empedokles, Etna tepesine çıkıp kendisiniyanardağa atmıştı. Bu, ayağındaki bakırsandallardan birinin, yanardağdan püsküren lavlararasında bulunmasıyla anlaşılmıştı.

İşin aslı neydi?

Empedokles’in kaderinde yurdundan uzaktaölmek yazılıymış, Akropol’de iktidarı yine soylular elegeçirmişti. Halka yeniden boyunduruk vurulmuştu,şehirden kovulan Empedokles, sert tabiatlıPeloponnesos dağlarında, yarı vahşi çobanlararasında sığınak bulmuştu...

Empedokles, yurdundan uzakta kederli şiirleryazıyordu:

“Ben talihsiz bir adamım. Böyle bir saygıdan ve

mutluluktan sonra, ölüm çayırlarında dolaşıyorum...İnsan öldürmenin, kinin ve birçok başka kötülüğün,amansız hastalığın ve anlamsız işlerin, karanlıkfelaket çayırlarını dolaştığı yabancı ülkeyi gördükçeağladım...”

Empedokles, şiirlerinde kaderin kendisini attığıyabancı ülkeyi anlatırdı. Yoksa şimdi bütün dünyakendisine karanlık, yabancı bir ülke gibi migeliyordu?

Rüzgârı uslandıran, ölümü yenen Empedokles,önceleri dünyaya nasıl bir gurur ve sevinçlebakıyordu! İnsanlara neler neler vaat etmişti!

Empedokles şöyle diyordu: “Dünyada, hastalık veihtiyarlıktan koruyan şifalı ilaçlar var. Tümünüöğreneceksin, hepsini göstereceğim sana. Sen,yorulmadan esip tarlaları mahveden rüzgârınşiddetini keseceksin. Dilediğin zaman yenidenrüzgâr estireceksin. Yağmur yağdırıp tarlalarısulayacaksın. Hades’ten ölülerin ruhunu geriçevireceksin...”

Empedokles, ilerideki özgürlüğü, insanın doğayaegemen olacağını bir kâhin ve şair gözüyle görüyor

egemen olacağını bir kâhin ve şair gözüyle görüyorve bu zaferi, kazanılmış ya da pek yakın bir zamandakazanılacak sayıyordu.

Başına, galiplerin başına takılan defne çelengitakmıştı. Kendisine bir tanrı gibi tapılıyor,Empedokles de bu tapınma ve saygıyı kabulediyordu. Ne var ki, zaferi kutlaması için henüzerkendi. Karanlık sürgün günlerinde Empedokles debunu anlamıştı.

Ölmek üzereyken Empedokles şunları yazmıştı:“Hangi kavgalardan, hangi iniltilerden doğdun sen,bedbaht, ölümlü insanların uğursuz kuşağı?”

Empedokles’in öğretisi kavgalardan, yeninineskiyle savaşından doğmuştu.

Bu savaş, doğduğu şehirde bütün Yunanistan’dave hatta bizzat kendi ruhunda da oluyordu.

Empedokles’in kitaplarında yeni bilim, eskibüyüyle iç içeydi.

Tabiat Hakkında adlı eserinde bilimden,Temizlenmeler adlı eserinde de büyüden sözediyordu.

Gerçek bir bilim adamı olarak, duyularımızın veaklın kavradığı dünyayı, asıl gerçek dünya sayardı.

Tanrıları inkâr ederdi. Ama eserlerinde Zeus da,Hera da vardı. Doğa güçlerine tanrı adları verirdi.

Empedokles, bilimle büyü arasında bir seçmeyapmamışsa da, onu bir bilim adamı olarakhatırlıyoruz. Çünkü Empedokles’in her şeyinkendilerinden meydana gelip yine onlara döndüğüunsurlar öğretisini yaratmasıyla insanlık, gerçeğe biradım daha yaklaşmıştı. Gerçi onun düşünceleribizimkilerden çok uzaktı. Bugünkü kimyasalelementler, hiç de Empedokles’in, sözünü ettiği ounsurlar değildir.

3 Heredotos’u Dinliyoruz

Haritaya bakılırsa, ilk Yunan bilginlerinin, ilkfilozofların yurdu olan şehirlerin, Küçük Asya’nın(Anadolu’nun) pek dar bir parçasında yerleşmişolduğu görülür.

Miletos, tarihçi ve gezgin Heredotos’un memleketiolan Halikarnasos’tan pek uzak değildir.

Pythagoras’ın gençliğini geçirdiği Samos Adası daoraya yakındır. Samos Adası’ndan, denizyoluyla,Herakleitos’un yaşadığı ve Artemis Tapınağı’nın dabulunduğu Ephesos’a kolayca geçilir, Ephesos’tan,Ksenophanes’in memleketi Kolophon’a üç saattegidilir. Oradan da doğru filozof Anaksagoras’ınvatanı Klazomenai’a...

İlk Yunan filozofları yaşadıkları zaman bakımındanda komşudurlar. Thales’in ve Anaksimandros’un enverimli yılları MÖ VI. yy.’ın başlarına rastlar.Anaksimenes, Anaksimandros’un öğrencisiydi.Pythagoras’la Ksenophanes, Thales’in torunuolabilirdi. Bunlar hep VI. yy.’da yaşamışlardı.Pythagoras, yaşını başını almış bir ihtiyarken,Herakleitos daha çocuktu. Anaksagoras’laHeredotos’sa, daha sonra doğmuş, MÖ V. yy.’dayaşamışlardı.

Küçük bir toprak parçası üzerinde, hemen hemenaynı zamanda yaşamış olan bu filozoflar, hemçağlarına hem de yurtlarına ün ve şerefkazandırmışlardı.

Yunan bilimi işte bu bölgede, yüzyılların karşılaştığı,

yolların kesiştiği, geleneklerin, inançların birbiriylekarıştığı, eşyaların elden ele, düşüncelerin deinsandan insana geçtiği bu yerlerde doğmuştu.

Doğudan yabancı ordular yaklaşıyordu. MÖ VI.yy.’ın sonunda ve V. yy.’ın başında, şahlar şahı İranŞahı’nın orduları Anadolu’ya dalmışlardı. İstilacılarşehirleri birer birer kuşatıyor, ele geçiriyorlardı.Anadolu’daki Yunan şehirlerini, Yunan koloni veticaret merkezleriyle bağlayan denizyollarıkapanmıştı. İranlıların müttefiki olan Fenikeliler, Yunansularını kontrolleri altına almışlardı.

“Ölümlüler arasında en mutlu” insan sayılanPolykrates, İranlıların esiri olarak ölmüştü; çarmıhagerilmişti. Miletos, İranlılara karşı ayaklanmayayeltenmişse de, Yunan gemileri deniz savaşındaFenike donanmasına yenilmişlerdi. Ayaklanmabastırılmış, Miletos tahrip edilmişti.

Doğudan batıya, Atina’ya, Sicilya’ya Güneyİtalya’ya bir sel halinde göç başlamıştı. Göçenlerarasında bilim adamları da vardı. Bunlarberaberlerinde papirüs tomarlarını, krokilerini,haritalarını da götürüyorlardı. Düşmandan, en değerli

saydıkları şeyi, yani bilimi kurtarıyorlardı.

Öte yandan, barbar orduları ilerleye ilerleyeAsya’dan Avrupa’ya geçmişlerdi. Önlerine çıkanıçiğneyip geçiyor, her şeyi yakıp yıkıyorlardı. Dünyanınbir kez daha geriye atılmasına, uzun süre karanlıklaragömülmesine kıl payı kalmıştı. Ama barbarların yoluüzerinde Atina duruyordu.

Atinalılar, deniz savaşlarında ön saflardadövüşmüşlerdi. Savaş karada devam edip kızıştığızaman da yine ön saflardaydılar.

Atina İran ordularını yenerek, Yunanistan’ınözgürlüğünü savundu...

Zaferle birlikte gelişme ve refah da gelmişti. V.yy.’da, denizaşırı ülkelerden çeşitli mallar getirengemiler artık Miletos’a değil, Atina’ya geliyorlardı.

Atina’daki atölyeler, tersaneler ve limanlar, geçvakitlere kadar arı kovanı gibiydi. En ustazanaatçılar, çömlekçiler, dokumacılar, silahçılarburadaydı. Anadolu’daki Yunan şehirlerinden kaçanbilim adamları da burada yeni vatanlarını bulmuşlardı.

Dünyanın sınırları öncekinden daha genişlemişti.

Atina’da, bir gezgin ve tarihçi olan Heredotos’lakarşılaşıyoruz. Heredotos, birçok ülkeyi dolaşmıştı.Kendisini, Fenike limanlarında, piramitlerin önünde,Babil tapınaklarında, “şahlar şahı” İran Şahı’nınbaşkentinde de görenler vardı.

Kayıkla Nil Nehri’nin akıntısına karşı yüze yüze,Elefantin Adası’na kadar gitmiş, bir Yunantapınağıyla bir İskit önderinin yaldızlı çadırınıgörmenin mümkün olduğu Karadeniz kıyılarında uzunzaman yaşamıştı.

Heredotos, tapınaklarda kâhinlerle, limanlardagemi kaptanlarıyla uzun uzun konuşmuştu. Atina’dada, uzak ülkelerden birçok geminin uğradığı Pire(Piraeus) limanına sık giderdi.

Limanda, sabahın erken saatlerinden başlayarak,gürültü patırtı dinmezdi. İskelede İskit buğdayı veMiletos yünü dolu çuvallar duruyordu. Kimi gemilerboşaltılırken, kimileri yükleniyordu. Hamallarkürekçilerle tartışıyorlardı. Tüccarlar gemi sahipleriylepazarlık ediyorlardı.

Atina’da her adım başında bir yabancıyarastlanabilirdi.

İnsanların, ömürlerini tek bir yerde, soydaşları veaynı kabileden olanlar arasında geçirdikleri zamanlartarihe karışmıştı.

Eski zamanlarda, yaşlıca her kadın, her önüneçıkanın soyunu sopunu iğnesinden ipliğine kadaranlatabilirdi. Yabancı tüccarlara, seyrek rastlanılanbir hayvan gibi bakılırdı. Tüccar, herhangi bir şehirdekalacak ve orada yaşayacaksa, kendisini koruyanbirisini bulmalıydı.

Önceleri, şehirler köye benzerdi. Zamanla onlar dadeğişmişti. Şatonun yanı ve Akropol’un çevresindetüccarlarla zanaatçıların yaşadığı yeni mahallelermeydana gelmişti. Sözgelimi çömlekçiler, başlıbaşına bir mahalleye yerleşmişlerdi. Burada, doğmabüyüme bir Atinalıyla, bir Miletoslu tüccar komşuydu,köşenin ötesinde de Ephesoslu bir silah ustasıyaşardı.

Deniz, insanları da, eşyaları da karıştırmıştı.

Önceleri bir çömlekçi, yalnız hemşerileri için çeşitli

kap kacak yapardı. Köle kadın, hanımefendisineelbiselik kumaş dokurdu. Demirci “demirhanede”,kabilesinin önderi ve askerleri için kılıç döverdi.Sonralarıysa, bir yerde pişirilen kap kacak başka biryerde satılıyor, Atina’da dokunan bir pelerini, uzakSicilya’da yabancı hanım giyiyordu. Kılıcı da,Suriye’de ya da İran’da yabancı bir askerkuşanıyordu.

Eskiden herkesin aşağılayabildiği kimsesiztüccarı, artık kanun savunmaya başlamıştı. Heleyabancının köleleri, gemileri, altını da varsa, şehrinileri gelenlerinden biri olurdu.

Önceleri soylu kişiler tüccarı, zanaatçıyı adamyerine koymazlardı. Şimdiyse her şey, insanınsoyuna ve adına değil, servetine bağlıydı.

Soylu olmayan kimseler bile, bazen zenginleşiptoprak, gemi, atölye sahibi olabiliyorlardı.

Bazı zenginlerin babaları, el tezgâhlarında çanakçömlek yapıp pişiren, sıradan birer zanaatçıydılar.Oğullarınınsa bir değil, iki atölyesi vardı. Ve herbirinde onlarca köle çalışıyordu. Böyle birçömlekçinin eline para kendiliğinden akıyordu. Ve

çömlekçinin eline para kendiliğinden akıyordu. Veparalarını küpte tutmayıp eski zaman beylerinin iflasetmiş torunlarına faizle veriyorlardı. Paraları artıyor,çoğalıyordu. Parası olanlar, birkaç ev, gemi ve çiftliksahibi oluyordu. Bu çiftlikler de toprak da artık yenibiçimde işleniyordu.

Yoksullar, toprağı hâlâ kara sabanla sürüp buğdayıel değirmeninde öğütürlerken, zenginin çiftliğindedemir uçlu sabanlar, dövenler, ağır taşları olandeğirmenler vardı. Değirmen taşını köleler, uzuncabir kolu iterek çevirirlerdi.

Önceleri Atina’yı soylu kişiler yönetiyordu.Sonraları bunlar, devrilip idare başındanuzaklaştırılmışlardı. Bütün devlet işlerine, Halk Meclisibakmaya başlamıştı. Halk Meclisi dokumacılardan,çömlekçilerden, tabakçılardan, tüccar ve gemisahiplerinden oluşmuştu.

Eski zaman beylerinin torunları bile, ticaretleuğraşmak zorundaydılar. Kâr hırsı onları da sarmıştı.Gemilerine mal yükleyerek denizaşırı ülkelereticarete gidiyorlardı.

Akropol şehrin merkezi olmaktan çıkmıştı.

Agoraydı artık merkez.

Her sabah insanlar agoraya koşarlardı. Bütünhaberler burada öğrenilebilirdi. Bir hatibin HalkMeclisi’nde verdiği demeç berber dükkânlarındaheyecanla tartışılırdı.

Vakit öğleye yaklaşınca agoradakiler, kızgıngüneşten, galerilerdeki gölgelere çekilirlerdi.

Gezgin Heredotos da bunların arasındaydı. Uzakülkelerden yeni dönmüş bir kaptanla konuşuyordu.

Heredotos eve dönünce, kaptanın anlattıklarınıyazmıştı. İşitip gördükleri hakkında artık birçok notuvardı. Bunlardan, yılların geçmesiyle, ülkeler,kabileler ve olaylar hakkında bir kitap meydanageliyordu. Bu kitabı okurken, yabancı ülkelerdebulunmuş olan denizcilerin, o zaman neler anlattıklarıkolayca anlaşılıyordu.

İnsanların bildiği dünyanın sınırları alabildiğinegenişlemiş olmakla birlikte, kenarları daha sisiçindeydi.

Ve bir denizcinin anlattıkları çoğu zaman,

gerçekten çok masala benzerdi...

Denizciler şunları anlatıyorlardı:

Uzak güney ülkelerinden Libya’da, kara insanlar,Habeşler yaşıyor. Konuşmaları, yarasalarınçığlıklarına benzer. Bizim yemediğimiz yılan vekertenkele gibi şeyler yerler. Orada kocaman filler,kocaman yılanlar var. Boynuzlu eşekler ve boynuzlarıöne kıvrık olup yere değen boğalar da var. Boğalar,boynuzları yere saplanmasın diye, otlarken geri geriçekilirler. Libya’da bir dağ var. Adı Atlas Dağı.Yüksek mi yüksek. Tepeleri gökte. Gök kubbe iştebu dağa dayanıyor. Bu dağ olmasaydı, gökler çoktançökerdi.

Libya’nın ötesinde köpek kafalı insanlar yaşar.Ama öyleleri var ki, baş diye bir şeyleri yok. Başlarıolmasa da kör değiller, gözleri göğüslerinde.

Doğu ülkelerinde dev gibi büyük hayvanlar vekuşlar var. Köpek büyüklüğünde karıncalar, çöldekialtınların nöbetçisidir. Çok sıcak günlerde karıncalartoprak altında gizlenir. Bunu fırsat bilen o ülke halkı,nöbetçi karıncalar uyurken develerine binerek hızlaçöle gider ve altınları kapmalarıyla develere yükleyip

çöle gider ve altınları kapmalarıyla develere yükleyipgeri dönmeleri bir olur. Savsaklayıp gecikirlersehalleri dumandır. Karıncalar toprak altından çıkıppeşlerine düşerler. Bunlardan daha hızlı koşan başkayaratık görülmemiştir. Yakaladıklarını paramparçaederler.

Kuzeydeki ülkeler bunlardan daha da akıllarahayret vericidir. Orada yolunu şaşırmak işten değil.

Kuzeyde, kimi keçi ayaklı, kimi tek gözlü insanlaryaşar. Yılda altı ay uyuyanları, üç kez kurt kılığınagirenleri de var.

Akıllı bir insan olan Heredotos, bu masallarainanıyor muydu?

Yok, her şeyi yazıyordu, ama hepsine inanmıyordu.Dünyada tek gözlü insanlar olduğundan ve insanınkurt kılığına girebileceğinden şüphe ediyordu.

Heredotos şöyle düşünüyordu: “Denizci kısmıatmayı, anlattıklarını uydurmalarla süslemeyi peksever.”

Her ne kadar yabancı ülkelerde gezerkenkılavuzsuz olmazsa da, bunlara pek inanmamalı.

İyi, ama en uzak ülkelerden dünyanın kıyılarındayaşayan kabilelerden söz edilirken, gerçeğiyalandan nasıl ayırmalıydı?

Libya’ya olsun, Hindistan’a olsun, daha pek azinsan gitmişti.

Herhangi bir kılavuz ya da Fenikeli bir denizcisaçma sapan şeyler anlattığı zaman, yabancının herşeyi hakikat sanacağını umardı. Heredotos,sandıkları kadar saf değildi. Görüşleri yeni olan birinsandı, her şeye inanmazdı. Yoklanması mümkünolan her şeyi yoklamaya çalışırdı. Kanatlı yılanlarınolup olmadığını görmek için Arabistan’a gitmişti.Söylentiye göre bu alaca yılanlar, mis kokulu günlükveren reçine ağaçlarını korurlarmış. İlkbaharda uçupMısır’a gider, ama kutsal İbis kuşları tarafındankovuldukları için yine kendi ağaçlarına dönerlermiş.İnsanlar yılanları kovmak için günlük yakar, yılanlar daürkerek uçup giderlermiş.

Heredotos, Arabistan’a gidip kanatlı yılan diye birşeyin olmadığına yerinde kanaat getirmişti.

Heredotos, evde sayısız notlarını gözden geçirippapirüs tomarlarını karıştırırken şaşıyor ve

papirüs tomarlarını karıştırırken şaşıyor veşüpheleniyordu. Başkasının yalancısı olmamak içinherhangi bir olağanüstü olayı kitabına geçirmedenönce uzun uzun düşünürdü. Öte yandan, ilginç birhikâyeyi kitabın dışında bırakmaya da kıyamazdı.

Ve Heredotos, sivri uçlu kamış kalemi yine elinealır, mürekkebe batırıp yazmaya başlardı. Yarasalargibi çığlıklar çıkaran Habeşler hikâyesinin sonunagelince de, “Libyalılar böyle anlatırlar” deyip işiniçinden sıyrılırdı.

Heredotos şüphelerini okuyucularındangizlemezdi. “Gerçekte böyle olup olmadığını bilmem,sadece başkalarından işittiğimi anlatıyorum” derdi.

Gerçeğe uymayan şeylere, her defasında gerçeğeuygun bir izah bulmaya çalışırdı. Dodona şehrinegidip “Bir tapınak kurmak gerektiğini” salık veren dişigüvercin hakkındaki hikâyeyi anlattıktan sonra şunuekliyordu: Bunun yabancı bir dilde, kuşdili konuşurgibi konuşan bir yabancı kadın olduğu sanılır.

Heredotos her işittiğini tekrar etmemekle birliktegerçeği, uydurmadan; masalı, olmuş bir şeyden güçayırırdı. Uzak kuzeyde, gecenin altı ay sürebileceğine

inanmazdı da, Hindistan’da altınları koruyan devkarıncaların olabileceğine inanırdı. Kafasında, eskifikirlerle yeni fikirler savaşırdı. Ve eski fikirlerin çoğuzaman üstün geldiği olurdu.

Heredotos’un zamanında yaşamış olan birçokbilim adamı, ırmaktaki suyun güneş ışınlarınınetkisiyle buharlaştığını bilirdi. Heredotos’sa güneşinbir tanrı olduğuna ve gökte gezinirken susayıpırmaktan su içtiğine inanırdı.

Anaksimandros, Anaksimenes, Pythagorasyıldızların hareketlerinde bağlı oldukları yasa vesayıları incelemişlerdi. Heredotos’sa soğuk rüzgârın,güneşi yolundan saptırabileceğine inanır, bu yüzdende kışın soğuk olduğunu sanırdı.

Empedokles için gök cismi olan yerde, Heredotosbir gök ruhu, bir tanrı görürdü.

Bilim görevini yapıyordu. Yunanistan’da, madde veolaylara yeni açıdan bakan ve gördüklerini anlayanlargittikçe çoğalıyordu.

Heredotos kitabını okuduğu zaman, Atinalılar yığınyığın dinlemeye gelirlerdi. Bilim konusundaki bu

kitabın, kulağa bu kadar hoş gelmesine şaşarlardı.

Atina’nın her yerinde, meydanlarda, palaestradenen jimnastik salonunda, cümbüşlerde, hepevrenden, yıldızlardan söz edilir, ayla güneşin neolduğu tartışılırdı.

Bu tartışmalar, sönük cansız birer bilim tartışmasıdeğildi. Nasıl yaşamak, neye inanmak ve nasıldüşünmek gerektiği üzerineydi.

Soyluların Konuşmaları

Atinalı başbuğ Perikles’in evinde şölen vardı.Misafirler karınlarını doyurmuşlardı. Başlarını çelenklesüslüyor, iyi ruhlar şerefine aldıkları birer yudum, sukatılmamış şarabı içiyorlardı. Ev sahibesiAspasia’nın işaretiyle dansözler uzaklaşmış, flütçalan kadın flütünü bırakmıştı. Konuşma başlıyordu.

Misafirler Perikles’in evinde niçin toplanmışlardı?Sadece yemek yemek, müzik dinlemek, şarapiçmek ve güzel kokuları almak için mi? Değil.Konuşmak için, hocaları Anaksagoras’ı dinlemekiçin. Çünkü Anaksagoras, hepsinin hocası vedostuydu.

Ev sahibi Perikles, devlet işlerini bile sık sıkAnaksagoras’a danışırdı.

Perikles, Atinalıların başbuğu ve önderiydi.Kendisine ‘Olymposlu’ diyorlardı. Çünkü halkınkarşısında konuştuğu zaman, Zeus gibi ateşpüskürüyordu. Atina, onun zamanında eşsiz bir gücekavuşmuş ve dünyanın en güzel şehri olmuştu.

İşte bu önder, filozofa akıl danışıyor ve kendihatiplik sanatını, ondan alacağı doğa bilgileriylezenginleştirmeye çalışıyordu.

Anaksagoras, ev sahibesi Aspasia’yla da seveseve uzun uzadıya konuşurdu. Aspasia, gününü evinkadınlara ait bölümünde çıkrık başında geçirenkadınlardan değildi.

Devlet işlerinden bilim adamlarınınaraştırmalarından iyi anlardı. Filozof Sokrates de sıksık Aspasia’ya uğrar, hikmet dolu sözlerinidinlemeleri için, öğrencilerini de birlikte getirirdi.

Bu Miletoslu yabancı kadınla evlenmek içnPerikles, soylu bir Atinalı olan karısını boşamıştı.Birçokları bunun için Perikles’i kınıyorlardı. Perikles,

Aspasia’ya olan sevgisini gizlemiyordu.

Şölende daha kimleri görebiliriz?

Sözgelimi, büyük bir heykeltıraş, ressam ve mimarolan Phidias’ı. Atina’nın geliştirilmesinde Perikles’eo yardım ediyordu.

Onun emrinde Akropol’de binlerce mimar,heykeltıraş, dülger, bakırcı, duvarcı ve kuyumcuçalışıyordu. Her ustanın emrinde, bir komutanınki gibibir müfreze işçi vardı.

Bunların kılıcı ve mızrakları, heykeltıraş kalemiyleduvarcı malasıydı. Görevleri öldürmek, diriyi yoketmek değil, cansız taşlara can vermekti. Bunlarhareketsiz ağır mermer parçalarını, daima genç,hareket dolu tanrı ve tanrıça heykellerine, zarif veahenkli tapınak sütunlarına çeviriyorlardı. Taşı, binacephelerinde, çatı süslerinde dile getiriyorlardı.

Yüzlerce gemi Atina limanına, yapılar için mermer,bakır, altın, fildişi, servi, abanoz ağacı getiriyordu.

Phidias tek bir güzel bina değil, güzellik yasalarınagöre tüm bir şehri kuran bu inşaatçılar ordusunun

başıydı.

Phidias’ın yanında da Euripides’i görürdük.

O da, Anaksagoras’ın öğrencisiydi. Başkalarınıngerçek saydığına şüpheyle bakıyordu.

Kaderin gücü ve tanrıların otoritesi karşısındaeğilmiyordu.

Euripides’in tragedyalarının her sözü, tiyatrodaseyircileri sarsıyordu.

Bir savaş arabasına koşulmuş dört atı yönetmekkolay iş değildi. Oysa Euripides, çeşitli taraflarayönelmiş olan binlerce insanı yöneterek hepsini birhayatla, bir düşünceyle, bir duyguyla yaşatıyordu.

Seyircilerin birçoğu ürkek ruhlu ve kör inançlı olupeski tanrılara inanmaya devam ediyorlardı.

Euripides dizginleri sağlamca tutuyordu. Veseyircilerin en ürkekleri bile istekleri dışında ileriyeyöneliyorlardı. En kör inançlar bile, tragedyadaki“adaletsiz tanrı, tanrı değildir” sözlerini tekrarlıyordu.

Perikles, Aspasia, Phidias, Euripides...

Bunlar şerefli bir öğretmenin ünlü öğrencileriydi.

Eski zamanlarda kabile önderleri, maiyetiylebirlikte kalın duvarlarla çevrili saraylarında cümbüşederlerken, tanrılara yüzlerce öküz kurban edilirdi.Rüzgâr pişmekte olan kurban etlerinden çıkan yoğundumanları, sonra neşeli çığlık ve şarkıları, cümbüşedenlerin şimşek çakması gibi kahkahalarınıuzaklara götürürdü.

Bir şölenle devler cümbüş ediyordu sanki.

Bu da başka bir şölen. Burada toplananlar dabaşka devlerdi.

Euripides de Akhilleus ayarında bir adam değilmiydi? Akhilleus, insanları teke tek dövüşeçağırmışsa, Euripides de tanrılardan hesap istemişti.

Ya Perikles? Odysseus’tan daha büyük değilmiydi? Odysseus gibi, küçücük İthaka Adası’nı değildenizin kıyılarına ve adalara serpili şehirlerden ibaretbüyük bir devleti yönetiyordu.

Bunların adaleleri, Homeros’un kahramanlarınınkikadar kuvvetli değilse de, akılları daha genişti,

gözleri daha uzağı görüyordu.

Bu güçlü insanlar, aralarında en yaşlı olanıdinlemek için toplanmışlardı.

Biz onları, zamanın sisi arkasında hayal meyalgörüyoruz. Yarım daire şeklinde yerleştirilmişsedirlere uzanmışlar. Sedirlerin önünde alçacıkmasalar. Bardaklar kırmızı şarap, sepetler üzümdolu.

Konuşanlardan kâh biri, kâh diğeri, durumunudeğiştirip dirseğiyle yastığa dayanıyor komşusunadönüyor. Dudaklar kıpırdıyor, hatta soruları vecevapları işitiyor gibi oluyoruz. Ne hakkındakonuştuklarını ancak tahmin edebiliyoruz.

Yüzler Anaksagoras’a çevrili.

O günün söz konusu neydi?

Anaksagoras evrenden söz ediyordu. Dinleyenler,dünyamızdan başka dünyalar da olduğunu hayretleöğreniyorlardı. İşte Ay denilen dünya. Ayda dağlaryükseliyordu, ağaç ve hayvanlar vardı.

Şu da, bir kasırganın sürüklediği kızgın muazzam

bir taş olan Güneş’ti. Güneş gökyüzünde, bir geminindeniz köpüklerini yararak ilerlediği gibi, esiri yarayara alabildiğine koşuyordu. Bunun için daha dakızgınlaşıyordu. Güneşten parçalar kopuyor ve düşenyıldızlar halinde dört yana akıyorlardı.

Güneşten kopan böyle bir parça yere düştüğüzaman, kör inançlılar ona yaklaşmaya cesaretedemezlerdi. Yaklaşınca da, gök misafirinin basit birtaş olduğunu görürlerdi.

Başkalarının görmediğini gören filozofun sözlerinihepsi dinliyordu. Onun aklı, göğün derinliklerinesokuluyor ve kimsenin hayal bile etmediği yenidünyalar buluyordu...

Anaksagoras sözüne devamla, maddelerimeydana getiren zerreciklerden söz ediyor, bunlara“maddelerin çekirdeği” diyordu. Unsurlar sanıldığıgibi dört değil sonsuz sayıdadır, diyordu.

Anaksagoras tanrılara inanmıyordu. Ama bir“Yüksek Akıl”ın, evrene ilk itişi vermesi, evreni kendikendine hareket eden bir oyuncağı kurar gibikurması gerektiğini sanıyordu.

İhtiyar filozof, Yüksek Akıl’dan o kadar sık sözederdi ki, Atina’da kendisine de “Akıl” adınıtakmışlardı.

Perikles’in verdiği şölende toplananlar, kör inançlıkorkak insanlar olsalardı Ay’ı da, Güneş’i de tanrısaymayan Anaksagoras’tan yüz çevirir, sokağaçıkmaya bile sakınırlardı. Çünkü Tanrı Güneş, sadecebu saygısızca sözleri dinledikleri için kendilerinicezalandırabilirdi.

Fakat Perikles’in misafirleri, ileri görüşlüinsanlardı. Atalarının inandıklarına inanmaz, her şeyiakıllarıyla bulurlardı.

Ev sahibi de, insan aklını her şeyin üstünde tutardı.

Güzel konuşmayı öğreten hocalar, öğrencilereibret olsun diye, Perikles hakkında bakın neanlatırlardı.

Bir savaşta Perikles yüz elli gemiye bindirdiğiaskeriyle denize açılmaya hazırlanır. Tam kendisi degemiye bineceği zaman Güneş tutulur, ortalık kararır.Herkes bunu kötü bir belirti sayarak korkar.

Perikles, dümencinin korku içinde olduğunu vedenize açılmaya cesaret edemediğini görünce,pelerinini onun gözleri hizasına kaldırıp:

– Pelerinden korkuyor musun? diye sorar.

Dümenci şaşırıp:

– Hayır, der.

– Öyleyse ne korkuyorsun, diye cevap verirPerikles. Güneşin tutulmasına sebep olan Ay, bupelerinden sadece büyük. Bundan başka da bir farkyok.

Boşuna Anaksagoras’ın öğrencisi olmamıştıPerikles.

Şölenden sonra Anaksagoras, uyuyan şehrinsokaklarından eve dönüyordu.

Ay ışığında çınar ağaçları beyaz çiçeklerlesüslenmiş gibiydi. Uzakta, duvarlarla çevrili Akropol,bir dev gibi Atina’nın üzerinde yükseliyordu. Akropoltanrıların kalesiydi. Tanrıların tapınakları oradaydı.Athena Pallas’ın, yaldızlı mızrağını yıldızlı gökyüzünedoğru kaldırdığı heykeli de orada bulunuyordu.

Herkes çoktan uyumuştu. Pazar yeri olan AgoraMeydanı bomboştu.

Anaksagoras durup başını kaldırdı ve dikkatkesilerek Ay’ın orağına baktı. Orağın yüzünde yavaşyavaş dişler belirmiş, pürüzlü parlak yüzeyindeovalarla dağların kara gölgeleri hayal mayalgörünmüştü.

Anaksagoras gökyüzüne yeni gözlerle bakıyordu.Gökyüzü de yenileşmiş gibiydi.

Önceleri kendisi de Ay’ın, Dünyamızdan pek uzakolmadığını, av tanrıçasının bu ışık saçan yayının,yeryüzüne çok yakın olduğunu sanıyordu.

Birdenbire bu yay, erişilmez bir derinliğe doğruuzaklaşmıştı.

Gökyüzü bomboş kalmıştı. Her gece kanatlı bir atınAndromeda’yı alıp götürdüğü ve Perseus’unmızrağının ejderi vurduğu yerde uzay okyanusuuzanıyor, bunun içinde de birer dünya olan adalarışıldıyordu.

Bu sayısız dünyaların insansız, boş olması

imkânsızdı.

Anaksagoras, ıssız bir sokakta yoluna devamediyordu. Düşüncelere dalmıştı.

Ay, daha Atina üzerinde ışımakla beraber, tanyeride ağarmaya başlamıştı. İlk uyanan horozlarınötüşleri, ekmeğini kendi teriyle kazananlarıuyandırıyordu.

Kenar mahallelerdeki küçük evlerde dokumacılar,fırıncılar ve çömlekçiler karanlıkta ayakkabılarınıçarçabuk giyip işe koşuyorlardı... Kunduracı, yağkandilini yakarak bizine sarılıyordu. Gün doğuncayakadar para kazanacaktı.

Silahçının karanlık atölyesinde kıvılcımlarsaçılıyordu. Köle, körüğü var gücüyle çekerek ocağıkörüklüyordu.

Bir hanım, kadın köleleri dürterek uyandırıyordu.Birer yabancı olan bu kadınların adlarını söylemeyedili bir türlü dönmezdi. Kölelerine doğdukları yeregöre “Asya” ya da “Suriye” diye bağırmak dahakolayına gelirdi.

– Asya, Suriye, Trakyalı, kalkın! derdi. Yeterhorladığınız. İş hiç umurunuzda değil.

Bütün avlularda monoton, sıkıcı bir gıcırtı başlardı.Kadınlar el değirmenlerinde un öğütürlerdi.Değirmenlerin iniltiyi andıran gıcırtıları, herkesegünlük dertleri hatırlatırdı: Ekmek derdini, çocukları.Taneler daha öğütülmemişti, çocuklarsa yemekistiyorlardı.

Köylüler şehre gidiyorlardı. Birinin sırtında buğdaydolu bir çuval, diğerinin omzundaki değneğinuçlarından da birer sepet sarkmış olurdu. Sepetler,çiğli üzüm salkımlarıyla doluydu.

Ortalık yavaş yavaş ağarıyordu.

Pazar artık kalabalıktı.

Tüccarlar çadırlarını açıp, kamıştan örmetezgâhlarını kuruyorlardı.

Bir çan işitilir, sonra bir daha...

Böylece pazarda alışveriş başlardı...

Anaksagoras Agora Meydanı’nda ağır ağır

yürüyordu. Geceleyin muhteşem ve sessiz olan şehir,birden ne kadar telaşlı ve gürültülü olmuştu!

İşte bir zeytin satıcısı. Eliyle tuttuğu sepeti karnınadayamıştı. Başı yukarıdaydı. Öbür satıcılardan fazlabağırmaya çabalıyordu. Malını öyle övüyordu ki,Yunanlıları ömürlerinde zeytin yememiş sanırdı insan.

Satıcının bağrışları, meydandan geçen bir askerindikkatini çekti. Bir eliyle atının yularını tutup başındakipırıl pırıl tolgayı çıkararak satıcıya uzattı. Satıcı birobolosa, bakır tolgayı zeytinle doldurdu.

Anaksagoras’ın çoğu zaman, zeytin almak için birobolosu bile bulunmazdı. Oysa bir zamanlar onun dazeytinlikleri, geniş tarlaları ve bağları vardı. Çoktanotların kaplamış olduğu tarlalarında keçi ve koyunlarotluyordu. Anaksagoras kendisini hep tek davayaverebilmek için, daha gençliğinde evini ve yurdunuterk etmişti.

İnsana Övgü

Bir zamanlar insan, kıyılarında yaşadığı ırmağındünyanın tek ırmağı olduğunu sanıyordu. Yüzyıllarsonra, Herakles’in direkleri denilen okyanus

kapılarına dayanınca, bunun da dünyayı çepeçevresaran büyük bir ırmak olduğu hükmüne varmıştı.Aslanı ilk gördüklerinde, ona “Büyük Köpek” diyenataları gibi, o zamanın insanı da okyanusa “OkeanosIrmağı” demişti.

Görüş ufukları genişlemişti. İnsanlar dünyadabirçok ırmak ve deniz olduğunu öğrenmişlerdi. Amadünyanın tek bir dünya olduğu hakkındaki kanılarıdeğişmemişti. Gökyüzüne dikkatle baktıkları zamanbaşka dünyalar da görüyorlarsa da, gökokyanusunun bu adaları onlara ejder, yılan, kanatlı atşeklinde birer canavar gibi geliyordu.

Derken insan yeri gökten ayıran mesafeyi,düşüncesiyle, aklıyla aşmayı denedi. Her şeyi bilmekve kavramak isteyen akla, meraklı gözler yardımediyordu.

Gözler, en yakın gök adasında dağ ve ovalarseçmeye başladılar.

Anaksagoras şöyle diyordu: Ay da bir dünyadır.Dünyamız, evrenin tek dünyası değildir.

İnsan sonsuzluk yolunda gittikçe ilerliyor, evrenin

enginliklerinde ilk defa dolaşıyordu. Büyüğüküçükten, uzağı yakından, daha pek iyi ayırtedemiyordu.

Yıldızların dünyaya uzaklık derecesini anlamayaçalışıyordu. Bir zamanlar Hesiodos gökten atılan birörsün, dünyaya dokuz gün dokuz gece sonradüşeceğini söylemişti. Artık insanlar, yıldızların çokdaha uzak olduğunu biliyorlardı.

Yeryüzündeki dağların bile yüksekliği dahaölçülmemişken, yıldızlara kadar olan mesafeyi nasılölçmeliydi? Dağlar, olduklarından çok daha yüksekgörünüyordu insanlara. Çünkü karlı tepelere dahakimse çıkmamıştı.

Anaksagoras, güneşin PeloponnesosYarımadası’ndan büyük olduğunu söylerken, hep yerölçüsüyle ölçüyordu. Ne olursa olsun, ölçüyordu ya!

Dünyamıza Ay’ın mı Güneş’in mi, daha yakınolduğunu anlamaya çalışıyor ve “Ay daha yakındır”diyordu, “Güneş tutulurken, Ay’ın güneşi kapamasıbundandır.”

Böylece güneş tutulması bir parıltı gibi, insana

gökyüzünün derinliklerini aydınlatmıştı.

İnsan, üzerinde yaşadığı dünyayı da gittikçe dahaiyi tanıyor, bilinmeyenin sınırlarını daha öteleretaşıyordu.

Madenciler yerin derinliklerinden gümüş ve demirçıkarırlardı.

Karanlık maden ocaklarında çanak kandiller, nemliloş galerileri aydınlatırdı. Kandile tam on saatyanacak kadar yağ doldurulurdu. Hep karanlık olanyerin altında, vakit başka türlü nasıl bilinebilirdi?

Maden filizi, yeryüzüne bir zamanlar olduğu gibisırtla değil, ağaç bocurgatların yardımıyla çıkarılırdı.Filiz de önceki gibi çukurlarda değil, daha fazlademir veren fırınlarda eritilirdi.

İnsan yeryüzünü de, denizi de fethediyordu.

Atina’ya denizyoluyla, Kafkaslardan ağaçkütükleri, Afrika’dan fildişi, Kırım’dan hayvan vebuğday, Kolkida’dan balmumu, Arabistan’danamber getiriliyordu.

İnsan yeryüzünü gittikçe artan bir cesaretle

değiştiriyordu.

Bir yerde kanal açıp gemi yüzdürüyor, başka biryerde taş dalgakıranlar yaparak deniz kıyılarınıdüzeltiyor, gemi sığınabilir hale getiriyordu.Dalgakıran öyle derin bir yerde yapılıyordu ki, on kişibirbirinin omzuna çıksa, en üstteki yine de su altındakalırdı.

Herhangi bir şehrin dolaylarındaki yamaç,muazzam bir açık hava tiyatrosuna çevrilirdi.Seyircilerin oturacağı sıralar kayalara oyulur vearkaya doğru basamak basamak yükseltilirdi. Böylebir tiyatro otuz binden fazla seyirci alabilirdi.

İnsan, yeraltında hiçbir şeye yaramayarak yatanmermerle fikirlerine şekil veriyordu. Tanrılarınşerefine yapılan bir tapınağın her sütunu, onu yarataninsanı övüyordu.

Aradan yüzlerce, binlerce yıl geçince, Athena veZeus’a olan inanç sarsılıp yıkılacaktı. Ama butanrıların heykelleri ve onlar şerefine yapılantapınaklar kutsal bir şey olarak el üstünde tutulacak,gözbebeği gibi korunacaktı.

Hellas’ın gökyüzünde bulut pek seyrek görülür.Buna rağmen yüzyıllar boyunca boralar ve bozukhavalar yapmışlardı yapacaklarını. Beyaz Pentelikonmermerinden yontulmuş sütunların rengi değişiksarımtırak kahverengiye çalmıştı. Bazı yapılardanyalnız sütunlar kalmış; bunların bazıları taşıdıklarıcehpe ve çatı süsleri gibi yüklerden yoksun olarakhâlâ dimdik dururken, bazıları da devrilipparamparça olmuşlardı. Bunları, hava okyanusundaesen şiddetli rüzgârlar değil, insan tarihininkasırgaları devirmişti. Bir düşman gemisinden atılantunç gülle, bir an içinde bozuk havaların yüzyıllardayaptığından fazla tahribat yapmıştı.

Ne de olsa, bu yarı harap tapınaklar insanlarıngözünde hep genç kalacaklar ve hiçbir zamanihtiyarlamayacaklardı. Yaratıcılığın, sanatın gücüböyleydi. Yaratıcılık, yıkımdan kuvvetliydi.

Yüzyıllar sonra bir tanrıçanın heykeline bakaninsanlar, “Harika, insan ne güzel!” diyeceklerdi.

Yıkıp yakanların adları unutulacak, düşünenlerin,yaratanların ve kuranların adlarıysa belleklerdeebediyen kalacaktı.

Yaratıcı insan yüceydi ve bunu kendisi deanlıyordu.

Atina’daki Dionysos Tiyatrosu’nda, kayalaraoyulmuş sıralarda binlerce seyirci, Aiskhylos’un,Sophokles’in kahramanlarının başından geçenleriheyecanla izliyordu. Oidipus ya da Antigone’ninçektikleri acıları gördükçe yürekleri burkuluyordu.Sanatın gücü ruhun sınırlarını genişletmişti. İnsanınruhu yalnız kendi sevinç ve acılarını değil,başkalarınınkileri de duymayı, yalnız kendisini değil,başkalarını da düşünmeyi öğretiyordu.

Tiyatroda hangi tragedya oynanırsa oynansın,Aiskhylos’un Zincirlere Vurulu Prometheus’u olsun,Sophokles’in Antigone’si ya da Euripides’inİphigeneia’sı olsun, hepsinde de seyircileri hep birdüşünce, hep bir kaygı heyecanlandırıyordu. Kimüstün gelecekti? Kaderin kör kuvveti mi, yoksainsanın özgür iradesi mi?

İşte sahnede Hephaistos, balyozuyla titanlardanPrometheus’u kayaya çiviliyor.

Prometheus göklerden çaldığı ateşi insanlara geri

vermişti. Kader kendisine karşıydı. Kafkasdağlarında bir kayaya zincirle çakılmıştı. Ama neZeus’a, ne de tanrılarca konulduğu sanılan yasalarabaş eğmişti.

Bu da başka bir sahne. Antigone zindanda. Suçlukardeşini gömdüğü için ölüme mahkûm edilmiştir.Sevgisinin cezasını çekiyordu, ölecekti. Amainsanlar tarafından konulan hiçbir yasa, kalbindekisevgiyi çıkarıp atamayacaktı.

Binlerce seyirci, özgür insan ruhunun, kaderingaddar hâkimiyetiyle savaşını izliyordu.

Koro, insanı öven bir parçayı okurken, seyircilersıralarında mest olurlardı.

Doğada harika güçler çok,Ama insandan güçlüsü yok.Cesaretle dolaşır insan kükreyen

dalgalarda,Şiddetli kış rüzgârlarında.Her yıl evlek açar pulluğuylaÖlümsüz toprağın bağrında.

Ağlarla avlar hafif kanatlı kuşlarıVe denizlerde balıkları.Uzun yeleli atları o eğitti.O vurdu boyunduruğu güçlü öküze.Ne kışın ok gibi soğuğu korkutur

onu,Ne de gökten boşanan sağnaklar.Hastalıklara da devayı buldu.Bir ölümden kaçamaz yoksa,Yelden hızlı konuşurYelden hızlı düşünür.Şehirler kurmuştur barınmak için.Yasalar koymuştur küstahlardan

korunmak içinYoksuldur umutta,Zengindir hikmette ve sanatta.

Evet, insan güçlüydü ve biliyordu güçlü olduğunu.

Önceleri doğa insana egemendi. Gökyüzübulutlanıp karardığı zaman insan titrer, şimşek çaktığızaman da yere kapanırdı. Ocağındaki ateşi

söndürmek, yoksul kulübesini altüst edip dört yanasavurmak için doğanın hafifçe üflemesi yeterdi. İnsanaçlıktan ve soğuktan ölmemek için yalvarıp yakarırdı.Ama kime?

Derken insan büyümüştü artık. İktidar uğrunadoğayla savaşıyordu.

Eski bir ozan boşuna dememişti şunu:

Doğa bizi yenmek isteyedursun,Biz onu sanatla yeniyoruz.

İnsan suyu işe koşarak ona tarlaları sulatıyor,rüzgâra gemileri yürüttürüyordu. Ateşe demirierittiriyor, topraktan ekmek, şarap alıyordu.

Kışın, soğuğu evinin eşiğinden içeri bırakmıyor,dalgakıranla koruduğu limana fırtınayı sokmuyordu.

İnsanın, yakın bir geçmişe kadar tanrılarıniradesinden başka iradesi yoktu. Kendisine “çoksevdiğin kızını tanrılara kurban et” denilirse,feryatlarını işitmemek için, yavrusunun ağzını bağlar,sonra da götürüp kurban ederdi.

Zamanla eski inançlar tarihe karışmıştı.

Tiyatroda hükümdar Agamemnon, kızıİphigeneia’yı bir tanrıçaya kurban ederken, koro şubeyti okuyordu:

Senin ruhun yücedir, kuzum kralkızı.

Ne yaparsın ki, tanrıça ve kaderzalim!

İphigeneia’nın ruh yüceliği kabul ediliyor, zalimtanrı Artemis ise yeriliyordu: “Adaletsiz tanrı, tanrıdeğildir.”

Önceleri insan, kabile önderinin her dediğineboyun eğerdi. Soylu ataları olmayan bir kimse,kaderini başkaları tayin ederken söz hakkına sahipdeğildi. Ve her şeye rağmen kalkıp konuşmakisteyen bulunursa, önder hemen asasıyla ona vururve “Otur uğursuz, dinle başkaları ne diyecek” diyereksusmasını emrederdi.

Atina’da halk, önderlerini kendisi seçer, birihoşuna gitmeyince de yönetimi elinden alırdı.

Halk denince, bütün Atina halkı değil, yalnız hür

vatandaşlar anlaşılırdı. Kölelerin, sayıca hürvatandaşlardan çok daha fazla oldukları halde, hiçbirhakları yoktu.

Atina demokrasisi, köle sahiplerinindemokrasisiydi...

Atina halkı, hürriyetiyle övünürdü. Bu övünç, savaşmeydanında düşmanla karşılaştıkları zaman güçlerinikat kat arttırırdı.

Demokritos Üstüne

İnsan gerçeğe doğru giden dik yolda, gittikçedaha yükseklere çıkıyordu. Ve sonunda öyle birzaman geldi ki, hem çevresindeki dünyalarınsonsuzluğunu, hem de gökteki yıldızları ve yerdekikum taneciklerini oluşturan en küçük zerrecikleri,yani atomları da gördü.

İnsanlara bunu ilk anlatan, büyük filozofDemokritos olmuştu.

Söylentiye göre Demokritos, Trakya’daki Abderaşehrinde doğmuştu. Babası Damasip’in hemşerileriarasında büyük itibarı vardı.

Bir gün İran şahı Keyhusrev, seferlerinden birindeDamasip’in zengin ve konuksever evinde kalmıştı.Hükümdara, o zamanın bilim adamları olan büyücülerde katılırdı. Keyhusrev Abdera’dan ayrılırkenbüyücülerden bazılarını Damasip’in çocuklarınıokutmak için bırakmıştı.

Demokritos’un, çocukluğunda ders aldığı İranlıbüyücülerin görüşleri, birçok meseledeYunanlılarınkinden farklıydı.

Zerdüşt dinini yayan bu İranlı büyücüler, tanrılarainananları ahmak sayarlardı. Onlara göre iki dünyavardı: Büyük Dünya, yani evren ve Küçük Dünya, yaniinsan.

Demokritos öğretmenlerinden, Hint filozoflarınınöğretisini de işitmiş olabilirdi. Tüm maddelerzerreciklerden, yani noktalardan meydana gelmiştir.Nokta hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederekyüzey, yüzey hareket ederek cisim olmuştur.

Demokritos’un bir öğretmeni daha vardı: DostuLeukippos. Yunan biliminin derinliklerini o açmıştıkendisine.

Demokritos, Miletoslu filozofların teorisini, yanievrenin aslını maddenin sağladığını Leukippos’tanöğrenmişti.

Damasip öldükten sonra, Demokritos, şehrin enzenginlerinden biri olmuştu. Babası kendisine bintalent bırakmıştı.* Bu büyük bir servetti.

Demokritos itibar ve nüfuz sahibi olarak rahatçayaşayabilirdi. Arkhon, yani devlet başkanı seçilmiş,şerefine, üzerinde kendi adı olan ve bir saz resmiolan para basılmıştı.

Demokritos yurdunda kalmadı. Bilgi peşindedünyayı dolaşmaya çıktı.

Demokritos, “bilge kişiye tüm yeryüzü açıktır”diyordu.

Ömrünün birçok yılını uzak ülkelerde gezilerdegeçirdi. Mısır’a, Babil’e gitti, Mısırlı kâhinlerle, Babillibüyücülerle ve Hintli felsefe hocalarıyla konuştu.

Ama başöğretmeni doğaydı.

Demokritos şöyle diyordu:

“Benim zamanımda yaşayan insanlardan yalnızben, dünyanın büyük bir kısmını dolaştım, en uzakolayları inceledim, gök ve yerin en geniş alanlarınıgördüm, birçok bilim adamını dinledim.”

Demokritos yurduna yoksul bir insan olarakdöndü. Kardeşi yardım etmeseydi açıkta kalabilirdi.Elinde avucunda bir şeyciği kalmamış, tüm servetiniharcamıştı. Çünkü bir tüccar olarak değil, dünyayıinceleyen bir araştırıcı olarak gezmişti. Kiraladığı hergemi, pahalıya mal oluyor, kâr getirmiyordu.

Abdera halkı öfkeden küplere biniyordu.Demokritos’a büyük saygıları vardı. O ise servetiniyabancı ülkelerde bir mirasyedi gibi savurmuştu.

Söylentiye göre, Demokritos mahkemeye bileverilmişti.

Yargıçların huzurunda Demokritos, bağışlanmasınıisteyeceği yerde, büyük bir ruloyu açıp yazdığı eseriokumaya başlamıştı.

Bu eserin adı Büyük Dünya Düzeni’ydi.

Evrenin doğuş ve kuruluşunu anlatan bu kitabı

Demokritos’un niçin okuduğunu yargıçlar başlangıçtabir türlü anlamamışlardı herhalde. Çünkü suçlamaylaDemokritos’un kitabı arasında, görünürde hiçbir bağyok gibiydi.

Demokritos’un tasvir ettiği evren görünümü okadar güzel ve görkemliydi ki, davacılar suçlamayıunutmuşlardı.

Kitabın okunması bittiği zaman yargıçlar,Demokritos’un şehrin gelenek ve yasalarınıçiğnemediği kanısına vardılar. Gezide bin talentharcamıştı, ama başka bir servet getirmişti: Bilgi. Ozamana kadar tek bir Abderalı tüccar, denizgezisinden böyle bir kârla dönmüş değildi.

Yargıçların kararı şöyleydi: Demokritos’a beş yüztalent verilsin, sağlığında bronz heykeli dikilsin,öldükten sonra şehir hesabına gömülsün.

Fakat Demokritos’un ölmeye niyeti yoktu. Elindeyine para vardı. Bunları da aynı amaç için, yani bilgiuğruna harcamayı kararlaştırdı.

Bu defa Atina’ya, yani Yunanistan’ın bütün öbürşehirlerindekinden daha çok ünlü bilim adamı

bulunan şehre gitti.

Anaksagoras, Sokrates ve daha başka birçokfilozof Atina’ da ders veriyordu.

Demokritos, eserlerinin ününün, kendisinden önceAtina’ya vardığını sanıyordu. Atina’ya varıncakendisini kimsenin tanımadığını gördü.

Demokritos, Sokrates’i bildiği halde Sokrates’inondan haberi yoktu. Demokritos Anaksagoras’ıziyaret etti. İhtiyar filozof, onu dost ve öğrencileriarasına kabul etmedi.

Bir “Yüksek Akıl”ın varlığına inanmayan bu Abderalıgenç filozof, Anaksagoras’a fazla cüretkârgörünüyordu.

Demokritos, evreni harekete geçiren bir yüksekgüce ihtiyaç duymamıştı. Evreni başsız ve sonsuzsayıyordu. Evren sonsuzdu. Hareketin bir başlangıcıolmadığına göre, başlangıçsız bir şeyinbaşlangıcından söz etmekte bir anlam var mıydı?

Anaksagoras’a cüretkâr görünen düşünceler iştebunlardı.

Demokritos’sa Anaksagoras’ın görüşlerini“ihtiyarca” sayıyordu.

İhtiyar filozoflar, Demokritos’u meclislerine kabuletmemişlerdi, ama gençler arasında onun hersözünü can kulağıyla dinleyenler az değildi.

Demokritos şöyle diyordu:

– Bir kaba su doldurup sımsıkı kapayın. Sonraateşe koyup kaynatın. Su kabı patlatır.

Sebebi ne?

Şu ki, dünyadaki her şey gibi su da atomlardanmeydana gelmiştir. Pek küçük oldukları için, atomlarıgörmeyiz.

Öyleyse, atomların var olduğunu neredenbiliyoruz? Zerrecikler gözle, kulakla, burunlasezemeyeceğimiz, tatma ve dokunmayla farkedemeyeceğimiz kadar küçük olunca, akılyardımımıza koşuyor.

Sımsıkı kapalı kabın ateşte nasıl patladığınıgörüyoruz. Ve akıl bize, buna sebep, suyunkaynamasıyla atomların genişleyip içinde bulunduğu

zindanın duvarlarını parçalamasıdır, diyor.

Bir tapınaktaki altın heykelin elinin niçinzayıfladığını, yani aşınıp küçüldüğünü anlamıyoruz.Akıl bunu da izah ediyor. Dua edenler altın eliöperlerken elden, gözle görülmez atomlar kopuyor.

Böylece açıkça bilinen bir şey, gizli olupbilinmeyen bir şeyi görmek imkânını veriyor.

Öğretmen anlatıyor, öğrenciler de onu izleyerekgözle görülmez atomlar dünyasına dalıyorlardı.

Uçsuz bucaksız uzayın bir yerinde atomlaruçuşuyordu. Düzensiz, karmakarışık bir uçuştu bu.Güvercinin güvercinlerle, turnanın turnalarla toplanıpkuş kümeleri, kuş sürüleri meydana getirdikleri gibi,aynı cinsten atomlar da birbirini çekiyordu.

Bu çekme, atomların yolunu eğriltiyor ve bunlarkasırganın göklere savurduğu kum tanecikleri ya daanafordaki yongalar gibi dönmeye başlıyorlardı.

Ağır şeyler, anaforun merkezinde toplanır, hafiflerde dışarıya atılır.

Sonsuz boşlukta uçuşan atomlar da öyle olmuştu.

Ağır atomlar, evren kasırgasının merkezindetoplanmış, hafifler de ağır atomlar tarafından yenilipdışarıya, kenara itilmişlerdi.

Atomlar, diyordu Demokritos, bir meydandakiinsanlar gibidirler. Gezinenler seyrek oldukçabirbirine engel olmazlar. Çoğalınca itişmelerkakışmalar, kavgalar başlar. En kuvvetliler üstüngelir, zayıflar çekilip gitmek zorunda kalırlar.

Evrenin merkezinde toplanan ağır atomlar dünyayımeydana getirdiler. Ağır atomların etrafında, dahahafif olan suyun atomları yerleşti. Bunlardan da hafifolan havaysa merkezden çok uzakta kalmıştı.

Dünya merkezine doğru yönelen suların atomları,yeryüzündeki iki derin çukuru doldurmuşlardı.Bunlardan biri, çevresinde insanların yaşadığıAkdeniz’di. İkinci çukur, dünyanın öbür tarafındaydı.Orada da insanlar yaşıyordu herhalde. Bunlara, tersayaklılar anlamına gelen Antipoda’lar derler. Çünkübizim ayaklarımızın altında olan, onlar içinyukarıdaydı.

Dünya değişmeye devam ediyordu. Subuharlaştığından denizin dibi açıldı. Bunun için

buharlaştığından denizin dibi açıldı. Bunun içinbugüne kadar dağlarda deniz kabukları,mağaralarda da balık ve yunus izleri bulunur.

Dünya, boşlukta döne döne alabildiğine uçuyordu.Uçarken başka dünyalardan kopan muazzamparçalarla karşılaşıyordu. Dünyamıza hızla giren buparçalar onunla birlikte dönmeye başlıyorlardı.Güneş, Ay, yıldızlar bu kocaman taşlardan meydanagelmiştir. Gök cisimleri dünyadan uzaklaştıkça hızlarıartıyor, daha kızgınlaşıyorlardı.

Ateş elde etmek için bir ağaçta açılan çukurdahızla döndürülen değneğin tutuşması gibi gökcisimleri de tutuşuyor ve bir daha sönmüyorlardı.

Daha ötelerde başka dünyalar, başka gökcisimleri vardı.

Evrende, birbirine benzeyen iki dünya bulunamaz.Birbirine benzeyen iki kişi bulunmadığı gibi.

Bazı dünyalar, aysız ve güneşsizdi, karanlıktı.Öyleleri vardı ki, gökyüzünde iki güneş doğuyor,geceleyin de birçok ay parlıyordu. Bazı dünyalar,meyve ağaçları baharda çiçek açar gibi serpiliyordu.Bazıları da, sonbaharda kırağı vurmuş yapraklar gibi

sararıp soluyordu.

Dünyalar da insanlar gibi çarpışıyor vesavaşıyorlardı. Daha büyük olan dünya galipgeliyordu. Küçük olan dağılıyor, paramparçaoluyordu.

Bu parçalardan yeni dünyalar, yeni güneşlermeydana geliyordu.

Öğrenciler, “Yeryüzünde canlı varlıklar nasıldoğdu?” diye sorarlardı.

Demokritos buna şöyle cevap verirdi:

Dünya daha sıcaktı. İyice katılaşmamıştı. Şişiptümsek tümsek oluyordu. Tümsekler, ağaçlardakitomurcuklar gibi patlayıp açılıyor, içinden hayvanlarçıkıyordu.

Ağır toprak atomları fazla gelen varlıklar karayayerleştiler. Su atomları daha çok olanlar suya girdiler.Hafif hava atomları fazla olan hayvanlar da kanatlanıphavalandılar.

Bu ilk hayvanlardan çoğu yok olmuştu. Yaşayanlar,kurnazlık ya da kahramanlıkları ya da türlerini koruyan

hızlı koşma yetenekleri sayesinde kurtulmuşlardı.

Daha sonra bu eski hayvanlardan insan dameydana geldi.

Başlangıçta insanlar hayvan gibi yaşardı.Çıplaktılar, evleri barkları yoktu, ateşi bilmezlerdi.Ömürleri hep yiyecek peşinde geçerdi. Teker tekeryiyecek aramaya çıkar, ot, yaban meyveleri toplayıpyerlerdi.

Hakkında efsaneler söylenen bir altın çağ, mutlulukçağı olmamıştır geçmiş zamanlarda. İnsan çok şeyçekmişti o zaman. Zayıflar kırılmış, ancak kuvvetliolanlar kurtulabilmişlerdi.

İnsanlar, saldıran vahşi hayvanlardan korunmakiçin birleşmeye, yardımlaşmaya başladılar.

Acı tecrübeleri, insanlara kışın mağaralarasığınmayı, meyve stokları yapmayı öğretti.

İnsanlar ateş elde etmeyi öğrendiler. Yavaş yavaşçeşitli zanaatlar bellediler. Örümcekten dokumayı,kırlangıçtan ev yapmayı, bülbülden türkü söylemeyiöğrendiler.

Çeşitli zanaatlar ve icatlar tanrıların bir armağanıdeğildi. Zorunluluk, insanın her şeyde öğretmeniolmuştu.

Vahşi hayvanlara karşı ortaklaşa savaş insanlarıbirleştirmişti. Zamanla insanlar arasında dakıskançlık yüzünden kavga başladı. Biri ötekinikıskanıyor, onun mal ve mülküne göz dikiyordu.Bunun önünü almak için yasalar çıkarmak gerekti.

Herkes yasalara uymak zorundaydı. Çünküatomların birleşerek maddeyi meydana getirmelerigibi, insanlar da devleti meydana getirirlerdi. Atom,maddeye kıyasla bir hiçti ve onun yasalarına bağlıydı.

Bunun için, diyordu Demokritos, devlet işlerini,öbür bütün işlerden çok daha önemli saymalı.Herkes devletin düzenli olmasına çalışmalı.Vatandaş, hak ettiği itibardan fazlasını beklememelive ortak davaya zarar verecek derecede nüfuzsahibi olmamalı. Doğru yolda yürüyen bir devlet,insana en büyük destektir. Her şey devlete bağlıdır.Devlet işleri yolundaysa, herkes refah içindedir.Devlet çökerse, her şey yok olur.

Eşitlik her şeyden mükemmel bir şey. Demokratik

Eşitlik her şeyden mükemmel bir şey. Demokratikbir ülkede yoksul olmak, kralların idare ettiği birülkede zengin olmaktan iyidir. Özgürlüğün kölelikteniyi olduğu gibi...

Evrende her şey: Dünya, güneş, deniz, dağlar,insan ve insan yasaları, tanrıların iradesiyle değil,sebeple sonucun zorunlu akışıyla meydana gelmiştir.

Demokritos bunları söylerken, öğrencileri deonunla birlikte yıldızlara ve atomlara giden yoldadolaşırlardı.

Demokritos’un düşünceleri Thales’in,Anaksimandros’un, Empedokles’in fikirleriylekarşılaştırılırdı.

Daha sonra Thales, bir ana unsurdan, yanimaddeden söz etmişti.

Anaksimenes “hava zerrecikleri”nden,Empedokles “unsurlar”dan, Anaksagoras“maddelerin çekirdekleri”nden söz ediyorlardı.Doğayı inceleyenler, atomlara, atom fikrine adımadım yaklaşıyorlardı. Derken Miletoslu filozofLeukippos’la öğrencisi Demokritos, evrendeatomların sonsuz hareketi hakkındaki büyük

teorilerini ortaya atmışlardı. Bu teori, yüzyıllarboyunca insanları doğayı kavramaya sürüklemişti.

Önde Gidenler, Geride Kalanlar

Bir zamanlar insan tüm dünyayı, yaşadığı ırmağıniki yakasındaki topraklardan ibaret sayıyor, başkayerleri bilmiyordu.

Sonra dünyanın, etrafında insanların yaşadığı birdeniz olduğu kanısına vardı. Civarında kurbağalarınyaşadığı bir su birikintisi gibi.

Zamanla ufukları daha da genişlemiş, dünyadenince insan, yeryuvarlağını düşünür olmuştu.

Derken evrenin sonsuz dünyalar olduğunu öğrendi.

İnsan başka bir yönde de yürüyordu. Maddenin enufacık zerreciklerini de kavramaya başlamıştı. Artıkkum taneciğini, dünyanın en ufak şeyi saymıyordu.

Taşı nasıl ufaladıklarını, buğday tanelerini nasılöğüttüklerini, bir tapınakta birçok dudağındeğmesinden, heykelin altın elinin nasıl aşındığını,cisimlerden en ufak zerreciklerin nasıl koptuğunugörüyordu. Ve kendi kendine, “Cisimler daha da

parçalansa ne olur?” diye soruyordu. Buna cevapolarak da, büyük bir taş parçasından daha küçükparçalar, bunlardan da daha küçük taş parçaları eldeedilir, iyi, ama bunun da bir sonu olmalı diyedüşünüyordu. Maddenin derinliklerine giden yolunsonsuz olduğunu, burada hiçbir zaman sonavarılmayacağını o zamanki insanın anlaması güçtü.Bunun için bölünemez zerreciklerin var olduğuhükmüne vardı. Bunlara atom (bölünmez), dedi.Dünyadaki tüm cisimler atomların birleşmesiydi.

İnsan, düşüncesiyle ilk defa bilinmez bir dünyayadalarak, görülen her şeyin, gözle görülmeztuğlacıklardan yapılmış olduğunu sezmişti.

İnsan böylece, hem büyük yıldızlar dünyasına, hemde küçük atomlar dünyasına doğru adım adımilerliyordu.

Sözünü ettiğimiz bu insan kimdi?

Ne tek bir kişiydi, ne de tüm insanlık. Tekbaşlarına çalışan ayrı ayrı düşünür kişilerdi. Bunlar,öğrencileriyle birlikte felsefeyle uğraşan bir avuçinsandı.

Halkın çoğunluğunu meydana getiren çiftçiler,zanaatçılar, kölelerse, felsefenin “f”sini bilebilmezlerdi.

İlklerin en ilklerinden olan Leukippos’laDemokritos, artık atomları görecek kadarilerlemişken, Atina’da, aynı zamanda yaşayan birçömlekçi ya da camcının, kap kacak ya da campişirdiği fırına, kötü ruhları kovmak için, bir efsaneyaratığı yarı insan yarı keçi olan satir’in boynuzlubaşını astığı oluyordu.

Usta, cam erittiği ya da kap kacak pişirdiği zamanatomları, bir kumandanın askerleri yönettiği gibiyönetiyor, çift çift dizilmeye, yerlerini değiştirmeye,birbirinden ayrılmaya zorluyordu. Ama bu, askerlerinigörmeyen, var olduklarını bile bilmeyen kör birkumandandı.

Nereden geldiğini anlamayarak başarıyla sevinir,önleyemediği uğursuzluktan korkardı.

Bir çömlekçinin atölyesinin önünde duran birdilenci şu eski türküyü söylerdi:

Para verirseniz eğer, türkü söylerim

size çömlekçiler.Fırınları korurken Athena, duamı

dinle!Çömlekçiler, şişeler, kâseler

yapanların yüzünü ağartsın.Fırında iyice pişen ve iyi kâr

getiren,Pazarda, sokaklarda kapış kapış

satılsın.Ve bu şanlı kârdan, türkü

söyleyene de pay çıksın.

Atölyede türküyü dinlerlerdi. Kâse yapan bir ustatezgâhını durdurmuş, sırtında kömür dolu bir çuvaltaşıyan bir genç olduğu yerde kalmıştı. Ocaktakikömürleri karıştıran köle kapıya doğru dönmüştü.Atölyenin dazlak ve kambur bir ihtiyar olan sahibi,değneğini kaldırıp kölelere:

– Ne o, derdi, ağızlarınızı bir karış açmışsınız? Şudeğneğin, sırtınızı okşamasını mı istiyorsunuz, yoksa!

Çömlekçinin kendisine bakmadığını gören dilenci,bu ihtiyardan metelik çıkmadığını söyleyerek türküye

tehdit sokuyordu:

Dilenciyi aldatmak isterseniz,utanmaz herifler,

Çağırırım şu anda tümdüşmanlarını çömlekçi fırınının.

Ey, çanakkıran, çatlayan ey, bozuktoprak!

Ey, bu sanatı ne zararlara sokankızgın ateş!

Bir at çenesi gibi gıcırdasın fırın.Çömlekçileri, şişeleri, kâseleri

paramparça ederken.Sen de, güneşin kızı, büyücüların

çariçesi KirkeOcağını, evini kül et şunların, altını

üstüne getir fırınının!Kır dök her şeyi! Çömlekçilerin

feryatları yedi kat göğe çıksın.Öyle keskin bir zehir ver ki, usta

ölsün, zanaatı da onunla[kurusun.

Hükümdar Khiron da alsın getirsin,Herakles’in güçlü elinden kurtulan

kentaur’larını,Her şeyi çiğneyin, gümbür gümbür

yıkılsın fırın!Çömlekçiler iniltilerle seyretsin

kıyameti.

Atölye sahibi, vahşi Kentaurların belirmesinibekleyecek değildi ya! Ya büyü tutarsa! Homurdanahomurdana bir akçe çıkarıp dilenciye atardı.

Demokritos’la aynı zamanda yaşayan bu ihtiyar,büyüye hâlâ inanıyordu.

Hoş, Demokritos’un öğretisinde bile, ilkelinançların izleri vardı!

Tanrılara inanmayan Demokritos, kötü göze, yanikıskanç bir insanın başka bir insana gözüdeğebileceğine inanıyordu.

Öğretmenleri olan İranlılar, kendisine daha küçükyaştayken büyünün sırlarını açmışlardı. Ve tanrılarıinkâr ederken bile fala ve gelecekte olacak şeyleri

bildiren rüya ve belirtilere inanmaya devam ediyordu.

İnsan, binlerce yıllık tarihinde birçok şeyöğrenmişti. Aralarında doğru olanlar da vardı,olmayanlar da. Ne var ki, doğruyu yanlıştan, gerçeğiboş inançtan her zaman ayıramıyordu. Boş inançlarınuzun ömürlü oluşunun sebebi de buydu.

Boş inançlara karşı savaşan Demokritos gibi akıllıbir insan bile, bunlardan kurtulamamıştı.

Demokritos şöyle diyordu:

“Eski zamanlarda büyücü kadınların, gökten Ay’ı veGüneş’i indirebilecekleri sanılıyordu. Bunun içinbugüne kadar Ay ve Güneş tutulmalarına, birçokyerde “indirme” denir.

Demokritos her şeye doğal bir izah bulmayaçalışırdı, ama birçok meseleyi çözemezdi.

Kıskanç bir insanın gözü niye kötüdür? diyordu.Herhalde, gözlerinden içimize işleyip bize zararıdokunan kötü ışınlar ve kötü şeyler çıktığı için olmalı.

Nasıl olur da, gelecekte olacak şeyleri düşümüzdegörürüz? Uykuda iyi ve kötü şeyler içimize doğar da

ondan.

Bunlar elle tutulmayan şeyler, maddelerden kopanhava atomlarıdır. Atomlar göze girince insan bunlarıgörür, kulağa girince de işitir.

Demokritos, zamanının en akıllı insanı olduğuhalde, yine de çağının, özgür insanlar için olduğuna,kölelerin köle olarak kalmaları gerektiğineinanıyordu. Demokritos şöyle diyordu: “Kendiellerinden ve ayaklarından faydalandığın gibikölelerden faydalan.”

Demokritos eşitlikten yanaydı, ama egemenliğin“toplumun en alt tabakalarına”, Yunan şehirlerindezenginlerle iktidar sahiplerine karşı ayaklanan“tayfalara” geçmesine karşıydı.

Ona göre, yalnız atomlar âleminde değil, devlettede baş yer, güçlülerin olmalıydı.

Bütün zengin köleciler böyle düşünüyorlardı.Damasip oğlu Demokritos da.

Yol Çıkmaza Giriyor

İnsan, doğaya egemen olma yolunda hayli

ilerlemiş, özgürlüğe doğru oldukça yol almıştı.

Ama zaferi kutlamak için daha vakit erken değilmiydi?

Atina özgür insanların şehri sayılırdı. Amasokaklarında, alınlarına damga vurulmuş, silinmezmürekkeple, “yakala beni, yoksa kaçarım” sözleriyazılmış insanlara niçin bu kadar sık rastlanırdı?

Buğday tanelerini büyük bir gayretle öğüten şukadıncağızın boynunda asılı ve ağzını kapatmış olantekerlek neyin nesiydi?

Pazardaki bu kalabalık neydi ve niçin bütün gözleryabancı kıyafetli insanların gösterildiği sahneyeçevrilmişti?

Sahnedekiler bu dairede koşturuluyor, ağızları veadaleleri yoklanıyordu.

Özgür bir insana böyle davranmak yakışır mıydı?

Ne var ki, bunlar aslında özgür değil, köleydiler vebunların sayısı, Atina’da özgür olanlardan çoktu.

Köleler her yerde ve her işte kullanılırdı. Yemek

pişirir, çocuklara bakar, atölyelerde çalışır, yapıkurarlardı.

Demin un öğütürken gördüğümüz, boynu tekerleklikadın köleydi.

Tekerlek, ağzına taneleri atmasın diye geçirilmiştiboynuna.

Pazarda gördüğümüz köleler, satılık herhangi birmal gibi sergilenmişlerdi.

Bir öküzün fiyatı elli drahmiydi. Köleninki, bundanpek fazla değildi, yüz ya da yüz elli drahmiydi.

Bir atölye satılırken köleler de demirbaş eşyayakatılırdı: İki örs, üç çekiç, beş köle gibi.

Örse herkesin ihtiyacı olmayabilirdi. Köleyseherkese faydalıydı. Çünkü köle demir dövebilir,kumaş dokuyabilir, çömlek yapabilir, değirmende unöğütebilirdi.

Atinalıların en aklı başında olanına bile sorsanız,kölesiz yaşanamadığını söylerdi. Çünkü köle canlı biraletti. Aletsiz nasıl yaşanabilirdi! Bir dümenci için,geminin dümeni cansız bir aletti, gemide nöbette

duran tayfaysa canlı bir aletti. Köle, canlı bir mal vealetlerin en mükemmeliydi.

Canlı alet.

Hiçbir Atinalı, bu iki kelimenin anlamı üzerindeuzun uzadıya düşünmezdi. Canı olan alet. Lafanlayan alet. Bu, aletin sahibinin işine gelirdi.

Köle, hayatının ağırlığını ne kadar fazla duyarsa,sahibine o kadar fazla direnirdi.

Çekiç, başkaldırıp kendisine kötü davranansahibinin kafasına inemezdi.

Örs geceleyin demirhaneden kaçıp ormandagizlenemezdi.

İnsansa sahibine karşı koyabilir, gerekirse kaçıpgizlenebilirdi.

Böylece aletle sahibi, canlı aletle köle sahibiarasında bir savaş başlamıştı.

Köleler ayaklanıyorlardı. Atölyelerden, taşocaklarından, maden kuyularından kaçıyorlardı.Maden ocaklarında çalışanların kaybedecek bir

şeyleri yoktu. Zaten ölüme mahkûmdular. Pis piskokan karanlık deliklerde havasızlıktanboğuluyorlardı. Çölde bir yudum suyun, burada da birsolukluk temiz havanın özlemini çekiyorlardı.

Canlı aletler kaçıp ormanlara, dağlara gizlenirlerdi.Kaçanların peşine düşüp tutar, tutunca dadamgalarlardı. Kaybolmaması için aletidamgalamak; geceleyin kaçmaması için bir yeretıkıp kilitlemek gerekirdi.

Kaçıp da yakalanan bir köle, tabutu andıran birhücreye hapsedilirdi. Orada ne belini doğrultabilir,ne ayaklarını uzatabilirdi.

Canlı bir insan, bir demir parçasıymış gibi büzülürezilirdi.

Yakalanan köleler, özgürlüğün tadını unutsunlardiye, ikişer ikişer, başları bir boyunduruğa sokulupayakları birbirine bağlanırdı. Öyle ki, kölelerden birikalkınca diğeri düşerdi.

Ve bütün bunları yapan Atinalılardı: Özgürlük delisive insan vücudunun güzelliğine hayran olan Atinalılar!

Atinalılar, köleliğin özgür yurttaşlar için gizlediğitehlikeyi anlamıyorlardı.

Köle elde etmek için sık sık savaşmakgerekiyordu. Savaşsa pahalıya mal oluyordu.Karada ve denizde yapılan savaşlarda ölen özgürAtinalıların haddi hesabı belli değildi. Üstelik hersavaş yıkım getiriyordu.

Köleler gittikçe çoğalıyor, özgürlerse azalıyordu.

Kaldı ki, savaş herkes için kârlı değildi. Kimiservetini artırıp daha zengin olurken, kiminin elineyara, bere ve sakatlıktan başka bir şey geçmiyordu.

Atinalı özgür vatandaşlar savaş dönüşü ikide birişsiz kalıp bir lokma ekmeğe muhtaç olurlardı. Çünkücanlı bir alet, yani köle satın almak, ücretli bir işçitutmaktan daha kârlıydı. Atölyeye yeni bir köleningetirilmesi, özgür bir ücretlinin işten çıkarılmasıdemekti.

Yıl geçtikçe Atina’da böyle işsizlerin sayısıartıyordu. Özgür vatandaş gibi göğüs kabartacak birunvandan başka bir şeyi olmayan işsizler, her gün buunvana karşılık birkaç obolos olsun kazanabilmek

için zor bir iş başarmak zorundaydılar.

Halk meclisinin toplandığı günler sorun kolayçözülürdü. Bu oturumlara gelenlere, oturum başınaüçer obolos verilirdi ki, bir öğün yemeğe yeterdi.Yemekler hemen oracıkta, demeçlerin, ıslıkların,bağrışların, alkışların gürültüsü altında yenirdi.

Ne var ki, böyle mutlu günler pek seyrek olurdu.

İşsiz Atinalı, o gün “ah, tiyatroda yeni bir oyunolsa!” diye düşünüyordu. Çünkü yoksul vatandaşlaratiyatroya gitmeleri için para verilirdi. Bu parayı,Aiskhylos’un bir tragedyasına vereceğine, daha karındoyurucu bir şeye harcayamaz mıydı?

Ne yazık ki, o gün oyun da yoktu. O zaman Atinalıişsiz, kura ile hakemler heyetine girmeyi umanlarıntoplandığı mahkemeye doğru gider, tanrılara duaedip şansının tutmasını dileyerek kalabalığa karışırdı.Hakemler heyetine seçilenlere de üçer obolosverilirdi. Böylece hem karnı doyar, hem de şerefli biriş yapmış olurdu.

Ama talih insana her zaman gülmezdi. Hakemlerheyetine girmek herkese kısmet olmazdı. Gerçi, her

özgür Atinalı vatandaşın mahkemede savcı olmakgibi bir hakkı bile vardı.

Bazıları bu hakkı da, bir kâr kaynağına çevirmeyibeceriyordu. Biri, başka birini, onun aleyhindekonuşmakla tehdit eder, o da diğeri dilini tutsun diyeona haraç verirdi.

Böylece, işsiz kalan özgür Atinalılar, buözgürlüklerini geçim aracı yapıyorlardı.

Atinalılar çalışmayı sevmez olmuşlardı. Köle sahibiolalı, çalışmayı köle işi saymaya başlamışlardı.

Önceleri, tanrıların boş gezenlerdenhoşlanmadığını, çalışkanları sevdiğini, tüm servetlerinemek ürünü olduğunu söylerlerdi.

Sonraları, çalışma hor görülmeye başlandı.Çalışmanın, ruhu ve bedeni sakatladığı söyleniyordu.O devirden kalma eserlerden birinde şöyle deniliyor:“İnsan bütün gününü iş başında geçirirse, belinidoğrultamaz. Devlet işleri üzerinde kafa yormaya,ruhunu yüceltmeye vakit bulamaz. Vücut zayıflayıncaruh da zayıflar.”

Eller başa düşünmeyi öğretmişti. Ama baş, elleretepeden bakar olmuştu.

En bilge kişiler bile düşüncelerini işeçevirmiyorlardı. Bu da bilimin gelişip ilerlemesineengel oluyordu.

Kimisi yalnız kafa yorup düşünürken, kimisi deyalnız kol emeğiyle uğraşıyordu. Ne eller başa yardımediyordu, ne de baş ellere.

Bilim adamları mekanikle uğraşmaya utanıyorlardı:Öyle ya, makine yapmak için ellerin çalışmasıgerekti, buysa köle işiydi.

Ne var ki mekanik, kale, gemi, savaş araçlarıyapımında gerekliydi.

Ve bir zaman gelmişti ki bilim adamları, mekanikleuğraştıklarında bile, bunu eğlence için ya dahükümdarlar rica ettikleri için yaptıklarını söylerlerdi.

İnsan, doğaya egemen olmaya, özgürlüğe doğrugiderken, çıkmaza düşmüştü.

Bunun çıkar yolu neydi?

Kölelik düzeninin kaldırılması.

Ama insan bunu anlamıyordu. Kaldı ki, dahazamanı vardı bunun. İnsanlar, kölelik düzeni olmadanyaşanamayacağını, dünyanın tanrılarca öteden beriböyle kurulduğunu sanıyorlardı.

Açlıktan, yoksulluktan nereye kaçmalıydı? Yabancıülkelere mi?

Böylece, gemiler dolusu göçmen Atina limanındanayrılmaya başladı.

Mutluluğu yurtlarında bulamayan insanlar, onuyaban ellerde aramaya gidiyorlardı. Düne kadarvatanlarından başka bir yerleri yoktu. Şimdi onu dayitiriyorlardı.

Akropol’ün eteklerine, analarının kanatları altınasokulan civcivler gibi serpilmiş evleri, denizden sonkez görüyorlardı. Bunlar arasında kendi yaşadıklarıevler de vardı. Şehir gittikçe uzaklaşıyor, yeşiltepelerin arkasında kalıyordu. Uzaklarda AthenaPallas adlı tanrıçanın altın mızrağı parlıyordu yalnız.Sonra o da gözden kayboldu.

Atinalı özgür yurttaşlar, vatanlarından olmuşlardı.Çünkü gereğinden fazla köle vardı vatanlarında...

Geçmişi Özlemek

İnsanlar geçmişi daha çok anıyor, eskiden dahamutlu olduklarını sanıyorlardı.

Kanılarına göre, o zaman doğruluk gökte değil,yerde yaşıyordu. Yeryüzünde ne kölelik vardı, ne dezenginler ve yoksullar.

Dionysos şerefine düzenlenen bayramda AltınÇağ hakkında şarkılar söyleniyordu. Bu şarkılarda,yeryüzünde savaşların ne olduğu bilinmeyenzamanlardan söz edilirdi. O zamanlar doğaya barışegemendi. Hastalık nedir bilinmezdi. İnsanlar hiçemek harcamadan, gerekli her şeyi alırlardıtopraktan.

Derelerden su yerine altın rengi şarap akardı. Ballıbörekler insanlara “içimizden en iyi pişmişini seç”derlerdi. Balık sofraya kendisi gelir ve “ye beni”derdi. Ağaçların dallarından yaprak yerine kızartılmıştavuklar sarkardı.

Şarkı gittikçe gürleşiyordu. Koro şu nakaratıtekrarlıyordu:

Dünya o zaman hiçbir yerde,Ne erkek köle görmüştü, ne de

kadın köle.

Neşeli bir şarkıydı bu. Ama insanlar onu,acılarından söylüyorlardı. Karınlarını her gündoyuramadıkları belliydi.

İnsan, geçtiği yola işte böyle dönüp bakıyordu.Nereden çıkıp geldiğini görmüyordu artık. TaşDevri’nin yoksulluğunu unutmuştu. Taş Devri, bir altınçağ, bir mutluluk çağı gibi geliyordu ona.

Varsın bu bir düş olsundu. Düşün de çekici gücüvardı. İnsan ilk altın çağı yani mutluluk çağınıdüşünmeye başlamıştı.

Şarkının nakaratı dönüp dönüp tekrar ediliyordu:

Dünya o zaman hiçbir yerde,Ne erkek köle görmüştü, ne de

kadın köle.

Geçmişin bir düşü olan bu görünüm, insanın

Geçmişin bir düşü olan bu görünüm, insanınyüreğine umut veriyor, yaşama gücünü artırıyordu.

Düş bir kere doğmuştu, artık bitmeyecekti. Güngelecek, insan altın çağın geride değil, ilerideolduğunu görecekti. Ve altın çağ düşü, doğanıninsana boyun eğeceği, savaşın ne olduğunubilmeyen yeryüzünde herkesin özgür olacağızamanlara giden uzun ve güç yolda insanlarınarkadaşı olacaktı...

İnsanlar daha demir çağında yaşıyorlardı. Ve yıllargeçtikçe hayat güçleşiyordu.

Atina’da durum endişe vericiydi. Memnunolmayanların şikâyetleri günden güne artıyordu.İnsanlar, geçmişi daha sık hatırlıyor ve altın çağ şöyledursun, dedelerinin zamanında bile, hayatın daha iyiolduğunu söylüyorlardı.

Atina demokrasisine düşman olanların, bu sözleritekrarlamak pek işine geliyordu.

Olymposlu Perikles’in, Pinks tepesinde HalkMeclisi’nin toplandığı günlerde kopan fırtınalara engelolması gittikçe zorlaşıyordu.

Perikles’in düşmanı çoktu.

Perikles soylu bir ailedendi. Fakat halkın tarafınageçtiği için, soylular onu sevmez olmuşlardı. Eskizaman beylerinin torunları, Pinks’te fırtına koparandokumacılardan, çömlekçilerden, tabakçılardan, bune idüğü belirsiz ayaktakımından nefret ederlerdi.

Soylu kişiler, yeniden yönetimi ele geçirmekisteyince, halk bunların Atina’dan kovulmalarınıistemişti. Kovulması istenenlerin adları, denizhayvanlarının kabuklarından levhacıklar üzerine yazılır,“sürgün edilsin” yazılı levhacıklarla oy verenlerçoğunluksa, mahkûm on yıl süreyle Atina’danayrılmak zorunda kalırdı.

Soyluların birçoğu, Atina’dan kovulmayıbeklemeden, eski törelerin daha unutulmamış olduğuyerlere gitmeye başlamıştı.

Dağların ardındaki Sparta’da eski biçimde,ataların yaşamış olduğu gibi yaşarlardı. Spartalılargeçimlerini zanaat ve ticaretle değil, “İlot” denen köleçiftçilerin işlediği topraktan sağlarlardı.

Sparta’da paralar bile ataların zamanındaki gibi,

öküz arabasıyla taşınacak kadar kocaman demirkülçelerdi. Bunlar, çoğu hallerde evin bir köşesindeyatar, pek seyrek tedavüle girerdi.

Sparta Atina’ya hor bakıyordu. Spartalılar kendikendilerine: “Ya Atina, birçok şehri hükmü altınaaldığı gibi, bütün Hellas’ı da nüfuzu altına alırsa neolacak?” diye soruyorlardı. Bu, eski düzenin sonudemekti. Zamanın coşkun selini, aradaki dağlar biledurduramazdı. Sel muhakkak tüm eski gelenekleri veyasaları silip süpürecekti.

Geçimini topraktan sağlayan, Sparta’yla gücünüdeniz ticaretinden alan Atina arasındaki, yani eskiyleyeni arasındaki düşmanlık yıldan yıla artıyordu.

Sparta, Atina’ya düşman olanları, denize hâkimolmak için Atina’yla savaşan bütün şehirleridestekliyor, bu uğurda elinden geleni esirgemiyordu.

Atina’nın, Atina’da da düşmanları vardı: Memnunolmayanlar!

Sparta, Atina’da için için yanan memnuniyetsizlikateşini gayretli bir demirci gibi körüklüyordu.

Demokrasiye, Perikles’e karşı olanların sesleriHalk Meclisi’nde gittikçe yükseliyordu.

Perikles’i açık savaşta yenmenin zor olacağınıbilen düşmanları, dolambaçlı yollardan saldırıyorlardı;yani işe Perikles’ten değil, dostlarındanbaşlamışlardı.

Büyük heykeltıraş Phidias zindandaydı. OnuTanrıça Athena’nın elindeki kalkan üzerinde,Perikles’le birlikte kendisinin de şeklini oymaklasuçlamışlardı. Ölümlü insanları, ölümsüz tanrılararasına almak ha! Bu ne küstahlık!..

Perikles’in dostu Phidias’ın hakkından gelinmişti:Zindanda ölmüştü. Sıra Perikles’in eşi, yabancıuyruklu Aspasia’ya gelmişti.

Aspasia’nın suçu neydi?

Onun da suçu aynıydı, eski törelere ve eskitanrılara saygısızlık.

Perikles, şehirde dolaşıyor ve Atinalılara“Aspasia’yı bağışlayın” diye yalvarıyordu.Küçülmekten korkmamıştı. Böylece, Aspasia’yı güç

kurtarabildi. Ama düşman rahat durmamıştı.

Prometheus’u Zincire Vuruyorlar

Halk Meclisi’nde kâhin Diyopit yerinden kalktı.Diyopit’in, herkesi eski inançlara saygısızlıklasuçlamaya hazır olduğu belliydi. Gününü heptapınakta geçirirdi. Adadığı horozu ya da domuzyavrusunu kurban işleriyle uğraşana bırakıp bir yanaçekilir, mırıl mırıl dua eder, büyük küçük tüm tanrı vetanrıçaları: Epidauros’ta yaşayan Asklepios’u,annesi Koronis’i, Athena’yı, güçlü Kipris’i, Apollon’u,Panakeia’yı, Epione’yi, Makhaon’u, Podalirios’uövüp şanlandıran sözler söylerdi.

Diyopit, olur olmaz her şeye bir anlam verir, bunlarıyorumlar ve sözgelimi bir koyun tek boynuzlu bir kuzudoğurursa, Atina’nın batacağını söylerdi.

İşte Halk Meclisi’nde ayağa kalkan bu yobaz,Atinalıların “Akıl” adını verdikleri Anaksagoras’ıgünahkârlıkla suçladı. Güçlü tanrıların kutsaliradelerine göre düzenledikleri göksel olaylara,Anaksagoras’ın her yerde dil uzattığını söyleyerekşunları saydı: “Anaksagoras, her şeye gücü yetentanrıların, insanlara açmak istemedikleri şeylerin

tanrıların, insanlara açmak istemedikleri şeylerinsırlarını kavramak istiyor. Ayın bir dünya olduğunusöylemek cesaretini gösteriyordu. Güneş, ona görebir tanrı değil, bayağı bir taşmış. Her şeyin aslındayüksek sebepler arayacağına, adi sebepler arıyor.Böylece suç işliyor, pekçok şey bilmek istiyor,Atinalıların tandığı tanrıları tanımıyor ve başkalarınıbaştan çıkarıyor...”

Mecliste Perikles’in düşmanları, yani bütünyeniliklere düşman olanlar üstün gelmişlerdi.

Perikles Atina’yı ileri götürmüştü. Ama taşyontmak, Atinalıların ruhlarını ıslah etmekten dahakolaydı.

Atinalıların ruhlarında, katılaşmış eski inançlar hâlâkuvvetliydi.

Yeryüzünde birkaç yüzyılda her şey değişmişti.Olym- postaysa tanrılar hep o eski zamanlardaki gibiyaşıyorlardı. Orada tüm tanrılar topluluğuna Zeusegemendi.

Tanrı ve kahramanların atası sayılan Zeus’unsoyundan geldiğini söyleyenleri Atinalılar çoktaniktidardan atmıştı. Ama Zeus’a, tapınaklarda kurban

adamaya devam ediyorlardı.

Prometheus, tanrıların insanlardan alıp göğekaldırdıkları ateşi, yine insanlara getirmişti. Bununiçin de Zeus’un buyruğuyla zincire vurulmuştu.

İşte, davranışlarıyla bir çeşit Prometheus olanAnaksagoras zindana atılmıştı. Başını abasıylaörterek yatmış, sessizce ölümü bekliyordu.

Kendisini öldürebilirlerdi. Bunu biliyordu. Amagerçek öldürülemezdi. Zaten varını yoğunu ona,ölümsüz gerçeğe vermemiş miydi! Birden zindanınağır kapısı açıldı. Öğrencileri gelmişti. Periklesgöndermişti onları. Gardiyanlara para yedirilmişti.Hemen yola çıkılmalıydı. Kıyıda bir yelkenlibekliyordu. Biraz sonra rüzgâr yelkenleri şişirerek,Hellas’ın akıl deryası saydığı insanı Hellas kıyılarındanuzaklaştırıyordu.

4 İnsan Kendi Gücünden KuşkuyaDüşüyor

İnsanın ileriye, özgürlüğe, gerçeğe, doğayaegemen olmaya doğru yürüyüşü gittikçe

güçleşiyordu.

İnsan, özgürlüğe kavuştuğunu sanıyordu. Oysa,özgürlük, birlikte köleliği de getirmişti.

İnsan gerçeğe yaklaştığını sanırken, gerçeğegiden yolun üstünde batıl inançlardan veönyargılardan bir duvar yükseliyordu.

İnsan zenginlikleriyle övünüyordu. Oysa zenginlikleyoksulluk el ele gelmişti.

İnsan demir eritmeyi öğrendi. Ama demirden hempulluk, hem kılıç yaptı:

İnsan deniz dalgalarını frenleyip gemileri hareketettirmeye zorladı rüzgârı. Denizler ve rüzgâr, hiçbirzaman insanın denizlere egemen olmasıyla batırdığıgemiler kadar gemi batıramamıştı.

İnsanın düşmanları çoktu. Daha zayıf vesilahsızken, kendisine vahşi hayvanlar saldırmış,dağlar çığlarını onun başına dökmüş, ayaklarınınaltında yer titremişti.

Ama insanın, kendisinden büyük düşmanı yoktu.İnsanın bütün hayatı, yalnız doğaya değil, insana karşı

da savaşın tarihidir.

Bir gün gelecek bu zıtlık kalkacak ve dev insanbütün gücünü, doğanın başkaldırmakta olduğukuvvetleriyle savaşa verecektir.

Şimdilik insan bin bir zorluğa göğüs gererek,tökezleye tökezleye, düşe kalka, yolunu kaybederekilerliyor. İkide bir dönüp arkasına baktığı da oluyor,ama artık geriye dönüş imkânsız.

İnsanın kendi gücüne güvenini yitirdiği, kendindenşüphelenmeye başladığı anlar olmuş ve bu, bazenyüzyıllar sürmüştür.

Bir zamanlar insana övgülerin işitildiği Dionysostiyatrosunda, şimdi insanla ve insanın aklıyla alayediliyor.

Sahnede bir düşünürler evi düşünün. Evin önündeöğrenciler duruyor. Bunlardan biri yere bakıpdüşünüyor. Yerde ne arıyor acaba? Biri sarmısakaradığını tahmin ediyor. Hayır. Öğrenci, gözleriyleyerin altındaki dünyayı –Tartaros’u– araştırıyor.

Başka bir öğrenci şöyle bir sorunun peşinde: Pire,

sıçrayıp yürüse, bir sıçrayışlık mesafede kaç pireadımı olur?

Düşünür sahneye çıktığında, seyirciler başlargülmeye. Onu tanımışlardır. Bu, Atina’da herkesintanıdığı filozof Sokrates’tir. Sokrates bir sepet içindehavada uçarak, bulutları inceliyordur. Ama cebindeakşam yemeği için metelik yoktur.

Bu komedyanın yazarı, Aristophanes, kiminle alayediyor?

Yeryüzünü bir tarafa bırakıp göklerde uçanfilozoflarla.

Öte yandan Aristophanes, bir baş sarmısağı yerinaltındaki bütün sırlardan daha değerli bilen safdillerlede alay ediyor.

İnsan, kendi kendisiyle acı acı alay ediyor vekuvvetlerine güveni azalıyor.

Öyle ya, insan ilerlediği yolda felaket üstünefelaketle karşılaşırsa, kendine güveni nasılsarsılmasın?..

Sanat ve bilim ülkesi Hellas’ta korkunç zamanlar

başlamıştır.

Yangın ve yıkım getiren savaşların biri bitmedendiğeri başlıyor.

Kim kiminle savaşıyor?

Herkes herkesle. Köleler köle sahipleriyle,yoksullar zenginlerle, soylular halkla, deniz şehirleritarımla uğraşan şehirlerle.

İnsanlar yalnız kılıç şakırdatmıyor, fikirler deçarpışıyor. Kimi fikirler geriye, geçmişin dar, kapalıdünyasına çağırıyor. Kimi de, kabileleri birbirinekarıştıran, dünyanın sınırlarını genişleten yeni düzenisavunuyor.

Savaş alevleri yeryüzünü yalayarak yayılıyor vekaçanları kovalıyor. İnsanlar alelacele çocuklarını,varını yoğunu kale duvarlarının arkasında gizlemeyekoşuyorlar. Ama herkesin barınacağı kadar yer yok.Yüzlerce aile gecelerini çadırlarda, tapınaklarınmerdivenlerinde ya da açıkta, kuru toprağın üzerindegeçiriyor.

Yiyecek kıtlığı var. Daha kale duvarları

sapasağlam ve kale kapıları sımsıkı kapalıyken,şehire ilk giren açlıktır.

Açlığın hemen arkasından da, denizleri aşıp gelenveba... Kalın kapılar ve duvarlar ona da vız gelmiştir.Veba, sokaklarda yer yer uyuyan insanlar arasındadolaşıyor, pazardaki kalabalık arasından geçiyor.Onun hafifçe bir dokunması, nefesi bile, insanıöldürmeye yetiyor. Veba için köleyle özgür insanın,zenginle yoksulun farkı yoktur. Veba, genci öldürüpihtiyara dokunmayabilir, savaş öncesinde birbaşbuğu yere serer, altınları avucunda sımsıkı tutancimrinin ellerini açtırabilir.

Sokaklar cesetlerden geçilmez. Can çekişenler,son defa kana kana su içmek için, sürüne sürünepınara gidiyorlar.

İnsanlar tapınaklara koşuyor. Ama tanrılar hiç oralıdeğil. Taş yüreklidirler taştan tanrılar.

İnsanlar kâhinlere başvururlar. Fakat fallarıkaranlıktır.

Müminler tanrılara saygılarını yitirirler.

Akla tapanlar, batıl inançlara düşerler.

Anaksagoras’ın öğrencisi Perikles, ölümündenönce, sanki kendisini vebadan kurtaracakmış gibi,boynuna muska takar.

Silah tüccarları savaşlara seviniyorlar. Savaş onlariçin bayramdır. Tüccarlar ekmek fiyatını artırmak içinbir yandan ellerindeki tahılı saklar, öte yandan datahıl yüklü gemilerin düşman tarafından zaptedildiğine dair söylentiler yayarlar.

Tarihçi Thukydides çağdaşlarının tanınmaz halegelen yüzlerine hayretle bakar.

Thukydides’in tarihinde şu acı satırlar belirir:

“İnsanlar, başlarına ne geleceğinibilmediklerinden, tanrı ve insan kurallarına saygıgöstermez oldular...

Önceleri gizlice yapılan işleri, şimdi herkes açıkçayapmaktan çekinmiyor... Ölüm karşısında herkesinbir olduğunu ve bunun için tanrılara saygının önemikalmadığını sandıklarından, insanları ne tanrı korkusu,ne yasalar durduruyor? Hiç kimse, nasıl olsa

suçlarının hesabının sorulacağı zamana kadaryaşayacağını ummuyor. Bugünün doğurduğu dehşet,gelecek karşısında duyulan korkuyu gölgedebırakıyor. Bunun için herkes, ölmeden felekten birgün çalmaya bakıyor.”

İnsanlar, daha savaşın birinden nefes almadandiğeri başlıyor. Düşman istilasının yerini, aynı şehrinhalkı arasındaki savaş alıyor. İnsanlar sokaklarda,evlerde birbirlerini öldürüyorlar. Yalnız erkekler değil,kadınlar da dövüşüyor, damlardan düşmanı kiremityağmuruna tutuyorlar.

Miletos şehri sokaklarında, vücutlarına katransürülerek ateşe verilen çocuklar, canlı birer meşalegibi alev alev yanıyor.

Her şey yüzüstü bırakılmıştır. Tarlalar yıllardırsürülmüyor. Zeytin ağaçları, ülkeyi çiğneyen düşmanaskerleri tarafından kökünden kesildikleri içinmeyvelerini veremiyorlar.

İnsanlar, bu belalar nereden geliyor, diyesoruyorlardı.

Bazıları, bütün bunlar insan kötü olduğu içindir,

diyorlardı. Bazıları da insan yapısının değil, koyduğuyasa ve düzenin suçlu olduğunu düşünüyorlardı.Filozoflar, yeryüzünde olmasa da kitaplarınsayfalarında adaletli bir devlet kurmayaçabalıyorlardı.

Ama adil olan ve olmayan nedir?

İyi nerededir, kötü nerede?

Herkes bu soruları kendine görecevaplandırıyordu. Özgür insanın “hayır” dediğine,köle “şer” diyordu; soylu için adil olan, halktan biradam için adil değildi.

Öğretmenler öğrencilerine: “Herkes için ortak biradalet yoktur, herkes çıkarına uyanı doğru bilir”diyorlardı.

Birçokları her şeyden şüphelenmeye başlamıştı.Öyle ya, eğer herkes gerçeği kendine göre anlarsa,yalanı doğrudan, bilgiyi bilgisizlikten nasıl ayırtetmeli? Kaldı ki, doğruyu bilmek mümkün mü? Bunuherkes kendi açısından görmüyor mu? Biz, taşı akgörüyoruz. Aslında gerçekten ak mı? Bünyesi başkaolan göze, taş kara görünmez mi?

Genel olarak dünyada herhangi bir şeyinvarlığından şüphe edenler bile vardı. Bunlar, belki taşyok da bize var gibi geliyor, diyorlardı.

Hatta varsa bile, biz onun ne olduğunu hiçbirzaman bilemeyiz. Bilsek bile, açıklayamayız.

Artık her mesele, çözülemez görülmeye başlamıştı.

İnsan aklı, âcizliğine inanmış ve herhangi bir şeyianlatmaktan vazgeçmişti.

Sokrates Yanılıyordu

Atinalıların en bilginleri bile, hiçbir şeybilmediklerini söylerler. “Bildiğim bir şey varsa o dahiçbir şey bilmediğimdir” sözü, filozof Sokrates’in ensevdiği sözdü.

Sokrates’i ilk kez gören, bu yalınayak, sırtında eskipüskü bir aba olan ihtiyarın, o ünlü filozof olduğunazor inanır. Sokrates, her evde bulunan göbekli,dazlak ve kalkık burunlu tanrı Silenos’a benzer.

Sokrates ne öğretir? Nasıl bir bilim öğretir?

Sokrates, kimseye bir şey öğretmediğini söyler.

Aristophanes,* Bulutlar adlı komedyasındaSokrates’e, yerle gök arasında bir sepet içindeyıldızların hareketini boşuna inceletmiş oluyor.

Sokrates, göğü incelemeye zaman harcamayıgerekli saymaz. Doğa bilimine inanmaz. Sanki doğabilimi, insanı mutlu mu yapmıştır? İnsan, nasıl olsa,yıldızların kuruluşunu hiçbir zaman öğrenemez.Anaksagoras bunu anlamaya çalışmıştı. Ve bu ihtiyarbunak, ateşle güneşin özünün bir olduğunu iddiaetmişti. Fakat insanların ateşe bakabilir, amagüneşe bakamaz olduklarının farkında bile değildi.

Sokrates’in öğrencileri var.

Atina’da, bilgelik öğretmeni birçok sofist var ki,öğrencilerinden çok ücret alırlar.

Sokrates’eyse zengin olsun, yoksul olsun, herkesücretsiz olarak soru sorabilir. Kaldı ki, cevapvermekten çok, kendisi soru sorar. Sokratesöğretmez, öğrenir, gerçeği arar. Kendisinden fazlabileni bulmak, onu sevindirir.

Birgün Sokrates’in dostlarından biri, Delphi’dekiApollon Tapınağı’na gider ve gaipten haber veren

falcı kadın Pitia’ya “Dünyada Sokrates’ten dahabilge biri var mı?” diye sorar. Pitia “yok” der.

Bunu Sokrates’e anlatırlar.

Sokrates buna çok şaşar ve mahcup olur.

– Bu Pitia da neler söylemiş öyle, der. Ben hiç debilge değilim.

Sokrates, bu falın ne ifade ettiğini uzun zamananlamaya çalışır. Sonunda dünyayı dolaşarak gerçekbilgini bulmaya karar verir.

Sokrates siyasetçiye, şaire, sonra da sanatçıyabaşvurmuş, ama her yerde aynı şeyle karşılaşmıştı.Bunların her biri işinin ustasıydı. Birinin dili ağzındadöner, Halk Meclisi’nde konuşurdu, diğeri güzelşiirler yazardı, öteki de heykel yapmakta ustaydı.Ama sanatlarında usta olan bu insanların her biri,kendisini başka her işte de bilgin sayıyordu. Vegerçek bilgin olmalarına engel olan da buydu.

Böylece Sokrates, Atina’da sokak sokak dolaşır,insanları sorularıyla deneye deneye, gerçek bilginiarar.

Derken Sokrates, gençlerin jimnastik yaptıklarıpalaestra’ ya girer. Gençler, eski dostlarını sevinçlekarşılarlar. Ve bir sıranın üzerine oturan Sokrates’inçevresini sararlar. Konuşma başlar. Söz konusu, herzaman olduğu gibi, neyin herkes için en önemliolduğu sorunudur.

– Söyle bakalım, der Sokrates, Klinias adındakien genç delikanlıya, bütün insanların mutluluğuistedikleri doğru mu? Yoksa bu gülünç bir soru mu?Hatta bunu sormak bile budalalık olmasın? Mutluolmayı kim istemez, değil mi?

– Herkes ister doğallıkla.

– Mutluluk nerededir? Zenginlikte midir dersin?

– Evet, zenginlikte.

– İyi, ama mutluluk yalnız zenginlikte değil, sağlıktave kuvvetli olmakta da.

– Doğru, mutluluk bunlarda da.

– Ya şan ve şeref? İnsanın yurdunda şeref görmesikötü mü?

– Elbette değil.

– Ya mert olmak iyi mi.

– Bence iyi.

– Öyleyse, insan bütün bu nimetlere sahipse, yanizenginliğe, sağlığa, kuvvete, şan ve şerefe sahipse,mertse, demek mutludur. Söyle bakalım, insan nezaman daha iyi yaşar, elinde olan kendisine faydalıolduğunda mı, zararlı olduğunda mı?

– Faydalı olduğunda.

– Ama insan, kendisinde olan şeylerdenfaydalanmazsa, bunlar ona faydalıdır denebilir mi?Bir marangozun, araç ve gereç sağladığını, amabunlarla hiçbir şey yapmadığını düşün. Bunlarınkendisine bir faydası var mı?

– Hayır, yok.

– Peki, ya demin sözünü ettiğimiz zenginlik veöbür nimetler? Eğer insan, bu nimetlere sahip olupda, onlardan faydalanamazsa, bunlar kendisinefaydalı mıdır?

– Hayır, faydasızdır.

– Demek insanda, bütün bu nimetlerin sadecebulunması yetmez. Bunlardan faydalanması gerek.

– Evet, bana da öyle geliyor.

– Peki, ama insan elindeki nimetlerden nasılfaydalanmalı? Doğru bir şekilde mi, yanlış bir şekildemi? Sözgelimi marangoz, gereçlerini doğru birşekilde kullanmazsa, aracı basbayağı mahveder kibu halde gereçleri hiç kullanmasa daha iyi olur.

– Evet.

– Marangozun bir tahtayı bıçkıyla doğru bir şekildekesmesi ya da rendelemesi, bir flütçünün flütçalması, yahut heykeltıraşın heykel yapması için nelazımdır? İşin ustası olması değil mi?

– Doğru.

– Bak işte görüyor musun, demin sözünü ettiğimizzenginlik, sağlık, kuvvet gibi nimetler, doğal olarakbirer nimet değildir. Bunlar, ancak bilgi ile yönetildiğizaman birer nimettir. Bilgisizliğin elinde birer şerdir.Doğru mu?

– Galiba, gerçekten de dediğin gibi.

– Peki, bunu ne sonuca bağlayalım? Bir şey neiyidir, ne de kötüdür mü diyelim? İyi olan yalnız bilgi,kötü olan da yalnız bilgisizlik mi diyelim?

Sokrates, öğrencilerle işte böyle konuşur veonlara gerçeği ararken özelden genele yükselmeyi,sonra da genelden özele inmeyi öğretir.

Flüt çalmayı bilmeyen flütçü, heykel yapamayanheykeltıraş ya da keser kullanamayan marangoz,hep özel hallerdir.

Genel sonuç şöyledir: Flüt, kalem, keser yetmez,bunları kullanmayı bilmek gerek.

Her şeyi bilgi yönetmelidir.

Sokrates buradan yine özel hallere iner. Sadecezenginlik, sağlamlık, kuvvet, mertlik yetmez; herşeyden önce bilgiyi hazmetmiş olmak, bilgin olmakgerekir.

Sokrates, adım adım, soru üstüne soru soruyor.Karşısındaki de kendi düşüncelerinde çelişmelerbuluyor. Daha bir an önce kuvvetin nimet olduğunu

iddia ederken, şimdi bunun bir kötülük olabileceğinikabul ediyor.

Sokrates’le konuşurken, gençler yargılamayı vedüşünmeyi öğrenir, çelişkileri kapatan perdeyi açıpgerçek kavramları bulmaya çalışırlar.

Sokrates gerçeği, öğrencileriyle birlikte arar.Yargılamak, Sokrates için amaç değil, sadecearaçtır. Amaç, doğrunun nerede, yalanın neredeolduğunu öğrenmektir.

Sokrates’e, artık yeryüzünde doğruluk kalmamıştırgibi geliyor. Doğrular altta kalıyor, doğru olmayanlarüstün geliyorlar. Her tarafta açgözlülük ve kin.İnsanlar gerçeğin sesine kulak asmaz olmuşlardır.Vahşi hayvanlar gibi birbirlerini yiyorlar. Bir zamanlarinsanlar, Gerçek’in ölümlü insanlardan ayrılarak, birdaha dönmemek üzere ölümsüz tanrıların yanınagittiğini sanıyorlardı. Gerçek’in arkasından, Vicdanda karbeyazı elbisesine bürünerek insanlarıbırakmıştı.

Sokrates yine Gerçek’i aramaya koyuluyor.

Sokak sokak dolaşarak karşısına her çıkana:

– Sayın kişi! diyor, sen ki, hikmet ve ruh gücüyle ünsalan büyük Atina’nın yurttaşlarındansın, daha fazlaşan, şeref ve para sahibi olmak için yine şan, şerefve para peşinde koşmaktan utanmıyorsun. Fakatsağduyuya, gerçeğe ve ruhun mümkün olduğu kadardaha iyi olmasına çaba harcamıyor, kaygıgöstermiyorsun.

Sokrates bunları, pazar meydanında, kârlı alışverişyapmakta olanlara söyler.

Sokrates bunları, kiminin güzel konuşmakla,kiminin son seçimlerde elde ettiği başarıylaövündüğünü, kiminin de, at yarışlarını kazandığı içinkendisini ötekilerden üstün gördüğü bir şölendesöyler.

Sokrates’in sözlerine aldırış eden yoktur, ama odurmaz. İnsanlara rahat vermemeyi, uyuyanvicdanlarını uyandırmayı ödev sayar.

– Kendi ruhunuzu düşünün, diyor. Kendi kendiniziiyice tanıyın. Bir kerecik olsun size ait olanı değil,kendinizi, şehre ait olanı değil, bizzat şehri düşünün.

Sokrates, kendi şehrini sever. Birçokları gibi o da

dönüp arkasına bakar ve kendisine, önceleriyurdunda hayat kötü değil iyiydi gibi gelir. Ticaretinsanları bozmuştur. Zanaatlar ve bilim onlaramutluluk vermiştir. Atinalılar özgürlükleriyleövünüyorlar. Ama kendileri zenginliğe tapıyorlar.İlerisi çıkmaz. Acaba, çiftçi ve asker olan atalarınınvasiyet ettiklerine dönülse daha iyi olmaz mı?

Sokrates işte böyle düşünür. Ve soylu ailelerdedelikanlılar, kendisini zevkle dinlerler.

Soylu ailelerden delikanlıların Hetereya denilengizli derneklerinin toplantılarında tartışılan sorun hepşudur: “Ataların düzenine dönmek.” Atalarındüzeniyse, yalnız Sparta’da korunmaktadır. Bununiçin de bu delikanlılar, yurtlarına karşı savaşanSparta’ya hayrandırlar. Sırtlarına aba giyer, saç,sakal bırakır, dış görünüşte olsun Spartalılarabenzemeye çalışırlar: Aralarında düşmanla gizli bağıolanlar da vardır.

Sokrates hiç de bu soylular kısmından değildir.Sophroniskos adında bir heykeltıraşın oğludur.Gençliğinde kendisi de heykelle uğraşmıştır. Onunyaptığı Kharitler, bugüne kadar Akropol’de

korunmaktadır.

Sokrates, sonraları baba zanaatını terk etmiştir.Ona göre, zanaatçılık ruhu zayıflattıktan başka, devletişleriyle ilgilenmeye de çok az vakit bırakır. Atina’daHalk Meclisi’nde, işleri zanaatçıların, yanidokumacıların, tabakçıların, çömlekçilerin yürütmesiniSokrates doğru bulmaz. Tabakçılıkla uğraşan biradam iyi bir yönetici olabilir mi? Bu işi, ancakyönetme bilimini öğrenmiş olanlar yapabilir.

Sokrates bilginlerle alay ederek şöyle der:Aralarında birlik yok. Birbirlerine deli gözüylebakarlar. Bunlardan bazılarına göre, var olan bir tekşeydir, bazılarına göreyse, var olan bir tek değil,sonsuz şeylerdir. Bir kısmı her şeyin doğup öldüğünüiddia ederken, öbürleri hiçbir şeyin hiçbir zamandoğup yok olmayacağı fikrinde ısrar ederler. Bilginlerdoğa olaylarını kavramak isterler. Ama istediklerizaman yağmur yağdırıp yel estirebilirler mi? İnsanınaklı, tanrı işlerine ermez. Kaldı ki tanrılar, insanlardangizlediklerini açıklamak isteyenlerden hiçhoşlanmazlar.

O halde, neyi incelemeli? Tanrıların işlerini değil,

insanların işlerini; doğayı değil, insanın ruhunu. Asılkendini iyice tanı! İnsanlara faydalı olabilen, ancakbudur.

Çünkü insanlar iyiliği kötülükten, haklıyı haksızdanayırmaz oldular.

Sokrates’in sözleri zengin ve soylu ailelerdengençlerin hoşlarına gitmiştir.

Bu esnaf çocuğu, bu eski püskü giyimli yoksul,yurdu uğruna defalarca yiğitçe dövüşmüş olan bueski asker, insanla arasında çıkarını hiç düşünmeyenbu adam, farkına bile varmadan, kibirli şeref ve çıkardüşkünlerinin, vatan hainlerinin öğretmeni olmuştur.

Derken bunların dileği yerini bulur ve Sparta,Atina’yı yener. Atinalıların, atalarından kalma gelenekve göreneklerine dönmesi şartıyla, barış sağlanır.

Sparta’yı tutan soylular iktidara gelirler. Şehri, artıkbinlerce tüccar ve zanaatçı değil, tarihte tiran adıylabilinen otuz kişi yönetir. Bu “Otuzlar Heyeti”nde,Sokrates’in öğrencilerinden Kritias’la Harikles devardır.

Sokrates’in, Kritias, Harikles ve arkadaşlarıylaadalet, gerçek, ruh hakkında yaptığı uzunkonuşmaların, en sonunda tatlı meyvelerini vereceğisanılmışsa da, Atina’da adaletin sözü bile edilmezolmuştur.

Tiranlar rakiplerini insafsızca ezerler. Bazen,tamamen suçsuz insanların, mal ve mülklerine tamahedilerek idam edildikleri görülür.

Sokrates’e ve dört Atinalıya, Salamis Adası’nagidip ünlü Atinalı Leont’u getirmeleri buyrulur.

Servetini ele geçirmek amacıyla, Kritias’laHarikles’in kendisini öldürmek istediklerini bilenLeont, canını kurtarmak için Salamis’e kaçmıştır.

Beş kişiden yalnız Sokrates, bu yasaya aykırıbuyruğu reddederek, eski öğrencilerini açıkça yererve onların kötü birer çoban olduklarını, kendisürülerini azaltmak istediklerini söyler.

Tiranlar Sokrates’in, gençlerle konuşmasını yasakederler. Kritias’la Harikles, eski öğretmenleriniçağırtıp: “Sokrates bak, sürüden bir baş dahaeksiltmek zorunda kalmayalım!” derler.

Öğrenciler öğretmenlerini ölümle korkuturlar.

Şimdi Sokrates, halkı sürü, kendilerini de çobansayan soylular egemenliğinin ne demek olduğunu,kendi gözlemiyle anlar.

Günün birinde tiranlar devrilir. Demokratlaranlayışlı davranırlar. Halk Meclisi’nde demokrasidüşmanlarına af vaat eden bir yasa kabul edilir. AmaSokrates affedilmek istenmez.

Demokratik düzeni, gençlerin gözünden düşüren odeğil miydi? Sokrates, katillerden ve hırsızlardan biletehlikelidir. Bunların suçu ortada. Sokrates’se,binlerce insanın gözünde, çıkar kaygısıyla hareketetmeyen yüksek ruhta bir insan.

Tiranların silahı kılıçtı. Sokrates’in kullandığı silahsadaha vurucu. Sokrates, inandırmak sanatına, öğeleribirbirinden ayırt etmek sanatına, yani diyalektiğehâkimdir.

Sokrates, halkça kabul edilen yasa gereğince,demokrasi düşmanı olarak doğrudan doğruyamahkûm edilemediğinden, gençliği baştançıkarmakla, yeni tanrılar getirmekle suçlanır. Öyle ya,

içten gelen ve kendisine nasıl hareket etmesinisöyleyen, tanrısal bir iç sesten, Sokrates’in ısrarlabahsetmesi boşuna değil.

Sokrates yargıç huzuruna çıkarılır.

Zengin tabakadan Melitos, hatiplerden Likon vetragedya yazarı Anitas birbiri ardınca söz alırlar.Anitas, sonunda başarılı bir tragedya koyabilmiştirsahneye. Ama tiyatroda değil mahkemede.

Herkes Sokrates’in, kendini savunurkensöyleyeceği sözleri bekler.

Sokrates her zaman olduğu gibi, sözlerinisüslemeye uğraşmadan, basit konuşur: Merhametdilemez.

– Sözgelimi, siz bana: “Sokrates! Anitas’ınsözlerine kulak asma. Artık felsefeyle uğraşmamankoşuluyla seni salıvereceğiz” diyecek olursanız,cevabım şu olacak: “Yaşadıkça ve gücüm yettikçefelsefeyle uğraşmaktan vazgeçmeyeceğim; yaşlılarıve gençleri, bedenden ya da paradan çok, ruhlarınıdüşünmeleri, onu mükemmelleştirmeleri gerektiğineikna etmekten geri durmayacağım. Atinalılar! Siz

Anitas’a inansanız da, bir değil birkaç kez ölmemgerekse bile, başka türlü yapamam...” diyeceğim.

Gürültü etmeyin Atinalılar! Sözlerime gürültüylecevap vermeyin, dikkat edin. Bilin ki, eğer benihayattan mahrum ederseniz, bunun zararı bendençok size olur. Benim gibi, hepinizi bıktırırcasına iknaedebilen, at sineğinin uyuşuk atı uyardığı gibiuyarabilen birini zor bulursunuz. Belki uykudanuyandırılan kişi gibi kızacaksınız, kızınca da beniöldüreceksiniz ki kalan ömrünüz de uykuda geçsin.Ama ne yapayım ki görevim, hayatımı yüzüstübırakarak sizin işlerinizle uğraşmak, sizi erdempeşinde koşmaya ikna etmek için her birinizlekonuşmaktır.

Yargıçlar sözlerini söyler: Sokrates suçludur. Amane ceza verilmeli? Suçlayanlar Sokrates’e ölümcezası ister. Yasaya göre, Sokrates de kendisi içinbir ceza teklif edebilir. Ancak, suçlayanların mı,yoksa yargılananın mı teklifinin kabul edileceğineyargıçlar karar verir.

– Ne ceza vereyim kendime, diye sorar Sokrates.Sürgüne mi mahkûm edeyim? İyi, ama her nereye

gitsem, her nerede konuşsam, gençler hep benidinleyecekler. Bana: “Sokrates, sen buradançıktıktan sonra, konuşmadan, sakin bir hayatyaşayamaz mısın?” diye sorabilirsiniz. Ben sizekonuşmadan yaşamanın benim için imkânsızolduğunu söylersem inanmazsınız! Ama insan için enbüyük nimetin, her gün erdem hakkında kafa yormak,kendini ve başkalarını denemek olduğunu ve bunsuzhayatın hayat sayılmadığını da eklersem, bana dahaaz inanırsınız.

Yargıçlar yine toplanırlar.

Karar verilmiş, Sokrates ölüme mahkûmedilmiştir. Sokrates’in son sözü şu olur:

– İşte ölüm bu ihtiyara da yetişti... Demek benimölüme, sizin de hayata gitme zamanımız gelmiştir...

Sokrates cezaevine atılır. Dostları ve öğrencileri,Sokrates’in kendisini niçin savunmayauğraşmadığına şaşarlar. Bu onlara pek akıllıcagörünmez. Sokrates için, cezasını hafifletmek iştendeğildi. Kendisini sürgüne mahkûm ettirebilir,yargıçlar da buna razı olurlardı. Ama hayatınıkurtarmak için hiçbir şey yapmadı. Niçin böyle

kurtarmak için hiçbir şey yapmadı. Niçin böyledavrandığının açıklanması istendiğinde Sokrates:

– Benim için ölmek daha iyi, der.

Kaçmasını teklif ederler.

Sokrates şunları söyler:

– Hayır, bu haksızlık olur. Doğruluk, ne savaşta, nede mahkemede yerinden ayrılmamaktadır, her yerdeyurdun buyruğunu yerine getirmektedir. Kaçaklarınyaptığı gibi, kılık kıyafet değiştirerek hapisanedenkaçarsam, iyi mi olur? O zaman herkes benim,ihtiyar yaşımda hayatımın kalan kısmını yaşarken,ölümden böyle kaygan bir yoldan kaçmayayeltendiğimi ve yasaları çiğnediğimi söyleyebilir. Ozaman, hep söyleyip durduğum doğruluk neredekalır?

İdam günü gelir çatar. Sokrates, yatağının başındatoplanmış olan dostlarıyla son defa olarak konuşur.

Hayatının bu son gününde Sokrates gençlerle nehakkında konuşur?

Ölüm ve ölümsüzlük hakkında!.. Sokrates ölümükorkusuzca bekler.

Bu arada güneş battı batacak. Güneş dağlarınarkasına çekilince, Sokrates’e bir kap zehirgetirilecek. Öğrencilerden biri, bu son dakikalarıuzatmak ister ve günün daha bitmediğini, tepelerdegüneşin daha uzun süre parlayacağını söyler.

Ama Sokrates:

– Zehir hazırsa getirsinler, der.

Sokrates, elinde bir tas baldıran zehiriyle içerigirene:

– Söyle bakalım iyi insan der, sen bu işin ustasısın.Ne yapmam gerek.

Sokrates, sanki karşısındaki, tanrı Asklepios’unhizmetinde bulunan bir hekimmiş gibi sorar.

Mahkûmlara zehir veren o adam da, bir hekimöğüdü gibi:

– İçmek ve ayaklarında ağırlık duyuluncaya kadardolaşmak gerek, der. Sonra yatmalı. İşte o zamanzehir etkisini gösterir.

Sokrates, tası alıp dudaklarına götürür.

Elleri titremez, yüzünün ifadesi değişmez. Herzamanki gibi açık ve aydındır.

Öğrencilerin en genci, göz yaşlarını tutamayıpelbisesiyle yüzünü örter. Öbür öğrencilerin degözlerinden yaşlar dökülür.

Sokrates:

– Ne yapıyorsunuz, ne acayip insanlarsınız, der.İnsan iyi sözlerle ölmelidir. Rica ederim sakin olun.

Sokrates’in bu sözlerini işiten öğrencilerinağlaması durur.

Sokrates dolaşmaya başlar ve ayaklarınınağırlaştığını duyunca da sırtüstü yatar.

Zehiri veren adam yaklaşıp hastayı yoklayan birdoktor gibi, Sokrates’in ayaklarını yoklamaya başlarve:

– Duyuyor musun? diye sorar.

Sokrates:

– Hayır, der.

Bundan sonra, Sokrates’in kalçalarını yoklayayoklaya yukarı çıkarak gençlere, öğretmenlerininbedeninin nasıl soğumakta olduğunu gösterir.

Sokrates de kendi kendini yoklar ve:

– Kalbe gelince bu dünyadan giderim, der.

Sokrates öğrencilerine sakin sakin son sözlerinisöyler. Eski bir geleneğe göre Asklepios’a yanihekimlerin, ilaç ve zehirlerin tanrısına kurbankesmelerini buyurur.

– Kritias, Asklepios’a bir horoz adadımdı, unutmada adağımı yerine getir!

Bunlar Sokrates’in son sözleridir.

Biraz sonra Sokrates’in bakışı donuklaşır,dudakları kımıldamaz olur.

Sokrates’in hayatı ve ölümü hakkındaöğrencilerinin bu hikâyesini insanlar binlerce yılokumuşlardır.

Sokrates’in trajedisindeki derinliği belki daha yenianlamaya başlıyoruz.

Sokrates adil insanlar yetiştirmek isterken, kötüinsanlar ve vatan hainleri yetiştirdi.

Sokrates, insanlara adaletin ne olduğunu izahedince, onların hemen adil olacaklarını sanmıştı.

Kritias’la Harikles, iyiliğin ne olduğunu pekâlâbildikleri halde kötülük yapmışlardı Sokrates’i de bukötülüklerine ortak etmişlerdi. Kendilerini eğitenSokrates değil miydi?

Böylece “insanların en soylusu” denen Sokrates,hataya düşüp çıkmaza girmiş ve ölmekten başkayapacak bir şeyi kalmamıştı.

Sokrates’in ölümü üzerine öğrencilerininanlattıklarını okurken, yargıçlardan merhametdilemeyen, hapisaneden kaçmayı reddeden veyasayı çiğnemektense ölmek iyidir, diyen ihtiyarfilozofa saygı duymamak elden gelmiyor.

Biz bir düşünüre, onun meziyetleri ve kusurlarıbakımından değil, insanlığın ilerlemesine yardımetmiş ya da bunu frenlemiş olmasına göre değerbiçeriz.

Sokrates hakkında ne diyebiliriz? İnsanınbüyümesine, devleşmesine yardım etmiş midir?

İnsan özgürlüğe doğru gidiyordu. Atinademokrasisi, bu yolda ileri bir adım olmuştu. Gerçibu demokrasi bugün anladığımız anlamda birdemokrasi değildi. Çünkü birkaç bin Atinalınınözgürlüğü on binlerce köle ve yabancının her türlühaklarının ellerinden alınmasıyla sağlanmıştı.

Böyle olmakla birlikte Atina demokrasisi, soylulardüzenine göre, o zaman için ileri bir düzendi.

Sokrates demokrasiye karşıydı. Ona göreözgürlük, kötü niyetli şarapçıların halka içirdikleri sukatılmamış bir şaraptı.

İnsan gerçeğe, doğayı kavramaya ve ona hâkimolmaya doğru gidiyordu. Sokrates’se, doğanınincelenmesine karşıydı ve sanki insan doğadan,dünyadan ayrı bir yerdeymiş gibi, “içinizi inceleyin”derdi.

Bununla Sokrates yalnız çağdaşlarını değil,onlarca kuşak insanı da etkilemiştir. İnsanlığınilerlemesini değil, gerilemesini, yani “ataların

düzenine ve inancına” dönmesini isteyenler, hepSokrates’in öğretisine dayanmışlardır.

Sokrates bir tartışma sanatı, karşı olanlarınyargılarında çelişmeler bulma aracı olan diyalektiğehâkimdi. Sokrates’ten sonra bilim adamlarıkavramları, daha büyük bir dikkatle açıkladılar.Sokrates, dünyayı inceleyip gerçeğe ulaşmada buaraçtan faydalanmadı. Diyalektik, Sokrates’in veizinden yürüyenlerin ellerinde, özünü yitirmiş bir biçimolarak kaldı.

Böylece yanılgıya düşen Sokrates, yalnızöğrencilerini değil, kendinden sonra yaşamış olanbirçok düşünürü de yanlış yola sürüklemiştir.

Platon’un Hayal Dünyası

Sokrates’in öğrencileri arasında biri vardı ki,demokrasiye ve materyalist bilime karşı düşmanlıktahocasını bile geçmişti.

Bu, hayalci ve asık suratlı bir genç olan, kendidüşüncelerinden bir türlü sıyrılamayan Platon’du.

Platon hiçbir zaman gülmezdi ve öteki öğrencilereyüksekten bakar bir hali vardı.

Hocasıyla karşılaştıktan sonra eve döndüğündePlaton, sivri uçlu kalemini ve balmumundantahtacığını alıp Sokrates’le konuşmalarını kelimesikelimesine hatırlayıp yazmaya çalışırdı.

Platon hocasının söylediklerine, söylemediği haldesöylemiş olduğunu varsaydığı ve kendisine göre,tartışmanın özünü daha iyi belirtebilen sözleri de,elinde olmayarak eklerdi.

Bir kez Platon, konuşmalardan not edip hazırladığıdiyaloglardan birini Sokrates’e okumuştu.

Sokrates başını sallamış ve:

– Ölümsüz tanrılar, demişti. Bu genç, hakkımdaneler uydurmuş!

Platon, Atina’da kalması tehlikeli olduğundan,Sokrates öldükten sonra doğup büyüdüğü bu şehribırakmıştı. Soylu bir ailedendi, Atinahükümdarlarındandı. Yakın akrabaları demokrasiyekarşı komploya katılmışlardı. Platon kendisi deAtina’nın yeni efendileri olan halk partisiyöneticilerine, yani tüccarlara, gemi sahiplerine,tabakçılara karşı düşmanlığını gizlememişti.

Platon, Atina’dan Megara’ya kaçtı.

Burada, yurdundan uzakta yine balmumundantahtacıklarıyla uğraşmaya ve hocasının son günlerini,cezaevinde öğrencileriyle konuşmalarını hatırlamayaçalıştı.

Tuhaf bir ikilik vardı Platon’un hayatında. Yürür,bakar, dinler, insanlarla konuşurdu, ama içi onlarladeğildi; bütün dikkati kendi içine yönelmişti.Hocasıyla konuşmaya devam ediyor gibiydi.

Ölmüş olan hocası Platon’a diri, yaşayaninsanlarsa birer hayal gibi gelir.

Düş ve gerçek yerlerini değiştirmiş gibidirler.Korkulu bir düşte olduğu gibi, her şey yerindenoynamıştır. Eski gelenekler, inanç, yasalar, yıkılmış;egemenlik, Platon’un “ayaktakımı” dediği insanlarıneline geçmiştir.

Neye tutunmalı, nereden destek bulmalı?

Platon şehir şehir, ülke ülke dolaşarak bilginlerlekonuşur, devletlerin düzenlerini ve halklarınyaşayışlarını inceler. İnsanların, adaletin gerektirdiğigibi yaşadıkları bir ülke arar.

Platon, Yunanistan’dan denizyoluyla Mısır’a geçer.Mısırlıların gelenekleri ve inançları, ona yabancı gelir.Adil saydığı tek şey, her Mısırlının, doğuşuna göreyapması gereken işle uğraşmasıdır. Zanaatçızanaatla, çiftçi toprakla uğraşmaktadır. Çiftçinin oğluzanaatçı, zanaatçının oğlu da hükümdara kâtipolmaya çabalamaz.

Atina’da her çömlekçi, her tabakçı, limandaçalışan her hamal, Halk Meclisi’nde, devlet idaresinekarışmaktayken, Mısır’da basit halk devlet işlerinekarışmayı aklından geçirecek, başından büyük

“hükümdarlık mesleğine” yeltenecek olursa cezagörebilirdi.

Böylece Platon’un hayalinde, çiftçilerlezanaatçıların çalıştıkları, askerlerle filozoflarınsa halkıkoruyup idare ettikleri bir devlet oluşmaya başlar.

Halkın çoğunluğunu köle gibi çalışmaya vebilgisizliğe mahkûm eden böyle bir kast düzeni,Platon’a halkın egemenliğinden daha adil görünür.

Bu aristokratın ne halkla, ne de sıradan insanlarlaişi yoktur. Platon şöyle der: “Kunduracılara ne olmuş,kimlermiş bunlar. Bu devleti pek az ilgilendirir.Önemli olan koruyuculardır. Çünkü devletin ödevi,belirsiz kunduracıların refahını sağlamak değil,olgunlaşmaktır.”

Koruyucular “en iyi” insanlardır.

Ama “en iyiler”, en namuslu ve en doğru olanlardeğillerdir. İdareciler, devletin refahı uğruna yalansöyleyebilir, aldatabilirler. Ama bir zanaatçı yalansöyler ya da aldatırsa, başkalarına örnek olsun diyecezalandırılmalıdır.

Platon’un “adalet” dediği işte budur!

Platon Mısır’dan Sicilya’ya, İtalya’ya giderek ünlüElealı filozof Parmenides’in öğretisini öğrenir.Taras’ta (Taranto) karşılaştığı bir düşünür ve devletadamı olan Archytas, kendisine Pythagoras’ınöğretisinin sırlarını açar.

Ve Platon her filozoftan kendi görüşlerine yakınolanı alır.

Platon, insanların gözleriyle gerçek dünyayı değilhayali dünyayı gördüklerini, başka bir dünyanın, yalnızakıl gözüyle görebilen yüksek bir dünyanın da varolduğunu düşünen Parmenides’le Pythagoras’ınfikirlerinde teselli bulur.

Bu “gerçek” dünyaya nasıl yükselmeli?

Platon, hocasıyla konuşmalarını unutmamıştır.

Sokrates birçok kez, onun eşyalardan anlamlarayükselmesine yardım etmişti.

İşte öğrencisi, bu gözle görülmez merdivendenyine yükselir.

Platon, kafasında bir idealar dünyası kurar. Bunlarnar ağaçları. Ve bunlardan, ağaç fikrine varır.Gördüğü ağaçlar kalıcı değildir, bunları fırtınadevirebilir, insan kesebilir. Ulu bir meşe ağacı bileeninde sonunda kurur, çürür, ağaç kavramıysa neyok olur, ne de çürür.

Kum üzerine çizilmiş bir üçgen silinebilir, amaüçgen fikri kalır.

Zamanın fikirlere hükmü geçmez, zamançevremizde görünen her şeyi alıp götürür, amafikirler kalır. Fikirler zamanın ve yerin dışındadır.

Platon, kafasında bir idealar dünyası kurar.Burada renkler, şekiller, silinmiştir, elle tutulur, gözlegörülür hiçbir şey yoktur. Ruh burada yüksek fikirleri,gerçeği, iyiyi, adaleti seyreder. Sonsuz ve bozulmazgerçek, burada yaşar. Gördüğümüz dünyaysa,görünmeyen dünyanın ancak sönük bir gölgesidir.

Bu düşünceler yeni değildir. Daha Hesiodoszamanında Yunanlılar, ‘Gerçek’i, ‘Sağlık’ı, ‘Korku’yu,‘Güç’ü basit birer kavram değil, tanrı sayarlardı.

Platon, ömrünü tüketmiş bu eski tasarımları

diriltmeye uğraşır. Platon için soyut kavram,eşyalardan ayrı olarak, başka bir dünyada yaşayansonsuz bir varlıktır. Platon’a göre, belli bir ağaç vebelli bir taştan başka, bir de genel olarak “ağaç” ve“taş” fikri vardır.

Böylece Platon, düşü gerçek, gerçeği düşsaymakla çift taraflı bir hayat yaşar. Platon, ruhununderinliklerine dikkatle bakarak ruhta, eşyaya vekavramlara dair kavramların doğuşunu görür.Ruhunda; sesleriyle, renkleriyle, şekilleriyle bütündünya yansır. Ve kendisine, gerçek dünya buyansımaymış gibi gelir. Platon, bir ırmağın sularındakiyansımaya bakıp da, “işte gerçek meşe budur.Kıyıdaki meşe ağacıysa, sudakinin yansımasıdır”diyen bir insana benzer.

Canlı bir insanın, cansız, düşsel bir dünyadayaşaması zordur. Platon köşeye çekilmiş birinebenzemez ve ihtirassız yaşamayı, dünyadan elçekmeyi öğütler. Ama kendisi, mücadeleye yenidenatılmaktan haz duyar.

Platon dünyayı, hayali sandığı dünyayı, yalnızhayalinde değil, gerçekte de kendi bildiği gibi

düzeltmek ister.

Platon, Tiran Dionysios’un yardımıyla, iktidar vebilimin, sayıca az ama “en iyi” insanların, yanifilozofların elinde bulunacağı bir devlet kurmak için,Sicilya’nın Syrakuzai şehrine giderek kendisinebaşvurur.

Tiran, iktidarı filozoflarla paylaşmaya yanaşmaz.

Platon’un hayatı tehlikeye girer.

Tiran, filozofu Aigina Adası’na götürüp köle olaraksatmalarını buyurur. Köleliği savunan bu aristokratınkendisi köle olur. Arkadaşları büyük bir kurtulmalıködeyerek güç kurtarabilirler Platon’u.

Söylenti böyledir.

Gerçekten öyle olmamışsa bile, Platon’unSyrakuzai’den ayrılmış olduğu gerçektir.

Platon yine yurdu Atina’dadır.

Bir okul açıp gençlerin eğitimine başlar.

Platon öğrencileriyle, Sokrates’in yaptığı gibigürültülü pazar meydanlarında değil; gölgeli, sakin

bir bahçede, efsane kahramanı Akademos’unheykeli yanında konuşur. Akademos’un neyle ünlüolduğunu, şimdi pek az kimse bilir. Ama “Akademi”sözü unutulmamıştır, bugün bile “akademi” deninceakla, bilimsel çalışmalar gelir.

Akademia’nın kapısına Platon: “Geometridenanlamazsan girme!” sözlerini yazdırmıştı.

Matematik, sayılarla fikirleri gözlemeyehazırlamalıdır öğrencileri.

Fikirleri, kavramları, eşyalardan ayrılmış olarakgözlemek kolay bir iş değildir. Nitekim Platon’unkendisi bile gözle görülür, elle tutulur örneklerebaşvurmadan düşünemiyor.

Platon bir zamanlar şiir yazardı. Bir gün ateş tanrısıHephaistos’u: “Hephaistos! Platon’un sana ihtiyacıvar!” diyerek yardıma çağırmış ve şiirlerini ateşeatmıştı.

Şiir, Akademia’dan kovulmuş olduğu halde, yinede orada egemendi.

Şiiri Akademia’dan kovmak için, Platon her

şeyden önce kendini oradan kovmalıydı.

Öğrencileriyle konuşmalarında, benzetmeler arar,kendi gözle görülmez, elle tutulmaz idealar dünyasını,elinde olmayarak, ozanca mecazlarla süsler.

Akademia’da ders verenler arasında Platon’danbaşka, dostları ve onun izinde yürüyenler de vardır.Öğrencilere şu dört bilim öğretilir: Matematik,astronomi, müzik ve diyalektik. Mekanik ya dahekimlik gibi öbür bütün bilimler, yalnız zanaatçılaragereklidir. En iyi ailelerden gençler, yalnız ruh vesavaş için gerekli şeyleri bilmelidirler.

Platon öğrencilerinin şahsında, kendi ülküsünüyaşatacak olanları, belki de örnek aristokrat devletteidareciler olarak filozofları görür.

Akademia’nın sessiz bahçelerinde Platon,dünyanın politik bakımdan yeni baştan düzenlenmesihakkında planlarını unutmuş değildir.

Platon yine Syrakuzai’ye gider. Eski hükümdarölmüş, yerine oğlu küçük Dionysios geçmiştir. Yenihükümdarın da öğüt dinlemeye gönlü yoktur; davetsizgelen öğütçünün hapse atılmasını emreder. Ve

Platon, ancak dostlarının sayesinde kurtulur.

Platon işte böyle, Atina’yla Syrakuzai,Akademia’yla hükümdar sarayı arasında mekikdokur. Gün olur, parlak fikirler dünyasına hiçbenzemeyen ve kendisine karanlık gelen dünyadanuzaklaşır, gün olur, anlayışına uygun bir şekildedeğiştirmek için, yine bu dünyaya döner.

Platon, insanları geriye, artık dönmeyecek olangeçmişe çağırır, bir de mevcut olmayan dünyahakkındaki düşlerine dalar.

İşte Platon bahçede, bir çınar ağacının gölgesinde,öğrencileri arasında oturmuştur. Burası şehringürültüsünden uzak, bir tapınak gibi sessizdir.

Platon öğrencilerine, dünyayı yaratmış olan veiçine dünyanın ruhunu doldurmuş olan tanrısalkurucudan söz eder. Dünya, ruh ve akıl bağışlanmışcanlı bir varlık olarak doğmuştur.

Her yıldızın, her gezegenin ruhu vardır. Güneş, Ay,yıldızlar, görünen birer tanrıdırlar, hareket ederler.Çünkü canlıdırlar, ruhları vardır. Ağaçların vehayvanların da ruhu vardır. İyi yürekli ve güzel olan

yaradan olağanüstü bir dünya yaratmıştır.

– Öyleyse, diye sorar öğrenciler, dünyada niçin bukadar kötülük var?

– Çünkü der Platon, gördüğünüz dünya, manevidünyanın sadece bir gölgesidir. Sizler bir mağaradasırtlarınızı ışığa dönmüş olarak oturuyorsunuz,karşınızdaki duvarda gördükleriniz eşyaların kendisideğil, gölgesidir. İşittikleriniz ses değil, yankıdır.Dönüp arkanıza bakın, daracık dik yoldan yerinaltından yukarıya çıkın. Gökyüzünü, güneşigöreceksiniz.

Dürüst yaşayanların ruhları göğe çıkarak oradaödüllerini bulurlar. Yıllarca sonra yine yeryüzünedönseler de, gökteki yurtlarını unutmazlar. Güzelhakkındaki her düşüncemiz bir hatırlamadır.

Bunun içindir ki, herkes sağduyuya uyarak ve iyilikyaparak yaşamaya çalışmalı. Çünkü insanı bekleyenödül güzel, umut büyük...

İşte Platon böyle derdi. Öğrencileri de onudinlerlerken açık gözle düş görürler de, büyük hayatgerçeğini görmezlerdi. Öğrenciler, mevcut olmayanı

hatırlıyor ve bu onlara mevcut olanı unutturuyordu.Platon’un bu anlattıklarında birçok Doğu ve Batıhalkının eski inançları birbirine karışmıştır. Bu masalı,köleliği savunan bir aristokrat, bir hükümdar torunuuydurmuştu. Ve bu masal, kölelerin ve yoksullarıntesellisi olmuştu. Yeryüzünde kurtuluş umudunuyitirenler, bunu gökte aramaya başladılar.

Platon yurttaşlarını geriye, demokrasiden azınlığınegemenliğine dönmeye çağırıyordu. Ve ömrünütüketmiş bütün düzenlerden yana olanlar, Platon’unbu öğretisini silah olarak kullanmışlardır.

Platon ve Sokrates, sofistlere karşı savaşmışlardı.

Sofistlere göre, herkes için zorunlu bir gerçekyoktur, ne kadar insan varsa, o kadar da fikir vardır.Sokrates ve Platon’sa, gerçeğin bizatihi varolduğunu ispat ediyorlardı.

Ne var ki Sokrates’le Platon gerçeği savunurken,ona da hep o sonsuz ve değişmez fikirler, hayallerdünyasında yer vermişlerdi.

Bir zamanlar bilimle din bir bütündü. Sonralarıbilim dinden ayrılarak kendi yolundan yürüdü. Platon,

bunları yine birleştirip bilim şeklinde bir din yaratmakistedi. Aynı şeyi Pythagoras da yapmak istemişti.Ama Platon, ondan da ileri giderek, mevcut olan herşeyin temelinin idealar olduğunu, doğanın da idealardünyasının sadece bir bölgesi olduğunu savunmakla,idealizmin temellerini atmıştı.

Felsefede bugün de devam eden idealizm vemateryalizm kavgası, Platon zamanında başlamıştı.

Platon’un yanlış öğretisi, defalarca düşünürlerinkitaplarında canlandırılarak, bilimi mevcut olmayanruhlar dünyasına sürükleyerek, insanlığın ilerlemesineengel olmuştur.

Engels’in deyişiyle, ruhun tabiattan önce varolduğunu iddia edenler... idealizm kampını meydanagetiriyorlardı. Doğayı ilk unsur sayan ötekifilozoflarsa, çeşitli materyalizm okullarına bağlıbulunuyorlardı.

İdealizmle Materyalizmin Savaşı

Tanrısız ve Eşitçi Demokritos

Bir zamanlar insan, bir masal dünyasında yaşardı.Bu dünyada, hayal meyal sezilen mucizevi otlar,taşlar, ruhlar, sis içinde dönüyor gibiydi. Sanki herağacın ruhu vardı, her taş dile gelip konuşabilirdi.

Zamanla, insan doğayı kavramaya başlayınca,bilinen şeylerin aydınlık çevresi gittikçe genişlemişti.

Sonra, sis yeniden koyulaşmaya başladı.

Bilimin yurdu Yunanistan’da filozof Platon, ilkelçağda değil, MÖ IV. yy.’da, öğrencilerini yine ruhlarınhayali dünyasına götürdü. Sanki daha önce Thales,Anaksimandros, Anaksagoras ve birçok filozof,doğayı incelememiş gibi.

İnsanlık gerçekten geriye mi dönmüştü?

Doğanın sırlarını açan bunca cesur insanın emeğiboşa mı gitmişti?

Hayır, sözgelimi bir genç Akademia’da Platon’lakonuşurken başka biri de Demokritos’un kitaplarınıdikkatle okuyordu. Platon insanları bir yana,Demokritos’sa başka bir yana çağırıyordu.

Platon’un yolu, gerçek dünya olduğunu söylediğihayali ruhlar dünyasına gidiyordu.

Demokritos’sa, doğadan başka bir şeyin mevcutolmadığını söylüyor ve öğrencilerini zaman vemekânın sonsuzluklarına çekiyordu.

Her şeyin aslını, ne olarak kabul etmeliydi? Bukonuda tartışmalar dinmiyordu. Asıl olan, Thales’tenDemokritos’a kadar doğayı inceleyenlerinöğrettikleri gibi, madde miydi? Yoksa, her şeyintemelinde yatan sayıdır diyen Pythagoras’a ve temelunsurun fikir olduğunu iddia eden Platon’a mıinanmalıydı?

Platon Demokritos’tan nefret eder. Onunkitaplarını, yakmak için arar, bulur, satın alır.

Demokritos’la tartışırken, karşı koyanınölümsüzlüğüne yardım etmiş olmamak için, onunadını bile anmaz. Yine de Platon, halk arasındaDemokritos’un öğretisinin yayıldığını acıyla görür.

Platon şöyle der: “Birçokları Demokritos’unöğretisini, öbür fikirler arasında en doğru biliyorlar.Bunun içindir ki, gençler dinden yüz çeviriyor ve

yasaların inanılmasını buyurduğu tanrılar yok diyorlar.İşte ihtilallere sebep olan da budur.”

Platon, tanrılara ve öbür dünyaya eski inancısarsan Demokritos’un öğretisine karşı ömrüboyunca savaşmıştır.

Demokritos, “Zeus her şeye ad verir, her şeyi bilir,her şeyi verir ve geri alır” diyen bilgiçlere hepgülmüştür.

Demokritos, başka bir dünya hakkında anlatılanlarımasal sayar ve şöyle der: “Ölümlü, canlı doğanın yokolmaya mahkûm olduğunu bilmeyen kimi insanlar,hayatlarını öbür dünyaya dair yalan uydurmakla,sıkıntı ve korku içinde geçirirler.”

Platon “öbür dünya hakkında böyle masallar”uyduranlardan biriydi. Demokritos’un görüşlerihoşuna gitmezdi ve insanları yine “ilahi kurucuya”,ahiretin, öbür dünyanın; çektikleri sıkıntıların ödülünübulacakları, günahlarının cezasını görecekleri tekgerçek dünya olduğuna inandırmaya çabalardı.

Böyle olmakla birlikte, Platon sözlerinin gücüneherhalde kendisi de güvenmiyor olmalıydı ki, karşı

koyanların yalnız ahiret cezalarıyla korkutmaklayetinmeyip yeryüzünde de hapisle, işkencelerle,idamla tehdit ederdi.

Platon, Demokritos’un izinden yürüyenler hakkındaşöyle der: “Bunların bir kısmı idam edilmeli, bazılarıkamçıyla dövülüp hapse atılmalı, bir kısmı yurttaşlıkhaklarından mahrum edilmeli, bazılarının da malıelinden alınarak devlet sınırlarından dışarı atılmalı.”

İki zıt öğreti, yani idealizmle materyalizm,birbirleriyle işte böyle savaşıyordu.

Kimi zaman da, aynı filozofun kitaplarında birbirineuymayan fikirlerin çeliştiği ve savaştığı olurdu.

Büyük Düşünür Aristoteles

Platon’un öğrencileri arasında, hocasının izindenkörü körüne yürümek istemeyen bir genç vardı. Birhekimin oğlu olan bu genç, ruhun bedensizyaşayabileceğine kolay kolay inanamıyordu. Kalptensıcak kan çıktığını, bunun hayatı, dolayısıyla da ruhudevam ettirdiğini babasından işitmişti bu genç. Amataşın, ateşin, havanın nasıl bir ruhu olabileceğine aklıermiyordu.

Ağaçta belki bitkilere özgü bir ruh olabilir. Bu ruhbilinçsizdir ve duymaz. Yine de ağacı yaşatır, büyütür,meyvelerdeki çekirdekleri olgunlaştırır ve bunlardanyeni ağaçlar yetiştirir. İyi, ama taş yaşayamaz,toprağın sularıyla beslenmez, doğurmaz.

Bu şüpheci öğrenci Aristoteles’ti.

Akademia’da yıllarca okuyan Aristoteles’in,kendisine soru sormayı ve cevap vermeyi,tartışmada gerçeği elde etmeyi, eşyalardankavramlara yükselmeyi öğreten hocası Platon’asaygısı vardı. Platon da öğrencisini çok takdirederdi. Ama Aristoteles için sık sık: “Öbüröğrencilere mahmuz gerekirken, ona gem gerekiyor”derdi.

Platon onu, bedensiz ruhların, eşya kavramlarınıneşyalar olmadan, onlardan ayrı olarak yaşadıkları,mevcut olmayan bir masal dünyasına götürürken,Aristoteles buna inatla direniyordu.

Cesur ve dürüst bir genç olan Aristoteles, yaşıilerledikçe şu sözleri daha sık tekrarlıyordu: “Platonbenim için değerlidir, fakat gerçek daha değerli.”

Aristoteles, Akademia’yı bırakıp kendi yolundanyürümüştü. Dünyayı sadece akılla, kapalı gözlekavramanın imkânsız olduğu, Aristoteles’e gün gibiaçıktı.

Bilmek için bakmak, işitmek, duymak gerek.Duymayan bir kimse, ne bir şey bilir, ne de bir şeyanlar. Aristoteles’e göre, hayvanlar da duyuyor.Kimileri, gördüklerini ve duyduklarını hatırlıyor bile.

Hayvan ateşin yaktığını bildiği için ateşeyaklaşmaz.

Demek oluyor ki, hayvanlarda da bellek ve sınamavardır.

Sanat ve bilim insanda, ancak sınamayla doğar.

Ateşin yaktığını, sınayarak bilen insan topraktanyaptığı çömleği ateşte pişirir ki, bu da artık sanattır.

Çömlekçi, bunu bir alışkanlık olarak yapar. Ateşinniçin yaktığını düşünmez. Bilginse, olaylarınsebeplerini bilerek hareket eder.

Ve Aristoteles şu sonucu çıkarıyor: Bilimsebeplerin bilinmesi demektir.

Bilmeyen bir insanı, bilinmeyen her şey şaşırtır.Çocuk, kurgulu oyuncak niçin hareket eder diyeşaşar. Oyuncağın sırrını bilense, oyuncak asıl hareketetmezse şaşar.

Bilenle bilmeyen arasındaki fark işte budur.

Maddelerin “hikmet-i vücudu” nedir?

Aristoteles, bu soruyu ilk soranın kendisiolmadığını bilir. Sabırsız bir adam, kendisine miraskalan sandığı nasıl açarsa, Aristoteles de filozoflarınkitaplarını öyle açar. Bu kitaplarda altın gibi değerli,dünyayı aydınlatan ne kadar çok fikir var! Fakataltının yanında bakır da az değil.

Ve Aristoteles altını bakırdan, gerçeği yanlıştanayırmaya koyulur.

Eski filozofların, her zaman açık ve doğrudüşünmedikleri kanısına varır. Bunlar savaşmasınıbilmedikleri halde, ara sıra isabetli darbeler indirenacemi savaşçıları hatırlatıyor.

Aristoteles, ilk filozofların her şeyin aslını maddesaydıklarını görür. Her şeyi teşkil eden madde, o

madde ki, eşyaları doğurur ve yok edilince aslınadöner.

Thales için temel unsur sudur, Anaksimenes içinhava, Herakleitos için de ateştir. Empedokles, bu üçunsura bir dördüncüsünü, yani toprağı eklemiştir.

Anaksagoras’sa, bu unsurların sonsuz derecedeçok olduğunu öğretir.

Aristoteles, maddesiz eşya olmadığı fikrini doğrubulur. Heykel yapabilmek için bakır, kâse içinsegümüş gerek. Fakat gümüş daha gümüş kâsedeğildir. Kâse olabilmesi için, gümüşe şekil vermekgerek.

Aristoteles malzemeyi, şekli ilk plana alandüşünürler de bulunduğunu düşünür.

Pythagorasçıların kitaplarını açar. Matematiği ilkolarak geliştiren, sayıların, çizgilerin, şekilleringücünü anlamış olan bu insanlara Aristoteles hayranolur. Bunlar, matematiğin her şeyi izah ettiğinisanırlar. Ve eşyayı, yalnız şeklin meydanagetirmediğini unuturlardı. Bakır bir top için yalnızgeometrik bir yuvarlaklık yetmez, bakır da ister. İşte

Pythagorasçılar, maddeyi hemen hemen ihmaletmişlerdi.

Aristoteles Platon’u, Akademia’yı, fikirlerhakkındaki uzun sohbetleri hatırlar. Platon fikirlerin,dünyada her şeyi yaratan, edebi şekiller olduğunuöğretirdi.

Fakat Aristoteles, Akademia’da yola getirilemezbir insan olarak boşuna ün salmamıştı. Aristoteles,sorularıyla öğretmenleri çıkmaza sokanöğrencilerdendi.

Kaç kez sormuştu Platon’a:

– “Şekil, eşyalardan nasıl ayrı var olabilir? Hiçgümüşten ayrı kâse mümkün mü? Her şeyi ikiyeayırmakta, bir şu kâse, bir de genel olarak kâse, birşu ağaçlar, bir de genel olarak, ne bileyim benmevcut olmayan bir dünyada, genel olarak ağaçlarvar, demekte ne mana var?

Bunlar ağacın ne olduğunu, çekirdekten niçinyetiştiğini ve niçin meyve verdiğini anlamamızayardım eder mi?”

Aristoteles, bu eski tartışmalara tekrar tekrardönerek aynı sonucu çıkarır: Şekli maddeden, kâseyiyapılmış olduğu gümüşten ayırmak imkânsızdır.

Gümüş, kâse şeklini ustanın elinde alır. Yanikâseyi yapan ustadır. Ya dünyayı yaratan nedir?

Anaksagoras* (Anaxagoras / Klazomenai’lıAnaxagoras) buna cevap verir: Ustanın kâseyi,heykeltıraşın heykeli yaptığı gibi, doğada da dünyayıyaratan bir akıl vardır.

Fakat Anaksagoras’ın kendisi, mümkün olan herdurumda sorunu, varlığın bu nedenini, yani aklı yoksayarak çözmeye uğraşır. Ve ancak başka biraçıklama bulamadığı zamandır ki, dünyayı yaratan birmakine olarak akla yer verir.

Empedokles başka türlü düşünür. Asıl sebebin, birdeğil, iki olduğunu söyler: Nefret ve dostluk. Dostlukbirleştirir, nefret de ayırır.

Leukippos’la dostu Demokritos’un fikrince de, herşeyi yaratan atomların hareketidir.

O halde, maddeyle şekilden başka, bir de hareket

gerek.

Fakat bu hareket nereden geliyor?

Aristoteles kitaplarda bu sorunun cevabınıbulamaz. Ve alabildiğine düşünmek sayesinde aklıpek derinleşmiş olan Aristoteles görmek, dinlemekve sezmek için orman ve kırlara çıkar. Kitaplarüzerinde uzun uzun duran Aristoteles’in gözleri dahada akıllanmıştır. Bu gözler eskiden görmediklerini degörebilir şimdi.

Aristoteles, sürülmüş tarlalarda dolaşarak çiftçininnemli toprağa tohumları nasıl saçtığını görür vetohumlardan yetişecek başakları düşünür. Her tohumbir başak olabilir. Tane başağa benzemezse de,içinde onu başak olmaya zorlayan bir şey vardır.

Aristoteles, yuvada birbiri ardınca kabuğunukırarak yumurtadan aç başlarını uzatan kuş yavrularınıgördüğü zaman, yumurtanın içinde yavruyu meydanagetiren kendiliğinden bir hareket yer aldığını düşünür.Civcivin meydana gelmesi için, kuluçkanın tüylüvücuduyla yumurtayı ısıtması yeter. Ve alışmamış biryol, Aristoteles’in düşüncesini yine özelden genele,taneden doğaya götürür.

taneden doğaya götürür.

Tanede başak olma imkânı bulunduğu gibi,doğada da bütün eşyaların, bütün varlıkların meydanagelme imkânı vardır.

İnsan, gümüşe kâse şeklini bilinçle verir. Doğaysabilinçsiz olarak ve bir amaca ulaşmak için, içeğilimle yaratır. Bazen doğa, istediğine erişemez vehataları sonucunda ucube doğar. Aristoteles’infikrince, ancak bir gayeyle hareket eden yanılır.

Doğanın amacı nedir, neye erişmek ister?

Aristoteles, bu soruyu doğanın kendisine sorar.

Aristoteles’in ağaçların köklerine bakarkenbunların, hayvanlardaki ağızlardan farksız olduğunudüşünür.

Deniz kıyısında dolaşır ve içinde balıkların çırpındığıağların önünde durur. Balık, ormandaki hayvanlardanne kadar farklı! Ama o da solur; akciğer görevinigören solungaçları vardır. İnsanda kemik neyse,balıkta kılçık aynıdır. Balıklar sandalların kürekseslerini işitince kaçarlar. Zaten balıkçılar da bununiçin küreklerini suya yavaşça daldırmaya çalışırlar.

Çoğu zaman Aristoteles, eline keskin bir bıçakalarak, herhangi bir hayvanı açar, onun kalbini,karaciğerini, dalağını inceler. Hayvanların içorganlarına bakarak, insan vücudunun yapısıhakkında bir fikir edinmeye uğraşır. Çünkü bir ölününkesilmesi cinayet sayıldığından, insan vücuduhakkında çok az şey bilinmektedir.

Aristoteles hayvanları karşılaştırarak, onların enbasit yumuşakçalardan, deniz yıldızlarından,süngerlerden, dört ayaklı kıllı hayvanlara kadar, uzunbir merdivenin basamaklarına yerleştirilebileceğikanısına varır. Maymunları daha yüksek birbasamağa koymak gerek. Çünkü maymunun yüzüinsanınkine benzer, elleri, parmakları, tırnaklarıinsanınkileri andırır. İnsansa, merdivenin en üstbasamağında bulunmalıdır. Alt basamakta otlar veağaçlar bulunmalı, daha aşağıda da taşlar, toprak.

Aristoteles, bu eşyalar ve canlı varlıklarmerdivenini aşağıdan yukarıya süzer.

Ve görür ki, basamaklar yükseldikçe, maddedaha bileşik, daha sıcak, daha hareketli, daha faalve daha bilinçlidir.

Doğa yorulmadan, yeni yeni varlıklar yaratır vebunların her biri, kendisinden öncekindenmükemmeldir.

Doğa, mükemmelliğe birden erişemez. Çünkümadde buna direnir. Mermerin, heykeltıraş kaleminedirendiği gibi. İnsan gerçekten son basamak mıdır?

Daha mükemmel, daha bilinçli bir varlık olamazmı?

Aristoteles’e, doğanın neye yöneldiğini görüyorgibi gelir. Yani doğanın en mükemmel, en kusursuzşey olmaya, fikrin, aklın bizzat kendisi olmaya canattığını görür. Ve Aristoteles, farkına varmaksızın,gençliğinde Platon’un kendisini götürdüğü o eskiyola döner.

Aristoteles, şekilsiz kâse olamayacağı gibi,bedensiz ruh da olamayacağını daha dünsöylemişken, şimdi yine kendisi dünyamız dışında biryerde var olan maddesiz, bedensiz akla inanmayabaşlar...

Aristoteles, canlılarla cansızları, yani toprağı,bitkiyi, hayvanı ve insanı sağlam bir zincirle sımsıkı

bağlar.

Aristoteles, öğretmeni olan tabiata yeni sorularsorar: Toprak nedir? Çevremde gördüğüm su, hava,ateş nedir? Bunlar ayrı ayrı mı, yoksa birbirlerinebağlı olarak mı vardırlar?

Rüzgâr, bulutlar, yağmur, kar, demir ve taş,Aristoteles’i derin derin düşündürür.

Şehirde dolaşırken, çalışanları seyretmek içinbaşka meraklılarla birlikte içinden dumanlar çıkan birdemirci işliğinin önünde durur. Çekiçlerin sesleri,düşünmesine engel olmaz.

Ateşin demiri nasıl dövülebilir ve parlak bir halegetirdiğini görür. Ve demiri, toprağın doğurduğunudüşünür. Demek demir de topraktandır.

Odunların ateşte yanarak nasıl dumana çevrildiğinigörür ve duman havaya uçar. Ama odunu da toprakana doğurmuştur.

Köle, ustanın emriyle ateşe su serpince, göğeyükselen beyaz buğu bulutlarına dikkatle bakar veyağmurun bunlar gibi bulutlardan yağdığını düşünür.

Böylece, bir şey başka bir şeye çevrilir.

Yeni, eskinin parçalarından değildir, ondan doğar.

Daha önce Herakleitos: “Suyun ölümü, buğunundoğuşudur” dememiş miydi?

Aristoteles’in gözleri önünde, bir değişmelerzinciri belirir: Topraktan ağaçlar biter. Ateş ağaçlarıyakar, duman göklere uçar, buğu doğar. Buğudan dasu.

Sudan yine, ırmakların dibine balçık halinde çökentoprak meydana gelir.

Zincir tamamlanmıştır: Toprak-ateş-hava-su veyeniden toprak.

Dünya, dört ana unsurdan kurulmuştur.Empedokles de aynı fikirdeydi.

Bu dört unsur arasında, hep biri diğerine çevrilir.

Bu, dünyadaki bütün eşyaların yapılmış oldukları otemel unsurun, ilk maddenin, başka başka şekillerdebelirmesi değil midir?

İlk maddeden insana kadar uzayan ve dünyadaki

bütün eşyaları, bütün evreni kapsayan büyük zincirkapanmıştır.

Canlı varlığın ve cansız eşyaların derinliklerineinmiş olan Aristoteles, bütün evren yapısını kavramakister.

Kendisinden önce Anaksagoras’ın ve birçok bilgekişinin yaptığı gibi, geceleri yıldızlara bakarakevrenin kuruluşunu tespit etmeye çalışır.

Aristoteles, dünyanın bir tepsi gibi yuvarlakolmayıp küre şeklinde olduğunu sezer. Zaten dahaönce Pythagoras ve Pythagorasçılar da aynı şeyisöylemişti. Aristoteles, denizcilerden Kutupyıldızı’nın,kuzeye giderken ufukta yükseldiğini, güneyegiderken de alçaldığını işitmişti. Dünya yamyassı biryuvarlak olsaydı, hiç böyle olur muydu?

Aristoteles, duvarla lamba arasına konulan birelmanın gölgesi nasıl duvara düşerse, Ay tutulmasıolayında da Ay’a Dünya’nın dairevi gölgesidüştüğünü ve bunun için de Dünya’nın elma gibitoparlak olduğunu düşünür.

Öğrencilerden bazıları, Dünya’yı hâlâ bir küre

şeklinde düşünemiyorlar. Akılları bunu bir türlüalmıyor. İyi, ama diyorlar, dünya top şeklindeyse,demek alt tarafımızda insanlar başları üstündeyürüyorlardır. Sonra, gemiler de dünyanın eğriyamaçlarında nasıl yükselebilirler, aşağı kaymazlarmı?

Aristoteles, öğrencilerinin bu safça itirazlarınıgülümseyerek dinler. Öyle ya, biri için aşağı olan,başka biri için yukarıdır. Dünyanın küre şeklindeolduğuna, Aristoteles’in şüphesi yoktur.

Aristoteles, dünyadan yıldızlara giden yola koyulur.Demokritos’tan daha ihtiyatlıdır. O, henüz evrenin birtek olduğu kanısındadır. Evrenin ortasında hareketsizduran dünya bulunur. Etrafında da Ay’ın, Güneş’in,gezegen ve yıldızların çakılı bulunduğu gök kubbeleridöner.

Peki, ama neden gezegenler, akıntıya karşı gidengemi gibi, yıldızlarla beraber bir ileri bir geridönüyorlar?

Çünkü evren, göründüğünden daha karmaşıktır.

Her gezegen saydam bir kubbeye çakılıdır. Bu

kubbe ikinci bir kubbenin içindedir. Her hareket için,ayrı bir kubbe var. Biri gezegeni ileriye, yıldızlarınhareket ettiği yöne, biri de geriye götürür. Başka birkubbe, gezegeni yükseltir, yine başka biri de alçaltır.Güneş’le Ay’ın, üçer kubbesi vardır. Bunlar tersyönde hareket etmezler.

En uzaktaki kubbe, yıldızlarınkidir, evrenin sınırınımeydana getirir. Aristoteles, evren denen vekendiliğinden yürüyen oyuncağı parça parça söküpsonra yeniden birleştirdiğini sanır.

Aristoteles düşünür: Göğü ve dünyadaki her şeyiharekete getiren sonsuz ve hareketsiz bir şeyolmalıdır.

Böylece Aristoteles, sonsuz ve değişmez motoru,yıldızların kubbesi ötesine, göğün sınırları dışınayerleştirir. Bu, Aristoteles’in, başka bir dünyada biryerde yaşıyor sandığı akıldır.

Aristoteles, daha doyurucu bir izah bulamayıncaakıl makinesine başvuran Anaksagoras’la alay edelipek fazla bir zaman geçmediği halde, şimdi asılkendisi, bu eski makineyi ele alıp adına “ilk motor”diyor.

diyor.

Yol onu yine mevcut olmayan bir dünyayagötürüyor.

Aristoteles, Ay’ın altındaki Dünyamızda her şeyindeğiştiğini düşünür. Ama Ay kubbesinin ötesindedeğişiklik yoktur. Orası sonsuzluk ülkesidir.

Aristoteles, yine Platon’un öğrettiklerinihatırlayarak dünyanın üstünde hayali bir gök dünyasıkuruyor. Burada aşınma, eskime, kaybolma yoktur.Orada hareket de dünyadaki gibi değildir. Hiçbir şeyne kalkar, ne düşer, ne de sonsuz ve durgun birdolaşım halindedir.

Aristoteles böylece, doğru yolu bir bulur, bir yitirir.Bir gün maddesiz ruh, maddesiz şekil olmadığınısöyleyerek, Platon’un fikirler hakkındaki öğretisiniamansızca eleştirir. Ertesi gün de, onun izindenyürüyerek, içinde maddi hiçbir şey bulunmayan “ilkmotordan” ve “başka bir dünyadan” söz eder.

Yunan bilgeliğini derlerken, Aristoteles’in,birleştirilmesi imkânsız olan şeyleri, yani Platon’laDemokritos’u, eski dinle yeni bilimi, idealizmlemateryalizmi birleştirdiği de olur. Ama birçok şeyde

yanılmakla beraber antik dünyanın en büyükdüşünürü olarak kalmaktadır.

5 Dünyayı Fethetmenin İki Yolu

Aristoteles, Atina’nın gymnasyumlarından biri olanlisenin kapalı galerilerinde gezinerek öğrencileriylekonuşmaktan pek hoşlanır. Bunun için Atinalılarkendisine ve öğrencilerine “peripatesiyenler”, yani“gezinenler” lakabını vermişlerdir.

Aristoteles ve öğrencileri, giderken durup geridöner, sonra yine ters yönde giderler. Tek bir sözünükaçırmamak için öğrencileri geride kalmamayauğraşırlar. Dönüşlerdeyse saygıyla çekilip hocalarınıöne bırakırlar.

Hiç de faydasız olmayan böyle gezintilerden sonraöğrencileri dağılır ve her biri kendi işine döner. Kimibitki toplar, kimi hayvanların bünyesini inceler,bazıları da kum üstünde yuvarlak ve üçgenler çizerekgeometriye dalar. Bir kısmı da var ki, etraflarına birsıra papirüs tomarları yığarak bunlardan notlarçıkarırlar.

Öğrenciler hocalarına yardım ederler. Aristoteles,devlet hakkındaki kitabını yazabilmek için yüz ellisekiz Yunan devletinin düzenini incelemek zorundakalmıştır. Yazdığı kitapların sayısıysa bine yakındır. Buancak Aristoteles gibi bir devin yüklenebileceğimuazzam bir iştir. Yine de öğrencileriyle yardımcılarıolmasaydı, o bile bu işle başa çıkamazdı. Bu küçükordu gerçek yolunda günden güne ilerledikçeilerlemiştir. Bunların bu gezinmeleri askerlerinseferlerine benzer. Başkomutan askerlerine şu ödevivermiştir: Bilim adamlarının dünya hakkındaki ayrıayrı gözlemlerini ve bunlardan çıkardıkları sonuçlarıbir araya getirip toplamak.

Bu bilim üç yüz yaşındadır. Ve VI., V. ve IV. yy.’danberi geçen bu üç yüz yıldan, ne kadar çok bilimadamı gelip geçmişti. Bunların her biri bir temelatmış ve üzerinde bir şey kurmuştur. Yunan şehirlerigibi, bilim adamları da birbirlerine sık sık düşmanolmuşlardı.

Bütün bu bilgileri karşılaştırıp yoklayarak, büyük birbilgi imparatorluğu halinde birleştirmek gerek.

Bu güçlü imparatorluk sınırlarını durmadan

genişletiyor. Burada bölgelerin sınırlarını, okulunbaşında bulunan bilgin çiziyor. Bölgelerden birimatematik, diğeri fiziktir, üçüncüsü bitkiler tarihi,dördüncüsü hayvanlar tarihi, beşincisi bilimler tarihi,altıncısı ahlak, yedincisi politikadır... Bilgiimparatorluğunda bu eyaletlerin sayısı çoktur. Vebütün bu eyaletlere, en yüksek bilim olan felsefehâkimdir.

Bitkiler tarihiyle, Aristoteles’in en iyi öğrencisi vetaraftarı Theophrastos, bilim tarihiyle Eudemosuğraşır. Aristoksen denge kanunlarını, Dikaiarkhosda coğrafyayı inceler...

Öğrenciler her gün lisede toplanır. Aristotelesonlarla konuşurken yetiştirdiği birinci ve belki de eniyi öğrenciyi, çoğu zaman üzülerek hatırlar. Buöğrenci bilim adamının barışçı silahını, askerin keskinkılıcıyla değiştirmişti.

İskender ve Umut

Aristoteles, Makedonya kralı Philippos, kendisineşu satırları yazdığı zaman gençti: “Oğlum İskender’in,senin zamanında doğmasına izin verdikleri içintanrılara şükürler olsun. Çünkü senin eğitiminle,

tanrılara şükürler olsun. Çünkü senin eğitiminle,tahtımın layık bir mirasçısı olacağını umuyorum.

Philippos güçlü bir hükümdardı. Yunanistan’ınbirbirine düşman olan şehirlerini tek bir imparatorlukhalinde birleştirebilmiştir.

Özgürlükçü Atinalılar bile onun, kendi üzerlerindekiegemenliğini tanımak zorunda kalmışlardı. KralPhilippos’un hayali, büyük fetihlerdi ve başladığı işioğlu İskender’in sona erdirmesini istiyordu.

Bir hükümdar çocuğuna, hele bütün dünyayahükmetmek isyeten bir hükümdar oğluna öğretmenliketmek kolay değildir.

İskender’in Aristoteles’e ve bilime saygısı vardı.Öğretmenine sekiz yüz talent altın armağan etmişti.Bunlar o kadar çoktu ki, on arabayla taşınamamıştı.Aristoteles bu altınlarla birçok kıymetli elyazmasısatın almıştı.

İskender, hükümdar olmayıp da öğretmeninidinlemiş olsaydı, şimdi öbür öğrencilerle birliktelisenin ağaçlı yollarında bilge kişilerin yolundagezinirdi. Öğretmeni onu, yeryüzünün bir ucunakadar götürmekle kalmayıp gökte parıldayan uzak

yıldızlara, uzayın ölçülmez derinliklerine de götürürdü.Ve İskender dünyayı, yalnız kendisi ve Makedonyaiçin değil, bilim için, bütün insanlık için fethetmişolurdu.

Oysa İskender şimdi çok uzaklarda. Yeryüzününbir u-cunda, steplerin yakalanamayan atlılarıylasavaşıyor, Hint fillerinin baskısını önlemeye çalışıyor.

Kendisini oralara sürükleyen neydi?

İskender’in, sefer arifesinde bütün kölelerini, bütünçiftliklerini dostlarına dağıttığını söylerler. “Peki, sanane kaldı?” diye sorduklarında da “umut” der.

Büyük orduyu Asya’ya sürdüren işte umuttanrıçasıdır.

İran şahlarının, servet dolu hazineleri oradadır. Yineorada, dünyanın öbür ucundaki Hindistan’da, altınlarıaslan başlı, aslan pençeli masal kuşları, akbabalarkorurlar.

İskender’in her askeri, hayalindekine doğudakavuşacağını umut eder.

Birçok kölesi ve altını olan, servetini artırmak

istemiştir. Hiçbir şeyi olmayanın emeli de,yoksulluktan kurtulabilmek için, eline bir şeylergeçirmek olmuştur.

Evde kalanlar ağlamamışlardı. Umut tanrıçası,onları da teselli etmişti.

Yoksulların çoluk çocukları, kocalarının vebabalarının kendilerine doğudan evlerine ayakbasmamış olan mutluluğu getireceklerineinanmışlardı. Zenginler de, açların ve yoksulserserilerin kıskançlık dolu bakışlarından kurtulduklarıiçin memnundurlar.

İskender’in sefer arkadaşları arasında bilimadamları da vardı. Gittikleri yerleri incelemek, hiçkimsenin bilmediği ülkere varmak, bilinmeyenbitkiler ve karınları doldurulmuş hayvanlarla yurtlarınadönmek istiyorlardı.

Büyük İskender, bilim adamlarını beraberindealmıştı. Aristoteles’in öğrencisi değil miydi?

Umut, koskoca orduya ovalar ve dağlar aştırıyor,Belucistan çöllerinde susuzluğu ve sıcağıunutturuyordu. Hindikuş Dağları’nın karlı geçitlerinde

orduyu ısıtan umuttu.

Sayısız savaşlarla, seferin bir türlü sonugelmiyordu.

Ordunun yağma ettiği altınları binlerce arababatıya taşıyordu.

Ama ordu da gittikçe darmadağınık, muazzam birperişanlar kalabalığına çevriliyordu. Askerlerdeüstbaş paramparça olmuştu. Kılıçlar körleşmiş,atların nalları aşınmıştı.

İskender, başına yeryüzüne egemen olmak gibiçetin bir iş açmıştı. Yeryüzünün ne kadar büyükolduğunu bilseydi, onu fethetmeye kalkışmanınakılsızlık olduğunu anlardı.

Ordusunun geçeceği yolu çizdiği haritada,dünyanın ucu pek uzak olmayıp büyük Yaksarta veHint ırmaklarının hemen ötesindeydi. Bu haritada,Hazar (Hazer) Denizi dünyayı çevreleyen Okyanus’unince bir körfezi biçiminde uzanıyordu.

Sonra İskender, bugünkü adı Sir-Derya olanYaksarta’ya dayanmıştı. Avrupa’nın burada bittiğini,

arkasında da Okyanus’un bulunduğunu düşünmüştü.

Irmağın kıyısında duran Büyük İskender, ileride suderyası yerine, uçsuz bucaksız steplerle ot deryasıgördü. Buraları İskitler, Sakalar, Kasagetler adıylabilinen, cengâver göçebe kabilelerin yurduydu.Sovyetler Birliği’nde bu kabilelerin torunları bugün deyaşar. Sivri keçe külahlı atlıların, ansızın beliripsaldırmaları ve gözden kaybolmaları bir olurdu.

Aynı zamanda ordunun gerisinde, Orta Asya’dakikabileler de başkaldırırlardı.

Böylece yenilmezliğiyle ün salan, hep ileri gitmişolan İskender, ilk olarak geri çekilmenin acısınıyaşamıştır.

İskender Hindistan’a gider. Tecrübeli askerleri,yağmur gibi yağan okların ve Hint fillerinin ağırayakları altında yok olurlar. Gökten gece gündüzboşanan yağmurların selleri içinde boğulurlar.

On yıldır yollarda süründükleri halde, dünyanın ucudaha görünmemişti. Hint Irmağı’nın arkasındakarşılarına yeni geniş topraklar, bilinmeyen denizlereakan yeni ırmaklar çıktı.

Askerler, daha ilerilere gitmek istemiyorlardı.Kılıçlarını ve kalkanlarını bir yana atıp artıkbaşlarındakileri dinlemez olmuşlardı.

Umut onları aldatmıştı. Kendilerine bütün dünyayıvaat etmişti, ama ne verdi? Sakatlık ve yara, hastalıkve açlık. Askerler şikâyet ediyorlardı. Onlarısusturmak için Büyük İskender, iaşecilerin getirdiğişarap fıçılarının açılmasını emretmişti. Ve yenilmezordular, zurna ve ney sesleri arasında sarhoşşarkıları söyleyerek, debelene debelene çekilmeyebaşlamıştı.

İskender dünyayı fethedemedi. Hatta İtalya’danHindistan’a kadar fethetmiş olduğu uçsuz bucaksızkara parçası da, ölümünden sonra bir taş yığını gibiyıkılıp dağılıverdi.

İskender’in, birlikte götürdüğü bilim adamları dahamutluydular. Bunların ele geçirdikleri bir, hatta on yıldeğil, yüzlerce yıl kalacaktı. Yurtlarına döndüklerinde,bilimle uğraşan arkadaşlarına gördüklerini vebulduklarını anlatmışlardı.

Theophrastos (MÖ 372-288), Bitkilerin Tarihi adlı

kitabını yazarken, bunların notları gözünün önündeydi.

Theophrastos, sıcak ülkelerde “ormanı andıran” birağaç bulunduğunu, bunlardan öğrenmişti. İnsan buağaca bakarken, ağaç bir değil, birçok gövdeli gibigörünür. Oysa bunlar, dallardan toprağa doğrusarkan köklerdir.

Sıcak ülkelerde, geceleri uyuyan bir ağaç var.Akşamları tüylü yapraklarını kıvırır, sabahlarıysa uzunkirpikli göz kapağı gibi açar.

Orada ağaçlardan daha yüksek kamışlar biter.Oradaki bir ağacın, kuş tüylerini andıran yapraklarıarasından salkım salkım sarkan uzun tatlımeyvelerden birkaç tane yiyerek insan, açlığınıgiderebilir.

Ve bütün bunlar masal değildi. Her ağaç,yaprağındaki en büyük dişçiklere kadar açıklanmıştı.

Gezginler yalnız yapraklardaki dişçikleri görmeklekalmamışlardı. Dikkatli bakışlarıyla, karşılarındaaçılan bütün bitkiler dünyasını da kavramayaçalıştılar.

Büyük İskender’in bilgin yol arkadaşları, yüksekdağların eteklerinde hurma ağacı ormanları, muz vebambu fundalıkları görmüşlerdi. Daha yükseklerde,onlara yurtlarını hatırlatan ve defne ağacıylamanolyaya benzeyen, yaz kış yeşil ağaçlargörmüşlerdi. Bunlardan da yukarıda, dağyamaçlarında geniş yapraklı ve iğne yapraklıormanlar sıra sıra yükseliyordu. İğne yapraklıağaçların üst kısmında da toprak, yosun ve otlarlakaplıydı. Her dağ, sıcak güneyden, sert iklimli kuzeyekadar uzayan yeryüzüne benziyordu.

Büyük İskender’in seferine katılan bilim adamları,yurtlarına daha birçok bilgiyle dönmüşlerdi.

İskender, uzun seferleri sırasında kendileri pek azşeyle yetinen, ama bilim için çok şeye ihtiyaçları olanbu insanlara, belki de defalarca imrenmişti.

İskender’in, Asya seferine çıkmadan, Korinthos’tafilozof Diyojen’i (Diogenes) ziyaret ettiğini anlatırlar.

Diyojen, misafirini eve kabul edememiş. Sebebide çok basitmiş, evi yokmuş, köpek gibi eski birfıçının içinde yaşarmış. Böyle olduğu halde bu yoksulfilozof, hükümdarlardan daha mutlu olduğunu

filozof, hükümdarlardan daha mutlu olduğunusöylermiş. Diyojen, dünyada hiçbir felaket karşısındaboyun eğmezmiş.

Bir gün Diyojen’i, köle pazarında köle olaraksatılacak insanlar arasında görmüşler.

Diyojen müşteriye: “Eğer kendine köle değil,efendi almak istersen, beni al” demiş.

Büyük İskender’in Diyojen’i ziyaretiyle, iki mağrurinsan yüz yüze gelmiş. Biri cihangir İskender, diğeride fıçısından başka bir şeyi olmayan Diyojen.

İskender Diyojen’e, “dile benden ne dilersen”dediğinde şu cevabı almış: “Gölge etme, başkaihsan istemem.”

Ve ayrılırken İskender: “Ben İskender olmasaydımeğer, Diyojen olmak isterdim” demiş.

Dünyanın fatihi, seferlerin tozları ve yangınlarındumanlarıyla milyonlarca insanın güneşinigölgelemişti.

Dumanlar dağılmış, tozları yatışmış, fetihlerçökmüştü.

Düşmanlık ve Dostluk Üstüne

İnsanlığın tarihi ilk bakışta sonsuz, kanlı bir fetihlerzinciriymiş gibi görünür.

Babil, Asur, Mısır ve İran hükümdarları, dünyayıfethetmek için kaç kez sefere çıkmışlardı!Tapınakların duvarlarına yazdıkları yazılarda, dahahiçbir şey yapmamışken, kendilerini “dünyanın dörtbucağının hükümdarı”, “şahlar şahı”, “evren padişahı”olarak ilan etmişlerdi.

Bunlar, geçtikleri yerlerde, ileri ve kalabalık ülkeleriıssız çöllere çeviriyorlardı. Eklüzleri açarak ırmaklarızıvanadan çıkarıyor, bulanık sular şehirleri kumlabasıyor ve eskiden şehir olan yerlerde, mezarlarıandıran kum yığınları kalıyordu.

Hangi cihangir dünyayı fethedebilmiştir?

Asur hükümdarları Ermenistan dağlarından Nilkıyılarına, Kıbrıs’tan Elam’a kadar bütün ülkeleriegemenlikleri altına almışlardı.

Pers şahları, devletlerinin sınırlarını batıdaTrakya’ya, doğuda Hindistan’a, kuzeyde

Karadeniz’e, güneyde Arabistan’a kadargenişletmişlerdi.

Makedonya kralı İskender, hem İran’ı hem Babil’i,hem de Mısır’ı fethetmişti.

Ama hiçbiri bütün dünyayı zapt edemedi.

Dünya onların zannettiklerinden daha büyüktü. Veonların “dünya imparatorluğu” dedikleri, uçsuzbucaksız yeryuvarlağında, ancak küçük bir yertutuyordu.

Bu “dünya imparatorlukları”, kurulur kurulmazparçalanmaya başlar ve enkazları üzerinde, yenidenfetihlere girişilirdi.

Herkesin herkese düşman olduğu böylezamanlarda bile, yaratma işleri durmuyordu.

Denizlerde bir kıyıdan diğerine gemiler işliyordu.Karada kervanlar çölleri, dağları aşıyordu.

Çiftçiler, duvarcılar, demirciler, madencileryorulmadan çalışıyor, topraktan servetleriniçıkarıyorlardı. Bakır Adası denilen Kıbrıs Adası’ndanbakır, Altın ülkesi Nubya’dan altın, Toroslardaki

gümüş dağlarından gümüş, Fenike’nin SedirVadisi’nden gemi için kereste, Baltık ülkelerindekiKehribar kıyısından kehribar, İngiltere’deki kurşunadalarından kurşun elde ediliyordu.

Sağlam gemilere ve develere yüklü denklerdemaden külçeleri, kumaşlar, papirüs ruloları, birülkeden diğerine ulaştırılırdı.

İran’ın posta beygirleri, Ephesos’la Susaarasındaki Şah yolunda, turnaları geride bırakırlardı.Atlılar postayı birbirlerine devrederlerdi. Terli, ağızlarıköpüklü atların eyerleri çözülürken, kervansaraylardave hanlarda başka atlar zaten yola çıkmış, dörtnalakoşuyorlardı. Böylece sözgelimi sabahları EgeDenizi’nde tutulan balıklar akşamüstü, IrakDevleti’nin öbür ucundaki Susa’ya, şahın sofrasınataptaze yetiştirilirdi.

Çeşitli eşya ve haberler, töre ve inançlar, söz vesöylentiler ülkeden ülkeye dolaşırdı.

Harflerle birlikte, ağırlık, uzunluk ve zaman ölçüleri,günlerle ayların adları bir halktan diğerine geçerdi.

Bugün bazı ülkelerde para birimi olarak kullanılan

“funt”, eski Babil’de kullanılıp “mina” denilen altınparaya eşitti. Metre, iki Babil kulacından, ancakbirkaç milimetre kısadır.

Para ilk kez doğuda görülmüştür. İlk parayı, KüçükAsya denilen Anadolu’da, bütün komşuları tarafından“dükkâncı millet” diye adlandırılan Lydialılar basmıştır.“Çek” Farsça bir sözdür. Rusların “çetrevik” (çeyrek)dedikleri ölçü, Romalıların “kuadrantal”ına eşittir.

Ustaların yaptıkları araç ve gereçler, bahçıvanlarınyetiştirdiği meyve ağaçları, bir ülkeden başka birülkeye geçerdi.

Çevremizde gördüğümüz her şeyden, dahaküçüklükten alışıp bildiğimiz her eşyadan, uzakdevirlere giden ipler uzanır.

Bugün sahip olduğumuz servetleri, “kültür” denilenvarlığı birçok halkın ve kuşağın emeği yaratmıştır.

Halkların elleri birbirine bakıyordu. Bir halktaolmayan, diğerinde vardı. Bir halkın yapamadığını vebilmediğini başkaları yapıyor ve biliyordu.

Emeğin yarattığı servet artıyordu. Ama

çalışkanların yanında çalışmadan yaşayanlar,başkasının sırtından geçinenler çoğalıyordu.

Yeryüzünde istilacılar fır dönüyorlardı. Ama onlaraasıl gerekli olan toprak değil, toprağı işleyenlerdi.İstilacılar binlerce, yüz binlerce insan kırmışlardı, sağkalanları köle yapmak için. Ölenden ne çıkar! Amayaşayan çalışır. İstilacıların can attıkları ne altındı, nede gümüş; Mısırlıların dedikleri “öldürülmüş canlılar”,kölelerdi.

Emeğin gücü gittikçe artıyordu. Savaşlar ülkeleriyakıp yıkıyordu. Bu ikisi madalyonun iki tarafı gibibirbirinden ayrılmazdı. Savaş, emeksiz olamazdı.Köleler, elleriyle kılıç yapar, bunlar da yeni yeniinsanları köleleştirmek için kullanılırdı.

Köleler, kılıç kuvvetiyle ülkeleri dize getirirlerdi. Vefatih, kendi şahsında dünyanın hükümdarını görürdü.Ama yalnız kılıç gücüne dayanarak kurulmuş, uzunömürlü insan topluluğu, nerede görülür!

Makedonyalı Büyük İskender’in, kimseninçözemediği bir kör düğümü, kılıcıyla parçaladığısöylenir.

Ama İskender, kılıcın kestiğini bir dahabirleştiremediğini bildirdi.

Bunun için de, halkları birleştirmek, aralarındaakrabalık bağları kurmak için, on bin askerini İranlıkadınlarla evlendirmiş, kendisi de aynı gün İranhükümdarının kızını almıştı.

Tarihte en büyük düğün bu olmuştur.

Filozof Diyojen, kendisine dünya vatandaşı derdi.İskender’se, dünya hâkimi ve tanrı olmak istemişti.Babil’i başkent yapmış ve Mısırlı kâhinlerin, kendisinitanrı Ammon’un oğlu ilan etmelerine göz yummuştu.On binlerce Yunanlıyı Asya’ya göç ettirmişti.

İskender geçtiği her yerde birçok şehrin temeliniatmış ve hepsine de Aleksandriya, İskenderiye adınıvermişti. Bu yeni şehirlerde hayat da eskişehirlerdeki gibi değildi.

Egemen Sınıf Düzeni

Bir zamanlar Atina büyük bir şehir sayılırdı. Atina,sadece bir şehir değil, on bin evli bir devletti.

Bir gün bu şehir-devlet, insanlara dar gelmeye

başladı.

Köle emeğiyle yapılan mallar yığılıyordu. Bumallara şehir pazarında yeteri kadar müşteribulunamadığı için, deniz ötelerine sürmekgerekiyordu. Gemilerden, uğradıkları her limanda,boşaltılsalar da boşaltılmasalar da vergi alınırdı. Heryerde gümrük ve sınır karakolları vardı. O kadar ki,boğaz kıyılarında yaşayanlar boğazı keser, yabancıtüccarlar da ister istemez kıyıya yanaşıp vergiödemek zorunda kalırlardı.

Başka ülkelerden gelip yabancı bir şehreyerleşmiş bir adam, en zengin ve en tanınmış insanda olsa, bütün haklardan mahrum bir yabancımuamelesi görürdü. Ev, toprak satın alamazdı.Haklarını, mallarını savunabilmek için, yerlilerdenkendisini koruyacak bir adam bulması gerekirdi.

Tüccarlar arasında, birçok şehirle birden alışverişeden ve filolar halinde gemiler işletenler de vardı.

Her küçük şehrin bile kendi gümrüğü, kendiparası, yabancılara karşı yasaları olması butüccarların işine gelmiyordu.

İşlerini genişletebilmek için bu zengin tüccarlara,yalnız bir şehir değil birçok şehir ve ülkeyi sınırlarıiçine alan bir devlet gerekliydi.

Tüccarlara faizle para veren tefeciler, büyük atölyesahipleri de bunu istiyordu. Yüzlerce kölenin çalıştığıbu atölyelerde, hem kendi pazarları, hem de uzakşehirlerdeki pazarlar için mallar yapılırdı.

Bir devletin sınırlarını genişletmek için fetihlereçıkmak gerekiyordu.

Bundan başka fetihler, istila edilen ülkelerdenköleler elde etmek, yapağı, deri, demir ve bakır gibihammaddeler ele geçirmek için de gerekliydi.

Akınlar işte böyle başlar. Atinalı Alkibiyad, gemileriSicilya Adası’na sürer. Emeli, batı ve doğuYunanistan şehirlerini birleştirmektir. Ama savaş,Atinalıların yenilgisiyle biter.

Yıllar sonra Yunan şehirlerini birleştirmek işine,Makedonya hükümdarı Philippos girişir. İskender debuna devam eder.

İskender’in ölümünden sonra, devleti parçalanır,

ama parçalar da pek küçük değildir. Bunlardan herbiri, Suriye olsun, Makedonya olsun, Mısır olsun;önceki gibi tek şehir-devlet değil, koca ülkelerdi.

İstilacılar için, büyük devletler kurabilmek, kölesahiplerinin yığdıkları servetleri korumak, düzeniondan memnun olmayanlardan korumak için kuvvetlibir idare, kuvvetli bir iktidar gerekiyordu. Egemensınıflar, krallıklar kurmaya başladılar.

Mısır’da, Suriye’de, Makedonya’da, krallar vardı.Bunlar, tanrı gibi saygı görürlerdi.

Yeni devlet düzenine, yeni bir felsefe gerekti. İdarebaşındakilere itaatin en yüksek erdem olduğunu,iktidarın, sayıca az kişilerin elinde bulunmasıgerektiğini, halkın sürü, yöneticilerinse birer çobanolduklarını, iktidarda bulunanların istedikleri gibidüşünmeleri gerektiğini, halka ispat etmeliydi.

Bilimin, insanlığı çıkmaza soktuğu anlatılmalıydı.Tek çıkar yol, tanrılara olan inanca dönülmesindeydi.Krala egemenliği tanrıları bağışlamışlardı.

Felsefe için bu, geriye yani bilinen tanrılara inancave hayali ruhlar âlemine dönüştü.

Thales, Anaksimandros (Anaximandre,Anaximendres), Anaksimenes (Anaximene,Anaximenos), Herakleitos, Anaksagoras,Demokritos... İlerleme yolunda birer adımdılar.

Sokrates, Platon ve onların izlerinden yürüyenlerinöğrettikleri, artık bir gerileme, tersine yürüyüştür.

Ya Aristoteles? Kitaplarında Demokritos’tanbirçok sayfa bulunduğu halde o da geriye çekilir.

Ama tarihte, eskiye dönmek imkânsızdır.

İnsanlar atalarının düzenine ve inancına dönmektensöz ederlerdi.

Oysa, Platon’un felsefesi “ataların inancı” değildi.Atalar tanrılara, onların varlığını ispata kalkışmadan,ukâlalık etmeden inanırlardı. Platon’sa, öğretisine,gerçek bilimle savaşa dayanabilmesi için, bilim şeklivermeye çabalar.

Atalar, neyin iyi, neyin kötü olduğunu uzun boyludüşünmezlerdi. Tanrıların iradesini yerine getirmeyiiyilik, buna karşı gelmeyi de, kötülük sayarlardı.

Sokrates’se, ahlak kurallarını, matematikçinin bir

teoremi ispat ettiği gibi ispatlamak istemişti.Sokrates’in öğretisi, eski dine aykırı gibi gelebilir.Sokrates’i, yeni tanrılar getirmekle boşunasuçlamamışlardı. Ne yeni inanç, ne de yeni düzenöncekilere benziyordu.

Atalar zamanında işleri, kabilenin soylu kişileriidare ederlerdi. Şimdiyse işadamları, tefeciler, bütündünya ile ticaret yapan zengin tüccarlar soylu kişiolmuşlardı.

Önceleri şehirde yabancıya düşman gözüylebakılırdı.

Şimdiyse öyle şehirler doğmuştur ki, buradayaşayanların hepsi yabancı, daha doğrusu, yabancıdeğil de yerli Yunanlılar, Mısırlılar, Fenikelilerdi.

Yeni hayatın, ataların yaşayışına ne denlibenzemediğini görmek için, İskenderiye’ye gitmekyeterdi.

Bilim İşçileri

Bir zamanlar Mısır, orada yaşayan halka dar,küçük bir ev gibi gelmişti. Deniz aşılmaz bir duvar,

her yabancı şeytanın oğlu, yani düşman sayılırdı.

Bu deniz, geniş bir kapı gibi dünyaya açılmıştı. Vebu kapıda, dünyanın merkezi olan bir şehirdoğmuştu.

İskenderiye daha uzakta. Etrafta sadecehışırdayan deniz. Denizcilerin keskin gözleri,uzaktaki feneri görmeye başlamışlardır. Feneryaklaştıkça yükseliyor. Biraz daha yaklaşınca, onunkendisinden daha yüksek bir kulenin üzerindebulunduğu iyice görülüyor.

Rüzgâr, geminin yelkenlerini şişiriyor. Kurşun gibiağır yüzlerce kürek, iskarmozların içinde sularıköpürterek hafif hafif kayıyor. Denizcilere, gemikuleye doğru değil de, kule gemiye doğru yürüyorgibi görünüyor. Kulenin tepesindeki deniz tanrısıPoseidon da, yabancı misafirleri selamlıyor gibielindeki üç dişli zıpkını sallıyor.

İskenderiye’ye dünyanın dört bucağından onlarcagemi yanaşıyor.

Liman dar geliyor artık. Üç kat kürekli, hafif savaşgemileriyle yan yana hantal, binlerce ton hububat

taşıyan gemiler de demir atmışlardı. Fakat bu büyükgemiler bile, çok katlı hükümdar gemilerine kıyaslaufacık görünürler.

Otuz sıra kürekli, dört dümenli, direk gibi uzunkürekli, bu süslü, yüzen sarayları, deniz ötesiülkelerden misafirler hayretle seyrediyorlar.

Bazı gemiler limana giriyor, bazıları da çıkıyor.

Çıkan gemilerin daha ağır oldukları hemen belli.Bunların tekneleri, suya daha derin batmış olup dahaağır dönüyorlar. Anlaşılıyor ki, yükleri ağır...

Nihayet misafirler kıyıda. Gürültülü ve rengârenkkalabalığa karışırlar. Bunları, kendileri gibi misafirlerarasından seçebilmek kolay değil. Burada hangi dilkonuşuluyor? Hangi dil konuşulmuyor ki?! BuradaYunanlıya da rastlanabilir, Museviye de, Fenikeliyede, Romalıya da, İranlıya da. Sözgelimi şu, altın vefildişi ülkesinden siyah bir Nubyalı, bu da, miskokuların diyarı Arabistan’dan ak sakallı bir şeyh.

İskenderiye’nin kendi dili de var. Bu dilde, çeşitlidillerin yani Yunanca’nın, Mısır dilinin, İbranice’ninsözleri, kalabalıktaki insan gibi birbirine karışmıştır.

İnsan burada, dünyanın nasıl genişlemiş olduğunugözleriyle görür.

Denizyolları İskenderiye’yi, Meotiya gölünün (AzakDenizi) kıyısındaki Pantikapeya ile Bizans’la,Atina’yla, Syrakuzai ve Kartaca’yla ve geleceğinMarsilya’sı olarak Massalia ile bağlamıştır.

Doğudan buraya ıtriyat, baharat, fildişi, devekuşutüyü, Hint çeliği ve filler getiriliyor. Nil batıyla doğuyubirbirine bağlamıştır. Gemilerin işleyebildiği geniş birkanal, Kızıl Deniz’i Nil’e bağlıyor, Nil’den de gemilerİskenderiye’ye Akdeniz’e çıkıyorlar.

İskenderiye’den üzerinde Mısır krallarıPtolemaiosların başları bulunan altın paralar, Yunanvazoları, renkli cam kaplar, süs eşyaları Çin’egidiyor, oradan da, deniz ve karayoluyla, ipeklikumaşlar geliyordu.

İnsanlar Çin’de de çalışıyorlardı: Doğaylasavaşıyor, sulama kanalları açıyor, toprağı işliyor,şehirler, köprüler kuruyor, taş yollar döşüyorlardı.

İskender büyük devletini kurduktan yüz yıl sonra,Çin’ de Sin Prensliği’nin hükümdarı, bütün öbür

prensleri kendisine tabi kılarak Sin Şi Huandi, yaniilk imparator Sin adını almıştı.

Bunun için Çin’e, sonraları “Sin’in ülkesi”, yaniSinlilerin ülkesi dendi.

İmparatorluğun başkenti Siyanyan’ı, yedi yüz binköylü ve köle kurmuştu. Bunlar, ırmağın kıyılarında,ladin, defne ve mercan ağaçlarından saraylaryapmışlardı. Irmağın üzerinde kapalı bir köprükurmuşlardı. Sarayları kapalı galerilerlebirleştirmişlerdi. En şiddetli yağmurda imparator vemaiyeti, saraydan saraya geçebiliyor, sırmalıelbiselerine bir damla bile yağmur düşmüyordu.

İmparatorun yaşadığı bu başkenti kurmak için çokemek harcanmıştı. Ama mezarını yapmak daha güçolmuştu. Kustak Lisan Dağı, imparatorun mezarıhaline getirildi. Ovadan akan ırmak kurutularakyatağı, yeraltından mezara giden uzun bir yolaçevrildi.

Ustalar saraya benzeyen bu anıtkabri, evreniörnek tutarak yaptılar.

Tabanına bronz döşeyip üstüne dağlar ve ovalar

yığdılar. Tavanı gök kubbesi biçiminde yaptılar.Irmakların yataklarına döktükleri cıvayı, ustacayapılmış tesislerle ırmak gibi akıttılar. Pırıl pırılparlayan cıva ırmaklarının kıyılarına oyuncak yaptılar.

Böyle bir saray yapmak, büyük bilgi isterdi.

Çin, bilginleriyle övündüğü kadar, ustalarıyla daövünürdü.

Başastronom, başmühendis ve başkâtip,imparatorluğun en çok sayılan insanlarıydı.

Başastronomun asıl görevi Güneş ve Aytutulmalarını hesaplayıp bildirmekti. Hata ederseidam edilirdi. Çünkü böyle bir hata yüzünden,imparatorun ve bütün imparatorluğun, göğüngazabına uğrayabileceği sanılırdı.

Çok eski zamanlardan beri, her Güneş ya da Aytutulması, büyük bir olay olarak bambulevhacıklarından yapılmış bir tarih kitabına yazılırdı.

Yunanistan’da Anaksagoras, Demokritos,Sokrates gibi filozoflar yaşarken, Çin’in de kendifilozofları vardı.

Filozof Mo-Tzu, insanların nasıl düşündükleri vedoğru düşünüşlerin yanlış düşünüşlerden nasıl ayırtedildiği üstüne bilimsel bir eser yazmıştı. Mo-Tzu,maddeyi ve enerjiyi tarif ederek, enerjinin, harekethalinde madde olduğunu yazmıştı.

Mo-Tzu, safahat içinde yaşayan soyluları açığavurarak insanları haksızlık ve zulümle savaşa çağırır.Savaşların halklara ne büyük felaketler getirdiğinigörür ve insanlığın, ancak bütün halklarınbirleşmesiyle kurtulabileceğini söyler.

Mo-Tzu, aynı zamanda büyük bir mühendisti.Kaleleri mancınıklara ve başka kuşatma silahlarınakarşı savunma yöntemlerini bulan Mo-Tzu’dur.

Onun hakkında: “Gerekirse, devlet için derisiniyüzdürüp verir” derlerdi.

Çin’de başka büyük filozoflar da vardı.

Lao-Tzu, dünyada her şeyin harekette olduğunu vedeğiştiğini öğretir. Her şey, tek şeyden çıkar ve tekşeye döner. Geçici nimetler üzerine titremekten neçıkar? Bilge kişi, dünyada boş şeylere aldırmayandır.

Le-Tzu adında başka bir filozof da, eserindeegemenliğin olmadığı zulümsüz, hayali bir ülke tasvireder.

İskenderiyeli tüccarların, gezileri sırasında ilk kezişittikleri dünya işte böyleydi.

Öte yandan, uzak batı hakkındaki ilk haberler deÇin’e ulaşmıştı.

Yunanlıların dünyanın doğu kıyısı saydıkları yer,Çinliler için, onun batı kıyısı olmuştu.

Dağlarla çöllerin ayırdığı iki dünya, ilk kez olarakkarşılaşmış ve birbirini tanımışlardı.

Dünya, batıya doğru da genişlemişti.

Eskiden insanlar okyanusu, dünyanın kıyısı, ucusayarlardı. Gün geldi ki, burayı aştılar, Heraklessütunlarını geride bırakarak kuzeye yöneldiler.

Marsilyalı denizci Pifey, Britanya’yı keşfetmişti.Antik dünyanın bu Kristof Kolomb’u, yurdunadöndüğünde, Britanya’dan ötede, altı gündegidilebilen Tule adında bir ada bulunduğunuanlatmıştı.

Artık dünyanın ucu, Herakles sütunları değil, TuleAdası sayılmaya başlamıştı.

İskenderiye atölyelerinde demirciler, Kıbrısbakırıyla, Britanya kalayını eritip karıştırıyorlardı.İskenderiye pazarlarında kadınlar, Elbe kıyılarındangetirtilen ve “ırmak tanrıçalarının gözyaşları” denilenkehribarlardan satın alıyorlardı.

İskenderiye limanından bir sıra yol, atölyelerin,dükkânların yanından geçerek şehre giderdi.

Bu şehir eski şehirlere benzemezdi. Gelişigüzeldeğil, bir plana göre kurulmuştu. Her biri ellişer adımgenişlikteki iki ana cadde, dik bir açı halindekesişirdi. Öbür sokaklar da o kadar genişti ki,arabalar ve atlılar, birbirine engel olmadan rahatrahat gidip gelirlerdi.

Bu sokaklara, çömlekçiler ya da camcılar sokağıdeğil, yeni adlar, yeni harflerin adları verilmişti; Alfa,Beta, Gama sokağı gibi...

Şehrin hemen hemen üçte birinde saraylar vetapınaklar vardı. Tapınakların duvarları, eskidenolduğu gibi hiyerogliflerle süslüydü. En büyük tapınak

olan Serapeion, artık eski tanrıların değil, çeşitlihalklardan insanların yaşadığı İskenderiye’ninkoruyucusu, tanrı Serapis’in tapınağıydı.

İskenderiyeliler, hükümdar Ptolemaios’un bir düşgördüğünü anlatırlar: Hükümdara düşünde boyluboslu, çok güzel bir delikanlı görünür ve “Pontuskıyılarına emret de, yaşadığım ülkeye, beni almak içinbir gemi göndersinler” der.

Ertesi sabah Ptolemaios, kâhinlere düşünü anlatır,ama bunlar ülke hakkında bir şey bilmezler.

Ptolemaios, gördüğü düşü unutur, ama delikanlıyine görünür ve isteğini tekrarlar. Ptolemaios, düşüyorması için Delphi kâhinine elçi gönderir. Delphikâhini, delikanlının Sinoplu güzel bir tanrı olduğunuanlatır. Sinop’a hemen bir gemi gönderir, Sinophükümdarı, tanrının heykelini yabancılara vermekistemez. O zaman kocaman heykel, tapınaktan çıkıpgemiye biner ve görülmedik bir hızla üç gündeİskenderiye’ye varır.

Böylece, çeşitli halklardan insanların yaşadığıİskenderiye’nin tanrısı bile, uzak bir ülkeden gelen birmisafir olur.

misafir olur.

Bu Mısır şehrinde her şey yabancıdır. Mısır’da, birMısırlı değil, Büyük İskender’in komutanlarındanbirinin torunu olan Ptolemaios adlı bir Yunanlı hükümsürüyor. Doğma büyüme İskenderiyeliler arasında daYunanlılar Mısırlılardan çoktur. Önceleri bir Mısırlı, birYunanlıyla aynı sofraya oturmaya asla razı olmazdı.Sonralarıysa İskenderiye’de Yunanlılar Mısırlılardan,yarı yarıya Mısırlılar da Yunanlılardan birçok şeyalmışlardı.

Hükümdar Ptolemaios, kendine firavun derdi. BirYunan adı olan adına, Mısır dilinde “Ra”nın gözdesi,Ammon’un sevgilisi” anlamına gelen “Sotep-ni-Ra-Miammon” adını eklemişti. Yunanlılar Osiris’e kurbangetirirler, Mısırlılar da kendi tanrılarından Ptah’aHephaistos, Tot adlı tanrılarına da Hermes derlerdi.

Böylece, bir zamanlar yalnız denizle değil,düşmanlık duvarlarıyla da ayrılmış olan halklarınadları, inançları, dil ve töreleri, bu yeni şehirdebirbirine karışmıştı.

İskenderiye dünyanın merkezi olmuştu.

Yabani hayvanlar ve yabancı topraklar hakkında

denizcilerin anlattıkları hikâyelerden bilgi edindiğimizgünler, daha pek o kadar geride değildi.

O günlerdeyse herkes, hükümdar sarayındakihayvanat bahçesine gidip tropikal Afrika’dangetirilmiş gerçek filleri, zürafa ve kocaman yılanlarıgözleriyle görebilirdi.

Burada bir botanik bahçesi de vardı ki, belkidünyanın ilk botanik bahçesiydi. İskenderiye’dekiPan korusunda yetişen ağaçları, orman tanrısı Pan,yurdu Yunanistan’da hiç görmemişti.

İskenderiye kitaplığının raflarında yüz binlercepapirüs rulosu korunmuştu. Yalnız Bütün BilgiAlanlarında Ünlü Eserlerin Kataloğu denen birkatalog, yüz yirmi ciltti. Kitaplığın başında ünlü bilginErathosthenes bulunuyordu.

Platon’un Akademia’da çok öğrencisi vardı.Aristoteles, lisede daha çok öğrenci toplamıştı. NeAkademia ne de lise, İskenderiye muzeumuyla, yanibugünkü anlamda üniversitesiyle kıyaslanamazdı.

Eskiden insanlar, yalnız tanrılara ibadet ocaklarıolan tapınaklar kurarlardı. İskenderiye’deyse

muazzam bir bilim ocağı kurulmuştu.

Burada, hükümdarın çağrısıyla birçok şehirdenİskenderiye’ye gelmiş olan bilim adamları yaşarlardı.Bunlar bilimden başka hiçbir şeyle uğraşmazlardı.Çalışmaları, gezi ve deney yapmaları için gerekenher şeyi hükümdar hazinesinden alırlardı.

Bilim adamları, her gün öğle yemeğini bir aradayer, sonra da bilim konuşmaları başlardı.

Mısır hükümdarları güçlü devlet adamlarıydı.Bilginin kuvvet olduğunu bilirlerdi. Matematiklemekaniğin kale inşasında, savaş araçları ve gemiyapımında; astronominin denizcilikte, hekimliğininsanları tedavide gerekli olduğunu iyi bilirlerdi.

Ptolemaios hanedanından hükümdarlar, bilimadamlarından, şairlerden, filozoflardan armağanesirgemezlerdi. Çünkü bilim adamları, onların savaşgüçlerini artırır, servetlerini çoğaltır; şairler onlarıöver; filozoflar, hükümdarlara iktidarı tanrılarınverdiğini ispata çalışırlardı.

Önceleri, felsefeyle doğa bilimi bir bütündü. İlkYunan filozofları, aynı zamanda doğayı inceleyen

birer araştırıcıydı.

İskenderiye’de bilimle felsefenin yolları artıkayrılmıştı.

Filozoflar hâlâ felsefeyi “bilimlerin üstünde birbilim” sayarlardı. Ama buna hakları yoktu. Bunlar,hayattan ayrılarak gerçeği sonuna kadar kavramayaçalışırlardı. Dünyayı kavramanın, ayrı ayrı insanlarındeğil, sayısız kuşakların işi olduğunu anlamazlardı.Bilimi, kendi şemalarına sıkıştırmaya çabalarlardı.Bu, bilimin ilerlemesini engellerdi.

Astronomi, mekanik ve öbür doğa bilimlerigelişirken, felsefe İskenderiye’de gittikçe geriliyordu.

Buradaki filozofların çoğu Platoncuydu. Platon sağolsaydı, memnun olurdu. Çünkü Ptolemaiosçular onu,Atinalılardan daha iyi takdir etmişlerdi.

Demokritosçularaysa İskenderiye’de şüpheylebakılırdı. Demokritos’un İskenderiye kitaplığındakikitapları tozlar içindeydi, kimse bunları okumazdı.

Bazı fizikçi ya da matematikçiler, bir teoremiçözmek ya da bir doğa olayını izah etmek için

Demokritos’u hatırlarlardı. Bu gizlice olurdu. Çünküiktidardakiler ve muzeumun yüksek koruyucuları,tanrısız ve eşitlikten yana olan Demokritos’tanhoşlanmazlardı.

Muzeum, kurucularının tasarısına göre, devölçülerde büyütülmüş bir Platon Akademia’sıydı.Fakat ne Platon’un Akademia’sına ne deAristoteles’in lisesine benzerdi.

Lisede bilim adamları okur, gözetlemelerdebulunurlar, teoriyi pratiğe indirmezlerdi.

Muzeumdaysa insanlar, yalnız kafayla değil, ellede çalışırlardı. Ölçer, tartar, bir şeyler kaynatır,karıştırır, eritirlerdi.

Burada yalnız kitap tomarları değil, çeşitli aletlerde vardı. Astronomlar, göğe sadece bakmazlar, bualetlerle astronomik ölçmelerde bulunurlardı.

Yuvarlak mermer bir sütun üzerinde, iki bronzhalkadan “armilla” denen bir alet dururdu.

Ötede “kuadrant” denen bir mermer duvar vardı ki,bundan dairenin dörtte biri kesilip çıkarılmıştı. Başka

bir yerde de “armilla küresi” dururdu. Bundaki dörtbronz halka, dönerek yıldızların hareketini taklitederdi. Bir de “yıldız yakalayıcısı” denen “ustrulap”vardı. Gökteki yıldızlar bununla “yakalanır” ve yerleritespit edilirdi.

Muzeum’da bilimsel araştırma yapanlar, çok eskizamanlarda yasak sayılan şeylerle uğraşmaya dacesaret ederlerdi.

Kütüphanede bilim adamları, İlyada’ylaOdysseia’da, aslına uymayan mısralar olduğudüşüncesiyle, bizzat Homeros’u da düzeltirlerdi.Bazıları, Homeros’un yaşamış olup olmadığından bileşüphe ederlerdi.

Anatomi salonunda, Herofilos adlı hekim,kutsallığa saygısızlıkla suçlanmaktan korkmaksızıninsan cesetlerini teşrih ederdi. Böylece, düşünceorganının, eskiden sanıldığı gibi kalp olmayıp beyinolduğunu, damarların havayla değil, kanla dolubulunduklarını açıklamıştı.

Daha Empedokles zamanında Krotonlu hekimAlkmeon, hayvanın hareketlerini beynin yönettiğinisezmişti. Fakat Alkmeon, yalnız hayvanları teşrih

sezmişti. Fakat Alkmeon, yalnız hayvanları teşrihederdi. Herofilos ise eski yasakları çiğneyerek insanvücudunun da otopsisini yapmıştı. Mısır’da bucesareti göstermek, Yunanistan’a kıyasla dahakolaydı. Çünkü Mısırlılar öteden beri ölülerimumyalamakla uğraşırlardı.

Laboratuvarsa, eğri birtakım boruların birleştiğiacayip bakır kazan ve kürelerle donatılmıştı.

İskenderiye muzeumu, tecrübeye dayanan birbilim kalesiydi. Filozoflar üç yüz yıl boyunca doğaüstüne kafa yormamış olsalardı bilim olmazdı.

Binyıllar boyunca çömlekçiler, camcılar, demircilerve bakırcılar atölyelerinde, tezgâhlarında çalışmamışolsalardı, yine bilim olmazdı.

Kafa ve El

El, binyıllar boyunca kafaya hocalık etmişti. Eller,gittikçe daha ustalaşmış, kafa gittikçe dahaakıllanmıştı. Ustalık, aklı geliştirmişti. Kafaakıllandıkça da, ellerin yaptığı işe daha çokkarışmaya başlamıştı.

Eller büyük bir taş bloku kaldıramazdı. Oysa,

tapınak ya da piramit yapmak için blokları kaldırmakgerekti.

İşte kafa ellere, blokun altına bir manivela sokmayıemretmişti.

Manivela, bloku yerinden ancak oynatabilirdi. Yayukarı nasıl kaldırmalıydı?

Kafa işe yine karışarak eğik düzlemi bulmuştu.Yuvarlamak, sürüklemekten daha kolay olduğu için,taş blokun altına yuvarlak ağaç kütükleri sokulmasınıtavsiye etmişti.

Ağır yükleri kaldırmak için eğik düzlem yapmakçok emek isteyen işti.

Kafa, meseleye daha kolay bir çözüm yolu buldu.Makara yapmayı düşündü. Ekseni etrafında dönenve çevresi bir ipin oturabileceği şekilde oyuk olanmakaraya ip geçirilince yükler daha kolaykaldırılabilirdi. Kendi kendine hareket eden ikinci birmakaraya da ağırlık asıldığında iki el, önceleri dörtelin güç kaldırabildiği yükü kaldırabiliyordu.

Bu da biraz gelişmiş ve elle yük arasına üç, dört

hatta beş makara yerleştirilmişti.

Makaraların sayısı arttıkça insanın gücü deartıyordu. Artık ancak bir devin kaldırabileceği yükübile kolayca kaldırabiliyordu.

Kafa ellere yardım ediyordu. Ama eller kafayı rahatbırakmıyor, yeni yeni işler istiyorlardı ondan.

Tarlaları sulamak için ırmaktan suyu elle çıkarmakzordu. Ve kafa, ırmaktan suyu uzun bir kaldıraçlaçıkaran çıkrığı yapmayı düşündü.

Suya gittikçe daha çok ihtiyaç duyuluyordu.

Derken bocurgat belirdi. Bu, manivelayladöndürülen ve döndürüldükçe, su dolu kovanınbulunduğu urganı kendi üzerine saran bir dolaptı.

Bocurgatlı kuyu, çıkrıklı kuyu! Bunlar mükemmelbirer buluştu. Bunlar binlerce yıl yaşayarak, ellereyardım edecekti.

Suya ihtiyaç daha da artıyordu. İşler gittikçeyığılıyordu. İhtiyaç, insanlara akıl öğretiyordu.

Kafa, hiç elsiz de olamaz mı diye düşünmeye

başlamıştı. İnsan için, öteden beri yük taşımayaalışmış olan dört ayaklı yardımcılar aklına geldi.Bocurgatın manivelası uzatılarak, dolaba at koşuldu.Beygir dönerek yürür ve bir dişliyi, dişli de, ucundabir kova bulunan ipi saran mili çevirirdi.

Beygir bacaklarının yapabileceği işten kurtulmuşolan insan elinin daha ince işlerle uğraşması, yanimiller, tekerlek dişlileri yapması gerekmişti.

Kafa gittikçe dah zor problemleri çözüyor, ellereise gittikçe daha ince ve zor işler düşüyordu.

Irmaktan suyu beygirle çıkartan insan, atsız daolmaz mı diye düşünmeye başlamıştı. Suyu, ırmakkendisi çıkartıp tarlalara akıtamaz mıydı?

Ellere yeni güç bir görev verilmişti: Öyle bir çarkyapıp ırmağa indirmeliydi ki, ırmak suyu kendisiçıkarabilsin.

Irmak akarken çarkın kanatlarına rastlayıp bunlarıitiyor. Çark dönüyor, altındaki kovalara su doluyor,kovalar dönerek yukarı çıkınca da su, bir oluğadökülüyordu. İnsana gereken de buytu zaten.

Böylece, ırmak tarlaları kendiliğinden suluyor vetarlalarda tahıl yetiştiriyordu. Güzün ürünü toplamazamanı gelince harman yapılıyor, yani başaklardövülerek taneler ayrılıyordu. Bunları öğütmekgerekiyordu.

Önceleri tahıl, küçük değirmenlerde elleöğütülürdü. Bir köylü ailesini doyurmak için fırınlarabirdenbire çok un gerekince, büyük değirmenlere veağır değirmen taşlarına ihtiyaç duyuldu.

Böyle bir değirmen taşı, elle yerindenoynatılamazdı.

Ve kafa yeniden düşünmeye başladı.

İnsanlar yeniden o zamana kadar birçok iştedenenmiş olan manivelaya başvurdular. Uzun birmanivelayı, iki değil, dört, altı, hatta sekiz el birdençevirebilirdi.

Köleler, göğüslerini manivelaya dayayarak, daireşeklinde döne döne ağır değirmen taşlarınıçeviriyorlardı.

Değirmen taşları gittikçe büyüyordu. Artık bunları

sekiz el bile çeviremiyordu. İnsanlar bu kez de, elsizolmaz mı diye düşünmeye başladılar.

Yine at akla geldi. Manivelaya at koşuldu. At, usluuslu dönerek unu öğütüyor, insan ellerineyse atıyalnız kamçılamak kalıyordu.

Değirmen taşları daha da büyüyordu. Artık üç atbile bunları döndüremez olmuştu. İnsan attan dagüçlü bir yardımcı bulmuş değil miydi? Irmağıkendisine hizmet ettirmemiş miydi?

İnsan su dolabının kovalarını çıkarıp yalnız kanatlarıbıraktı. Irmak, çarkı itiyor, çark bir mili, mil de, üzerinedeğirmen taşının oturmuş olduğu mili döndürüyordu.

Mesele bir Rus masalında olduğu gibi cereyanediyordu, yani torunun büyükanneye, büyükannenindedeye yardım edip bir turpu çıkardıkları gibi ağıryuvarlak değirmen taşları da dönmeye başlıyorlardı.

İlk su değirmenlerinin işlemeye başlaması,insanlar için ne büyük bir bayram olmuştu!

Su, köpüre köpüre çarka çarpıyor, un tozundandeğirmen taşının üzerinde beyaz bulutlar

yükseliyordu. Dişlerin gıcırtısı, suyun neşeli seslerinekarışıyordu.

Bunu işiten kadınlar sevinç içindeydiler. Bu neşelisesler onlara, el değirmenlerinin kederli gıcırtısındanhoş geliyordu.

Ozanlar, su dolabına şiirler düzüyorlardı:

“Elleriniz dinlensin kadınlar! Rahat uyuyun. Varsınhoroz, tan yeri ağarıyor diye bildirerek sizi istediğikadar uyandırmaya çalışsın. İşinizi artık su görecek.”

İnsanlar, kendi ağır işlerini değirmenin yaptığınaseviniyorlardı. Ama ne sihirli bir şey yarattıklarınınfarkında oldukları şüpheliydi. Su değirmenininyüzlerce makineye model olabileceğini, bunlarınyalnız un öğütmekle kalmayıp demir döveceklerini,maden çıkaracaklarını, bez dokuyacaklarını nasıltahmin edebilirlerdi? Bu makineler, daha sonralarıinsanın işini görecek, onu giydirip doyuracak,havada ve yerde taşıyacaklardı.

Bununla beraber eski çağda, geleceğinmakinesini hayalinde kurmuş olan bir adam vardı.

Bu Aristoteles’ti.

Aristoteles şunları yazar: “Eğer her iş aleti,Daidalos’un* yaptığı kendi kendilerine hareket edenaletler gibi, bir emir üzerine ya da kendi arzusuylakendi işini yapabilse, sözgelimi dokuma tezgâhınınmekikleri kendi kendine dokuyabilseler, o zamanustaya çırak, efendiye köle gerekmezdi.”

İnsanlar çok eski zamandan beri, büyülü şeylerhayal ediyorlardı. Halklar, büyülü şeyler hakkındamasallar yaratmıştı.

Rusya’da, sihirli sofra örtüsü, kendiliğinden kesenbalta, uçan halı hakkında masallar var.Yunanistan’daysa, kendini efsanevi Daidalos ustanınsoyundan saymayan tek bir demirci yoktu.

Yunanlılar baltayı, bıçkıyı, gemi direğini, yelkeni ilkbulanın Daidalos olduğunu söylerlerdi. GiritAdası’ndaki labirenti de o yapmıştı. Daidalos,balmumuyla kartal tüylerinden kanat yapmış ve oğluİkarus’la birlikte uçmuştu. Fakat İkarus, çokyükseklere çıkmış, güneş balmumunu eritmiş,kanatlar dağılmış, İkarus da denize düşmüştü.

Daidalos, kendi kendine hareket eden birçokolağanüstü şey daha yapmıştı.

İnsanlar yalnız masal anlatmakla kalmıyor, büyülüşeyler yaratmaya da çalışıyorlardı.

İnsanlara, tarlaları sulamak, yük kaldırmak, kalelerikuşatmak için ağaçtan, taştan, demirden, uysalyardımcılar lazımdı.

Daidalos gibiler çoğalıyordu.

Kendilerini, efsanevi ustanın torunları sayanlar,artık yalnız demirciler, marangozlar, heykeltıraşlar,değildi.

Syrakuzai’de, İskenderiye’de, ellerinden her işgelen ustalar vardı.

Bir yapıya ağır taş blokları kaldırmak gerekirse,makaraları bileşik bir mekanizma halindebirleştirebilen “palanga ustası”nı çağırırlardı.

Su değirmenlerini, büyük derinliklerden su çekmetesislerini “makine ustaları”, demir ve taş gülleleriuzağa atan mancınıkları da “mancınık ustaları”yaparlardı.

“Harika ustaları” da vardı.

İskenderiye tapınaklarında kapılar otomatik olarakaçılırdı. Bir bronz kâhin heykeli, tören kürsüsündeateşi yakar ve tanrılara şarap sunardı. Bayramgünlerinde, madeni bir ses, duacıları tapınağaçağırırdı.

Bunlar hep “harika ustaları”nın işiydi.

Mekanikle yalnız ustalar uğraşmazlardı.

Daha Platon Güney İtalya’dayken, Tarentli birPythagorasçı olan arkadaşı Archytas, makaralarınözelliklerini incelemişti. Aristoteles ya daöğrencilerinden biri mekaniğe dair bir kitap yazmıştı.Bu kitapta, manivela, palanga, terazi ve dişliler sözkonusuydu.

Yine aynı kitapta, bir dişli döndürülünce, ikinci veüçüncü dişlilerin de dönebileceği söyleniyordu.

Syrakuzai’de, bir matematikçi ve mühendis olanArşimet, yalnız yapı işlerinde ve savaşta kullanılanaraçlar yapmakla kalmamış, mekanikteki yasaları daaçıklamıştı.

Ünlü İskenderiyeli mekanikçi Heron, otomatlaryapmış ve “hava, ateş, su, toprak sayesinde, hayattabize faydalı olan çeşitli, şaşılacak makineleryapımına dair” kitaplar yazmıştı.

Kitaplarından birine Heron şöyle başlar: “Filozoflarve mekanikçiler, hava ve su sanatıyla uğraşılmasınayüksek bir değer verirlerdi. Mekanikçiler bu işi,suyun gücü ve kudreti için, filozoflar da, sanatlarınbizzat özü için takdir ederlerdi.”

Böylece, mekanikçilerin emeği bilimi, bilim deçalışmaları ilerletiyordu.

Eski zamanlarda Babil’le Mısır’da, bilimindoğmasına insan emeği ve tecrübesi sebepolmuştu.

Bilim Yunanistan’da gelişti. Demokritos veAristoteles, bilimi o zamana kadar görülmemiş birseviyeye yükselttiler.

Yüzyıllar sonra bilim eski yurduna, Mısır’a döndü.Mısır’ın İskenderiye şehrinde, tecrübeye dayananbilimin gelişmesi, Yunanistan’a nisbetle dahakolaydı.

Maden ocaklarında, demirhanelerde, yapılardaözgür insanların yerini köleler alalı, Atina’da emekhor görülmeye, köle işi sayılmaya başlamıştı.

İskenderiye’deyse iş buraya kadar varmamıştı.Orada atölyelerde özgür zanaatçılar, oğullarıyla veücretli işçilerle çalışıyorlardı.

İskenderiye’de kimsenin boş durmadığı söylenirdi.Kimi cam yapar, kimi papirüs hazırlar, kimi de ketenbez dokurdu. Herkesin herhangi bir sanattatecrübesi vardı. Topallarla körler bile kendilerine işbulur, kuvvetten düşmüş olanlar bile işsiz kalmazdı.

Böyle olunca, bilim adamlarının bile elleçalışmalarında şaşılacak ne vardı.

Muzeum bir bilim ocağıydı. Daha çok bir atölyeyebenzerdi. Kaldı ki, tek bir atölye değil, başlı başınabir bilim sitesiydi. Bir yerde fizikçiler, ötedeastronomlar, başka bir yerde de mekanikçilerçalışırlardı. Bilim gelişmişti. Aristoteles’inki gibi birkafaya bile sığmaz olmuştu. Aristoteles serpilipgelişen bilim imparatorluğunu mirasçıları arasındabölmek zorunda kalmıştı. Muzeumdaysa bilimlerin bu

bölünme işi daha da ileri gitti. Her şey bir kafayasığmaz, bir çift el de her şeyi beceremezdi.Muzeumda, binlerce öğrenci hocaların yönetimialtında coğrafya, astronomi, tarih, mekanik,matematik, felsefe öğrenirlerdi ve bunlar o zamankibilimlerin tümüydü. Eukleides (Öklid) burada dersvermiş, Arşimet matematiği burada öğrenmişti.

Hükümdarlar bile okumak için buraya gelirlerdi.Hükümdar Ptolemaios, Öklid’den matematiköğrenmek için kolay bir yol göstermesini rica etmiş,Öklid de: “Matematikte hükümdarlar için ayrı bir yolyoktur” demişti.

Bilgelerin Yolu

Aristoteles öğrencilerini lisenin iki yanı ağaçlıyollarından, bilgiler yolundan uzaklara götürürdü.

İskenderiyeli bilim adamları daha da uzaklaragitmişlerdi.

Bilge kişilerin yolu kendilerini dağların tepelerinegötürmüştü. Bu yol, yeryuvarlağını bir kuşak gibisarmış sonra da Ay’a, Güneş’e ve yıldızlarauzanmıştı.

Bir zamanlar insanlar, dağları göklere değersanırlardı. Olympos Dağı’nın bulutlu tepelerindetanrıların oturduğu, Prometheus’un KafkasDağları’nda bir kayaya çivilendiği söylenirdi. Bu kayao kadar yüksekti ki, güneş battıktan sonra bile, dörtsaat daha gökte parlardı.

Dağların yüksekliğini kim ölçebilecekti? Karlıtepelere erişebilecek bir dev bulunacak mıydı?

Böyle bir dev bulundu.

İskenderiyeli bilgin Erathosthenes, acayip aletlerleaçıları ölçüyor, üçgenleri çiziyor, papirüs tomarlarınıişaretlerle dolduruyordu.

Erathosthenes, hiçbir dağa tırmanmadan, bunlarınyüksekliklerini yerden öğrenmişti.

Aristoteles’in öğrencilerinden Dikaiarkhos’un,daha önce bulmuş olduğu bu usulü Erathosthenes debiliyordu. Dikaiarkhos’un hesaplarını sonuna kadarilerleterek, dağların pek o kadar yüksek olmadığınıöğrenmişti. Bunlar, ağaç kabuğu gibi pürtüklü olanyeryuvarlağının üzerinde birer tümsekcikti.

Ya yeryuvarlağı?

Bunu kim dolaşacak, kim kucaklayacaktı?

En cesur denizciler bile, dünyayı dolaşmayıakıllarından dahi geçiremezdi.

Erathosthenes, yeryüzünün böyle büyük biryolculuğa çıkmadan da ölçülebileceğini bilirdi. Bununiçin İskenderiye’den Siyena’ya gitmek yeterdi.Güneş, Siyena üzerinde doruktayken, İskenderiyeüzerinde doruktan, dairenin ellide biri kadar uzaktır.Siyena’yla İskenderiye arasındaki mesafe beş binstadiondur. Dairenin ellide biri beş bin stadionolduğuna göre, demek bütün daire iki yüz elli binstadiondu.

Böylece insan, gözle görmediği şeyleri bileölçmenin yollarını bulmuştu. Yeryuvarlağınınbüyüklüğünü öğrenmek için güneşe bakmıştı.

İki yüz elli bin stadion! İskenderiyeli coğrafyacılar,bu dairenin ancak Herakles sütunlarından İtalya’ya,İtalya’dan Yunanistan’a, Yunanistan’dan da GanjIrmağı’nın ağzına kadar uzanan dörtte birinin yerleşikolduğunu söylerlerdi.

Ya “Öykümenin”, yani yerleşik yerin ötesinde nevardı?

Bazıları ta Hindistan’a kadar, yalnız daire olduğunudüşünürdü. Bazıları Okyanusta, gökyüzünün daimamasmavi ve insanların hâlâ Altın Çağ’da yaşadığıMutlu adalar olduğuna inanırlardı.

Yol dünyadan, deniz ve dağlardan dosdoğrugökyüzüne, Ay’a ve Güneş’e gidiyordu.

Kim bu yoldan yürüyüp Ay’a kadar kaç adımolduğunu ve Güneş’in ne kadar büyük olduğunusöyleyebilecek?

Bilim adamları, gözlemevlerinden ayrılmaksızınyine yola çıkmışlardı. Bu dünya sakinlerinde, göğüölçmek için aletler vardı.

İşte gözlemevlerinde, aletlerden birinin önünde,hareketsiz bir astronom duruyor. Eli yavaşça bronzhalkayı çeviriyor, gözleri dereceleri sayıyor.

Bu, Samoslu Aristarkhos’tur. Aristarkhos, bilimalanında Aristoteles’in torununun torunudur.Aralarında yüz yıl vardır. Aristoteles, Theophrastos’un

öğretmeniydi. Theophrastos Straton’a, Straton daAristarkhos’a hocalık etmişti. Bilim tartışmalarlameydana geliyordu. Öğrenci sık sık hocasına karşıduruyordu.

Aristoteles Platon’la tartışmıştı.

Straton, Aristoteles’in görüşlerini reddedipDemokritos’ un öğretisini kabul etmişti.

Straton’un öğrencisi Aristarkhos’sa daha ateşli birDemokritosçuydu. Demokritos gibi o da, dünyalarınsayısız olduğuna inanır ve dünyamızın evrene kıyaslabir nokta kadar küçük olduğunu söylerdi.

Aristarkhos, gece gündüz gökyüzünde dolaşır,yıldızlardan sayılara geçer, sayılardan da yineyıldızlara dönerdi. Ay’a ve Güneş’e kadar yoluölçmüş ve Güneş’in bizden, Ay’la aramızdakimesafeden kaç misli daha uzak olduğunuöğrenmişti. Aristarkhos, Güneş’i dolaşmış, sonraonu da ölçmek için Ay’a yönelmişti.

Aristarkhos’un hesapları, henüz tam doğru değildi.Ay’a olan mesafeyi, hemen hemen doğru olaraktespit etmiş, fakat Güneş kendisine, olduğundan

daha yakın görünmüştü. Hesaplarına göre, Ay çokdaha büyük, güneşse çok daha küçüktü. Ama ozamanki yarım yamalak ölçü aletleriyle hesaplardatam isabet olabilir miydi?

İnsan, daha ilk defa göğü ölçmeyi deniyordu.

Aristarkhos, enine boyuna ölçtüğü gök evini, artıkbir misafir gibi değil, o evin sahibiymiş gibi gözdengeçiriyordu. Hatta planını bile çizmişti bu evin. Veevrenin merkezinde Dünya’nın değil, Güneş’inbulunduğunu gittikçe daha açık bir şekilde anlıyordu.Pervanelerin lamba etrafında döndükleri gibi,gezegenler de Güneş’in etrafında dönüyorlardı. VeDünya, bu gezegenlerden ancak biriydi.

Bu, evrenin krokisini birden basitleştirmişti.Gezegenlerin karışık hareketlerini izah etmek içinuydurulmuş olan birçok gök kubbesine artık lüzumkalmamıştı.

Aristarkhos, kendi öğretisini insanların kolay kolaykabul edemeyeceklerini, bunun için aradan yıllargeçeceğini biliyordu. Çünkü insanlar, dünyanınevrenin ortasında bulunduğu fikrine alışmışlardı.Dünya’nın, Güneş Sistemi’ndeki, gezegenlerden biri

Dünya’nın, Güneş Sistemi’ndeki, gezegenlerden biriolduğunu nasıl kabul edebilirlerdi.

Böylece Dünya, bir sporcunun attığı gülle gibievrenin merkezinden çıkıverip yerine Güneşgeçmişti.

Fakat astronomlar, bu gerçeğin lafını bile işitmekistemiyorlardı. Böyle olsaydı; diyorlardı, bir gemidegiderken ağaçların ve dağların uzaklaştıkları gibiyıldızlar da dünyadan uzaklaşırlardı.

Aristarkhos şöyle itiraz ediyordu: Yıldızlar o kadaruzaklardalar ki, onların yer değiştirmelerini farkedemeyiz. Sözgelimi, yalnız birkaç adımgerilediğimiz zaman, uzaktaki dağlar bizdenuzaklaşıyor gibi görünüyor mu?

Aristarkhos’un delilleri kimseyi kandıramıyordu.Antik dünyanın bu Kopernik’i (Copernicus), dünyayaçok erken gelmişti. Anaksagoras’ı, Sokrates’i,Demokritos’u, Aristoteles’i suçladıkları gibiAristarkhos’u da suçladılar.

Aradan yıllar, yüzyıllar geçti. Aristarkhos’unöğretisiyse insanlara şimdi bile çok yeni ve cesurcagörünür.

Yine İskenderiye’de MS II. yy.’da KlaudiusPtolemaios adlı bir bilgin, yer ve gök hakkında on üçciltlik büyük bir eser yazmış ve buna, Yuna ve Renırmaklarından Hindistan ve Çin’e kadar uzanandünyanın bir haritasını da eklemiştir.

Ayrıca yıldızların da bir listesini yapıp ayrı ayrı herbirinin yerini göstermiştir.

Ptolemaios, evrenin krokisini yeniden çizmiş vebir hayli düşünmüştü: İyi ama dünyayı ne yapmalı,nereye yerleştirmeliydi?

Aristarkhos öleli yüzyıllar geçtiği halde Ptolemaiosonunla tartışmaya devam ediyordu.

Aristarkhos’un fikirlerine karşı yeni yeni itirazlarbulunuyordu.

Ptolemaios şöyle diyordu: Dünya, yerindedurmayıp hareket etseydi bulutlar geride kalır vegökyüzünün bir yanında toplanırdı. Yukarı atılan birtaş, altındaki dünya biraz kaymış olacağına göreatıldığı yerden biraz öteye düşerdi.

Ptolemaios, yeryüzündeki her şeyin onunla birlikte

hareket ettiğini ve geri kalamadıkları gibiduramadıklarını da bilmezdi.

Ptolemaios, Aristarkhos’a karşı birçok delil dahaileri sürerek şu sonuca varır: Dünyanın yerindedurduğunu düşünmek daha basittir.

Ne var ki, ölüler itiraz edemeyecekleri için,Aristarkhos da itiraz edemez. Ama yıldızlarAristarkhos’u savunur.

Muzeum’un Gözlemevi’nde, astronomlar her gecegezegenlerin hareketlerini gözetler, bunların bir ileri,bir geri gittiklerini görürler. Aristarkhos’un fikriylebunu anlamak kolay. Ptolemaios’un düşünmesiyleise izahı imkânsız.

Ptolemaios görüşlerinde ısrar eder. Gezegenlerletartışmaya girişir. Sırf yeryuvarlağı bulunduğu yerdehareketsiz dursun diye, gezegenlere gökyüzündekarışık şekiller çizdirmek lüzumunu duyar.

Ay’ı, dünyanın etrafında değil, mevcut olmayan birnokta etrafında döndürür. Bu noktayı da, merkezidünyanınkiyle bir olmayan bir dairede hareket ettirir.

Gezegenler için, daha acaip bir mekanizmauydurur. Ama yeni gözlemleri eski görüşlerinçerçevesine sığdırmak pek o kadar kolay değildir.

Şu soru astronomların hep kafasını kurcaladı:“Yıldızlar gerçekten pek uzaktalar mı?”, “Evreni kimölçebilecek?”

Bu meseleyi çözme işini, İskenderiye bilimocağında yetişmiş olanlardan Arşimet üzerine aldı.

Arşimet, Sicilya’nın Syrakuzai şehrinde yaşardı.Evrenin büyüklüğüne dair yazdığı eseri Syrakuzaihükümdarı Gelon’a adamıştı.

Eserin adı Kum Tanelerinin Sayısına Dair’di.

İnsanlar kum taneciklerini en küçük ölçü sayarlardı.Evrene ne kadar kum taneciği sığabileceğiniölçmeye uğraşmış olan Arşimet şunları yazmıştı:

“Ey Kral Gelon, kum taneciklerinin sayısızolduğunu sanan insanlar vardır. Syrakuzai’de ya daSicilya’daki kumları değil, üzerinde insanın yaşadığıve yaşamadığı, bütün kıtaları kastediyorum.”

Arşimet, yalnız dünyaya değil, bütün evrene

sığabilecek kum taneciklerinin de hesaplanabilirolduğunu ispat etmişti.

Arşimet daha, hâlâ dünyanın sınırının yıldızlarkubbesi olduğunu düşünürdü. Ve hesaplarına göre,yıldızlar kubbesi on milyar stadion uzaktaydı.Evreneyse o kadar çok kum taneciği sığabilirdi ki,bunların sayısı altmış üç sıfırlı bir rakamı bulurdu.

Muazzam bir sayıydı bu. Sonsuzluğun yanında neönemi vardı?

Bir zaman gelecekti, insanlar bakışlarıyla öylesineuzaklara dalabileceklerdi ki, en hızlı yolcunun, yaniışığın bile böyle bir yolu geçmesi için milyonlarca yılgerekecekti. İnsanlar, galaksimizin ötesinde başkagalaksiler bulacak, yine de karşılarında hepsonsuzluk uzanacaktı.

Arşimet’in, ölçülemeyecek kadar büyük bir evrenidüşünmesi zordu. O, gökyüzünü daha yer ölçüleriyleölçüyordu. Böyle olmakla beraber, Arşimet dünyayıyıldızlardan ayıran mesafenin ne kadar büyükolduğunu artık biliyordu.

Arşimet Yasası

Bir yanda kum taneciği, öte yanda dağ. Birzamanlar insan, böyle küçük ve dar bir dünyadayaşamıştı. Derken başının üzerindeki gök, on milyarstadion yükseldi. Kum taneciğinin de başlı başına birdünya olduğu anlaşıldı.

Arşimet, Demokritos’un gözle görülmezzerrecikler hakkındaki öğretisini bilirdi. Vezerreciklerin bağlı oldukları yasaları anlayabilmekiçin, küçük dünyanın kapısını çalmıştı.

Bu kapıları açmak pek de kolay değildi.

Kum taneciği, taşın içine nasıl sokulmalıydı?Orada zerrecikler birbirine sımsıkı bağlı değillermiydi? Ancak ağır bir çekiç, taşı parçalara ayrılmayazorlayabilirdi.

Suya girmek daha kolaydı. Suda oynak ve hızlızerrecikleri, el bile kolayca ayırabilirdi.

Arşimet, su âlemini inceliyordu. Ve bu âlemin,kendine özgü yasaları olduğunu gittikçe daha iyianlıyordu.

Ağırlıksız cisimlerin olabileceği harikalar âlemine

girmek için, uzaklara gitmeye gerek yoktu, elini sudolu bir kaba bırakmak yeterdi.

Bu olağanüstü âlemde her şey, ağırlığından bir şeykaybediyordu. Bazıları batacak yerde suyun yüzüneçıkıyor, bazıları suyun ortasında kalıyor ve yalnız enağır cisimler dibe çöküyordu.

Arşimet, dünyadaki bütün cisimlerin, görülmeyenzerreciklerden meydana geldiğini bilmeseydi, buolayları zor anlardı.

Arşimet, suyun neden içinde bulunduğu kabınşeklini aldığını anlamaya çalışıyordu. Kalabalığıninsanlardan meydana geldiği gibi, suyun dazerreciklerden oluştuğunu düşünüyordu. Meydanıdolduran bir kalabalık, o meydanın şeklini almıyormuydu? Suyun da, bulunduğu kabın şeklini almasınınsebebi aynı değil miydi?

Arşimet suya bir ağaç parçası batırıyor, niçindalmadığını düşünüyordu. Su, zerreciklerdenoluştuğuna göre, diyordu kendi kendine, herhaldeüstteki zerreciklerin ağırlığı alta basıyor.

Suya daldırılan bir ağaç parçasının alt zerreciklere

basıncı, suyunkinden zayıftır. Çünkü ağaç sudanhafiftir.

Denge bozuluyor. Şimdi aynı derinlikte birbirindenfarklı basınç yapan zerrecikler toplanıyor.

Fazla basınçlı zerrecikler, az basınçlı zerrelerisıkıştırıyor. Bunlar da ağacı zorlayarak suyun üstüneatıyorlar.

Suya batırılan cismin ağırlığı, taşırdığı suyun, yanicismin hacmi kadar suyun ağırlığına eşit oluncadenge kuruluyor.

Böylece Arşimet, cisimlerin yüzme olayı üstündekafa yorarken, kendi adını taşıyan yasayı buluyor. Vebinlerce yıl sonra bu yasayı öğrenciler bile biliyor.

Arşimet, en zor matematik ve mekanikmeselelerini çözüyor ve kendisinden çok daha önce,Demokritos’un bu meselelerden birçoğunu zatençözmüş olduğunu görüyor.

Arşimet, İskenderiye’de yaşarken Demokritos’unadını işitirdi. Demokritos tanrısızlığıyla ünlüydü.Bilimsel tartışmalarda onun adını anmak, densizlik

sayılırdı.

Syrakuzai’ye döndükten sonra Arşimet,Demokritos’un kitaplarını okumaya koyulmuş veonlarda en zor mekanik ve matematik meseleleriniçözebilecek anahtarı bulmuştu.

Bu anahtar, atomlara yani bölünmez zerrecikleredair bilgiydi.

Arşimet piramit, koni, küre ve silindir hacimlerininDemokritos usulüyle kolayca hesaplandığınıgörmüştü. Bunun için cismi, küçük yassı dilimlerebölmeliydi. Bilindiği gibi, Demokritos’a göre,cisimler yüzeylerden, yüzeyler çizgilerden, çizgiler denoktalardan oluşurdu.

Arşimet İskenderiye’deki bilim ocağına, eski dostuErathosthenes’e bir mektup yazmıştı.

Hükümdarın himayesi Erathosthenes için değerbiçilmez bir şeydi. Tanrısız Demokritos’undüşmanıydı. Erathosthenes yalnız bir astronom vefilozof değil, aynı zamanda saraylıydı.

Arşimet bunu iyi bildiği halde, bilim için faydalı

gördüğünü Erathosthenes’e söylemeyi kendisineborç saymıştı.

Arşimet şunları yazmıştı: “Ben seni ciddi bir bilginve seçkin bir filozof sayıyorum. Bunun için sanateoremlerin ispatında faydalı olan özel bir usulü izahetmek isterim. Bunu ilk kez olarak Demokritos teklifetmiştir. Ben bu usulü yazılı olarak anlatmayıkararlaştırdım. Çünkü bununla matematiğe oldukçaönemli bir hizmette bulunacağıma inanmışımdır. Buusulü inceleyecek olanlardan çoğunun, benim aklımagelmeyen yeni teoremler bulabileceklerikanısındayım.”

Arşimet, muzeumdaki öbür bilim adamlarının dabu mektubu okuyacaklarını biliyordu. Bilim için tekbaşına bile herkese karşı koymaktan korkmazdı.

Arşimet, hep böyle davranmıştı.

Kum Taneciklerinin Hesaplanması adlı eserindede, İskenderiyeli bilginler kurulunca reddedilenöğretiyi hesaplarına temel olarak almıştı.

Bakın o zaman ne yazmıştı:

“Samoslu Aristarkhos, bir sıra varsayımlarınbulunduğu bir eser yazmıştı. Dünyanın,zannettiğimizden kat kat büyük olduğu çıkıyor buvarsayımlardan. Çünkü Aristarkhos, yıldızların vegüneşin sabit olduğu, dünyanınsa güneşin etrafındadöndüğü kanısındadır.”

Böylece Demokritos’un yolu, antik dünyanın enbüyük bilginleri Aristarkhos’la Arşimet’in yürüdüğüana bilim yolu olmuştur.

Arşimet yalnız bilgin değildi, aynı zamandamühendisti de.

Onun zamanında mühendislik zanaat sayılırdı.

Platon, dostu Archytas’ı, mekanikle uğraştığı içinkınamıştı. Archytas, ağaçtan uçan bir güvercinyapmıştı. Platon’a göre bu, filozofa yaraşmaz bir işti.

Mekanik bir zanaattı, varsın bununla zanaatçılaruğraşsındı.

Arşimet, bunda da Platon’a ve taraftarlarına karşıkoymuştu.

Mekaniği dakik bir bilim haline getirmek için çok

emek vermişti.

İnsanlar mekaniğe şaşıyor, fakat anlamıyorlardı.Kaldıraç yardımıyla, az bir güçle yük kaldırmak onlaraanlaşılmaz bir mucize, büyü gibi geliyordu. Hattakaldıracın doğa yasalarına aykırı olarak işlediğinisanıyorlardı.

Arşimet’se kaldıraç yasalarını bularak, burada dadoğaüstü yasaların değil, doğa yasalarının işlediğinigösterdi.

Arşimet, Archytas ve başka birçokları gibi, kendikendine hareket eden oyuncaklar değil, gerçekmakineler ve aletler yapıyordu. Bakırdan birgökküresi yapmıştı. Bu gökküresini, suyla çalışan birmotor çeviriyordu. Gökküresi harekete geçince,Ay’ın sabahları yerini Güneş’e nasıl bıraktığı, Aytutulurken dünyanın gölgesinin Ay’a nasıl düştüğü,gezen yıldızların, yani gezegenlerin, gökte nasıl yerdeğiştirdikleri görülüyordu.

Arşimet İskenderiye’deyken, Mısır’da tarlalarısulamada kullanılan, “Arşimet burgusu”numükemmelleştirmişti. Daha sonraları Arşimetburgusu maden ocaklarında kullanılmıştı.

burgusu maden ocaklarında kullanılmıştı.

İspanya’da madenciler, sık sık yeraltı ırmaklarınarastlarlardı. Irmakların hızlı akıntılarına karşı, sularıeğik hendeklere akıtarak savaşırlardı. Arşimetburgusu sayesinde madenciler, bütün suları çıkarıpderinliklerdeki ırmakları boşaltabilmişlerdi.

Arşimet, inşaatçılara yardım etmek için MesnetlerKitabı adlı bir kitap yazmıştı. Bu kitabın yardımıyla,sütunların taşıyabilecekleri yük hesaplanabilirdi.

Her dülgerin gemi yapıp suya indirebildiğizamanlar geçmişe karışmıştı. Arşimet’in yaşadığıSyrakuzai’de balkonlu, koridorlu, jimnastik salonlu,bodrumlu ve hatta değirmenli, yüzer şehirler limanademirlemişlerdi. Geminin bordasında, bir şehrin kaleduvarlarındaki gibi kuleler yükseliyordu. Böylesinebüyük bir yüzen şehir yapabilmek için, usta olmakyetmiyordu, mühendis olmak gerekirdi.

Söylentiye göre, gemilerden biri o kadar büyük veağırmış ki, suya indirilememiş.

Bütün Syrakuzai halkı, gemiyi çekmeyekoşulmuşsa da gemi yerinden oynamamış.

Arşimet’i yardıma çağırmışlar.

Arşimet için bu çözülmez bir iş değildi. Çünkükaldıraç yasalarını kendisi bulmuştu. Onun, “Bana birdayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım”sözünü herkes tekrar ederdi.

Arşimet, dev geminin etrafına bileşik bir kaldıraçve makaralar sistemi kurmuş. Yüzlerce el, halatlarasarılmış ve ağır gemi, rahatça suya indirilmiş.

Yine söylentiye göre, bunu gören Syrakuzaihükümdarı Hieron; “Bundan sonra, Arşimet ne derseona inanılmasını istiyorum!” diye bağırmış.

Bir zamanlar insanlar, dev Herakles’e, gökkubbeyi omuzlarında tutan Atlas’a dair masallarçıkarmışlardı.

Daha sonralarıysa, yarı tanrı devlet yerine bilimadamları, Herakles yerine Arşimet hakkındamasallar anlatılmaya başlamıştı.

Bir gün Syrakuzai’de kuyumcular, hükümdaraaltından bir taç yaparlar.

Kuyumcuların, altının bir kısmını gizleyip yerine taca

gümüş karıştırdıklarından şüphelenilir. Hükümdar,Arşimet’i çağırtıp:

– İşte tacım, der. Bunda ne kadar gümüş olduğunuanla, yalnız tacı bozma.

Arşimet, bu zor meseleyi çözebilmek için geceligündüzlü düşünür. Herkes uyuduğu halde, bu meselekendisine rahat vermez. Yemek yerken, gezinirken,hatta hamamda bile, aklı fikri hep bu meselededir.

Bir gün Arşimet’in hamamdan eve çırılçıplakkoşarak sevinç içinde, “Eureka!”, yani “Buldum!”diye bağırdığı söylenir.

Gerçekten de meselenin çözümünü bulmuştu.

Arşimet yavaş yavaş banyoya girdiği zaman, subanyonun kenarlarından taşar. Bu da kendisine, birdefa da tacı su dolu bir kaba batırmayı düşündürür.Taç suya batırılınca suyun bir kısmı taşar. Bununüzerine aynı ağırlıkta bir altın külçesi bulup aynı şeyitekrarlamayı düşünür. Eğer saf altının taşırdığı sutacınki kadarsa, demek taç saf altındandır. Fazlaysa,taca gümüş karıştırılmıştır. Çünkü gümüş, altındanhafiftir.

Ve böyle de yapar.

Altına gümüş karıştırıldığı anlaşılır. Arşimet, herikisinden de taşan suyu tartarak, taçta ne kadargümüş olduğunu hesaplar.

Böylece, hırsızlık ortaya çıkar.

Herkes şaşar. En çok şaşan, hırsızlar olur. Çünkübunlar çok usta kuyumcular oldukları için, dünyadakimsenin altına gümüş karıştırıldığının farkınavaramayacağını düşünmüşlerdi.

Belki bu sadece bir hikâyedir. Bunu anlatanSyrakuzaililer, cahil insanlardı. Cahiller içinse, birbilginin nasıl düşündüğünü anlamak zordur.Arşimet’ten söz açılınca, akıllarına hep banyo geldiğigibi, bir gün Newton’un sözü olduğunda da, ağaçtandüşen elmayı düşünecekler.

Bir bilginin hakkında böyle hikâyeler anlatıldığınagöre insanlar bilimin gücüne, aklın kuvvetineinanıyorlar demektir.

Romalılar Syrakuzai’ye saldırdıkları zamanArşimet, bilimin tüm gücünü düşmana karşı

yöneltmişti.

Tarihçi Plutarkhos, bu münasebetle şunları anlatır:

Marcellus, ordusuyla Syrakuzai’ye doğruyürümüştü. Sekiz büyük geminin yan yana getirilipbağlanmasını emretmişti. Bunlara bir mancınıkyerleştirerek, genişçe ve dikkatle yapılan hazırlıklara,bir de ününe güvenerek, Syrakuzai surlarına doğruyönelmişti.

Bütün bunlar Arşimet ve onun savaş araçlarıkarşısında oyuncaktı...

Vaktiyle hükümdar Hieron, mekaniğin öneminianlayarak Arşimet’ten, hem savunma, hem dekuşatmada hücum için kullanılabilen çeşitli makinelerve tesisler yapmasını istemişti. Şimdi bu makinelerSyrakuzaililerin işine yarayacaktı.

Romalılar şehri iki yandan kuşattıkları zaman,Syrakuzaililer korkmuşlardı. Çünkü böyle korkunç birkuvvete direnilebileceğini hiç ummuyorlardı.

Tam o sırada Arşimet, savaş araçlarını hareketegeçirmişti. Çeşitli oklar ve inanılmayacak kadar

büyük taşlar, gürültüyle ve korkunç bir hızla düşmanpiyadesine doğru uçuyorlardı.

Bunların darbesine hiçbir şey dayanamıyordu.Düştükleri yeri yıkıp düşmanın saflarını bozuyorlardı.

Denizde duvarlardan ansızın eğri koçbaşlarhavaya kalkıyordu. Bunlardan bazıları gemilereyukarıdan inip batırıyor, bazıları da demir pençeleriyleya da leylek gagası gibi çengelleriyle gemileriburunlarından kaldırıp ters çevirerek batırıyorlardı.

Marcellus’un gemilere yerleştirdiği mancınık dahasurlara yaklaşmadan, kaleden on talent ağırlığındabir taş atılmış, arkasından bir daha, bir daha. Taşlarkorkunç bir gürültü ve kuvvetle mancınığa isabetederek onu parçalamış, somunlarını, cıvatalarınıdarmadağın etmişlerdi.

Ne yapacağını şaşıran Marcellus, donanmasıylahemen denize açılmayı kararlaştırıp piyadeye geriçekilme emrini vermişti.

Piyade bir hayli geri çekilmiş, ama oklarkendilerine ulaşarak ağır kayıplar verdirmişti.

Romalıların birçok gemisi tahrip edilmişti.Romalılarsa düşmana hiçbir zarar verememişlerdi.Çünkü Arşimet’in savaş araçlarının çoğu surları siperedinmişti.

Romalılar, fıçılar içinde gizlenmiş düşmana karşısavaşıyorlardı sanki, başlarına bela üstüne belageldiği halde, düşmanı görmüyorlardı.

Marcellus, kendi mekanikçileriyle vemakinistleriyle alay ederek: “Yani” diyordu,“durduralım mı dövüşü bu dev matematikçiyle.Baksanıza, o deniz kıyısında rahatça oturmuş,gemilerimizi batırıyor ve bize bu kadar oku birdenatarak yüz kollu devleri gölgede bırakıyor...”

Plutarkhos’un bu sözlerinde, bilime, yüz kolu olandev Briareus’u gölgede bırakan matematikçiye nebüyük hayranlık var!

Arşimet’in gücünün, yalnız bilimden ilerigelmediğini Plutarkhos anlamıştı. Arşimet’in yüzdeğil, binlerce eli vardı. Şehri bütün halkla birliktesavunmuşlardı. Kendisini dev yapan da buydu.

Plutarkhos şöyle demişti: “Sanki Syrakuzaililer,

Arşimet’in savaş makinelerinin yalnız bedeni,bunların hepsini harekete geçiren, yöneten ruh da,Arşimet’ti.”

Gerçek bir Platoncu olan Plutarkhos, bedene değilde, ruha verir üstünlüğü: Her şeyi yöneten ruhtur, yanikrallar, hükümdarlar, başbuğlar, filozoflar ve bilginler;halksa, ruha itaat eden bedenden başka bir şeydeğildir.

Arşimet’i halkından, tüm insanlıktan ayırmakmümkün mü?

Arşimet Syrakuzailiydi, şehirler kuran insanlarıntorunuydu. Tarih bunların adlarını yazmamıştır. Oysa,Arşimet’in bu kadar azimle savunduğu evler,sokaklar, rıhtımlar, gemiler, bağ ve bahçeler, heponların çalışmalarıyla meydana getirilmişti.

Arşimet’in makinelerini yapan binlerce eldi.Arşimet’ten çok daha önce binlerce kafa,kaldıraçları, makaraları ve palangaları düşünmüştü.

Plutarkhos, hikâyesini bitirirken, Romalıların uzunbir ablukadan sonra ne yapıp yapıp Syrakuzai’yi elegeçirmelerini anlatır. Romalılara yardım eden ihanet

olmuştu. Arşimet’in de bağlı olduğu halk partisinedüşman olan zenginler Romalıları tutmuşlardı.

Romalılar şehre dalarak ele geçirdikleri herkesikılıçtan geçirmişlerdi.

Eski bir mozayik resim, bu anı tespit etmiştir.Resimde Arşimet yatağa yanlamasına uzanmıştır.Önünde üç ayaklı bir masa. Masada, üzerine kumserpilmiş bir tahta. Arşimet, bu kumların üzerindegeometrik resimler çizerken, başının üstünde Romalıaskerin kılıcı. Askeri gören Arşimet’in “Dairelerimedokunma!” dediği söylenir.

Arşimet, kendini unutmuş, aklını fikrini hep bilimevermiştir.

Bilim, cahil Romalı askerlerin nesine gerekti!

Ve Arşimet, yaptığı resimlerin üzerine yüzüstüdüşer.

Arşimet, dünyayı yerinden oynatabilirdi, ama birkılıç darbesiyle öldürülmüştü.

Syrakuzai, Roma’ya bağlı bir şehir olmuştu.Arşimet’in, yurdunda adını bile unutturmak için

Romalılar, ellerinden geleni yapmışlardı. Çünkü onu,kendi can düşmanları saymışlardı.

Romalı hatip ve devlet adamı Cicero, Arşimet’inmezarını nasıl aradığını şöyle anlatır:

“Sicilya’dayken, Syrakuzai’de, Arşimet’inmezarının nerede olduğu hakkında merakla bilgitopladım, fakat anlaşılan oralılar bu hususta o kadaraz şey biliyorlardı ki, mezardan bir iz bile kalmadığınısöylediler.

Araştırmalarıma devam ederek, sonundaArşimet’in deve dikenleri arasındaki mezar taşınıbulabildim. Elimdeki bilgiye göre, mezar taşınaoyulmuş olması gereken birkaç mısra ve bunlarınüzerinde yine bulunması gereken küre ve silindirşekilleri, mezarı bulmama yardım etti.

Syrakuzai Kalesi’nin dışına çıkınca, mezarlarlakaplı bir boşluk çıktı önüme. Dikkatle etrafabakarken, birden tepesi çalılıklar arasından yükselenküçük bir sütun ilişti gözüme. Aradığım küre vesilindir, bu sütunun üstüne çizilmişti.

Bana katılan Syrakuzaililere, bunun muhakkak

Arşimet’ in mezar taşı olduğunu söyledim.

Gerçekten de, dikenleri temizlemek üzere çağrılaninsanlar işe başlar başlamaz, sütunun kaidesinde biryazı gördük.

Mısraların bir kısmı okunabiliyordu, daha ötekilerizaman silmişti.

Yani bir zamanlar dünyaya nice bilim adamlarıveren ve ünlü Yunan şehirlerinden biri, en dahiyurttaşının nerede gömülü olduğunu bile bilmiyordu.”

Romalılar, Syrakuzai’de Arşimet’in hatırasını bilesilebilmişlerdi.

Yüzyıllar geçince, Romalı fatihlerin zaferleri deanıdan ibaret kaldı. Arşimet’in, insanlık içinyaptıklarıysa kaybolmadı.

Arşimet’in kitapları, dostlarına yazdığı mektuplar,zamanımıza kadar kalmıştır.

Arşimet, matematik üstüne yazdığı eserlerindenbirini, Dosipheus adlı bilim adamına gönderirkenşunları yazmıştı: “Bu teoremler uzun zaman rahatımıkaçırmıştı. Çünkü bunları birkaç kez inceledim ve

bunlarda birçok zorluk buldum.”

Bu yorulmaz insan, güçlükleri yenmeyi bilirdi.

Arşimet, başka bir mektubunda, gelecekaraştırıcılara yardım olsun diye, keşiflerini herkesebildirmeyi borç saydığını yazar.

Arşimet, bilimin ancak elden ele geçmeklegelişeceğini bilirdi.

Matematikçi Konon’un ölümüne acımıştı. “Sağolsaydı, geometrinin sınırlarını muhakkakgenişletirdi.” demişti.

Arşimet, Konon’un başladıklarını bitirmeyi borçbilmiş, onun ispatsız bıraktığı teoremleri ispatlamıştı.

Arşimet’ten bize kalan kitaplar, kendi adını taşıyanyasalar hakkında anlatılan bütün hikâyelerden dahagüzeldir. Arşimet, bir zamanlar sözünü ettiği o“geleceğin araştırıcı” larına şimdi bile yardım ediyor.

İnsanlar, bir gemi yaptıklarında, gemi inşaatçısıArşimet’ten faydalanırlar. Onsuz ne bina kurulur, nede makine yapılır. İnsan, hangi kaldıraca baksa,aklına Arşimet gelir.

İnsan, Cansıza Can Veriyor

Arşimet öldürülmüştür. Başka mühendis ve bilimadamları, onun büyük eserini devam ettiriyor,doğanın başıboş kuvvetlerini yönetmeyi öğreniyorlar.

Bilim adamlarının eserlerinde, ilk sudeğirmenlerinin tasvirine rastlıyoruz.

Suya başka bir görev daha yüklüyor insanlar. Birtulumbanın iki bronz silindirinde pistonlar bir aşağıbir yukarı gidip geliyor ve suyun başka yeredağılmasına engel olarak onu bir borudan geçiripateşe karşı savaşa sürüklüyorlar. Ateşin aklına esipde alevlendi mi? Su onun hakkından gelsin degörsün...

İlk gönüllü tulumbacılar, var güçleriyle kaldıraçlarabasınca hortumdan çıkan parlak su fıskiyesi, fışşşdiye bir kavis çizerek çatıya ulaşıyor ve evin kızgınduvarlarını yalamaya başlıyor, sonra buhar halinegelip ateşi söndürüyor.

Su insana boyun eğiyor. Ya buhar? Ya hava?

Hava zaten çoktan donanmanın hizmetine girmişti

ve kadırgaların yelkenlerini şişiriyordu. Ama buhar,daha işsiz güçsüz dolaşıyordu.

İnsanlar onu da işe alıştırmayı denediler.İskenderiyeli bilim adamlarından Heron, kazanda sukaynattı. Ama buharı boşa vermedi. Kazanınkapağını öyle kapattı ki, buhar ancak istenilen yoldançıkabiliyordu. Bu yol buharı, bir eksene tekerlek gibioturtulmuş duran bakırdan bir küreye götürüyordu. Veburada buhar, kürenin iki yanına lehimlenmiş eğriboruları iterek küreyi gittikçe artan bir hızlaçeviriyordu.

Heron, küresini öğrencilerine ve dostlarınagösterdiğinde herkes buhar fışkırtarak, topaç gibiıslık çalarak dönen bu şeye hayretle bakmıştı. Buhenüz bir oyuncaktı, iki bin yıl sonra insana rüzgârdandaha büyük bir hız sağlayan buhar makinesininyolunu bu oyuncak açmıştır.

Böylece zerrecikleri havada darmadağın dolaşanbuhar, insana her güç işinde sadık bir yardımcıolacaktı. Su çekecek, yük kaldıracak, bezdokuyacak, demir dövecekti. İnsana yerinderinliklerine dalmasında ve yeryüzünü yollar

şebekesiyle kaplamasında yardım edecekti.

İnsan, maddenin küçük zerrecikler dünyasında, birzamanlar olduğu gibi yalnız denizin değil,gezegenimizi saran büyük âlemin de anahtarınıbulacaktı.

O zaman, yani MÖ II. yy.’da buharın ve havanıngörünmeyen zerrecikleri, yepyeni bir oyuncak gibiinsanı eğlendiriyordu.

Heron, gözle görülmeyen bu zerreciklerle, kuklatiyatrosunda kuklaları hareket ettiriyordu. Tapınağınkapılarını otomatik olarak açan bir cihaz yapmıştı. Birkabın içindeki havayı ısıtmak için tören kürsüsündeateş yakmak yeterdi. Isınan hava suyu itiyor, sukovaya doluyor, kova bir ipi çekiyor, ip de kapıyıaçıyordu.

Bu mekanizma görülemeyen bir yerde olduğu için,herkes kapı kendiliğinden açılıyor sanıyordu.

Heron tapınağın giriş yerine de başka bir otomatikcihaz koymuştu. Cihaza para atınca, ele kutsal suakardı.

Yeni bilim, daha eski tanrıların hizmetindeydi.İnsan, artık cansız şeylere bile can veren aklınıngücünü anlamıştı.

İnsan, Yüce ve Akıllıydı

İnsan, yüce ve çok akıllıydı.

Ama daha zaferden çok uzaktaydı.

Bu sözler, insanın zafer ve yenilgileri, acı vesevinçleri üstüne söylenen hikâye ve şarkıda birnakarat gibi tekrarlanırdı.

MÖ III. yy.’da Rhodos Adası’ndaki bir limanın girişyerine güneş tanrısının bir heykeli dikilmişti.

Rhodoslu ustalar, insan boyundan 20 misli büyükolan ve dünyanın yedi harikasından bir sayılan bu devgibi heykeli bronzdan dökmek için on iki yılçalışmışlardı. Ne var ki, bir depremle koca heykeltuzla buz olmuştu. Heykel o kadar büyüktü ki,kalıntıları taşımak için 900 deve gerekmişti.

İnsanın doğaya egemen olması henüz uzaktı.

İnsan, kaderi teke tek savaşa çağırmıştı. Eski töre

ve görenekleri çiğnemiş, ataların buyruklarına karşıdurmuştu. Ne var ki, diriler ölülerin etkisinden dahakurtulamamışlardı.

Atinalılar, ataların buyruğuna uyarak Anaksagoras’ıölüme mahkûm etmiş, Aristoteles’i de, tanrılarasaygısızlıkla suçlamışlardı.

Aristoteles, bir daha dönmemek üzere lisedenayrıldı. Ama Atinalılar ardından ölüm cezası kararınıgönderdiler.

Aristarkhos’u da, “evren’in kalbini yerindenoynattığı” için tanrısızlıkla suçladılar.

Her filozofun istediğini öğretebildiği ve istediğigibi düşünebildiği zaman, Yunan demokrasisinin eniyi zamanlarıydı.

Bu zamanlar geçmişe karışmıştı. Mısır’da,Suriye’de, Makedonya’da halk değil, hükümdaregemendi.

Hükümdar naipleri ve hükümdarın adamları,kodamanların, yani en zengin tüccarlarla tefecileriniktidarını, yumrukla koruyorlardı. Bu iktidarı

sarsabilecek her şey, bir cinayet olarak kökündenkazınırdı.

Serbest düşünen herkesin, tanrısızlıklasuçlanmasından daha doğal ne olabilirdi?

İnsanlara, tanrıların iradesine karşı geleni, ağır bircezanın beklediği telkin edilirdi...

Rhodos Adası’nda başka bir heykel daha vardı:Laokoon’un heykeli. Laokoon, eski Troya’da kâhindi.Tanrıların hizmetinde olduğu halde, onların iradesinekarşı gelmeye yeltenmişti. Tanrılar ceza olarak ikikoca yılanı ona saldırtmışlardı.

Heykeltıraşlar, Laokoon’un vücuduna yılanlarınbirer halka gibi sarıldıkları anı tasvir ederler.Heykelde Laokoon, yılanları vücudundan atmayaboşuna çalışır. Adaleleri son haddine kadar gerilmiş,damarları şişmiştir. Yılanlar onu gittikçe dahakuvvetle sıkar, zehirli dişleriyle vücudunu sokarlar.

Laokoon’un genç çocukları da yanındalar. Yılanlar,babalarıyla birlikte onları da acıdan kıvranan biryumak haline getirmişlerdir.

Çocuklar yalvaran gözlerle babalarına bakar. Okadar büyük ve güçlü babaları, kendilerini ölümdenkurtaramayacak mı? Laokoon, eşit olmayan busavaşta artık bitkin bir hale gelmiştir.

Bu taşlaşmış efsane, ölümden önce ölümsüzleşenanı tespit eden bu heykel, her gün Rhodoslularıngözleri önündedir. Ve insanın tanrılar ve kaderkarşısındaki çaresizliğini ürpererek düşünürler.Kader daha boyun eğmemiştir.

İnsanın karşısında, savaş ve ıstıraplarla doluyüzyıllar var daha. Bu yıllar, bir yılan gibi insanın elinikolunu bağlayan köleliğe karşı savaş yıllarıdır.

Zaferi kim kazanacak?

İnsan, eli kolu bağlı, zincire vurulmuş bir köle gibi,ölmeye mi mahkûm, yoksa kölelik zincirlerinikopartıp özgürlüğe mi kavuşacak?

6 Esir Edenler ve Esirler

Eski bir söz “bütün yollar Roma’ya gider” der.

Tarihin, insanın yolu da Roma’dan geçer.

Roma’nın yükselişi, dağların ve denizlerin insanaartık engel olmaktan çıktığı zamanlarda başlamıştı.İtalya’yı bir duvar gibi kuzeyden ayıran Alp Dağlarıbile, Roma’nın hızla genişlemesini durduramamıştı.Roma bütün İtalya’yı zapt edip, Galya’nın baltagirmemiş ormanlarına kadar yayılmış, Sicilyaovalarını ele geçirmişti.

İyice dövülmüş kumla sıkıştırılan sekiz köşelitaşlarla kaplı düz, geniş yollar, Roma sokaklarınındevamıymış gibi dört yana uzayıp gidiyordu. Şehrinana meydanı olan Forum’daki yol direğindenbaşlayan bu yollar, güneyde Sicilya’ya, kuzeydeTuna’ya ve Ren’e, batıda İspanya’ya, doğudaByzantion’a gidiyorlardı.

Irmak, boğaz ve vadilere rastlanan yerlerde yol,taş köprülerden geçip devam ederdi. Sonunda denizkıyısına varıp dayanır, oradan da, gözle görünmez birşekilde uzaklara, Yunanistan, Afrika ve Britanyakıyılarına doğru açılırdı.

Romalıların, denizleri fethetmelerine gerekkalmamıştı. Kılıç gücüyle, Yunan kolonilerindebuldukları hazır donanmaya konmuşlardı...

Bütün yollar Roma’ya gidiyor, bütün yollardan daRoma’ya yüklü gemiler ve kervanlar geliyordu.

Mısır’dan tahıl ve yontulmuş taş, kitap için papirüs,bir de renkli camdan kap kacak getiriliyordu.Yunanistan’dan Pharos mermeri, Korinth bronzu,Kios şarabı, Himet balı, Samos Adası’ndantavuskuşu, Melos’tan da turna gönderilirdi.Tavuskuşuyla turnadan yapılan yemekler, zenginRomalıların ziyafetlerinde en sevilen yemeklerdi.

İspanya, Roma’ya tahıl, şarap, balmumu, reçine,gümüş ve altın gönderiyordu. İspanyol jambonu veistiridyesi Roma’da çok kıymetliydi.

Galya Roma’ya tahıl ve şarap veriyordu. KölelerGalya gömlekleri giyerlerdi. Galya malı çuha,doğudan getirtilen kırmızı kumaşlardan daha ucuzasatılmazdı.

Britanya’dan kalay, Elbe kıyılarından kehribargelirdi.

Uzaklarda, dünyanın bir ucunda, Tanais (Don)Irmağı’nın ötesinde, Büyük Ra (Volga) Irmağı’nın

arkasında, Ural ve Altay Dağları’nın eteklerindeavcılar, yaylarla yabani hayvan avlamakta, altınarayıcıları da, içinde altın bulunan kumlarıyıkamaktaydı. Hazar Denizi dolaylarındaki steplerde,tekerlekli çadırlarda göçebe Sarmatlar yaşardı.Bunlar, Meotiya Bataklığı’na (Azak Denizi’ne) kürk vealtın getirirlerdi. Çiftçi İskitler Borisfen (Dinyeper)Irmağı’nın kıyılarına hayvan sürüleri çıkarırlardı. Yunandenizcileri, Tanais şehrinden, Pantikape’ye (Kerç)İskit tahılını, kürk ve altınını Bizans’a ve Roma’yataşırlardı.

Deve kervanları çölleri geçip dağları aşarakHindistan’dan, Arabistan’dan, Orta Asya ve Çin’dengüzel kokulu yağlar, günlük karabiber, inci,mücevherat ve ipekli kumaşlar getirirlerdi.

Doğu’dan bir yol daha vardı: Denizyolu.

Seylan yakınlarındaki bir yerde, hindistanceviziağacından yapılmış düz dipli gemiler, rüzgâr vegemilerle boğuşuyordu. Bunlar pahalı Çinipeklileriyle yüklüydü. Hindistan’ın batısına düşenMalabar kıyısında, yükler Mısır gemisine aktarılırdı.Mahir kılavuzlar, gemileri tehlikeli yerlerden

korkmadan geçirirlerdi. Denizciler, Kızıldeniz’evarıncaya kadar, günlerce dalgalar arasındadolaşırlardı.

Artık insanlar, denizleri birleştirebilmişlerdi.Kızıldeniz’le Nil arasında bir kanal açmışlardı.Gemiler, Nilden İskenderiye’ye gidiyor, oradan daÇin malları Roma’ya ulaştırılıyordu.

Soylu Romalı kadınlar, bakımlı parmaklarıylakumaşları seçerken, bu hışırdayan ipeklileri hangiellerin dokuduğunu, o göz kamaştırıcı rengârenkdesenleri, hangi badem gözlünün işlediğinidüşünmezlerdi bile.

Neredeydi bu ipekler ülkesi?

Bu soruya coğrafyacılar bile cevap veremezdi.Bunlar yeryüzünde iki ipek ülkesi bulunduğunusanırlardı. Birinde Sinler yaşar, oraya denizyoluylavarılabilirdi. Serlerin yaşadığı öbür ülkeyse,karayoluyla uzun bir yolculuktan sonra varılabilendoğu çölündeydi.

Bu ikisinin de aynı ülke yani Çin; Serlerle Sinlerinde Çinliler olduğunu kimse bilmiyordu.

Öte yandan hem Hindistan’da, hem de Çin’deinsanlar, Roma’yı pek bilmezlerdi. Bunlar Roma’ya,Büyük Çin anlamına gelen Da Sin ya da Maha Çinaderlerdi.

O zaman bilinen dünyanın sınırları daha sisleriçindeydi. Roma’da, Hindistan’ın fildişinden yapılmışyüksek bir duvarla çevrili olduğu anlatılırdı. Bunun içinde Hindistan’a girmek güç sanılırdı. File “yılan kolluöküz” derlerdi. Fil, Romalılara garip bir hayvan, yılanbiçiminde kolu olan büyük bir boğa gibi görünürdü.

Zaman geçiyor, yüzyıllar içinde dünyanın sınırlarıgittikçe genişliyordu. Miladın başlarında Romalıtüccarlar, Hindistan’ı sık sık ziyarete başlamışlardı.Malabar sahilinde, Hint tanrılarının tapınaklarıarasında, imparator Augustus şerefine bir Romatapınağı da belirmişti.

Roma’da, imparator Augustus’un emriyle yapılanbüyük bir binaya, herkesin seyredebileceği birşekilde, imparatorluğun büyük bir haritası asılmıştı.Romalılar, dünyanın manzarasını dünyaya ilk kezgösterenin bu harita olduğunu söylerlerdi. Harita,Sinler ülkesinden Tule’ye, kuzeyde İskoçya’nın

ötesindeki adalara kadar bütün ülkeleri gösterirdi.

Ve bu dünyanın merkezi Roma’ydı.

Bütün ırmaklardan Roma’ya yük taşınırdı.Sözgelimi, kuzeyde Don’dan (Tanais), doğudaOkusus’tan (Amu Derya), güneyde Nil’den, batıdaTameza’dan (Tayms), Kolkida’daki, Hindistan’daki,Mısır ve Filistin’deki bütün liman ve iskeleler, Romayolunda birer duraktı.

İyi, ama dünyanın dört bucağından akıp gelen buservetlere karşılık Roma ne veriyordu?

Roma’nın satabileceği mallar azdı. Romadolaylarındaki Ostia’da gemilere şarap ve yağ fıçıları,yapağı çuvalları yükletilirdi. Dünyanın Roma’yaverdiğine bakarak, bu ne kadarcık bir şeydi?

Roma doğudan, yani Hindistan ve Çin’den gelenmalları bol gümüş ve altınla öderdi. İpeğe, kırmızıyakuta, gök yakuta karşılık, altın ve gümüş ırmaklarıakardı. Hint ve Ganj Irmakları’nın kıyılarında, dinar vesestertiuslar gibi Roma sikkelerine iki bin yıl sonrabile rastlanabilecekti. Bazen bu paralar sahte deolurdu. Romalılar, sahteyle hası birbirinden

ayıramayan Hintlileri aldatmaktan utanmazlardı.

Romalılar bu kadar çok parayı nereden elegeçirmişlerdi?

Esir ettikleri halkları iki yüz yıldır soyuyorlardı.

Fethedilen her şehir, fetih parası olarak bin talentöderdi. Yani yenenlerin masrafını yenilenler çekerdi.

Roma’ya denizyoluyla, para dolu yüzlerce gemigiderdi. Bazen bunların battığı da olur ve o zamanaltınlar denizin dibinde aktinyalar ve süngerlerarasında kalırdı.

Yalnız kumandanlar seferlerden milyoner olarakdönmez, sıradan askerlerin de eline bir şeylergeçerdi. Soylu ailelerden gençler, borçlardan,amansız alacaklılardan kurtulmak için Roma’danseve seve ayrılırlardı. Paralı olarak döndüklerinde,tefecilerden aldıkları bir dinar yerine, kolayca iki binverirlerdi.

Caesar’ın lejyonlarıyla birlikte Galya’ya işadamları,yani esir ve altın tüccarları, tefeciler, sarraflar dagiderlerdi.

Askerler kahramanlıklar gösterirdi. Sözgelimi okyağmuru altında, gürültülerle sel gibi akan nehirlereköprü kurar, her ağacın arkasında bir düşmanbulunabilen sık ormanlara korkusuzca dalarlardı.

Ve bütün bunlar Galya, tefecilerin eline geçsin diyeyapılırdı. Romalılar, Galya’da Romalı sarraflarınmuhasebe defterinde iz bırakmamış tek bir kuruş,tek bir metelik bulunmadığını gülerek söylerlerdi.

Doymak bilmeyen bir sürü tefeci ve vergici,imparatorluğu soyup soğana çeviriyorlardı. Esirhalkların Roma’da, MÖ 31 yılında, Cumhuriyetinyerine imparatorluğun geçmesinden anladıkları tekşey, yeni bir usulle soyulacaklarıydı.

Cumhuriyet devrindeki işadamlarının yeriniimparatorluk memurları almıştı. Tek bir kişinin bileağır vergilerden yakasını kurtaramaması için, bütünimparatorlukta nüfus sayımı yapılmıştı ve bir Romalıyakarşılık, on beş yabancı bulunduğu anlaşılmıştı, yanion beş yabancı bir Romalıyı beslemek zorundaydı.

Roma, yollarını her tarafa uzatmıştı. Bunlar birer elgibiydi.

Bu doymaz eller ne istiyordu?

Bunlar yeryüzünde olan her şeyi ve her şeydenfazla da esir istiyorlardı.

Roma pazarlarında, dünyanın her tarafındangetirilmiş esirler satılırdı. Bazılarının ayaklarınatebeşir sürülmüştü. Bu, onların denizaşırı ülkelerdengeldiklerini gösterirdi. Başlarında defne çelenkleriolan mavi gözlü sarışınlar, Ren kıyılarındakisavaşlarda esir alınmışlardı. Yanlarındaki kara derili,kıvırcık saçlılarsa Afrika Çöllerindendi.

Kimi başkalarını esir etme pahasına yenidenserbest bırakılıyor ve böylece kölelik, serbestolanların özgürlüğünü yeniden elinden alıyordu.

Herkesin herkesle yaptığı o eski savaş, yeni biryerde görülmedik bir şiddetle alevleniyordu: Özgürlerkölelerle, zenginler yoksullarla, hak ve imtiyazsahipleri bunlardan mahrum olanlarla, yenenleryenilenlerle savaşıyordu.

Tarih tekrarlanıyor gibiydi.

Tarih hiçbir zaman tekrar etmez. Her şey akar.

Aynı yerde aynı suya iki defa girilmez, çünkü su yerdeğiştirmiştir.

Romalılar, Atinalıların yapamadıklarınıyapabilmişlerdi, yani Akdeniz kıyılarındaki bütünülkeleri fethetmişlerdi.

Mısır ya da Galya’da bir yerde çiftçi buğday ekipbiçiyor, harman dövüyor ve sonra bu buğdaydanyapılan ekmek Roma’ya, bir sürü aç çocuktan başkabir şeyi olmayan yoksul Romalılara parasızdağıtılıyordu.

Bunlar çalışmayı çoktan unutmuşlardı. Atina’daolduğu gibi, kölelik burada da birçok özgür insanıişsiz güçsüz bırakmıştı. Bunlar açlık ve can sıkıntısınınesiri olmuşlardı. Şehirde serseri serseri dolaşır velüks tahtırevanına uzanmış olarak sokağa çıkanherhangi bir zengine gıptayla bakarlardı.

Tahtırevanı, kırmızı elbiseli köleler omuzlarındataşırlardı. Önde, Afrika ya da Hindistan’dangetirilmiş, ayağına çabuk kara derililer, halkınarasında yol açarlardı. Bir sürü köle ve dalkavuk,zenginin ardı sıra giderdi.

Tahtırevan durunca, efendilerinin hangi taraftanineceğini bilmeyen köleler, tahtırevanın hem sağına,hem soluna birer merdiven dayayıverirdi. İpekperdeler açılır, beyaz Romalı elbisesiyle bir insangörünürdü. Bu elbise o kadar ince bir kumaştanyapılırdı ki, cam gibi saydam olur ve altında, erguvanitunik görünürdü. Merdivenin basamaklarından inenefendinin ayağında, fildişi tokalı kırmızı sandallarbulunurdu. Böyle ayakkabıları, ancak yüksekmemurlar, şehrin en ünlü kişileri giyerdi.

Büyük adamın yüzünde kayıtsızlık ve can sıkıntısıokunurdu.

Romalının tokunun da, açının da canı sıkılırdı.Açlara, homurdanmasınlar diye, parasız ekmekdağıtılır ve eğlenmeleri için eğlenceler düzenlenirdi.

Bir zamanlar ataları, toprak, ev, iş isterdi.Şimdiyse torunları ekmek ve eğlenceyleyetiniyorlardı.

Sözgelimi bugün Mars Meydanı’nda, halka birgergedanla elli kulaç uzunluğunda bir yılan gösterilir,yarın da halk, imparatorun emriyle yeni numaralarıngösterileceği sirke koşardı.

gösterileceği sirke koşardı.

Gladyatörlerin Dövüşü

Binlerce insan, oyunun başlamasını sabırsızlıklabekliyor.

Derken on iki kapı birden açılarak yabanhayvanları meydana koşuyor. Böyle acayip birtopluluk, ancak sirkte görülebilirdi: Panterin yanındatitreyen bir ceylan, aslanın açık ağzı karşısındayusyuvarlak büzülmüş bir tavşan, filin arkasındanseyircilere bakan bir ayı.

Bunlar kendilerini ayıran kafeslerden yeniçıkmışlardır. Bakın, neredeyse birbirlerineçullanacaklar.

Bu da ne?

Panteri ceylanla aynı boyunduruğa koşuyorlar daoralı bile değil. Aslan tavşanı dikkatle dişleri arasınaalıp yavrusuymuş gibi, incitmemeye çalışarak taşıyor.Ayı bir sedyeye oturuyor. Dört fil, dört uslu köle gibisedyeyi sırtlarına kaldırıyorlar.

Hani, yeryüzünde gerçek bir Altın Çağ açılmışdesek, yalan değil.

Ama görünüm, pek seyircilerin zevkine göre değil.Birçoğunun gözü sirk meydanında değil, imparatorunlocasında.

İnsanlar usanıyor, esniyor. Onların bekledikleribaşka şey.

Meydanda, eğitilmiş hayvanların yerini,eğitilmemiş olanlar alıyor. Şimdi kavgayatutuşacaklar, artık tavşanla ceylanın yapacakları birşey yok. Oyuna girenler dişli ve boynuzlu. Gergedanfille, ayı mandayla, fil boğayla boğuşacak.

İyi, ama “oyuncular” hiç oralı değil. Canları sıkılanRomalılar, ayaklarıyla yere vuruyor, tepiniyorlar.Meydana, ellerinde uzun kamçı ve meşalelerleinsanlar geliyor. Kamçıyla ateşten maksat, hayvanlarıçileden çıkarıp birbirlerine saldırtmaktır.

Boynuz ve dişler kana boyanıyor. Mandanın,deşilen karnından, bağırsakları kumların üstünedökülüyor.

Seyircilerde bir canlılık başlıyor. Çünkü kan kokusualmışlardır.

Ama bu alt tarafı hayvan kanıdır.

Bir insanın bir aslanla boğuşmasını heyecanlaizliyorlar. İnsan ne zırh giymiştir, ne elinde kalkanı var.Tek silahı bir kılıçtır. Fakat adam güçlü ve çevik.Hayatını savunur. Aslan yerde, sıçrama vaziyetinialıyor.

Fakat insan, aslanın sırtına sıçrayıp kuvvetli eliylede kılıcını kaldırmıştır.

Seyirciler, manzarayı daha iyi görebilmek için,yerlerinden kalkıyorlar. Gerçekten insan mıkazanacak boğuşmayı. Şans, bir adama, birhayvana geçiyor. İşte aslan güçlü pençesiyle ezdiğiinsanı yere serdikten sonra sıyrılıp geri çekildi.

Kum üzerinde yine kan. Romalılar memnun. Çünkübu kan insan kanı.

Daha sonraki numaraların yanında bu, çocukoyuncağı.

Alana direkler dikiliyor. Bunlara, ölüme mahkûmerkek ve kadınlar bağlanıyor. Suçları ne? Kimisavaşta esir alınmış, kiminin de suçu hırsızlık,

kundakçılık, itaatsizlik. Ama suçları ne olursa olsun,hepsini aynı sonuç bekliyor.

Alanda yine hayvanlar, ama eğitilmemişler. Bunlar,görevlerini daha iyi yapabilmek için, açbırakılmışlardır. Bu sefer boğuşma yok. Çünkükurbanlar silahsız ve bağlanmışlardır.

Kendinden geçmiş binlerce insanın korkuluçığlıkları, ölmek üzere olanların bağrışlarını vehayvanların ulumalarını bastırıyor.

Romalıları bu da doyurmuyor.

Daha tüyler ürpertici sahneler bekliyorlar. Vahşi birhayvan insanı ya da insan vahşi bir hayvanıöldürmüş, bunda olağanüstü ne var? Asıl insaninsanla, hemşeri hemşeriyle boğuşmalı, dost dostunkalbine kılıcı saplamalı ki tadı olsun...

Meydanda gerçek bir savaş.

Mızrak ya da kılıçla yaralananlar ardı ardına yereseriliyor. Ölmeyip de yerde can çekişenlere dekanca takıp ölülere ayrılan yere sürüklüyorlar.

Fena değil, Romalılar eğlenceyi bulmuşlar değil

mi?

İyi, ama insan yüzyıllar boyunca, vahşihayvanlardan vahşi olmak için mi insanlaşmıştı...

Binlerce seyirci arasında “Artık yeter!” diyecek tekbir insan yok mu?

Filozof Seneca, imparator locasındaki yerindenbirdenbire kalkıp kimseyle vedalaşmadan hızlakapıya doğru gidiyor. Ne derlerse desinler, artıkolanları görmeye ve işitmeye sabrı kalmamıştır.

Evine döndüğünde, sekreterine şunları yazdırıyor:

“Öğleye doğru sirke gitmiştim. Kanlı sahnelerdensonra, gözü dinlendirebilecek oyunlar, komik şeylerbekliyordum. Ne gezer! Önceki bütün boğuşmalarçocuk oyuncağıymış.

Bu seferki şaka değildi: İnsan, bütün amansızlığıylainsan öldürüyordu. Hepsi hedefini bulan darbelerden,vücudu hiçbir şey savunmuyordu. Halkın asıl istediğide bu sahneydi.”

Haklı da değil miydi? Zırh, kılıç kullanma usulleri,bütün bu hileler, niçin lazım olsundu? Ölümle pazarlık

etmek için mi? Sabahleyin insanları aslanların veayıların ağzına, öğleyin de seyircilerin karşısınaatıyorlar. Seyirciler, rakiplerini öldürmüş olanlarahayran. Galipleri, kendilerini öldürecek olanlarlaboğuşma bekliyor. Bu dövüşte ölümden kurtulmakyok. İnsanları savaşa, demir ve ateşle dürtüyorlar.

“Bu adam hırsız! diyecekler. Asın öyleyse. ‘Bu dakatil mi?’ İdam edilsin. Ama benim, zavallı benimsuçum ne? Ben böyle bir vahşete hayran olmakzorunda mıyım? ‘Kamçılayın onu, ateşle dağlayın!Ölsün!’ diye bağırıyor seyirciler. Şu herif, kılıcınvücuduna iyice saplanmasından korkuyor, zayıf birruh gücüyle düşüyor geberiyor.”

“Ve insanlar, kamçılana kamçılana dövüşezorlanıyor. Her iki tarafın, çıplak göğüslerinidarbelere istekle germeleri gerek.”

“Kötülük işleyenlerin başına kötülük geleceğinidüşünmüyor musunuz, Romalılar?”

Seneca burada duruyor. Odada heyecanladolaşıyor. Ruhunda zıt duygular çarpışıyor.

Kime hitap ediyor? Romalılara mı? İyi, ama onların

yalnız dış görünüşü insan, içleri birer vahşi hayvan.Filozof Seneca, Romalılara, düşmana bile kötülüketmemeyi, hakareti, bağışlamayı, kölelere acımayıöğretmekle gülünç olmuyor mu?

Seneca, köle denilen insanların aynı maddedençıktıklarını, aynı göğe bakarak aynı hayranlığıduyduklarını, aynı havayı soluduklarını, aynı hayatıyaşayıp aynı ölümü beklediklerini söylediği zamanRomalılar, sadece hoşgörülerini göstermek içingülüyorlar.

Bunlar köle mi? Hayır, insan, arkadaş bunlar.

Romalılar bundan ne anlar?

“Ne yapmalı?” diyor, Seneca kendi kendine:“Dünyayı değiştirmeye mi uğraşmalı? Boşuna!Kader, isteyeni götürür, istemeyeni de zorlasürükler.”

“Yalvarıp yakarmalar, kaderi yumuşatamaz. Kader,aman bilmez. Gökteki yıldızlar olsun, yerdeki insanlarolsun, kadere aynı şekilde boyun eğer, doğanınyasalarına aynı şekilde bağlıdırlar.”

Peki, ne yapmak kalıyor. Seneca tek bir çıkar yolgörüyor: “İnsana layık, güçlü, dayanıklı olmak vekadere katlanmak.”

Kölelerin İsyanı

Roma İmparatorluğu’nda binlerce insan: “Neyapmalı?” diye soruyordu. Filozof Seneca’nınöğrettiği gibi, sabredip kadere katlanmalı mı, yoksakadere karşı ayaklanıp boyun mu eğdirmeliydi ona?

Kölelik damgasını yemek için alnını uzatarak kızgındemirle dağlatıp sonra da kölenin yalnız vücudusahibinin, ama ruhu serbesttir diye kendini avutmalımı; yoksa elde kılıç, özgürlük uğruna son soluğakadar savaşmalı mıydı?

Binlerce insan bu soruya: “Köle gibiyaşamaktansa, ölmeli” cevabını veriyordu.

Roma’da, Spartacus’un ayaklanmasıunutulmamıştı. Spartacus gladyatördü.Gladyatörünse köleden tek farkı, iş aracı yerineeğlence aracı olmasıydı.

Bu oyuncak, yalnız adam öldürmek için kullanılırdı.

Oyunun asıl zevk ve heyecanı da zaten bundaydı.

Roma’da Spartacus’tan daha ideal bir insanbulmak güçtü.

Spartacus dev yapılıydı, güçlü kuvvetliydi vegladyatörler okuluna bunun için alınmıştı.

Romalılar kendileri bile, onun yalnız bedence güçlüolmayıp sağlam bir ruha da sahip olduğunu, birköleden çok, kültürlü bir Hellenliye benzediğinisöylerlerdi.

Spartacus, odacığında kuru yapraklar üzerindeyatarken hep yurdu Trakya’nın dağ ve ormanlarınıdüşünürdü. Bütün arkadaşları gibi o da özgürlüğesusamıştı. Spartacus, özgürlüğü yalnız kendisi içindeğil, bütün gladyatörler, bütün köleler için istiyordu.

Sahibinin elinde bir oyuncak, bir araç olmak ha!Spartacus işte buna katlanamazdı...

Kılıçlarını katı yürekli seyircilere karşı çevirecekleriyerde, sirk meydanında birbirlerini öldüren güçlüinsanlar görüyordu çevresinde. Arkadaşlarıyla yalnızkaldığı zaman, onları da haksızlığa karşı

öfkelendirmek, kendilerine insan olduklarınıhatırlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.

Spartacus, gladyatörlerin ayaklanmasını büyük birsabırla hazırlıyordu. Gladyatörleri takımlara bölerek,başlarına tecrübeli komutanlar koydu.

Ayaklanma için hemen her şey hazırdı. Yalnız, kilitaltında saklanan silahları ele geçirmek kalmıştı.

Ayaklanma hazırlıkları Romalıların kulağına vardı.Gladyatör okulu askerler tarafından kuşatılıp silahsızinsanlar kılıçtan geçirilmeye başlandı. Spartacustakımıyla birlikte güç kaçabildi.

Bu küçük takım Vezüv tepesinde mevzi aldı.

Spartacus’un takımında, yalnız gladyatör ve köleleryoktu. Özgürlüğün kendilerine yoksulluktan başka birşey vermediği insanlar da vardı.

Asiller, kartallar gibi yuvalanmışlardı tepede.

Romalı lejyonerler, Vezüv Dağı’na giden bütünpatikaları tutmuş ve gladyatörleri artık yakayı elevermiş sayıyorlardı. Öyle ya, Sarp kayalarınortasındaki tabii pusudan nasıl kurtulabilirlerdi?

Bu emekli Romalı askerler birçok savaşa katılmış,birçok düşmanla karşılaşmışlardı. Kölelerlesavaşmayı, gerçek savaştan saymıyorlardı.

“Av” kendiliğinden düşmüştü tuzağa, endişeye negerek vardı!

Aradan bir gün bile geçmeden, Romalılarhatalarını çok pahalı ödemek zorunda kaldılar.

Gladyatörler, dallardan yaptıkları merdivenlerletepeden uçuruma iniverdiler. Romalılar, ne oluyoruzdemeye kalmadan kuşatılıp kırıldılar.

Bunlar, sirk meydanlarında gladyatörlerin gücünüve ustalıklarını defalarca zevkle seyretmişlerdi.

Sirkte seyirciydiler, buradaysa oyuna katılmakzorunda kalmışlardı.

Romalılar yenilgi üstüne yenilgiye uğruyorlardı.

Spartacus’un ordusu büyüyordu. Artık iyicesilahlanmış binlerce askeri vardı. Köleler, çiftliklerdenkaçarken aldıkları iş aletlerini silah olarakkullanıyorlardı. Çiftçi, tırpan ve yabayla, demirciçekiçle, aşçı şişle silahlanmıştı. Spartacus

ordusunda kendilerine, Romalılardan ele geçirilmişkılıç ve kalkanlar veriliyordu.

Bir mızrak ucuna takılmış, kızıl kalpak,ayaklananların bayrağı olmuştu. Eski bir geleneğegöre azat edilen kölenin başına kızıl kalpakgeçirilirdi.

Köleler, bayraklarına bakarken, ileridekiözgürlüğü, yurtlarına, Galya köylerine, Cermanya’nınsık ormanlarına dönüşü görüyorlardı. En mazlum veuysallarda bile onur duygusu uyanmış, kendi kaderinikendi tayin eden bir insanın gururu doğmuştu.

Köleler ordusu İtalya’da ilerliyordu. Romalejyonlarını bozguna uğratıyor, şehirleri teslim olmayazorluyordu.

Roma’da senatörler, bunun kölelerin sıradan birbaşkaldırısı olmayıp büyük ve ciddi bir savaşolduğunu gün geçtikçe daha iyi anlıyorlardı.Ayaklananların önderini, bir barbar olarakdüşünüyorlardı. Oysa bu barbar, savaş sanatınıRoma kumandanlarından daha iyi biliyordu.

Ayaklananların önderi güçlü Roma’yla kolay kolay

başa çıkılamayacağını anlıyordu. Zafer sonucundaköleleri İtalya’dan çıkarmak, Alp Dağları’nı aştıktansonra evlerine salıvermek istiyordu. Kim bilir, belkide ileride, Roma’ya bağlı bütün halkların birdenayaklanacakları günü görmüştü. Özgürlüğün tadınıalmıştı, köleliğin acılarını duymuş olanların, bütünbunları unutup çocuklarının da köle olmasınıistemeyeceklerini biliyordu.

Ne var ki, köleler artık yurtlarına dönüşü değil,kırbaçların, zincirlerin, ayaklarına giydirilen demirkalıpların öcünü almak, köle sahiplerinin, kölelerisömürerek yığdıkları zenginlikleri ele geçirmek için,Roma’yı hemen ezmeyi düşünüyorlardı. Ancakbundan sonradır ki, evlerimize dönebiliriz, diyorlardı.

Yüz bin kişilik ordunun Roma’ya yürümesiyletrajedinin son sahnesi başladı.

Kölelerle Romalılar arasında, kaderlerini tayinedecek o-lan savaş başladı. Spartacus ön saflardaçarpıştı ve binlerce askeriyle birlikte öldürüldü.

Köle sahipleri, köleleri yendiler. Roma’danKapua’ya giden yol boyunca, üzerine binlerceinsanın gerildiği çarmıhlardan, uzun bir duvar

insanın gerildiği çarmıhlardan, uzun bir duvarmeydana gelmişti. Yolun iki yanına dizili bu çarmıhlar,sağ ve sola uzanan dallarına insan elleri mıhlanmışağaçları andırıyordu.

Romalılar, kölelerin ayaklanma heveslerini dünyadurdukça kırmak istiyorlardı. Ama kölelerSpartacus’u unutmamışlardı. Yaşlılar, gençlere onunbüyük zaferlerini ve şerefli ölümünü anlatıyorlardı.Gençler de, “Ne mutlu böyle ölüme, kölelikten iyidir!”diye düşünüyorlardı.

Spartacus’un ayaklanması bastırılmıştı, amaayaklanmaların ardı kesilmedi. Bunlar, ancak kölelikdüzeniyle birlikte sona erebilirdi.

Köleler ayaklanıyordu. Esir halklar ayaklanıyordu.

Üst üste indirilen darbeler Roma devletinisarsıyordu.

Tarihçi Plutarkhos, Likya’daki Ksanthos şehrihalkından hayranlıkla söz eder. Romalılar bu şehrialdıkları zaman Ksanthos halkı, intiharı esaretten yeğbulmuştu.

Plutarkhos şöyle yazar:

“Ne şekilde olursa olsun kendini öldürmek arzusu,erkek ve kadınlardan başka küçük çocukları bilesarmıştı. Bunlar, çığlık ve feryatlarla, kendileriniateşe, kale duvarlarından aşağıya atıyor ya daincecik boyunlarını babalarının kılıcının altına doğruuzatıyorlardı.”

Bu manzara galipleri bile sarsmıştı. Romalıbaşkumandan, diri olarak esir alınan her Likyalı içinaskerlerine büyük ödüller vaat etmişti.

Ama ölümden kurtulan pek azdı.

Çünkü Likyalılar, kurtulmanın, ölüm demekolduğunu biliyorlardı.

Böyle düşünenler yalnız Likyalılar değildi. Halklar,özgürlükleri uğrunda, kale duvarları yerle biredilinceye kadar savaşıyor, yenildikten sonra bileboyun eğmiyorlardı.

Ayaklanmalar, fırtınalı bir denizdeki dalgalar gibibirbirini kovalıyordu. Köle insanlar ve köle halklarbaş kaldırıyorlardı. Dalgalar Roma Devleti’ne çarpıpdağılıyordu, ama her dalga köleliğe dayanan düzenisarsıyordu.

Roma, lejyonlarını sınırın birinden diğerine güçlükleaktarabiliyordu.

Roma ordularının meydana getirdiği büyük duvarbaş eğmeyen kabilelerin baskısına güçlükle karşıkoyabiliyordu.

Asker az geliyordu. Barbarları, yine barbarlarınyardımıyla püskürtmek gerekiyordu. Esir edilenler,özgür olanlarla savaşa zorlanıyordu. Cermenlerdenya da Galyalılardan devşirilmiş lejyonların, kılıçlarınıçok zaman, Romalılara karşı çevirdikleri de oluyordu.Doğu halklarıyla başa çıkmak Romalılar için batıhalklarıyla başa çıkmaktan kolay değildi.

Küçük Yahudiler Ülkesi, Roma’yla NasılSavaştı?

Roma lejyonları, boru sesleriyle yollarda yürürken,ayak seslerinden, mancınıkların, sapanların vekoçbaşlarının gürültüsünden yer sarsılıyordu.

Bu insan selini, ne derin hendekler, ne de duvarlardurdurabiliyordu.

Bu sel, şehirleri harabelere; bağları, bahçeleri,

ormanları çöle çevire çevire ilerliyordu.

Roma lejyonları nereye gidiyorlardı böyle? Büyükİskender’in yolunu izleyerek Hindistan’ı almak,Pontus’u ve Kafkasları çevirerek İskitler ülkesinedalmak ve Cermenlerin topraklarından geçerekyurtlarına dönmekle Roma İmparatorluğu’nunsınırlarını çemberlemek istiyorlardı.

Dünyanın sınırı sayılan okyanusu Roma Devleti’ninsınırı yapmak istiyorlardı. Başkumandanları CaesarJulius.

Hindistan yolu üzerinde, Romalıların karşısınaküçük bir engel çıkmıştı: Yahudiye, yani Yahudilerülkesi. Bu ülke alınmaya alınmıştı, ama başeğmemişti. Zaten Roma’ya karşı ne yapabilirdi? Herne kadar cesur askerleri, mancınıkları ve surlarlaçevrili şehirleri olsa da, dev Roma’nın gücükarşısında bunların ne önemi vardı?

Yine de küçük Yahudiler, dev Romaİmparatorluğu’na karşı ayaklandı.

İşten bellerini doğrultamayan Kudüslü zanaatçılar,dağlık Galile’den boylu boslu yağız köylüler silaha

sarıldılar.

Yalnız zengin ve soylu kimseler, Roma’yla aralarınıbozmak istememişlerdi. Bunlar için, Roma naibiyleanlaşmak, yoksul şehirlilerle anlaşmaktan dahakolaydı. Yahudi hükümdarı Agrippa, kendisine sadıkkalan küçük bir müfrezeyle Romalıların yardımınakoştu. Romalılar bir lejyon gönderdiler. Kudüs’ü ikihaftada zapt etmek için bir lejyon yeteceksanmışlardı. Lejyon, geri çekilmek zorunda kaldı.Yahudiler, Romalıları darmadağın edip kırdılar.Lejyonun, o ünlü kuşatma silahları ve araçları,Yahudilerin eline geçti. Bir tanrı gibi putlaştırılıp güzelkokular ve tütsüler adanan altın kartallı Roma bayrağıparamparça edildi.

Birkaç ay sonra Romalılar, yeni kuvvetlerlegeldiler. Bu kez üç lejyondular. Arkalarından,Roma’nın bir eyaleti olan Suriye’den binlerce piyadeve atlı geldi. Sedir ve çam ormanlarını, bağları,zeytinlikleri çiğneyip geçen bu ordu en küçükkalelerin önünde bile şiddetli bir direnmeylekarşılaşıyordu. Aylar geçtiği halde Kudüs dahakuşatılmamıştı.

Sonunda Romalılar, Kudüs’e üçüncü kezsaldırdılar. Karşılarında kuvvetli bir düşmanbulunduğunu anlamışlardı. Mısır iki lejyonla alınmıştı.Cermenler dört lejyonla sindirilmişlerdi. Kudüs’ekarşı, altışar bin kişilik on lejyon sürüldü. Lejyonlaraimparatorun oğlu komuta ediyordu.

Yahudi’yle savaşta Roma, olanca gücünü seferberetmişti. Çünkü Yahudiler galip gelirlerse, öbürhalkların da ayaklanacağını biliyorlardı. ZatenCermanya ve Galya’dan endişe veren haberlergeliyordu.

Kudüs’e karşı dört yüksek toprak tabya yapılmıştı.Bunların üzerinde, çok katlı kuşatma makinelerisürüne sürüne ilerliyor, gemi direği gibi uzun, demirkoçbaşlı zırhlı kaplumbağalar, yavaş yavaşyürüyorlardı.

Kuşatma makineleri şehri dövmeye hazır durumagetirilmişlerdi.

Ne var ki, Yahudilerin kazdıkları lağımlarda toprakçökerek makineleri yuttu.

Sanki toprak bile bu canavarları taşımak

istemiyordu.

Şehri, savaşla alamayacaklarını anlayanRomalılar, açlığı yardıma çağırdılar. Şehrin surları birduvarla çepeçevre sarıldı. Yeni duvar, şehrin dışdünya ile bağlarını kesmeliydi.

Kudüs’te açlık başladı. Ölüleri gömecek yerkalmadığı için, onları kale duvarlarından uçurumaatıyorlardı. Romalılar, şehirden çıkmak isteyenlerihaçlara geriyorlardı. Haçların üzerinde kargalaruçuçuyor, yakın dağlardan kurtlar, çölden çakal vepanterler yiyecek aramaya geliyorlardı. İnsanlaraçlıktan ölüyor, canavarlarsa karınlarınıdoyuruyorlardı.

Kudüs teslim olmadı.

Yeni toprak tabyalar yapıldı. Demir koçbaşları,sağlam duvarları geceli gündüzlü dövüyordu. Duvarınbiri yıkılınca, arkasında bir duvar daha çıkıyorduRomalıların karşısına.

Tapınağın yaldızlı damı pırıl pırıl parlıyordu, sütunlarımermerdendi. Duvarlar servi ve sedir kaplamaydı,yeri mozaik döşeliydi.

İnsanlar, bu değerli tapınağı uzun yıllar boyuncakurmuş ve korumuşlardı.

Derken Romalılar geldi. Bunlar yalnız kendileriniinsan sayar, yabancı halklara barbar derlerdi. Asılbarbar kimdi? Binayı kuranlar mı, yoksa yıkmayagelenler mi?

Demir koçbaşları, tapınağın duvarlarını altı gün altıgece dövdü. Romalılar merdivenlerle duvarlaratırmanıyor, Yahudiler de merdivenleriyle birlikte onlarıgeri atıyorlardı. Romalılar tapınağı yaktılar. Yahudilerateşler içinde savaşıyorlardı. Romalılar kurbansunulan yere kadar sokulunca, Yahudiler oradandüşmanı oklarla karşıladılar.

Burası kaleye çevrilmişti, ama tapınaktı aynızamanda. Hahamlar, dumanlar içinde dinsel törenleryapıyor ve eski zafer şarkıları, ölenlerin iniltileri,savaş gümbürtüsüne karışıyordu.

Alevler içinde yanan tapınak, üstün düşman silahıkarşısında sonunda düşmüştü.

Sağ kalan savunucular dama çıkıp, tapınağınyaldızlı tepeliğindeki sivri uçlukları kırarak ok yerine

düşmana atıyorlardı. İlahiler, dam alevler içindeçökene kadar dinmemişti.

Romalı askerler, ele geçen ganimetin altındaeziliyorlardı. Tüten enkazların arasından, yedi kollualtın şamdanlar ve benzeri şeyler çıkarıyorlardı...

Aradan yirmi otuz yıl geçince Yahudiler ülkesi yineayaklandı. Önderleri, yıldızın oğlu anlamına gelen BarKohba’ydı. Bar Kohba kaleler yapıyor, askerlerisilahlandırıyordu. Romalılar, ayaklanmayı bastırmakiçin, Britanya’dan en iyi kumandanları JuliusSeverus’u çağırdılar...

Fakat Yahudiler teslim olmamakta direniyordu.Kaleleri tünellerle birleştirmişlerdi. Romalılar kaleninbirini zapt edince, sağ kalan Yahudiler bu tünellerdenbaşka bir kaleye geçiyordu.

Bir tarihçi şöyle yazmıştı:

“Zavallı halk! Kendi topraklarından kovulan bu halk,yurdundan ayrılmamak için, onun derinliklerinegömülmek istiyor gibiydi.”

Romalılar, hiçbir yerde bu düşmanla savaşa

cesaret edemiyor. Kaleleri teker teker kuşatıp halkınısusuz ve ekmeksiz bırakıyorlardı.

Yeraltındaki bu savaş, uzun sürdü. Kuvvet Romatarafındaydı. Romalılar kaleleri birer birer yıkıyordu.Böylece son kale de alındı. Bar Kohba öldürüldü.

Ülke çöle çevrildi. Birçok şehirde bütün erkeklersavaşlarda ölmüş, kadın ve çocuklar kılıçtangeçirilmişti. Sağ kalanlarsa, attan ucuza satılmışlardı.

Toprak altında gizlenenler de vardı. Bunlar açlıktanölmeyi yeğliyorlardı.

Şehirlerde kimsecikler kalmamıştı.

Evlerinden barklarından kovulan insanlar, çölüaşarak yabancı ülkelere gidiyorlardı. Evlerindeyseçakallar ve kurtlar cirit oynuyordu.

Küçük Yahudiler ülkesi, istilacı Romayla işte böylesavaşmıştı. Yahudiler Roma boyunduruğunu kırıpatamamış, birkaç yüzyıl sonra, başka halklarRoma’nın hakkından gelmişti.

Otuz Bin İnsan On Bir Yıl Çalıştı

Roma yasaları, yalnız Romalı vatandaşlarısavunuyordu. Bu yasalar bütün hakları kölesahiplerine vermiş, kölelere de yalnız görevleribırakmıştı.

Yasalar, öylesine ustaca yapılmıştır ki, bugünkühukukçuların bile araştırma konusu olmaktadır.

Romalı mühendisler, Yunan ustalarını fersah fersahgeride bırakmışlardı. Roma maden ocaklarındayeraltı sularının, ocakları basmalarını önleyen sutulumbaları işlerdi.

Roma’da yüksek bir bina kurulurken, yapımalzemesi sırtta taşınmaz, vinçlerle kaldırılırdı.

Bu şöyle olurdu: Büyük bir tekerleğin içindebasamaklar yapılmıştı. Köleler bunlara basıncatekerlek döner ve makaralar aracılığıyla vincin okunageçirilmiş olan ipi dolaba sarar. Böylece yük elledeğil, ayak hareketiyle kaldırılmış olurdu.

Roma atölyelerinde, önceleri adı bile işitilmeyen,böyle akıl kutusu makineler az değildi.

Demirci ateşi bir körükle körüklerdi. Kuyumcu,

taşları ayaklı perdah tezgâhında işlerdi. Büyükfırınlarda hamur insan eliyle değil, at ayaklarıylayoğrulurdu; hamur teknesinde hamuru karıştırıpyoğuran tahta kanatları, atlar harekete geçirirdi.

Roma’nın ekmek tüketimi büyük olduğu için, böylemakineler yapmak gerekiyordu.

Ya su? Roma ne kadar çok su içerdi! İçme suyugetirmek için Romalı mühendisler, aquaduk denilenuzun su kemerleri kurarlardı.

Aradan yıllar geçtikten sonra bile insanlar, buaquadukların dev kemerlerini hayretleseyredeceklerdi. Üst üste konmuş üç yüksek taşköprü. Bu üç katlı köprünün bir ucu, sisli uzakyamaçlara dayanır, öbür ucuysa ufuk çizgisininötesinde kaybolurdu. Kemerin geniş ayaklarıarasından uzak vadiler görünürdü. Köprüdeki oluktanbuz gibi su akardı.

Aradan yüzyıllar geçecekti. Şehirlerin varoşlarındayaşayan çocuklar, ot bağlamış dev taş basamaklaratırmanacaklar ve vaktiyle burada bir Romaamphitiyatro bulunduğunu, basamakların sıraolduğunu, bunlarda binlerce seyircinin oturduğunu

olduğunu, bunlarda binlerce seyircinin oturduğunuöğreneceklerdi.

Çocuklar, Roma’da on bin, hatta yüz bin kişiyiiçine alabilecek bu büyük tiyatrolara şaşacaklardı.

Daha nelere şaşmazlardı ki çocuklar: Romalılar,İtalya’nın ortasında bulunan büyük bir gölü denizeakıtmayı tasarlamışlardı. Göl geniş bataklıklarlaçevriliydi. Bu topraklar, insanlara sıtmadan başka birşey vermezdi. Dağlar, kayalar delinerek bir kanalkazıldı. Kanalda otuz bin insan tam on bir yıl çalıştı.Gölün suları Tiber Irmağı’na akıtılarak kurutulantopraklar, çayır ve tarlalara çevrildi.

Bugün tarih öğretmenini dinlerken çocuklar,sıtmanın bitkin bir hale getirdiği kölelerin sapsarıyüzlerini, çökük avurtlarını, bir deri bir kemikvücutlarını gözlerinin önüne getirip pis kokular saçanvadiyi, binlerce insanın hayatı pahasına kurutulanbataklığı pek görmezler.

Çocukların gözleri önüne, herhalde bugünbambaşka bir manzara gelir yani İtalya’nın masmavigökyüzü, büyük bir göl ve gölün sularını oyunoynarcasına ırmağa, oradan da denize akıtan dev

insan.

Gerçek hangisi?

Sonraki kuşakların Roma hakkındaki hükmü neolacak?

Torunlar Ne Diyor?

Roma deyince, aklımıza yalnız zincire vurulmuşköle kafileleri ve sirk arenalarında can çekişengladyatörler gelmez. Gaddar ve despot Neron’labirlikte, onun zamanında yaşayıp onun kurbanı olmuşfilozof Seneca’yı da düşünürüz. Sirkte gladyatörlerikendi eliyle öldüren, eğlenmek için sakatları asasıyladöven İmparator Commodus’un sözünü ederkentüylerimiz diken diken olur. Roma tarihindeCommodus gibi bir cellat hükümdardan başkaMarcus Aurelius gibi filozof bir imparatorun daolduğunu unutamayız.

Roma birçok halkı esir etmişti, Yunanistan’ıkendisine bağlamış ve Yunan şehirlerine, saltgösteriş olan özgürlüğün gölgesini bırakmıştı. Bir debu Roma, Yunan felsefesini ve sanat eserlerinikoruyarak yüzyıllara emanet etmiştir.

Romalılar Yunanlılara hor bakarak “graeculi”, yani“Yunancık” derlerken Atina okullarında Yunanlılardanders alır, Olimpiyat oyunlarında defne çelenginikazanmak için yarışırlardı.

Romalı şairler Homeros’un açtığı çığırdanyürüyorlardı. Vergilius, Troyalı Aineas’ın serüvenleriüstüne yazdığı destanla, İlyada’yı devam ettirmişti.Ovidius, büyüleyici şiirlerinde eskiçağYunanistan’ının saf ve heyecan verici efsanelerinianlatmıştı. Roma tarihçilerinden Titus Livius, Tacitus,insanlığın Heredotos ve Thukydides tarafındanyazılmaya başlanan tarihine devam etmişlerdi.

Tarihin, Roma’ya karşı haleflerin yargısınasunduğu suçlamalar pek ağır, suç delilleri korkunçtur.

Tarih sadece bir “prokuror”, yani savcı değil, aynızamanda bir “avukat”tır da. Dilimiz bile, Roma’nınlehinde tanıklık ediyor. Prokuror, “avukat” sözlerinin,birçok başka sözle birlikte, hep Romalılardan kalmışolması sebepsiz değildir.

Gimnazyum, akademi, üniversite, müze, enstitü,fakülte, doktor, profesör, fizik, matematik, felsefe

gibi sözler, Yunanca ve Latince’den bütün Avrupadillerine girmiştir.

İnsanlığın deneyimlerini, kitaplarında damla damlatoplamış olan eskiçağ bilginlerini unutmak büyük birnankörlük olur.

Tembelliğini ve açgözlülüğünü örnekleriylegördüğümüz aynı Roma’da gecesini gündüzünübilime veren çalışkan insanlar da vardı.

Bir tabiat bilgini, amiral ve devlet adamı olanPlinius bunlardan biriydi.

Plinius, bütün doğayı tasvir etmek gibi cesaretli birişi tasarlamıştı.

Bilgin şöyle der:

“Tasarım gerçekleşmese bile, böyle bir işegirişmenin verdiği zevk yeter.”

Plinius az uyur, az yerdi. Gün ve gecelerini,coğrafyacıların, astronomların, tabiat bilginlerinin vedoktorların doğa hakkındaki kitaplarını okumaklageçirirdi.

Kitap üstüne kitap okur, not tutar, düşünür,kıyaslamalar yapardı. Gezilerinde ve savaşlarındaçok şeyler görmüştü.

Okuduğu kitapların sayısı iki bine yaklaşıyordu.Bunlar kurulacak binanın, ancak gereçleriydi.

Yükselmeye başlayan bu binanın adı “TabiiBilimler Tarihi”ydi. Yıllar birbiri ardınca geçiyor,Plinius eserine yeni yeni ciltler ekliyordu. Artık bu tekbir bina değil, koca bir şehirdi. Plinius’un TabiiTarih’i (Naturalis Historia) tam otuz yedi cilttir.

Plinius bu eserinde yıldızlardan, gezegenlerden,yaban hayvanlarından, ağaçlardan, uzak ülkelerdenve çok eski zamanlardan söz eder.

Plinius, ayaklı bir kitaplıktı: Kutupta güneşin yazınhiç batmadığını, kışınsa hiç doğmadığını, ışık hızınınsesinkinden yüksek olduğunu, deniz gelgitinin, Ay’laGüneş’in çekimlerinden doğduğunu biliyordu.

Ama o da gerçeği, uydurmadan pek güçayırabiliyordu. Plinius, tabiat tarihininHeredotos’uydu.

Göz ve ağızları göğüslerinde bulunan başsızinsanlar hakkındaki eski masalları, Plinius datekrarlıyordu. Denizde kabuklu hayvanların, yalnızyeni ay doğup büyüdüğü zaman geliştiklerinisanıyordu. Köpek burcunun, denizde fırtınalardoğurduğuna, şarabı mayalandırdığına inanıyordu.Plinius’a göre, doğa her şeyi insan için yaratmıştı.Sözgelimi, bitkiler insana meyve, şarap, güzel kokuluyağlar vermeliydi. Ağaç gövdeleri, ev ve gemiyapmak içindi. Demir savaş için, altın insanlarınahlakını bozmak için yaratılmıştı.

Plinius şöyle yazar:

“Altın peşinde yerin ta derinliklerine sokulur,üzerinde yaşadığımız toprağı delik deşik ederiz.Sonra da yeryüzünün çatlamasına, kimi zaman dayerin depreme tutulmasına şaşarız.”

Bilgin, depremleri, aç gözlü insanlar tarafındandelik deşik edilen kutsal toprak ananın gazabagelmesiyle açıklıyordu.

Ne var ki, her şeyin insan için olduğunu söyleyenPlinius, insanın kendisine pek yüksek bir değervermezdi. Onun vahşi hayvandan kötü olduğunu

vermezdi. Onun vahşi hayvandan kötü olduğunusöylerlerdi. Ne aslanlar, ne de deniz canavarlarıbirbirine karşı kin ve düşmanlık beslerler. İnsanlarsaöteden beri birbirine düşmandır. Hiçbir yaratığıncesareti, korkudan insanınki kadar kırılmaz. Hiçbiryaratık, insan kadar öfkelenip gaddarlaşmaz. Şöhretve menfaat düşkünlüğü, yalnız insana özgüdür.

Herhalde, Plinius’un imparator sarayında,Senatoda, sirkte karşılaştığı Romalılar da, dahayüksek bir değere layık olmasalar gerekti.

Plinius, Roma’da yüksek fedakârlık örneklerigösterebilecek insanların da olduğunu kendihayatıyla ispat etmişti.

Bilgin bu örneği, hem ömrü boyunca çalışmasıyla,hem de ölümüyle vermişti.

Kuzeni Küçük Plinius, tarihçi Tacitus’a gönderdiğibir mektupta şöyle yazmıştı:

“Benden amcamın, büyük işler başarıp mükemmelkitaplar yazmak mutluluğuna ulaşan insanın ölümünüanlatmamı rica ediyorsun. Onun alnına, cennet gibibir yer mahvolduğu sırada ölmek yazılıymış, amahatırası sonsuza dek yaşayacak.

Amcam emrindeki donanmayla Mizen Burnuyakınlarındaydı. 22 Ağustosta, kendisine görülmedikbir bulutun belirdiği bildirilmişti. Bulut çamabenziyordu. Gövdesi göğe doğru yükseliyor,dallarıysa dört yana uzanıyordu.

Amcam, her yeni olayı incelemeye çalışan birdoğa bilginine özgü heyecanla, gemilerden birininhemen harekete hazırlanmasını emretti.

Tam o sırada Vezüv eteklerinden, yardım dileyenbir mektup geldi.

Bunun için bütün donanma denize açılmalıydı.Amcam, sancak gemisinde korkusuzca, tehlikeliyere doğru yöneldi. Güverteden korkunç doğa olayınıgözetliyor, gözlemlerini sekreterine yazdırıyordu.

Felaket yerine yaklaştıkça, gemiye gittikçekoyulaşıp sıcaklaşan kül yağıyordu. Küle, süngertaşıyla lav bile karıştığı oluyordu.

Stabya’ya yanaşılarak sahile çıkıldı. Artık sularkararmıştı. Vezüv Yanardağı alev püskürüyordu. Aynızamada yer de titredi, öyle ki, Plinius’laarkadaşlarının bulunduğu ev sallanmaya başladı.

Herkes evden çıktı. Yanardağdan fışkıran taşyağmurundan korunmak için, başlarına birer yastıkbağlamışlardı. Yanındakilerle birlikte kükürtdumanından ve alevlerden kaçan Plinius, birdentakatsız yere yığılıverdi. İki kölenin yardımıyla ayağakalkabildiyse de, sonra yeniden düşüp öldü.”

Vezüv Yanardağı’nın, 79 yılında Herculanium vePompei şehirlerini kül altında bırakan fışkırmasıydıbu.

İnsanlar, uyuklayan yanardağın eteklerindeyüzyıllarca rahat rahat yaşamışlardı. O yaz sabahı da,her zaman olduğu gibi, herkes kendi işiyleuğraşıyordu.

Berber dükkânının önünde müşteriler kanepeyeoturmuş, sıra bekliyorlardı. Meyhanede askerler,büyük bardakları tokuştura tokuştura şarapiçiyorlardı. Tüccarlar, dükkânlarının önündeoturmuştu. Kadınlar pazara gidiyorlardı.

Bir köylü, yaya kaldırımındaki bir delikli taşakatarını bağlıyordu. Fırıncı, pişirdiği yuvarlaksomunlar arasında bağdaş kurmuştu. Kunduracı, bir

kadın müşterinin sandal ölçmesine yardım ediyordu.Bakırcı, bir bakır değnekle, çın çın öten kazana vuravura müşteri çekmeye çalışıyordu. Gelip geçenlerdurup duvara yazılmış seçim yazılarını okuyorlardı.“Bruttus Balba’yı seçin! Balba şehrin hazinesinikurutmayacak”, “Meyhaneciler, oylarınızı Psisk ileRuf’a verin!”, “Marcellus iyi bir belediye başkanıolacak ve şahane oyunlar tertipleyecek!”

İnsan kalabalığı gürültüsünün ve şadırvandanfışkıran su seslerinin işitildiği, çiçek ve yaprakgirlantlarıyla süslü bu sokakların, birkaç saat sonrakızgın kül yığınları altında kalacağı, o zaman kiminaklına gelebilirdi!

Kimileri kaygısız; kimileri de dertli olan buinsanların, birden yanarak ya da zehirli kükürtdumanlarıyla boğularak ölecekleri kimin aklındangeçebilirdi!

Birkaç gün sonra, tek tük sağ kalanların, henüzsoğumamış olan cesetler arasında dolaşarak, evinibulmak umuduyla, kül yığınlarını kazacaklarını,olaydan önce bu sokaklardan gelip geçenlerinhangisi düşünebilirdi!

Doğa insana, onun ne kadar küçük ve güçsüzolduğunu bir kez daha hatırlatmıştı. Elbet, bir güngelecek, insan bu yanardağlarla da başa çıkacaktı.

Yine de, gemileriyle, yok olan şehirlerin imdadınakoşan bu Romalı amiralin yüceliğini kim inkâredebilir?

Güverteye taş yağıyordu. Kül bulutları, insanlarıngözlerini kör ediyor, yüzlerini yakıyordu. Plinius, geriçekilmek şöyle dursun, hiç düşünmeden yolunadevam etmişti. Hem bir amiral, hem bir bilim adamıolarak, sonuna kadar görevine sadık kalmıştı.

7 Zaman Ölçüsü

İnsanlar, eski Roma’da, yani hemen hemen iki binyıl önce, geniş imparatorluğu ölçmeye kalkmışlardı.Coğrafyacılar harita üzerinde şehirlerin yerlerinitespit ediyor, mühendisler şehirler arasındakiuzaklıkları ölçüyorlardı.

Dünya gittikçe genişliyordu.

Romalılar, o zamanlardan bir süre önce, Britanya

diye bir ada olmadığını, onun hakkında anlatılanlarınhatta adının bile uydurma olduğunu sanıyorlardı.

Sonra Caesar, yok sanılan bu adaya ordusuyla ikidefa çıkmıştı.

Yine o zamanlarda okyanusu dünyanın sınırı sananRomalılar, devletlerinin sınırlarını oraya kadargenişletmek istiyorlardı.

Oysa Romalı coğrafyacı Strabon, okyanusunötesinde insanların yaşadığı bir toprak bulunduğunusezmişti. Yuba adında bir gezgin, bu toprağıaramaya çıkmıştı.

Yuba, okyanusta bulduğu Kanarya Adaları’nınkıyılarında hindistancevizi ağaçları, TenerifeYanardağı’nın üzerinde de bayrak şeklinde bir bulutgörmüştü. Adalarda insan aramış, sadece boşevlerin kalıntılarını bulmuş ve kendisini, o kimsesizevleri beklemeye devam eden köpekler karşılamıştı.

Ya ötelerde?

Bu toprağın ötesinde kara var mıydı?

Filozof Seneca şöyle demişti: “Bir gün gelecek,

okyanus zincirlerini koparacak ve yer bütünüyleaçılacak, denizin ötesinde yeni ülkeler bulunacak,Tule de artık dünyanın sonu olmaktan çıkacak.”

İşte insanlar böylece, orası senin, burası benimdeyip dünyada geziyorlardı.

Zamanın derinlikleri de çekiyordu insanları.

Güneş ve su saatleri çoktan bulunmuştu. Atina’daRüzgârlar Kulesi’nde bir saat vardı. Kuleye bakan,saatin kaç olduğunu ve denizde sekiz rüzgârdanhangisinin estiğini öğrenebilirdi. Zaman ölçüsüolarak kullanılan saatin süresi, her zaman bir değildi.Güneşin doğuşundan batışına kadar geçen zamanbir gün olarak hesap edilirdi. Kışın günler, yazgünlerinden kısa olduğuna göre, kış saatleri yazsaatlerinden daha kısaydı.

Takvim de biliniyordu. Daha önce Babilliler, yılı oniki aya, ayları da otuzar güne bölmüşlerdi. MiletosluThales, güneş yılının üç yüz altmış beş gün altı saatolduğunu biliyordu. İnsanlar, günlerin ve haftalarınarasında yollarını çabuk şaşırıyorlardı. Hele günlerinhesabını tutmakla görevli Romalı kâhinler tümdenşaşırmışlardı. Onların takviminde bazı yıllar on iki,

şaşırmışlardı. Onların takviminde bazı yıllar on iki,bazıları da on üç aylık oluyordu. Bazı yıllar 355 gün,bazıları da 377 gün sürüyordu. 1 Ocak’ın 15 Ekim’erastladığı da oluyordu, yani dışarda yaz oladursun,takvim kışı gösteriyordu.

Kâhinler bilimden de, Güneş’ten de çok gerikalmışlardı.

Bunun için Caesar, İskenderiyeli astronomSozigen’e günleri ve ayları bir düzene sokmayıtembih etti. Sozigen, ince hesaplardan sonra 12aydan ve 365 günden meydana gelen yeni bir takvimyaptı. Takvimin güneşten geri kalmaması için de, herdört yılda bir Şubat ayına bir gün eklenmesini teklifetti.

İnsan saatleri ve yılları ölçmeyi öğrenince durmadı,bununla yetinmedi. Zaman deryasında dolaşmak,uzak geçmişte, yani daha insan yokken, olanları daöğrenmek istiyordu.

Coğrafyacı Strabon: “Yer, her zaman şimdiki gibimiydi?” sorusunu soruyor ve yine kendisi şu cevabıveriyordu: “Değildir. Her şey değişiyor. Eskizamanlarda deniz kıyılarının şekli başkaydı, önceleri

şehir olan yerler, şimdi denizin altındadır.Yanardağlar, denizin dibinden yüzeyine adalarfışkırtıyordu. Sözgelimi, Sicilya Adası’nı, EtnaYanardağı püskürtmüştü. Strabon, kıtaların meydanagelişini anlamaya uğraşıyordu. Gezegendeki büyükcisimlerin sırlarını açacak anahtarı ararken bunuküçük cisimler dünyasında bulmuştu. GizePiramitleri’nin yapımında kullanılan kireçtaşınıgözden geçirirken, ufacık deniz kabuklarından vesalyangozlardan oluştuğunu görmüştü. Denizkabukları ve salyangozlar deniz dibine çökerek kalınbir tortul tabaka meydana getirmişlerdi. Sonra suçekilince, denizin dibi kara oluvermişti.

Dünya Üzerinde Uçuş

Romalı şair Ovidius, göğe çıkıp yüksekten dünyayıseyretmiş olan Phaethon adlı genç hakkında birmasal yazmıştı.

Phaethon’un annesi ölümlü bir kadınmış. Babasıda güneş tanrısı olan Helios. Phaethon, babasınındört atlı güneş arabasına binip dolaşmak istemiş.

Güneşin, yani babasının sarayına gitmiş, amagözleri kamaşarak eşikte durakalmış. Helios pırıl pırıl

gözleri kamaşarak eşikte durakalmış. Helios pırıl pırılparlayan bir tahtta oturuyormuş, sağında ve solundasaatler, aylar, yüzyıllar ve yıllar duruyormuş. Üstü başıüzüm suyuna bulaşmış Sonbahar’ın yanında,çelenklerle süslü Bahar, kolunda olgun başaklarbağlı genç Yazın da yanında aksaçlı Kış varmış.

Helios: “Burada ne arıyorsun, oğlum?” diyesormuş. Genç: “Ey büyük dünyayı aydınlatan ışık”demiş, “anamın dediği doğruysa, sen benimbabamsın, bana öyle bir delil ver ki, buna herkesinansın.”

Helios oğlunu kucaklayarak: “Anan doğrusöylemiş. Ne delil istersen vereyim” demiş.

Genç, babasının boynuna sarılarak: “İzin ver, birgün arabanı süreyim,” diye yalvarmış.

Helios verdiği söze pişman olmuş. Oğlunu tehlikeliniyetinden vazgeçirmek için ikna etmeye çalışmış ve:

“Senin kaderinde ölümlü bir insanın yapabileceğişeyler yazılı, arzunsa ölümlü insanların yapamayacağıbir şey” demiş.

Genç ayak diremiş, niyetinden vazgeçmemiş.

Baba oğul uzun zaman tartışmışlar. Sonunda babaiçini çekerek razı olmuş. Zaten tartışmanın zamanı dadeğilmiş. Tan tanrıçası Aurora, gün doğuda kızılkapıların kanatlarını açıyormuş.

Derken saat ve dakika tanrıları olan oynak Or’laryüksek gök ahırlarından, ateş püsküren atlarıçıkarmış. Phaethon altın, gümüş ve değerli taşlar gibiparlayan güneş arabasını görünce şaşakalmış.Helios, oğlunun yüzüne, yanmaması için kutsalmerhem sürmüş ve parlak tacını başına geçirmiş.Bunun sonunun hayırlı olmayacağını sezen baba,öğütlerini dinlemesini, yani dizginlere asılmamasını,yeryüzünü yakmamak için de pek aşağılarainmemesini tembih etmiş ve:

“Orta yoldan sür, tekerlek izleri olan yerden”demiş.

Öte yandan gece, çekile çekile bu batı kıyılarınainerken doğuda tanyeri ağarmış. Baba son defaolarak oğluna aklını başına toplayıp niyetindenvazgeçmesini rica etmiş. Sevinç içinde olan gençartık dizginleri eline almışmış zaten. Sabırsızlananatlar, ayaklarıyla gök kapılarını dövüyorlarmış. Ortalık

at kişnemeleriyle çınlamış. Okenus adlı tanrı kapılarıaçmış. Açınca da uçsuz bucaksız dünya göz önüneserilmiş.

Atlar, ayaklarıyla havayı döve döve, doğu rüzgârınayetişip onu geçerek koşmaya başlamışlar.

Gökyüzüne çıkış pek dik olmakla birlikte,geceleyin dinlenmiş olan atlar, arabayı hızlaçekiyorlarmış. Araba her zamankinden hafif gelmişatlara. Küçük bir çocuğun ağırlığı ne olacak! Araba,boş bir gemi gibi zıplayıp sallanıyormuş. Bunu sezenatlar gemi azıya alarak yoldan sapmışlar.

Çocuk korkusundan dizginleri nasıl tutacağını,hangi yoldan gideceğini şaşırmış. Güneşinışınlarından ilkin Büyükayı erimeye başlamış. Kutuptasoğuktan hep uyuklayan Ejder gazaba gelmiş.Hantal Sığırtmaç, korkusundan arabasıyla bir yanaçekilip gitmiş.

Aşağıya bakan Phaethon, ta derinde dünyayıgörmüş.

Genç sapsarı kesilmiş, ayakları titremeyebaşlamış, gözleri kararmış. Babasını dinlemediğine

pişman olmuş, babasının atlarına bir daha elsürmeye tövbe etmiş. Dönüp arkasına bakmış.Gökte bir hayli ilerlemiş, ama önünde daha çok uzunbir yol varmış.

Ne yapsın?

Phaethon atları zapt edememiş, adlarını bilebilmiyormuş.

Korkudan titreyerek etrafına bakmış. Canavarlarladolu olduğunu görmüş çevresinin. Yıldız kümesinden,uzun pençelerini, sivri iğnesini kendisine doğruuzatan devasa Akrel’i görmüş.

Korkudan donakalan genç, dizginleri büsbütünelinden kaçırmış. Başıboş kaldıklarını sezen atlar,gönüllerinin çektiği yere alabildiğince koşmuş,yıldızlara çarpa çarpa, bir yükseklere çıkmış, birneredeyse sürünecekmiş gibi ta yeryüzüne kadarinmişler. Ay, ağabeyinin atlarının, çığırlarındançıkarak olanca hızlarıyla koşmalarını şaşarakseyrediyormuş.

Aşağıda bulutlar tutuşarak tütmeye başlamışlar.Alevler dağların doruklarına sıçramış, ateş ormanlarla

tarlaları sarmış. Zümrüt çayırlar bir anda sararıpkavruluvermiş. Şehir ve kaleler yanmış, koca ülkelerkül olmuş.

Kafkaslar ateş içindeymiş. Etna ateşpüskürüyormuş. Soğuk İskitler ülkesi bile ısınıvermiş.Alp Dağları’nın üzerindeki hava tutuşmuş, başıdumanlı Apenin Dağları alev alev yanmış.

Yangın bütün dünyayı sarmış. Hava bir fırındaki gibiısınmış. Phaethon’un bindiği araba kıpkızıl olmuşsıcaktan. Genç, göğe doğru yükselen dumana vekıvılcımlara dayanamamış. Atların karanlıkta nereyegittiklerinin farkında bile değilmiş.

İşte kanları, sıcaklıktan yanmış derilerine hücumeden Habeşlerin o zaman karardıkları, Libya’nın dayine o zaman verimsiz bir çöl haline geldiği söylenir.

Tanais (Don) Irmağı’nı dumanlar bürümüş,Babil’deki Fırat Irmağı tutuşmuş, Ganj’ın, Tuna’nınuzak Kolkil’deki Riyon’un suları kaynamayabaşlamış. İspanya’da sıcaklıktan, Taho Irmağı’ndakialtınlar erimiş. Nil Irmağı, korkusundan dünyanın öbürucuna kaçıp saklanmış, öyle saklanmış ki, kaynaklarıbulunamamış.

bulunamamış.

Yeryüzündeki tüm karalar çatlamış. Çatlaklardan,yeraltı ülkesi Tartaros’a ışık sızmış. Işığı görenTartaros kralı ve kraliçesi dehşet içinde kalmışlar.

Zamanın uzak olmayan geçmişine kadar denizolan yerleri kumluk vadiler kaplamış. Balıklarderinlere inmiş, ölü ayı balıkları suların üzerine çıkmış.Deniz tanrısı, perişan bir halde, üç kere suyun yüzüneçıkmış ve her seferinde sıcağa dayanamayıp gerisingeri denize dalmış.

Okyanusun çepeçevre sarmış olduğu Yer de,gırtlağına kadar suya dalmış ve sıcaktan boğazıyanarak dile gelip korka korka tanrıların babasınayalvarmış:

“Yaz kış çalıştığım, sivri sabanın vücudumda açtığıyaralara dayandığım, insanlara ekmek ve meyveverdiğim için mi yapıyorsun bunu bana!

Bana ve denizlerin hükümdarı olan kardeşimeacımazsan, kendi gökyüzüne acı bari. Kutuplara birbak. Ateş oraları da sararsa, tanrıların meskenleriçöker. Güçlü Atlas’a baksana! O bile, eğilmiş gökkubbeyi omuzlarında güç tutabiliyor. Eğer deniz, yer,

gök kubbe yok olursa, biz yine eskisi gibi bir kaoshalinde birbirimize karışırız. Artakalanı bari ateştenkurtar. Evrenin selametini düşün!”

Yer’in yalvarışlarını işiten tanrıların babası Zeus,Olym- posun zirvesine çıkıp gürleyerek yıldırımınızavallı gence fırlatmış.

Araba paramparça olmuş, atlar koşumlarındankurtulmuş. Alevler içindeki cansız Phaethon da, biryıldız gibi Eridan adlı büyük ırmağın kucağınadüşmüş. Irmak tanrıçaları, yüzünü yıkayıp gencigömmüşler. Mezar taşına da:

“Güneşin arabasını süren Güneşin oğlu Phaethongömülü burada. Zapt edemeyip atları düştüyse de,büyük bir işe cesaret etti ya!” sözlerini yazmışlar.

Böylece Ovidius, bir çocuk masalında, eski hoşsöylentileri, dünya hakkındaki yeni bilgilerlebirleştirmişti.

Şair, bunun sadece bir masal olduğunu biliyordu.Roma’da şairler artık başka şiirler yazıyordu.Bunlarda tanrılar ve kahramanlar değil, doğanınsırlarını kavrayan filozoflar övülüyordu.

Şair Lukres Kar, insanları manevi baskısıyla ezeneski inançlara karşı çıkmak cesaretini gösterenYunan filozofu Epikuros’u övüyordu.

Ne tanrılar hakkında söylenenkorkuttu onu, ne de

[yıldırım sesi.Tam tersine, bunlar onu, ulu

doğanın sağlam[kapılarındaki sürgüleriDaha kuvvetle çekip sırları açmaya

zorladı.Ve yüksek ruh gücüyle zaferi

kazanıpYararak ateşten çemberini

dünyanın, uzaklara daldı...

Lukres de, öğretmeni Epikuros’un izindenyürüyordu. O da, eskiçağdan kalma tabulardanyılmayan insanlardan biriydi.

Ruhu saran korkular dağılıyor,genişliyor sınırları dünyanın,

Ve seyrini görüyor insan sonsuzuzayda eşyanın.

Öğretmeni ona, evrenin sonsuzyollarında kılavuzluk

[ediyordu.

Yolda değil bir tek duvar, bir tek engel, birçokduvar ve engel vardı. Yol, daha ne denizlerin, netoprağın, ne göklerin olduğu, dünyamızın eşyalarınabenzeyen hiçbir şeyin bulunmadığı zamanınkaranlıklarında başlıyordu.

Atomlar, ayrılıp birleşerek, çarpışıp savaşarak, başdöndürücü bir kasırga içinde hareket ediyorlardı.

Lukres, ilk büyük sınırdan cesaretle geçip yeringökten nasıl ayrıldığını görmüştü. Atomlar birbirindenayrılıp dağılıyordu. Büyük ve ağır atomlar, bir yerdetoplanarak evrenin ortasında katı ve sağlam Yer’imeydana getirmiş, hafif ve hızlı atomlar da dışarıyönelerek, pırıl pırıl parlayan Güneş, Ay ve yıldızlarhalinde birleşmişlerdi.

Dünya daha dumanlarla kaplıydı. Dünyanın,solurken çıkardığı göksel eterdi bunlar.

Derken yol Lukres’i, karların okyanustan ayrıldığıikinci büyük sınıra götürüyor. Su, ağır ve yoğuntopraktan çekiliyor. Daha nemli, yumuşak toprakçöküyor ve tuzlu deniz suları onu basıyor. Kaya vetaşların etrafında ovalar meydana geliyor. Vadilerinçöktüğü yerlerde dağlar yükseliyor.

Lukres, zamanın yolunda daha ileriye gidiyor.Karşısına üçüncü bir sınıf çıkıyor: Canlının cansızdanayrıldığı büyük uçurum. Aklın daha aşamadığı buuçurumdan şair hayal gücüyle geçebiliyor. Şair,yabani hayvanların vücutlarının tüy ve kılla kaplandığıgibi, genç yeryüzünün de ot ve çalılarla kaplandığınıgörüyor.

Lukres, yağmurların nemiyle güneşin sıcağındandoğan hayvanların nasıl meydana geldiklerinigörüyor. Toprağa boşuna, toprak ana dememişler.Zamanı gelince, olgunlaşan topraktan hayvanlar,kuşlar, insanlar çıkıyor. Toprak ana, yavrularını sütgibi bir suyla besliyor. Otlar yatak, toprağın sıcaklığıda elbise oluyor.

Topraktan ayaksız, kolsuz, ağızsız ve gözsüzucubeler de çıkıyor. Bunlar hayatlarını kazanacak

güçte olmayıp hayat kavgasında yok oluyorlardı.Yalnız cesur, kurnaz, çevik olup soyunu koruyabilenkalıyor. Aslanı cesareti, tilkiyi kurnazlığı, geyiği deçevikliği kurtarıyor.

İnsanlar daha hayvan gibi yaşıyor, ormanlardadolaşarak meyve ve palamut topluyorlar. Fırtınayatutulunca çalılar arasında ya da mağaralardagizleniyorlar.

Büyük bir sınır daha çıkmıştı şairin karşısına:İnsanın insanlaşması. İnsanlar ormanda sopalarla,taşlarla hayvan kovalıyorlardı. Yıldırım ve ormanyangınları, insana ateşi getirdi. İlk evin duvarları, ilkateş ocağının çevresinde yükseldi.

İnsanlar artık ayrı ayrı değil, dost olarak yaşıyor,eşyaları parmakla göstere göstere, bağrış vehareketlerle meramlarını anlatarak konuşmayaçalışıyorlardı.

Zamanın yolu ilk şehirlerden, ilk savaşmeydanlarından geçerek ileriye doğru uzanıyor.İnsan bakır elde ederek silah ve alet yapıyor. Bakıraltından değerli. Çünkü daha sağlam. Bakır aletle,hem delik açılabilir, hem kazılabilir, hem de

hem delik açılabilir, hem kazılabilir, hem deburgulanabilir.

Zamanla her şey değişiyor ve bakır gözdendüşüyor. Bakırdan yapılan orakla alay ediliyor.Tarlalar demir aletlerle işlenmeye başlanıyor.Savaşta keskin demir kılıç, bakır kılıcı yeniyor.

İnsanlar, yaptıkları sağlam duvarların arkasındadüşmanlarından gizleniyorlar.

Hazinelerde biriken servet gittikçe artıyor. Altın,madenler arasında baş yeri alıyor. En güçlüye değil,en zengine hürmet edilmeye başlanıyor.

Şehirlerin duvarları yıkılıyor, kabile önderleriningöğüslerini kabartan asalar toz toprak arasındayuvarlanıyor. Herkes zenginlik, iktidar ve egemenlikpeşinde koşmaya başlıyor. İnsanlar kavgalardanbıkıp usanıp sonunda kendilerini, yasaların esaretinesokuyorlar.

Zamanın yolu şairi, karada ve denizde dahailerilere götürüyor. Denizlerde yelkenli gemilerdolaşmaya başlıyor. Vadi ve ovalardaki ormanlarköklerinden sökülüp yerlerinde bağlar, bahçeler,tarlalar, zeytinlikler meydana getiriliyor. Ormanlar

dağlara çekiliyor. Heykeltıraşın kalemi, taşa canveriyor. Ozanlar, yüzyılların olaylarını dile getiriyorlar.Her şeyi bilmek isteyen meraklı akıl, insanı ileriyedoğru, sanat ve bilimin doruklarına doğru götürüyor.

Ne var ki insan tüm güçleri, evrenin yönetiminitanrılara bırakmakla kendini inkâr etmiş oluyor.

Yer, yıldırımlarla sarsılırken, gök kubbe,şimşeklerle altüst olurken insan, tanrıların karşısındaeğiliyor. Şiddetli bir rüzgâr, denizde gemiyi önünekatıp kovalarken, tanrılara kurban adayarak denizindurgunlaşmasını boşuna diliyor. Çünkü fırtına, dua vekurbanlara aldırmayıp gemiyi ölümün kucağınasürüklüyor.

Küçük çocukların karanlıkta titredikleri gibi,büyükler de bilmedikleri şeylerden korkuyorlardı.

Fakat karanlıkları, parlak ışığıyla aydınlatan bilgilerde vardı. Güneşin karanlığı kovduğu gibi, doğa dadış manzarası ve iç bünyesinin ahengiyle insanınkalbinden korkuyu kovuyordu.

Zamanın yolu şairi, getire getire kendi çağına,kendi şehrine, doğup büyüdüğü eve getiriyor.

Artık Roma dünyaya egemen olmak uğrundasavaşıyor. Caesar, lejyonlarının başında Galya’yagidiyordu. Lukres, kendi zamanı üzerinde pek azduruyor, çünkü asıl amacı daha ilerilere gitmek,geleceği sezmektir. Dünyanın nasıl kocayıp kuvvettendüştüğünü, yorulan toprağın nasıl kısırlaştığınıgörüyor. Zaman her şeyi yıkıyordu, sağlam kaleduvarlarıyla burçlarını bile. Dünyayı parçalayanyüksek duvarlar da çökerek birer enkaz halinegeliyor.

Ama atomlar sonsuzdu, evren sınırsızdı.

Doğa, dağılan atomları yeniden derleyiptoplayacak, dünyamızın enkazlarından, başkadünyalar meydana gelecekti. Ve başka bir dünyada,başka insanlar yaşayıp düşüneceklerdi.

İnsanın ömrü kısa. Ama düşüncesi sınır tanımıyor.Bir anda binlerce yılı kavrayabiliyor.

Bu, büyük bir zafer değil de, nedir?

Ama yine de, zafer kutlaması için zaman erkendeğil mi?

Lukres, uçsuz bucaksız zamanlardan gelip geçtiğihalde, her şeyi görüp kavrayabildi mi?

Kavrayamadı. Kolay iş değildi bu. Lukres’inEmpedokles, Leukippos, Demokritos, Epikuros gibiakıllı kılavuzları vardı.

Fakat birçok şey hakkında çoğu zamantahminlerde bulunması ve hayal gücüyle aklın,yardımına koşması gerekmişti.

Lukres de, Phaethon gibi kaç kere yolunuşaşırmıştı.

Yüzyıllar akıp geçecek, XIX. ve XX. yy. gelecekti.Binlerce bilim adamı, yeryuvarlağının nasıl meydanageldiğini, cansızın nasıl canlılaştığını, canlılardabilincin nasıl uyandığını öğrenmek için, aynı yoldanuçsuz bucaksız uzay ve zamana yöneleceklerdi.

Her sınırda hararetli tartışmalar olacaktı.

Bu sınırlar bir âlemi diğerinden, yıldızlar âleminidünyadan, karayı sudan, canlıyı cansızdan ayırıyordu.Bir zamanlar bu sınırlarda doğa güçleri, doğaunsurları arasında büyük savaşlar olmuştu.

Savaşlarda yeryuvarlağı meydana gelmiş, kıtalardoğmuştu. Savaşa yeni yeni güçler katılarak, dünyayıcanlı bir örtüyle kaplamış, onun çehresinideğiştirmişlerdi.

Bilim adamları, bu eski savaş meydanlarındangeçeceklerdi. Geçitlerde, sınırlarda, yine şiddetlisavaşlar olacaktı. Ama bu kez doğa güçleri arasındadeğil, fikirler arasında.

Her bilim adamı, uçurumdan geçmek için kendikurduğu köprüyü, kilitli kapıları açmak için kendianahtarını teklif edecekti. Anahtar istemeyecekti.Yeni yeni bilim adamları yola çıkacaktı. Bunlarısonsuz bir umut ve sönmeyen bir arzukanatlandıracaktı: Bilinmeyen dünyalar bulmak.

Villanın Yerini Şato Almaya Başladı

Eskiçağ bilginlerinin eserlerini okurken, insanbunların ne kadar çok şey bildiklerine şaşar.

Güneşin Dünya etrafında değil, Dünya’nın Güneşetrafında döndüğünü Samoslu Aristarkhos,Kopernik’ten çok daha önce kavramıştı. Heronadındaki İskenderiyeli mühendis, Polzunof’tan ve

Watt’tan çok daha önce buhar gücüyle çarkıdöndürmüştü. Astronom Eratosthenes, denizyoluyladünya çevresinde gezilebileceğini kestirmiş,coğrafyacı Strabon da, okyanusun ötesinde bir karaparçasının bulunabileceğini tahmin etmişti.Eskiçağlarda, okyanustaki Kanarya Adaları’nı bulup,Tenerife Adası’ndaki yanardağın üzerinde bayrağabenzer bir bulut görmüş olan Yuba adında bir gezginde vardı.

Birkaç yüzyıl sonra Atlantik Okyanusu aşılacak,gemiyle dünya çevresinde dolaşılacak, buharmakinesi icat edilecek, ilk demiryolu yapılacak ve ilkvapur suya indirilecek gibiydi.

Gezgin Yuba, Kristof Kolomb’dan bir iki yüzyıldeğil, hemen hemen bin beş yüz yıl eskiydi. Heron’uPolzunof’la Watt’tan ayıran zaman daha da fazladır.

İleri hareketinden insanı böyle alıkoyan neydi?

Denizlerde büyük bir cesaretle dolaşan dev, niçinokyanusun eşiğinde uzun zaman duraklamıştı?

İnsan, atomları sezmişken, niçin o zaman onlarınvarlığını ispat edememişti?

İnsanın yolu ok gibi doğru ve düz değildi. Karşısınaaşılmaz bir engel çıkınca devin, çoğu zaman geriyedönüp uzun ve dolambaçlı yollardan yürümesigerekiyordu. Bunlar yolun hedeften uzaklaşıp geriyedöndüğü sanılan karanlık zamanlardı.

İki bin yıl önce devin adımlarını yavaşlatan neydi?

İnsanın o zaman serbestçe ilerlediğini düşünmekyanlış olur. Çünkü eli kolu bağlıydı.

İnsan su kemerleri yapıyor, tüneller açıyor,bataklıkları kurutuyordu.

Kimlerin elleriyle yapılıyordu bunlar?

Kölelerin.

Sabahtan akşama kadar vinçlerin kocamantekerleklerini, ayaklarıyla basa basa döndürenler,kölelerdi. Gemilerde kürek çeken, yerinderinliklerinden maden çıkaran hep onlardı.

Köleler olmasaydı, ne saraylar olurdu, netapınaklar, ne sirkler ne de Romalı soyluların boşvakitlerini geçirdikleri o şahane villalar...

İşte bu villalardan biri. Arkası dağlık, sağ vesolundaki yamaçlarda tarla ve bağlar uzanıyor.Villanın pencereleri denize bakıyor; dalgalar villanınduvarlarını okşuyor. Her yerde şadırvanlar gözeçarpıyor. Budanarak garip şekiller verilmiş ağaçlarınaltında beyaz mermerden kanepeler duruyor.

Villa sahibi günlerini okumakla, gezintilerle,dostlarıyla konuşarak, müzik dinlemekle, felsefeokumakla, jimnastik yapmakla, avlanmakla geçirirdi.Şölende, altından çocuk heykellerinin ellerindekimeşaleler sabaha kadar yanardı. Misafirlerden biride bir ruloyu açarak Saturnus ülkesi ve ilk insanlarınmutluluğu üstüne bir şiir okurdu. Devrilmiş şarapbardakları ve yaprakları dökülmüş gül çelenklerigüneşin altında parlardı.

Ama ev sahibi, o güzel şiiri işitemezdi ki. Aklı fikri,hep yeni günün beraberinde getirdiği dertleriydi.Sepetlerdeki kehribar gibi üzüme bakarken, bağbakımının ne zahmetli bir iş olduğunu düşünürdü.Asma çubuklarına, küçük bir çocuğa bakar gibibakmak gerekti. Toprağı gübrelemeli, sulamalı,yabani otları temizlemeli, asmaları budayıpaşılamalıydı. Ve bütün bu işleri, kölelere yüklemek

gerekirdi.

Toprak, artık insanlara ekmek ve meyve vermekistemiyor gibi gitgide cimrileşiyor, kısırlaşıyordu.Sebebi, toprak sahiplerinin, toprağa bakım işlerinikölelere bırakmış olmalarıydı.

Bu düşünceler, villa sahibini rahatsız ederdi. Yüzüasık, başı eğikti. İşte bu kaygılar, şölenin tadınıkaçırırdı.

Öte yandan, villayı bir duvar gibi çevreleyenservilerin arkasındaki tarlalarda savaştaki askerlergibi uzun diziler halinde, sıra sıra köleler taşlı toprağıçapalardı. Diziler boyunca atlı gözcüler gidip gelirdi.

Kırbaç zoruyla çalıştırılan bu boynu bükük köleler,dünyanın dört bir yanından getirilmişti.

Aralarında mavi gözlü Cermenler, kara deriliNubyalılar, iri yarı, sakallı İskitler vardı.

Talih, birbirlerine yabancı, başka gökler altındadoğup büyümüş olan bu insanları, gurbette kardeşyapmıştı.

Alınlarındaki damgayı örtmemesi için tümünün

başları yarıya kadar tıraşlıydı.

Bir gözcü diğerine: “Bir panter sırtı gibi çizgili şusırtlara bak! Kim dalgacı, kim daha çok kırbaç yemişhemen belli oluyor. Şu bir avuç buğday yediği içincezalandırıldı. Komşusu da, öküzlere iyi göz kulakolmadığı için... Şu ötekiler, ayakları zincirlilerse,kaçmak istedikleri için yediler cezayı. Bir kez dahakaçmaya kalkarlarsa, kurtuluş yok. Bunlar sonunda,ya fırında yakılacak, ya aslanlara parçalatılacak, yaçarmıha gerilecek ya da katranlı elbise giydirilipyakılacak” diyordu.

Gözcü doğru söylüyordu.

Köle sahibi, kölesine ne isterse yapabilirdi. Köleonun malı, aletiydi.

İşten, iş aletlerinden, öküzlerden, gözcülerden,sahiplerinden nefret ediyorlardı. Köle olarakyaşamaktan gına gelmişti ve tek bir gün olsun,istedikleri gibi özgür yaşayabilmek için her türlüişkenceye katlanmaya hazırdılar.

Köle öküzle, pullukla bir tutulurdu; oysa insandı.

Köle bunun acısını kendisine emanet edilenaletlerden ve hayvanlardan çıkarırdı. Onlara birdüşman gibi bakardı.

Zamanla karasabanın yerini tekerlekli pulluk aldı.Harman makineleri, presler, vinçler, dokumatezgâhları peyda oldu.

Yine aletlerle çalışabilmek için ustalık gerekti.Aletler ve malzeme daha büyük bir dikkatle, dahabüyük bir sevgiyle ele alınmalıydı. Ama zorlaçalıştırılan kölenin, işe sevgisi olabilir miydi?

Köle sahibine göre köle, toprağın celladıydı.

Toprak ağaları kölelerine, kızgın demirledağlanmış alınlarına, yarıya kadar tıraş edilmişbaşlarına korkuyla bakarlardı. Ve bu toprak rengiyüzlerde, ahmakça itaat yerine, gittikçe kinokunuyordu.

Köleler ayaklanıyor, ambarları yakıyor, sahiplerininvillalarını tahrip ediyorlardı.

Seçkin Romalı kumandanların bile başaçıkamadıkları Spartacus’un ayaklanması daha

unutulmamıştı.

Yol boylarında yine asi kölelerin gerilmiş olduğuçarmıhlar, sonsuz bir duvar gibi uzanıyordu.

Yol çıkmaza girmişti. Bunun bir çıkar yolu varmıydı?

Artık köleler şöyle dursun, köle sahipleri bilekölelik düzeninden kurtulma yollarını arıyorlardı.

Toprak ağaları, kolon denen özgür çiftçileretarlalarını kiraya vermeye başladılar. Özgür insan,toprağı daha iyi işliyordu. Çalışan ellerin işlediğikısırlaşmış toprak da cömertleşiyor, bol ürünveriyordu.

İyi, ama sağlam ve güvenilir kolonları neredebulmalıydı? Özgür çiftçiler, çoktan başlarını alıpköyden sıvışmış, köylülerin en hali vakti yerindeolanları bile iflas etmişlerdi. Bazıları ticarete ve çeşitlizanaatlara geçmişti. Bunlar dükkân ve atölyelerindennasıl geri getirilebilirlerdi? Bir kısmı da direniyor,azgın ve başıboş bir kalabalık halinde sirkleri, pazaryerlerini dolduruyorlardı. Pulluğu kılıçla değiştiripTuna ötesinde barbarlarla savaşanları da vardı.

Köylüler, Roma için bütün yeryüzünü zaptetmişken, kendi bir avuç topraklarını kaybetmişlerdi.

Büyük toprak ağaları, güç bir sorun üzerinde kafayoruyorlardı. Toprak kime kiralanmalıydı? Dilencilerimi getirip yerleştirmeliydi toprağa?

Dilenciler, yoksulluğu da birlikte getireceklerdi.Hep borç içindeydiler, bunları ödeyecek halde dedeğildiler. Toprağı sürecek bir pullukları bile yoktu.

Toprak ağalarının dertleri başlarından aşıyordu.Kolonların dertleri daha da büyüktü. Umutsuzlukiçinde soruyorlardı kendi kendilerine: Borçtan nasılkurtulmalı? Kurtuluşu nereden beklemeli?

Köyde hayat günden güne güçleşiyordu. Şehirdekide daha iyi değildi ya! Roma’da tüccarlar işlerin kötügidişinden şikâyetçiydiler. Dokumacılar, çömlekçiler,camcı ve bakırcılar da öyle. Roma’ya her yerdenucuz mallar geliyordu. Galya’dan çuha,İskenderiye’den cam, İspanya’dan gümüş kaplar...

Romalı ustaların, taşra şehirlerinden Liyon’da,Bordo’da, Trir’de pek çok rakibi peyda olmuştu.

Roma, birçok halkı esareti altına almış, kendisi içinçalışmaya zorlamıştı. Ama emek büyük biröğretmendi; uzak Ron, Ren ve Temza kıyılarındayaşayan halklara çok şey öğretmişti.

Barbarlar çalışıyor, öğreniyor, ilerliyorlardı. Aydın,kültürlü Roma’ysa, boyuna istiyordu: Hep gelsindi.Roma çalışmayı unutmuştu. Her şeyi kolayca eldeediyordu.

Romalılar ticareti bile öbür halklara bırakmışlardı.Romalı niçin kendisini tehlikeye sokacaktı? Fırtınalıdenizde ve susuz çölde ne diye dolaşacaktı? Varsınbunu Suriyeliler, Parth-lar, Araplar, Fenikelileryapsındı. Romalılaraysa, tüm Hindistan servetlerininayaklarına gelmesi için sadece buyurmak yetiyordu.

Buyurmak. Romalıların kendilerine sakladıkları tekşey buydu. Bir zamanlar Romalılar, tecrübeli ve cesuraskerlerdi. Artık bu işi de başkaları görüyordu.Sonsuz entrikaları yapacağını yapmış, Roma’yı okerteye getirmişti ki, gerçek bir Romalıya rastlamakmesele olmuştu. Birçok eski aile sönmüştü. Roma’yısavunmak için Romalı yetmiyordu. Altın kartallıbayraklar altında, altışar kişilik saflar halinde,

Cermen komutanlarının komutasında Cermenleryürüyordu. Roma Senatosunda işleri Galya,Cermanya, Suriye asıllılar yürütüyordu.

Geçen her yüzyılda Roma daha da zayıflıyor, esirettiği halklarsa güçleniyordu. Roma zayıfladıkça,kendisini saran halkların artan baskısını önlemek degüçleşiyordu.

Romalılar esir halklara tepeden bakıyorlardı.Romalı ve Yunan olmayanlara, “barbar” deyipçıkıyorlardı. Roma’yı sıkıştıran bu barbarlar, kölelikdüzeninden daha ileri bir düzenin taşıyıcılarıydı vegüçleri de bundaydı.

Barbar önderlerinin de köleleri vardı, amainsanların çoğunluğu özgür kimselerdi. Çayırlardan,ormanlardan ortaklaşa faydalanırken, toprağı aileleriişliyordu. Büyük patriyarkal aileler halindeyaşıyorlardı. Aile başkanı, en yaşlı olan kimse, yanibaba ya da dedeydi.

Komutanların, askerlerin elinde, gittikçe daha çoktoprak birikiyordu. Daha sonraları bunlardan topraksahipleri, yani feodaller sınıfı meydana gelecekti.

Roma’daysa kölelik düzeni derinlere kök salmıştı.

Barbar kabileleri, sınırı gittikçe daha sık aşarakimparatorluğa dalıyorlardı. İmparatorluğun kuzeysınırları boyunca Romalı mühendislerin yaptıklarıyüksek duvar, barbarları durduramıyordu. Galya’dangeçip Alpleri aşan barbarlar, şahlanmış dalgalar gibiİtalya’ya yayılıyorlardı.

Köyde yaşamak tehlikeli olmuştu. Villaların yerinişatolar almaya başladı.

Kaldı ki, şehirler de daima tehlikedeydi. Galya’daşehirlerin, her yıl yeni tapınaklarla, sirklerle,tiyatrolarla süslenip enine boyuna genişlediğizamanlar geçmişe karışmıştı. Galya şehirleri askerkampına çevrilmişti. Yüksek duvarların kuşattığışehrin içinde karanlık kışlalar yükseliyordu.Dolaylarında da alevler birbirlerinin üstündebindirilmiş gibi görünüyordu.

Yüzyıllar gelip geçiyordu. III. yy. bitmiş, IV. yy.gelmişti.

Ortaçağ yaklaşıyordu. Bu her yerde seziliyordu.

Latin dilinde, önceleri bilinmeyen acayip bir sözbelirdi: Burgus. Almanca bir sözdü bu. Şato demekti.Romalılar sakal bırakmaya, barbar elbiselerigiymeye başladılar. Oysa eski zamanlarda buherkesçe ayıplanırdı. Romalı yalnız kendisinin, yaniBüyük Şehir denen Roma vatandaşının giyme hakkıolan toga’sıyla övünürdü. Sonraları, uzun kollu birelbise, gömlek ya da kaftan giymiş bir Romalıya artıkkimse şaşmaz olmuştu. Gocuk giymek bile, helekuzey şehirlerinde moda olmaya başlamıştı.

Roma togası yerine, barbar gocuğu! Bu, Romalılariçin kötü bir işaretti.

Emeğe Lanet

Roma İmparatorluğu’nun durumu günden günekötüleşiyordu.

Aç gözlü memurlar, halkı soyup soğanaçeviriyorlardı. Öyle bir zaman geldi ki, yalnızimparator değil, imparator naipleri de hükümdar vetanrı kesilmişti halkın başına.

Kimileri, tıksırıncaya kadar yiyip içebilmek içinmidelerini boşaltacak kusturucu ilaçlar alırken,

kimileri de açlıktan ölüyordu. Açlar toklardan, zayıflarşişmanlardan kat kat fazlaydı.

Köylerde kolonlar vergilerin, angaryaların yüküaltında eziliyordu. Yavaş yavaş yurt dışına ekmekaramaya gidiş başladı. Zamanın yazarlarındanSalvianus, bu yoksulların “Romalıların insanayakışmayan barbarlığına dayanamayıp o eski Romainsanseverliğini aramak için, barbarların yanınagittiklerini” yazmıştı. Barbarlar arasında insanvergiyle boğulmazdı, orada köleler bile Roma’dakibirçok özgür insandan daha iyi yaşarlardı.

Köylüler çiftliklerinden kaçıyor, yakalanıp geriçeviriliyorlardı. Bunlar toprağa, görülmez bir zincirlebağlıydılar. Ve bu zincirler kaçak köylülere, ancakköleler gibi kelepçe vurulduğu zaman gözegörünüyordu. Köylüler toprak ağasının kölelerideğildi, ama toprağın köleleriydi. Yasa böylediyordu. Köylü, işlediği toprakla birlikte satılıyordu.Özgür bir insan olduğu halde, bir öküz, bir pulluk gibiçiftliğin demirbaşı sayılıyordu.

Zanaatçı zanaatıyla perçinlenmişti: Çömlekçininoğlu çömlekçi, dokumacının oğlu dokumacı olmak

zorundaydı.

Emek, bir köle işi sayılarak önceleri de horgörülürdü. Sonraları, ekmeğini alın teriyle kazananözgür insanı da insandan saymamaya başladılar.

İmparatorluğun, köylü ve zanaatçılarla ilgili birkararında bakın ne deniyordu: “Emekçilik adiliğininlekesini taşıyan bu insanlar, insanlığa layık olduklarınıakıllarından geçirmesinler, hatta bunu hak etmişolsalar bile, hep oldukları gibi kalsınlar.”

Emeğe lanet!

Bu sözler, köleliğe dayanan düzenin ölümcezasıydı.

Kölelik düzeni son yıllarını yaşıyordu.

Haydut çeteleri yolları kesiyordu. Kölelerle köylüler,bunlara kahraman ve öç alıcı gözüyle bakıyorlardı.

Devletin nüfuzu zayıflamıştı. Toprak ağaları,davalara kendileri bakıyor, cezaları kendileri veriyor;birer şatoya çevrilen villalarını kendileri koruyorlardı.

Roma’nın kurmuş olduğu güçlü devlet örgütü

yıkılıyordu. Devlette kanunsuzluk ve keyfi idare almışyürümüştü. İki imparator vardı: Biri batıda, diğeridoğuda. İmparatorlukta dört Caesar’ın birdenhükmettiği zamanlar bile oluyordu.

Eskiden bütün yollar Roma’ya giderdi. Zamanlayeni başkentler belirmişti. Milano’da, Nikomedia’da,Konstantinopolis’te Caesarlar yaşıyordu.

Bir zamanlar Roma, dünyayı zapt etmiş olmaklaövünürdü. Şimdi barbarlar, Roma’nın mirasınıbölüşüyorlardı. Muzaffer Roma lejyonlarının, yüzyıllarönce geçtiği yollardan Franklar, Slavlar, Gotlar,Anglosaksonlar yürüyorlardı. Bazıları Galya’yı zaptediyor, bazıları denizi aşarak Britanya’ya geçiyor,bazıları da İspanya’ya yerleşiyordu.

Roma can çekişiyordu.

Doğuda vahşi Hun sürüleri yaklaşıyordu.Yeryüzünü saran yangının alevleri, bulutları bile kızılaboyuyordu.

Vaktiyle her eşiği, her haneyi koruyan o tanrılarneredeydi? Duaları niçin işitmiyorlardı?

İnsanlar yabancı tanrılara, yani İsisi’ye, Astarta’yayalvarıp yakarıyorlardı. Roma imparatorları, PersTanrısı Mitra şerefine tapınaklar yaptırıyorlardı.İnsanların tüm umutları mucizelere, büyüyebağlanmıştı.

İnsan şöyle düşünüyordu: “Kavradığım bilimin banane yardımı oldu? Burada, yeryüzünde pislik veyoksulluk içinde yok olurken, dünya yassıymış ya dayuvarlakmış, bana ne?

Ben zincirlere vurulurken, gök kubbelerininyapılışından, yani yıldızların bunlara çakılı oluphareketsiz mi, yoksa boşlukta serbest miolduklarından bana ne?

Bilgi beni ne mutlu yaptı, ne de özgür.

Kaldı ki, gerçeği öğreneceğim de şüpheli. Bengerçeğe yaklaşmaya çabaladıkça, gerçek bendenuzaklaşıyor.”

İnsan, bunca umut bağlamış olduğu bilime lanetokuyordu.

Kurtuluşu nerede aramalıydı?

Birçokları, kölelerin, yoksulların ve mazlumlarınkoruyucusu bir Mesih’in gelmesini bekliyor, bunainanıyorlardı.

Bu din, Mesih’ini sabırla beklemekte olan küçükYahudiler ülkesinde doğmuştu.

Dağlık Galile’de balıkçılar, çiftçiler, köleler veyoksullar, Kurtarıcının artık geldiği ve çarmıhagerilerek dünyanın tüm günahlarını ödediğini kulaktankulağa bir müjde gibi fısıldıyorlardı.

Başlangıçta küçük bir dere olan din akımı, yüzyıllargeçtikçe genişleyip derinleşiyor, aldığı onlarca kol ilekoca bir ırmak oluyordu.

Romalı naip ve memurlar, devletin temelleriniyıkmakla tehdit eden bu gür ırmağı durdurmayaçabalıyorlarsa da, karşısına çıkan her engel, yenidinin şehir ve köylerde daha genişçe yayılmasınasebep oluyordu.

Bilinen bütün usullere başvurulmuştu: Hıristiyanlarıaslanlara parçalatıyor, yakıyor, çuvallara sokup kızgınboğalara çiğnetiyorlardı.

İsa’dan vazgeçirmek için insanlara görülmedikişkenceler yapılıyor, “İmparatorun adına ant içersenkurtulursun” diyorlardı. On beş yaşındaki çocuklarbile: “Hıristiyanım ve Hıristiyan kalacağım” diyerekkendilerini parçalatıyorlardı.

Bu inadı anlamayan Romalılar, binlerce insanınruhunu korkunç bir hastalık sarmış sanıyorlardı.

Romalı naiplerden biri İmparatora şunları yazmıştı:“Bu kör inanç salgını, şehirlerden başka köyleri desarmış olmakla birlikte, önü alınıp durum kurtarılabilirgibime geliyor.”

Naip yanılıyordu. Artık salgını önlemek imkânsızdı.

Çünkü Romalılar, evrensel bir dine giden yolubizzat kendileri açmışlardı. Birçok halkı buyruğualtına alan Roma İmparatorluğu’na tek bir tanrıgerektiği düşünülüyordu.

Roma Penat’ları ve Lar’ları, yalnız Romalılarınevlerini korurlardı. Jüpiter de, esir halkların kabuledemeyecekleri kadar Romalıydı.

Ruhani ve dünyevi kuvveti tek bir şahısta

birleştirmek, toplamak! Bundan iyisi olamazdı.

Romalılar her yeni imparatoru “Caesar’sın sen,Augustus’sun sen, Tanrı’sın sen!” selamıylakarşılardı.

Böyle inanmak gerekiyordu. Subaylarla memurlar,belli gün ve saatlerde tapınakları ziyaret ederekimparatorun heykeline kurban sunarlardı.

Yalnız vazife zoruyla inanılan bir din, kötü bir dinolduğundan imparator, imparatorluğun tek tanrısıyapılamadı.

Romalılar, başka bir yol bulmayı denediler. Kenditanrıları arasına yabancıları da aldılar: PerslerinMitra’sını, Mısır’ın İsisi’ni, Frigyalıların Attis’ini.

Bununla, bir dini ötekinden ayıran duvarları yıkmakistiyorlardı. Ve bundan, yeni ortak bir din doğacağınısanıyorlardı.

Halkları birleştirip karıştırırken, halkları birbirindenayıran duvarları yıkarken, Romalılar eski gelenek veinançları da altüst ediyorlardı.

Derken, eski dinin enkazı üzerinde, imparatorluk

kararıyla değil, kendiliğinden, beklenmedik yeni birdin doğdu. Yeni din herkese açıktı. Yunanlı, Yahudifarkı tanımıyordu. Hepsi insandı. Romalı da, Barbarda. Birçok halkın inanç ve fikirleri bu yeni dinibeslemişti.

Kültürlü bir Grek, İncil’i okurken, kendi filozoflarınıhatırladı. Çünkü daha önce Platon, doğru insanlarınruhlarının yaşadığı daha iyi bir dünyadan söz etmişti.Diyojen, bir Hellenliyle bir Barbar arasında farkgörmez, kendisine dünyanın vatandaşı derdi.

İncil’i okuyan kültürlü bir Romalı da Seneca’yıdüşünürdü. Çünkü Seneca da, kötülüğe iyilikle cevapvermek gerektiğini öğretirdi.

Yeni din en çok, Platon ve Seneca’dan haberiolmayan insanlara yakındı. İskenderiye ya daSezareya gibi şehirlerin sokaklarında zanaatçılar,köleler, yoksullar toplanıyordu. Hıristiyanlığı övenbirini çevrelemiş, konuşmalarını can kulağıyladinliyorlardı.

– Vay senin haline Roma, diyordu Hıristiyanlığınpropagandacısı, vay haline, şeytanın arkadaşı,günahkâr Roma! Yanıp kül olacağın, sarayların enkaz

günahkâr Roma! Yanıp kül olacağın, sarayların enkazyığınına çevrileceği, Capitol’ün harabelerindekurtların uluyacağı gün yaklaşıyor!

Hıristiyan, halkları esir eden bu günahkâr şehriöfkeyle suçluyor, göklerdeki hakimin, tüm günahlılarıve dünyada insanların kaderlerini ellerinde tutanlarıcezalandıracağı günün geleceğini haber veriyordu.Emekçilere ve zahmet çekenlere, çektikleri cefalariçin ödül vaat ediyordu. “Bugün cefa çekenler, yarınTanrı katındaki azizler arasında yer alacaklar”diyordu.

İskenderiye varoşlarında yaşayan zanaatçılar busözleri dikkat kesilerek dinliyorlardı. Gözleri fırınlarındumanından çıkmıştı, elleri yanıklar içindeydi, devamlıçalışmaktan belleri bükülmüştü.

Omuzlarında yara izleri taşıyan, alınları damgalıköleler de konuşanı dikkatle dinliyorlardı.

Bu insanlar başka neye bel bağlayabilirlerdi?

Kaç kez umutsuzluktan bunalıp zalimlere karşısavaşa ayaklanmışlardı.

İskenderiye’de sokak çarpışmalarında yanıp

yıkılmış evlerin harabelerinde daha ot bitmemişti.Koca semtler enkazlara çevrilmişti. Birçok sarayın,İskenderiye’nin göğüs kabarttığı muzeumun yerindeyeller esiyordu. Son ayaklanma da, eşsiz birvahşetle bastırılmıştı.

Sağ kalanlar ne yapmalıydı? Bütün kölelerin, bütünesirlerin Roma’ya karşı hep birden ayaklanacaklarızaman henüz uzaktı. Ve köleler, yapılacak tek bir şeykaldığını sanıyorlardı: Mucizeye, kurtarıcıya, öbürdünyada ödüle bel bağlamak.

Hıristiyanlığı yayanların konuşmalarını kölesahipleri de kulak kesilerek dinliyor ve sık sık şusoruları soruyorlardı kendi kendilerine: “Bu fanatikleriizlemeye değer mi? Silaha sarılmasınlar da varsınbeklesinler Mesih’lerini!”

Yıllar geçiyordu. Milyonlarca insan Hıristiyanlığıkabul ediyordu.

Yeni din, insanların görüş ufuklarını öylesinegenişletmişti ki, bütün insanlığın, bütün dünyanınkaderi yarınki lokmasından başka bir şeyidüşünmeyen zanaatçıyı, kaçıp yurduna dönmeyihayal eden köleyi ilgilendirir olmuştu.

hayal eden köleyi ilgilendirir olmuştu.

Artık III. yy. bitmek üzereydi. Yeni dinle savaşmanınanlamsız olduğunu Roma imparatorları da anlamayabaşladılar. Çünkü bu din, evrensel imparatorluğunarayıp da bulamadığı evrensel dinin ta kendisiydi. Buöyle bir dindi ki, kölelere ve esirlere sabır ve itaattelkin ediyordu.

Yüzyıllar süren izlemelerden sonra Hıristiyanlıkzaferi kazandı. Roma İmparatoru KonstantinHıristiyan oldu. Konstantin şöyle düşünüyordu: “İsaputperestlerin tanrılarından daha güçlü. İmparatorluğukurtarmak için, onu İsa’nın himayesine havale etmekgerek.”

Denize düşenin yılana sarıldığı gibi, Roma da‘haç’a sarılmıştı. Köleler haçlara gerilerek alçakçaölüme mahkûm edilirken, sonraları haçimparatorluğun bayrağı olmuştu.

Bu, Roma devletinin yıkılışını önleyemeyecekti.Haç, haç kalacak, Roma piskoposu nüfuzunukoruyup artıracak, Roma İmparatorluğu çökecekti...

Kölelik düzeninin ömrü tükenmiş ve bu düzen,imparatorluğu çürütüp onun ölümüne sebep olan

hastalığa çevrilmişti. Hıristiyanlık Roma’yı buhastalıktan kurtaramazdı, kurtarmak da istemiyordu;çok çok imparatorluğun can çekişme süresiniuzatabilirdi.

Piskoposlar vaazlarında, kölelere “kardeşler”diyorlardı, ama kendi kölelerini serbestbırakmıyorlardı. Bunlar kölelere gökte cennet vaatediyor, dünya cennetini de imparatora ve memurlarabırakıyorlardı.

Ve imparatorun memurları, kaçan kölelerleköylüleri, putperest memurlardan daha şiddetleizliyor, barbarların ayaklanmalarını bastırıyorlardı.

Roma, kendi mezarını kendisi kazıyordu.

Ve öyle zamanlar geldi ki sayısız barbar ordularıRoma’ya saldırdılar. Gotlar Roma’yı çember içinealdılar. Roma’da açlık baş gösterdi. Kılıçtankurtulanları açlık öldürüyordu. Açlıktan akıllarınıkaybedenler birbirini parçalıyor, analar yavrularınakıyıyorlardı. Altın, değerden düşmüştü. Çünkü insanıölümden kurtaramıyordu.

Barbarlar Roma’ya girdiler. Ebedi şehri üç gün üç

gece yakıp yıktıktan sonra çekip gittiler. ZayıflayanRoma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olanRavenna’da Got sürülerinin gitmesine seviniyorlardı.Ama bu önü alınamaz saldırıların, ancak ilkdalgasıydı.

Kırk beş yıl sonra barbarlar Roma’ya yine girdiler.Bu kez Vandallar gelmişti. Şehir on dört gün yağmaedildi. Koca tapınaklar ve tiyatrolar harabelereçevrildi. Heykeller sokaklara atıldı. Ovidius’laLukres’in eserlerinin yazılı olduğu papirüs rulolarıyakıldı.

Vandallar şiirden, bilimden ne anlarlardı? Busözleri bilmezlerdi bile. Roma’yı tahrip edenVandalların adı binlerce yıl unutulmayacaktı.

İşte unutulmaktan beter olan böyle ölümsüzlük devar.

Önceleri bütün yollar Forum’a çıkarken, barbarlarınakınlarından sonra burada, bir köy sokağındaki gibiotlar bitmişti. Roma İmparatorluğu çökmüş, enkazlarıüzerinde barbar halkların devletleri doğmuştu.

Barbarlar birçok bakımdan Romalılardan

geriydiler. Ama en önemli meselede ileriydiler.Barbar kabilelerinde çiftçi, emeği ile kabile önderinive maiyetindeki askerleri besleyip geçindirmekzorunda olduğu halde, köle değildi. Ekmeğini kendialın teriyle kazananlar için barbarlar arasındayaşamak daha kolaydı. Romalı toprak kölelerinin veşehirli yoksulların, barbarların tarafına kaçmalarınınsebebi de buydu.

III. BÖLÜM1

Bilimle Uğraşanlar Parçalanıyorduİtalya çöle çevrilmişti. Birçok şehir yıkılmış birçoğu

da iz bırakmadan yeryüzünden silinmişti. Yakıngeçmişe kadar dört başı mamur olan bir diyarı,ancak sel ya da deprem böylesine altüst edebilirdi.

Tarlaları yaban otları kaplamıştı. Bakımsız kalmışbağlar odunlaşıyordu.

Romalı Senato üyesinin konağı harabeyeçevrilmişti. Yabancılar konağın pembe ve beyazmermerinden, sütun ve cephe süslerinden,kendilerine köyler kuruyor, evler yapıyorlardı.

Servi ormanında balta sesleri dinmiyor, kesilenserviler, isli bir kulübenin ocağında yakılıyordu.

Got köylerinde çocuklar heykel parçalarıylaoynuyorlardı. Anneler kucaktaki yavrularını,Romalılardan kalma toga ve tuniklere sarıyorlardı.Komşu çiftliğe yeni sahibi, yani Got Kralı’nın

askerlerinden biri yerleşmişti. Kral, yabancıların buçiftliğini askerlerinden birine bağışlamıştı.

İtalya’ya Gotlar hâkimdi. Ama kölelerin durumueskisi gibi kötüydü. Oysa köleler Gotları, misafir gibisevinçle karşılamış, onlara şehirlerin kapılarınıaçmışlardı. Köleler çok geçmeden yine pulluğakoşulmuş, çapalarının başına dönmeyezorlanmışlardı.

Bazı yerlerde çiftlikler hâlâ eski Romalısahiplerinin elindeydi. Bunlar, korktukları veanlamadıkları yeni hayata bir yolunu bulup alışmayaçalışıyor, daha doğrusu son günlerini yaşıyorlardı.

Her yıl gelirlerinin üçte birini Got kralına haraçolarak gönderen Romalılar, ellerinden her şeylerininalınmadığına şükrediyorlardı.

İtalya ormanları arasında bir kale gibi yükselenyeni başkent Ravenna, eski Ravenna’yabenzemiyordu. Puta tapanların eski tapınaklarınahaçlar dikilmiş, eski devirlerin mahkemeleri olanbazilikalarda yargıçların oturdukları yerlere mihraplarkurulmuştu.

Got kralı Teodorik, Augustus unvanını almıştı veyabancı elçileri kabul ederken erguvani bir kaftangiyiyor, başına pırıl pırıl bir taç takıyordu.

Bu yeni kral, Augustus unvanını taşıyan Romaİmparatorlarından ne kadar farklıydı. Latince okumakşöyle dursun, çıkardığı kanunların altına imza bileatamazdı.

Komşu Burgundiya kralına ya da Frank Krallığı’namektup yazmak gerektiği zaman, sekreteri vedanışmanı Cassiodorus’a başvuruyordu.

Cassiodorus, soylu bir Romalı ve Senato üyesiydi.Kralın emrine boyun eğip elinde balmumundantahtacıklarla huzuruna çıkar ve sıradan bir kâtipmişgibi, efendisinin emirlerini yazardı.

Bu türedi Augustus, bu yeni barbar lider için devletyeni bir şeydi. Romalı danışmanlarla memurlarınyardımı olmadan, devlet işlerini yoluna koyamaz,devlet yönetimini başaramazdı. Çünkü bu, zor vekarışık bir meseleydi. Gotlarsa her işte kendigüçlerine güveniyordu. Onlara göre, askerin elikalem tutmayı değil, kılıç kullanmayı bilmeliydi. Peki,ama okuma yazma bilmeyenlerin, eli kalem tutmayan

ama okuma yazma bilmeyenlerin, eli kalem tutmayancahil insanların devleti idare ettikleri neredegörülmüştü?

Cassiodorus, efendisine saygıyla tavsiyelerdebulunuyordu. Kral da, uysal bir öğrenci gibi kâtibinidinliyordu.

Teodorik’in Amalasunta adında bir kızı vardı. Okuryazar olmanın faydasını babasından daha iyianlamıştı bu kız. Kitap okuyor, bilim ve kültür dili olanLatince’yi yutarcasına öğreniyordu. Birkaç yıl sonrabu dünkü barbar kız, Vergilius’ un şiirleriniLatince’den Yunanca’ya çevirmeye başlamıştı bile.

Amalasunta’nın oğlu, veliaht Atanarik debüyüyordu. Got çocuklarını okutmak yasak olduğuhalde Amalasunta, oğluna okuma yazmaöğretiyordu.

Bunu haber alan ihtiyarlar ve gözü pek askerlerkrala başvurup buna son verilmesini öfkeyleistemişlerdi.

Bunlara göre, başkalarına kötü bir örnek olabilirdibu. Kralın kendi yasalarını çiğnemesi olur muydu? Biraskerin cesur olması için, bilgili olması şart değildi.

Bir kere olsun hocadan dayak yiyen yüreksiz olur,kılıca dayanamaz diyorlardı.

Cassiodorus, susarak dinliyordu askerleri.Onlardan nefret ediyordu, ama belli etmiyordu.

Barbarlar o zamana kadar vahşi ve cahilyaşamışlardı.

Tacitus, Cermen çocuklarının buzağı ve domuzlarlabirarada çırılçıplak ve pislik içinde büyüdükleriniyazalı çok mu olmuştu? Caesar’sa Cermenlerde,talan için yapılan akınların ayıp sayılmayıp gençliğieğitme aracı olduğunu söylerdi. Cassiodorus,Cermen kabilelerinden biri hakkında Plinius’unanlattıklarını da hatırladı. Bu kabile uzak olmayan birgeçmişte, Kuzey Denizi kıyılarında göl evleri kurar veçiftliğin ne olduğunu bilmezdi.

Teodorik, Cassiodorus’u Gotların tarihiniyazmakla görevlendirmişti. Bu kolay bir iş değildi.Çünkü Gotların tarihi yeni başlamıştı ve yıldızlarıileride parlayacaktı. Cassiodorus umutluydu, kültürünbarbarlığı yeneceğine inanıyordu.

Kral Teodorik’in bir danışmanı daha vardı:

Boestius. O da Romalıydı, soylu bir ailedendi. Bilimiseverdi. Evinin en güzel yeri kitaplara ayrılmıştı. Boşsaatlerinde incelemeler yapardı. Sayıyla sesarasındaki gizli bağı çözebilmek için bir tahtayagerdiği telleri uzatıp kısaltıyordu. Boestius müziküstüne bir kitap yazıyordu. Bu kitap yüzyıllarcayaşayacaktı.

Mekanikle de uğraşıyordu Boestius. Teodorik içinyaptığı saat, zamandan başka yıldızların hareketinide gösteriyordu.

Bunu öğrenen komşu Burgundiya kralı Gundobad,Teodorik’ten su ve güneş saatleri göndermesiniistemişti.

Boestius işe sarıldı ve çok geçmeden Teodorik’inelçileri Lion’a armağan olarak bir saat götürdüler. Busaat hem zamanı ölçüyor, hem de yıldızlarınhareketini hesaplıyordu.

Boestius, Kral Teodorik’in sevgisini kazanmıştı.Onun ricası üzerine Cassiodorus, Boestius’a şumektubu yazmıştı:

“Ptolemaios’un Astronomi adlı eserini ve Öklid’in

Geometri adlı kitabını, senin Latince tercümelerindenokuyorlar. Tanrıyı inceleyen Platon’la mantıkçıAristoteles, Latin dilinde tartışıyorlar. MekanikçiArşimet’i de Latince sen konuşturdun. VerimliYunanistan’da doğan her bilim ve sanatı, Romasenin sayende ana dilinde öğrendi.” Boestius, bumektubu okurken şöyle düşünmüştü: “BuCassiodorus’un üslubu. Bu barbarların Aristoteles’ianlayabilmeleri için daha birkaç yüz yıl geçmeli.”

Boestius, boş kalan her dakikasını okumaklageçirirdi. Elinde olsaydı dünyada olup bitenlerigörmemek ve bilmemek isterdi. Ebedi şehir denenRoma’nın ve mağrur Roma İmparatorluğu’nun başınaneler gelmişti! Barbar sürüleri ülkeyi sel gibibasmışlardı. Savaşın arkasından, sağ kalanları dakırmak için açlık ve veba baş göstermişti. RomaSenatosu’nun üyeleri, Romalı olduklarını unutup hiçolmazsa bir şeyleri kurtarmak umuduyla, barbarlarınkarşısında el pençe divan duruyorlardı.

Boyun eğmekle selin önü alındığı neredegörülmüştü? Barbar seli yalnız Romalıların mal vemülklerini, haklarını değil, her şeyi, felsefeyi, sanatı,bilimi de silip süpürecekti.

Boestius, senato üyeleriyle görüşerek caeserlarınsaltanat sürmeye devam ettikleri Byzantion’a birmektup yazdı. Kurtuluş gelirse oradan gelirdi. Çünkübarbar sürüleri Doğu Roma İmparatorluğu’nu dahaçiğnememişlerdi.

İpleri Ravenna’dan Byzantion’a uzanan komplogizli tutulamamış, açığa çıkarılmıştı. Küplere binenTeodorik, Boestius’u zindana attırdı.

Taş duvarlar arkasında idamı bekleyen Boestius,teselliyi yine felsefede aramıştı. Yazdığı kitap daFelsefeyle Avunma adını taşıyordu.

Ağır kapı sımsıkı kapalıydı. Gardiyanlara rüşvetvermek imkânsızdı. Dostlarını Boestius’un yanınabırakmıyorlardı, ayrıca dışarıda dostu kaldığı daşüpheliydi.

Boestius yalnız değildi. Kitapları vardı yanında.Kendisi gibi zindandayken felsefede teselli arayanSokrates geliyordu yanına. Eskiçağın filozoflarıgeliyordu. Fakat ölüme mahkûm bir kimseyi tesellietmek zordu. İleride bir umut, bir ışık görünmüyordu.Boestius şöyle düşünüyordu: Zamanın yıpratıcı

kuvvetine ebedi şehrin bile dayanamadığı budünyada, her şey geçiyor ve çürüyor.

Kalem durmadan yazıyor, kafa durmadanişliyordu.

Cellatsa, bu düşünen kafayı kesecek olan baltayıbilemeye başlamıştı bile.

“Son Romalı” denilen Boestius, boynu vurularaköldürülmüştü. Ya Cassiodorus? O da mı ölmüştü?Yoksa o Romalı değil miydi? Romalıydı ve hiçolmazsa Boestius kadar antik kültüre âşıktı.

Fakat komploya katılmamıştı. Tarihi iyi biliyordu veonu durdurmanın imkânsız olduğunu anlıyordu. Böyleolmakla beraber Cassiodorus da kültür uğrundasavaşıyordu. Yalnız onun seçtiği yol başkaydı:İtalya’nın güneyindeki çiftliğine çekilerek oradadünyanın ilk manastırlarından birini kurdu.

Manastıra “Hayat Evi” anlamına gelen “Vivarium”adını verdi. Cassiodorus burada hiç olmazsabarbarlardan kurtarılan şeyleri yaşatmak istiyordu.

Kitap kopya eden hattatların işinden daha şerefli

bir iş olmadığını söylüyordu rahiplere.

Rahipler de, sabahtan akşama kadar Roma veYunan filozoflarının eserlerini kopya ediyorlardı.

Aradan yıllar geçti.

VI. yy.’ın ikinci yarısıydı.

Ostrogot Krallığı çoktan çökmüştü. Ravenna’daLongobardlar hükmediyorlardı.

Güneydeki Vivarium’daysa sanat önceki gibisürüp gidiyordu. Sessiz ve sabırlı çalışmalar bir günbile durmuyordu. Rahipler, bir arı kovanı gibi antikbilimin balını gelecek kuşaklar için topluyorlardı.Manevi babaları Cassiodorus, artık doksanını aşmışbir piri faniydi. Fakat ölmeye ne niyeti vardı, ne devakti. Ölüm bile Hayat Evi’ne girip onun çalışmalarınason vermeye, kalemini durdurmaya cesaretedemiyor gibiydi. Bazen Cassiodorus,yazdıklarından başını kaldırarak mor dağlara bakıyor,dağları değil Roma sokaklarını, gençliğini, dostlarınıgörüyordu... Boestius geliyordu gözlerinin önüne veonun Felsefeyle Avunma kitabını hatırlıyordu.

Boestius’u idam ettirenler çoktan çürümüştü.Teodorik mezardaydı. Kızı Amalasunta da birlikteyaşamak istemediği için, barbarlar tarafındanöldürülmüştü.

Roma’nın yerinde de yeller esiyordu.

Kitaplarsa Roma’dan çok yaşamıştı. Fikir,yüzyıllardan da fazla yaşar...

Cassiodorus’un aklı, kendinden önceki kuşaklarınbiriktirdiği bilgiyi, tecrübeyi gelecek kuşaklara mirasolarak bırakmıştı.

Yazdığı kitabın adı, Serbest Sanatlar Üstüne’ydi.Yedi serbest sanat, yedi bilim dalı biliyorduCassiodorus: gramer, retorik, diyalektik, aritmetik,müzik, geometri, astronomi. Bunları bir kitapta nasıltoplamalıydı? Yaşlı eli titriyordu, kalbi yorgundu. Nelergörmüş geçirmişti bu kalp doksan yılda.

Ama ihtiyar, ölmemek gerektiğini biliyordu.Kitabını tamamlamalıydı. Gelecek kuşaklar defineninyerini, nerede gömülü olduğunu bilsinler diye hiçolmazsa filozofların adını söylemeliydi.

Sonunda kitap tamamlanmıştı. Cassiodorus yüzyaşında öldü. Başkaları onun eserine devamediyorlardı. Manastırlarda, ruloların üzerine eğilmişhattatlar çalışıyordu.

Bilgi âşıklarına kopya etmekten başka ne kalmıştızaten. Yaratmanın zamanı geçmişti, hiç olmazsa eskiçağlardan kalanları koruyup sonraki kuşaklarabırakmalı, onları böylece yaşatmalıydı.

Karanlık, yıldan yıla koyulaşıyor, bilgili insanlarazaldıkça azalıyordu.

Piskopos Turlu Gregor, dostu şair Fortunat’a“Bizde bilimlerin öğrenilmesi gerekiyor” diyeyazmıştı.

Manastırların sayısı artmıştı, ama rahiplerCassiodorus’un kutsal saydığı işe günah gözüylebakmaya başlamışlardı.

Kilisenin reisi olan Roma papazı, piskoposlardanbirine şunları yazmıştı: “Öğrendiğime göre gramerokutuyormuşsun? Bunu yazarken yüzüm kızarıyor.Kederliyim. Saçma dünya bilimleriyle uğraşmadığınıispatla ki, biz de tanrımıza şükredelim.”

Bilim küçümseniyor, gelişmesine imkânverilmiyordu. Üstelik izleniyordu da. Dokuz yüz yılyaşayan Atina Akademisi kapatılmıştı. Akademiyesığınan son filozoflar, Bizans İmparatoru Jüstinyen’inemriyle kovulmuşlardı. İskenderiye’de ayaktakımı,Sarapeion kitaplığını yakmıştı. Matematikçi Teo’nunkızı İpatiya, babasının izinden yürüyüp geometri veastronomi dersleri verdiği için parçalanaraköldürülmüştü.

Bilime, yurdu Atina’da ve İskenderiye’de bile yerkalmamıştı. Uzaklarda, Galya ve Cermanya’nın sıkormanlarında durum daha kötüydü.

Artık manastırlarda bilim, sadece “ilahiyatınhizmetçisi” olarak tutulacak bir üvey evlat olacaktı.

Yüzyıllar gelip geçecek, sabır meyveleriniverecekti. Bir masal prensi, demir kapıları açıp üveykızı zindandan kurtaracak ve kraliçe yapacaktı. Buprensin adı ne olacaktı. Roger Bacon mı? Kopernikmi? Leonardo da Vinci mi? Giordano Bruno mu?

Savaş Diye Buna Derim

Karanlık gittikçe koyulaşıyordu. Artık papazlar

arasında bile okumuş insana seyrek rastlanıyordu.

Ancak şurda burda ıssız adacıklar gibi manastırlaryükseliyordu. Bunların duvarları arkasında, küçükpencerelerden sızan zayıf ışığın altında, çalışkanrahipler sabahtan akşama kadar kitap kopyaediyorlardı.

Roma İmparatorluğu barbar sürülerinin akınınauğradığı zaman insanlar yığın yığın, imparatorluğunkenar bölgeleri olan Britanya ve İrlanda’ya kaçmayabaşlamışlardı.

Ürkek kadınlar, ağlaşan çocuklar, dertli, onurluerkekler, birer ölüm beşiğini andıran kayıklarla,yalpalaya yalpalaya, fırtınalı denizden geçiyorlardı.

İnsanlar evlerini barklarını, topraklarını, kölelerini,varlarını yoklarını bırakıp gidiyorlardı. Ağzına kadaryüklü kayıklara, ancak en değerli şeylerinialabiliyorlardı.

Kimi altın ve gümüş götürüyordu, kimi de değerlikürk ve kumaş. Ama kitaptan değerli eşyasıolmayanlar da vardı. Bunlar, o ana baba günündebile, can yoldaşları şair ve filozofları unutmamışlardı.

Eskiçağ felsefesini düşünenler pek azdı. Bilgi,denklerle insanlar arasında bir yerde büzülüpkalmıştı. Vaktini, saatini bekliyordu; sabırlabekliyordu.

Ve bu saat geldi.

İrlanda’daki manastırlardan birinde, bilgili birrahip, putperest ozanların eserleri olan eski sagalarıderleyerek kopya ediyordu. Fakat bu rahip, sıradanbir kopyacı değildi. İrlandalı denizci Mayl Duyn’unseferlerini anlatırken, Odysseus adındaki denizciyide hatırlamadan geçmiyordu. Kyklop’u, dilberKalypso’yu, Akdeniz’den okyanusa aktarıyordu. Eskibir İrlanda saga’sına Davud’un dinsel şarkılarındansözler örüyor, arkasına da Vergilius’un bir şiiriniekliyordu:

“Gün gelecek bunu da anmakbizim için bir sevinç olacak.”

Yurdunda unutulan Roma şairinin sesi, dünyanınbir kıyısında Son Tule yakınlarında yenidenişitiliyordu.

İrlanda ve Britanya manastırlarında şiirle birlikte

bilim de barınak bulmuştu.

Beda adındaki saygıdeğer bilim adamı, manastırokulları için ders kitapları yazıyordu. Boestius’unyazdığı müzik kitabını özetliyordu. Britanyalı Alcuin,Beda’nın kitaplarından aritmetik ve müziköğreniyordu.

Böylece, yüzyıllardan gelen bilgi kıvılcımı,Aristoteles’ten Boestius’a, Boestius’tan Beda’ya,Beda’dan Alcuin’e geçiyordu.

Alcuin de, bu kıvılcımı kendinden sonrakilere mirasbırakmak için çalışmıştı.

Aristoteles, İskender’in hocasıydı.

Alcuin, Şarlman’a hocalık etti.

Frank kralı Şarl, güçlü ve yürekli bir bahadırdı.Savaşta öyle darbeler indirirdi ki, ağır kılıcı düşmanınmiğferini yarıp kafasını parçalardı.

Fakat onun kocaman elleri için kalem pek hafif veküçüktü. Kalem tutmayı pek beceremiyordu daha.

Yatağa girerken, yastığının altına balmumundan bir

tahta ve sivri uçlu bir kalem alıyordu. Uykusuzgecelerinde tahtacığı alıp üzerine özene bezeneLatin harfleri çiziyordu. Açık pencereden esen hafifrüzgâr, kandilin alevini titretiyordu. Kralın uzun sakalıtahtaya değiyor ve yazmaya engel oluyordu. Harflereğri büğrü çıkıyordu. Sakallı öğrenci memnun değildi.Yazdıklarını kalemin küt tarafıyla düzleyerek yenidenbaşlıyordu. Şarl gayretle çalışıyordu. Okumanınyazmanın ne kadar gerekli bir şey olduğunu biliyorduçünkü.

Büyük bir devlet kâtipsiz, kanunsuz, elçisizolamazdı.

Şarl’ın devleti de küçük değildi. Üstelik durmadangenişliyordu. Ateş ve kılıçla az mı ülke zapt etmişti.

Şarl, Papa Leon’un eliyle Roma İmparatorluğu’nunaltın tacını giydiği 800 yılının noelini hatırlıyordu.

Bir imparator nasıl bilgisiz olabilirdi?

Akşamları Şarl’ın Aachen’daki sarayında bilgilikişiler toplanırdı. Alcuin, tarihçi Eingard ve şairAngilbert hep orada olurlardı.

Şarl, oğullarını, kızlarını ve kız kardeşlerini çağırtırdı,okumuş insanların konuşmalarını dinlesinler diye...

Bu toplantılarda herkese birer ad takılırdı:

Angilbert’e Homeros derlerdi, Alcuin’e bir Romaadı olan Albin’den başka bir de Roma şairi HoratiusFlaccus şerefine, Flaccus adı takılmıştı. YunanlılarlaRomalıların arasına her nasılsa bir de hükümdarDavit karışmıştı. İmparator Şarl’a Davit diyorlardı.

Toplananlar şiir okur, tartışır, güzel konuşmadenemeleri yaparlardı. Her biri, söz yarışmasındaötekileri geçmeye çalışırdı. Şarl nükteli bir cevapaldığı zaman, “mükemmel bir darbe” ya da “bensavaş diye buna derim”, “savaş böyle olmalı işte”derdi.

Bu, her ne kadar bir oyuna benziyorsa da,oynayanlar bunu ciddiye alıyor, önemli bir işsayıyorlardı. Derneklerine “Akademia” diyorlardı veyeni bir Atina kurduğu için Şarl’ı övüyorlardı.

Oysa sarayın penceresinden görünen karanlıkormanlar arasındaki bu ahşap şehir, Atina’dan nekadar farklıydı.

“Akademia” sözünün de ocak başındaki bu akşamsohbetleriyle bir ilgisi yoktu; dağlar kadar fark vardıaralarında. Bu, bir Akademi’den çok, çocuklarlayaşlıların okuduğu bayağı bir okuldu.

Burada yeni öğretiler üstüne bir söz işitilmezdi. Buinsanlar kendilerini ifade etmeyi daha yeniöğreniyorlardı, kendi fikirleri nereden olacaktı.Akademia neredeydi, bunlar nerede? Yüzlercefersahlık bir çevrede, bazen tek bir okur yazarın bilebulunmadığı yerde, asıl okul gerekliydi.

Yüzyıllar geçiyordu.

Bilgi kıvılcımı elden ele iletiliyor ve ortalığı sarankoyu karanlıkta gittikçe daha solgun ve daha zayıf birışık saçıyordu.

Şarl öldükten sonra, devleti küçük parçalarabölündü. Çünkü Şarl bir eliyle aldığı toprakları öbüreliyle, halkı da içinde olarak kendi kont ve düklerinevermişti. Bunlar kendi malikânelerinde birerhükümdar kesiliyordu. Ve her malikâne, küçük birdevlet, ayrı bir dünyacıktı.

Yeni Düzen: Feodalizm

Malikâne ayrı bir dünyacıktı. Etrafta her şey silinipkontun şatosu komşu köylerle birlikte okyanusortasında bir ada gibi kalsa bile, yine de yaşıyordu.Çünkü burada toprak köleleri, kendilerine veefendileri senyöre bez dokuyor, deri işliyor, çizmedikiyor, bira yapıyor, un öğütüyor, balık tutuyorlardı.

Senyöre çalışanlar köle değil, toprağa bağlıköylülerdi.

Roma’yla birlikte, bin yıllık kölelik düzeni deyıkılmıştı.

Yeryüzünde yeni bir düzen oluşuyordu: Feodalizm.Toprak sahiplerinin çiftliklerinde hâlâ bazı kölelervarsa da, çiftliğin temeli bunlar değil, toprakköleleriydi.

Köle çalışmayı hiç sevmezdi, toprak kölesiyseçalışmadan yaşamayı aklından bile geçirmezdi.Ürettiğinin ancak yarısına, hatta üçte birine sahipti,ama ne de olsa sahipti... Kölenin hiçbir şeyi yoktu,toprak kölesininse tırmık, pulluk gibi tarım aletlerivardı ve bunların üzerine titrer, her zaman işeyarayacak durumda olmalarına dikkat ederdi.

Fransa ya da Cermanya ormanları arasında birada gibi duran bu malikânede, her şey toprakkölesinin emeğine dayanıyordu. Malikâneyi, kurt veayıların yaşadığı sık ormanlar kuşatıyordu. Ancak arasıra çiftlik sahibi, köpekleri ve köpek bakıcılarıylaburalardan geçerdi. Havlamalar ve boynuz sesleriuzaklara yayılır, sonra her şeye yine sessizliğegömülürdü.

İnsanlar yurtlarından, doğup büyüdükleri yerlerdenseyrek ayrılırlardı. Yollar o kadar kötüydü ki, atlagitmek bile zordu. Bir cenaze alayıyla bir düğün alayıkarşılaşacak olurlarsa, geçmelerine imkân yoktu. Budurumda uzak yolculuğa çıkmayı kim göze alabilirdi.Yol boylarındaki her şato bir haydut yatağıydı.Başlarında bizzat derebeyinin de bulunduğu bir sürüsilahlı haydut, yoldan geçenlere çullanırdı.

Bereket versin, arabayla yolculuk edenler azdı.Tüccarlar çoğu zaman yaya dolaşır, Uzakdoğuülkelerinden gelen karabiber, pırıl pırıl Frizkumaşlarını, kızlar için renk renk ipekli kurdelaları hepsırtlarında taşırlardı.

Yüzyıllar sonra bile, Londra’daki ticaret

mahkemesine, tüccarların tozlu yollarda yayadolaştıkları zamanlara atfen “Tozlu AyaklarMahkemesi” denilecekti.

Dünya daha daralmış, daha küçülmüştü.

Avusturyalı bir rahip kendi tarih kitabındaNormanların, İngilizlerin, Fransızların, daha tamolarak bilinmeyen halklar olduğunu yazmıştı. İngiltereve Fransa’da da birçokları Avusturya’nın neolduğundan bile habersizdiler.

Yabancılara düşman gözüyle bakılırdı. Yabancıtüccarlara ancak panayırlarda rastlanabilirdi. Panayırpek az şehirde ve çok seyrek olurdu.

Yabancı tüccarlarla kavgaların ölümle bittiği,alışverişin yağma halini aldığı da oluyordu. Dükkânve kulübeler yakılıp yıkılır, tüccarlar birbirleriniyaralardı.

İnsanların, yaşadıkları dünya hakkında bildikleri,uzak yıldızlar hakkında bildikleri kadar azdı. Dünyaumurlarında değildi. Onsuz da pekâlâ yaşıyorlardıya...

Kitap derseniz, hemen hemen hiç kalmamıştı,kalanlar da manastırlardaydı. Rahip olmayanlara,kutsal kitabı bile okumak yasaktı.

Dünya yeniden daralıyor, küçülüyordu.

Bilim adamları bile dünyayı yine dar bir odabiçiminde düşünüyorlardı. Bu odayı dört yandanOkyanus çevreliyordu. Okyanusun ötesinde,dünyanın duvarları yükseliyordu. Bunlar yükseldikçeyuvarlaklaşıp gök kubbeyi meydana getiriyorlardı.Kubbenin üstünde tanrılar ve evliyalar yaşıyordu.

Bu dar dünyanın ortasında yalnız bir deniz, üç köyve üç büyük ırmak vardı: Nil, Dicle ve Fırat. Dünyanınkenarında, işte oradaydı.

Hıristiyanlar İçin Coğrafya adlı kitapta dünya, işteböyle tasvir edilmiştir. Bu kitap pek eski olup, dahaVI. yüzyılda Mısırlı rahip Kozma tarafından yazılmıştır.Kozma’nın vatanı İskenderiye’de, eski Yunan bilimi ozaman daha unutulmuş değildi.

Kozma’nın kendisi de dünya görmüş, uzakülkelerde bulunmuştu. Zaten kendisine“İndikopleustes - Hindistan Gezgini” adı verilmiş

olması da bunun içindi.

Ne var ki Kozma bilimi reddederek şöyle diyordu:“Bilgiden kibir doğar, kibirlenmekse günahtır. Belkibilim adamları güneş ve ay tutulmalarını doğruhesaplıyorlardır, ama bunun insanlara faydası azdır.”Kozma şunu da ekliyordu: “Ben bildiklerimi kendikendime, kendi düşüncemle değil, Tanrı’nınkitabından öğrendim.”

Artık bilim adamları, doğa kitabını okumakistemiyorlardı. Bakışlarını kutsal kitabın sararmışsayfalarına çevirmişlerdi. Bu yorgun gözler tekrardünyaya baktıkları zaman, onu görmüyorlardı.

Çevrelerinde ne ağaç vardı, ne çiçek, ne de kuş.Var olan yalnız semboller, kitaplardaki satırlardı. Herşey sadece kutsal kitabı doğrulamak için vardı.

Öğretmen, manastır okulunun loş bir hücresindeöğrencilere Fiziyolog adlı kitabı okuyordu. Bu, acaiphayvanlardan bahseden bir kitaptı.

“Filin tabiatı şöyledir: Düşerse kalkamaz. Çünküdizkapakları bükülmez. Fil uyumak isterse, meşeağacına dayanır. Filin bu alışkanlığını bilen avcılar,

ağacı yarı keserler. Fil gelip ağaca dayandığındaağaç devrilir, yere yuvarlanan filse bağırmaya başlar.Bunu işitip yardıma koşan başka fil de yıkılır. Busefer ikisi de bağırmaya başlar. O zaman on iki filbirden gelir. Onlar da yere yuvarlanmış fillerikaldıramaz ve hepsi birden başlarlar bağırmaya.Gele gele bir yavru fil gelir ve hortumunu yerdeki filinaltına sokup onu kaldırır...”

Çocuklar gözlerini dört açarak dinlerlerdi bunları.Öğretmen, fillerin yaşadığı ülkeler üstüne çocuklarınhayal kurmalarına meydan vermezdi. Büyük filinaslında fil olmayıp eski Musevi dini olduğunuanlatırdı. Küçük filse, insanı kurtarıp yüceltmek için,alçakgönüllü bir kul kılığına giren kurtarıcı, yani İsa’dır.

Böylece, sürükleyici bir hikâye, karışık veanlaşılmaz bir öğüt oluvermişti.

Uzak ülkeler hakkında anlatılan efsanelere, yavaşyavaş öğütler ve din büyüklerinin hayat hikâyeleri dekarışıyordu.

Ermiş Brandan’la arkadaşlarının başındangeçenleri şöyle anlatırlardı: Bir deniz yolculuğundabüyük bir ada görmüşler. Adaya çıkıp çadır

büyük bir ada görmüşler. Adaya çıkıp çadırkurmuşlar, derken ada kuyruk çırparak kımıldamayabaşlamış. Ancak o zaman bunun ada olmayıp büyükbir balık olduğu anlaşılmış...

İlk Hıristiyan ulularından, ermiş Yoan’ın yönettiği birDoğu ülkesinden, en ince ayrıntılara kadar sözedilirdi. Yoan’ın tahtı zümrüt, yakut ve incidendi.Sarayında verdiği ziyafetlerde, sofralarda otuz bininsan otururdu. Yedi kral, altmış iki dük, iki yüz altmışbeş marki, Yoan’a hizmet ederlerdi. Sağında vesolunda on ikişer piskopos dururdu.

Ve bu masala inanırlardı.

İnsan yine küçük, dar dünyada yaşıyor ve onukuşatan duvarların ötesinde durup olup bitenlerüstüne masallar anlatılıyordu.

Çıkrıkta iplik büken kızlar türkü söylüyorlardı. Türkü,dünyanın bir ucundaki Tule adlı ülkede yaşayan yaşlıkral üstüneydi. Kuduran dalgalar şatoyu döverkenkralın, şövalyeleriyle nasıl cümbüş ettiği anlatılıyordutürküde...

Bu ülke, Yunan denizcilerinin, denizciliğinşafağında sözünü ettikleri o aynı Tule’ydi.

Çocuklar, hacıların kutsal yerleri ziyaretlerinianlatan kitaplardaki resimlere merakla bakarlardı.Resimlerden biri Yer’le Gök’ü gösterirdi. Yerler,dağlar, ovalar, ormanlar göze çarpar, küçük korularınarasında ufacık manastırlarla, şatoların sivri damlarıyükselir. Yıldızlı Gök, yuvarlak bir çadır gibi Yeri örter.Gökte, ay ve yıldızlar bir arada görülür. Buradageceyle gündüz bir arada bulunurdu.

Resmin ön tarafında, göğü örten çadırın takenarında, üstündeki elbiseden, elindeki asadansofu birine benzeyen bir yolcu çökmüştü. Çadırın birucunu kaldırıp başını dışarıya uzatmış, şaşkınlıklaçevresine bakıyordu. Yolcu, dünyanın sınırları dışında,billur gök kubbe ve bunları harekete geçiren büyükbir tekerlek görülüyordu.

Bu resimde evren pek küçük tasvir edilmişti.Dünyanın uçları da çok yakındaydı.

İşte bir küçük çocuk ki, evrenin sonuna varmayıhayal ediyordu.

Çok çalışmış, çabalamıştı insan, evrenin sınırlarınıgenişletebilmek için. Fakat yine küçük, dar bir

dünyaya düşmüştü. Her malikâne, kendi yağıylakavrulan kapalı dünya idi.

Yine de, bu küçük dünyada da gizli gizli çalışılıyor,insanın hayatı yeni baştan kuruluyordu. Gün gelecekbu gizli çalışma herkesin gözleri önüne serilecekti. Ozaman dünyanın sınırları eskisinden daha çokgenişleyecekti.

Doğu Aydınlık İçinde

Batı’yı karanlık basmışken, Doğu hâlâ aydınlıkiçindeydi.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentiKonstantinopolis’e uzak ülkelerden gemiler,kervanlar gelmeye devam ediyordu. Arabistan’danıtriyat, Hindistan’dan baharat, mücevherat,Habeşistan’dan da fildişi getiriliyordu.

Bir Bizanslı rahip, içi oyulmuş baston içindeÇin’den gizlice çıkardığı ipek böceği yumurtasınıBizans’a getirmişti. Çok geçmedenKonstantinopolis’te işinin erbabı ustalar, Bizansipeğinden değerli kumaşlar dokumayabaşlamışlardı.

Batı Roma İmparatorluğu çöküp dağılmışken,Doğu Roma İmparatorluğu neden ayaktakalabilmişti?

Bizans, kölelik düzeninden vazgeçmeklekurtulabilmişti.

Roma’da Forum’u otlar kaplarken,Konstantinopolis’te halk, yeni kurulan saraylarlakiliselere hayran oluyordu.

Ayasofya Kilisesi’nin muazzam kulesi gök kubbeyiandırıyordu. Kubbenin kasnağını, aralarından ışıksüzülen pencereler çevreliyordu. Böyle bir kubbeyapabilmek, galerileri sütunlara oturtabilmek içininşaatçıların eskiçağ bilimini hatırlamaları, Arşimet’inMesnetler Kitabı’nı dikkatle okumaları gerekmişti.

Ayasofya’da sütun başlıklarını süsleyen beyazmermer yapraklar dantel gibi işlenmişti. Duvarlara,yaldızlı ve mavi zemin üzerine renkli mozaiklerleİsa’nın ve azizlerin tasvirleri ustaca işlenmişti.

Şahane tahtında oturan göklerin hükümdarı İsa,kölelerin ve yoksulların dostu İsa’dan ne kadarfarklıydı! Sanatkâr, Bizans İmparatorluğu’nu İsa’nın

ayak ucunda resmetmişti. İmparatorun sırtındasırmalı bir kaftan, başında da paha biçilmez bir taçvar. İmparator diz çökmüş, ellerini göklerinpadişahına uzatarak başını eğmiş duruyor.

Soylu Bizans büyükleri de, İmparator saraydakendilerini kabul ederken, onun karşısında yerlerekapanmış, ayaklarını öpüyorlardı.

Bir zamanlar Hıristiyanlar ölümü göze alarak,Roma imparatorunu tanrı diye tanımayıreddetmişlerdi. Yeni Hıristiyanlarsa kendihükümdarlarını kendileri tanrılaştırıyor, ikonlardaimparatoru, başının etrafında nur halkasıyla tasvirediyorlardı.

Bizans’ta birçok şey eski Roma’yı hatırlatıyordu.Komşu halkların Bizanslı Greklere Rum demelerisebepsiz değildi. Eski yasaların, bilimin, eski sanatınkalıntılarını yalnız onlardı koruyan.

Kiliselerde bir putperest tanrısı kadar güzel melektasvirine az rastlanabilirdi. Bir dua kitabındakiresimde, arp açan hükümdar Davut, putperest ozanOrpheus’a benziyordu. Davut’un arkasında bir şiirperisi, ayak ucunda da, keçi ve koyunları arasında,

perisi, ayak ucunda da, keçi ve koyunları arasında,yarı çıplak Pan duruyordu.

Bunlar önceki Hellen sanatının, ancak kalıntılarıydı.Vücut güzelliğini değil, ruh gücünü göstermeyeçalışıyorlardı. İkonlarda oruç tutup uyumayarak çiledoldurmaktan bitkin bir hale gelmiş azizlerin yüzlerigittikçe sertleşiyor, ruhanileşiyordu.

Her yeni ikon öncekinin tekrarıydı. Çünkü sanatçıkilise yasa ve geleneklerini bozmaktan korkuyordu.

Sanatla bilim, kilisenin hizmetindeydi. Korkunç“hèrèsie”, yani dinden sapma sözü gittikçe daha sıkişitilir olmuştu. Hèrèsie, seçme demektir. Fakatkilisenin iki fikir arasında seçime tahammülü yoktuve dinden sapanları amansızca izliyordu. İlahiyatçılar,eskiçağ filozoflarını inceliyorlarsa da, bunu sadeceonları reddetmek, öğretilerini çürütmek içinyapıyorlardı.

Demokritos’u değil, Demokritos’a karşı yazanİskenderiye Piskoposu Diyonisiy’i okuyorlardı.

Diyonisiy şöyle diyordu: Dünya, kaostan kendikendine doğmamıştır. Bir evin ustanın eseri olmasıgibi, dünya da Tanrı’ nın eseridir. Yıldızlar

kendiliğinden yürümez, Tanrı’nın sözü yürütür onları.Dini bütünler, bunun böyle olduğuna inandılar. Zavallıbirer insan olan imansızlar istese de istemese dedoğrusu budur...

Din kitaplarının sayfaları, eskiçağ filozoflarına dargeliyordu. Fikirleri tahrif edilmişti. Fanatik bir rahipyazarın, onları tahkir edip kendilerine küfrettiği çokgörülmüştü. Çünkü eski filozoflar Hıristiyan değil,putperesttiler, yani dinsiz.

Bulgar Yoan, Aristoteles’in öğretisini, değersizlikbakımından deniz köpüğüne benzetiyordu. GeorgiAmortal’sa, Demokritos’a hiç sıkılmadan “zavallı”diyordu.

Bir zamanlar Yunanistan’ın mavi göğü altındaputperest tapınaklarının beyaz sütunları gözlerikamaştırırdı. Yunan bilginlerinin eserlerinde fikirparlıyordu. Derken karanlık çökmeye başladı.Eskiçağ sanatının son parıltıları, Bizans ikonlarınıngümüş ve altın süslerinde sönüyordu. Yıkılanputperest tapınaklarının sütunları, kilise kubbelerinitutuyordu.

Eskiçağ felsefesinin kalıntıları, yıkılan putperest

Eskiçağ felsefesinin kalıntıları, yıkılan putperestkitaplarından, bunlara düşman din kitaplarına alınmışparçalar sayesinde yaşamaya devam ediyordu.

Sönmekte olan ışığın son parıltıları Bizans’ıaydınlatıyordu.

2 Yeni Kahramanlar

Tarih sahnesine yeni halklar çıkıyordu.

Kimi bunlara Ant, kimi de Ros diyordu.

“Ant” sözü “dev” demekti. Antların boylu boslu,güçlü insanlar oldukları söylenirdi. Öylesine devcüsseli ve ağırdılar ki, onları atlar bile taşıyamazdı.

Kimlerdi bu Roslar ya da Antlar?

Bugünkü Rusların, Ukraynalıların ve Belaruslarınatalarıydılar.

Bunlar, bir zamanlar Heredotos’un ziyaret ettiğiçiftçi İskitlerin yerlerine yerleşmişlerdi.

Bir İskit efsanesinde, eski zamanlarda İskittopraklarına gökten altın bir pulluk, bir boyunduruk,bir balta ve bir bardak düştüğü anlatılır.

bir balta ve bir bardak düştüğü anlatılır.

Elbette gökten bir şey düşmüş değildi. Fakatİskitler, eski yerleşim yerlerini kazsalardı,kendilerinden iki-üç bin yıl önce yaşamış olanlarıntoprağı işledikleri aletleri bulabilirlerdi.

Nitekim yüzyıllar sonra arkeologlar, Dinyester’leDinyeper Irmakları arasındaki ovalarda, geyikboynuzlarından kazmalar, kemik oraklar, taş eldeğirmenleri, hububat saklamaya mahsus büyüktoprak küpler bulacaklardı.

Heredotos’tan sonra az zaman geçmemişti.Dinyester’le Don arasındaki geniş steplerdeyaşayanlar da boş durmamışlardı. Toprağı daha iyiişlemeyi, daha iyi ev kurmayı öğrenmişler, birçokyerleşim yeri meydana getirmişlerdi. Bunlara,çevresi duvarlarla sarılı yer, kale anlamında “gorod”derlerdi. Kaleleri o kadar çoktu ki, yabancılarülkelerine “Gardarik”, yani “Kaleler Ülkesi” adınıvermişlerdi.

Antlar cesur bir halktı. Başlıca silahları baltaylayaydı. Bunları ustaca kullanırlardı. Savaşakarmakarışık yığınlar halinde değil, yüzer ve biner

kişilik bölükler halinde giderlerdi.

Antların yetenekli askeri önderleri vardı. İhtiyarlargençlere yiğit bir önder olan Dobrogast’ınkahramanlıklarını anlatırlardı. Dobrogast hem karada,hem denizde savaşmayı iyi bilirdi. Bizansİmparatoru, Dobrogast’a askeri önder gibi şerefli birunvan vererek, kendisini o zamanlar Pontus denenKaradeniz’deki Yunan Donanması’na komutanyapmıştı.

Ant denilen Rus tüccarları, hem güneydekiBizanslılarla, hem de doğudaki Hazarlarla alışverişediyorlardı. Uzak Arabistan’dan ilk kervanlar daHazar ülkesi yoluyla Antlara gelmeye başlamıştı.

Arap gezginleri, not defterlerine, Dinyeperkıyılarında Kuyabıya adında bir ülkeyle, Kuyaba(Kiev) adında bir şehir olduğunu yazmışlardı.

Daha ötede Slaviya (Novgorod ili) uzanıyordu.Ondan da ötede, Arsa şehriyle Artaniya vardı.

Aradan yıllar, on yıllar geçmişti. Rus beylikleri, birbüyük Kiev devletinde birleşmişlerdi. Kiev başlıcaRus şehri, o zamanki deyişle “Rus şehirlerinin anası”

olmuştu...

Slavlar eski Yunan ve Roma kültürlerini hazırbulmuşlardı.

Roma’yı Cermenler tahrip etmişti. Ya Slavlar?Bizans’ın düşmanı mı olmuşlardı, koruyucuları mı?Eski kültürün yıkıcıları mı olmuşlardı mirasçıları mı?

Terazinin kefeleri uzun zaman bir düşmanlık, birdostluk tarafına sarkıp durmuştu.

Slavlar korkulacak bir kuvvetti. Yunanlılar bunubiliyorlardı.

Rus beyleri büyük ordularla defalarca Doğu Romaİmparatorluğu’na dalmışlardı. Oleg, on bir kabileyleKonstantinopolis’e saldırmıştı. İgor’un donanmasındaon bin gemi vardı. Svyatoslav’ın ordusu altmış binibuluyordu.

Bizanslı tarihçilerden Leon Diakon, bazılarının Rosda dediği Ruslar hakkında, “diri halde düşmanateslim olmadıkları, bu halkın çılgınlık derecesindecesur ve güçlü olduğu söyleniyor” diyor ve ölü İskiterleri arasında, savaşta kahramanca can vermiş

kadınlara sık sık rastlandığını da ekliyor.

İmparator Yolan Tsimiskis, Prens Svyatoslav’ıbütün Roma ordusunu üzerine göndermekle tehditettiği zaman şu cevabı almıştı: İmparator ülkemizesefere çıkmaya boşuna zahmet etmesin. Biz pekyakında Konstantinopolis önlerinde çadır kurup şehrikuşatacağız. Eğer Roma hükümdarı savaşı gözealırsa, biz de kendisini mertçe karşılarız.

Rus ordusu, savaşlardan birinde kuşatılmıştı.Svyatoslav’ın savaş arkadaşlarının birçoğu,kendisine geri çekilmesini salık vermişlerdi. Fakat oşöyle demişti:

“Şimdi Romalılar karşısında yüz karasıyla geriçekilirsek, komşu halkları kolayca yenen ve kocaülkeleri kan dökmeden zapt eden Rus silahının şerefimahvolur. Atalarımızın yiğitliğinden ve bugüne kadaryenilmeyen Rus gücünden esinlenerek, hayatımızuğruna mertçe dövüşelim. Kaçarak kurtulmak âdetdeğil bizde. Ya galip yaşamak ya da dillere destanolarak kahramanlıklar gösterip şerefle ölmek vardır.”

Bu olayı anlatan Bizans tarihçisi, Svyatoslav’ı,Plutarkhos’un kahramanları gibi konuşan bir hatip

Plutarkhos’un kahramanları gibi konuşan bir hatipolarak tasvir eder.

Bir Rus tarihçisi, aynı olayı daha basit anlatır:Svyatoslav bir baba gibi, “çocuklarım” diye hitapettiği askerlere şöyle demişti:

“Ölelim, ama Rus vatanını utandırmayalım. Ölülerutanç bilmez, ama kaçarsak ayıp olur.Kaçmayacağız, direneceğiz. Ben önde olacağım!”

Birbirinden farklı iki hikâye, ama iki hikâyeninkahramanı da aynı tipte.

İmparator Tsimiskis, Svyatoslav’la barış yapmayıçok istiyordu. Rusların korkunç bir kuvvet olduğunubiliyordu. Bizans’ta Oleg’i unutmamışlardı daha. Olegdenizden ve karadan başkente yaklaşınca,Bizanslılar kendisiyle hemen bir dostluk antlaşmasıimzalamışlardı. Bütün yabancı tüccarlar, imparatorunhazinesine yüklü miktarda gümrük vergisiöderlerken, Rus tüccarlarının malları vergiden muafbırakılmıştı.

Oleg Bizans’a dokunmamıştı. İgor’la Svyatoslav’ıBizanslılar güç püskürtebilmişlerdi. AmaSvyatoslav’ın bir daha saldırmayacağını kim garanti

edebilirdi? Svyatoslav: “Rusya’ya gidip bu seferdaha çok askerle döneceğim” dememiş miydi?

Tsimiskis, Svyatoslav’la karşılaşacağı Tunakıyılarına işte böyle düşüncelerle gitmişti. İmparator,altın zırhlı elbiseler giymişti, arkasından parlaksilahlarıyla mahiyeti geliyordu.

Bizans İmparatoru, buluşma yerine süslenmiş birat üzerinde giderken, Svyatoslav bir kayığın içindekıyıya yanaşıyordu.

Karşılaştıkları zaman Svyatoslav kıyıya çıkmakistemeyip kayıkta kaldı. Varsın imparatorun ayaklarınıbaşkaları öpsündü.

Bizans’ın ileri gelenleri, Rus Bey’ine şaşkınlıklabakıyorlardı. Svyatoslav, altın zırhlar değil kürekçilerive askerleri gibi tertemiz beyaz bir elbise giymişti.Yalnız kulağında iki inci arasında yakut taşlı bir küpeparlıyordu. Geniş omuzlu, mavi gözlü, pala bıyıklıydı.Başı tıraş edilmiş, yalnız uzun bir perçem bırakılmıştı.

Svyatoslav asık yüzlü bir adamdı. Bizanslılarkendisine bakarken, onun gücü ve mertliği hakkındaanlatılanları düşünüyorlardı.

Coşkundu, cesurdu, atılgandı. Kiev Devleti’ninsınırlarını genişleten oydu. Kendisini Volgaboyundaki Hazar kaleleri önünde, Kafkasyaovalarında, Vyatka ormanlarında Soğuk KamaIrmağı’nda ve Balkan Dağları’nın eteklerindegörmüşlerdi. Seferlerde yorgunluk bilmez, atınıneyerini başının altına koyup açık havada uyurdu. Hiçbeklenmedik bir anda belirir, ama pusu kurmazdısaldırmak için. Gerçek bir şövalye gibi erkekçe,“Size savaş ilan ediyorum” diyerek düşmanı uyarır vehep galip gelirdi.

Bir Bizans tarihçisi: “Svyatoslav’ın, kayıktaoturarak imparatorla barış hakkında konuştuktansonra geri döndüğünü” yazar.

Svyatoslav’ın kürekçileri elbirliğiyle küreklereasılarak suları köpürtmüş, imparator da altınmahmuzlarıyla atını mahmuzlamış ve böylecebuluşma yerinden uzaklaşmışlardı.

Bundan bin yıl önce, iki dünya işte böylekarşılaşmıştı: Hâlâ Roma İmparatorluğu adını taşıyaneski dünya ile “Rus” adını yeni alan, yeni bir dünya.

Bu iki dünya, savaştan dostluğa, dostluktansavaşa geçerek, defalarca karşılaşmışlardı. RuslarlaBizanslılar güneş parladıkça ve dünya var oldukça,antlaşmalara saygı göstereceklerine defalarca antiçmişlerdi. Ant şöyleydi:

“Dostluğu bozanlar ne Tanrı’dan, ne Perun’danyardım görsün, kalkanları korumasın onları, kendikılıçlarıyla doğransınlar, bugün ve daima köleolsunlar.” Ant içerken Ruslar silahlarını yere, Perun’unayak ucuna koyar, Bizanslılar da haçı öperlerdi.

Svyatoslav yurduna dönerken, Dinyeper’in sığ biryerinde kendisini göçebe Peçenekler bekliyordu.Svyatoslav’ın küçük bir müfrezeden başka bir şeyiyoktu. Ordusunu başka bir yoldan göndermişti.

Peçenek süvarisi gürültülü çığlıklarla Ruslaraçullandı. Ruslar mertçe dövüştülerse de, düşman pekkalabalıktı.

Svyatoslav’ın, step yoluyla Dinyeper’in tamburasından geçeceğini Peçeneklere kim bildirmişti.Bizanslılar mı acaba? Hani Bizanslılardan bubeklenirdi. Zaten bunlar, Peçenekleri Ruslarasaldırtmak fırsatını kaçırmazlardı. İmparator Tsimiskis

saldırtmak fırsatını kaçırmazlardı. İmparator TsimiskisRuslara: “Size savaş ilan ediyorum” dememişti. RusBey’ini alçakla öldürtmüştü. Svyatoslav’ın başı için,imparatorun kaç funt altın verdiğini tarih yazmıyor.Fakat Bizanslılarda âdet böyleydi: Mertçe karşıkarşıya gelmez, parayla bir katil tutup öldürtürlerdi.

Oysa hem dünya olduğu gibi duruyor, hem degüneş parlamaya devam ediyordu...

Yine de Bizans’la Rusya birbirlerine muhtaçtılar.

Düşmanlar Bizans’ı sıkıştırdığı zaman, imparatorlarRus Beyleri’nden yardım isterdi. Bunlar da askergönderirlerdi.

Ruslar Bizans’ı, korkulu rüyaları Peçeneklerden,göğüslerini siper ederek savunurlardı.

Bizans’a değerli Rus kürkleri, Rus buğdayı, bal vekilise mumları yapmak için Rus balmumu; RusBeyleri’yle boyarlarına ise Bizans kumaşları, altını,şarabı ve meyveleri gerekti.

Yunanlılar, pek eski zamanlardan beri Rus ilinibilirlerdi. Ruslar da Yunanlıları tanırdı.

Eskiden İskitlerin yaşadığı topraklara yerleşmişti

Ruslar. İskitlerin, Kırım’daki Yunan kolonilerine yakınşehirleri vardı. Bunların başlıcası Neapolis’ti.

İskit şehirlerini düşman akınlarından koruyan taşkale duvarları yabancıları şaşırtırdı.

Yunan kolonilerinde böyle kaleler yoktu. İskithükümdarlarının saray ve anıtkabirlerinde duvarlar,usta ressamların eserleriyle süslüydü. Bu resimlerdebazen atlı bir asker, bazen elinde mızrak bir yabandomuzu avcısı, bazen de dizlerinin üstünde bir lyrtutan sakallı bir ozan görülürdü. Kayalara oyulmuşmağaralarda büyük hububat stokları saklanırdı.Hububat, komşu Yunan kolonilerine, Olbiya’ya veHersones’e satılır oradan da Yunanistan’agönderilirdi.

İşlek bir denizyolu, İskitler ülkesini Yunanistan’abağlardı. Yunanlılar bu yoldan kuzeye, İskitlerleRuslara giderlerdi. Daha sonraları da, Yunanbaşkentini sık sık ziyarete başlamışlardı.

Kayıkla Dünyayı Dolaşma

Ruslar, kışın kestikleri meşe ağaçlarını oyup kayıkyapar, ilkbahar gelince de en yakın ırmağa

indirirlerdi bunları. Kayıklar bahar sularıyla birlikteDinyeper’e iner, Dinyeper’in koluyla Kiev’e varır,orada karaya çıkarılıp tamamlandıktan sonraıskarmozları takılırdı.

Arabalarla Boriçev bayırından Dinyeper kıyılarınagetirilen buğday, balmumu, samur ve zerdevakürkleri, burada kayıklara yüklenirdi. Kayıklar birerbirer Dinyeper’in ortalarında toplanırdı. Tek başınayolculuk tehlikeli olduğu için kafile halinde yolaçıkılırdı.

Kayıklar gide gide, kör kayalı bir anafora varıpdayanırdı. Böyle yerlerden ilkinin, “uykuya dalma”gibi, insanda kuşku doğuran bir adı vardı. TüccarlarDinyeper’e, kayıkları kör kayaların arasındangeçirmesi, dalgalarıyla, martıları ve yaban ördekleriniokşadığı gibi, okşayıp koruması için yalvarırlardı.

Tehlikeli yerlerde kayıklar sürüklenerek ya daomuzlarda taşınarak kıyıya çıkarılırdı.

Korkunç yerlerdi buraları. Ceylan otları arasındainsan kemikleri göze çarpardı. Buralarda Peçeneklerikide bir yolcuların yolunu keser, ıslık ve çığlıklarladört yandan saldırırlardı...

dört yandan saldırırlardı...

Tehlikeli yerler geçilip kayıklar yine Dinyeper’eindirilince, yolcuların sevincine diyecek olmazdı.

Irmağın denize döküldüğü yerde bir adacık vardı,adacıkta da ulu bir meşe ağacı. Tüccarlar meşenindolayına oklar saplar, ona horoz ve tavuk adayarakdua ederlerdi. Öyle ya, kendilerini dalgalarda taşıyankayıklar meşe kütüğünden oyulmuş değil miydi?Tüccarlar, denize açılmadan önce kayıklara yelkentakarlardı.

Deniz fışırdar, rüzgâr beyaz dalgacıkları kıyıyadoğru kovalardı. Tüccarlar, tanrı Stribog’un torunlarısayılan rüzgârlara, mavi denizdeki kayıkları kanatlarıüzerinde taşısınlar diye yalvarırlardı...

Kayıklar kıyıyı yalaya yalaya ilerlerdi; kıyıda daPeçenekler yürürdü. Bunlar da kendi tanrılarına,“fırtına Rus kayıklarını karaya atsın” diye yalvarırlardı...

Bir zamanlar Rusların ataları, daha denizeçıkmamışlarken, kıyılarında doğup büyüdükleriırmaktan başka bir su bilmezlerdi.

Rusya’nın haritasındaki bazı coğrafya adları, o

zamanların izlerini taşır. “Dunay”, “Don”, “Dinyeper”,“Doneç” sözlerinin birbirine benzemesi sebepsizdeğildir. Bu sözler, insanların kendi ırmağına, tam da“Irmak” dedikleri zamanlarda doğmuştur.

İgor Alayı Destanı’nda şöyle bir sahne vardır:Yaroslav Vladimiroviç Galiçki’nin kızı, Novgorod veÇernigov Beyi İgor Svatoslaviç’in eşi olanYaroslavna, Putivi surları önünde ağlar:

Tuna boyunda Yaroslavna’nın sesiişitilir...

der ozan. Oysa Putivi, Tuna’dan yüzlerce kilometreuzakta bulunan Seym Irmağı boyundadır. OzanSeym’e, Tuna’yı kasıtla, “Dunay” diyor. Çünkü birzamanlar “Dunay” sözü ırmak demekti.

Rusya steplerinde yaşamış olan Osetinlerin dilinde“Don” sözü, hâlâ “Irmak” demektir.

İnsanlar kendi ırmağının kıyılarında, küçük ve darbir dünyada yaşıyorlardı. Irmak, onları yürümeyealıştırıyordu. Ağaçtan oyma kayıkları dalgalarıyla nazlınazlı sallıyor, insanları gittikçe daha uzaklaragötürüyordu. Böylece insanlar başkalarını, başka

kabileleri görüp tanıyorlardı. Irmakların ağızlarınadoğru inerek denizlere çıkıyor, kayıklarına doğrugiderek ormanlar arasında başka ırmaklararastlıyorlardı.

Dalgalarda sallanan kayık, güçlü bir halkın beşiğioldu. Dinyeper, ulu bir meşe ağacı gibi dallarınıbatıya, kuzeye, doğuya yaymıştı. Bir tarihçiDinyeper’den bütün ülkelere, bütün halklaragidilebildiğini yazar.

Kayıkla ilerleyerek kaynaklara doğru çıkılacakolursa, Dinyeper’in Dvina’nın, Volga’nın doğdukları,sık “Okovsk” ormanına varılır. Lovati Irmağı’ndanİlmen Gölü’ne çıkılır. İlmen’den, Volhov Irmağı yoluylaLadoga Gölü’ne, oradan da geniş Neva Irmağı’yla,Varyag (Baltık) Denizi’ne gidilir. Varyag Denizi’ndenRoma’ya, oradan yine denizyoluylaKonstantinopolis’e gidilebilir. Konstantinopolis’tende, Rus Denizi (Karadeniz) ve Dinyeper yoluylaKiev’e dönülebilir.

Rusların bildikleri dünyanın çevresinde tarihçininçizdiği gezi yolu işte böyledir.

Ruslar için dünya alabildiğine genişlemişti... Artık

Ruslar için dünya alabildiğine genişlemişti... Artıkdünyayı yalnız bir ırmak değil, ırmak, göl vedenizlerden meydana gelen mavi gerdanlığa benzerbüyük bir su yolu olarak düşünüyorlardı.

Bu yolda aşağıya ve yukarıya, yani Normanlarülkesinden Yunanistan’a ve geriye, hem meşeağacından oyma Rus kayıkları, hem de kıvrık burunlu,ejder başlı Norman kayıkları gidip gelirdi. Kayıklar,vergi toplayan beyleri ve denizler ötesinden getiripbeylere sattıkları mallara karşılık kürk ve bal alantüccarları taşırdı.

Kayıklar, Karadeniz’in batı kıyılarını yalayarakgünlerce yüzdükten sonra Konstantinopolis’in surlarıve Ayasofya’ nın kubbesi görünürdü.

Misafirlerin karaya çıkmasına izin verilir, amahemen şehre bırakılmazdı. İmparatorun memurları,misafirlerin adlarını yazıp üstlerinde silah olupolmadığını yoklarlardı.

Ve ancak bundan sonra büyük kapılar açılır vemisafirler ellişer ellişer içeri alınırdı.

Ruslar buna gücenmezdi. Gelenek böyleydi.Ayrıca Almanlar Novgorod’a geldiklerinde, kendileri

de böyle yapıyorlardı.

Misafirler ev sahiplerinden yakınamazdı.Antlaşmaya göre, yeteri kadar ekmek, şarap ve etalabilir, Yunan hamamlarında canları istediği kadaryıkanabilirlerdi. Yurda dönüşte de, İmparatorundepolarından kendilerine erzak, gemi çapaları,yelken ve halatlar verilirdi.

Tüccarlar ev sahipleriyle vedalaşarak ülkelerine,altın, i-pekli kumaş meyve ve şarap gibi değerlimallarla dönerlerdi.

Tüccarlar başkentin haşmetini, din adamlarınınsırmalı elbiselerini, sarayda gördükleri harikaları,imparatorun oturduğu tahtın sağ ve solunda, ağızlarınıaçıp kapayan ve kuyruklarını oynatan altın aslanları,yurtlarında daha uzun zaman anlatacaklardı.

Rus Halkı Üstüne

Konstantinopolis saraylarıyla tapınaklarının ünübütün dünyaya yayılmıştı.

Fakat Kiev’in de övünecek şeyleri yok değildi.

Kiev Beyleri’nin saraylarında duvarlar ünlü ustaların

resimleriyle süslüydü, kapı pervazları mermerdendi,sobalar renkli çinilerle kaplanmıştı.

Çinicilik, çok ustalık ve bilgi isteyen bir sanattı.Çini yapabilmek için mine hamuru hazırlayıp kurşunkatarak gümüş renge, bakır katarak da yeşileboyamayı bilmeliydi. Minelenecek balçık levha,demirin eridiği ısı derecesine kadar kızdırılıp üzerinemine dökülür, minenin yanıp rengini yitirmemesinedikkat edilirdi. Sonra balçık levha birden soğuyup damine çatlamasın diye ateş yavaş yavaş kesilirdi.

Çini yapımı çok özel fırınlar ve en kızgın ateşe biledayanıklı toprak tavalar gerektirirdi. Burnu ateşedayanıklı körüklerle harlamak gerekirdi ocağı.

Bin yıl sonra bir gün Kiev’de kazılarda bir çiniatölyesi bulunacaktı. Tava kırıntıları üzerinde birkurşun damlacığının katılaşıp kaldığı çiniyi, fırınlarıntuğla örgüsünü inceleyenler, o uzak geçmişteRusya’da ne eli hünerli ustalar olduğunu, bunlarınmaden ve camların niteliklerini ne kadar iyibildiklerini şaşarak anlatacaklardı.

Bu ustalar belki okumayı bile bilmezlerdi, amadoğa denen kitap hep gözlerinin önünde açık

doğa denen kitap hep gözlerinin önünde açıkdururdu ve onlar bu kitabı su gibi okurlardı.

Bin yıl önce Kiev’de el yazması kitaplar da vardı.

Oleg’in hükümdarlığı zamanında Ruslar,çocuklarına yazılı vasiyetnameler bırakırlardı. İgorBizans’a elçilerle mektuplar gönderirdi.

Ruslara okuma yazma, komşuları olan Batı veGüney Slavlarından, yani Moravyalılardan,Çeklerden, Bulgarlardan gelmişti.

Ruslar hangi yazıyı kullanırlardı?

Eski zamanlarda Slavların tahtalara, taş levhalaraoydukları “çizgi ve çentiklerle” yazılar yazdıklarıbilinmektedir.

Daha sonralarıysa artık herhalde parşömene,Yunan harfleriyle Rusça yazmaya başlamışolmalılardı.

Rus dilinin bazı seslerini göstermek için Yunanalfabesindeki harf yetersizliği güçlük yaratıyordu.

Rus diline Rus alfabesi gerekmişti.

IX. yy.’da Yunan şehirlerinden Selânik’te, bilgili bir

rahip yaşardı. Rusça da bilirdi. Bir kez Karadenizkıyısındaki Korsun şehrinde bulunmuş ve orada birRus’ta, Rus harfleriyle yazılı bir İncil’le bir dua kitabıgörmüştü.

Bunu Kiril’in Hayatı hakkındaki kitaptan biliyoruz.Ama adı geçen yazının nasıl bir yazı olduğu bugünekadar belli değil.

Kiril, o yazının yerine başka bir alfabe bulmuştu.

Moravyalılar Yunanlılardan din kitaplarının Slavcayaçevrilmesini rica etmişlerdi. Bu iş Kiril’e verilmişti.

Kiril’e alışmış olduğu Yunan harfleriyle yazmakdaha kolay geldiği için, Yunan yazısı temelinde yenibir Slav alfabesi hazırladı. Rus alfabesi, “Kiril yazısı”denen işte o alfabeden meydana gelmiştir.

“Kiril yazısı” Kiev kilise kitaplarıyla, yeni dinlebirlikte gelmişti.

Yeni din, başlangıçta eski dinle yan yanayaşamıştı.

Daha Oleg’in hükümdarlığı yıllarında Kiev’de ilkkilise kurulmuştu. Bu, Aziz Nikola Kilisesi’ydi.

Burada Hıristiyanlar dua ederlerdi. Eski dineinananlarsa putlara tapmaya devam ediyorlardı.Tüccarlar, hayvan tanrısı Volos’tan, daha çok altın vegümüş para dilerlerdi. Volos hem hayvan, hem altıntanrısıydı. Çünkü daha madenî para yokken, parayerine hayvan geçerdi. Askerler, yıldırım tanrısıPerun’dan zafer dilerlerdi. Volos’un putu, Podolsemtindeki pazar yerindeydi. Gümüş başlı, altın bıyıklıtahta Perun’sa Gora denen tepede, Bey Sarayı’nınavlusundaydı.

Derken bir gün putlar devrilip Dinyeper’e atıldı.Yeni din eskisini yenmişti.

Rus beylerinden Vladimir Svatoslaviç, Hıristiyanoldu ve Bizans İmparatoru’nun kızı Anna ile evlendi.

Yeni din Rus Devleti’ne gerekliydi; çünkü KievBeyi’nin hâkimiyetini sağlamlaştırıp bütün Ruskabilelerini Kiev’e sımsıkı bağlıyordu.

Eskof’ta, Novgorod’da ve Galiç ülkesinde, “İnsan,sora sora Kiev’i bulur” derlerdi.

Artık Poliyanlar, Drevliyanlar, Kriviç ve Radimiçadındaki kabile birliklerine mensup olanlar, bir tek

halk olduklarını, Peçenekler gibi putperest, “murdar”olmayıp Hıristiyan olduklarını anlamışlardı. Rusya’yauzun bir süre daha Ortodoks Rusya, Rus köylüsünede, Hırıstiyan anlamına gelen “krestiyanin” denmesisebepsiz değildi.

Dar kabile dünyasından daha geniş bir dünyaya,halk dünyasına geçişti bu. Oradan da başkahalklara, bütün dünya halklarına giden yol açılıyordu.

Artık Ruslarla, Bizanslıların başka başka tanrılaraand içmesi gerekmiyordu, dinleri birdi. Anlaşmakkolaylaşmıştı.

Yıllar sonra gelen yeni din, Ruslara tüm Hıristiyanlıkâleminin, tüm Avrupa’nın kapılarını açacaktı. KievBeyleri’nin kızları, yabancı kral ve prenslerleevleneceklerdi. Prens Vladimir’in kuzeni, Fransa’nınkraliçesi olacak ve Latince belgeleri Slav harfleriyleimzalayacaktı ki, “Anna regine” “Kraliçe Anna”demekti. Prens Vladimir’in ikinci kuzeni Elizavetaise Norveç kralı Cesur Harald’ın eşi olacaktı...

Öte yandan ustalar Kiev’de ilk kâgir kiliseyikurmaya başlamışlardı.

Kilise için gerekli malzeme birçok yerdengetiriliyordu: Kırım’dan yeşim, Bizans’tan mermer,Karpat Dağları’ndan arduvaz.

Kilisenin geniş duvarları üzerinde, gün geçtikçesıra sıra pencereli, yuvarlak bir boyun yükseliyor,bunun üzerine başı andıran bir kubbe oturtuluyordu.İlk kubbenin yanında yenileri yükselmeye başlıyordu.Yüksek iskeleler arasında duvarcılar çalışıyordu.Aşağıdan yukarıya, çalışanlara bakmak bilekorkunçtu.

Kilisenin tabanına renkli mermer döşenmiş,duvarlarıyla kubbeleri, din ulularının renklimozaikleriyle süslenmişti.

Kievliler, ağaç kütükleri yerine tuğladan örülen bukiliseye bakarken, ustaların sanatına şaşıyorlardı.Artık Kiev’de de Konstantinopolis’teki gibi kâgir birtapınak vardı.

Kiliseyi şaşarak seyredenler arasında misafirYunanlılar da olurdu. Kiev’deki Aziz Sofya Kilisesi,Konstantinopolis’ teki Ayasofya Kilisesi’nebenzemiyordu. Ayasofya’yı muazzam bir kubbeörtüyordu. Kiev Kilisesi’ndeyse ana kubbeyi daha

örtüyordu. Kiev Kilisesi’ndeyse ana kubbeyi dahaküçük 24 kubbe çevreliyordu. Kilise kubbelerdenkurulu bir piramit gibi göğe doğru yükseliyordu.

Bu çok kubbeli kilisenin aslını anlayabilmek için,Novgorod’a gitmeleri gerekiyordu. Novgorod,öteden beri ustalarıyla ünlüydü. Boşuna dülgerdememişlerdi Novgorodlulara. Onlar da şehirlerindebir kilise yapıyorlardı, ama tuğladan değil, eski Rususulüyle yani meşe kütüklerinden.

Rus dülgerleri, yüzyıllık meşe ve çam ağaçlarınıkesip işlemekte ustaydılar. Bıçkısız, çivisiz, aynıbaltayla köy evleri ve saraylar kurarlardı. Baltaharikalar yaratırdı onların elinde. Bir kütükten, bıçkıylabile tahta çıkarmak güçken, Rus dülgerleri bıçkısız datahta biçmeyi becerirlerdi. Kütüğe, baltayla yontulankamalar sokulur ve kütük, ustanın dilediği biçimdeyarılırdı. Ağaç kütükleri üst üste konur ve uçlarıbirbirine geçirilip birleştirilerek ev kurulur, çatısıçekilirdi. Ve bütün bu işlerde baltadan başka aletkullanılmazdı.

Evler, kışın karına ve soğuğuna, yazınsağanaklarına, sonbaharın rüzgârlarına, ilkbaharınsellerine dayanabilecek sağlamlıkta kurulurdu.

Karların birikip damı çökertmemesi ve eriyip gitmesiiçin, damlar dik ve iki yanı eğri yapılırdı. Çatı, rüzgârınsavurmaması için sağlam kirişlere oturtulur, kirişlerde bir sırığa bağlanırdı.

Evleri su basmalarından korumak için, doğrudandoğruya toprak üzerine değil, ağaç temeller üzerinekurarlardı. Üst kata, kapalı, merdivenli bir giriştençıkılırdı. Duvarlar kalın, pencereler küçük yapılırdı.

İşte, dülgerler böyle evler kurarak sert doğaylasavaşıyorlardı. Balta da bayağı bir alet değil, doğaylasavaşta bir silahtı.

Derken Novgorodlu ustalara yeni bir ödev verildi:Bu sefer ev değil, bir kilise kurmalılardı. Yunanustalarından, kilisenin bir mihrapla kubbesi olmasıgerektiğini öğrenmişlerdi. Novgorodlular meseleyibaşka türlü çözdüler. Kiliseyi on üç kuleli kurdular,yani o zamana kadar kurageldikleri çok kuleli ahşaphükümdar konakları gibi.

Kilise bir ağaç temele oturtuldu. Yunan kilisesiningiriş kısmı Ruslaştırılıp vestibül şeklini aldı. Kubbeyede, sivri uçlu bir ağaç çadır şekli verildi.

Rus şehirlerinde birbiri ardınca ahşap ve kâgirkiliseler kuruluyordu. Her kilisenin mimarisinde, yerliRus elemanları, Bizans elemanlarıyla kaynaşıyordu.

Kaldı ki, Bizans kiliseleri de yoktan doğmamıştı,kökleri Yunan bazilikasıyla, bütün tanrıların tapınağıolan Roma Panteon’una dayanıyordu. Bir zamanlar,bazileus denen Yunan yargıçlarının oturdukları yarımdaire biçimindeki yer, Hıristiyan kilisesinde absidolmuştu. Yunan bazilikasının üstüne de, RomaPantheonu’nun yuvarlak kubbesi oturtulmuştu.

Böylece Kiev’de, Novgorod’da, Yunanbazilikasından, Roma Pantheonu’ndan ve RusBeyleri’nin konaklarından ayrı ayrı unsurları alıpbirleştiren çok kubbeli Rus Kilisesi meydanagelmişti...

Kiev Kilisesi tamamlanmıştı. Bu münasebetle KievBeyi, bütün şehirlerden boyarları ve bey naiplerini,şehir ihtiyarlarını ve daha birçok misafiri çağırmıştı.Kiev bayram ediyordu. Yalnız üç yüz kazan bal içkisihazırlanmıştı. Kilisede dini tören yapılıyordu. Açıkkapılardan ağır ağır okunan yanık ilahiler geliyordu;sanki kilisenin kendisi dile gelmiş de ilahi okuyor

gibiydi.

Dışarısı günlük güneşlikti. Steplerden esen sıcakrüzgâr ceylan otu kokuyordu. Kilisenin içiysekaranlıktı. Kandiller yıldız kümeleri gibi sarkıyor, sisiçinde mum ışıkları dolaşıyordu. Titreşen ışıklardaazizlerin ve baş meleklerin renkli elbiseleri birparlayıp bir sönüyordu. Meryem Ana’nın gözlerindecanlı bir parıltı belirir gibi oluyor, sonra yine solgunyüzü dumanlar arasında kayboluyordu.

Canlı, gerçek dünya buradan ne kadar uzaktı...Oysa hemen oracıkta, kalın tuğla duvarın, küçükpencerenin arkasındaydı. Kilisedeki koku bilebaşkaydı. Ne yaprak, ne ot, ne de sokaktaki tozkokusuydu bu. Erimiş balmumu, kandil dumanı, başdöndürücü günlük kokuyordu kilise. Nemliduvarlardan mezar kokusu geliyordu. Koro, başkabir dünya üstüne ilahiler okuyordu. Kilise kapısındangiren, kendini başka bir dünyanın eşiğinde sanırdı.

Henüz uzak olmayan bir geçmişte putlara tapanbir insanın karşısına, kiliseye girdiği zaman da, kitabıaçtığı zaman da tanımadık, yepyeni bir dünya çıkardı.Kitabın tahta kapakları kapı kanadı, kopçası da kilit

gibiydi.

Bu kitaplar çok uzaklardan gelmişti. Yüzyıllardırülke ülke dolaşmışlardı. Görüp işittiklerini, bir gezgingibi insanlara anlatıyorlardı. Din ulularından, uzakülkelerden bahsediyorlardı. İnsanlar bu kitaplardan,yabancı şehirleri, töreleri, inançları öğreniyorlardı.

Kitap çok az rastlanan bir şeydi. Ancakkiliselerde, bir de hükümdarın sarayında vardı.Okuma yazma bilenler ise daha azdı. Prensler,okumuşluğun faydalarını anlatıyorlardı. PrensVladimir bir destanda boyarlarına şöyle der:

Dilber bir gelin bulun bana,

Güzel, aklı başında olsun.

Rusça okusun yazsın.Dualar, ilahiler bilsin ki,Ana deyip, hükümdar eşi olarakÖveceğiniz buna lâyık olsun.

Bir tarihçiyse şöyle yazar:

“Vladimir, putperest tapınakları yerine kilisekurulmasını emretti. Şehirlerde kiliseler kurduruppapazlar göndermeye, şehir ve köylerde halkıHıristiyanlaştırmaya başladı. Ve soylu kişilerinçocuklarını alıp okumaya yollamaları için adamlargönderdi.”

Analar, çocuklarının ardından ölülere ağlar gibiağlıyorlardı. Çünkü yeni dine inançları dahakuvvetlenmişti.

Rusya’da daha eskiden de okumuş insanlar vardı.Ama şimdi Kiev’de ilk Rus okulu açılmıştı. Buradaokuma yazmadan başka, çeşitli bilimler deöğretiliyordu çocuklara. Rus devletine bilgili insanlargerekti...

En eski Rus tarihini açalım. Orada Rus ülkesinintarihi, basit ve şairane bir dille anlatılır. Tarihçi, bazıolaylara kendisi tanık olmuş, bazılarını yaşlılardandinlemiş, eski kitaplardan, halk arasında dolaşansöylenti ve türkülerden almıştır. Bu tarih, Kievdevletini yükseltip sağlamlaştıran prenslere övgüyledoludur.

Altın Kapılardaki Kitaplık

Söz konusu tarihte, bir yılın olayları birkaç satırasığdırılmış, bir kuşağın hayatı bir sayfadaözetlenmişti.

Prens Vladimir ölmüştü. Kiev’de, oğlu Yaroslavhükmediyordu.

Tarihçiyi dinleyelim:

“Dünyanın yaratılışının 6545’inci yılı yazıydı (Miladi1038).

Yaroslav, büyük bir şehrin temelini attı. ŞehirdeAltın Kapılar kurdurdu. Bir de kilise yaptırdı: AzizSofya Kilisesi... Yaroslav kitap meraklısıydı, gecegündüz okurdu. Yunanca’dan Slavca’ya birçok kitap

çevirip hattatlara kopya ettirdi. Bunları okuyanlar,Tanrı dininden zevk alır. Yaroslav birçok kitapyazarak, bunları kendisinin yaptırıp altın ve gümüşyaldızla süslettiği kutsal kiliseye vakfetti...”

Böylece Kiev’de, Altın kapılar yanında çok kubbeliAziz Sofya Kilisesi’nde ilk Rus kitaplığı kurulmuşoldu.

Ruslar kitap okumaya başladılar. Önceleri adınıbile işitmedikleri uzak ülkeler, uzak denizler, sisleriçinden çıkar gibi gözlerinin önüne seriliyordu.

Kitaplardan birinde şöyle bir hikâye vardı:

Bir “Tanrı adamı” olan ermiş Aleksey, gemiyleRoma’dan Suriye’ye gider. Burada bir kervanakatılarak Edesa şehrine varır. Maceraları bununlabitmez. Edesa’dan, denizyoluyla kitabın “Kataliya”dediği Katalonya’ya hareket eder. “Ama gemi, Tanrıiradesiyle fırtınaya tutulur ve Roma’ya gelir...”

Başka bir kitap da, okurun hayalinde Kutsaltoprakları canlandırıyordu. Irmağa yakın bir yoldanArabistan’dan buğday yüklü deve kervanları geçiyor,bir ihtiyar rahip, ırmaktan manastıra su taşıyan

eşeğini sürüyordu.

Kitaplar yalnız başka ülkelere değil, başkazamanlara da götürüyordu insanları.

Okur, Büyük İskender hakkındaki hikâyeden,Yunanistan’da çocuklara hangi bilimlerinokutulduğunu öğreniyordu. Bunlar “mırıldanma”(müzik), “yıldız kanunu” (astronomi), “yer ölçme”(geometri), “bilgece konuşma” (retorik), “bilgisevgisi” (felsefe) idi.

Aynı kitapta filozof Aristoteles, Troyalıları anlatanHomeros, Delphi kâhini, Olympialı Zeus’un tapınağı,Memphis ve İskenderiye adlı Mısır şehirleri, Babil vePers devletleri, Brahmanların yaşadığı Hindistan’adair bilgiler de vardı.

Kitap şöyle devam ediyordu:

“İskender birçok orman ve çeşitli meyveler verenharika ağaçlar gördü. Ve o dünyayı bir ırmakçepeçevre kuşatıyordu. Irmağın suyu dupduru, sütgibi beyazdı. Hurma boldu. Asmalardan binlerce irisalkım sarkıyordu...”

Kitap’ta İskender’in bulunduğu harika ülkeler, “itgibi havlayan yamyamlar”, göz ve ağızlarıgöğüslerinde olan köpek kafalı yaratıklar, güneşolmadığı halde tan yerinin güneşsiz de ağardığımutlular ülkesi hakkında anlatılanları Ruslar şaşarakokuyorlardı.

Fizyolog adlı kitapta ve başka tabiat kitaplarında,yabani hayvanlar ve kuşlar üstüne anlatılanlar dahada şaşırtıcıydı.

Bu kitaplarda da gerçekle uydurma karışmıştı. Filve aslanla yan yana, yarı öküz yarı fil, yarı deve yarıpars gibi, tabiatta bulunmayan hayvan resimleri devardı.

Yunan masallarıyla birlikte, Yunan felsefesindenparçalar da geliyordu Rus okuyucusuna.

Pçela adlı derlemede, Pythagoras’ın, Sokrates’in,Diyojen’in, Aristoteles’in, Epikuros’un bazıcümlelerine rastlanabilirdi. Sestodnev aldı kitabıokuyan, Empedokles’in dört öğesini öğreniyordu. İlkönce yaratılmış her şey bu dört öğeden, yani ateş,hava, su ve topraktan meydana gelmişti.Aristoteles’in eklediği beşinci bir öğe daha vardı:

Aristoteles’in eklediği beşinci bir öğe daha vardı:Gökyüzü ya da eter. Eter, dünyaya her yerden aynıuzaklıkta olup onu “bir duman gibi” sarardı.

Ruslar, dünyanın yuvarlak olup bir yerindegeceyken, ters tarafında gündüz olduğunu şaşaraköğreniyorlardı. Kitaplar güneş tutulmalarınınnedenlerini anlatıyordu: Ay, dünya ile güneş arasınagirip “engel” olduğu zaman güneş tutulur, aytutulmalarınaysa “güneşle ayın arasına giren dünya”sebep olurdu.

Georgi Amartol adlı Yunan rahibinin kitabınıdikkatle okuyanlar, Demokritos’un atomları, yazarındeyimiyle, “parçalanmaz ve bölünmez cisimler”hakkında da birkaç söz bulabilirlerdi.

Kitap okuyanlar, evrenin büyüklüğünü daha açıkçadüşünmeye başlamışlardı. O zamanlardan kalma birkitabın diliyle: “Büyükte küçük, küçükte büyük” olaninsan hakkında kafa yoruyordu okuyucu. Her şeyiTanrı iradesiyle değil, zorunlulukla açıklayanfilozofların var olduğunu öğreniyordu. Zenginliği,yoksulluğu, sağlığı, hastalığı, köleliği, özgürlüğü,barışı ve savaşı doğuran hep zorunluluktu. Her şey,gökteki değişmeler de, yıldızların hareketi de hep

zorunluluktandı.

Ruslar, yurtlarının dünyadaki yerini daha iyianlamaya başladılar. Kosmos İndikopleustes’inkitabından, dünyanın üç kısmını, yani Asya’yı,Avrupa’yı, Libya’yı ve “ipek ülkesi” Çin’i öğrendiler,yeryüzünde yaşayan halkları tanıdılar. Kozma’nınkitabını Rusçaya çeviren, şu notu eklemişti: “Batıdabüyük bir ülke var: Adı Rusya.”

Rus kültürüne her taraftan, Tevrat’tan, Babilefsanelerinden, bir İskenderiye hikâyesinden veherhangi bir Yunan filozofunun eserlerinden, sel gibibilgi ve tecrübe akıyordu.

Gelişen bu kültür öylesine güçlüydü ki, yabancıkültürlerden aldıklarını sindirip kendi öz malıyapıyordu.

Altın kapılar kitaplığında Rus kitapları da gittikçeartıyordu. Bunlarda yabancı ülkelerden gelen şeyler,eski Rus halk efsaneleriyle, atasözleriyle, masallarla,yiğitlik destanlarıyla, akın ve savaş hikâyeleriylekarışıyordu.

İlarion’un tarihinde ve öğütlerinde, Boris’le Gleb’in

biyografisinde ve Vladimir Monamak’ın öğütlerinde,Rus edebiyatı, Rus edebi dili doğuyordu.

Tarihte “iyi, bilgili ve inzivaya çekilmiş bir adam”olarak bilinen Kiev metropoliti İlarion, Yasa ve İyilikDestanı adlı eserinde, kendi deyişiyle: “İhtiyar İgor’untorunu, şanlı Svyatoslav’ın oğlu ve bir öğretmen veveli olan, memleketimizin büyük prensi Vladimir”iöverek: “Üçü de diyor, kötü ve bilinmez bir ülkeyedeğil, dünyanın her tarafına ün salmış Rus ülkesinehükmetmişlerdi.”

İlarion, Rus ülkesini bütün kalbiyle sever veyurdundan hararetle bahseder. Prens Vladimir’eşöyle seslenir:

“Ey soylu kişi, kalk mezarından. Kalk, uykudansilkin, çünkü sen ölmedin, sadece mahşer gününekadar uyursun...

Silkin uykudan gözlerini aç da bak, Tanrı senigökte nasıl bir şerefe lâyık gördü ve oğulları arasındasana nasıl bir şeref verdi...

Heybetli şehre, pırıl pırıl kiliselere, gelişenHıristiyanlığa bak, kutsal ikonlarla takdis edilen,

buhur kovan, övgüler ve ilahilerle çınlayan şehre birbak.

Ve bunları görüp sevince boğul...”

Yıllar geçiyordu. Her geçen yıl, Rusya’da “kitapzevkini doya doya tadanlar”ın sayısı artıyordu.

Tirof piskoposu Kiril:

“Bal suyu tatlıdır, şeker iyidir, ama kitabın tadıikisinden de iyidir” der.

Kiliselerde bodrumlar kitap doluydu. Manastırlarınhücrelerinde, ikon ve kitaptan başka bir şey gözeçarpmazdı. Her prens ya da boyarların evindebulunan haç odasında, ikonların altındaki rahle, kitapdoluydu. Her manastırda kütüphane vardı. Bazıkeşişler kitap kopya eder, bazıları da bunları ciltlerdi.

Peçersk Manastırı’nda keşiş Nestor, Geçici YıllarınHikâyesi adlı eserini yazıyordu.

“Rostof ilinde doğmuş olan bu köylü”, hücresindençok uzakları görüyordu. Nestor, artık bütün yurdunubakışlarıyla kucaklıyor ve Kiev’den Varyag Denizi’neoradan Roma’ya nasıl gidileceğini, Roma’dan da,

Konstantinopolis yoluyla, yine Kiev’e nasıldönüleceğini biliyordu. Bütün Slav halkları ailesini degörüyor, bunun ortak dili ve yazısı olan bir aileolduğunu anlıyordu. Kiev prenslerinin, Rus ülkesinikardeş kavgalarından nasıl çabalayıp kurtardıklarınıdüşünüyordu...

Bu, Rus eğitiminin başlangıcıydı. Büyük bir ırmağınkaynağındayız. Yüzyıllar geçtikçe bu ırmak daha dagürleşip genişleyecek, dünya kültür okyanusuna niceşeyler getirecekti.

“Biz bilgeliği kitaptan öğreniriz. Çünkü kitaplarevreni sulayan ırmaklardır” diyen tarihçi, acaba bunudemek istememiş miydi!

3 Doğunun Zenginliği

Dünyanın bir yeri gündüzken başka bir yeri gece,bir yeri sabahken, başka bir yeri akşamdır.

Yeryuvarlağının bir tarafında ovalarla ormanlar,güneşin son ışınlarıyla vedalaşıp karanlığagömülürken, öte yanda tanyeri ağarmaya başlar.

Kültür tarihinde de aynı şeye tanık oluruz.

Eskiçağ kültürünün ışığı İtalya’da, Bizans’tasönmekteyken, Kiev’den çok uzaklarda,Arabistan’da yeni bir kültür doğuyordu.

Arabistan’dan öteden beri kervanlar geçerdi.Tüccarlar develerle Hindistan’dan değerli taşlar vebaharat, Çin’den ipekli kumaşlar, Şap Denizi’ninkarşı yakasındaki sıcak Nubya’dan fildişi getirirlerdi.

Kervanlar kutsal bir şehir sayılan Mekke’ye uğrarve Arap tüccarları kâbedeki kutsal kara taşataparlardı. Gökten düştüğüne inanılan bu taş, bütünArap kabilelerince kutsaldı. Arabistan çöllerindeinsana, yalnız yıldızlarla taşlar yol gösterirdi. Yıldızgökten düşünce de, tanrı sayılmaya başlamıştı.

Mekke’ye her taraftan hacılar akın ederdi. Uzakvahalardan çiftçiler gelirdi. Bedeviler koyunsürüleriyle gelip şehrin hisarları önünde beyazçadırlarını kurarlardı.

Çiftçiler, çöl halkına düşman gözüyle bakardı.Tüccarlar, ıssız çölde göçebelerle karşılaşmaktanhoşlanmazdı. Ama Mekke’de herkes kendini

emniyette sayabilirdi.

Burada yılın on iki ayı bayramdı. Bayramsapanayırsız olmazdı.

Mekke’de kimse toprağı işlemez, zanaatlauğraşmazdı. Mekke bir ticaret şehriydi. Buradaalışveriş edilir, gerekirse zenginlerden birkaç yüzaltın Bizans dinarı ödünç alınabilirdi.

Güneşli pazarlar kalabalık ve gürültülü olurdu. Biryanda eşekler anırır, ayaklı satıcılar avazları çıktığıkadar bağırır, öte yanda yaylana yaylana geçendevelerin hörgüçleri görünürdü.

Dar sokaklardan, evlerin toprak duvarlarıarasından, alacalı baş örtülüler, sarıklılar, bornozlularseli akardı.

Mekke tüccarları zengin yaşarlardı. Hele altınsarrafları, hepsinden de zengindi.

İyi, ama kendilerini mutlu sayabilecek bu insanlarınyüzleri neden böyle asıktı? Neden misafir bir tüccar,borç taksidinin ertelenmesinden ya da faizinazaltılmasından gün geçtikçe daha zor söz

açabiliyordu?

Mekke için kötü zamanlar gelmişti. Altın para,Bizans imparatorlarının elindeydi. Doğuya gidenkervan yollarını da İranlılar tutuyordu.

Dünyanın sonu gelmişe benziyordu. Kervanlaruğramaz olunca, en zengin ticaret merkezlerinin bilesöndüğü defalarca görülmüştü tarihte. Böyle birşehir, suyu çekilmiş bir çeşmeye dönerdi. Mermersarayları kumlar basardı. Ancak harabeler hatırlatırdıo eski zenginliği.

Mekke’ye de böyle bir tehlike çöküyordu.Kurtuluşu nerede aramalıydı?

Zengin tüccarların durumu, daha o kadar kötüdeğildi. Az servet birikmemişti ellerinde.Soydaşlarından iflas etmiş küçük tüccarlara,çiftçilere, bedevilere faizle borç verir geçinirlerdi. Asılağır durumda olanlar borçlulardı. Borç ilmiğiboyunlarını sıktıkça sıkıyordu. Bunlar, verdikleri birBizans altınına karşılık, üç altın isteyen insafsıztefecilerden nefret ederlerdi.

Pazarlarda hamallar, kervan sürücüleri, yoksullar

homurdanırdı.

İnsanlar, Kâbe duvarına gömülü olan kutsal taşagittikçe artan bir şevkle dua ediyor, ama taşsusuyordu. Kervansaraylarda, yabancı tüccarlarınanlattıklarını cankulağıyla dinliyorlardı. Yabancımallarla birlikte yabancı inançlar da geliyordu.Museviler Mesih’ten, Hıristiyanlar Kurtarıcı’dan sözediyorlardı.

Kalabalıkta falcılar ve peygamberler dolaşıyordu.Bunların konuşmalarında, yerli ve yabancı inançlarbirbirine karışıyordu. Bunlar, zenginlerle soylularıtehdit ediyor, yaptıklarının cezasını bulacaklarınısöylüyorlardı. Peygamberlerin arasında Muhammedadında biri de vardı. İslam dinini yayıyordu. Bu yenidin, kendisine birçok taraftar kazandırmıştı.

Mekkeli zengin tüccarlar, atalarının dininden dönenMuhammed’e karşıydılar. Bu yüzden 622 yılındaMuhammed, Mekke’den Medine’ye göç etmekzorunda kaldı. Bu göç olayı, Müslümanlarca tarihinbaşı olarak kabul edilmiştir.

Uzun savaşlardan sonra Muhammed, düşmanlarınıalt edebildi. Mekke, Müslümanlığı kabul etti. Daha

alt edebildi. Mekke, Müslümanlığı kabul etti. Dahadün birbirlerine düşman olanlar, zenginlerle yoksullar,Müslümanlığın bayrağı altında birleşip Doğu’ya gidenkervan yollarının geçtiği ülkeleri fethetmeye gittiler.

Hıristiyanlık gibi Müslümanlık da herkese açıktı,herkes Müslüman olabilirdi. Yeni din, Allah’tan başkaTanrı tanımamakla birlikte kara taşı dareddetmiyordu. Müslümanlık, Muhammed’i hemMusevi peygamberlerin, hem de İsa’nın doğrudandoğruya halefi ilan ediyordu. İslam dini yoksullaragökte mutluluk vaat ediyor, dünyanın bütün nimetlerinide zenginlere bırakıyordu.

Müslümanlık, dünyayı fethetmek için insanlarıcihada, yani din uğruna kutsal savaşa çağırıyordu.

Ve dünyanın fethine başlanmıştı: Ama bu kezBatı’dan değil Doğu’dan.

Araplar, beş büyük devleti görüyorlardıçevrelerinde.

Batı’da Rum Kayzeri, yani “Muharipler Hükümdarı”denilen Bizans İmparatoru saltanat sürüyordu.

Bizans’ın yanı başında, “Şahlar Şahı”, “Değerli

Taşlar Hükümdarı”nın toprakları, zengin İran Devletibulunuyordu.

Kuzeydeki steplerde Türk süvarileri dolaşıyordu:Bunlar “Atlar Padişahı” denilen Türk hakanınabağlıydılar.

Doğu’da, “Sanat ve Devlet Hükümdarı” olarakbilinen Çin İmparatoru sayısız insanları idareediyordu.

Güneydeki Hindistan’da, “Filler Padişahı”, “BilgelikPadişahı” hükmediyordu.

Dünya Araplara Mekke’den işte böylegörünüyordu.

Derken Muhammed’in yerine geçenler, Arapaşiretlerini birleştirip dünyayı fethetmek üzeredoğuya, batıya, kuzeye ve güneye yürüdüler.

İran fethedildi. Mısır, Bizans’tan alındı. Araplarbirçok ülkeyi zapt etti. Bütün büyük hükümdarlarla,Bizans’la, Hindistan’la, göçebe Türklerle ve OrtaAsya sınırlarında Çin ordularıyla savaştılar. İspanya’yıele geçirip oraya yerleştiler. Ve bütün bunlar, VII.

yy.’ın sonlarında ve VIII. yy.’ın başlarında, yarım yüzyılgibi kısa bir süre içinde yapılmıştı.

Araplar zapt ettikleri ülkelerde asker kampları vekaleler kuruyorlardı. Bu kamplar yavaş yavaş şehirlerhaline geliyordu.

Arap ordularının ardından tüccarlar yürüyordu.Akdeniz adalarına ve İskenderiye’ye sağlamcayerleşen Arap tüccarları, Bizans gemicilerine dehşetsaçıyorlardı.

Arap tüccarlarının kervanlarına, dünyanın bütünyollarında rastlanabilirdi. Ermenistan’laGürcistan’dan ipekli, yünlü kumaşlar, halı ve kürkgetiriyor, at ve koyun alıyorlardı. Yanar gülleler atanmancınıklara, yani o zamanın topçusuna, HazarDenizi kıyılarından petrol taşıyorlardı.

Volga yoluyla, Hazarlarla Bulgarların ülkesine,Dinyeper yoluyla, “Kuyaba”ya (Kiev) gidiyorlardı.“Slaviya”dan (Novgorod) “Rus ipeği” denilen ketengetiriyorlardı. Arap kervanlarını Baltık Denizikıyılarında, hatta ötelerde, Gotland Adası’nda bilegörmek mümkündü.

Arap tüccarları, Asya’da Seylan’a, Çin’e, Afrika’daSudan’a kadar kervanlar gönderiyorlardı.

Haritalar, Arap gezginlerinin izlerini uzun zamankorudu.

“Sahra”, Arapça bir sözdü, “step”, “bozkır”demekti. “Sudan”, “karalar”, “zenciler”, anlamınagelir. Cava da Arapça bir sözdür.

Arapların bildikleri dünyanın sınırları genişlemişti.

Bu dünyanın bir ucunda “Slaviya”nın, yaniNovgorod ülkesinin karlı ormanları, ahşap şehirlerikuşatan çit duvarlar, sivri damlı prens konakları,kürklü ve kalpaklı sarışın insanlar, öbür ucunda datoprak ormanlar ve çengeller, sıcaktan sudasaklanan su aygırları, palmiye yapraklarındanyapılmış kulübeler, vücutları dövme resimlerle kaplıkara derili insanlar vardı.

Arap tüccarları, neyle seyahat etmezlerdi ki! Kardakızaklarla, sahrada deve sırtında, denizde yüksekpupalı gemilerle, Hindistan cangıllarında fil sırtında...

Yeryüzünde insanlarla birlikte eşyalar da dolaşırdı:

İpekli kumaşlar, üzerinde Muhammed’in hadisleriyazılı çelik kılıçlar, karabiber, şeker, karanfil doluçuvallar...

Gümüş Arap dirhemi, dünyada başlıca geçer akçeolmuştu. Rus, Alman, Fransız ve İngiliz dillerineArapça sözler giriyordu.

Kervan, ambar, saray, mağaza, dara, amiralsözcükleri, Arap tüccarlarının karabiber, karanfil vezencefille birlikte Avrupa’ya getirdikleri sözcüklerdi...

Karabiber, bir İngiliz lordunun ya da bir Almanbaronunun şatosunda, meşe ağacından yapılmışmasanın üzerindeki biberliğe dolduruluncaya kadaruzun bir yol katederdi.

Senyör, öz çiftliğinden her şeyi tedarik edebilirdi.Toprak köleleri kendisini besler, giydirirlerdi. Amaçiftliğinde karabiber yetişmezdi. İştah açıcı, yakıcı,acı baharat uzaklarda, Doğu’daki bilinmeyenülkelerde yetişirdi. Bunun için de çok pahalıydı.Fakat baharatsız yemek de yenir miydi ya!Baharatsız bir domuz budu ya da kocaman birtavada kızartılmış kuğu kuşu, tatsız ve yavan olurdu.Üstelik hekimler de, baharatın sağlığa faydalı

Üstelik hekimler de, baharatın sağlığa faydalıolduğunu söylerlerdi.

Karabiber nasıl gezerdi?

Hindistan’dan, denizyoluyla Arabistan kıyılarınagetirilir, oradan da Mekke’ye giden hacılarındevelerine yüklenirdi. Peygamber’in mezarını ziyaretetmek, sevap olmasına sevaptı, ama ticaret degünah değildi. Yani hem ziyaret, hem ticarettihacılarınki. Müslümanlığın kabulünden sonraki yıllardaMekke daha da zenginleşmiş, nüfusu artmıştı.Mekke’de, dünyanın dört bucağından tüccarlara,farklı deri renginden insanlara rastlanabilirdi.

Karabiber, Mekke’den Batı’ya, Asya’yı Avrupa’dandar bir boğazın ayırdığı yere götürülürdü. Burada,Bosphoros kıyılarındaki Konstantinopolis’te Hintmalları Bizans İmparatoru’nun eline geçerdi.İmparatorun sarayı, dünyanın en muhteşem sarayıydı.Bizans kiliselerindeki ikonalar som altındandı vebunları süsleyen değerli taşlarla altın kandillerinışıkları yansırdı.

Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bizans İmparatoru,dünyanın en zengin tüccarıydı. Depoları tıklım tıklım

tahıl, ipek, şarap, zeytinyağı, baharat doluydu.Karabiber de az değildi.

Doğu malları buradan, deniz ve karayoluyla,dağlardan ve ovalardan geçerek daha ötelere,Marsilya’ya, Sen Deni’ye, Ren ve Flandriya’yagötürülürdü.

Kitapçı Nedim’in Dükkânı

Dünyanın en ünlü şehirlerinin uzun listesinde bir addaha belirmişti: Bağdat.

Binbir Gece Masalları’nı okumayan, halifesaraylarının ününü duymayan var mıydı?

Bağdat’ta hafif yapılı kemerler, çöldeki serap gibiiç açıcıdır. Orada sanatçının eli, duvarların ağırlığını,hantallığını kaldırmıştır. Şadırvanların suları, beyazmermer kaplara akar ve insan, akanın su mu, yoksamermer mi olduğunu birden anlayamaz. Tümduvarlar, tüm tavanlar, cümlelerin acayip nakışlarlaçizilmiş ve yazılmış olduğu kabartma bir halı gibidir.Arap yazısı, Arap nakışları gibi karışıktır, girintiliçıkıntılıdır. Yazıların yanında nakışlar, bilinmeyen birdilde başka bir yazı gibidir.

Yazılarda Tanrı ve Muhammed övülür, halifelerinsarayı göklere çıkarılır ve insanların yaşadığıkonutların en güzeli olduğu söylenir.

Dünyada bundan daha büyük bir mucize olabilirmi?

Saraydan Bağdat sokaklarına çıkarsanız, kitapçıNedim’in dükkânını bulursunuz. Dipte, yerdeki yığınyığın kitaplar arasında oturan dükkân sahibini hayalmeyal görürsünüz. İlk bakışta burada değerli hiçbirşey yok gibidir. Kitaplar, ne pahalı parşömenden, nede Mısır papirüsündendir: Çin icadı ucuz kâğıtlarayazılmışlardır.

Ama kâğıt ve tozun bol olduğu bu dükkânda, yinede halife sarayından çok mucize vardı.

Kitapçı, hangi kitabı aradığınızı nezaketle sorupkendisinin tertip ettiği “Fihrist”e şöyle bir gözatmanızı teklif ederdi. Bu, Arapça kitapların uzuncabir listesiydi: İran destanları, Yunan filozoflarınınkitapları, Hintli bilim adamlarının eserleri toplanmıştı.

Sizi ne ilgilendiriyor? Hindistan’da doğanmatematik mi? Halklardan ülkelerden bahseden

coğrafya mı? Yoksa peygamberlerle hükümdarlarıntarihi mi?

İşte Taberi’nin dünya tarihi. Bu büyük eserde bütünhalklarla ülkelerin seçkin adamları hakkında,Musevilerin peygamberi Musa, Cihangir Büyükİskender, hükümdar Keyhüsrev ve imparatorAugustus hakkında bilgi bulabilirsiniz.

Şu tarih kitapları da olayları olduğu gibi anlatıyor.Yazar, kitabında anlattıklarını kimden öğrendiğinibildirmeden geçmemiş ve kitabına: “Bana filananlattı. Dedi ki: Ben bunu filan oğlu filandan işittim. Odedi ki: Ben...” sözleriyle başlamış, sonra olay tanığınağzından anlatılmış.

Yerle göğün kuruluşunu bilmek isterseniz,Ptolemaios’un Arapça’ya çevrilmiş olan altı ciltlikAlmagest adlı eserini okuyun.

Halife’nin sarayında, ancak orada olanıgörebilirsiniz. Kitapçı Nedim’in loş, tozludükkânındaysa, uzaktaki yıldızlardan, denizinderinliklerine kadar dünyada ne varsa, her şeyibulabilirsiniz. Burada birçok yüzyılda kuşakların aklı,tecrübesi toplanmıştır. Bu zenginliği biriktirmek,

tecrübesi toplanmıştır. Bu zenginliği biriktirmek,mermer çıkarmaktan, inci avlamaktan güçtür.

Bu hadiste şu sözler boşuna yazılmamıştı:Bilginlerin sarf ettikleri mürekkeple, şehitlerindökülen kanları tartıldı, bilginlerin mürekkepleri ağırgeldi...

Gerçi kitabın değerini bütün halifeler anlamıştıdenemez. Söylentiye göre, Ömer zamanında zaptedilen İran’da pek çok kitap ele geçirilmiş.Kumandanlardan biri Ömer’e: Kitapları ne yapalım,ganimet olarak alınan öbür eşyalarla birlikteMüslümanlara mı dağıtalım? diye sormuş. Ömer de,“Kitaplar, Kuran’dakilerden bahsederse, faydasızdemektir. Yok, söz konusu başka bir şeyse, o haldezararlıdır. Bunun için her iki halde de kitaplarıyakmalı” demiş.

Bu olayın İran’da değil, İskenderiye’de geçtiğinisöyleyenler de vardır. İskenderiye kitaplıkları, kimizaman Caesar’ın lejyonerleri, kimi zaman da patrikTeofil’in kışkırttığı Hıristiyanlar tarafından defalarcayakılmıştı. İskenderiye’yi zapt ettikleri zaman,artakalanları da Araplar yakmıştı.

Eskiden böyle olmuş olabilir. Fakat Arapların kitapyaktığı zamanlar çoktan geçmişti. Artık bilimesaygıları vardı ve herkesin, dilediği gibi inanıpdüşünmesine izin veriliyordu. Şam’da, Bağdat’ta,Buhara’da, Ürgenç’te, aralarında Araplar, İranlılar,Museviler bulunan bilim adamları, doğayı serbestçeinceliyor, evrenin doğuşu ve kuruluşuyla ilgili sorunlarıserbestçe tartışıyorlardı.

Yüzyıllar birbirini izliyordu: Dokuzuncu, onuncu, onbirinci...

Geniş Arap devleti, birçok küçük devletebölünmüştü. Ama bu bilim adamlarının çalışmalarınıengellemedi. Bunlar Cordoba’da, Buhara’da,Bağdat ya da Ürgenç’te, nerede olurlarsa olsunlarher yerde kendilerini dünyanın vatandaşı sayarlardı.Her hükümdar, her emir ünlü bilgin ve şairlerisarayına çekmeye çalışırdı. Medreseler, kitaplıklar,gözlemevleri bir şehir için muhteşem saraylardan daönemli sayılırdı. Bizans imparatorları bile, Araphalifelerinin sarayında ün kazanmış bilim adamlarınıKonstantinopolis’e davet ederlerdi.

Orta Asya çöllerinde bulunan Ürgenç’te, yıldızları

inceleyen evren üstüne yazılmış kitapları okuyan bilimadamları vardı.

Ürgenç’te Şehristani adında bir filozof yaşardı.Bütün dinler, bütün doktrinler üstüne kendi deyişiyle,“birinden nefret edip diğerine sempati göstermeden”bir kitap yazmıştı. Yerli bilim adamlarından biri,hatıralarında şöyle yazar: “Komşum ve arkadaşımolan Şehristani, filozofların görüşlerinin doğruolduğunu ispat etmek ve onlara karşı yapılansuçlamaları çürütmek için çok uğraşmıştı. Onunkonuştuğu birkaç mecliste bulundum. Bir kez olsun:‘Tanrı böyle buyurdu’ ya da ‘Tanrı’nın resulü böylebuyurdular’ demedi, hiçbir ilahiyat sorununuçözümlemedi. Şehristani’nin nasıl görüşleri olduğunuen iyi Tanrı bilir.”

O zamanların Ürgenç’inde kala kala, ıssız çöldegöklere yükselen bir tek minare kalmıştır. Oysa eskiÜrgenç, dört başı mamur büyük bir şehirdi ve OrtaAsya’yla İran’da saltanat süren Harzemşahlarınbaşkentiydi.

El-Biruni, bir sırlar ülkesi olan Hindistan’ı ziyaretetmek üzere Harzem’den yola çıkmıştı.

Biruni bir yabancıydı, Hindistan’ın kuzey bölgelerinizapt eden düşmanların dinindendi. “Tanrı’dan başkabir tanrı olmadığına” inanırdı. Hindistan’daysa tanrılarinsanlardan çoktu. Biruni putlara tapmayı günahsayardı... Hindistan’daysa kocaman kayalar yontulupBuda heykelleri haline getirilmişti, yüzlerce dansöz,tapınaklarda raks eder pozda duran dört elli Şiva’nınçevresinde gece gündüz dans ederlerdi.

Yine de Hintliler, El-Biruni’yi saygıyla karşıladılar.Brahmanlar kendisine, bir meslektaş olaraköğretilerinin sırlarını açtılar.

Biruni de yurduna döndüğünde bir kitap yazıpyabancı töreleri, kendisine tuhaf gelen Hint inanç veanlayışlarını hor görmeden anlatmıştı.

Batı’dan kovulmuş olan bilim, Doğu’da zaferdenzafere koşuyordu. Yunan bilginlerinin eserleri kopyaedilip çoğaltılıyor, bir dilden diğerine çevriliyordu.

Aristoteles Doğu’yu fethediyordu, Büyük İskendergibi kılıçla değil, kalemle.

Doğu’da Batlamyus adı altında bilinenPtolemaios’un Almagest adlı eseri, Suriye, İran ve

Harzem yoluyla Hindistan’a varmıştı. Mısırlı bilimadamlarından İbn-el-Hotayma’nın bir eserinde, Yunangeometrisi Hint cebiriyle karşılaşmıştı. Arapmatematikçileri, Yunanlı Arşimet’i de, HintliAryabhatta’yı da biliyorlardı.

Doğu’dan Batı’ya ters yönde bir akım başlamıştı.Hint rakamları, Arabistan yoluyla Avrupa’ya gelmiş,yolda adları değişerek Arap rakamları denilmeyebaşlamıştı. Bir bilim adamı olan keşiş Herbest,Avrupa’da ilk olarak sayıları Hint usulüyle yazıp Hinthesap tahtasında hesap yapmaya başlamıştı.

Mıknatıs iğnesi, kâğıt gibi icatlar, ÇinlilerdenAraplara, Araplardan da Avrupalılara geçiyordu.İtalyan gemicileri denizde yolu pusulanın yardımıylabuluyorlardı. Bunun için mıknatıs su dolu bir bardağabırakılıyor, kendiliğinden dönerek güneyi ve kuzeyigösteriyordu.

İtalyan hattatları, ilk kez kitapları parşömene değil,Suriye’den getirtilen kâğıda yazmaya başladılar.

Birçok engel vardı düşünüşün karşısında:İnsanların başka başka dillerde konuşması, töre veanlayış farkı gibi. Bunlar doğal engellerdi. Bir de

anlayış farkı gibi. Bunlar doğal engellerdi. Bir dehoşgörüsüzlüğün, bağnazlığın yarattığı yapay engellerde vardı.

İnsan düşünüşü, cesur koruyucuları olduğu sürecebütün engelleri aşıyor ya da okyanusa doğru akan birırmak gibi onları yıkıp geçiyordu.

İnsan büyük icatların ve keşiflerin eşiğindeydi yine.

Macellan’dan çok daha önce Suriyeli Ebü-l-Fida,dünyayı dolaşan bir yolcunun, gittiği yöne doğru,takvimden bir gün geri kalacağını ya da bir günileride olacağını ispat etmişti.

Kopernik’ten çok daha önce Harzemli El-Biruni,dünyanın kendi ekseni çevresinde dönüşünün,‘zic’lere* aykırı olmadığını söylemişti.

Söylentiye göre sultan, Biruni’ye yaptığı zicler içinödül olarak, bir fil yükü gümüş göndermiş. Biruniarmağanı kabul etmemiş, geri çevirmiş. Kendisinegümüş gerekli değildi. Çünkü servetin en büyüğünesahipti: Bilgi.

El-Gazen adında büyük bir bilim adamı da, havaokyanusunun yüksekliğini, alacakaranlığın sınırlarına

kadar ölçmüştü. El-Gazen, ufkun ötesinde güneşinnasıl indiğini gözetliyordu. Güneş artık batmıştı, amaışınları yeryüzü üzerindeki havayı aydınlatmayadevam ediyordu.

El-Gazen, kum saatleriyle zamanı ölçüyor,astronomi aletlerinin yardımıyla, güneşin yolunu belliediyordu. Yaptığı uzun hesaplamadan sonra,alacakaranlığın sınırlarına kadarki mesafenin 52 binadım olduğunu anlamıştı. Bu, çağdaş bilimadamlarının tespit ettikleri mesafeden biraz azdır.

Bazı bilim adamları, hava okyanusununyüksekliğini ölçüp gezegenlerin yolunu tespitederken, bazıları da küçük zerrecikler âleminiinceliyordu.

Bunlar Aristoteles’i iyice biliyorlardı. İskenderiyelibilim adamlarının kitaplarını da okumuşlardı.Dünyadaki bütün cisimlerin birbirine dönüştüğünü debiliyorlardı. Peki, o halde bakır altına çevrilemezmiydi? Toprakta altın meydana gelebilmesi içinyüzyıllar gerekirdi. İnsan, bilgi sayesinde birkaçsaatte altın elde edemez miydi?

Arap simyacıları, bu sorunun cevabını İskenderiyeli

Arap simyacıları, bu sorunun cevabını İskenderiyelibilim adamlarının papirüslerinde arıyorlardı. Bukitapların, ölümlü bir insan tarafından değil,Yunanlıların “Üç Kere En Yüce Hermes” dedikleriMısır tanrısı Tot tarafından yazıldığı söyleniyordu.Hermes’in adına dayanarak bu kitaplara “hermetik”denirdi. Çünkü sıradan insanlara sımsıkı kapalıydılar,onlar bu kitaplardan bir şey anlamazlardı.

İşte, bu kitaplardan birinin adı: Güneş Nasıl Yapılır.

“Babası Güneş, anası Ay, Rüzgâr onu karnındataşıdı. Yer besledi. Toprağı ateşten, dumansıyı katıcisimden ayır, dünyada en değerli şeyi eldeedeceksin.”

Bilgisiz insanlar, bu bilmece üzerinde kafalarınıboşuna yorarlardı. İşin özünü anlamış olanlarGüneş’in altın, Ay’ın gümüş, Satürn’ün kurşun,Merkür’ün de cıva demek olduğunu bilirlerdi.

Arap bilginleri, eski İskenderiyeli simyacılarınyaptıkları denemeleri tekrar ediyorlardı. Güneş, yanialtın elde etmek için bir şeyler eritiyor, yakıyor,imbikten geçiriyorlardı.

Bakırı çeşitli maddelerle karıştırıyorlardı.

Alaşımların bazısı beyaz, bazısı da sarı oluyordu. Vebiraz daha gayret edilirse bakır gümüşe ya damadenlerin şahı olan altına dönüşür sanıyorlardı.

Böylece, bilim adamları küçük zerrecikler âlemininkaranlıklarında ham hayaller peşinde koşupduruyorlardı. Gerçek defineler buldukları da oluyordu.Her şeyi her şeyle karıştırıp alaşımlar yaparken azotasidini, asit sülfüriği, madenleri eritme ve tuz ruhuelde etme usullerini buldular, kükürtün, cıvanın,arseniğin özelliklerini incelediler.

Dumanlı, karanlık laboratuvarlarda, iki boğazlıkaşıkçı kuşlarını andıran acayip kaplarla uzun boyunluimbiklerin arasında gerçek bir bilim, kimyadoğuyordu.

İnsan, ufacık zerrecikleri idare etmeyi öğreniyordu.Çoğu hallerde gözle görülemeyen bu zerreciklere,önüne filtreler koyup kurnazca tuzaklar kuruyor, sonrada onları bir av gibi kovalayıp eğri büğrü borulardangeçirterek eriyikten ayırıyor ve billurlar halinde kabındibine çöktürüyordu.

İnsan yine büyük adımlarla ilerliyordu.

Hani biraz daha çabalamakla amaca erişebilecekgibiydi...

Ama Doğu’da da kültür ışığı sönmeye başlamıştı.Düşman sürüleri, kara bulutlar gibi her yandanyaklaşmaktaydılar.

Doğu’ya koyu bir karanlık çöküyordu. Şehirlerinmeydanlarında ikide bir alevler görülmeyebaşlamıştı: Yine kitaplar yakılıyordu.

Bağdat’tan kovulan bilim, İspanya’dakiCordoba’da barınak buldu. Bilim nerede saygıgörse, orası evi olmuştur hep.

Cordoba tüccarları, halifelerin bir yazma kitap içinbin altın dinar ödedikleri zamanları dahaunutmamışlardı.

Bağdat’ta, insanlardan uzak yaşayan filozof El-Gazali, bilginin gereksiz, aklın güçsüz olduğunusöylerken, Cordoba’da, aynı XII. yy.’da, birAristoteles hayranı olan filozof İbni Rüşt, bilimicesaretle savunuyordu.

İbni Rüşt en büyük mutluluğun bilinmeyenin önünde

eğilmede değil, her şeyi öğrenmeye can atmadaolduğunu ispat ediyordu.

İbni Rüşt, insanlığın ortaklaşa düşünüşünden sözediyordu. İnsan ölür, insanlık kalır. İnsan, şu kısaömründe çok şey öğrenemez. İnsanlık ölümsüz,düşünüşü de ebedidir. İşte bu ortaklaşa düşünüşünulaşamayacağı sınır yoktur.

Böylece, insan kendisini okyanusta bir damla,büyük bir bütünün parçası olarak duymaya, tanımaya,aynı zamanda bir dev olduğunu, yani İNSANolduğunu anlamaya başlamıştı artık.

Bir zamanlar insanın ruhu, küçük kabile “ben”inindar duvarları arasında kapanıp sıkışmıştı. “İnsan”,Mısırlı anlamında kullanılıyordu, çünkü Mısırlı olmayaninsan sayılmazdı. Yüzyılların geçmesiyle insan, bu dar“ben” duvarlarını zorlayıp genişletmeye başladı. Bütüninsanların ayrı ayrı insan oldukları, hep birlikte deinsanlığı meydana getirdikleri anlaşılmaya başladı.İbni Rüşt, yalnız Cordobalı bir İspanyol Arabı değil birinsan olduğunu anlamıştı.

İspanyol Araplarının egemenliği de sona ermeküzereydi. Hıristiyan şövalyeleri, Araplara baskı yapıp

üzereydi. Hıristiyan şövalyeleri, Araplara baskı yapıponları İspanya’ dan kovuyorlardı.

Eskiçağ bilimi yine tehlikedeydi. Yunanfilozoflarının kitapları yine yakılıp kül ediliyordu. Amabu kez de koruyucuları bulundu kitabın...

İspanya’da, Provans’ta, güney İtalya’da Musevidoktorlar, astronomlar, filozoflar, Aristoteles’in, İbnRüşt’ün, Euklides’in, Ptolemaios’un eserleriniArapça’dan İbranice’ye ve Latince’ye çeviriyorlardı.

Musevi bilim adamı Yehuda ben Tibbon’a“tercümanların piri” deniyordu.

Doktor ve filozof olan oğlu Samuil, Aristoteles’inMeteorologia adlı eserini, yine doktor ve yazar olantorunu Moysey, Euklides’in Unsurlar eserini, İbnRüşt’ün ve İbn Sina’nın kitaplarını çevirmişti.Hıristiyanların Don Profiyat Tibbon dedikleritorununun torunu Yakof, hem Monpelye TıpFakültesi’nde astronomi konferansları veriyor hemde Euklides’i çeviriyordu.

Tercümanlığın babadan oğula geçtiği bu aile için,kitaptan daha elverişli bir şey yoktu. Elle yazılmışeski bir kitap arayıp bulmak için en uzak yolculukları

bile göze almaya hazırdılar. Moysey ben Tibbon,Marsilya’dan gemiyle İskenderiye’ye gitmişti. Oradaeski papirüsler bulunabileceğini işitmişti. Yoldazamanını boş geçirmemiş, bir felsefe sözlüğühazırlamıştı.

Aile reisi Yehuda ben Tibbon, oğluna sandıklardolusu altın bırakmamıştı; kitap bırakmıştı yalnız.

Yehuda ben Tibbon, oğlu Samuil’evasiyetnamesinde şöyle der:

“Sana büyük bir kitaplık bırakıyorum. Onu düzgüntut. Dolaplardaki kitapların bir listesini yap, her kitabıgerekli dolaba koy. Rafları güzelce perdele, kitaplarıtavandan akan sulardan, farelerden ve her çeşitzararlı şeylerden koru, çünkü kitap en büyük servetin,en iyi dostundur. Kitap dolu bir kitaplık, bir bilimadamı için en güzel bir bahçeden daha güzeldir.”

Bu kitaplığın sonu ne oldu, belli değil.

Sahibinin, gözbebeği gibi korunmalarını tembihettiği kitaplar belki çoktan yok olmuştur.

Ben Tibbon gibi insanlar, görevini yapmış,

eskiçağ bilimini korumuş, sonraki kuşaklara mirasbırakmışlardı.

Bilim, papirüsten parşömene, Yunanca’danArapça’ya, Arapça’dan İbranice’ye, İbranice’den deLatince’ye geçerek, dolambaçlı yollardan yineBatı’ya dönüyordu.

Yunan bilginlerini Batı’da Arap zannettikleri bileolurdu: Arşimet’e, Arap usulü, Arhimedin diyorlardı.Çünkü kitapları, Avrupa’ya, doğrudan doğuyaYunanistan’dan değil, dönüp dolaşıp Arapülkelerinden gelmişti.

İşte böyle, insanlar bilimi en değerli şey sayıpelden ele vererek kurtarabiliyorlardı.

Köylünün İsyanı

Bu zaman içinde insan Batı’da yerindesaymamıştı. Yüzyıllar geçtikçe adımlarınısıklaştırıyordu.

Eskiden malikâneler, orman denizinde birer küçükada gibiydi. Burada insanlar birer Robinson gibiyaşardı. Toprak köleleri, senyöre ve kendilerine

gerekli her şeyi kendileri yaparlardı.

Toprak kölesi, işten kaytarmaya çalışan o eskiköle değildi. Durup dinlenmeden çalışırdı. Kök söker,bataklık kurutur, boş toprakları tarıma elverişli halegetirirdi. Döktüğü alınteri de meyvelerini verirdi. Ürüngittikçe bollaşıyordu. Gerçi köylünün elinde ürününancak küçük bir kısmı kalırdı. Damı saman kaplı islikulübesi yoksulluktan kurtulamazdı.

Senyörün şatosundaysa, büyük bir sofra hephazırdı. Ev sahibi cömert ve konukseverdi. Kendisiyemesini sevdiği gibi, misafirlerini de tıka basadoyurur, sarhoş olana kadar içirirdi. Uşaklar daefendilerinden pek geri kalmazlardı.

Şatoda kimler yoktu? Züğürt şövalyeler,silahşörler, seyisler, şarap sunucular, köpekbakıcıları, kapıcılar, aşçılar ve belli bir işi olmayanhalayık takımı vb.

Bazıları sofrada yemek yerken, öbürleri onlarahizmet ederdi. Kocaman domuz butları, yağlı kuğular,etli ya da balıklı börekler, kaşla göz arasında yenilipyutulurdu.

Bütün yemekler baharatlıydı. Şaraba bile baharatkatılmıştı. İnsan tok bile olsa iştahı açılırdı.

Senyörü ve şatodaki halkı kim besliyordu?

Toprak kölesi köylü.

Ya giydirip kuşatan kimdi.

Önceleri senyör de, hanımı da, elbiselerinimalikânede dokunmuş abadan diktirirken artıksenyör kadife mintan, karısı da samur kürklü ipekpelerin istiyordu.

Bunlar nereden alınırdı?

Panayırdan, şehirden. İpek kumaşlar, kadifeler,inci ve mücevherat uzak ülkelerden getirtilir ve peşinparayla ödenirdi.

Senyör parayı kimden alırdı?

Kulübesi saman kaplı köylüden.

Önceleri köylü angaryadan bıkmış usanmıştı,şimdiyse çeşitli vergiler onlara göz açtırmıyordu.Gece gündüz demeden çalışmalı, son ineği satmalı,gerekirse gurbete gidip marangozluk, kunduracılık

etmeli, vadesi geldiğinde, para bulup senyöreborcunu ödemeliydi.

Senyörün hep paraya ihtiyacı vardı. Sefereçıkacak olsa, kılıç ve miğfer satın almak, seferdegerekli şeyleri sağlamak için para lazımdı. Evdekieğlenceler için, baharat ve elbise satın almak içinyine para gerekti.

Şarap, mum yapmak için balmumu, ipekli vekadife kumaşlar satın almak için, şatodan şehreikide bir adam gönderilmeye başlandı...

Şehirler, 30-40 yılda ne kadar büyümüşlerdi!Oysaki, eskiden çevresi çitten duvarla sarılı birköyden farksızdılar. Tüm şehir pis bir meydandan,kiliseyle pazar etrafındaki birkaç viran evden,bostanla otlardan ibaretti. Ya şimdi? Tüccarlar,dokumacılar, silah ustaları, şehirde ne evleryaptırmışlardı!

Eskiden tüccar, sırtında ağır bir sandıkla malikânemalikâne dolaşırdı. Seyyar bir terzi şatoya gelir, ikiüç ay kalıp paskalya yortusu ya da düğünmünasebetiyle büyüklü küçüklü herkese elbisedikerdi.

dikerdi.

Artık tüccarlar, dokumacılar, terziler, şehirlereyerleşmiş, hısım akrabalarını da getirip başlı başınamahalleler kurmuşlardı: Çömlekçi mahallesi, boyacımahallesi vb.

Bazılarının babaları herhangi bir malikânede dahadoğramacıyken, kendileri toprak köleliğinden vedoğramacı olmaktan kurtulmuş, lonca başkanı birerusta olmuşlardı.

Sözü geçen tüccarların elbisesi yeniydi,ayaklarındaki çizmelerin tokaları güzeldi, bellerindekibıçaklar, eskiden olduğu gibi bakır değil, gümüşsaplıydı.

Hele kunduz kürkünden kalpak, kurşuni çuhadankaftan giymiş bir tüccarı at üzerinde giderkengörmeliydi!

Böyle bir tüccarın borcu neden olacaktı? Heraldığını peşin parayla tıkır tıkır öderdi.

Herkes iyi yaşıyordu. Yalnız köylünün durumukötüydü.

Savaşta şehir halkını kale duvarları korurdu.

Şövalyeler şatoların kapılarını sürmelerdi.Köylülerin tarlalarıysa açıktı. Silahlı eşkiyalar ekinleriçiğner, hayvanları aşırıp götürürlerdi.

Senyörler dövüşür, kabak toprak kölesininbaşında patlardı.

Tarlaları yaban otları basardı. Zamanı gelip hasatbaşlayınca da köylü, toprağa saçtığı tohumu biletoplayamazdı.

Köylü daha çocukken, annesinden bir dilim ekmekistediği zaman annesi, “Ekmeği senyör aldı” derdi.

Babasına yardım etmeye başladığında, yorulup dasabanın sapını tutacak mecali kalmayınca babası,“Senyör tarlayı sürmemizi emretti” derdi.

Pazar günleri kilisede vaaz veren papaz,“Sabredin, İsa da sabretmişti” derdi.

Sabır, sabır, hep sabır. İyi, ama sabrı hangipazardan almalıydı? Ve niçin sabretmeliydi?

Herkesin umudu çocuklarındaydı. Belki onlarınkısmeti daha iyi olur, diyorlardı. Mezarlıkta mezarlargittikçe artıyordu. Artık çocuklarının çocukları

gittikçe artıyordu. Artık çocuklarının çocuklarımezarda yatıyordu. Yaşamaksa hep ağırdı.

Bir tek çare kalmıştı: Doğdukları yerleri bırakmak,bir gece, karanlıklar içinde kaybolmuş köye dönüpbakmadan evden çıkıp gitmek.

Ama nereye?

Şehre!

“Şehirde hava bile insanı özgür yapar” sözüboşuna söylenmemişti.

Ama kürek cezasına mahkûm olup hapisaneduvarına zincirle bağlı bir mahpus gibi toprağa bağlıbir kimsenin, başını alıp gitmesi öyle pek kolaydeğildi. Çünkü toprak kölesi, derebeyinin malıydı.

Yaşamak günden güne ağırlaşıyordu. Vergilerartıyordu. Vergilere ve artan zulme dayanmakzorlaşıyordu.

Ve bir gün gelip insanların sabrı tükendi.

Ayaklanan köylülerin her yandan kundakladıklarışatolar yanıyor, dişli, yüksek surları kara dumanlarsarıyordu.

Yakılıp yıkılmış İtalya’dan Provans’a, Provans’tanBurgundiya’ya savaşların peşinden açlık yürüyordu.

Bir ölçek hububat, avuç dolusu altın ediyordu.Açlığın arkasından da hastalıklar geliyordu.

Ölüm köy köy dolaşıyordu. Mezarlıklar doldukçaköyler boşalıyordu.

Birçoğu yeniden, korkuyla dünyanın sonunubekliyordu. Bazıları da Tanrı’ya verip veriştiriyor,dünyanın kötü bir ruh tarafından yaratıldığını, yoksa bukadar kötü olamayacağını söylüyorlardı.

Çeşitli tarikatlar baş gösterdi, dinden sapmalaraldı yürüdü. Bunların kökü ateş ve kılıçla kazınıyordu.Ama bunalımın, çaresizliğin kökü kolay kolaykazınabilir miydi?

Bunun bir çıkar yolu var mıydı? Varsa neredeydi?

Çıkar yolu yurtlarında bulamayacaklarınıanlayanlar, grup grup, sürü sürü yollara döküldüler.

Kendi yaptıkları kılıç ve mızraklarla silahlı köylüler,çamurlu yollardan ilerliyorlardı. Parlak zırhlar giymişhaçlı şövalyeler, köylülerin yanından geçip gidiyordu.

Gıcırdayan iki tekerlekli arabalarda köylü çocuklarıağlaşıyor, öküzler böğürüyor, atlar kişniyordu.

İnsanlar götürebilecekleri her şeyi almışlardı; birdaha yurtlarına dönmeye niyetleri yok gibiydi.

Baronlar maiyetiyle gidiyordu. Toprak kölelerini,uşaklarını, soytarı ve şarkıcılarını bile berabergötürüyorlardı.

Avda kullanılan doğanlar bile doğancının sağkolunda yola düşmüşlerdi.

Pazarlarda, yollarda gürültü ve izdihamdangeçilmiyordu. Alışveriş, eskiden görülmemişboyutlara varmıştı. Birçoğu yola çıkarken,götüremediklerini satmıştı. Paralar tüccarlarınkasalarına akmaya başladı. Tüccarlar, fahiş fiyatlarlasatıp kâr etmek umuduyla sakladıkları malları pazaraçıkarmışlardı.

Çocuklar da uzun kafileler halinde yollaradüşmüştü.

Nereye gidiyorlardı? Ve ne olsun istiyorlardı?

Mucize umarak Doğu’ya gidiyorlardı:

Müslümanlardan “kutsal toprağı” almaya ve Filistin’lebirlikte doğu masallarındaki tüm zenginlikleri elegeçirmeye...

Dünya Yeniden Genişliyor

Haçlılar Filistin’i zapt etmiş, Kudüs Krallığı’nıkurmuşlardı. Burada Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar,Almanlar, Suriyeliler, Yunanlılar, Ermeniler yan yanayaşıyordu. Zeytinlikler arasında şövalye şatolarınındişli surları ve kuleleri görünüyordu. Kudüs Kralı’nınsarayında en garip unvanlı baronlara rastlanabilirdi.Aralarında Galile prensleri, Yafa kontları, Sidonsenyörleri vardı. Bunların büyük çiftliklerinde Suriyelitoprak köleleri çalışırdı.

Tir adlı eski Fenike şehrinde ustalar, bin yıl önceolduğu gibi, salyangozdan erguvani boya eldeediyor, değerli cam bardaklar yapıyorlardı. Fakat Tirsokaklarındaki o acayip çehre, ad ve lehçelerkarışımı neydi! Şehrin hemen hemen üçte biriVenediklilerindi. Kendi mahalleleri, pazarları,kiliseleri, depoları, hatta kendi hamamları ve fırınlarıvardı Venediklilerin.

Venedikliler de, Fransızlar da, İngilizler de

Venedikliler de, Fransızlar da, İngilizler deDoğu’da, yurtlarında olduğu gibi, yani komşularındanayrı yaşamak istiyorlardı. Fakat burada bunu yapmakdile kolaydı. Müslümanlara, Hıristiyan olmayanlarakarşı besledikleri nefret getirmişti onları buraya.Oysa Müslümanlarla kavgasız yaşıyor, SuriyeliMüslüman kadınlarla evleniyorlardı. Kaftan, bornoz,muslin, fıstık, limon gibi yerli sözleri, konuşmalarındagittikçe daha çok kullanıyorlardı. Hıristiyan senyörler,üzerinde Kuran’dan ayetler yazılı altın paralarbastırıyorlardı. Müslümanlarla ticarette “Müslümanbezantı” denilen bu paralar gerekti.

Mısır Sultanı, Hıristiyan dünyasının düşmanı olduğuhalde, İtalyan gemileri ona esir ve silah taşıyordu.

Roma Papazı, Müslümanlarla ticareti yasaklayansert bir emir çıkarmış, ama fayda etmemişti.Suriye’den denize açılıp Cenova’ya giden yüzlercegemi bir emirle nasıl durdurulabilirdi? Suriye çölleriniaşan kervanların yoluna, parşömen rulosuna yazılı birPapa kararıyla nasıl engel olunabilirdi? Alp Dağları’nıaşıp Doğu malları almak için İtalya’ya giden Almantüccarları nasıl geri çevrilebilirdi?

Tarihin dev sarkacı, iki kez daha gidip gelmişti, bir

sağa, bir sola.

Araplar VIII. yy.’da Doğu’dan kalkarak Batı’yadoğru gidip Pirene Dağları’na dayanmışlardı. Haçlılarda XI. yy.’da Batı’dan Doğu’ya, Kudüs’e gitmişlerdi.

Sarkaç ancak iki kere sallanmıştı dedik. Ama nekadar değişmişti her şey. Denizlerle çöllerin,âdetlerin, inançların ayırdığı halklar birbirlerine dahayakınlaşmışlardı.

Bir Fransız ya da Alman şövalyesi, öncelerişatosunda, ayı ininde yaşar gibi yaşardı.

Dünya ve başka ülkeler hakkında ne bilirdi bunlar?

Ancak Kudüs adında bir şehir olduğunu, bunundünyanın tam ortasında bulunduğunu işitmişlerdi.Bundan başka iki büyük şehir daha vardı: Roma veKonstantinopolis. Bunlar nasıl şehirlerdi, oradakimler yaşardı? Bunu hayal meyal bilirlerdi. Dünyanınbir ucunda aysız ve güneşsiz bir ülke olduğuna,orada başları boynuzlu, elleri aslan tırnaklı insanlarınyaşadığına inanırlardı.

Şatoya kırk yılda bir gezgin bir tüccar ya da

hacdan dönen bir rahip uğrar, görüp işittikleriniyağlandıra ballandıra anlatırdı. Söylediklerininarasında, gezgin âşıklarla hokkabazlarınşarkılarındaki uydurmalar daha çoktu.

Bir şövalye dünyayı düşünürken, yollarında devlerindolaştığı ve ejderlerin yolculara saldırdığı harikalardiyarına varmak için yüz mil kadar bir yol geçmekyeter sanırdı.

Derken işte bu cahil şövalyeler Konstantinopolis’i,Antakya’yı, Kudüs’ü gidip görmüş ve dünyanın, şatopenceresinden gördüklerinden ibaret olmadığınıanlamışlardı.

Bizans’ın muhteşem tapınaklarını, Doğu’nun camive saraylarını görmüşlerdi. Kendi yurtlarında hayat,Yunanistan’da ve Suriye’de gördüklerinin yanındaçok sefil, sönük ve can sıkıcıydı.

Doğu’da toprak bile, o parlak eskiçağın anısınısaklıyordu; orada hâlâ Arap bilginleri Aristoteles’le,Ptolemaios’u okuyorlardı, coğrafyacılar kitaplarındaÇin’le Hindistan’daki harikaları anlatıyorlardı. Heryerde eski yapıların harabeleri göze çarpıyor, eskidevirler üstüne efsaneler yaşıyordu.

devirler üstüne efsaneler yaşıyordu.

Fenike şehirlerinden Tir’de Vilhelm adında birHıristiyan piskoposu, Kuran’ı ve Arap tarihçilerinineserlerini inceleyip Denizaşırı Olaylar Tarihi başlıklıbir kitap yazmıştı. Bu kitapta Müslümanlığa, yabancıâdet ve inanışlara karşı bir nefret yoktu.

Böylece, savaş ve düşmanlıklar arasında, insankültürünün gelecekteki birliği olgunlaşıyordu.

Halifelik dağılmış, Kudüs krallığı çökmüştü.

Ortak çalışmaların perçinlediğini yıkmak kolaydeğildi. Gerek Batı’da, gerek Doğu’da milyonlarcainsan çalışıyor, tarla ve bağları işliyor, dut ağaçlarıdikiyor, ipekböceği besliyor, salyangozdan boya,zeytinden yağ çıkarıyor, şeker kamışından pekmezkaynatıyor, pamuk topluyor, koyun kırkıyor, demirdövüyor, çuha dokuyordu.

İnsanlar çalıştıkları için, gerek Batı’da, gerekDoğu’da gittikçe daha çok servet birikiyordu.

Batı Doğu’ya, Doğu da Batı’ya muhtaçtı. VeBatı’yla Doğu, denizlerle çölleri, düşmanlığın diktiğibütün engelleri aşarak ellerini birbirlerine

uzatmışlardı.

Ama düşmanlık uzun bir zaman duyulacaktı daha.

Akdeniz’de, yüksek bordalı, yüzlerce kürekli İtalyanticaret gemileri dolaşıyordu. İtalyanlar bir Müslümangemisi görünce hemen saldırırlardı. Uzun çengellertakılıp düşman gemisine yanaşılır, silahlı adamlargüverteye sıçrardı.

Kim üstün gelecek, gemilere kimin bandırasıçekilecekti? Ceneviz haçı mı, Müslüman hilali mi?

İtalyanlar da, Müslümanlar da kendilerini denizinefendisi sayıyor, başkalarına korsan gözüylebakıyorlardı...

Öte yandan bir limana yanaşan gemilerden kıyıya,bölük bölük tüccar ve hacılar çıkardı.

Yakın Doğu şehirlerinden Yafa’da, Antakya’da,Caesareia’da Avrupa dilleri gittikçe daha çok işitilirolmuştu.

Suriye’de minarelerin yanı başında kiliseleryükseliyor, çan seslerine karışıyordu...

Aynı zamanda, kuzeydeki özgür Lübek şehrinde,topuklarına kadar sarkan kürkler ve sivri kalpaklargiymiş Novgorodlu misafir tüccarlar, kendikiliselerine giderlerdi. Bunlar yabancı bir ülkede,evlerindeymiş gibi kendi töreleri uyarınca yaşarlardı.

Dünya hem güneye, hem kuzeye doğrugenişliyordu.

Novgorodlular kayıklarla kuzey ırmaklarındaseferlere çıkıyorlardı. İlk kutup kâşifleri olan bunlarınşarkıları uzaklara yayılıyordu:

Binelim kardeşler söğüt ağacındankayıklara,

Asılalım kardeşler küreklere.

Novgorodlular, fakir bir diyar sayılan kuzeyin, yalnızgörünüşte fakir olduğunu biliyorlardı. Kürkleri altındanda değerli olan samur ve zerdevalar, sık kuzeyormanlarında yaşıyordu.

Novgorod’da, boyarların depoları ve tüccarlarındükkânları, değerli kürklerle tıklım tıklım doluydu.Kürklerin yanında, Felemenk’in İpr şehrindengetirtilen çuha topları yatardı...

Dünya genişledikçe genişliyordu.

İngiltere’de açılan bir panayırda Fransa’dan,İtalya’dan, Almanya’dan tüccarlar buluşuyordu.

Panayırdan Panayıra

Bir tepenin eteklerinde bir panayır kurulmuştu.Tepedeki bir göndere çekilmiş bayrak, panayırınkralın himayesinde bulunduğuna delildi, yani kralınidare ettiği memleketin yollarında, kralın uyruğu olanbir tüccarı soyanlar kralın mahkemesi tarafındancezalandırılır demekti.

Bayrağın bulunduğu yerde, panayır yargıçlarınınbüyükçe bir çadırı vardı. Yargıçlar, tartı ve ölçüaletlerini kontrol eder, paraların eksiksiz ve değerineuygun, malların kaliteli olup olmadıklarına bakarlardı.Panayırda sahtekârlar için, ekmeği, şarabı, birayıateş pahasına satanlar için bir de utanç direği vardı.

Yargıçlar çadırını, tahta baraka ve dükkânlardanbaşlı başına bir şehir kuşatıyordu. Her şehirdeolduğu gibi, burada da sokaklar vardı. Bir yandabakkallar hindistancevizi, karabiber ve karanfil satışaçıkarmış, öte yanda kumaş tüccarları tezgâhlara

Brüge, Gent ve Champeux (Şampo) şehirlerindedokunmuş yeşil ve kırmızı renkli ağır çuha toplarınıyaymışlardı. Yabancı tüccarlar ayrı gruplar halindeduruyorlardı. Bir yanda Felemenkliler, bir yandaAlmanlar vb...

Panayır sitesi, tahtadan bir duvarla kuşatılmıştı.Duvarda kapılar açılmış, kapılara bekçiler konmuştu,bunlar kimse gümrük ödemeden geçmesin diyegözlerini dört açardı.

Panayırın açılış töreni başladığı zaman, sırmalı birmintan giymiş, eli asalı bir tellal, yüksek seslepanayırın kapılarının anahtarlarını teslim alıppanayırda dolaşmaya başlardı.

Bundan sonra panayırda bir gürültü, bir cümbüştürbaşlardı ki, görmeye değerdi! Bir yanda, pazarlıkettiği dükkândan defalarca çıkıp sonra tazekuvvetlerle pazarlığa yeniden başlamak üzere dönenmüşteriler, öte yanda ilahi okuyan körler, fal açanlar,diş çekenler, sakal tıraş edenler, açık sahnelerdetakla atan yüzleri boyalı palyaçolar görülürdü. Buradayenir içilir, türkü söylenir, dövüşülür ve dans edilirdi.

İşte bir derebeyi. Şatosu yakın bir yerde.Dükkândan dükkâna çakırkeyif dolaşıyor. Heralışverişten sonra kesesi hafifliyor, köylülerden aldığıparalar, sonbahar yaprakları gibi uçup gidiyor.

İhtiyarlar dişlerini sıkıp dayanıyor, panayırın insanıbaştan çıkaran eğlencelerinden uzak durmayaçalışıyorlardı. Ama gençlere dur denilebilir miydi!

Babanın yıllarca biriktirdiğini, mirasyedi oğlubirkaç günde üstüne başına ve eğlenceye yatırırdı.

Şatonun karanlık bodrumlarındaki demir sandıklarboşalır, ağır gümüş paralar ve üzerlerinde Venedikdüklerinin başları bulunan altın dukalar suyunuçekerdi.

Panayır münasebetiyle basılmış olan paraları, gizlibir kuvvet panayıra itiyor gibiydi.

Paralar bir panayırdan diğerine, güneye, doğuyaakıp dururdu. Yolda bu paraların birçoğu, içinde altınbulunan kum gibi, İtalyan tüccarlarıyla bankerlerininkasalarına çöküp kalırdı. Kalan kısmı daha uzaklara,Konstantinopolis’e, İskenderiye’ye doğru akarkengümrüklerde, sınırlarda kalır, Bizans İmparatoru’nun

ve Mısır Sultanı’nın hazinelerini doldururdu.

Altın seli burada da durmaz, daha uzaklara,Batı’nın ipek, mücevherat ve baharat aldığıbilinmeyen ülkelere akardı.

Bunun için bu malların on misli pahalıyasatılmasına şaşılmamalıydı. Hindistan’da bire alınanİskenderiye’de beşe, Champeux panayırındaysa onasatılırdı. Doğu mallarının yolunda birçok engel vardı:Bir gemiden diğerine, deveden ata yüklenerek uzunve zahmetli bir yol geçerlerdi. Fakat hiçbir engel, bupara ve mal selini durduramaz, hiçbir tehlike,tüccarları uzak gezilerden vazgeçiremezdi...

Dünyanın sınırları genişledikçe genişliyordu.

Dünyaya bir göz gezdirenler, Varyag (Baltık)Denizi’nden Novgorod’a, Novgorod’dan Kiev’e,oradan Bizans’tan Doğu ülkelerine kadar uzananuçsuz bucaksız ormanlar, ovalar, dağlar, vadiler,deniz ve kıtalar görürlerdi.

Bu dünya, binlerce sınır ve karakolla parçalarabölünmüştü. Her parça öbürleriyle kavgadaydı. Yalnızyabancılar değil, kardeş ve komşu halklar da

birbiriyle savaşıyordu.

Fakat o zaman bile, halklar arasında birliğin neolduğunu anlayanlar yok değildi.

“Kalbimiz Bir Olsun”

Eski tarih kitaplarının parşömen sayfalarınıçevirmeye devam edelim.

Sayfalar baştan başa kanlı kavga ve savaşlarıntasvirleriyle dolu. Kim kime düşman? Bunukestirmek zor. Çünkü dünkü düşmanlar bugün dostolur, yarın bakarsınız yine düşman kesilirlerdi.

İşte, Alman rahibi Lambert’in yazdığı tarih.Lambert, kralların, baronların, piskoposlarınbirbirleriyle nasıl savaştıklarını sakin bir dille ve taraftutmadan anlatıyor. Aynı dine ve aynı kiliseye mensupolmaları bile onları barıştıramamıştı.

Lambert, Gildeshaym Piskoposu’yla FuldPapazı’nın adamları arasında geçen bir çarpışmayı,olağan bir şey gibi anlatır. Olay üç kutsallaryortusunda geçer. Kilise, dua edenlerle tıklım tıklımdoludur. Törenin tam zirvesinde bulunduğu bir sırada

kiliseye yalın kılıçlı insanlar girer. Piskopos yüksekçebir yerden taraftarlarını savaşa iteler. Dua ve ilahileryerine, dövüşenlerin naraları ve ölenlerin feryatlarıişitilir.

Papazla piskopos, hesaplaşmak için daha uygunbir yer ve zaman bulamamış olsalar gerek.

Bunların alıp veremediği nedir? Meğer papaz,başpiskoposun yanına oturmaya cesaret etmiş,piskopos da bu şerefli yerin kendisine ait olduğunuona göstermeye kalkışmış...

İşte bir başka tarih daha: Rus tarihinden bir sayfa.Aynı yılların yani XI. yy.’ın ikinci yarısındaki olaylarıanlatan bir sayfa.

Burada da herkes herkesle savaşıyor: KievPrensi, Çernigov şehrini kuşatıyor, Novgorod Prensi,Suzdal ve Muroma şehirlerine saldırıyor.

Hatta Rus prenslerinin, steplerde yaşayan göçebePoloveçlileri yardıma çağırarak bunlarla birlikte Rusşehirlerini yakıp yıktıkları bile oluyor.

Peki, tarihçinin kendisi kimden yana?

Çernigov’dan mı, Kiev’den mi?

Ne birinden, ne diğerinden: Rus ülkesinden yana.

Bunun için tarihçi, prenslerin Lubeç Kurultayı’ndakikonuşmalarını pek memnun olarak şöyle anlatıyor:

“Ne diye mahvediyoruz, Rus yurdunu? Poloveçlilerzaten yurdumuzu parçalıyor ve biz aramızdasavaşırken seviniyorlar. Bundan böyle “kalbimiz birolsun.”

Tarihçi, yaşadığı çağın yüzyıllarca ilerisini görerekhalkın “kalbinin bir olmasından” söz ediyor.

Olay XI. yy.’da, derebeylerin birbirleriyle kavgaettikleri zamanlarda geçiyor. Kimse “Rus halkı”demiyordu daha, bunun yerine “Rus yurdu” diyorlardı.Tarihçiyse daha o zaman, ileride şehirlerinbirbirleriyle kavga etmekten vazgeçecekleri, Rushalkının birleşeceği günleri görüyordu. Çernikov da,Kiev de, Novgorod da aynı derecede azizdi onuniçin. Binlerce insanın “kalbinin bir” olabileceğineinanıyordu. Çağının çok ilerisindeydi tarihçi.

Ama zaman bildiğinden şaşmıyordu.

Prensler Lübec Kurultayı’ndan dönerlerken sinsiplanlar kuruyorlardı. Monomach’ın kardeşleri,kuzenleri olan Rostislavoğullarının topraklarını zaptetme yollarını arıyorlardı.

Vladimir Monomach Öğüt adlı eserinde şunlarıanlatır:

“Volga boyunda beylik eden kardeşlerimin elçilerigelip bana dediler ki: Bizimle beraber ol.Rostislavoğullarını kovup topraklarını ellerindenalalım. Bizimle olmazsan bildiğimizi yapacağız, sende bildiğini yap. Onlara: Bana gücenseniz bile,sizinle birlik olup haç üstüne içtiğim andı bozamam,dedim. Elçileri geçirdikten sonra kutsal kitabı alıpyürek acısıyla fal açtım, şu beyit çıktı:

Ey ruh neden kederlisin?Niçin beni üzüyorsun?..

Kardeşleri, Vladimir’in kendileriyle beraberolacağını ummuş, ama yanılmışlardı. Vladimirumdukları adam değildi. Kardeşleriyle kavga etmeyideğil, Poloveçlilere karşı savaşta Rus yurdunubirleştirmeyi düşünüyordu. Rus yurdu için, herkesin

yapamayacağı bir fedakârlıkta bulunmuştu.

Lübeç Kurultayı öncesinde Monomach’ın başınabüyük bir felaket geldi. Oğlu, Murom önlerinde,Çernigov Prensi Oleg’le savaşırken öldürüldü.

Monomach’ın yerine başka biri olsaydı, oğlununöcünü almaya kalkardı. O zaman öyleydi âdet.Monomach’sa Oleg’e şunları yazdı: “Sana düşmanlıkbeslemiyorum, senden öç alacak değilim... BunuTanrı’ya bırakalım... Bizlerse Rus yurdunuçökertmemeye bakalım...”

Düşmana elini uzatmak, Monomach için kolaydeğildi. Fakat o, ilerisini düşünüyordu. Yalnız kendibeyliğini, kendi sarayını, kendi mülkünü değil, bütünRus ülkesini görüyordu. Çocuklarına yabancı dilöğrenmeyi tavsiye ediyordu. Çünkü hep, “Yabancı dilbilene başka ülkelerde saygı duyulur” der vebabasının beş yabancı dil bildiğini söylerdi.

Yabancı ülkelerin ötesindeyse, Monomach’ıngözleri önüne bütün uçsuz bucaksız dünya serilirdi.

Monomach, Öğüt’ünde dünyanın büyük harikalarınıöver. Göğün kuruluşuna, yerin sular arasına,

denizlere yerleştirilişine hayrandır. Güneşten,yıldızlardan, yaban hayvanlarından, kuşlardan,kuşların sıcak ülkelerden gelip bütün yeryüzüormanlarıyla ovalarını doldurduklarından söz eder.

Anlaşılan Monomach, çok kitap okumuş ve elikaleme iyice alışmıştı.

Yabani atları eğiten ve sık ormanlarda ayı avlayanbu güçlü insan aynı zamanda bir düşünür ve şairkişiydi.

Göçebe Poloveçlilerle savaşta Rus ülkesinibirleştirebilmek için büyük bir güç ve büyük bir akılgerekti zaten.

Monomach da zamanının ilerisindeydi. O öldüktensonra kardeş kavgaları yeniden şiddetle patlakvermiş ve göçebeler Rus ülkesini yine çiğnemeyebaşlamışlardı.

İnsanların en uzağı görenleriyse, halkın kalbinin birolması gerektiğine inanmaya devam ediyorlardı.

İgor Alayı Destanı’nda ozan, prensleri öfkeylekınar: “Siz kavgalarınızla imansızları Rus ülkesine,

Vseslav’ın mülküne çektiniz. Aranızdaki geçimsizlikyüzünden, Poloveç ülkesinden zulüm geldi.”

İgor Alayı Destanı’nı yazan büyük ozanın adınıbilmiyoruz; ama destanı bize kadar gelmiştir.

Destan yaşıyor ve ozanın parmakları altında dilegelen bir sazın telleri gibi ses vermeye devamediyor.

“Tan yeri ağarmadan, uzaklardan sesleri gelenkimlerdir?”

Gelenler “boru sesleri altında kundaklara sarılmış,başlarına daha çocukken tolga geçirilmiş,mamalarını mızrak uçlarıyla almış ‘Rus’ bahadırlarıydı.Yolları, dereleri bilen bu bahadırların yayları hepgerilmiş, ok torbaları hep açık, kılıçları hep bilenmişolurdu. Bozkurtlar gibi ovalarda koşuşur, kendilerineşeref, prense de şan ararlardı.”

Ozan çoktan ölmüş, adı bile unutulmuştu. Amaozanın sesi gürlemeye devam ediyor ve Destan’datarih canlanıyordu.

Bütün eski kitaplar kaybolup eski türküler

unutulsaydı ve kala kala yalnız İgor Alayı Destanıkalmış olsaydı, eski Rusya bu kitapta yaşamayadevam ederdi. Eski Rusya’yı bu destan sayesindegörüyor, işitiyoruz.

İşte bu tepede kuleleri yaldızlı prens konaklarıduruyor. Boru sesleri işitiliyor, bayraklar dalgalanıyor.Etrafta göz alabildiğine dereler, tepeler, ırmaklar,göller, bataklıklar uzanıyor.

Tarlalarda çiftçiler birbirlerine sesleniyor. Ilık bir sisçökmüş ırmaklarda martılar yüzüyor, dalgalardakayıklar sallanıyor.

Prens kırlarda avlanıyor. Doğanlar yükseklerdeuçarak yaban kazları ve kuğu kuşları avlıyor.

Ozanımızın, hangi prensin sarayında bulunduğunubilmiyoruz. Zaten ozan, herhangi bir prensi değil,bütün Rus ülkesini övmüştür. Poloveçlilerin, “ortalığıçığlıklara boğarak” Rus alaylarını kuşattıklarınıgörüyor ve güçlü Rus prenslerini, yani Galiç PrensiYaroslav Osmomisl’i, Suzdal Prensi Vsevolod’u,“altın eyerli atlarına binip, sivri oklarını Rus ülkesinesiper etmeye” çağırıyordu.

Ozan, ihtiyar Vladimir Monomach’ı hatırlayarak,“İhtiyar Vladimir’i Kiev tepelerine kapamakimkânsızdı” diyor.

Monomach, yalnız Kiev’i değil, bütün Rus yurdunusever ve korurdu.

İgor Alayı Destanı, yalnız İgor Alayı hakkında değil,tüm Rus yurdu ülkesi hakkında bir destandı.

Kiev, Novgorod, “demir alaylarıyla KarpatDağları’nı koruyan” Galiç ülkesi, ozan için hep aynıderecede azizdi.

Ozanın görüş ufukları genişti. Uzaklardaki başkaülkeleri de görüyordu.

Prens İgor, Poloveçlilere esir düştüğü zaman, onaYunanlılar, Moravyalılar, Venedikliler acır. İgor, yurduKiev’e döndüğü zaman, ozanın deyimiyle “ülkelersevinir, şehirler şenlenir.” Destan’ın yazarı, tümhalkların ortaklaşa bir hayat yaşadıklarını anlamıştı.

Peçersk Manastırı’nın başpapazı Teodosiy, Prensİzyaslav’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:

“Yalnız kendi dinine değil, yabancı dinlere de saygı

göster. Çıplak ya da aç birine rastlar, üşüyen ya dadertli birini görürsen, kim olursa olsun: Musevi,Müslüman, Bulgar, dinden sapmış biri, Hıristiyan yada putperest, elinden gelirse, hepsine acı vefelaketten kurtar.”

Bu basit sözlerde halkların dostluğu gibi yüce birfikir iade edilmiştir.

Yüzyıllar geçecek, insanın gücünü halklarındostluğunda bulanların sayısı gittikçe artacaktı.İnsanlar, etraflarını kuşatan duvarları gerilere itipdünyalarını daha da genişletecek ve yalnız kendiözyurtlarını değil, bütün dünyayı, bir tüm olarakgezegenimizi koruyup seveceklerdi...

Daha ilerilere gitmeyelim. Dönelim yine derebeylikdüzeninin sürdüğü zamanlara, insanları birbirindenayıran birçok duvar bulunduğu zamanlara.

Evet, dünya hâlâ bölük pörçük bir durumda idiysede, artık birbirinden habersiz, ayrı ayrı dünyacıklardeğil, bir bütün olmuştu.

Galiç ülkesinde Ortodoks kiliseleri, Fransa’dakiKatolik katedrallerine benziyordu: Din ulularının

heykellerine renkli camlardan, mavi ve kırmızı ışıklarsüzülüyordu.

Kiev’in ihtişamına hayran olan yabancılar, onungüzellikte Konstantinopolis’le yarışabileceğinisöylüyorlardı.

Rostof-Suzdal Beyliği’nde ormanlar ortasındaVladimir şehri kuruldu. Klazma Irmağı’nın yüksekkıyılarında, ormanlar içinde, sülün gibi kiliseleryükseliyordu.

Dimitrov Kilisesi’nin duvarlarındaki oyma taşnakışları gören yabancılar, insan, kuş ve yabanihayvan şekillerini yaratanların sanatına hayranolurlardı: Şu kanatlı hayvanlar, Paris’teki Notre DameKilisesi’nin damında duran şimerleri andırıyor.Ötekiler, Makedonya kralı Büyük İskender’i göğekaldıran kartallar...

Vladimir şehri yakınlarından geçen Nerl Irmağı’nınkenarındaki belki hepsinden güzeldi. Bu kilise1165’de yeni Prens İgor Svatoslaviç’in seferindenyirmi yıl önce kurulmuştu. Bu dört başı mamur beyaztaş kilise kadar güzel bir bina dünyada zorbulunurdu. Yine XII. yy.’da Gürcistan’da, Şota

bulunurdu. Yine XII. yy.’da Gürcistan’da, ŞotaRustaveli adında büyük bir şair, ‘batı bilgeliğinindoğu şiirleriyle birleştiği’ bir şiir yazıyordu.Bizanslılar, Gürcüler hakkında: “Siz doğuştan Gürcüolsanız da, kültür bakımından gerçek Yunanlısınız”diyorlardı.

Kiev’de, Paris’te, Konstantinopolis’de veLondra’da manastır kitaplıklarında kitap okuyanlarınsayısı artıyordu. Masal ve efsaneler yazıya geçiriliyor,el yazması kitaplar renkli başlıklarla özene bezenesüslenip yaldızlanıyordu.

Çocuklar okullarda okuma yazma öğreniyordu. Veher kitap, dünyaya açılmış bir pencereydi çocuklariçin.

Düşünen İnsan

Okul bir arı kovanı gibi uğulduyordu. Uzun birmasanın arkasında büyüklü küçüklü çocuklaroturuyordu. Bütün sınıflar bir odadaydı.

En küçükler hep bir ağızdan dua okuyor, dahabüyükçeleri heceleye heceleye alfabeyi söküyor, enbüyükler de dua kitabını çözmeye uğraşıyorlardı.Sınıfta öyle bir gürültü vardı ki, yanılmak işten değildi.

Az buçuk okuma bilenler hocaya daha yakınoturur, o okurken her sözü kitapta parmakla gösteregöstere tekrarlarlardı. Çocuklar, gözlerinden çokkulaklarına güvenir ve hoca gibi okumaya çalışırlardı.

Çocukların aklı dersten başka her şeyle meşguldü.Sözgelimi, karşıdaki kilisenin üzerinde uçuşangüvercinlerle ya da bir çobanın tozlu yoldan sürdüğüsürüyle. Kafanın kendi işleri, kendi dertleri vardı, öyleki ağızdan çıkanlar üzerinde düşünmüyordu.Düşünse bile bir şey anlamazdı kitaplardan.Rusya’da çocuklar, eski Slavca okuma yazmayı güçbelâ becerebiliyordu. Batı’da okumak daha dagüçtü. Kitaplar Latin dilindeydi. Papazdan vehocadan başka kimse Latince anlamazdı. Bunun içinhocanın her sözünü tekrarlamak gerekirdi. Bir kitapokumakla, okuma öğrenilmiş sayılmazdı. Her kitabıayrı ayrı okumayı öğrenmek gerekiyordu. Hoca,okunan kitap başına alırdı ücretini: Bir baba hocaylaücret meselesini konuşurken, yeni bir mintanısmarlıyormuş gibi pazarlık edilirdi. Hocaya da, birdokumacı ya da terzi gibi “usta” derlerdi.

Hocada okuyan, pek fazla bir şeyler öğrenemeyip

ufak bir kilise memurluğundan öteye geçemezdi.

Gözü yükseklerde olanlar, manastır ya da kiliseokuluna giderdi. Bu okullarda gramer, retorik,diyalektik öğrenilirdi. Bunları öğrenenler aritmetiğe,astronomiye, müzik ve geometriye geçerdi.

Bu yedi bilim dalı, yedi kardeş gibiydi.

Gramer doğru konuşmayı, diyalektik gerçeğiarayıp bulmayı, retorik güzel konuşmayı, müzik şarkısöylemeyi, aritmetik hesap yapmayı, astronomiyıldızları incelemeyi öğretirdi.

Piskoposların bile gramer kurallarını öğrenmeninboş bir iş ve günah olduğunu söyledikleri zamanlartarihe karışmıştı.

Artık piskopos değil, basbayağı bir papazolabilmek için bile gramer bilmek şarttı.

Gramer kolay değildi, ama aritmetik daha dagüçtü. Arap rakamlarını bilenler pek azdı, sayılar eskibiçimde yazılıyordu.

Romen rakamlarından XII ile XV’i toplamak kolaybir iş değildi. Kesirlerse daha büyük bir zorluk

yaratıyordu. Dörtte birin yarısının yarısından, üçte birinyarısının yarısını çıkarmayı bir deneyin de görürsünüz.

Çocuklar her sayının neyi ifade ettiğini debellemeliydi. Hoca sayıları şöyle açıklardı: Dört, yılındört mevsimidir, bir gün bir gecenin dörtte biridir;çünkü bir gün bir gece, gündüz, gece, sabah veakşamdan ibarettir. Bu dört şey, boş zevkleriyleoyalandığımız bu dünyadaki geçici hayatımızdır. Öbürdünyada sonsuz bir hayat için, bu dünyanınzevklerinden vazgeçip oruç tutmalı, dua etmeliyiz.

Hoca şöyle devam ederdi:

Üç, Hıristiyanların inandıkları üç kutsaldır.

Yedi, insandır. İnsan, ruhla bedenden meydanagelmiştir. Ruhta, kalp, can ve fikir vardır. Çünkükutsal kitaplarda: Tanrı’yı bütün kalbinle, bütüncanınla, bütün fikrinle sev, deniliyor. Beden, dörtunsurdan ibarettir; bunları toplayınca yedi eder.

Okullarda, dünyayı ve göğü tanıtan astronomi deöğretiliyordu.

Daha önceleri okullarda yağmura, gök

gürlemesine, yabani hayvanlar ve kuşlar üstünemasallar anlatılırdı. Yağmur, meleklerin deniz suyunuborularla içlerine çekip sonra yeryüzünepüskürtmeleri olarak açıklanırdı. Koyunların, ağaçlargibi gökten bittiği, kuşların meyvelerden çıktığısanılırdı.

Zamanla, insan kendi dünyasını daha iyi öğrendive artık böyle masallara pek az kimse inanır oldu.

Doğu’dan Batı’ya, Araplardan, Yunanlılardan, eskibilim adamlarının, yani Aristoteles’in, Ptolemaios’unkitapları gelmişti.

Manastırda okuyanların, dört unsurdan, üzerindeyıldızlarla gezegenleri taşıyan billur, gök kubbelerdenhaberi vardı. Bu şekilde düşünülen dünya Kozmaİndikoplevt’in dar bir oda olarak tasvir ettiğidünyadan daha çok benziyordu gerçek dünyaya.

Polonya’da, Paris’te artık yüksek okullar vardı.

Sırtlarında torba, ellerinde baston, Paris’e doğrugiden acayip insanlara rastlanırdı yollarda. Bunlarihtiyar sofular değil, çocuk denecek yaşta gençlerdi.Bir evliya türbesini ya da insanlardan uzak bir

köşeye çekilmiş bir softayı ziyarete değil, ünlübilginlerden Champeux’lu (Şampo’lu) Guillaume ilePetrus Abelardus’u (Avelar) dinlemek için, Paris’inNotre Dame Kilisesi nezdindeki okula gidiyorlardı.Bu bilim adamlarının ünü bütün dünyaya yayılmıştı.Pautu’da, Anju’da, İngiltere’de bunları biliyorlardı.

Paris’e varan yeni öğrencilerin ilk işi, hemşerileriniaramak olurdu. Bunun için onlara, Küçük Köprü’denSein Irmağı’nın sol kıyısına geçin, orada bulursunuz;denizde kum, orada öğrenci, derlerdi.

Bir iki ay sonra, yeni öğrenciler, Latin ülkesi’nineşit haklı yurttaşları olurlardı. Üniversitelilerinyaşadıkları ve okudukları semte, Latinler ülkesiderlerdi.

Fransa’da, yerlisi de, yabancısı da Fransızcakonuşurdu. Yalnız Latinler ülkesinde, esas dilFransızca değil, Latince’ ydi. Fransız olsun, İngilizolsun, İtalyan, Alman olsun, bütün üniversitelilerLatince anlarlardı.

Şehir halkı öğrencilere yan gözle bakardı. Bunlaryabancıydı, başka şehirlerden, başka ülkelerdengelmişlerdi. Üstelik ele avuca sığmayan

gelmişlerdi. Üstelik ele avuca sığmayantakımdandılar. Halkla üniversiteliler arasında,sokakta ya da meyhanelerde ikide bir kavga çıkardı.

Bir tüccar ya da lonca ustası olan şehir başkanı,alikıran başkesen üniversitelileri tutuklamak içinjandarma gönderdi. Üniversitelilerle başa çıkmakkolay olmazdı. Mertçe karşı koyarlardı. Üstelikbelediye başkanını tanımak da istemezlerdi. Onlarınkendi başkanları, emirleri vardı: Paris Notre DameKilisesi’nin sorumlusu.

Üniversitelilerle öğretmenleri de, cahil tüccarlarave zanaatçılara tepeden bakarlardı. Cahil şehir halkınerede, felsefe, ilahiyat, hukuk neredeydi... Tıbbagelince, hekimle bir tutulabilir miydi? Berber, kanalmasına alabilir, sakal tıraş edebilir, amaGalen’den, Hippokrates’ten ne anlardı? Hekimliktepir sayılan bu kişilerin adlarını bile işitmemişti berber.

Şehirlilerden rasgele birine: Aristoteles kim, diyesorsanız cevap veremezdi. Oysa üniversitelilerAristoteles’i, Ermiş Augustinus’u inceledikleri gibiincelerlerdi.

Düne kadar Yunan yazarlarına şeytanın ortağı

gözüyle bakılırdı. Bunların İbranice ve Arapça’dançevrilen kitapları, kilise meclisinin kararıyla yakılırdı.Zamanla, Aristoteles, neredeyse İsa’nın müjdecisisayılmaya başladı.

Gerçi Aristoteles dinsizdi, ama her şeyideğerlendirmeyi, her şeye kendi yerini vermeyibecerirdi. Bu ise büyük bir yetenekti.

Sayıları gittikçe artan dinsizlerle tartışanlar bunubilirdi. Bunların fikirlerini çürütmedi mi, insan halkkarşısında rezil olurdu. Üstelik, dinsizlerin şeytancatuzağına da düşebilirdi aptal gibi. Öyle ki, dindarlıkyetmiyordu. Kafada akıl da olmalıydı.

İnsan ileriye doğru bir adım atmış oldu. İnsanayüzyıllarca, düşünmeden, körü körüne inanmayıöğretmişlerdi. Ama o, yeniden düşünmeyebaşlıyordu.

Düşünen bir insana ise “Dur!” demek güçtü. Birşeyin ispat edildiği yerde tartışmalar olur, bazı şeylerhakkında şüphe belirtilir.

Derken körü körüne inananlarla, dine bilimaçısından yanaşanlar arasında bir savaştır başladı.

Katolik papazı Klervoslu Bernard gibilerikulaklarını dinle ilgisi olmayan her şeye tıkıyorlardı.Bernard hakkında şöyle bir fıkra anlatırlardı: Bir günCenevre Gölü’nün yanından geçiyormuş; dinkonusunda sofuca düşüncelere öyle dalmış ki,çevresindeki hiçbir şeyin farkında değilmiş.Arkadaşlarının gölden söz ettiklerini işitince şaşmış.

Papazın gözleri açıktı, dünyaya bakıyor, ama onugörmüyordu.

Genç profesör Abelar gibileriyse görmek, işitmek,düşünmek istiyorlardı. Bunların gözleri önünde,sadece çarmıha gerilmiş İsa ve daracık rahip hücresideğil, geniş bir dünya vardı.

Acı Bir Sevgiden Yoruldular

Bernard, Abelar’ı dinsizlikle suçluyordu. Abelar,kimin haklı olduğuna mahkemenin karar vermesiniistedi.

Duruşma günü, iki rahip aynı zamanda şehre girdi;kale kapılarının birinden Bernard, diğerinden deAbelar.

Sokaklara dökülen bütün şehir halkı saygıylageriye çekilerek, Bernard’a yol veriyordu. Sırtındaabadan bir cübbe bulunan Bernard, başı eğikyürüyordu.

Herkes onun, oruçtan ve çile doldurmaktansararmış yorgun, zayıf yüzüne, ışıl ışıl yanan gözlerinebakıyor, birbirlerine onun çeşitli mucizelergösterdiğini, olayları önceden görüp haber verdiğinifısıltıyla anlatıyorlardı.

Bernard’ın bir kardeşi varmış. Yürekli, yakışıklı birşövalyeymiş. Bernard onu rahip yapmak için çokçalışmış. Fakat genç, parlak şövalye zırhlarını rahipelbisesine değiştirmek istememiş. Hiçbir şeyinfayda etmediğini gören Bernard, parmağınıkardeşinin göğsüne dayayarak: “Pek yakında birmızrak burayı delip Tanrı’nın iradesi uyarınca, itaatsizkalbine yol açacak” demiş. Dediği gibi olmuş. Gençşövalye bir savaşta yaralanmış ve yatakta hastayatarken Tanrı’ya adamış kendisini...

Halk arasında, Bernard’ın evliya olduğu söylenirdi.Hastalar, sakatlar, kendisine yaklaşarak karşısındadiz çöker, dertlerine deva umarlardı.

Abelar’ın adını da bilmeyen yoktu. Eloiza’yaadadığı şarkılar bütün ülkede söyleniyordu.

Eloiza, Abelar’ın öğrencisiydi. İplik eğirip gergefişlemekten başka bir şey bilmeyen kızlardan farklıolarak, kitap okumayı severdi. Abelar, onunla birlikteAugustinus’u, Aristoteles’i, Platon’u okumuştu.Başlarının sık sık aynı kitap üzerine eğildiği olurdu.Abelar’la Eloiza sevişmişlerdi. Öğrencilerininarasında sokağa çıktığı zaman Abelar’ı görebilmekiçin bütün genç kızlar yanıp tutuşurken, Eloiza onunasıl sevmeyebilirdi? Abelar yakışıklı, boylubosluydu, kadınların hoşuna giden bütün nitelikleresahipti; akıllıydı, güzel konuşurdu, iyi şarkı söylerdi.

Ama Eloiza’nın akrabaları, gençleri hoyratça vegaddarca birbirinden ayırdılar. Abelar bir manastıraçekildi, Eloiza’yı da rahibe olup manastıra gitmeyerazı etti. Eloiza, Abelar’ı o kadar seviyordu ki,manastıra değil, cehenneme bile giderdi.

Abelar, manastırda da boyun eğmedi. Bu vakurinsan, dini akılla anlamak isterdi.

Abelar, Tanrı’nın oğlunun, yani Kurtarıcı İsa’nın,

bizzat Tanrısal akıl olduğunu iddia ederdi ki, bunudüşünmek bile korkunçtu.

O bunu anlatırken, insanlar korkuyla etraflarınabakınırlardı. Çünkü böyle konuştuğu için insanı diridiri yakabilirlerdi. Dinsizce konuşmaları tekrarlamakşöyle dursun, dinlemek bile yasaktı...

Kalabalık uğuldamaya başladı. Gözler, sağındasolunda sivri damlı evler yükselen dar sokağın, şehirkapılarına doğru saptığı tarafa çevrildi.

Başların üzerinde, yavaş yavaş yaklaşan boyluboslu bir atlı göründü. Abelar, Bernard gibi yayadeğildi, ata binmişti ve bir rahipten çok şövalyeyebenziyordu.

İhtiyar kadınlar, haç çıkararak bir adım geriyeçekildiler. Kalabalık arasında, korku mu, hayranlık mıifade ettiği belirsiz bir mırıldanma oldu...

Bernard’la Abelar, kilisede yüz yüze geldiler.

Basık kemerli kilise yarı karanlıktı. Burada göz alıcıelbiseler giymiş piskoposlar, kara cüppeli rahiplertoplanmıştı. Göz kamaştırıcı güneş ışığından sonra

bunları birden fark etmek güçtü.

Bernard, rakibine öfkeli ve ağır sözlerle saldırdı.

O da, Albert gibi şövalye soyundandı.

Sanki bir kilise mahkemesi değil, bir Tanrımahkemesi, yani düello yapılıyordu.

Bernard, ellerini Abelar’a doğru uzatarak onayalancı, dinsiz diyor ve devam ediyordu:

– Sen dinsizsin Abelar, hayranı olduğun dinsizfilozoflar gibi!

Sonra parşömen rulosunu açıp küçükpencerelerden sızan zayıf ışıkta okumaya başladı.

Daha ilk cümlelerden hepsi anladı okunanın neolduğunu: Abelar’ın Evet ve Hayır adlı eseriydi.Abelar, kilise babalarında bulduğu bütün çelişkileribu kitabında toplamıştı.

Bernard bir yandan okuyor, bir yandan da:

– Bu, dinsizlik kokmuyor mu? diye sorarak ellerinikilisenin alçak kemerlerine doğru kaldırıp Tanrı’nınöfkesini dinsizin başına davet ediyordu.

Bernard’ın her sözü, kemerlerin altındayankılanıyordu.

Fakat Abelar’ın cesur ve tok sesi bu yankıyı kesti:

– Ben sizin mahkemenizi tanımıyorum. Papa’danbaşka hâkim tanımam.

Abelar, dimdik ve vakur edayla, kilise kapısınadoğru yürüdü. Yüzlük bir ihtiyarın elbiseleri gibi küfkokan taş duvarların arasında hızlı adımlarla çıkıpgüneşe, serin rüzgâra bıraktı kendini.

Duruşma, sanığın gıyabında devam edip Abelar’ıdinsiz ilan etti.

Abelar bir manastıra çekildi. Bu güçlü insan, darhücrenin dört duvarı arasında dipdiri gömülmüş gibiboğuluyor, günden güne eriyordu. Uzaklardakisevgilisinden haber gelirdi bazı. Eloizamektuplarında onu neşelendirmeye, onda o öncekigururu uyandırmaya çalışır, ama hararetli çağrılarıyankısız kalırdı. Abelar’ın Eloiza’ya yazdığı itaat vetevekkül dolu mektuplar bir cenaze gibi soğuktu.

Gurur çiğnenmiş, akıl aşağılanmış, sevgi

öldürülmüştü.

Hayat yükü omuzlarda taşınmaya değer miydi?

Abelar, ölmeden önce fikirlerinden döndü. Tekbaşına zamanına karşı koymak kolay değildi...

Yıllar sonra Abelar’la Eloiza’yı, kara bahtlısevdalılar hakkındaki eski destanlarda olduğu gibiyan yana gömecekler ve mezarlarına:

“Ağır çalışmalardan ve acı bir sevgiden yoruldular;dinlensinler” sözlerini yazacaklardı...

Ruhlarını dar bir hücre gibi kilitleyenlerle, görmek,düşünmek, sevmek isteyenler arasındaki savaşböylece sürüp gidiyordu. Kilisede karşılaşan iki rahipdeğil, iki zamandı; geçmişle gelecek.

Abelar, ölümünden önce kendi fikirlerindendönmüş olmakla beraber, görevini yapmıştı.

Büyük Albert Bilimi Dinden Ayırıyordu

Öte yandan yıllar geçiyordu. Artık takvim XII. yy.’ıdeğil, XIII. yy.’ı gösteriyordu.

Paris Üniversitesi’nde, ağızlarda yeni bir ad

dolaşıyordu: Büyük Albert. Büyük Albert konferansverdiği zaman, en büyük dershane bile dinleyicilerinhepsini almıyordu.

Öteden beri en şanlı hükümdarlarla başbuğlaraverilen “büyük” lakabı, bu sefer bir bilim insanınaverilmişti. “Üniversal doktor”da dedikleri BüyükAlbert’i büyücü sayarlardı. Bilgin, laboratuvardamadenlerin niteliklerini inceliyor ve hangi madenlerinnitrik asitte eridiğini, hangilerinin kükürtle birleştiğinibiliyordu.

Büyük Albert, gökyüzünü de gözetlemiş veSamanyolu’nun bir yıldız kümesi olduğunu bulmuştu.

Aletleri arasında, Doğu’dan getirilmiş bir pusulada vardı. Masası yığın yığın Arapça, İbranice,Yunanca el yazması kitaplarla doluydu.

Bilim adamı, yabani hayvanlar, bitkiler, yıldızlarhakkında kitaplar yazıyordu. Fakat bunlarda yenibilgilerden çok eski masalları tekrarlıyordu.

Büyük Albert, Aristoteles’i göklere çıkarıyordu.Onun Aristoteles’i neredeyse bir rahibe benziyordu.Nitekim Ortaçağ ressamları da, İsa’dan çok önce

yaşamış olan insanları rahip cübbeleriyle çizerlerdi.

Böyle olmakla birlikte, “üniversal doktor” BüyükAlbert, bilimi dinden ayırmaya çalışıyordu.

Öğrencileri arasında biri vardı ki, Aristoteles’i özelbir dikkatle okurdu. Adı Aquinolu Thomas’tı.

Thomas, Aristoteles’in büyük bir otorite sahibiolduğunu anlıyordu ve bu büyük filozofu kiliseyekazandırmak istiyordu. Onun gibi bir müttefiki ne diyezındıklara, dinsiz imansız İbni Rüşt’ün fikirdaşlarınabırakmalıydı?

Aristoteles tüm eskiçağ bilimini derleyiptoplamıştı. Aquinolu Thomas da, onun yardımıylaKatolik ortaçağ biliminin üniversal binasını kurmayagirişti.

Thomas, büyük bir eser yazıyordu. Bu eser tümsorulara cevap vermeli, tüm şüpheleri kökündensilmeliydi.

Ruh nedir, madde nedir, akıl nedir, duygu nedir?Tanrı dünyayı nasıl yarattı ve nasıl yönetiyor? İbliskimdir ve hangi şeytanlar onun emri altındalar?

Melekler yemek yer ve uyurlar mı?

Aquinolu Thomas’ın kitaplarında, bunun gibi iriliufaklı yüzlerce soru ve her birinin tam cevabı vardı.Başka türlü düşünen zındıktı.

Eskiden ilahiyatçılar, insan aklına hiçbir haktanımazdı. Aquinolu Thomas bunlardan değildi.Felsefeyi inkâr etmiyor, yalnız felsefenin kiliseyehizmet etmesini, dinsizlerle savaşta bir silah olmasınıistiyordu.

Thomas’a “melek doktor” derlerdi. Bu “melekdoktor” dinsizlerin idamını ister ve şöyle derdi:“Hükümdarlar, sahte para basanları ve başkacanileri haklı olarak ölüm cezasına çırptırdıklarınagöre, dinsizliği sabit olanların idamı adalete dahauygundur.”

Aquinolu Thomas, dine şüpheyle bakan her başınkesilmesini tavsiye ederdi. Baltayı en inandırıcı tanıksaydığına bakılırsa, herhalde kendi kanıtlarınıngücüne pek güveni yoktu.

Yine de, şüphelenmeye ve düşünmeye cesaretedenlerin sayısı Avrupa’da yıl geçtikçe artıyordu.

XIII. yy.’da Fransisken rahiplerinden Roger Bacon,bilginin kuvvet olduğunu, bilimden daha değerli birşey olmadığını, bilimin cehalet karanlığını kovduğunu,dünyayı mutluluğa götürdüğünü yazmıştı.

Bacon, yalnız fikir yürütmeyle kalmıyor, bilgiyideneyle de yokluyordu. Çünkü bilgi deneysizolamazdı.

Hiçbir Şey Gizli Kalamazdı

Bacon, gecelerini Oxford dolaylarındaki kulesindegeçirirdi. Gelip geçenler, kulenin mazgalımsıpencerelerine korkuyla bakarlardı. Kulede geceleyinkızıl alevler bir parlayıp bir söner, boğuk darbelerikide bir etrafı sarsardı.

Bacon, kulesinde ne yapardı?

Tüm evreni incelerdi.

Bilgin, cisimlerin derinliklerine sokulmak, yıldızlarınne olduğunu anlamak için göğe çıkmak istiyordu.

Masasında Arapça ve Yunanca kitaplar, içbükeyve dışbükey aynalar, ufacık cam mercekler vardı.

Kabarık bir cam parçacığını gözüne doğru biryaklaştırıp bir uzaklaştırarak kitaptaki harflerebakıyordu.

Gözlük daha icat edilmemişti, mikroskobun adıbile yoktu. Roger Bacon, camın sihirli gücünü daha ozamandan biliyordu. Ve eline bir kaz tüyü alıpparşömene şunları yazdı:

“Arasından baktığımız bir cisim yassı değilse, onundışbükey ya da içbükey olması çok önemlidir. Bucisme, büyüğü küçük ya da tersine küçüğü büyük,uzağı yakın, görülmeyeni görülebilir kılan bir biçimverilebilir.

Biz güneşi, ayı ve yıldızları aşağı indirebilir vebilgisiz kimselerin inanamayacağı birçok şey dahayapabiliriz.”

Bacon, gözle görülemeyen âlemin eşiğindeydi. Ozamana kadar hiçbir insan gözünün göremediğişeyleri görmesine pek az kalmıştı.

Göz nedir? Görmenin sırrı nedir? diye sorupdururdu kendi kendine.

Keskin bir bıçakla açımladığı bir boğa gözünü,dünyayı yansıtan harika göz elmasının kuruluşunudikkatle inceledikten sonra, yine kaz tüyü kalemesarılıp kitabına şunları yazardı.

“Görme eylemi gözde değil, sinirde bitiyor.”

İnsan, beynin doğasını anlayıncaya kadar çokzaman geçecekti daha. Fakat Bacon, hayvanın yalnızgözle değil, beyinle de gördüğünü artık biliyordu.

Böylece göz gözü inceliyor, beyin de beyniaraştırmaya başlıyordu.

Nasıl bir şeydi şu ışık ki, onsuz gözün hiçbir değeriolmaz, dünya kör olurdu.

Bacon, ufacık bir deliğin önüne üç mum koyup, üçışığın birbirine engel olmadan bir noktadan nasılgeçtiklerine bakıyordu. Güneş ışınıyla bir ağacıyakıyor, aynada yansıyan ışınları inceliyordu.

Bacon, ışınlarla bir hokkabaz gibi oynayarak ışığın,gökkuşağının, serabın sırlarını anlamaya çalışıyordu.Bilgin, şöyle diyordu: Serap bir şeytan işi değildir;ışınların yolu izlenirse serap, akıl çerçevesinde

açıklanabilir.

Bacon, pencerede durup gökte titreşen mavi,kırmızı, beyaz yıldızlara bakarken, gözleri bildikyollardan yürür gibi, bir takım yıldızdan ötekinegeçerdi.

Evrene oranla dünyanın pek küçük olduğunubiliyordu. Güneşi ölçmüştü, dünyadan defalarcabüyüktü. Bacon’ın araştıran gözleri, Samanyolu’nunbirçok yıldızdan meydana geldiğini görüyordu.Böylece, bilginin gözleri önüne ışık dolu, yedi renkli,parlak evren seriliyordu. Bacon’a da, Büyük Albertgibi büyücü derlerdi. Fakat Bacon sihrin harikalaryaratabileceğine herkesten az inanırdı. Üstelikdünyada adım başında karşılaştığımız harikalarıhangi büyücü yaratabilirdi?

Gören göz, işiten kulak, mucizeler yaratabilen söz,birer harika değil miydi?

Bacon, yazdığı kitabın sayfalarını karıştırdı. Başlıkşöyleydi: Büyük Eser.

Gerçekten bu kitap, bütün bilim ve felsefe dallarınıkapsayan büyük bir eserdi. Filozofun, bu eserinde

genişçe açıkladıklarını almak isteyenlerin karşısındabüyük sırlar açılacaktı.

Öyle sırlar vardı ki, gizlenmeleri gerekiyordu.

Bacon’ın gözleri, buluşlarından birini gizliişaretlerle şifrelediği bir bilmeceye ilişti.

Bir gün deneme yaparken, kükürtle güherçileyikömürle karıştırmış, karışım tutuşmuş ve korkunç birpatlama yeri sarsmıştı. Potayla fırın paramparçaolmuş, kendisi de güç kurtulmuştu.

Cisimlerin içinde saklı yıkıcı güçten kendisi bilekorkmuştu. Buluşunu bir bilmece şeklinde şifreleyipgizlemişti: En iyisi bunu kimse bilmemeliydi.

Hiçbir gizli işaret, hiçbir bilmece, doğuş zamanıgelmiş bir şeyi gizleyemezdi.

Bacon, korkunç buluşu üzerinde düşünürken,dünyanın öbür ucundaki Çin’de, barutun artıkbulunduğunu aklından bile geçirmiyordu. Araplarbarutu Doğu’dan İspanya’ya getireceklerdi. Vetopların gürlemeye başlayacağı zaman artık uzakdeğildi.

İnsan, zerrecikler âleminin derinliklerinde yıkıcı birkuvvet bulmuştu. Ve bu kuvvet, onu bulanın başınabela kesilecekti.

Yıldızlardan Medet

Roger Bacon, yaşadığı çağdan çok ilerideydi.

Geleceğe bakarken uçan makineler, denizdeküreksiz yüzen gemiler, karada atsız koşan arabalargörürdü.

Fakat Bacon, yine de çağının insanıydı. Kulesi biryıldızbilimcinin gözlemevi, bir simyacınınlaboratuvarıydı.

Bacon, kimya taşını bulmak için maddeleribirbiriyle karıştırıyor, insanların kaderini öğrenmekiçin de, gezegenlerin gökteki durumunu tespitediyordu.

Bacon şöyle düşünürdü: Dünyada her şey birbirinebağlıdır, dünya büyük bir bütündür. Göktekiyıldızlardan dünyaya doğru, gözle görülmeyen ipleruzanır. Denizlerdeki gelgitleri doğuran ay değil mi?Ağaçlarla otlara hayat veren güneş değil mi?

Biz de şimdi böyle düşünüyoruz: Dünyamızın,evrenin bir parçası olduğunu biliyoruz. Güneş, ışıkvermeseydi dünyada hayat olmazdı. İnsanı yalnızdünya değil, bütün gök cisimleri de kendine çeker.Dünya daha yakın olduğu için, onun çekim gücüötekilerinkine üstündür.

Işık ve yer çekimi, evrende dağınık olan maddeyi,büyük bir tüm halinde birleştiriyor.

Biz bugün böyle düşünüyoruz. Fakat RogerBacon’ın yaşadığı XIII. yy.’da ne yerçekimibiliniyordu, ne de ışığın doğası. İnsan var olan şeylerarasındaki bağları ancak sezinleyebiliyor kaderininyıldızlarınkiyle bağlı olduğunu sanıyordu.

Bacon, parşömen üzerine bir kare, bunun içine dedaha küçük bir kare çizdi. Kareler arasındakiboşluğu yan çizgilerle, üçgen şeklinde on ikiye böldü.Her bölüme, Zodyak üzerinde yer alan on iki burçtanbirinin işaretini çizdi. Terazi, terazi burcuna; iki balık,balık burcuna; okla yay, yay burcuna vb. işarettibunlar.

Karenin merkezi boştu. Buraya, karenin boş kalanmerkezine, falını öğrenmek istediği kimsenin adı,

merkezine, falını öğrenmek istediği kimsenin adı,adının altına da doğduğu gün, ay, yıl yazılacaktı.

Bir kimsenin falına bakabilmek için, beşiğiüzerinde hangi yıldızların doğduğunu hesaba katmakgerekti. Çünkü yıldızlar bir yerde durmaz, güneş, ayve gezegenler, bir burçtan diğerine geçerekgökyüzünde ebediyen dolaşırlardı. Her yıldızınözellikleri vardı. Ay soğuk ve mahzundu, insanlarayakınlık göstermezdi. Mavi Venüs’le parlak Jüpitermutluluk getirir, kırmızı Mars’la solgun Satürn felaketişareti sayılırdı.

Gezegenlerin yolları bir birleşir, bir ayrılırdı.

En büyük ve güçlü gezegenlerin bir bölümdetoplanması, olağanüstü ve garip olaylara işaretti:Kralların düşmesi, peygamberlerin gelmesi, büyükkıran gibi.

İnsanın her adımı, her hareketi yıldızlarınhareketiyle önceden belirlenmişti.

Hekim, hastayı tedaviye başlamadan önceyıldızlara danışırdı. Kolların kaderi ikizler burcuna,başınki koç burcuna, ayaklarınki de balık burcunabağlıydı. Bir koldaki çıkık, ay ikizler burcundayken

düzeltilemezdi. Daha iyi işaretler beklenmeliydi.

Simyacı, işe başlamazdan önce yıldızlarındurumunu incelerdi: Merkür cıvayı, Ay gümüşü,Güneş altını, Satürn kurşunu idare ederdi.

Güneş hastaysa, yani düşman bir gezegeninbölümündeyse, iş aksayacak demekti. ÜstelikGüneş, asık suratlı Satürn’ün tam karşısındadoğmuşsa, Güneşin Satürn karşısındaki bu durumudaha büyük bir uğursuzluğun belirtisiydi. Eğeryakındaysa, Jüpiter durumu düzeltebilir, “kuşatmayıkaldırıp” güneşi tutsaklıktan kurtarabilirdi.

Krallar, başbuğlar, denizciler, yıldızbilimcileredanışırlardı.

Her ülkenin kendi gezegeni vardı. SatürnHindistan’a, Jüpiter Babil’e, Merkür Mısır’ahükmederdi.

Acaba Bacon, o akşam kimin falını öğrenmekistiyordu?

Yıldızlardan sorduğu, ne bir insanın ne de birülkenin kaderi. Dinlerin geleceğini bilmek istiyordu.

Bunu yıldızlardan öğrenebileceğine inanıyordu.

Satürn Musevilere, Venüs Müslümanlara, MerkürHıristiyanlara hâkimdi. Hıristiyanlık Jüpiter’leMerkür’ün bir bölüme düştüğü zaman doğmuştu.Jüpiter de mutluluk ve kudret getirirdi.

Bacon tanyeri ağarıncaya kadar gezegenlerinyollarını hesapladı.

Elleri daire ve işaretleri çizerken, fikri doğduğuyerlerden uzaklara uçup gidiyordu. Bütün dünyaya,bütün ülkelere, bütün halklara şöyle bir gözgezdiriyor, her yerde kanunsuzluk, gaddarlık,adaletsizlik görüyordu.

Prensler, baronlar ve şövalyeler, birbirinezulmediyor, birbirini yağmalıyor, halkı sonu gelmeyensavaş ve vergilerle soyup soğana çeviriyorlardı.Başkalarının malını mülkünü, geniş ülkeleri zaptetmek hoşlarına gidiyordu.

Halk, prenslerden nefret ediyordu ve mümkün olanher yerde onlardan kurtulmaya çalışıyordu.

Tüccarın her sözü yalan dolandı. Din adamları,

kendilerini kibire, debdebeye, tamahkârlığakaptırmışlardı. Paris ve Oxford’da, ruhban sınıfı,kavga ve külhanbeylikleriyle halkı tedirgin ediyordu.Din büyükleri, açgözlülükle servet yığıyor, kendilerinehavale edilen ruhları düşünmüyorlardı bile. Gaddarkanun adamları iftiralarıyla masum insanlarımahvediyorlardı. Debdebe ve gösteriş, papalığınmerkezini rezil ediyordu. Orada da kibir, tamah, hırsalmış yürümüştü. Kutsal papalık mevkii bile, hile veyalanın kurbanı olmuştu.

Mumun titrek alevi, Bacon’ın çatık kaşlarını,yüzündeki keskin buruşukları aydınlatıyordu.

Fransisken Rahibi cübbesini giymiş bu adam, kaçkere öfkesini tutamayıp işitmek istemeyenleregerçeği söylemişti. Fransisken teşkilatının generaliYoan Bonaventura’nın, ondan hazzetmemesisebepsiz değildi. Roger Bacon’ı büyücü, büyücüsayıyorlardı. Her gece yatağına girerken, ertesi günzindana atılmayacağından emin değildi.

Bacon’ın yaptığı hesaplar bitmek üzereydi ve onukorkunç bir sonuca doğru götürüyordu.

Gezegenlerin işaretlerini üçgen şeklindeki

Gezegenlerin işaretlerini üçgen şeklindekibölümlere yazmaya devam etti. Ay’la Jüpiter aynıbölüme düşmüştü: Başak burcu bölümündebirleşmesi, insanın kalbinde dinin önü alınamazyıkımının işaretiydi.

Bacon:

“Bu çöküş ve rezalet zamanlarında başka türlüolabilir miydi?” diye düşündü.

Tanyeri ağardı ağaracak. Kulenin yanı başındayolda, bir çoban, kırbacını çiğli otlarda şaklatarakhayvanları sürüyor ve büyücü, sisten ayrılan karanlıkkulesine merakla bakıyordu.

Çoban, kule sahibinin geceleyin yıldızlarla nekonuştuğunu bilseydi ne derdi acaba.

Okur, Bir Katolik Papazının Uşağıyla Karşılaşır

ve Anlattıklarını Dinler

Bacon, sadece bir yıldızbilimci değil, simyacıydıda. Birçokları gibi o da, imbiğin dibinde altınbulmaya çalışıyordu. Kimya taşını bulan, bakırı vekurşunu altına çevirmenin yolunu bulan, dünyanınefendisi olacaktı. Fakat Bacon’ınki ne açgözlülüktü,ne de dünya nimetlerine susamışlık. Onu çeken,maddenin büyülü değişmelerinin sırları, ufacıkzerrecikler dünyasının sırlarıydı.

Birçokları altını, altının kendisi için arıyordu.

Dünyaya hâlâ kılıçla haç egemen olmakla beraber,altın artık onların yerine hak iddia etmeye başlamıştı.

Krallar, papalar boş hazinelerini doldurmak içintefecilerden aldıkları borç karşılığında taşlarını rehinekoyuyorlardı.

Her kralın hizmetinde bir simyacı vardı. Kral,kumandanına:

– Hele biraz bekle, derdi, benim simyacı, kimyataşını buldu bulacak. Namusum üzerine ant içerim ki,bunu bulunca bütün erlerle subaylara simyacı altınıyla

iki misli fazla ücret verilecek.

Simyacının laboratuvarına pek az kimse şöyle birgöz atabilirdi. Çünkü oraya gitmeye herkes cesaretedemezdi.

Simyacıyla uğraşan bir Katolik papazının uşağı acıtalihinden şuna buna sık sık yakınmış olmasaydı,laboratuvarda olup bitenlerden hiçbir zamanhaberimiz olmazdı.

İngiliz şairi Geoffery Chaucer, uşağınyakınmalarına kulak misafiri olarak bunlarıCanterbury Hikâyeleri (Canterbury Tales) adlıkitabına almıştır.

İşte uşağın Chaucer’e anlattıkları:

“Bir Katolik papazının yanında tam yedi yılyaşadım. Ama sanatına bir türlü akıl erdiremedim.Eskiden hep yeni ve güzel elbiseler giyer, kılıkkıyafetime dikkat ederdim. Şimdi, neredeysebaşıma çorap geçireceğim. Eskiden taze ve kırmızıolan yanaklarım, şimdi balmumu gibi sarardı.

Simya işte böyle faydasız bir şey.

Bu şarlatan sanatı, beni öyle soyup soğana çevirdiki, elde avuçta bir şey kalmadı. Beni görenlere dersolsun. Bu sanat, kendisine merak saran herkesibatırır. Tanrı sizi inandırsın simyayla uğraşan okerteye varır ki, kesesi de, kafası da boşalır. Ozaman başkalarını da simyayla uğraşmaya tahrikebaşlar. Çünkü kötü bir insan, ademoğlunu felaketeve uğursuzluğa sürüklemekten zevk duyar. Bunubana, bilgili bir din adamı söylemişti.

Her neyse, bu hususta bu kadar yeter. Bir de, neyaptığımı anlatayım size. Biz, şeytani işimizebaşlarken öyle bilgiççe bir dille konuşuruz ki,şaşılacak derecede akıllı insanlara benzeriz. Benocağı öyle bir körüklerim ki, kalbim neredeyseçatlayacak gibi olur.

Kullandığımız maddeleri yani gümüşü, yakılmışkemiği, demir tozunu birbirine ne oranlardakarıştırdığımızı anlatacak değilim. Bunları nasıl incebir toz haline getirip toprak bir kaba koyduğumuzu,üstüne tuzla biber ektikten sonra kabı cam bir çanlakapayarak yaptığımız daha birçok şeyi deanlatmadan geçeceğim. Değmez. Çünküçabalarımızdan nasıl olsa bir şey çıkmıyor.

Emeğimiz, paralarımız hep boşa gidiyor.

Karşılaştığımız birçok mesele daha var, amaokumuş bir insan olmadığım için hepsini sıralayıpsayamayacağım. Aklıma nasıl gelirse öyleanlatacağım. Laboratuvarda Jenkardan, laciverttaşından, borakstan başka cam ve topraktan çeşitlikaplar, piyaleler, potalar, katı cisimleri doğrudandoğruya gaz haline çevirmeye yarayan kaplar, kulpluşişeler, damıtma araçları ve benzeri araç gereçlervardır. Hepsini sayıp dökmeye değmez. Çünkübunun için kimse metelik vermez. Kaldı ki, her şeyanlatılacak olursa, kutsal kitap kalınlığında bir kitapbile yetmez.

Az kalsın en önemlisini, şu ana iksir dediklerikimya taşını unutacaktım. Asıl aradığımız o zaten.Ama göklerin padişahı tanık olsun, bütünçabalarımıza rağmen, kimya taşını bir kere bilegörmüş değiliz.

Ama yine de umudumuzu yitirmiyoruz. Zorluklararağmen, bir gün gelip bizim de yüzümüzün güleceğiniumuyoruz. Böyle umutlara insan dört elle sarılıyor.Size peşinen söyleyeyim: Kimya taşını aramaya

başlayan, bu işi artık bırakamaz. Bütün simyacılarböyledir. Gecelik bir gömlekle, yırtık pırtık birpelerinden başka bir şeyleri olmasa bile, bunları dasatıp parayı simya işlerine harcarlar. Son kuruşlarınıharcamadıkça rahat edemezler.

Simyacıları nerede olurlarsa olsunlar, lime limeelbiselerinden ve kükürt kokusundan herkes tanır.Kükürt kokusu o kadar keskindir ki, bir mil uzaktanduyulur...

Uzatmayalım, içinde çeşitli madenler bulunan kapateşe konmadan önce, madenler karıştırılır. Bu işipatron hep kendisi yapar, başkasına güvenmez.

Patronun bilgili ve işinin erbabı olduğunusöylüyorlar. Ama kap yine de ikide bir deparamparça oluyor. Böyle olunca da, kabıniçindekilerin üstüne bir bardak su içmekten başkabir şey kalmıyor.

Kaptaki madenlerde öyle bir kuvvet gizli ki, taşduvarları bile deliyor. Madenlerin bir kısmı toprağakarışıyor, bir kısmı döşemede dağılıyor, bir kısmı dalekeler halinde tavana yapışıp kalıyor.

İnsan soyunun düşmanı olan melun şeytan, gözegörünmez, ama eminim ki, o anda aramızdadır.Derken bir kavga, tartışma ve bağırıp çağırma başlarki, şeytanın efendi ve amir olduğu cehennemde biledaha beteri olamaz. Söven sövene, başkalarınısuçlayan suçlayana.

Biri:

– Ocak, gerektiği gibi körüklenmedi, der. Bu banaatılan bir taştır, çünkü körüğü hep ben çekerim.

Başka biri:

– Hey aptallar hey, der yüksek sesle, ne cahilmişizbe. Alaşımı doğru yapmamışız.

Bir başkası da herkesten fazla bağırır:

– Durun, beni de dinleyin; ocakta yaktığımızodunlar, meşe odunuydu da ondan. Ak gürgenyakılmalıydı. Vallahi, sebep bu.

Patron tartışmayı kesmek için:

– Neyse canım, olan oldu der. Bana kalırsa imbikçatlaktı da ondan. Aldırmayın, cesaretimizi

kırmayalım. Haydi, döşemeyi hemen süpürünbakalım; toplayın cesaretinizi ve neşenizi bozmayın.

Çöpleri süpürüp toplar, sonra bir eleğe koyupdöşemeye serdiğimiz bezin üzerinde uzun uzuneleriz.

İçimizden biri:

– Eh, der, çok değil, ama yine de bir şeyler kalmış.Bu sefer talihsiz çıktık, ama dur bakalım, belki birdahaki sefere şansımız yürür. Bir kere dahadeneyelim. Bazen bir tüccarın mal dolu gemileribatar, fakat bu bütün gemiler battı demek değildir,kazasız belasız dönenler de olur.

Patron:

– Susun, diyerek onun sözünü keser. Bu defa,denemeyi yepyeni bir usulle yapmaya çalışacağım.Başaramazsam o zaman bana istediğiniz kadarküfredin. Şimdi anlıyorum ki, eskiden hep yanlışyapıyormuşuz.

Derken biri yine kendi bildiğini okur:

– Ateş gerektiğinden fazla kuvvetliydi...

Ateş kuvvetli miydi, zayıf mıydı, orasını bilmem,ama işimiz hep ters gider. Aradığımız kimya taşını birtürlü bulamıyoruz. Fakat yine de, çılgınlar gibi ortalığıaltüst etmeye devam ediyoruz.”

İnsan, safdil uşağın anlattıklarına gülmektenkendini alamaz.

Günümüzün kimyacılarından hangisi, sabahtanakşama kadar ateşte bir şeyler eritip kaynatan,çeşitli cisimleri karıştırıp alaşımlar yapan, ölçüptartan simyacılarla kendileri arasında bir benzerlikgörmez.

Her türlü havalandırma tesislerine rağmen, birçokhalde zehirli buğularla dolu olan laboratuvarda zorsolunur. Yangılı gözler, ateşle dumandan kızarır. Elleryanıklar içindedir, iş elbisesi asitlerden delik deşikolmuştur.

Yine de kimyacılar, işlerini bir an önce bitirip delaboratuvardan temiz havaya çıkmaya can atmazlar.

Günümüzün kimyacılarının da başarısızlıkları olur.Onların da potaları, imbikleri tuz buz olur. Bazen birpatlama, günlerce çalışarak elde edileni bir anda

silip süpürür.

İnsan yorgun ve bitkin bir halde eve döner. Ertesigün yine işinin, saydam şişelerle dolu masasınınbaşındadır.

Kimyacıyı laboratuvara çeken nedir?

Simyacıya hâkim olan o aynı araştırma tutkusu.

Simyacılar hayal peşinde koşmuş ve bu onları, taşduvarları yıkabilecek bilinmeyen kuvvetleringizlendiği esrarengiz moleküller âlemine götürmüştü.Moleküller âlemine dalan insan, ister istemez buluşüstüne buluş yapıyordu.

Simya bir yanlıştı. Fakat bu yanlış gerçeğe doğrubir basamak oldu. Simyadan kimya doğdu. Bilimadamları, kimya taşı diye bir şey olmadığını, camkaplarda bakırın, hiçbir zaman altınaçevrilemeyeceğini anladıktan sonra da imbiklerdenayrılmadılar.

Kimyacılar, maddedeki ufacık zerrecikler âlemininne kadar büyülü olduğunu öğrenmişlerdi. Bunun içinde peşini bırakmak istemiyorlardı...

5 Cengiz Han’ın Orduları

Batı’da ilk üniversiteler ilk profesörlerinkonferanslarını dinlerken, ilk simyacılar ilklaboratuvarların dumanları arasında çalışırken,Doğu’da büyük savaşlar oluyor, insanlığın kaderitayin ediliyordu.

Paris’te, sivri damlı binalar arasında muazzamtapınaklar gökleri deliyordu. Rus ülkesinde, büyükkiliselerin taş nakışları gözleri kamaştırıyordu.

Uzakdoğu’da, Orta Asya çöl ve steplerindeysehâlâ keçe çadırlarda yaşanıyordu. Halk çiftçilikyapmıyordu. Evleri yoktu. Ömürleri, tekerleklerüzerine oturtulmuş çadırlarda, step step dolaşmaklageçiyordu.

Kabile, hayvan sürülerini önüne katıp göçerken,binlerce tekerleğin gıcırtısı, hayvan sürücülerininçığlıklarını bastırırdı.

Atların nal sesleri ve kişnemeleri uzaktan işitilirdi.Koca bir ülke yer değiştiriyor gibiydi.

Üzerindeki ayak izleriyle çıplak topraklar veharabeler, göçebelerin arkasında kalıyordu.Hayvanlarla at sürüleri otlayıp çayırları kurutuyor,köylerle şehirleriyse insanlar yağma edip yakıyordu.Halkın yıllardır biriktirdiği şeyler arabalara yüklenipgötürülüyordu. Ev sahiplerinin kimi öldürülüyor, kimiesir alınıyordu.

Kıyılardan taşan bu göçebe denizi, yeryüzünü birtufan gibi basıyordu.

Göçebe seli Çin’e dalmış, Orta Asya şehirleriylevahalarını çiğnemiş, karlı Kafkas Dağları’nadayanmış, Gürcistan’ın vadi ve derbentlerini tıkamıştı,oradan da Karadeniz dolaylarındaki steplere akarakMacaristan’a ve Adriyatik Denizi kıyılarına yayılmıştı.

Birden ne olmuştu da, eski zamanlardan beriMoğol steplerinde dolaşan göçebeler, halkı tarımlauğraşan komşu ülkeleri fethe kalkışmışlardı.

Bu, Cengiz Han’ın, Moğol kabilelerini güçlü birgöçebe imparatorluğunda birleştirmesiylebaşlamıştı.

Cengiz Han’la kumandanları, Kuzey Çin’i, Doğu

Türkistan’ı, Orta Asya’yı zapt edip Kafkasya ve DoğuAvrupa’ya kadar ilerlemişlerdi. Cengiz Han 1227yılında öldükten sonra, yerine geçenler fetihleredevam etmişti.

Göçebelerin yıldırım gibi ilerleyişini bütün dünyakorkuyla izliyordu.

Roma’da Papa, dostluk ve barış görüşmelerindebulunmak için Moğol Hanı’na elçi göndermeyikararlaştırdı.

Üç rahip, İtalyan Giovanni Carpine, Çek Stefan vePolonyalı Benedikt yola çıktılar. At üzerinde 106günlük bir yolculuktan sonra ormanlardan, steplerdengeçip Dinyeper’i, Don’u, Volga’yı aşarak Orta Asyaçöllerine vardılar. Bazen yolları, göçebelerin çiğneyiptalan ettikleri bölgelerden geçiyordu. Yol boyuncaotlar arasında insan başlarıyla kemikleri gözeçarpıyordu. Büyük şehirlerde bile sığınacak yerbulmak zordu. Eskiden yüzlerce evin bulunduğuyerlerde, kala kala beş on ev kalmıştı.

Sonunda Han’ın karargâhına varıldı.

Papa’nın elçileri, ulu hana bağlılık andı içmek için

Asya’nın dört bucağından gelen dört bin elçi ve şefarasında kaybolmuşlardı. Karargâhın ortasındabüyük bir çadır vardı. Burada her sabah iki bin kişitoplanırdı.

Birinci gün herkes beyaz, ikinci gün kırmızı, üçüncügün mavi elbiseler giymişti. Elçiler halılara oturmuş,kımız içerek Ulu Han’ın gelmesini bekliyorlardı. Bütüngözler, girmeye yalnız Han’ın hakkı olan kapıyaçevrilmişti.

Han, kendisini kırmızı yelpazelerle yelpazeleyenmaiyetiyle birlikte görününce, binlerce insan onunkarşısında dize geldi.

Han, Papa’nın elçilerini kabul edinceye kadar,bunları bir hayli bekletti. En sonunda kendilerineArapça, Latince ve Moğolca yazılmış bir mektupsunuldu. Han’ın esirleri arasında çok tercümanolduğu belliydi.

Mektupta, Han Papa’ya şunları yazıyordu:

“Sen, bütün kralların başında huzuruma çıkmalı vebenim hizmetimde olacağına, bana saygıgöstereceğine söz vermelisin. O zaman senin

bağlılığını kabul ederiz. Yoksa düşman sayarız seni.”

Rahipler işte böyle bir mektupla geri dönüyorlardı.Önlerinde beş bin kilometrelik uzun bir yol vardı.

Dünya üzerine korkunç bir tehlike çökmüştü.Geçmiş bugünle, göçebe kabileler, toprağayerleşmiş çiftçi halklarla savaşa tutuşmuştu.

Barbarların, eskiden bilmedikleri savaş tekniklerinibazı halklardan öğrenmiş olmaları, durumu büsbütünkötüleştiriyordu.

Göçebeler, bir şehrin surlarına yaklaşınca,kuşatma araçlarını faaliyete geçirirlerdi. Mancınıklarlaatılan kocaman taş molozlarla şehir bonbardımanedilirdi. Yanan katran dolu kaplar atılarak evlertutuşturulurdu. Ağır koçbaşları, demir kapıları döverdi.Böylece göçebeler, şehirleri birer birer zapt ederekilerliyordu.

Ya bütün Avrupa’yı zapt etseler ne olurdu?

Dünya uzun bir süre için gerilere atılırdı. Büyük veünlü şehirler harabelere çevrilirdi. İnsanlığınövündüğü şey, kitaplar, tablolar, heykeller

yangınlarda kül olurdu. Renkli vitraylarla süslü kilisepencereleri paramparça edilirdi. Paris kiliseleri,göçebelerin atlarına ahır olurdu...

Göçebe selinin karşısına bir set çıktı.

Tatarların, meşe ağacından yapılmış koçbaşları,Rus şehirlerinin surlarını dev dalgalar gibi dövüyordu.

Yıkılan kale duvarlarının ardında, bir gecede ağaçgövdeleriyle kazıklardan yapılmış yeni duvarlaryükseliyordu. Tatarların karşısında her şehir birengeldi. Bütün Rus ülkesi bu göçebe selinin önündebir set olmuştu. Bu sette gedikler olmasaydı, baskıyadayanabilirdi. Ne yazık ki, Ruslar sımsıkı birleşmiş birhalk değildi daha.

1223 yılında prenslerin bir kısmı Kalka Irmağı’ndadüşmanla savaşırken, bir kısmı da, yüksekçe biryerde put gibi durmuş, Tatar süvarilerinin Rusaskerlerini nasıl çiğnediklerini seyrediyordu.

Çok geçmeden yangın alevleri her yanı sarmıştı.Doğu’dan, acı bir dumanla birlikte, yanık kokularıgelmeye başlamıştı. Tek bir ev, tek bir şehir değil,onlarcası tutuşmuştu.

Göçebe seli, karşısına çıkan seti yıkıp Rusların,Polonyalıların, Çeklerin topraklarına yayılmıştı.

Çekler, yurtlarını savunabilmişlerdi. Dağlarkendilerine yardım etmişti. Steplerde cirit oynamayaalışmış Tatar süvarisi, dağlık taşlık yerlerdesavaşmaya hazırlıklı değildi. Üstelik Rustopraklarındaki savaşlarda iyice zayıflamıştı.

Ruslara aynı zamanda, Batı’dan İsveçlilerleAlmanlar da saldırmışlardı. Ruslar Avrupa’yıgöçebelere karşı göğüsleriyle savunurken, Batıkomşuları kendilerini arkadan hançerlemişti.

İsveçlileri püskürtmek için Neva Irmağı kıyılarına,Almanları darmadağın etmek için de, alelacele ÇudGölü’ne ulaşmak gerekiyordu.

Fakat Tatarları gerisin geri Asya’yakovamamışlardı.

Ruslar görevlerini yapmıştı; göçebeleridurdurmuştu. Artık Tatarlarda Batı’ya saldıracak güçkalmamıştı. Üstelik arkalarında baş kaldıran,eğilmeyen bir Rus ülkesi kaldığından korkuyorlardı.Tatarlar ilerlemiyordu, ama Ruslar için çetin

zamanlar başlamıştı. Birçok şehirden geriye ancakharabeler kalmıştı. Canlarını kurtaranlar ormanlardagizleniyordu. Bir zamanlar insanın kök söküptemizlediği ormanlar, tarlalara doğru genişlemeyebaşladı. Köy sokaklarındaki yangın yerlerini otbasmıştı. Düne kadar insan yaşayan yerlerde yabanihayvanlar dolaşıyordu.

Tarihin büyük saatindeki akrep, geriye doğrugidiyor gibiydi.

Daha pek uzak olmayan bir geçmişte bir tarihçişunları yazmıştı: “Kitaplar, evreni sulayan birer ırmak,birer bilgelik kaynağıdır, onlarda sonsuz bir derinlikvardır. Kederliyken kitaplarda teselli buluruz.”

Ruslar için ağır, kederli yıllar başlamıştı. İnsan,kendisiyle birlikte teselli veren kitapları dadüşmandan kurtarmaya çalışıyordu. Düşman birşehre yaklaşınca, şehirde ve dolayındaki köylerdebulunan kitaplar toplanıyor, kâgir kiliseleregötürülüyordu. Her sayfası yaldızlar içinde parlayıperguvani renklerle ışıldayan yazma kitaplarıgözbebekleri gibi koruyor, sağlam meşin ciltlerlekaplıyorlardı.

İşte bu değerli kitaplar bir kilisenin taşdöşemesine yığılmıştı.

Fakat ateş, onları burada da buluyordu. Sabırlıhattatların, özene bezene süsledikleri renkli sayfalar,saniyesinde buruşup tutuşuyor, kara kırmızı bir alevleyanıyordu.

O çağlarda yaşamış bir yazarın deyimiyle:

“Bilgi ırmaklarının suyu çekilmiş, bilgelik kaynaklarıkurumuştu...”

Moskova, Üçüncü Roma Olmuştu

Sağ kalanlar, karanlık ormanlardan yavaş yavaşşehirlere dönmeye başlamıştı.

Pek uzak olmayan bir geçmişte bunlar, her şeybitmiş sanıyordu. Evleri barkları yoktu, yakınlarınınbirçoğu ölmüştü. Çevrelerindeki her şeyde birıssızlık, terk edilmişlik vardı. Doğup büyüdükleri şehirtanınmaz olmuştu. Üstelik kendileri de başkalaşmıştı.Saçları erken ağarmış, alınları kırışmıştı.

Eski hayat geçmişe karışmıştı.

Her şeye yeni baştan başlamak gerekiyordu.

Yine balta sesleri işitilmeye başladı. Reçine kokançam kütükleri, üst üste konularak duvarlar yapılıyor,evler kuruluyordu.

Yakılıp yıkılmış binaların yerinde yenileri yapılıyor vebunlar hemen surlarla çevriliyordu.

Bir ırmağın dirseğinde kurulan Kremlin’inçevresinde Moskova şehri, ulu bir ağacıngövdesindeki halkalar gibi yıldan yıla genişliyordu.Moskova’nın çevresinde de, Rus Devleti gelişipserpiliyordu.

İdareli ve hesabını bilen Moskova prensleri, köylerive şehirleri birer birer idareleri altında topluyorlardı.

Moskova beyliği genişliyor, yüz binlerce insanıngücünü birleştiriyordu.

Aradan yüzyıllar geçti. XIII. yy. bitip XIV. yy.başlamıştı. Sağlamlaşan ve safları sıklaşan RusDevleti, düşmanlarla savaşta gücünü denemeyebaşladı.

Bir zamanlar steplerde göçebelerle ayrı ayrı

karşılaşan Rus prensleri artık hep birlikte, topluolarak çıkıyorlardı düşmanın karşısına. BaşlarındaMoskova prensi Dimitri İvanoviç vardı. Arkalarındaniyice silahlanmış binlerce asker yürüyordu.

Artık göçebeler Rus askerlerini çiğneyipgeçemiyor, Ruslar onları Don steplerindekovalıyorlardı.

Moskova genişledikçe genişliyor, kuvvetleniyordu.

Artık Kremlin’i meşe kütüklerinden yapılmışduvarlar değil, taş surlar kuşatıyordu.

Eli hünerli ustalar, Moskova’da ve öbür Rusşehirlerinde kiliseler, manastırlar, saraylar kuruyordu.

Ünlü Rus ressamı Andrey Rublef, o çağtarihçilerinden birinin deyimiyle, “büyük prensinsarayındaki taştan yapılmış BtagoveşçeniyeKilisesi’ni” resimliyordu. Fakat Rublef’in şaheseri,Troitsa Sergiy Manastırı’nda çizdiği Troitsa - ÜçKutsallar adlı tablo ayarında resim güç bulunurdu.

Üç melek bir masanın başında oturur. Masaüzerinde meyve dolu bir tabak. Melekler konuşmaz,

düşünceye dalmışlardır. Eğik başları eskiçağ Yunanustalarının eserlerini andırabilir. Şu farkla ki, Yunanustaları ideal vücutlar tasvir etmişken, Rus sanatkârıruh güzelliğini verebilmişti.

İnsan, Rublef’in meleklerine bakarken, kederli birRus türküsü dinler gibi olur.

Ortadaki meleğin arkasında, fırtınanın eğip dekıramadığı bir ağaç, onun arkasında da bir dağgörünür. Dağla ağaç, eğri büğrü çizgileriyle, kederlimeleğin baş eğişini bir nakarat gibi tekrarlar sanki.

İgor Alayı Destanı’nda da tabiat, insan ruhuylakarşılaştırılmıyor muydu?

“Otların acıdan boynu bükülmüş, ağaçlar dallarınıkederli kederli eğmiş.”

Rublef, tablosunda hüzünle kuvveti, yani artık yakınolan kurtuluşun, denildiği gibi Rusya’da “gaddarTatarların esirleri paylaştıkları” zamanın hüznünütasvir eder.

Bir yüzyıl daha geçti. Tatar Hanı, ordusuyla yineMoskova üzerine yürüdü. Fakat bu, artık o eski ordu

değildi. Rusya da değişmişti zaten.

Ruslar birbiriyle kavga eden beylikleri birleştiriptek bir devlet kurarlarken, Altın Ordu Tatar Devleti,birbirine düşman hanlıklara bölünmüştü. Artık kendiaralarında kavga eden Rus beyleri değil, Tatarhanlarıydı.

Ruslar tarihin büyük merdiveninde bir basamakdaha yükselmişlerdi.

Tatarlarsa yerlerinde sayıyordu. Bunlar, Ruslarınyıllarca evvel geçirdikleri aşamaya daha yenigirmişlerdi.

Davetsiz misafirler Moskova önlerine kadargelmiş, Ruslar da bunları karşılamaya çıkmıştı. Amabu kez işler başka türlü gidiyordu.

Misafirler, bu kez eskiden yaptıkları gibi cümbüşetmediler. Ruslarla savaşa tutuşmaya da cesaretedemediler. Biraz oyalanıp gerisin geriye, geldikleriyere çekilip gittiler...

Rusya, iki yüz yıl Batı Avrupa’dan ayrı kalmıştı.Göçebelerin birbirinden ayırıp parçaladıkları dünya

şimdi yeniden birleşiyordu.

Bir zamanlar bir Rus prensi Fransa’yı idare etmiş,başka bir Rus prensesi de Anglo-Saksonlarınkraliçesi olmuştu. Bir zamanlar Kiev’in öbür Avrupabaşkentleriyle sıkı temasları vardı, Kiev prensleri,Latince’yi, Yunanca’yı, Almancayı, Rusça kadar iyikonuşurlardı.

Sonraki iki yüz yılda Batı’da Ruslar büsbütünunutulmuştu. Fransa ya da İngiltere’de, Polonya’ylaLitvanya’nın ötesinde “Tatarlara mı, Polonya Kralınamı bağlı”, geniş bir Kuzey ülkesinin bulunduğusöylenirdi. Bremenli ve Lübekli Alman tüccarlar,Rusları daha iyi tanırlardı. Hansa Tüccarlar BirliğininNovgorod’da şubeleri ve depoları vardı. Ne var ki,Hansa tüccarları, başka yabancıları Rus ülkesinesokmamaya çalışırlardı.

Derken Altın Ordu Devleti çökmüş, Rus beylikleribir devlette birleşmişti. Artık Moskova, Tver’le ya daRyazan’la savaşmıyordu. Moskova, daha VladimirMonomach zamanında bir tarihçinin hayal ettiği o“tek kalp” olmuştu. Artık Moskova’da, Moskovaprensleri değil, “Tüm Rusya’nın” hükümdarları

oturuyordu.

Moskova’dan Batı’ya ilk elçiler gönderiliyordu.

Pavel Yoviy adındaki bir yazar, Moskova ElçisiHakkında başlıklı bir kitap yazıyor. Kitap ilgiylekarşılanıyor. Kitabı okuyanlar, “dünyaya yeni birdünya açtığını” yazıyorlar. Yoviy’e bir felsefemeraklısıysa, “Yoviy, senin Moskova hakkındakieserini okurken, Demokritos’un başka dünyalarınainanmaya başlıyorum” diyordu.

Rusya’dan Venedik’e, Roma’ya elçiler gidiyordu.

Elçilere yabancı ülkelerde, filizi topraktan ayırmayı,şehir kuşatmayı, topla ateş etmeyi bilen ustalar,kâgir saraylar kurabilen duvarcılar, gümüş kupalaryapabilen usta kuyumcular bulmaları emredilirdi.

Moskova’da hummalı bir inşaat vardı. Yerli ustalaryetmiyor, yabancıları çağırmak gerekiyordu.

Kremlin toz duman içindeydi. Yarı yıkılmış eskikonak ve kiliseler tamamen yıkılarak yenilerikuruluyordu. Rus ve yabancı ustalar, yapı kurmasanatında yarışıyordu.

Yermolin adındaki ustayla duvarcılarına, çetin birödev verildi: Vozneseniye Kilisesi’ni onarmak. Kilisebir yangından zarar görmüş, kemerleri eğrilmişti.

Yermolin, yangından artakalanı korumak içinkemerleri büsbütün sökmeden doğrultmayı düşündü.Bu güç bir işti. Yanıp parçalanmış tuğlaları söküp heran çökme tehlikesi olan kemerleri onarmak içinustalık ve cesaretten başka bilgi de gerekti.

Yermolin’le arkadaşlarının, fiziği kitaptanöğrendikleri şüphelidir. Ama doğa kitabındangözlerini ayırmazlardı. Çalışırken, taşın ağırlığına karşısavaşırken, denge kanunlarını kendiliğindenöğreniyorlardı.

Bir taşı yerinden kıpırdatmak gerektiğindekaldıraca başvuruluyor, kaldırmak gerektiğinde demakaralar işletiliyordu.

Ve ustalar, üzerine aldıkları işi başardılar.

Kilise, hiç yangın görmemiş gibi sağlam vekusursuz olarak onarıldı. Tarihçi, bu olayı başkaolaylarla birlikte şöyle anlatır: “Bütün kilisesökülmedi. Yalnız yanmış taşlar değiştirildi. Kemerler

onarılıp gereken yapıldı. Ve herkes bu görülmedikişe şaşakaldı...”

İtalyan mimarı Aristotle Fioravanti, Kremlin’deUspeniye Kilisesi’ni eski Rus mimarisi tarzındakoruyordu. Rus ve yabancı ustalar, harç terkibinin,daha sağlam olması için ne yapmak gerektiğinibirlikte düşünüyorlardı.

Moskovalılar, ağır taşları kaldıran kocaman çıkrığaşaşıyorlardı.

Uspeniye Kilisesi’nden sonra başka kiliseler deyapıldı. Büyük Prens için bir saray da kuruluyordu.Duvarcılar, Büyük Prens’in elçileri kabul edeceğiGranovitaya Sarayı’nın duvar kaplamaları için taşyontuyordu.

Kremlin’i geniş ve yüksek taş surlar kuşatıyordu.Üçgen biçimindeki surların köşelerinde birer,kenarlarında da yedişer burç vardı.

Moskova, enine boyuna genişliyordu.

Batı ülkelerinde, Kuzey ülkesi hakkında söylentilerdaha çok duyulmaya başladı. Bu güçlü yeni devleti

yakından görüp öğrenmek için adamlargönderiliyordu.

Moskova’ya, Poppel adındaki bir Alman şövalyesigeldi. Fakat nezaketle geri çevrildi. Çünkü her şeyeburnunu sokan bu yabancıya güvenilememişti.

Poppel, yurduna dönüp gördüklerini anlattı.

Polonya’nın ötesinde diyordu, Moskova Rusyasıalabildiğine uzanıyor. Bu ülke, ne Polonya’ya bağlı,ne de Tatarlara. Hükümdarı Polonya Kralı’ndan dahazengin.

Alman İmparatoru III. Frederik, Poppet’i, bir işlegerisingeri Moskova’ya III. İvan’a gönderdi: Rusyahükümdarı, kızını Baden Markizine vermeliydi. Bunakarşılık hükümdara kral unvanı bağışlanacaktı.

III. İvan, elçiye şunları söylemelerini emretti: “Krallıkkonusunda şöylenenlere gelince, biz Tanrı’nıninayetiyle atadan hükümdarız... Eskiden olduğu gibi,şimdi de kimseden emir kabul etmeyiz...”

Rus halkı, yeniden dünya sahnesine çıkıyor vebunu anlıyordu.

“Tüm Rusya’nın” hükümdarı, kimsenin kendisinikral tayin etmesini istemiyordu.

Büyük Moskova prensleri Monomach’ın kalpağınıatalarından miras almışlardı. Bu nasıl bir kalpaktı?Bu, Bizans İmparatoru tarafından Romaİmparatoru’nun şarap içtiği kırmızı akik bardaklabirlikte gönderilen hükümdarlık tacıydı.

Bu efsane bize, üç buçuk yüzyıl önce yaşamış olanRusların fikirlerini iletiyor. Bunlar, Rus ülkesininalnında, bir zamanlar Roma’yla Bizans’ın alnındaolduğu gibi, dünya kültürünün siperi olacağının yazılıolduğuna inanıyorlardı.

Rus manastırlarından birinde ihtiyar bir keşiş şöylebir kehanette bulunuyordu: Şimdiye kadar iki Romavardı. Birincisi, günahları yüzünden mahvoldu. İkinciRoma da, yani Bizans, Türklerin baskısı altındayıkıldı. Üçüncü Roma, yani Moskova’ysa dimdikayakta duruyor. Ve bir döndürcü Roma olmayacakartık.

III. İvan devrinin Moskova’sı, Roma’dan gerideydidaha. Fakat artık Moskova, eskisi gibi büyük bir köydeğil, gürültülü bir başkentti.

değil, gürültülü bir başkentti.

Kremlin önlerindeki çarşıda açıkgöz tüccarlar, Çinkumaşı ve Venedik kadifesi toplarını bir hamledeyuvarlayıp açıverirlerdi.

Aktar ve zerzevat çarşısından geçenler, soğukMoskova havasıyla birlikte, uzak Hindistan’dangetirtilen baharatın buruk kokusunu da duyardı.

Göçebelerin birbirinden ayırıp parçaladıkları dünyayeniden birleşiyordu.

İtalyan tüccarları, Karadeniz yoluyla Moskova’yagiderken, Kırım’daki İtalyan şehirlerinden Kaffa’damola verirlerdi. Ruslar, mallarını Türk ve İranpazarlarına götürürdü. O sıralarda Tvertüccarlarından Afanasiy Nikitin, denizaşırı ülkelere,pek az Avrupalının bulunduğu uzak Hindistan’agidiyordu.

6 Marco Polo

İnsan yeryüzünde dolaşıyordu. Beş bin kilometrelikgeziler artık ona pek uzun gelmiyordu.

İnsan, eski bir zaman gezgininin yazdığı gibi,

“şiddetli soğuklardan ateşin bile başka türlü yanıpbaşka renkte olduğu” Dünyanın Damı’na, yaniPamir’e çıkıyordu. Atlıyı atıyla birlikte sürükleyen vetozu dumana katan fırtınaların estiği Orta Asyaçöllerinden geçiyordu. Gobi Çölü’nü bir uçtan bir ucaaşıyordu. “Çöl o kadar büyük ki, bir yılda bilegeçilemezdi. Dağlar, kumlar, ovalar, göz alabildiğineuzardı. Yiyecek hak getireydi. Su bulmak için gecegündüz yürümek gerekirdi. Su, çok zaman o kadaracıydı ki, çevresinde ne kuş bulunurdu, ne de hayvan.Çünkü yiyecek içecek bir şey yoktu.”

Kuşların uçmadığı, yabani hayvanların geçmediğiyerden insan geçmişti.

İnsan kendi dünyasında misafir gibi dolaşıyor veher şeye şaşakalıyordu. Bir yerde gördüğütaşkömürünü “odun gibi yanan kara taş” sandı.

Karada gergedanı, denizde balinayı, Sumatra’datropik ormanları, Madagaskar’da soyu tükenmiş devkuşların kemiklerini gördü. Epiornis denilen bukuşların açık kanatları bir ucundan diğerine on altıadımdı. İnsan, Çin’deki yaldızlı saraylara,Hindistan’daki dev putlara şaşmıştı. Ve yurduna

döndüğünde, yeryüzünde gördüğü harikaları anlatırdı.Fakat kendisine inanmazlardı, bir zamanlar Fenikeve Yunan denizcilerine inanmadıkları gibi...

XIII. yy.’ın sonlarında Marco Polo adındakiVenedikli tüccar, hemen hemen bütün yeryüzünüdolaşmıştı. Karayoluyla, Çin kıyılarını yalayandenizlere varmış, sonra da gemiyle Hindistanyakınlarından geçerek yurduna dönmüştü.

Gördüklerini olduğu gibi anlatan bir kitap yazmış,ama yalancılıkla suçlanmıştı.

Ölüm döşeğinde papaz, Marco Polo’ya:

– Ölmeden önce bari tövbe et, kitabında yazdığınyalandan vazgeç, diyerek onu kandırmaya çalışmış,ama ihtiyar:

– Bildiklerimin yarısını bile anlatmadım, diye cevapvermişti.

Bundan otuz kırk yıl sonra Floransa Bankasınınmemurlarından Balducci Pegolotti adlı bir İtalyan,Marco Polo’nun tasvir ettiği yerleri bir bir görmüştü.

O zamana kadar bu yerlere bir Avrupalının ayağı

bile basmamışken, artık oraya Astrahan veÜrgenç’ten, Issık Gölü yakınlarından ve dahaötelerdeki Gobi Çölü’nden geçen işlek yoldankervanlar gidiyordu...

“Üç Deniz Ötesine Gezi”

Doğu’ya ikinci bir yol da Moskova’dan geçiyordu.Volga’dan Hazar Denizi’ne, Hazar yoluyla Derbent’eve Bakû’ya varılıyordu. Oradan İran’a, İran’dan daHindistan’a gidiliyordu.

Tver tüccarlarından Afanasiy Nikitin, Hindistan’aişte bu uzun yoldan gidiyordu. İran’da satmak içingötürdüğü kürkleri iki gemiye yüklemişti. Yelkenlidemek daha doğru olan bu gemilerle, böyle uzakyola çıkmak, o devirde büyük cesaret isterdi. Gemi,bez yelken gerilmiş bir direkten, on altı kürekten,dümen yerine kullanılan uzun bir tahtadan ve genişgüvertenin altındaki ambardan ibaretti.

Nijni Novgorod’da Nikitin bir yol arkadaşı buldu.Bu, Moskova’dan yurduna dönmekte olan Şamahıelçisiydi. Elçi, Şamahı Şahı’na Moskova Prensi’ninhediye ettiği doksan horozu götürüyordu.

Volga’nın ağzında Tatarlar kervanı basıp gemileriyağma ettiler. Nikitin’in elinde Moskova’ya götürecekbir şeyi kalmadığı için Şamahı elçisinin gemisiyleDerbent’e, oradan da karayoluyla İran’a ve

Hindistan’a gitti.

Nikitin, Hindistan’da atların pahalı olduğunuişitmişti, elindeki son parayla bir at almıştı. FakatHindistan’da işi rast gitmemişti. Rusya’da geçermallar satın almayı tasarlamış, ama bulamamıştı.

Nikitin veriştirip duruyordu. “Hınzır kâfirler, benialdattılar, çeşitli mallarımız var demişlerdi, oysa bizelazım olan hiçbir şey yok... Biberle boya ucuz, amaneye yarar, gümrük vergisi ağır. Malları denizyoluylataşıyanlar gümrük ödemez, ama denizlerde haydutkaynıyor, gemileri yağma ediyorlar.”

Nikitin şehir şehir dolaşıyor, bir pazardan diğerinegidiyordu. Fakat boşuna. Bu yabancı memlekethoşuna gitmemişti. Orada her şey yurdundakindenbaşkaydı. Halk karaydı, çıplak geziyordu. Yemeklerkötüydü. Yemek yerken bıçak kullanmaz, kaşığıbilmezlerdi. Ve hep tek başına yemek yerlerdi.

Hintliler ülkesi kışın bile hamam gibi “sıcak veboğucu”ydu ama bu kolay değildi. Çünkü yabancılararasında yapayalnızdı.

Aradan dört yıl geçmişti. Nikitin hep gurbet

ellerdeydi. Nihayet sabrı tükenerek yurduna dönmeküzere yola çıktı. Yorulmak nedir bilmeyen yolcununönünde Hindistan’dan Trabzon’a, Trabzon’danKaradeniz yoluyla Kaffa adlı Ceneviz kalesine,oradan da Tver’e kadar yine binlerce kilometrelikuçsuz bucaksız bir yol uzanıyordu.

Ölüm, Nikitin’in doğup büyüdüğü altın kubbeliSpas şehrine kavuşmasına engel oldu. DahaSmolensk’e varamadan yolda öldü.

Herhalde Nikitin yurduna dönerken, hayatının boşagittiğini sanıyordu. Üç deniz aşmış, servet bulacağınısanmış, oysa eli boş dönmüştü.

Ne var ki, herkes kaderinden yakınabilirdi,Nikitin’den başka. Gerçi ne altın getirmişti, ne deyabancı mallar. Yükü, belki sırtındaki torbaya sığacakkadar hafifti. Fakat bu, altından bile değerli bir yüktü.

Sizin anlayacağınız, Nikitin öldükten sonra yanındabir defter bulundu. Defteri Moskova’ya prensegönderdiler.

Altın, elden ele geçer, nihayet bir sandığa atılırkalırdı. Oysa bu defter, kendisini ele geçirenlere

masaldan daha değerli, büyülü gerçekleranlatabilirdi. Nikitin, yabancı ülkelerde dikkatiniçeken, kendisini şaşırtan ne görmüşse hepsini budeftere yazmıştı: Denizaşırı ülkelerde yaşayanhayvanları, oradaki sarayları ve tapınakları, her şeyi.

“Sultanın sarayında, her birinde yüzer bekçi duranyedi kapı var... Harika bir saray. Baştan başa nakışlıve yaldızlı. Her taşı oymalı... Sultan, eğlencelereannesiyle ve eşiyle birlikte gider. On bin atlı, elli binyaya ve yaldızlı zırhlar giydirilmiş iki yüz fil onlara eşlikeder. Önlerinde yüz borazan, yüz rakkas, altınkoşumlu üç yüz at, arkalarından yüz maymun yürür...”

Rakkaslara, maymunlara, fillere her şeyeşaşırmıştı Nikitin.

“Fillerin hortumlarına ve dişlerine iki put ağırlığındakılıçlar bağlanmış, sırtlarına geçirilen zırhlarakulübeler oturtulmuş. Bunların içinde zırhlar giyinmişve yaylarla silahlı on ikişer kişi...”

“Maymunlara gelince, bunlar ormanda yaşar,padişahları bile vardır. Biri maymunları incitirse,padişahlarına şikâyet ederler, o da suçluyucezalandırmak için asker gönderir. Askerler şehre

cezalandırmak için asker gönderir. Askerler şehregirip suçluları döver, evlerini yıkarlar. Maymunlarpadişahının büyük ordusu olduğunu ve askerlerinkendi dillerinde konuştuklarını söylüyorlar.”

Fakat Nikitin’i en çok şaşırtan, putperestlerinkutsal şehirdeki tapınağı olmuştu:

“Tapınak pek büyük: Tver şehrinin yarısı kadar vetamamen taştan. Putun hayatı, mucizeleri, insanlarınonda gördükleri çeşitli suretler, taş kabartmalardacanlandırılmış... Kabartmaların birinde put insanbiçiminde, diğerinde fil hortumlu bir insan,başkasında maymun yüzlü insan, bir başkasında dakuyruğu bir arşın uzunluğunda yabani bir hayvanbiçiminde tasvir edilmiş. Tapınağa bütün Hintülkesinden ziyaretçiler gelip Put’u seyrederler.

Put taştan yontulmuş ve pek büyüktür, kuyruğuboyunu aşıyor. Sağ elini Konstantinopolis kayzeriJustinianus gibi ileriye uzatmış. Yüzü maymun yüzü.Put önünde, kara taştan kocaman bir öküz var; hertarafı yaldızlı. Ziyaretçiler öküzün tırnaklarını öpüyor,üstüne çiçek serpiyorlar. Put’a da çiçek serpiliyor.”

Nikitin, Hindistan’ı işte böyle anlatmıştı.

Böyle harika şeyleri Rusya’da değil, bütünAvrupa’da bile kimse işitmemişti. Çünkü o zamanlar,Vasco de Gama’nın Hindistan seferine çıkacağıgemi, daha kurulmaya bile başlamamıştı.

Emek ve Bilim

Dünya gittikçe genişliyordu. Artık çocukların bile,kara derili insanların yaşadığı ülkelerden haberivardı.

Deniz kıyısındaki Riga kenti sakinleri, yüzü kömürgibi kara bir insan resmini seyrediyordu. Bu resimbir ticaret şirketinin duvarına çizilmişti.

Denizden rüzgâr esince, şirket binasının sivridamındaki fırıldaklar dönmeye başlardı. Çocuklar,gemi, horoz ya da atlı bir şövalye şeklinde olup yelinhangi yönden estiğini gösteren bu meraklıoyuncaklara şaşarak bakarlardı. Ama en çokhoşlarına giden duvardaki kara insanlardı.

Deniz ötesi ülkelerden gelen ve duvardaki gibikara insanlardan satın alınan mallar Riga Limanı’ndagemilerden boşaltılırdı.

Ticaret şirketi, cepheden bir saraya, arkadansadaha çok bir depoya benzerdi. Damın çatısınayerleştirilmiş olan palangalar, sabahtan akşamakadar gıcırdar, mal dolu fıçıları, sandıkları kaldırırlardı.Bunlar ikinci kattaki pencereden içeriye alınıp depoedilirdi. Denizaşırı ülkelerin servetleri buradakorunurdu. Kuzeye gelen Hint mallarıyla, güneyegönderilecek Novgorod kürkleri, depoda dinlenirdi.

Hindistan’dan İtalya’ya, İtalya’dan kuzeydekiRanza şehirlerine, oradan da Novgorod’a kadaruzun bir ticaret yolu uzanıyordu.

Novgorod tüccarlarının taş konakları kürkdenkleriyle, çuha toplarıyla, karabiber fıçılarıyladoluydu. Kaleye benzerdi konaklar. Duvarları birarşın kalınlığındaydı. Burada hırsızlardan saklanacakşeyler vardı. Kubbemsi bodrum, mal deposuydu. İlkkat dükkân olarak kullanılırdı. Üst kattaki dayalı döşelizengin odalarda, ailesiyle birlikte ev sahibi yaşardı.

Müşteriler yüksekçe bir merdivenden çıkıpbaşlarını alçak kapının pervazına çarpmamak içineğilerek dükkâna girerdi. Dükkânlarda döşemelerdeğişik yükseklikteydi. Bir odadan diğerine

geçerken tökezlememek için dikkatli olmalıydı. Kalınduvarların içinden geçitler, merdivenler vardı. Küçükpencerelerden pek az ışık sızardı. Dükkânlar kürk,deri ve baharat kokardı.

Binlerce insan elinin yaptığı eşyalar, bir şehirdendiğerine, arabadan depoya, depodan da gezicitüccarın heybesine geçerdi.

Bu eşyalar ırmağının kaynağı neresiydi?Zanaatçının atölyesi, köylünün kulübesi.

Bu ırmak, yıl geçtikçe genişliyor, doluyordu. Köy,gittikçe daha çok hububat, keten, deri veriyor, şehirde daha çok çizme, bıçak, balta yapıyordu.

Bir yılda insanlığın hayatında pek az şey değişir.Fakat bir yıl değil, yüz yıl ya da bin yıllık bir evre alınıpbir ortaçağ şehriyle, eskiçağın Atina’sı ya daRoma’sıyla karşılaştırılırsa, insanın ne kadar ilerlediğihemen göze çarpardı. Eskiçağ ustaları, elle işleyentornalarıyla, dökümhaneleriyle, su değirmenleriyleövünürlerdi. XV. yy.’da yaşayan bir usta da suçarkını, ayakla işleyen çıkrığı, maden fırınınıgösterebilirdi.

Eskiçağ ustaları suyu işe koşmuşlardı. Irmağa,suyla dönen bir dolap koymuşlardı. Yeni zamanustalarıysa ırmağı, çalıştırdıkları atölyeyegetirmişlerdi. Bunun için tahta savaklar, oluklaryapmış, ırmağı bir setle kapamışlardı. Seviyesiyükselince su oluklardan bir çarka akıp onudöndürüyor, çark da atölyedeki bir mili çeviriyor,çeşitli işler görüyordu: Kâğıt yapmaya mahsuspaçavra hamuru bir kabı karıştırıyor; körük çekiyor,kocaman bir balyozu kaldırıyordu.

Böylece kâğıt “değirmen”leri, çuha “değirmen”leridoğmuştu. Bu “değirmen”ler öğütmezdi. Eski bir söz,eskiden de olduğu gibi yeni bir şeye ad olmuştu.İngiltere’de fabrikaya bugün bile değirmen derler.

Su çarkı eski bir problemin, yani demir cevherinieritip demir elde etme probleminin yeni bir tarzdaçözülmesine de yardım etti.

Eskiden demir küçük fırınlarda elde edilirdi. Bununiçin, maden cevheri ve kömür fırına doldurulup elkörükleriyle hava verilirdi. Böyle bir fırında ısıderecesi fazla olamadığı için, demir erimez, sadecepişer ve süngerimsi demir molozları elde edilirdi.

Doğrudan doğruya cevherden oksitleşme yoluylademir elde etmeye mahsus fırınlar az demir verirdi.Küçük fırınlardan yüksek fırınlara geçildikçe, elkörükleriyle verilen hava az geliyordu. Bir yolubulunup bol hava sağlandığı zaman fırındaki ısıderecesi artarak demir eriyip kömürle karışıyor,böylece de font yani dökme demir elde ediliyordu.

Su çarkının işe koşulup kocaman bir körüğüişletmesiyle bu mesele kökünden çözülmüştü, artıkyüksek fırınlara yeteri kadar hava sağlanabiliyordu.

Öteden beri birbirine düşman olan ateşle su, el elevererek birlikte çalışmaya başlamışlardı: Su ateşikörüklüyordu.

Ustalar, bildikleri macun kıvamındaki demir yerine,font aktığını ilk defa gördükleri zaman, madencevherini berbat ettiklerini sanmışlardı. Bunlar içinsıvı demir olağanüstü bir şeydi. Bir definebulmuşlardı, ama bunun farkında değillerdi. Font,gerçekten bir defineydi. Kalıba dökülüp hiçbirdemircinin çekiçle beceremeyeceği çeşitli şeyleryapılabilirdi.

Böylece su çarkı, küçük fırınların yüksek maden

Böylece su çarkı, küçük fırınların yüksek madenfırınları haline gelmelerine yardım etmişti.

İlk yüksek fırınlardan, XVI. - XVII. yy.’ın ilk demirfabrikalarına doğru bir yol gidiyordu.

Irmaktan, henüz oluklarla fabrikaya getirilen su,çarkları döndürüyor, kocaman demirci körüklerini,balyozları işletiyordu.

Öyle bir gürültü patırtı vardı ki bu ilk fabrikalarda,zanaatçının ufak atölyeleri bunun yanında hiçti.

Yüksek maden fırını icat edildikten sonra, demirmiktarı arttı. Pulluk, top, gemi çapası, balta, tekerlekispiti ve çember yapmak için demir gerekti.

Bir icat, peşinden başka bir icadı sürüklüyordu. Suçarkından sonra yüksek maden fırını ortaya çıktı.Yüksek fırının icadıyla demir bollaştı. Demirbollaşınca da demir çemberli, demir ispitli tekerlekyapımına geçildi. Demir çemberli tekerleklere taşyollar gerekiyordu. Bunun için yollar taşlakaplanmaya başladı.

Demirhanede su çarkı, güçlü on işçinin bilekaldıramayacağı balyozu kaldırıp indiriyordu. Bu işi

başarmasında ustaya, kol gücü değil akıl yardımetmişti. Hızlı adımlarla geleceğin makinelerine,fabrikalarına doğru gidiliyordu. Çünkü sudeğirmeninde makineye gerekli motor rolünüoynayan çark, transmisyon işi gören alet, yani herşey vardı.

Su dolabı, bin yıl dişli değirmen taşını çevirmişti.Derken su dolabına yeni bir iş bulundu. Artık budolap değirmende un öğütmekten başka,demirhanede, çuha imalâthanesinde, kâğıt“değirmen”lerinde, maden cevheri ufalamadakullanılıyor, maden ocaklarındaki suyu çekerekboşaltıyordu. Böylece, motor ödevini gören sudolabı, boynunda bir ağırlık gibi sarkan değirmentaşından kurtulmuştu. Nerede gerekirse orada işekoşuluyordu.

Bir gün gelecek, motor tekerleklere oturtuluplokomotif olacaktı. Geminin içine girip onuyüzdürecekti. Yeryüzünde yürüyüp toprağı sürecek,insanı havada taşıyacaktı.

İnsan emeği, bilimi yeni hamlelerle geliştirecek,bilim de insanın çalışmalarına yardım edecekti.

Matematikçilerle fizikçiler, mekanikçilerle el eleverip bir zamanlar Aristoteles’in tasarladığı otomatikmakineleri yapacaktı. Ve canlı motorlardan başka birşeyin bulunmadığı, her aletin insan eliyle ya da atlarlaharekete geçirildiği zamanları, ancak eski kelimelerhatırlatacaktı mühendislere.

Mühendislerle fizikçiler “insan gücü”, “beygir gücü”derken atı değil, lokomotifi, insanın gücünü değiltürbini işleten buharın gücünü düşüneceklerdi.

Ama hikâyemizde pek ilerlere gittik. Geriye, XV.yy.’a, teknik okul yüzü görmemiş mühendislere,mühendisliğin babadan oğula geçtiği zamanlaradönelim.

Bir torna tezgâhı tipi, yüzlerce yıl değişmezdi.Baba, mesleğini oğluna öğretir, o ilkel tornamakinesinde bir elle kalemi tutup diğeriyle yayı nasılçekmek gerektiğini gösterirdi. Oğlu da, bir ileri birgeri çekilen yay kirişinin, mili ya da tornada işlenenparçayı nasıl döndürdüğüne şaşarak bakar,babasının her hareketini özene özene tekrarlardı.Zaman geçip ustalaşınca da, zanaatını kendiçocuklarına öğretirdi.

Derken öyle zamanlar geldi ki, çocuklarbabalarının çalıştıkları gibi çalışmaz oldular. Yenikuşakların yeni problemleri çözmesi gerekmişti.

Eski tip torna tezgâhında, tulumba pistonları, vida,tekerlek poyraları yapmak güçtü. Oysa bunlaraihtiyaç gittikçe artıyordu. Bunun için ağır kalemlibüyük tornalar gerekti. Ağır bir kalem yalnız sağ elletutulamazdı. Tornacının sol eli de serbest kalmalıydı.Bu problem üzerinde kafa yormak gerekiyordu. Vekafa, kollara bu problemi çözmede yardım etti.

Tornada mili döndüren ipin bir ucu, ayaklaharekete geçirilen bir tahtaya, öbür ucu da tavandakiesnek bir değneğe bağlandı. Tahtaya basılınca ipmile sarılarak onu döndürüyor, tavandaki değnek debir zemberek gibi ipi gerisin geri çekiyordu.Tornacının iki eli de serbest kalmıştı. Artık kalemi ikielle tutabilirdi.

Ayakla işletilen tornayla birlikte ayakla işletilendokuma tezgâhı da doğmuş, iğin yerini ayaklaişletilen çıkrık almıştı.

Yeni alet, yeni tarzda çalışmayı gerektiriyordu.

Artık bir usta aynı zamanda hem iplikçi, hemdokumacı, hem de boyacı olamazdı. Tezgâh başındayalnız dokumayla uğraşan kişi daha çok işçıkarıyordu.

Biri yapağı yıkar, diğeri tarar, başkası iplik eğirir,bir başkası kumaş dokur, bir başkası da dokunankumaşı boyarsa, iş daha verimli oluyordu. İş verimiarttıkça, tüccarların depolarına daha çok malgiriyordu. Yollarda gittikçe daha çok kervan,denizlerde daha çok ticaret gemileri görülmeyebaşladı.

Tüccarlar ve lonca ustaları zenginleşiyordu.

Floransa’da zengin bir çuha atölyesi ustasının,artık tezgâh başında çalışması gerekmiyordu. Çünküatölyede onlarca ücretli işçi çalıştırıyordu. İşçilereFloransa’da “çompi” yani “baldırı çıplak” derlerdi.İşçiler çalışır, usta kazanırdı. Çünkü atölyedeki pahalıtezgâhlar onun malıydı. Çompilerinse, sabahtanakşama kadar işleyen ellerinden başka bir şeyleriyoktu.

Çompiler açtı. Ayaklanma teşebbüsündebulundular, ama bir sonuç vermedi. Zengin

bulundular, ama bir sonuç vermedi. Zengintüccarlarla ustalar, şehirde iktidarı sıkıca ellerindetutuyorlardı.

Floransa’da derebeylerin hâkimiyetine çoktan sonverilmişti. Burada hükümdar gibi yaşayan,hükümdarların kendileri değil, tüccarlarla bankerlerdi.Zengin bir tüccarın evi saraya benzerdi. İçinde fazlamobilya yoktu; birkaç sandalye, nefis oyma birmasa, değerli ağaçtan bir sandık, hepsi bu kadar.Fakat sessiz, hareketsiz kabul odalarında, insanasanat eserlerinden çıkıyor gibi gelen büyük birhareket ve gürültü vardı. Tavanlarla duvarlar insan,kanatlı hayvan, balık, kuyruklu insan, aşk tanrıçası,raks eden nymphe ve kaval çalan faunus resimleriyledoluydu...

Bütün renklerin fıkır fıkır kaynadığı duvarlarınfonunda, toprak altından çıkıp yerlerini bulan Romatanrılarıyla tanrıçalarının beyaz mermerden heykelleriduruyordu.

Bir Romalı, Torunlarına Misafir Oluyor

Barbarların tahrip ettiği heykeller toprak altında binyıl yatmıştı.

Bazen bir köylü toprağı sürerken pulluğun toprakaltından, şafakta canlıymış gibi görünen, mermerdenharikulade bir insan kolu çıkardığı oluyordu. Birişçinin kazması, sütun başlıklarındaki oymalaraçarpıyordu. Çiftçi, cehennemden çıkıyormuş gibitopraktan çıkan herhangi bir heykeli görüncekorkuyla haç çıkarır, işçi yeni bilenmiş kazmasınıkörleten mermere küfrederdi.

Geçmiş, derin karanlıklardan kendi kendineçıkıyordu da, insanların umurunda değildi.

İşte böylece, eskinin güzellikleri bir kez dahamezarlardan çıkıyordu.

Her heykel parçasındaki topraklar titizlikletemizleniyordu.

İtalyan bankerleri misafirlerine eski şaraptanbaşka, geçmiş çağların güzellikleriyle felsefesini deikram ederdi. Ziyafetlerde, Platon’un Şölen adlı eseriokunur, altın şarap kupalarının yanında, bir Romalıhatibin Toscana bağlarında yeni bulunan, beyazmermerden başı dururdu.

Bu Romalı, güzel şeylerin değerini anlamaya

başlayan torunlarına, taş dudaklarında hafif birgülümsemeyle bakardı.

Bu heykel görse ve işitseydi, villanın ardına kadaraçık kapılarından, servileri ve bahar açan meyveağaçlarını görür, ana dili Latince’yi işitir, Horatius,Ovidius, Vergilius gibi bildik adlar çarpardı kulağına.Burada, hem İsa adına, hem Olympos tanrıları adınaant içilmesi ona tuhaf gelirdi. Romalı, Platon’unŞölen’ini bile okuduklarını işitseydi, belki detorunlarının bilgisine şaşardı.

Geçmiş geri dönmüş sayılabilir, ama hiçbir zamandönmemiştir.

Masa başında Yunanca ve Latince konuşmalara,barbarlara özgü kaba şakalar karışırdı. Lezizyemeklerden sonra acayip bir yemek gelirdi sofraya.Ev sahibi bunu, misafirlerine özel bir ısrarla ikramederdi. Misafirler de hem yer, hem aşçının marifenive ev sahibinin ince zevkini överlerdi. Ve ev sahibibirden kendini tutamayıp kahkahayı basar:

– Yahu, bu yediğiniz karga kızartmasıydı, derdi.

Misafirler hayal kırıklığına uğrar, ne yapacaklarını

şaşırırlardı. Ev sahibiyle birlikte gülmeli mi, yoksaona gücenmeli miydi? Bazıları tiksintiyle yüzleriniburuşturarak: “Hay lanet olsun sana!” diyehomurdanırlardı. Ev sahibinin istediği de buyduzaten.

Romalı senato üyeleriyle valiler, şölenlerinde böylekaba şakalar yapmazlardı. Romalıların şölenlerinde,bir öğünde kimseye otuz piliç, kırk yumurtayedirtilmezdi.

Eskiçağ Romalısı, barbarların hayranlıklaanlattıkları başka bir muzipliği de hoş karşılamazdı.

Tam o günlerde bir villa sahibi, misafirlerindenbirini içirip zil zurna sarhoş etmişti. Zavallıyı, o haliylemezarlığa götürüp bırakmış, yakınlarına da öldüğünüsöylemişlerdi. Adamcağız ayılıp kendisini mezarlararasında bulduğunda o ne alaydı öyle... Fakat ölüsanılan bu adam, eve dönüp kapıyı çalınca nasılkorkmuştu evdekiler.

Kim ne derse desin, bunlar Aristoteles’le Platon’uokumuş olsalar da, hâlâ barbar oğlu barbardılar.

Bu villa sahibi kimin nesiydi?

Ne bir beyin oğluydu, ne de Romalı bir soylu.Tüccardı. Büyük çiftlikleri yoktu, ama altını çoktu.Kendisine otorite sağlayan, itibar kazandıran dabuydu zaten. Krallar onunla konuşurken şapkalarınıçıkarır, tüccar başı açık durdukça giymezlerdi. Ona“zat-ı haşmetlileri” diye hitap etmezlerdi, amasaygıda bundan geri kalmayan bir hitap şeklibulmuşlardı: “Zat-ı şahaneleri”.

Görünüşte, bu şahane Medici alçakgönüllüydü.Sabahları bahçede çalışır ve bahçıvanıyla teklifsizcekonuşurdu. Sokakta herhangi bir zanaatçı ustaylakarşılaştığında, eliyle dostça omzuna vururdu.Hükümetin işlerine asla karışmıyor gibiydi. Fakatpara onun için her şeyi yapıyordu. Armasındahükümdarlık tacı yoksa da, kendisine hükümdarmışgibi davranılırdı.

Düşmanlarını zindana attırmaz, başlarınıkestirmezdi. Onları sezdirmeden ve nezaketle yokederdi. Nasıl mı? Verdiği ödünç paraya karşılıkyüksek faiz alarak batırmak, paraya çok muhtaçoldukları dar zamanlarında borç vermemekle.Şehirde ondan daha zengin kimse yoktu. Çünkü

bütün şehir halkının keseleri onun elindeydi.

Fakat Medici’nin hakkını Medici’ye vermekgerekir: Tablo satın almak, heykel yaptırmak, kitapyazdırmak için para esirgemezdi.

Medici’nin kitaplığında 46 hattat, eskiçağ bilimadamlarının yeni bulunan kitaplarını kopya ederdi.Eski devirlerden kalma en iyi heykel koleksiyonuondaydı. Bilim adamları, kendisine çeşitli ricalarlabaşvurur, onursuzluğun ve alçalmanın yarıştığımektuplar yazar, ressamlar, boya satın almak için elliflorin isterlerdi.

Medici, kimsenin ricasını reddetmezdi. Ama kimene verdiğini son florine kadar kaydederdi.Şövalyelere özgü çılgınca eli açıklık, onun tüccarzihniyetine uygun değildi.

Florinler, bilim ve sanat tarlasını bir altın yağmurugibi suluyordu ve ürün masraflara değerdi.

Floransa Cumhuriyeti’nde tantana ve debdebedebu alçakgönüllü vatandaşın sarayından üstün bir kralsarayı yoktu.

Toscana’da toprak köleliği çoktan kaldırılmış, eskisoylular yavaş yavaş bütün imtiyazlarınıkaybetmişlerdi.

Pazar meydanıyla derebeyi şatosu arasındakisavaşta, Miletos ya da Atina’da olduğu gibi, buradada pazar üstün gelmişti.

Floransa’da insanın soylu, eski bir aileden olupolmaması önemli değildi; önemli olan kesesiydi.

Burada güya egemenlik ulusundu, ama yalnızgörünüşte.

Zengin tüccarlarla bankerler, baş başa kalıncasoyluları alt edip şehirde egemenliği ele geçirmedekendilerine yardım eden esnafa, baldırı çıplakdiyorlardı...

Bir Dinsizin Hikâyesi

Lorenzo Medici adındaki Floransalı bankerinverdiği şölende hazır bulunsaydık, bütün dikkatleriüzerine çeken yakışıklı bir gence rastlardık. Bu,Giovanni Pico della Mirandola’ydı. Giovanni,Petrarca’nın Laura’ya adadığı şiirleri ezbere bilir,

kendisi de soneler yazardı. Şölen ve karnavalları daseverdi.

Geceleyin Floransa sokaklarından flüt sesleriyle,sırmalı elbiseleri, atların kadife çullarını ve mızraklarınaltın uçlarını aydınlatan meşalelerle karnaval alayıgeçtiği zaman, Giovanni Pico della Mirandola hepileride, ön sıralarda olurdu. Fakat Giovanni çapkın birzüppe değildi. Onda şen bir karakterle derin bilgibirleşmişti. Kitaplığı Yunan filozoflarının ve Musevikabalistlerinin kitaplarıyla doluydu. Giovanni’ninataları, şövalye yarışmalarında hep üstün gelirdi,kendisi de bilim tartışmalarında rakiplerini yeniyordu.

Düşmanları Giovanni hakkında, “Bu kadar gençyaşta böyle derin bir bilgi, ancak şeytanla uyuşmakyoluyla elde edilebilir” diyorlardı.

Hayranları, 1463 yılında, Giovanni doğduğuzaman, şehrin üzerinde bir parlama olduğunu vebunun yeni doğana parlak bir gelecek müjdelediğinisöylüyorlardı. Ama ışığın parlamasıyla sönmesi birolmuştu. Bu da, Giovanni’nin hayatının, bir yıldız gibiparlayıp söneceğine işaret sayılmıştı.

Pico della Mirandola tuhaf bir insandı. Bazen,

Pico della Mirandola tuhaf bir insandı. Bazen,gecelerini eğlencelerde ya da putperest filozoflarıokumakla geçirir, bazen de Meryem Ana’nın heykeliönünde diz çökerek sabahlara kadar dua ederdi.

Son yıllarda hayli değiştiğini söylüyorlardı. Yaşıdaha otuza varmadığı halde çile dolduruyor, yaşlı birmünzevi gibi nefsini köreltiyordu. Ruhunda iki kişiçarpışıyordu: Sofu bir rahiple, din kurallarındanayrılan dinsiz bir bilgin. Bu ikisi birden aynı canasığmıyordu. Sofu, tıpkı ataları gibi düşünmeden, körükörüne inanmak istiyordu. Bilginse her şeyden şüpheediyor, her şeye körü körüne inanılamayacağınısöylüyordu.

Pico della Mirandola, hep şunu düşünürdü: İnsannedir? Kaderin çizdiği yoldan, ıstıraplar içindeyürüyen bir yolcu mu, yoksa kaderinin efendisi mi?Topraktan yaratılmış ve yine toprak olacak zavallı birkul mu, yoksa kendi kendisinin yaratıcısı veyoğurucusu mu?

Giovanni, insan elinin taştan, boya ve tuvaldenyarattığı büyük sanat eserleri karşısında sonsuz birsevinç duyardı. Dünyayı değiştiren aklın gücüyleövünürdü. Ama hayatının bu en iyi dakikaları bile

zehirleniyordu. Istırap çeken insanlık, binlerce özgüngözle her yandan ona bakıyordu. Bu gözler onu,vakur ve mutlu olduğu için azarlar gibiydi.

Sokakta dilenciler, yaradan bereden çirkinleşmişellerini uzatıp onu durdurur, ezile büzüle yalvararaksadaka isterlerdi. Ne de çok dilenci ve aç vardı bumuhteşem Floransa’da.

Kesesindeki altınları dilencilerin titreyen kuruavuçlarına kaşla göz arasında boşaltıverirdi. Fakatmutsuzluk denen dipsiz uçurumun, bir avuç altınladoldurulduğu nerede görülmüştü?

Bir gün Giovanni koşarak eve dönmüştü. Dostlarısaydığı kitaplarının kendisini bekledikleriniunutmuştu. Ve odasının kapısını kilitleyip çarmıhagerilmiş İsa’nın önünde, soğuk taş döşemeye dizçöktü.

Bu kez fakir olan kendisiydi, ama ruh bakımından;sadaka için el uzatıyordu. Ama dua ve göz yaşlarıkalbindeki acıyı hafifletmiyordu. O her zamankiduaları fısıldarken, aklı öfkeyle kendisine ağırbaşlıolmayı, insanı küçük düşüren yakarışlarınanlamsızlığını hatırlatıyordu.

anlamsızlığını hatırlatıyordu.

Giovanni duayı bitirmeden doğruldu. Eskidostlarında, eskiçağ filozoflarında destek bulmaküzere, arkasına bakmadan odadan çıkıp kitaplığınagitti. Bu filozoflar, tükenmez servetlerini kendisiylepaylaşmaya hazır, onu bekliyorlardı.

Giovanni kitaplara daldı. Ruhunda akla, insana veonun geleceğine inanç yeniden kuvvetleniyordu.Masasının başına geçip yazmaya başladı.

Pico della Mirandola, İnsan Haysiyeti ÜzerineSöylem adlı eserini yazıyordu. İşte yazdıkları:

“Tanrı, insanı evrenin yasalarını öğrensin, onungüzelliklerini sevsin, ihtişamı karşısında şaşıp kalsındiye oluşumunun son gününde yarattı.

Tanrı, insanı belli bir yere bağlamadı, ona belli biriş vermedi, hiçbir zorunluluk karşısında bırakmadı.Ona hareket yeteneği ve özgür bir irade bağışladı.

Yaratan, Adem’e şöyle dedi:

– Çevrene kolayca bakabilmen ve dünyada herşeyi görebilmen için seni dünyanın ortasına koydum.Sen ne ölümsüzsün, ne de ölümlü. Ne yer yaratığısın,

ne de gök yaratığı. İstediğin şekil ve varlığagirebilmen, kendi kendini yoğurman için seni böyleyarattım. Hayvan haline düşüp soysuzlaşabileceğingibi, bir tanrı derecesine de yükselebilirsin.Hayvanlar, nasıl olmaları gerekirse öyle doğarlar.Melekler, daha başlangıçta ilelebet olacaklarıgibidirler. Bir sen, özgür iradenle gelişiyor,büyüyorsun... Sen kendi kaderini kendinyoğuracaksın.”

Giovanni, kalemi bırakıp yazdıklarını bir dahaokudu. Bunlar, bir tartışmada yapacağı büyükkonuşmanın son sözleriydi. Bütün dünyadan bilimadamlarını bir tartışmaya çağırıp yobazlara, insanıalçaltanlara meydan okumak istiyordu.

Tanrı’nın adını ağızlarından düşürmeyen yobazlar,insanın Tanrı karşısında bir hiç olduğunu, bizzatTanrı’nın insanı kul olarak yarattığını söylüyorlardı.Öyleyse varsın biraz yaratan, en iyi eserini kendisisavunsundu.

Karşıtları, Giovanni’ye itirazlarında ne demişlerdi?Onun delillerine karşı koyacak deliller bulabilmişlermiydi?

Ne itiraf etmiş, ne de delil göstermişlerdi.Kendisiyle yüzyüze gelmekten korkmuş, çeşitlidolaplar çevirerek, Papa’ya tartışmayıyasaklatmışlardı.

Pico della Mirandola, düşmanlarından yılmamıştı.En tehlikeli düşman kalbindekiydi ve durmadankendisini acı acı kınıyordu. Ruhunda, köhneinanışlarla yeni fikirler arasındaki tartışma gecegündüz dinmiyor ve halk arasındayken de, herkesuyurken de sürüp gidiyordu. Eski inanışlar üstüngeliyordu. Her şey onlardan yanaydı. MeryemAna’nın, küçük yaştan beri sevdiği kederli yüzü,Giovanni’ye sitemle bakıyordu. Çanlar, onu atalarınındinine dönmeye çağırıyordu bakır dilleriyle.Giovanni’nin kilisede bir duvardan diğerine kayanbakışları, günahkâr insan resimlerine ve ceza gününütasvir eden sahnelere ilişiyordu. Öfkeli bir papaz,verdiği vaazla diz çökmüş insanların kalplerinidağlıyor gibiydi.

Eski fikirlere karşı ne teklif edilebilirdi?

Kendi yolunda yürüyen yeni insanın cesareti mi?

Ama onun ruhunda, yeniyle eski daha birbirindentümüyle ayrılmamıştı.

Takati tükeniyor, kalbindeki sıkıntıyla başa çıkmakgünden güne zorlaşıyordu.

Falı gerçekleşiyordu. Ölüm, kapısına dikilmişbekliyordu. Oysa Giovanni ancak otuz iki yaşındaydı.Ve ölümünden birkaç gün önce, o çılgıncasavunduğu davadan vazgeçti.

Dominikan keşişleri bayram ediyorlardı. Sürüdenayrılıp yolunu şaşırmış bir canı, Katolik Kilisesi’nekazanabilmişlerdi. Bir dinsiz gibi yaşayan Pico dellaMirandola, bir Dominikan keşişi olarak öldü. Kaderona kötü bir oyun oynamıştı: Dinsiz ölümünden önce,dinsizleri diri diri yakan bir tarikata girmişti.

Leonardo da Vinci

Eskiçağ Yunanistanı’nda, küçük eski dünyanıninsanlarıyla onun sırlarını genişletmek isteyenlerinsavaştıkları zamanların üstünden yirmi yüzyılgeçmişti. Fakat eskiyle yeni arasında hiçbir zamandinmeyen savaş, daha büyük bir şiddetlealevlenmişti.

O zaman Yunanistan’da ilkel toplum düzeniyıkılmıştı. Bu defa derebeylik düzeni çöküyordu.

İnsanlar ataları gibi değil, başka türlü düşünmeyiöğreniyorlardı. Dünya değişiyor, başkalaşıyordu.Artık eski gerçekler, gözün gördükleriyle uzlaşmıyor,ama savaşsız çekilip gitmek de istemiyorlardı.

Tarihin bir tekrar olduğu sanılabilir, oysa hiçbirzaman tekrar etmemiştir.

Bir zamanlar Yunan filozofları, eski tanrıları inkâredip dünyaya yeni gözle bakmayı denemiş, onubaşka türlü açıklamaya çabalamışlardı.

Ve işte akıl, yine kendisini savunmaya başlıyor.

Bilim adamlarıyla filozoflar, evrenin krokisiniokulda öğrendikleri gibi değil, yeni baştançiziyorlardı. Bu başka bir krokiydi.

Bir zamanlar Anaksagoras’ı tehdit eden ölüm,şimdi yeniyi savunanları yine tehdit ediyordu.

Savaş, yalnız bilim tartışmalarında ve engizisyonmahkemelerinde değil, iki şıktan birini seçmekzorunda kalan bütün kalplerde oluyordu. Bazen

insanın kendi kendisiyle savaşın ağırlığınadayanamayıp yıprandığı oluyordu. Pico dellaMirandola’yı yıpratan da bu savaş olmuştu.

Öte yandan aynı Floransa’da Mirandola’yla aynızamanda yaşayan güçlü bir adam vardı ki, kendikendisiyle savaşmak için kuvvet harcamıyordu,ruhunda tereddüt ve ikilik yoktu.

Pico della Mirandola, iki çağı birbirinden ayıransınırda kararsızlık içinde duraklayıp kalmıştı.Leanordo da Vinci’ yse bu sınırı aştı.

Leonardo da Vinci’yi düşünürken, eskiçağ Yunandüşünürleriyle sanatçılarını hatırlarız. İlkin, Leonardogibi hem ressam, hem heykeltıraş, hem mimar, hemde müzisyen olan Atinalı Büyük Phidias gelir akla.Sonra Miletoslu Thales’i hatırlarız. O da, Leonardoda Vinci gibi bilim adamı, mühendis, filozof vemucitti.

İki çağ arasındaki evrede yaşayan insanlar,dünyanın genişliğini iyice duyuyorlardı. Ruhları dadünya gibi geniş olup her şeyi içine almıştı.

Thales yıldızları incelemiş, köprüler kurmuş,

fırtınaları önceden haber vermişti. Su saatini icateden, güneşin tutulmasını ilk hesaplayan da oydu.

Thales, karanlık mağaralardan gökyüzünün ışıklıderinliklerine, gelecek zamanlardan başlangıçlarınbaşlangıcına kadar bütün evreni kucaklamayaçabalamıştı.

Fakat Floransalı Leonardo’nun dehası dahagenişti. Onda bilim adamının aklıyla sanatçınınustalığı, mühendis ve icatçının cesaretiylebirleşiyordu. Mona Lisa (La Jokond) ve Son AkşamYemeği adlı tabloları yapan Leonardo’nun soyu,Floransa lonca başlarından geliyordu. Çıraklık yıllarıbir heykeltıraşın ve kuyumcunun atölyesindegeçmişti... Leonardo da Vinci’nin defterlerindeteknik çizimlerle resim eskizleri yan yanadır.

İşte bir dilberin düşünceye dalmış yüzü.Dudaklarında esrarengiz bir gülümseme. Yanında daaynı elin, aynı kâğıda çizdiği bir torna krokisi. Krankmili, manivela, volan kabataslak çizilmiş. Atölyelerdeböyle aralıksız dönen torna tezgâhları o zaman dahayoktu.

Torna tezgâhı, “karanlık oda” gözün yapısı,

Torna tezgâhı, “karanlık oda” gözün yapısı,devridaim makinesi, kalelerin kuşatılması, lambaşişesi, mumun yanması ya da gökteki yıldızlarınsarayı, ya da başka herhangi bir şey söz konusuolduğunda, Leonardo da Vinci’yi anmadangeçemeyiz.

Her meslekten insanlar, Leonardo’yu kendimeslektaşı sayarlardı. Ressamlar, onun ressamolduğunu söyler; mühendisler onun şahsında büyükbir meslektaşlarını görür; müzisyenler, onun müzisyenoluşuyla övünür; şairler de şair olduğunuhatırlatırlardı.

Yol, dağlar arasında binlerce yıl dönüp dolaştıktansonra yeni bir tepeye çıkmıştı.

Thales, çok uzakları görmüştü. Leonardo’nungözleri önünde açılan ufuklar daha da genişti.

Thales, dünyayı okyanusun ortasında yuvarlak birada gibi düşünürdü. Bu adanın uzak kenarbölgelerinde bilinmeyen halklar, Hintliler, cüceleryaşardı. Amerika şöyle dursun, Britanya Adaları bilebilinmiyordu. Avrupa’nın, ancak Alp Dağları’na kadarolan kısmı görülüyordu, ufukta ancak sezilebilen ve

karşı yakası hâlâ sisler içinde olan Hazar Denizi,okyanusun bir körfezi sayılıyordu.

Zamanının yüksekliğinden, daha uzakları görenLeonardo da Vinci, artık Hindistan’la Çin’i iyice ayırtediyor, Kolomb’un okyanusta ilerleyen gemileriniizliyordu. Amerika kıtasının kıyıları sisten sıyrılmayabaşlamıştı. Amerika’nın ötesinde, eskiçağinsanlarının bilmedikleri başka bir okyanus, gözalabildiğine uzanıyordu.

Dünyanın tepsi gibi yuvarlak olmayıp kürebiçiminde olduğu artık gün gibi aydındı.Leonardo’nun çağdaşları, evrenin merkezinde bukürenin hareketsiz durduğunu sanıyorlardı. Çağınınilerisinde yürüyen ve çağdaşlarından dahayükseklere çıkmış olan Leonardo’ysa, dünyamızınöbür yıldızlar arasında bir yıldız olduğunu görüyordu.

Thales, tarihin o erken devirlerinde bir sisperdesiyle örtülü maddeleri, ancak ana çizgileriylegörebilmiş, gözün âciz olduğu yerde de hayaliişlemiş, tahminlerde bulunmuştu.

Leonardo’nunsa tahmine ihtiyacı yoktu ve bunainanmıyordu. Leonardo, “Gerçek öğretmen, yani

inanmıyordu. Leonardo, “Gerçek öğretmen, yanidoğru bilginin babası olan tecrübe konuşurken,tahminler susmalıdır” der ve yanılanın tecrübe değil,yargılarımız olduğunu belirttikten sonra şöyle devameder: “Beş duyudan biri aracılığıyla elde edilmeyenbilim, anlamsız ve yanlıştır.”

Eskiçağ düşünürleri, doğanın sesine kulakvermesine verirlerdi, ama doğaya pek az soru sorupcevap ister, tahminlerini tecrübeyle pek seyrekyoklarlardı.

Aristoteles, gözsüz bırakılan bir kuş yavrusunungözlerinin yine büyüyeceğine inanırdı da, bu tahminitecrübeyle yoklamak gelmezdi aklına. FakatAristoteles yine de gözetlemeyi bilirdi. Oysa dünyayabakmadan dünya üzerine kafa yoran filozoflar davardı.

Leonardo bunlardan değildi. O her şeyi bilmekisteyen bir sanatçının gözüyle bakıyordu çevresine.Gözleri aklını yokluyor, elleri gözlerini denetliyordu.

Leonardo, tecrübenin önemini anlamış olaneskiçağ bilim adamlarının eserlerini dikkatle okur,tapınakların kapılarını kendi kendine açan bir otomat

ve buharla işleyen bir tekerlek icat etmiş olan Heronadındaki İskenderiyeli mekanikçinin eserlerini bilirdi.

Heron’un başladığı çalışmalar yüzyıllar boyuncayüzüstü kalmıştı. İşte yine akıllı eller, canlıymış gibigörünen akıllı şeyler yapıyordu.

İçine sıcak hava doldurulmuş bir yapma kuş,odanın tavanına doğru uçuyordu. Kuş bir oyuncağabenziyordu, ama balona doğru giden yol bu kuştangeçiyordu.

Leonardo, uçmaya yarayan başka bir cihaz dahayapmayı denemiş, bunun hesaplarını yapıp krokileriniçizmişti. Bu pervaneli bir makineydi. Pervanedöndürülünce makine havalanırdı.

Leonardo, pencerenin önünde durup saatlercegüvercinlerin uçuşunu seyrederdi. İşte bir güvercinince ayakları üzerinde yaylana yaylana kornişinkenarına kondu, sonra birkaç kanat çırpışıylahavalandı. Uçmayı yürümekten daha iyi becerdiğibelliydi. Kanatları birer kürekmiş gibi havayı onlarlageriye atarak, damların üzerinde uçuyor, kendisinihava akımına bırakarak süzülüyor, kımıldamayan açıkkanatlarla dinleniyor.

kanatlarla dinleniyor.

Güvercin alanın, evlerin, kulelerin, köprülerinüzerinde iki daire çizip ağırlığının etkisiyle yere doğrusüzülüyor, yere yaklaşınca da kanatlarını açarak uçuşhızını yavaşlatıyor ve inişi kolaylaştıran birkaç kanatçırpışıyla yere konuyor.

Bu ahmak kuşun bilmediği uçuş usulü yoktu. Öteyandan akıllı sayılan insanınsa ayağı daha yerdenkesilmemişti.

Leonardo, pencereyle kaldırım arasındakiyüksekliği göz kararıyla ölçtü. Buradan düşen birkimse taşlara çarpıp sakatlanırdı. Acaba düşeninhavada tutunmasını ya da hiç olmazsa düşüşünüyavaşlatmasını sağlamak mümkün değil miydi? Busoru üzerinde hayli kafa yorup modeller yaptıktansonra defterinde “insanın her yükseklikten yereinmesine yardım edebilen bir usul” hakkında bir yazıbelirdi. Paraşüt fikri işte böyle doğmuştu. Bu, ilkhavacıların paraşüt kullanmaya başlamalarından üçyüz yıl önceydi. Leonardo, insanlığın çokilerisindeydi.

Leonardo’nun on iki not defteri, Milano kitaplığında

unutulup tozla kaplı el yazmaları ve kitaplar arasındaüç yüz yıl kadar yatmıştı. Leonardo 1519’da ölmüş,not defteriyse ancak XVIII. yy.’ın sonlarındabulunmuştu...

Kalemin çizdiği sayısız çizgilerde bir insanınçehresi canlanıyordu. Bir birleşip bir ayrılan, kimi biryana sapıp sonra yine ileriye doğru yönelen birçokyoldan bir yol beliriyordu: İnsanın yolu. Yüzyıllarınkaranlıklarından canlı bir dev çıkıyordu. Bu devi düştedeğil, gerçekte görmüş müyüzdür?

Leonardo da Vinci’nin atölyesinde, büyük ustaçizgi, boya ve gölgeler kaosuyla, bir fırtına gibi kopanimge, tasarı ve hayallerle tek başına savaştığıdakikalarda bu devi görebilirdik. Çevresindekaynaşan çizgiler, boyalar, imge ve tasarımlar,sanatçıdan kendilerini dört başı mamur bir düzenesokup elle tutulur gözle görülür en iyi biçimedökmesini istiyorlardı. Bunu başarabilmek için,sanatçı önce kendisine hâkim olmalı, heyecanını,coşkunluğunu yaratıcı iradesine tabi kılmalıydı.

Sanatçının eli, kendinden emin olmalı,titrememeliydi. Aklında tasarladığı şey apaçık

belirmiş olmalıydı.

Ve işte sözü geçen sanatçı, kendisine ve tümgüçlerine egemen olabilmişti.

Sakin bir yüzü vardı. Beyaz sakalın ve bıyıklarınçevrelediği sımsıkı kapalı dudaklar, akıllı bir iradeninifadesiydi. Kır kaşları çatıktı. Fakat bu çatıklıkta biröfke değil, dikkat vardı.

Açık alnın siperlediği ve ileriye bakan gözleri birerpencereydi. Sınırlarını genişleten ruh, bu ışıklıpencereden dünyanın sonsuzluğunu seyrederdi.

7 Dante’nin Bildiği

Leonardo, hava okyanusunu fethetmeyidüşünürken, çağının insanları, dünya okyanuslarınınfethiyle uğraşıyorlardı.

İnsan, yeryüzünde kendisini şaşırtan birçok yenişey görmüş, soğuk kuzey denizinden Madagaskar’aCebelitarık’tan Sumatra’ya kadar birçok ülkeyidolaşmıştı, ama önünde okyanus alabildiğineuzanıyordu.

Okyanus, eski zamanlardan beri insana dünyanınsonu, yeryüzünü çepeçevre saran bir su duvarı gibigeliyordu.

Arap denizcileri, bir zamanlar Herakles adında birdevin yaşadığını, okyanusa açılan kapıların önüne birdirek dikip üzerine “Ötelere Açılmak Yasak” sözleriniyazdığını anlatırlardı. Bu, Fenikeli denizcilerdenYunanlılara, onlardan da Araplara geçmiş eski birefsaneydi.

Okyanusun kıyısında bir direğin değil, bizzatHerakles’in taştan yontulmuş bir heykelininbulunduğunu söyleyenler de vardı. Güya Herakles,Akdeniz’e doğru uzattığı sağ eliyle, oralara kadargelmeye cesaret edenlere: “Dur yerinde, bir adımbile atma” der gibiymiş. Devin öbür elinde,okyanusun kapılarını kilitleyen büyük bir anahtarvarmış.

Eskiden haritaları hep böyle çizerlerdi, yaniüzerlerinde muhakkak Cebelitarık’ta durup elindeanahtar tutan bir dev bulunurdu.

Böylece taş dev, canlı devin yolunu kapıyordu.

İnsan daha kendi gücünü bilmiyor, kendisinegüvenmiyordu.

İtalyan şairi Dante’nin XVI. yy.’ın başlarında yazdığıbir şaheser vardır: İlahi Komedya. Dante bu eserindedünyayı şöyle tasvir eder:

Yeryüzündeki küçük dağların üzerinde, gökkubbelerinde ermişlerle meleklerin yaşadığı cennetedoğru kocaman bir dağ yükseliyor. Dünyanın öbüryarısında, yerin merkezine doğru, cennetin bulunduğudağ kadar kocaman karanlık bir uçurum uzanıyor. Buuçurumu cehennemin katları kuşatıyor. Cehennemdeazap çeken ve kaderlerine lanet eden günahkârruhlar, rahat yüzü görmüyorlar. Kasırga, bunlardanbazılarını, dallarından kopmuş yapraklar gibi önünekatmış sürüklüyor. Bazıları da, cehennem ateşindeebediyen yanmaya mahkûm. Dünyanın tamerkezindeki buzlar arasında, alçakların en alçağıolan hainler acı içinde kıvranıyorlar. Cehenneminkatları derinleştikçe, ceza ağırlaşıyor.

Dante, Odysseus’u cehennemin üst katınakoymuştu.

Kurnaz Odysseus, daha ötelere kimse geçmesin

Kurnaz Odysseus, daha ötelere kimse geçmesindiye Herakles’in bir direk çaktığı dar boğaza kadargidip okyanusun eşiğini aşmak cesaretini gösterdiğiiçin ıstırap çekiyordu.

Dante, insan ruhunu iyi biliyordu.

Fakat Dante, çağının çocuğuydu. Defne dallarıylasüslü ve karlı başını, bilinemeyenin önünde eğiyordu.İnsanın imkânlarının bir sınırı olduğuna, Herakles’inkilit vurduğu kapıların insan oğluna hiçbir zamanaçılmayacağına inanıyordu. Nasıl inanmasındı.Denizciler, okyanusa Karanlık Deniz diyordu. Oradasuyun buğulanıp koyu bir sis halinde güneşi örttüğünüanlatıyorlardı. Su üzerinde buğu bulutları yüzüyordu.Fırtına, bulutları hortumlaştırıp dalgaların üzerindekovalıyordu. Okyanus suyu o kadar yapışkandı ki,gemiler katrandaymış gibi saplanıp kalır, yerindesayarlardı.

Dante’nin zamanında dünyayı işte böyle sanırlardı.

Gerçekte, devin aşıp geçemeyeceği bir duvar varmıydı?

Bir zamanlar gemiciler bir denizden diğerinegeçmeye korkarlardı. Kızıl Deniz’i Umman Denizi’ne

bağlayan boğaza Araplar “Ölüm Kapıları” anlamınagelen “Bab-ül Mendep” adını vermişlerdi.

Fakat Araplar arasında da, bu kapılardan geçecekcesur insanlar bulunurdu. Sonraları, daha az cesurolanlar da bunların izinden yürüdü. Ve zamanıgelince, Atlantik Okyanusu’nun eşiğini geçmektenkorkmayacak kadar cesur insanlar da çıktı.

Onları okyanusa çeken neydi?

Hindistan’a doğru yeni bir yol bulmak isteği.

Fakat öteden beri bilinen daha kısa yollar vardı:Biri karadan, Bağdat yoluyla Basra Körfezi’ne gider,daha elverişli olan ikincisi de, denizyoluylaİskenderiye ve Kızıl Deniz’den geçerdi. Bu yol çokişlekti. O kadar ki, gemiler iz bıraksalar, denizdebinlerce köpüklü çığır uzanırdı.

Ama artık bu yoldan gidilmiyordu, çünkü yolkapanmıştı.

Yeryüzü Müslümanların, Denizler Kâfirlerin

Yüzyıllar boyunca bir yandan Batı’ya, öbür yandanda Doğu’ya uzanmış olan İskenderiye’nin rıhtımlarını

neden ot bürümüş, boş kalan depolarda nedenkuşlar yuva yapmıştı?

İskelelerde bırakılmış palamarlar çürüyor, artıkgemilerin uğramadığı limana dalgalar çarpıyordu.

Denizde tek tük yelkenli görülebilirdi. Oysa uzakolmayan bir geçmişte, Akdeniz’de hemen hemenbütün devletlerin bandıralarını taşıyan gemilererastlanırdı.

Gemileri batıran, İskenderiye rıhtımlarındakigürültülü kalabalığı dağıtan hangi fırtınalardı?

Bunu yapan deniz fırtınaları değil, tarihinfırtınalarıydı...

Tarih kitaplarında 1453 yılı olaylarını anlatansayfaları açalım. Büyük felaketler ve savaşlar yılıydı oyıl.

Asya’dan yine istila orduları ilerliyordu.

Konstantinopolis’in sokaklarında Türk atlıları ciritatıyor, Fatih Sultan Mehmet, Bizans’a karşı kazandığızaferi kutluyordu.

Batı’ya giden yollar, kucaklarında çocukları,sırtlarında öteberileriyle Bizans’tan kaçan insanlarladolup taşıyordu.

Yuvaları bozulan karıncaların yumurtacıklarınıkurtardıkları gibi, bilim adamları da en değerlisaydıkları şeyleri, yani kitapları alelacele kurtarmayaçabalıyorlardı. Yunan filozoflarının eserleri, komşuİtalya’da sığınak bulmak üzere yollara düşmüştü.

Türklerse, Karadeniz kıyılarınca kuzeye, Suriye veMısır üzerinden de güneye doğru durmadanilerliyorlardı.

Kırım’daki Kaffa adlı Ceneviz kalesi teslimolmuştu. Ne hendekler ne de yüksek duvarlarkurtarmıştı şehri. Tüm Kaffa halkı esir pazarlarındasatılmıştı.

Avrupa gemileri üç yüz yıl için Karadeniz’denuzaklaştırıldı, XVIII. yy.’da Rus denizcileri Karadeniz’eyeniden çıktıkları zaman, hiçbiri denizyollarınıbilmiyordu. Haritaları yeniden çizmek gerekiyordu.Denizi yeniden öğrenmek pahalıya mal oluyordu;gemiler batıyor, insanlar boğuluyordu. Oysa Yunan veRus gemilerinin Karadeniz’de dolaştıkları o uzak

Rus gemilerinin Karadeniz’de dolaştıkları o uzakdevirlerde deniz, kurbanlarını fazlasıyla almıştı zaten.

Türkler denizlerin kıyılarını izleyerek ilerledikçe,Doğu’ya giden yol sımsıkı kapanıyordu.

Türk orduları, Suriye’nin büyük şehirlerini elegeçirmiş, Mısır’daki piramitlere kadar varmışlardı.

İskenderiye ıssızlaşmış, sönmüştü.

Gerçi İskenderiye bundan çok daha önce, Romapapasının Hıristiyanlara, Müslümanlarla alışverişetmeyi yasaklaması, Mısır Sultanı’nın da kâfirlerdenalınan mallara büyük gümrük vergisi koymasıylasönmeye başlamıştı.

Fakat denizlerin başşehri sayılan İskenderiye’yeen ağır darbeyi Osmanlı Türkleri indirmişlerdi.

Osmanlılar, “Tanrı yeryüzünü Müslümanlara,denizleri de kâfirlere verdi” derlerdi. Ve bu sebepsizdeğildi: Onlar kendilerini at sırtında, gemigüvertesinden daha rahat hissederlerdi.

Öte yandan, Batı’yı Doğu’ya bağlayan yollar birerbirer kapanıyordu. Ama tüccarlar için Doğu’nunservetlerinden vazgeçmek kolay değildi.

İtalya’nın kıyı şehirlerinden Venedik’le Cenova’daiki ırmak karşılaşıyordu. Doğu’dan Batı’ya mücevher,inci, baharat geliyor, buna karşılık da dukalardan,florinlerden, reallerden meydana gelen bir altın paraımağı akıyordu. Doğu’dan Çin ipeklileri alınıyor,Batı’dan Floransa çuhaları gönderiliyordu.

Yorulmak bilmeyen insan elleri, her geçen yıl dahaçabuk işliyordu. İğ, yerini ayakla işletilen çıkrığabırakmış; ayaklar, yeni dokuma tezgâhının pedalınabasarak ele yardım etmeye başlamıştı.

Mal ve altın ırmakları, gittikçe daha hızlı akıyordu.

İnsanlar, “Bu ırmakların en çok mal ve altın getirenkolları kapanırsa halimiz ne olur?” diye endişeediyorlardı. Çünkü korktukları başlarına gelirse,Akdeniz şehirlerinde tezgâhlar duracak, binlerceusta, kalfa işsiz kalacak, pazarlar, panayırlarıssızlaşacak, hayat sönecekti. Birer hükümdar kadargüçlü olan ünlü tüccarlar iflas edecekti. Ünlü ustalarınfırçasından çıkmış Meryem Ana tabloları, altınkupalar, Venedik camından kadehler, eski çağlardankalma seyrek el yazmaları, tüccarların muhteşemsaraylarından, cimri komisyonculara geçecekti.

Vergi ve gümrük vergisi kaynakları tükeneceği için,hükümdarların kasaları da boşalacaktı.

Bu durum karşısında, taçlı taçsız krallar gemileryaptırıp okyanus ötesine gönderiyor, kaptanlara“Gidin yeni yollar açın; deniz kıyısınca mıgideceksiniz, kestirme yoldan mı, orası sizinbileceğiniz iş, gerekirse fırtınalara, kasırgalara göğüsgerin, yapışkan Karanlık Deniz’den, kızgınekvatordan, hatta cehennemden bile geçin”diyorlardı.

Denizciler de gidiyordu. Fırtınalar gemileribatırıyor, boğulanların, kaybolanların eşleri yasagiriyordu. Öte yandan tersanelerde yapılan gemilersuya indiriliyordu.

Gemi yaptırıp sefere gönderebilmek için, krallarelmaslarını rehine koymaya, tüccarlar varını yoğunusatmaya hazırdılar. Uzak seferlere çıkmaya heveslilerde eksik değildi. Hatta çocukların bile evden kaçıpmasal ülkelerine gidebilmek için, gemiambarlarındaki çuval ve fıçıların arasında gizlendiklerioluyordu.

Okyanusa, Venedik’le, Cenova’dan daha yakınşehirler vardı. Okyanusa açılma hevesi bunlarısarmıştı.

Okyanus, insanları kendisine çekiyor gibiydi. Gemidümencileri, demir aletler kullanılmadan yapılmış,ince oyma nakışlı ağaç parçaları çıkarıyorlardıdenizden. Denizdeki akıntılar, görülmedik büyüklükteağaç gövdeleri getiriyordu. Deniz Azor Adaları’na,içinde dövmeli insan cesetleri bulunan kayıklaratıyordu.

Her şey, uçsuz bucaksız okyanusun ötesinde karaolduğunu gösteriyordu. Denizciler, arkasındaHindistan’ın tapınaklarını, Çin’in yaldızlı saraylarınıgörür gibi oldukları okyanus ufuklarından gözleriniayıramıyordu... Ve birbiri arkasından gemilerleCebelitarık Boğazı’ndan geçip okyanusa açılıyorlardı.

Üç Buruna Dair

Gemiler, Cebelitarık’tan geçtikten sonra kimisağa, kimi sola gidiyor, kimi de okyanusa açılıyordu.

Sağa sapan Cenova gemileri, Avrupa kıyılarıboyunca Anvers’e varıp panayırda mallarını sattıktan

sonra yurtlarına döndüler.

Yine Cenovalı Vivaldi Kardeşler, iki gemiyleokyanusa açıldılar. Kestirme yoldan okyanusu aşıpHindistan’a ulaşmak istiyorlardı. Fakat KaranlıkDeniz, gemileriyle birlikte denizcileri yuttu.

Portekizliler, Cebelitarık geçidinden solasapmışlardı. Bunlar daha dikkatliydi. Batı Afrikakıyılarını izleyerek ilerliyorlardı. Fakat BoyadarBurnu’na varınca fırtınadan korkup durdular. Okyanuskendilerine, “Dur yerinde, buradan geçilmez” dergibiydi. Bunun için Portekizliler Boyador burnuna“Hayır Burnu” adını verdiler.

İleriye, durmadan ileriye gitmeye değer miydi?

Ptolemaios zamanından beri bilim adamları,gemilerle Güney’e doğru gitmenin imkânsız olduğunusöylüyorlardı. Bunlara göre Güney çok sıcak olduğuiçin, orada hayat yoktu; ne bitki vardı ne de hayvan.Üstelik Afrika bir duvar gibi ta kutba kadaruzanıyordu. Duvar Güney’den aşılamaz, bunun içinde bu yoldan Hindistan’a varmak imkânsız olduğunagöre de, yola devam etmek anlamsızdı. Afrika’ysa,hayatı tehlikeye sokmaya değmezdi.

hayatı tehlikeye sokmaya değmezdi.

Bilim adamları işte böyle düşünüyorlardı. O zamanAfrika’ya, Hindistan yolunda bir engel gözüylebakılıyordu.

Yine de, yola devam edip geçit vermek istemeyen“Hayır Burnu”na “evet” dedirten cesur insanlarbulundu. Bunlar en sıcak yerlere, hemen hemenekvatora vardılar. Ve Ptolemaios’ un yanıldığıanlaşıldı.

Ekvatorun harikalarını anlatırken Portekizlilerşakayla, “Bunları Ptolemaios hazretlerininmüsaadesiyle söylüyoruz. Onun ıssız sandığıülkelerde kalabalık kara derili kabileler yaşıyor.Ağaçlar, sıcaklık yüzünden inanılmayacakbüyüklükteler” diyorlardı.

Haritada yeni bir yer adı belirdi: “Yeşil Burun”.Portekizlilerin, güneşin kasıp kavurduğu topraklarbulacaklarını sandıkları yerler yemyeşildi. Her yerpalmiyelik ve fundalıktı. Ağaçlar arasında, derileriağaç kabuğu gibi buruşuk, kulakları kocamanyaprakları andıran filler geziniyordu...

Cesaretleri gittikçe artan denizciler, kıyı boyunca

üzerlerine Portekiz arması oyulmuş taşlar dikipyerlerini haç ve flamalarla harita üzerindenişaretleyerek güneye doğru ilerliyorlardı. Derken, birduvar gibi kutba kadar uzandığı sanılan Afrika kıyıları,kutba binlerce kilometre kala, doğuya dönüverdi.Artık geriye Afrika’yı dolaşmak kalıyordu. Fakat bukolay değildi. Fırtınalar ve aksi yönden esenrüzgârlar buna engel oluyordu.

Portekizli denizciler, Afrika’nın güneyindeki burnuharitaya işaretlediler: Fırtınalar Burnu. Sonra burnudolaşıp Afrika’nın doğu kıyıları boyunca kuzeyeçıktılar. Ama bilmedikleri sularda yüzmeye cesaretedemeyerek gemilerini yine Fırtınalar Burnu’naçevirdiler. Fırtınalar Burnu’ndan ayrılmadan önce, filokomutanı Bartolomeo Diyas, kıyıya diktikleri armalıtaş sütuna dayanıp bir süre durdu. Öz oğluylavedalaşıyormuş gibi sütundan, bir türlü ayrılamıyordu.

Gemileri Doğu’ya, Hindistan kıyılarına doğrusürmek başka bir amirale nasip oldu.

Portekiz Kralı, Fırtınalar Burnu’nun adınındeğiştirilip “Ümit Burnu” olmasını emretmişti.Böylece Portekizliler, artık bu burnun da, daha

ilerilere gitmelerine engel olmayacağını umuyorlardı.Birkaç yıl sonra umutları gerçekleşti. Vasco deGama’nın idaresindeki gemiler, Afrika’yı dolaşıpkarşı yönden esen rüzgârlarla ve hızlı akıntılarlasavaşa savaşa, Doğu’ya yöneldiler. Gemilere Afrikakıyılarından Hindistan’a doğru, “denizlerin aslanı”olarak bilinen Ahmet İbni Mecit adındaki Arapkılavuzluk etmişti.

Derken ufukta Malabar kıyılarındaki yüksek dağlargöründü. Portekiz gemileri, Kalküta adlı Hint şehriaçıklarında demir attılar.

Vasco de Gama’nın arkadaşlarından biri buyolculuğu şöyle anlatır:

“1497 yılında Portekiz Kralı Manuil, baharataramak için, Vasco de Gama’nın emrinde dört gemigöndermişti. 1497 yılının 8 Temmuz Pazar günüRastello’dan demir aldık. Tanrı’nın adıyla çıktığımız buseferi, Tanrı hayırlı bir sonuca bağlaya...

1498 yılının 17 Mayıs günü karayı gördük, sonra daKalküta şehrine yanaştık. Kaptanımız şehre bir adamyolladı. Şehirde onu, hem İspanyolca, hem deİtalyanca konuşan, Tunuslu iki Arap’ın yanına

İtalyanca konuşan, Tunuslu iki Arap’ın yanınagötürmüşler. İlk sözleri: ‘Hangi şeytan attı siziburaya?’ olmuş. Sonra da böyle uzak yerlerde nearadığımızı sormuşlar. Bizimki de: “Baharat” demiş...

Sonra karaya çıkan kaptanımızı hükümdar kabuletti. Üzerinde harika birçok yastık bulunan muhteşembir sedire uzanmıştı. Hükümdar, bizim kralasunulmak üzere, palmiye yaprağına yazılmış birmektup verdi. Mektup şöyleydi: “Ülkenizinsoylularından Vasco de Gama bizlere geldi. Bunaçok sevindik. Memleketimizde çok tarçın, karanfil,zencefil, biber, değerli taşlar var. Sizden altın,gümüş, mercan ve kırmızı çuha istiyorum.”

Bulmamız gereken her şeyi bulduğumuz için, 29Ağustos’ta amiralimiz geriye dönmeyi kararlaştırdı.Bunu hepimiz büyük bir sevinçle karşıladık. Çünkübirçok büyük keşif yapmıştık. Batı’da olsun, Doğu’daolsun, Portekiz’de ya da öbür bütün ülkelerdekullanılan baharat, hep Kalküta ülkesinden geliyor.Rüzgârsızlık ve ters yönde esen yeller yüzünden ikiay yirmi yedi gün denizde kaldık, denizcilerin hepsiağır hastalandı. Diş etlerimiz şişerek dişlerimizikapladı. Bu yüzden yemek yiyemez olduk...

Bu zaman içinde otuz kişi öldü. Bir o kadar daönceleri ölmüştü. Eninde sonunda iş görebilecekyedi-sekiz kişi kaldı her gemide. Onlar da sağlamdeğildi. Melinda’da beş gün kalarak, hepimize ecelterleri döktüren son yolculuktan sonra biraz dinlendik.

Ermiş Rafail Körfezi’nde demir atıp bütüngemilere tayfa yetmediği için, sözü geçen ermişinadını taşıyan gemiyi yaktık...”

Notlar burada bitiyor. Bunları yazan da herhaldeyurdundan uzaklarda ölmüş olsa gerek.

Portekizliler Hindistan yolunu buldular. FakatAtlantik Okyanusu’nu ilk geçen İspanyollar veİngilizler oldu.

Portekizliler Afrika’yı yavaş yavaş dolaşırlarkenİspanyollar ve İngilizler, Hindistan’a “kestirmeyoldan,” korkunç Karanlık Deniz’den geçen Batıyönünde gidiyorlardı. Gemileri, Cenovalı ve Venediklitecrübeli denizciler yönetiyordu. Okyanus fatihleri içinAkdeniz iyi bir okul olmuştu.

Ve işte Cenovalı denizci Kristof Kolombİspanya’ya gitmiş, Venedikli Giovanni Caboto da

Bristol’da bir gemi kumpanyası kurmuştu. Kolomb,amiral olarak İspanyolların hizmetine girip DonKristobal Kolomb adını almış, Caboto’ysa, kendisineCon Cabot demeye başlamıştı. Biri, okyanustangeçip Batı Hint Adaları’na kadar varmış, diğeriysebirkaç yıl sonra Kuzey Amerika’yı bulmuştu.

İnsanlık, şu iki tarihi unutmayacaktı: 1492 ve 1497.

Ve bu ilk cesur denizcilerin ardından yüzlercedenizci Yeni Dünya’ya akın etmişti.

Yeni Dünya

İnsan, Amerika kıyılarındaki adalara ayak basmıştı.Sonra bir adadan ötekine geçerek kıtaya çıkıpkıyılarında gezinmiş, ormanlar ve steplere dalmıştı.

Karşısında bir Yeni Dünya, geldiği dünyayabenzemeyen bambaşka bir dünya duruyordu.

Bol sulu ırmaklar, balta girmemiş ormanlararasından akıp gidiyordu. Bazen ırmak, ağaçlarlasarmaşıkların meydana getirdikleri yeşil bir tüneldengeçiyor, ormanın kucağında bozuluyordu. Fakateninde sonunda, ırmak üstün geliyordu. Bardaktan

boşanırcasına yağmur yağdığı zaman taşıp deniz gibiyayılıyor, ormanı basıyordu. Yüzyıllık kocamanağaçları devirip önüne katarak, zaferinin tadınıçıkarıyormuş gibi oynuyordu onlarla.

Ağzına kadar yüzlerce kilometre olduğu halde,ırmaktaki su seviyesi bir yükseliyor, bir düşüyordu.Buna, yükselme saatlerinde dalgalarını ırmağıniçlerine kadar gönderen okyanus sebep oluyordu.Ama ırmak da okyanustan geri kalmıyordu. Kıyılarınıaştıktan sonra da, deniz açıklarında, deniz suyunatamamen karışmaksızın akıyordu. Kıtadan uzaklarda,tuzlu denizin ortasında tatlı su doldurulabilirdi birfıçıya.

Kuzeyde büyük göller vardı. Bunlar devasa bitişikkaplar gibi kademe kademe uzanıyordu. Sular,dünyanın en büyük şelalesini meydana getirerek birgölden diğerine gürültüyle akıyordu.

Kıtada dolaşan insan, başları bulutlara değendağlar görüyordu. Dağların eteklerinde, en ulu meşeağacından bile dört misli yüksek bin yıllık ağaçlarvardı. Bunların en yaşlısı fidanken, dünyada tek birbalta yoktu, insan daha demir elde etmesini

bilmiyordu.

İnsan, yoluna devam ediyordu. Karşısına, dev birpulluğun açtığı hemen hemen iki kilometrederinliğindeki bir çukur çıktı. Dibinde akan ırmak,yukarıdan güç görünüyordu.

İnsanın her adımı, o zamana kadar kimseninürkütmediği kuşları ürkütüyordu.

İnsan, bu yeni kıtayı adım adım fethederekilerliyordu.

İlk Sömürge

Consalo Pisarro, müfrezesiyle birlikte karlı AndDağları’ndan geçiyordu. Düşmemek için, çıkıntılaradikkatle basarak, dengeyi kaybetmemek için dekollarını açarak yürüyorlardı. Öyle yüksekti ki burası,solumak zordu. İnsanlar havasızlıktan boğuluyor,güçten düşüyorlardı. Pisarro, arkadaşlarından birinin,sonra da diğerinin uçuruma yuvarlandığınıgörmüştü...

Başka bir yerde, Quesada’yla arkadaşları, baltave bıçaklarla Güney Amerika cangıllarında

kendilerine yol açıyorlardı. Orman yol vermekistemiyordu. Sarmaşıklar ellerine sarılıyor, ayaklarınadolaşıyordu. İnsanı sokan binlerce iğnesi vardıormanın. Karıncalar, eşekarıları, yılanlar, gecegündüz aman vermiyorlardı insana. İleriye doğruatılan her adım, insanüstü emek ve ıstıraplara maloluyordu.

Ağaçların altından emekleye emekleye geçen,dağların yamaçlarında sürüne sürüne ilerleyen buinsanlar ne de ufak görünüyorlardı! Ama bir dev gibigüçlüydüler. Bunların yaptıklarını başarabilmek içinbüyük cesaret, azim ve sebat gerekti.

Narvaes’in ve Kavesa da Vaka’nın denizcileri,Florida kıyılarına döndüklerinde, gemilerinibulamamışlardı. Filo, bunların dönmesinibeklemeyerek çekip gitmişti. Bu, gemicileriumutsuzluğa düşürmedi. Gemi olmazsa yelkenliyapmayı kararlaştırdılar. Ve denilebilir ki, çıplakellerle işe sarıldılar. Ne balta vardı, ne çekiç, ne deçivi. Çizmelerden mahmuzlar, eyerlerden üzengilerçıkarıldı. Demirden ne varsa eritildi. Geyik derisindenyapılan körükle ocak körüklendi. Çekiç dökülüponunla çengel ve çivi yapıldı. Kayıklara gerekli

yelkenleri kendi gömleklerinden diktiler,sarmaşıklardan ip ördüler. Böylece, mahmuz veüzengiden çivilerle yapılıp tamamlanan ufacık yelkenlikayıklarla denize açılmışlardı.

Robinson Crusoe, beceriklilik ve sebatı, işte bugibi insanlardan öğrenecekti.

İnsan, yeni kıtada zaferden zafere koşuyordu. Amabu, ayrı ayrı herkese ne de zorluklara mal oluyordu!

Tropik cangıllarda, askerlerin zırhları nemden,bataklıklardaki buğulanmadan küfleniyor, elbiseleriçürüyüp lime lime oluyordu.

Ormanlarda insanları yılanlar sokuyordu. Irmağadüşenleri timsahlar yutuyordu. Yabani hayvanlardankurtulmak için, yüksekçe bir yere gerilmişhamaklarda geceliyorlardı. Burada da kendilerineyaban kedileri saldırıyordu.

Yolcular çoğu zaman aç kalıyordu. Kayışlarını,kemerlerini, ayakkabılarının tabanlarını haşlayıpyedikleri oluyordu.

Üstelik yeni kıta boş değildi. Sahipleri vardı. Ve

çok geçmeden, yerli halkla, yeni gelenler arasındabarış bozuldu. Yeni kıtanın kıyılarında toplargürlemeye başladı. Karşılık olarak da zehirli okyağdırıldı.

Yeni Dünya’nın bulunuşu, misafirlere de, evsahiplerine de, pahalıya mal olmuştu. Hele evsahiplerinin durumu çok kötülemişti.

İspanyollar, Kızılderilileri insandan saymıyorlardı.Amerika’da o zaman at az olduğu için, Kızılderilihamallar, İspanyollar için yük hayvanı işinigörüyorlardı. Uzak seferlerde, top kundakları, ağırgemi demirleri, gemiler için gerekli her şeyhamallara taşıtılıyordu. Maden ocaklarından gümüşçıkaran İspanyolların çiftliklerinde tarlaları işleyen hepKızılderililerdi. En ufak bir itaatsizlik bilegösterdiklerinde, kendilerine insanlık dışı muameleediliyor, evleriyle birlikte yakılıyor, üzerlerine köpeklersaldırtılıyordu.

Köpeklere Parçalatılan Kızılderililer

İspanyollar birlikte azgın köpekler getirmiş, bunlarıinsan avına alıştırmışlardı. Mastif denilen bu köpekler,“tomalo”, yani “tut” emrini işitince Kızılderililere

“tomalo”, yani “tut” emrini işitince Kızılderilileresaldırıp gırtlaklarına yapışırlardı. Zavallılar kendileriniel ve ayakla savunmaya çabalar, yürekleri paralayançığlıklar çıkarırlardı. Bu ölüm feryatları İspanyollarıgüldürürdü. Gerçi bunda yeni bir şey yoktu. Dahaönce Romalılar, Korsika Adası’nda köpeklerle insanavlamışlardı. Ama gaddarlıkta İspanyollar, Romalılarıbile geride bırakmışlardı.

Ele geçen ganimet paylaşılırken, köpeklerin payıaskerlerinkine eşitti. Leonsiko adında ünlü bir köpek,sahibine bin florin kazandırmıştı. En keskin nişancıbile bu kadar kazanamazdı.

Böylece, tarihin en şanlı sayfalarından biriköpeklere parçalatılan Kızılderililerin kanıylalekelenmişti. Bereket versin kıtaya ilk çıkanlararasında bu rezalete dayanamayıp insanlığın yüzünüağartanlar da vardı. Antonio Montesino adındakipapaz verdiği vaazda, yabani hayvanlara döneninsanları yeriyordu. Hiçbir tehdit kendinisusturamamıştı. Asil Las Kasas da, bütün hayatınıKızılderilileri savunma davasına vermişti.

Yeni Dünya’nın bulunuşu insanlara çok pahalıyamal oluyordu. Hayat o kadar dayanılmaz olmuştu ki,

Kızılderililer köylerinde intihar ediyorlardı.

Beyazların hayatı da imrenilecek gibi değildi.Tropik sıtmasından kırılıyor, Kızılderililerin zehirlioklarına kurban gidiyorlardı. Bir çoğu da celladınbaltası altında ya da darağacında can veriyordu.

Beyazlar kendi aralarında da anlaşamıyorlardı.Gemilerde denizciler, kurtlanmış galeta yemekten vefırtınalarla boğuşmaktan bıkmış usanmışlardı.Evlerini, yurtlarını özlüyorlardı. Ayaklanıp kaptanlarıambara hapsediyorlardı. Kaptanlar da ayaklanmayıbastırınca, elebaşılarını gemi direğine astırıyor ya daıssız adalara çıkarıp bırakıyorlardı.

İstilacıların kurdukları şehirlerde, iktidar için ve elegeçen ganimetten pay almak uğruna, kıyasıya birsavaş yürütülüyordu.

Kristof Kolomb zincire vurulup bulmuş olduğuyoldan gerisin geri İspanya’ya götürülmüştü. PasifikOkyanusu’nu ilk gören Vasco Nuñez de Balbao,ölüme mahkûm edilmişti. Bu ünlü İspanyol’un kellesi,yine İspanyollar tarafından keşfedilen topraklara atılıpyuvarlanmıştı.

Başlarına gelen belalara ve binbir tehlikeyerağmen, insanı Yeni Dünya’nın içlerine çeken neydi?

Güneyde İspanyolları altın çekiyordu. Bunlar, altınolmayan yerleri, haritalara, “gereksiz topraklar” diyeişaret ediyorlardı. Kuzeydeyse İngilizlerle Fransızlar,bu “gereksiz topraklar”ı zapt ediyorlardı. Oradakiormanlarda elde edilen değerli kürkler de Avrupapanayırlarında altın ediyordu.

İnsanlar, bazen düş peşinde binlerce kilometre katediyorlardı.

Gonzalo Pisarro, Quesada ve Orellana altın şehirEldorado’yu arıyordu. Bir gezgin ve şair olan WalterRaleigh adındaki İngiliz de bu ülkenin peşindeydi.

Kızılderililer bunlara, önderi güneş gibi parlayan birülke olduğunu, sabahleyin hükümdarın üstüne,tepeden tırnağa altın tozu serpildiğini, akşamleyinırmakta yıkanıp bu tozdan sıyrıldığını anlatmışlardı.Buna inanan Avrupalılar, Amerika dağlarıylaormanlarını dolaşarak Eldorado’yu arıyorlardı.

Ponce de Leon adında bir başka gezginseGençlik Irmağı’ nı bulmak istiyordu. Kızılderililer, bu

ırmağa girenin gençlik yıllarındaki gibi sağlam vedinç olduğunu söylemişlerdi. Oysa yeryüzünde neEldorado kenti, ne de Gençlik Irmağı vardı. Fakatinsanlar bunları ararken, uydurma değil gerçekırmaklar, gerçek ülkeler buluyorlardı. Pisarro’ylaOrellana, büyük bir ırmak olan Amazon’u incelediler.Quesada, Ori-noko nehrinin kaynaklarını buldu.Ponce de Leon, Florida’yı keşfetti. Walter Raleighise Gine’yi bulup gelecekte Amerika BirleşikDevletleri olacak topraklarda ilk İngiliz sömürgesini,yani Virginia’yı kurdu.

Yeni Çağın En Büyük Adamı Kolomb

İnsan yeni bir dünya bulmuş, fakat daha önce dedefalarca olduğu gibi, yeni bir dünyaya düştüğünühemen anlayamamıştı.

Yeni bir şey bulup görmek kolay değildi, amainsanın gördüğünü anlaması daha da güçtü.

Denizciler, Hindistan’a ve Çin’e giden yeni bir yolbulmak umuduyla okyanus ötelerine açılıyorlardı.Okyanusta karşılarına görülmedik bir kıta çıktığızaman, nerede bulunduklarına akıl erdirememişlerdi.Hindistan’a gidelim derken Amerika yakınlarındaki

Hindistan’a gidelim derken Amerika yakınlarındakiadalara çıkmışlardı.

Kolomb, gemisinin güvertesinde geçirdiği uykusuzgecelerde, gözü açık düşler görüyordu. GemilerininHint limanlarından birine varacakları anı, belkiyüzlerce defa gözünün önüne getirmişti.

Örneğin gemiler bir koya girip demir atıyor, içindesarıklı insanlar bulunan kayıklar gemileri sarıyordu.Etrafta, hasır yelkenli kürekleri gemi direği gibi uzun,hantal Çin kayıkları dalgalarda sallanıyordu. Kıyıdagürültülü bir kalabalık, tüccar, denizci, hamal,büyücüler toplanmışlar. Kalabalık, Arap atına binmişbirine ya da boynuna altın zincir takılmış bir file yolveriyordu.

Kolomb, mihracenin sarayına gidiyor, elmaslarlasüslü tahtına oturmuş mihrace onu kabul ediyordu.Arap tüccarları, her zaman olduğu gibi çeşitlidolaplar çeviriyorlardı. Bunlar gemilere bilesaldırabilirdi, ama akıllarını başlarına getirmek içinbir top güllesi yeterdi.

Derken, ambarları ağzına kadar altın, inci, kokulusandal ağacı, karanfil, tarçın gibi değerli yüklerle dolu

gemiler geriye dönüyorlardı.

Kolomb’un gördüğü düşler işte böyleydi. Yagerçek?

Bunlar, zengin giyimli insanlar göreceklerinisanıyorlardı. Oysa ne zenginin, ne de fakirin üstündehiçbir giyim yoktu. Muhteşem saraylar yerinekulübeler gördüler. Ne altın zincirli filler, ne de altıngemli atlar vardı. Kıyılar tamamen ıssızdı. Koydademir atmış kayıkları falan yoktu.

Aradığı yerin burası olmadığını Kolomb’unanlaması gerekirdi, ama Hindistan’ı görmeyiöylesine istiyordu ki, onu olmadığı yerde bile gördü.Hatta bir dakika bile düşünmeden, yerli halka Hintlianlamına gelen “İndios” deyiverdi. Kolomb’un buhatası, bugüne kadar birçok dilde tekrar edilip durur.

Kolomb, ıssız kıyılarda gördüğü yoksul kulübeleri,zengin bir ülkenin fakir bir kenar bölgesi sanmıştı.Yerlilerden bazılarının burunlarında altın iğnelergörünce de, Doğu servetinin yakın bir yerde olmasıgerektiğine artık büsbütün inanmıştı.

Nemli tropik ormandan gelen çiçek kokularını

Kolomb Hint baharatı ve ıtırlı ağaç kokuları sanmıştı.

Kızılderililer, Batı’yı göstererek, “Taşlı Toprak”anlamına gelen “Sibao” diyorlardı. Kolomb, bu sözü“Sipango” sanmıştı. O zaman Japonya’ya böylederlerdi.

Kızılderililer, “Karayip” diyordu; Kolomb’sa bunu,Moğol kabilelerinden birinin adı olan “Kaniba”şeklinde anladı ve akşamleyin gemi defterine, uluhanın başkenti Kvinsaya yakınlarında bulunduğunuyazdı.

Küba Adası’na çıkınca, hükümdara elçilergönderdi. Arapça bilenleri seçip memlekettebaharat olup olmadığını öğrenmeleri için, kendilerinetarçın ve biber örnekleri verdi. Bundan başka elçileriadanın hükümdarıyla Kastilya Kraliçesi arasında birittifak sağlamak için görüşmelere başlamaklagörevlendirdi.

Elçiler, adanın içerilerinde büyük şehir yerine, ellikulübelik bir köy buldular. Hükümdar da, elçileriçıplak toprak üzerinde oturarak kabul etti. HükümdarArapça bilmediği için, el işaretiyle anlaşmakgerekmişti. Baharat örneklerini görünce pek şaşmış

gerekmişti. Baharat örneklerini görünce pek şaşmışve ömründe böyle şeyler görmediğini söylemişti.

Şaşılacak şeydi. Fakat Kolomb, her çeşit şüpheyikovuyordu. Küba Adası’nın, Çin’in eyaletlerinden biriolduğuna inanmış, denizcilerine de bunda şüpheleriolmadığına yemin ettirmişti. Bununla ilgili protokoleşunlar yazılmıştı: “Sözünden dönen subaysa dilikesilip bin maravedis para cezasına çarptırılacak.Tayfaysa yüz kamçı vurulacak.”

Gemileri Karayip Denizi’nde yüzdüren Kolomb,Hint Okyanusu’nda bulunduğunu sanıyordu. KızılDeniz ve İskenderiye yoluyla yurduna dönmeyehazırlanıyordu. Panama kıstağı bölgesinde, GanjIrmağı’nın okyanusa döküldüğü yeri arıyordu.

Kolomb, okyanus ötesine dört defa gitmiş, fakatHindistan dolaylarını gördüğüne ve EspanyolaAdası’nın Japonya olduğuna hayatının sonuna kadarinanmıştı.

Tarih, büyük denizciyle böyle alay etmişti.

Kolomb, Yeni Dünya’ya eski görüşlerle çıkmış, buda kendi yararlılığının önemini anlamasına engelolmuştu. Yeni çağın en büyük adamlarından biri olan

Kolomb, eski kafayla düşünüyordu. Dünyanın küçükve dar olduğuna, Doğu ülkelerine, okyanus yoluylabirkaç günde gidildiğine inanıyordu. Çünkü kutsalkitapta, karaların denizden altı misli geniş olduğuyazılıydı.

Kolomb, dünyayı bir küre gibi toparlak sanıyordu,ama ona göre, dünyanın şekli bir elmadan çok,armuda benzemeliydi. Bu armutta sapın bulunduğuyerde, göklere değen dağlar yükseliyor ve cennetişte orada bulunuyordu. Kolomb, cennete yakın biryerde bulunduğunu defalarca aklından geçirmişti.

Koyun berrak sularında yansıyan palmiyelerebakıyordu. Hava ılık ve hoş kokularla doluydu.Ağaçların üzerinde alacalı papağanlar uçuşuyor,altında Adem’le Havva gibi çıplak insanlardolaşıyordu. Kolomb, kendisini yeryüzü cennetinedüşürdüğü için, Tanrı’ya içten şükrediyordu.

Kolomb’un hayatı, büyük bir buluşun, aynızamanda büyük bir yanlışlığın tarihidir.

Bu yanlış ona çok pahalıya mal oldu. Bulduğukıtaya, Kolomb’un değil, Amerigo Vespucci’nin adıverildi. Oysa Amerigo, hiçbir şey bulmamış, ama

verildi. Oysa Amerigo, hiçbir şey bulmamış, amaAmerika’nın bir Yeni Dünya olduğunu sezmişti.

Kolomb’tan sonra Amerika’ya gidenler, orada ilkelinsanla taş aletlerden başka Meksika’da, Peru’da,kanallar, barajlar, köprüler, yollar, saraylar vetapınaklar gördüler. Yabani hayvanlarla kuşların altınheykellerine, renk renk kumaşlara, hiyeroglif veresimlerle süslü vazolara şaşıp kalmışlardı.

İnsanlığın geçmişi, Amerika yerlilerinin o günkühaliydi. Kuzey Amerika ormanlarında yaşayan ilkelaşçılar, etini kendilerine versin diye, bizonu sihirlirakslarla merhamete getirmek istiyorlardı.

Meksika’da köyler, Ege Denizi adalarındaki büyükklan evlerini andırıyordu. Askeri şef Montesuma da,masal kahramanı Giritli Kral Minos gibi, sarayındatahtta oturuyordu.

Güney Amerika çiftçileri, eski Mısır’dakileriandıran tapınaklarda güneşe tapıyor, İnkalar dafiravunlar gibi itaatkâr tebaalarını keyiflerine göre yayaşatıyor ya da öldürüyorlardı.

Tarihin üç büyük aşamasıydı bunlar. Fakatokyanusun arkasından gelen fatihler tarihi

bilmedikleri için, gördüklerini anlamıyorlardı. Kabileşeflerini derebeyi, Kızılderili kadınların sihirli törenrakslarını, saray kadınlarının dansları sanıyorlardı.Altın ve gümüş heykelciklerle kapların, onlar içindeğeri yalnız ağırlığındaydı. Bugün olsaydı, bu eşyalarmüzelerde camekânda korunurdu.

Fatihler, eski dünyada çoktan unutulmuş olan eskikültürün hâlâ yaşadığı yeni dünya şehirlerini, kıyasıyatahrip ediyorlardı.

İlk Dünya Turu

Haiti Adası’na çıkan Kolomb’un gemicileri,Kızılderililere:

– Ülkenizin adı ne? diye sordukları zaman

– Kisseyya, cevabını almışlardı.

“Kisseyya,” Kızılderililerin dilinde “dünya” demekti.Kızılderililer, adalarını başlı başına bir dünyasayıyorlardı.

Öte yandan Kızılderililer de İspanyollara:

– Ya siz nereden geldiniz? Gökten nasıl indiniz?

diye sormuşlardı.

Kokulu ağaçlar ülkesi Punt’ta yaşayan insanlar dabir zamanlar Mısırlı gemicilere aynı soruyusormuşlardı. Vaktiyle Mısırlıların yaptığı gibi,İspanyollar da böyle saf konuşmaları işitince azgülmemişlerdi. İspanyollar, dünyanın büyük olduğunubiliyorlardı. Birçok ülke ve halk görmüşlerdi. Haiti’yeulaşıncaya kadar, günlerce okyanusta dolaşmışlardı.Kızılderililere, başlıbaşına bir dünya gibi gelen buadaya, mütevazi bir ad takmışlardı: “Espanyola”, yaniKüçük İspanya.

Fakat çok geçmeden dünya daha da genişledi.Eski çağlarda Erathosthenes’in tahmin ettiklerigerçekleşmiş, insan ilk kez olarak dünyanınçevresinde bir tur yapmıştı.

Hindistan’a giden Batı yolunu arayan Macellan’ıngemileri, güneyden Amerika’yı dolaşıp PasifikOkyanusu’nu aşmışlardı. Ama Macellan’a başladığıişi tamamlamak kısmet olmadı. Asya’nın doğukıyılarında, adı sanı bilinmeyen ufacık bir adanınhalkıyla rasgele çıkan çarpışmada yediği kılıçdarbesiyle öldü.

Ama devleşen insan öldürülemezdi.

Bir bilim adamının elinden düşen kalemi birbaşkası devralıp yarıda kalan sayfayı nasıltamamlarsa, ölen bir denizcinin yerine, dümene birbaşkası geçiyordu.

Macellan’ın ölümünden sonra da böyle oldu.Yerine geçen arkadaşı El Kano, beş tekneden kurulufilonun son gemisini ana yurda getirebildi.

Akşamleyin Batı’da okyanusun ardına düşüpsabahleyin Doğu’dan yine yükselen güneş gibi, bugemi de hep Batı’ya gitmiş ve Doğu’dan geridönmüştü.

El Kano, üzerine yer küresi resmedilmiş ve“Çevremde ilk kez dolaşana” sözleri yazılı birarmayla onurlandırılmıştı.

Dünyanın sonuna varmak, insanın ezeli emeliydi.İşte insan, dünyanın çevresinde bir tur yapmış veonun hiç de bir zamanlar sanıldığı gibi olmadığınıanlamıştı. Bir şehrin kenarı, bir adanın kıyısı vardı.Dünyanın kenarı, sonu yoktu; yasaları başkaydı.

Kolomb’la Macellan’ın seferlerinden sonra,yeryüzünde yeni bir çağ başladı.

Okyanus yoluyla Amerika’dan altın ve gümüş yüklügemiler geliyor, bunlar denizde Afrika’danAmerika’ya canlı yük yani kara köleler götürengemilerle karşılaşıyorlardı. Hindistan’dan da Afrika’yıdolaşarak, baharat yüklü gemiler geliyordu.

Atlantik Okyanusu, dünyanın merkezi olmuştu.

İtalyan şehirleri, ülkeleri birleştiren denize egemenolmak için Türklerle savaşmaya devam ediyordu.Oysa Akdeniz, dünyanın merkez denizi olmaktançıkmıştı.

Bir zamanlar yeryüzünde IRMAK devri vardı. Odevirde, bir kabileden diğerine, ırmak yoluylagidilirdi. Sonraları denizlerin fethedilmesiyle, DENİZdevri başladı. Deniz devrini, kıtaları birleştirenOKYANUS devri izlemişti. Bundan sonraki devir nedevri olacaktı? Pencereden kuşların uçuşunu izleyenLeonardo da Vinci, bunu artık seziyordu.

Ekonomi Savaşı Başlıyor

Hindistan’a yeni bir yol bulunduğu haberi, Akdenizşehirlerini büyük bir felaket haberi gibi sarsmıştı.

Venedik’te tüccarlar alelacele Rialto’yagidiyorlardı. Oradaki pazarda ve köprüde, sabahınerken saatlerinde alışverişe başlayanların gürültüsüakşama kadar dinmezdi. Baharat fiyatları, bir florininkaç duka ettiği bir önceki günün olayları ve yabancıtüccarların getirdiği haberler orada öğrenilebilirdi.

Rialto’da bir yanda hamallar sırtlarındaki ağırçuvalları rıhtıma atıyor, öte yanda seyyar satıcılaravazları çıktığı kadar bağırıyor, kadınlar canlı midyeve balık yığınlarını karıştırıyor, tüccarlar faizi vealışveriş şartlarını görüşüyorlardı. Tüccarların yanındane mal dolu fıçılar, ne de çuvallar vardı. Malın adını,fiyatını ve miktarını söylemek yetiyordu. Burada sözkonusu olan rakamları işitenin başı dönerdi.

İşte rıhtıma bir gondol yanaştı. Tüccar yol ücretinigondolcunun şapkasına atıp kanalın iki yakasınıbirleştiren kemerli köprünün kapalı galerisine doğruyürüdü. Dost olana da, olmayana da selamveriyordu. Eski düşmanlıkların sırası değildi şimdi.Herkesi üzen aynı dert, aynı endişeydi.

Tüccar, her rastladığına:

– Ne haber? diye soruyordu.

Biri:

– Kötü, dedi. Karanfiller hâlâ duruyor, müşteri yok.

Başka biri de:

– Hindistancevizi çiçeği de aynı durumda, diyeekledi. Kalküta’dan gelecek maldan korkuyorlar.

– Ya bizim hükümetin elçisi ne güne duruyor?Yazmıyor mu?

– Yazıyor, ama haberler kötü...

Uğursuz geçen günün başarısızlık ve endişeleriyleüzülen tüccar, gecenin bir saatinde kalın not defterinialıp yazmaya başladı:

“Ayın yirmi dördünde, Portekiz Kralı’nın girişimiylebaşlayan ve Venedik Devleti için Türklerle savaştandaha önemli olan Hindistan seferiyle ilgili gerçeğiöğrenmek için gönderilmişti.

Elçi, yedi geminin battığını, fakat kalan altı geminin

getirdiği malların miktarının çok ve değerinin yüksekolup bunlara paha biçmenin bile güç olduğunuyazıyor. Gemiler böyle bir sefer daha yaparlarsa,Portekiz Kralı “para kralı” adını alabilir. Çünkübaharat almak için herkes onun ülkesine gidecek veparalar Portekiz’e akacak.

Bu haber Venedik’e geldiği zaman, ne eskidevirlerde, ne de dedelerimizin zamanında kimseninbilmediği bir yolun bulunmuş olması herkesi şaşırttı.Bu haberin, özgürlüğün yitirilmesi dışında VenedikCumhuriyeti için haberlerin en kötüsü olduğunuSenato üyeleri de kabul ettiler. Çünkü VenedikCumhuriyeti’nin bugünkü ün ve şana ancak deniz,aralıksız ticaret ve seferler sayesinde ulaştığına hiçşüphe yoktu.

Lizbon’la Kalküta arasında gemiler işlemeyebaşlarsa, Venedik gemilerine ve Venediklitüccarlara baharat yetmeyecek. Baharat ticaretininkesilmesiyse Venedik için emzikteki çocuğun anasütünden olması demektir...”

İtalyan şehirlerine ağır bir darbe indirilmişti.Mutluluk güneşi, okyanus kıyılarında bulunan, uzak

batıdaki başka şehirlerde doğmaya başlamıştı.

Ve denizlerde egemenlik için başka ülkelermücadeleye girişiyorlardı...

Büyük denizcilerin keşifleri, en güç inananları bile,dünyanın bir elma gibi yuvarlak olduğuna inandırmıştı.

Nürnbergli tüccar ve coğrafyacı Martin Behaim’ınyaptığı ilk yeryuvarlağı maketini, krallar, bakanlar,papalar ve kardinaller merakla seyrediyorlardı.

Martin Behaim, bu yuvarlak makete kıtaları,okyanusları, denizleri ve dağları çizmiş ve şöyle birnot yazmıştı:

“Dünyanın basit olduğuna ve burada gösterildiğigibi, gemiyle ya da yaya olarak her yeregidilebileceğine kimsenin şüphesi olmaması için,yeryuvarlağı orantılı bir şekilde, elma biçimindeki bumakete sığdırıldı. Bu böyle biline.”

İyi bir coğrafyacı olan Behaim, kötü birpolitikacıydı. Yeryüzünde artık ne engel ne duvarkaldığını, her yere gidilebileceğini, bunun için yalnızistek gerektiğini sanıyordu. Fakat dünya hiç de

Behaim’ın sandığı kadar basit değildi. Behaim, elmabiçimindeki yeryuvarlağını hazırlar hazırlamaz bunda,dünyayı yeniden ayıran bir sınır, bir çizgi belirdi.

Roma Papazı Aleksander Borcia, İspanyollarlaPortekizlileri barıştırmak için, yeryuvarlağı maketiüzerinde, okyanustan geçip iki kutbu birleştiren birçizgi çekmiş ve batı yarısını Kastilya Kralı’na, doğuyarısını da Hindistan’la birlikte, Portekiz Kralı’navermişti.

Papa memnundu. İyi bir baba gibi, elmayı kavgaetmemeleri için iki oğlu arasında kardeş payıyapmıştı. Ama akıllı bir politikacı olan AleksanderBorcia, kötü bir coğrafyacıydı. Dünyanın bir elma gibikolayca bölünemeyeceğini anlamıyordu.

Yeryuvarlağı maketi üzerine çizgi çizip sınırçekmek kolaydı. Ama sınır taşı ve karakol koymanınimkânsız olduğu okyanusta çizgi nasıl çekilebilirdi?

Bu gözle görülmez çizgi, okyanusta ancak aletlerve hesaplar yardımıyla bulunabilirdi. Bunun içinenlemi tayin etmeyi bilmeliydi. Buysa güç ve karışıkbir işti.

Bugün olsa enlem, zaman farkına göre, en hassaskronometrelerle tayin edilirdi. Söz konusuzamanlardaysa, en büyük kule saatlerinde bile yalnızbir akrep vardı, o da saati gösterirdi. Gemilerdezaman, ya kum saatleriyle ya da su saatleriyleölçülürdü. Hal böyleyken, zaman harfi harfineölçülemezdi.

Bazen denizciler enlemi, gök saatindenfaydalanarak tayin ederlerdi. Gökyüzü kadranında,takımyıldızlar rakam, ay da saati gösteren akrepvazifesini görürdü. Fakat ay, gökyüzünde kimi zamanhızlı, kimi zaman yavaş hareket ettiği için, gök saatide bir ileri gider, bir geri kalırdı. Yanlışı, özelcetvellere bakarak bulmak gerekirdi. Ama cetvellerde tam olmadığından iş büsbütün güçleşirdi.

Denizciler denizlerde dolaşıyor, fakat neredebulunduklarını bilmiyorlardı. Bunun için gemilerinikide bir, yabancı sulara girdiği oluyordu. Gerçi bunuçoğu hallerde bilerek yapıyorlardı. O zamanokyanusta toplar gürlemeye başlıyordu. Güllelernamlulara yerleştirilip falyalar ateşleniyor, güllelerdüşman gemisinin yakınlarına düşüp sularıköpürtüyordu. Coğrafya enlemi tayin etmek gibi

karışık mesele, eninde sonunda güçlü olanın yararınaçözülüyordu. Kimin çok topu ve çok gemisi varsadenizde o güçlüydü...

Böylece, tersanelerde gittikçe artan çekiç sesleriduyulmaya başladı. İspanyollar gemiler inşa edipbirbiri ardından suya indiriyorlardı. Portekizliler deonlardan geri kalmamaya çalışıyorlardı. Kuzeydekiİngiltere, Hollanda ve Fransa’da da dülgerler boşdurmuyorlardı.

Gemi yapmak için kereste lazımdı. Gemilere direkolacak çamlar kesilip devriliyor, yüzyıllık ağaçlardankala kala bir kütük, bir de iğneli kuru yapraklarkalıyordu.

Gemi çapaları, çivi yapmak, top dökmek içindemir lazımdı. Madenciler, demir cevheri çıkarmakiçin, yerin gittikçe daha derinlerine sokuluyorlardı. Suçarkları, maden ocaklarını basan suları güççıkarabiliyordu.

Kralın adamları, ülkeyi dolaşıyor ve atlarından inipdemirhanelerin isli kapılarını çalarak:

– Krala top, gülleler, zırh, kılıç, lazım. Haydi iş

başına, çabuk olun, diyorlardı.

Ocaklar, geceli gündüzlü alev saçıyor, ağır çekiçlergürültüyle iniyordu örse.

Gemilere yelken gerekiyordu, yani binlerce arşınyelken bezi... Orduyu giydirmek için binlerce metreçuha lazımdı. Her yerde iplik eğriliyor, kumaşdokunuyordu. Ustalar yeni çıraklar tutuyor, atölyedebir düzine kalfa çalıştığı halde işçi yetmiyordu.

Her evde iğler ve ayaklı çıkrıklar dönüp duruyordu.Köylerde kadınlar, gemicilerin eşleri, hatta küçükçocuklar bile tokmakla keten, kenevir dövüyor,yapağı didiyor, iplik eğiriyorlardı.

Bez ve yünlü kumaşlar gittikçe bollaşıyordu.Tüccarların, müteahhitlerin, vurguncularınsandıklarında gittikçe daha çok altın birikiyordu.

Kralın ordusuna yeni alınmış askerler ve denizciler,meyhanelerde yeni üniformalarıyla çalım satıyorlardı.Suya yeni indirilmiş, reçine kokan gemiler yelkenaçıyordu. Denizden çürük kokusu getiren, tuzlu serinrüzgâr, yeni yelken bezinin sağlamlığını sınıyordu.Filolar birbiri ardından denize açılıyordu. Gemilerin

dört köşe lumbozlarından, topların korkunç namlularıgörünüyordu. Denizde hepsini, her şeyi, yanidenizcileri, topları, yelkenleri hep iş bekliyordu.

Mesele ciddileşiyordu. Artık gemi gemiyle değil,donanma donanmayla, ülke ülkeyle savaşıyordu.

Niçin kavga ediliyordu?

Okyanus yolları ve okyanus ötesi ülkelerinservetleri için.

Atlantik Okyanusu’na İspanyollar, HintOkyanusu’na Portekizliler egemendi. Elmabiçimindeki dünyanın yarısı, Hindistan’la birliktePortekizlilere düşmüştü.

Seylan’da, Sumatra’da, Cava’da, Portekiz ticaretmerkezleri kuruldu. Lizbonlu tüccarlar,tahtırevanlarına kurulmuş, karanfil bahçelerini vehindistancevizi ormanlarını dolaşıyorlardı. Portekizgemileri Avrupa’ya baharat taşıyordu.

Portekizli tüccarlar ve memurlar, yerli halkı kıyasıyasömürüyorlardı. Bunlar hakkında Hintliler şöylediyorlardı: “Ne mutlu ki, Tanrı onların kaplan ve

aslanlar kadar az olmalarını istemiş, yoksa bütüninsan soyunu tüketirlerdi.”

Sömürgecilerin tehlikeli bir düşmanı vardı.Hollandalı tüccarlar, baharatı Libzon’daki aracılardanateş pahasına satın almak istemiyorlardı. Hollandagemileri, Hint Okyanusu’nda sık sık görülmeyebaşladı. Hollandalıların Doğu Hindistan Kumpanyası,adalarda ticaret merkezlerinden başka kaleler dekuruyordu. Hollandalı tüccarlar toplarla ateş etmeyi,para saymasını bildikleri kadar iyi biliyorlardı. Bunlarsavaşta Portekiz gemilerini ikide bir elegeçiriyorlardı. Çok geçmeden bütün karanfil, bütünhindistancevizi, bir devlet kadar güçlü olan DoğuHindistan kumpanyasının eline geçti. KumpanyanınAmsterdam’daki depoları tıklım tıklım baharat doldu.Tüccarlar, baharat fiyatını yükseltmek için,hindistancevizi ormanlarını karanfil bahçelerini imhaediyorlardı. “Tanrı’nın yarattığı şekilde bütün dünya,beş yüz funttan fazla karanfil alacak durumdadeğildir,” diyorlardı. Ve karanfil ürününü, beş yüzfuntu aşmaması için yakıyorlardı. Çevrelerindekihava karanfil kokuyordu...

Hollandalılar, elma biçimindeki dünyanın,

Portekizlilerin payına düşen yarısını var güçleriylezapt etmeye çalışıyorlardı.

Öte yandan İspanyollar da kendi paylarını güçlükleellerinde tutabiliyorlardı. Bunlar çok açgözlüydü.Mümkün olsa dünyanın tüm altınlarını ele geçirmekistiyorlardı. Ama çalışmadan. Çünkü çalışmayısevmezlerdi.

Eski zaman şövalyelerinin torunları olan Kastilyasoyluları, çalışıp çabalamanın, yarını düşünmenin birİspanyol’a layık olmadığını söylerlerdi. ÇalışkanArapları ve Musevileri yurtlarından kovan İspanyollar,yağmayla ele geçirdikleri Amerika altınıyla, alın teridökmeden zenginleşeceklerini ummuşlardı. Fakataltınlar, aldıkları Hollanda, Fransız, İngiliz mallarınakarşılık, tembel ellerinden akıp gidiyordu. İspanyagümrüklerinde, hatta Madrid’deki HindistanKonseyi’nde güvenilir adamları olan yabancıkaçakçılar Amerika’yla ticaretten para kırıyorlardı.

Üstelik, dünyanın yarısının İspanyollara ait olmasınıtanımak istemeyen İngilizler de, Amerika’ya gemigöndermeye başlamışlardı.

İspanyol soyluları paralarını eğlenceye ve giyimeharcarken, İngiliz tüccarlarıyla zanaatçıları, çalışıpçabalayıp gemi yapıyor, koloniler kuruyorlardı.

İspanyol Kralı, Okyanus ötesindeki topraklarınaİngiltere’nin karışmamasını istiyordu. İngilizler decevap olarak, Yeni Dünya’ya sahip olmak hakkınıİspanya Kralına kimsenin vermediğini söylüyorlardı.Meseleyi yine toplar ve gemiler çözdü. BüyükArmada denen İspanyol Donanması batırılıp yokedildi. Ama iş bununla bitmedi. İngilizlerin başkarakipleri de vardı: Hollandalılar. Okyanusu elegeçirmek için savaş devam ediyordu...

Böylece, elma biçimindeki yeryuvarlağı,anlaşmazlık konusu olmuştu.

Üç Gemi

Kaptanların bir kısmı Hindistan’a ve Çin’e gidenbatı yolunu açarken, başka denizciler de, bu uzakülkelere doğudan ulaşmanın mümkün olup olmadığıüzerinde kafa yoruyorlardı.

1548’de Londra’da, “bilinmeyen ve hatta bugünekadar denizyoluyla gidilmeyen ülkelerin, adaların,

devlet ve sömürgelerin keşfi için müteahhit tüccarlarkumpanyası” gibi acayip bir ad altında bir şirketkurulmuş, başkanlığına da, Kuzey Amerika’yı bulanCon Caboto’nun oğlu, ünlü denizci SebastianoCaboto seçilmişti.

Con Caboto çoktan ölmüştü. Oğlu da artık yaşlıydı.Sebastiano, geminin güvertesine son defa çıkalıonlarca yıl olduğu halde, gençliğindeki umutlarınıbırakmamış, baharat ülkesine yeni bir yol bulmahayalinden hâlâ vazgeçmemişti.

İşte Sebastiano Caboto, Londra’daki evininpenceresi ö-nünde duruyor. Boylu boslu, kır sakallıbir adam. Göğsünde altın bir zincir, başında kara birkalpak, sırtında, kenarları kürklü bir elbise var.Ressam Holbein, Sebastiano’yu işte böyleresmetmiş. Bir elinde yeryuvarlağı maketi, diğerindepergel. Çatık kaşları altındaki gözleri ileriye bakıyor.Karşısında Temza’daki kayıklarla mavnaları değil,okyanusta ilerleyen gemileri görüyor. Bir zamanlar,keşfetmiş olduğu Newfoundland Adası yakınlarındangeçerek kuzey batı yoluyla Hindistan’a gitmeyidenemişti. Şimdi kuzey batıdan değil, kuzeydoğudan yeni bir yol tasarlıyordu. Yolculuk için

gemiler hazırdı. Bunlar özel bir şekilde hazırlanmışsağlam keresteden yapılıp on sekiz aylık erzak almış,korsanlardan korunmak için de toplarla silahlanmıştı.

Sebastiano Caboto, bu sefere çıkacak gemilerinidaresini seve seve üzerine alırdı, ama artıkihtiyarlamıştı. Gemileri ancak uzaktan, zihnenizleyebilirdi. Fakat Caboto bununla yetinmeyip yinezihnen de olsa gemilerin önündeydi. Gemiler dahademir almamışken o, ileride barbarların yaşadığı,insanları da doğası da sert olan ıssız diyarlargörüyordu. Hayalinde, denizcileri bekleyen binbirtehlike, fırtınalar, kör kayalar, savaşlar, zehirli oklarcanlanıyordu.

Gemilere yeteri kadar silah ve erzak alınmıştı amabu azdı. Gemicilere her ihtimale karşı, yararlıolabilecek öğütler de gerekti.

Sebastiano Caboto, masa başına geçip kalemialdı ve başladığı yazıya devam etti:

“Madde 28: Kıyıdaki kumlarda taş, altın, maden yada benzeri şeyler toplayan insanlar görürseniz,gemilerinizle yaklaşıp ne topladıklarını

seyredebilirsiniz. Böyle hallerde trampet ya dakıyıdakilerin dikkatini çekecek, hayal güçlerini tahrikedecek bir şeyler çalın ki, onlarda sizi görme veduyma merakı uyansın. Tehlikeden uzak durun,kıyıdakilere karşı hiçbir şekilde gaddarlık vedüşmanlık göstermeyin...

Madde 30: Halkın, aslan ya da ayı derisi giydiğini,uzun yayları ve okları olduğunu görürseniz korkmayın.Çünkü bunları, başka sebeplerden çok, yabancılarkarşısında duydukları korkudan taşırlar...”

Kumpanyaya ait gemilerin kaptanları için yazdığıbu talimatnamede bütün denizcilik tecrübelerinitoplayan Sebastiano Caboto, Kolomb’un düştüğühatalardan kaçınmak istiyordu.

Kolomb, okyanus ötesinde zengin ve güçlühükümdarlar tarafından idare edilen devletlerbulacağını sanmış, oysa yabani insanların yaşadığıadalar bulmuştu.

Sebastiano Caboto daha gerçekçiydi. Kendisiniboş umutlarla avutmuyordu. Gemilerin, vahşi ve ıssızyerlerden geçeceğini biliyordu. Uzun ve tehlikeliyolda, gemilerin karşılaşabileceği her şeyi, önceden

yolda, gemilerin karşılaşabileceği her şeyi, öncedengörmeye çalışıyordu.

Talimatı bitirirken, seferin çok başarılı olması,Doğu ve Batı Hindistan’ın, İspanya ve PortekizKralları’na sağladığı başarılardan ve kârdan gerikalmaması dileğini belirtiyordu. Tanrı’dan, yolcularayardımını esirgememesini dileyerek, titrek eliyle sonmaddenin altına imzasını atıp mühürünü bastı.

1553 yılı Mayısının on birinde, yani İngiliz Kralı IV.Edward’ın tahta çıkışının yedinci yılında, şövalye SirHugh Willoughby’nin komutasındaki filo, demir alıpkıyı boyunca yavaş yavaş ilerlemeye başladı.

Görenlerin anlattıklarına göre, kıyıda binlerceseyirci toplanmıştı. Greenwich Sarayı’nınpencerelerinden ve kulelerden saraylılar bakıyordu.Kralı selamlayan gemilerin bütün toplardan açtıklarıateşle, dereler tepeler inledi, top sesleri vadilerdeyankılandı. Gök mavisi üniformalarıyla güverteleresıralanmış gemicilerin selam nidalarından gök gürlergibi olmuştu.

Filo üç gemiden ibaretti: “İyi Umut”, “İyi Güven” ve“Edward - İyi Teşebbüs”.

Gemiler kuzeye, Norveç kıyılarına doğru ilerliyordu.Karşıdan esen rüzgâr gemileri defalarca durdurmuş,fırtına yüzünden yelkenler defalarca indirilmişti.

Firmarken dolaylarında başlayan şiddetli fırtınayladeniz kükrediği için gemiler tespit edilen rotayıtutamayıp her biri ayrı bir rota izlemek zorunda kaldı.“İyi Umut”la “İyi Güven”, uzun süre buzlar arasındadolaştıktan sonra, bir ırmağın ağzına sığındılar.Amiral gemisinde bulunan Sir Hugh Willoughby, kışıorada geçirmeyi kararlaştırıp dört bir yana keşifgurupları gönderdi. Bunlar geri döndüklerinde ne birkonut bulduklarını, ne de bir insana rastladıklarınısöylediler.

“Edward - İyi Teşebbüs” adlı üçüncü gemi, tekbaşına bilinmeyen ülkelere doğru yoluna devamediyordu.

Bu gemi, ne gibi ülkeler keşfetmişti?

Clement Adams adında bir İngiliz şunları anlatıyor:

“Tanrı onları, uzunluğu yüz kilometre, hatta dahafazla olan bir körfeze ulaştırmak lütfunda bulunmuştu.Körfeze girip demir attılar. Çevrelerine bakıp yol

ararlarken, gözlerine uzaklarda bir balıkçı kayığı ilişti.

Kaptan Chancellor yanına aldığı birkaç kişiylebirlikte, balıkçılarla bağ kurmak ve bulundukları ülke,halkı ve yaşayış tarzı hakkında bilgi edinmek içinkayığa doğru yollandı.

Fakat geminin acayip görünüşü ve büyüklüğükarşısında şaşakalan balıkçılar kaçıp gittiler...”

O zamana kadar her şey yönetmeliğe göregidiyordu. Ve Sebastiano Caboto’nun tavsiyelerineuyarak, halkın dikkatini çekmek için trampet çalmakkalıyordu. Fakat mesele trampetsiz de çözüldü.

Balıkçılar, bilinmeyen insanların gelişini her tarafayaymışlardı. Yerli halk, kayıklarla gemiye gelmeyebaşlamıştı. Gelenler arasında o yerlerin “valisi” devardı.

Clement Adams hikâyesine şöyle devam ediyor:

“Bizimkiler, bu ülkeye Rusya ya da Moskof ülkesidendiğini ve İvan Vasileviç adını taşıyan o zamankikrallarının, uçsuz bucaksız toprakları idare ettiğiniöğrendiler...”

Kaptan Chancellor, memleketin içerilerine doğruilerledikçe Moskof ülkesinin, Caboto’nunyönetmeliğinde uyardığı ıssız doğu ülkelerinebenzemediğini açıkça görüyordu.

Chancellor, not defterine şunları yazmıştı:

“Bütün topraklar iyice işlenip buğday ekilmiş. Hergün, buğday ya da balık yüklü 700-800 kızağarastlayabilirsiniz. Moskova çok büyük. Bence bütünşehir, dolaylarıyla birlikte Londra’dan büyük...”

Chancellor, Moskova’da yüksek duvarlarlakuşatılmış mükemmel bir şato gördü. Şatoda dokuzmuhteşem kilise vardı. Çarın sarayı, eski zamanİngiliz binalarına benziyordu. Bilinmeyen ülkeleregiderken Chancellor, çok altın bulacağını umuyordu.Ve umduğunu buldu. Çok altın gördü. İngilizleri, AltınSalon denilen bir salona aldılar. Salondaki masalar,altın kaplarla doluydu. Sonra Ziyafet Salonunageçtiler. Orada da pek çok altın kupalar, 1-1,5 yardaboyunda altın testiler vardı. Bir masanın başındaomuzlarında peçetelerle iki soylu kişi duruyor,ellerinde inci ve değerli taşlarla süslü altın bardaklartutuyorlardı. Bunlar Çar’ın bardaklarıydı. Yemekler

yalnız Çar’a değil, bütün davetlilere altın kaplardaveriliyordu. Şarap kutuları som altındandı. Yemeğedavetli iki yüz kişi yemeklerini altın kaplardanyiyordu. Hizmet eden soylu kişiler sırmalı elbiselergiymişlerdi.

Yabancılar, Çar saraylarını işte böyle anlatıyorlardı.

Elimizde yabancıların notlarından başka, Ruslarınbıraktıkları tanıtlar da olmasaydı, o devir Moskova’sıhakkında pek az şey bilebilirdik.

Çar sarayının, yalnız altınlarıyla ünlü olmadığınıbiliyoruz. Altın Salonun duvarları, ünlü ressamlartarafından resimlenmişti. Holdeki on tabloda,eskiçağ komutanlarından İsus Navin’in savaş vezaferleri tasvir edilmişti. Bu tabloların görevi, uzakolmayan bir geçmişte Çar’ın Tatarlara karşıkazandığı zaferleri herkese hatırlatmaktı. Tavana,gök kubbeleri ve İsa resimleri, çevresine de, deliliğinyanında aklı, sonra, tabiat güçlerini, yani havaylaateşi, rüzgârları ve yılın dört mevsimini temsil edençıplak ve yarı çıplak şekiller çizilmişti.

Duvarlarda ve kemerlerde, yabancı misafirler Rustarihinden sahneler canlandıran tablolar ve

tarihinden sahneler canlandıran tablolar veVladimir’den başlayarak, prenslerini görüyorlardı.

Rus papazlarıyla boyarları, yeni tarzda çizilmişolup eskilere benzemeyen bu tablolara bakmaktançekinirlerdi.

Eskiden duvarlara yalnız aziz resimleri çizilirdi.Buradaysa İsa’nın hemen yanı başına, raks eden birkadın resmi yapılmıştı.

Bunlar dine aykırıydı ve Çar’ın Tanrı düşmanı kabulettiği bilime göre, kitaplara uyularak yapılıyordu.

Boyarlar, sakallarını sıvazlayıp uzun kalpaklarınısallayarak, gizlice kitapların eski dine getirdiği zararıanlatırlardı. Ama yabancı misafirler bu gizlikonuşmaları işitmezdi. Çünkü boyarlar Çar’ı yükseksesle över, onun mükemmel Tanrı gücünde bir zat,bilgili ve hatip olduğunu söylerlerdi.

Çar Korkunç İvan, gerçekten okumuş bir insandı.Kutsal kitaptan ve kilise büyüklerinin eserlerindenbazı parçaları ezbere bilirdi. Konuşmalarını Musevi,Yunan, Roma, Got, Fransız tarihlerinden ibretliörneklerle beslerdi. Mektuplarında, Tevrat’ta adlarıgeçen Davut, Süleyman, İsus, Navin gibi hükümdar

ve kahramanlardan başka Zeus, Apollon, Aineasgibi putperest tanrı ve kahramanların adlarına darastlanırdı.

Çar’ın emriyle Moskova’da, Nikolski Manastırı’ylaBelodorod adlı bir yabancının evi arasında birmatbaa kurulmuştu.

Usta bir matbaacı İvan Fydorof, baskı makinesiiçin gerekli her şeyi kendisi yapmış, harf kalıplarınıkendisi dökmüş, süslü kitap başlıklarını ve satırbaşlarındaki majüskül harfleri kendisi oymuştu.

Henüz yapı iskeleleri içinde olan matbaanınyanından geçen boyarlar, parmaklıklı kapılara,yüksek kuleye kaşlarını çatarak bakıyorlardı. Yeni herşey, ne boyarların hoşuna gidiyordu, ne prenslerin.Bunlar, her boyarın kendi malikânesinde başınabuyruk birer hükümdar olduğu eski zamanlarıunutamıyorlardı. Çar her şeyi kendi eline almıştı. EskiRus prenslerinin torunlarına yüz vermiyordu.

Bir zamanlar tarihçinin biri, halkın kalbinin birolması gerektiğinden söz ediyordu. İgor AlayıDestanı’nı yazan ozan kavgalarıyla düşmanı Rustopraklarına çektikleri için prensleri azarlıyordu.

topraklarına çektikleri için prensleri azarlıyordu.

İşte, prensler arasındaki kavgalara,geçimsizliklere son verilmişti. Çar Korkunç İvan, tümRusya’nın tek hâkimi olmak için, keyfine görehareket eden derebeylerini merhametsizce eziyordu.

Savaş yalnız ateş ve kılıçla değil, kalemleyapılıyordu. O zamandan kalma kitap ve mektuplarıokurken bu apaçık görülür. Mesela İvanPeresvetof’un kitaplarını alalım. Bunlar, iktidar henüzboyarların elindeyken, yani Korkunç İvan’ın çarlığınınilk yıllarında yazılmıştı.

Memur kısmından olan Peresvetof, yalan dolanlaservet sahibi olan, “tembel zenginler” dediğiboyarların foyasını açığa vuruyor, bunların, soylularıkendilerine uşak yapmalarına öfkeleniyor.Kitaplarından birinde şunları yazıyor: “İnsanlarınköleleştirildiği bir ülkede, cesur kimseler olamaz vedüşmana karşı korkusuzca savaşılamaz. Çünküköleleştirilmiş insana, rezil olmak vız gelir veböyleleri, gücü yetse de yetmese de, şeref peşindekoşmaz ve nasıl olsa köleyim, köle kalacağım, der.”

İşte o zamanın kitaplarından ikisi daha: Dereceler

Kitabı, Resimli Tarih Kitabı.

Bunlar, Çar’ı ve iktidarı övmek için yazılmıştantanalı kitaplardan; Çar şerefine dikilmiş birer anıtsanki. Dereceler Kitabı, Çar’ın en yakınadamlarından biri olan metropolit Makariy’in siparişiüzerine yazılmıştır. Kitapta, VladimirSvatoslavoviç’ten “Tüm Rusya’nın mutlak hükümdarıve birçok halk ve ülkenin galibi” dedikleri IV. İvan’akadar büyük prenslerin sayısına göre 17 kademe, 17bölüm vardı. Bu 17 kademeli anıtın en üstünde,Vladimir’den sonra on yedinci, Rutik’ten sonra dayirminci hükümdar olan Korkunç İvan’ın resmiduruyordu.

Resimli Tarih Kitabı da, diğeri gibi bir övgükitabıydı. Çar kâtipleriyle ressamlarının binlerceminyatür resmiyle doluydu. Bu kitapta, tarih olaylarınadair hikâyelerden sonra, Moskova hükümdarlarını,ayrıca Korkunç İvan’ı göklere çıkarmak amacıylauzun uzadıya açıklanmış fikirler geliyordu. Bundaşaşılacak bir şey yoktu. Çünkü kitabın redaktörübizzat Korkunç İvan’dı.

Fakat, eski soyluların kendi haklarını savunduğu

eserler de vardı: Prens Kurbski’nin Korkunç İvan’ayazdığı mektuplar bunlardandı.

Prens Kurbski, Yaroslav prenslerinintorunlarındandı. Onun soyu da Rüriklere kadarvarıyordu. Prens, tüm iktidarın Moskova Çarı’nageçmiş olmasıyla bağdaşmak istemiyordu. Kaçmışolduğu Litvanya’dan yazdığı mektupta, Çar ’ıngaddarlığını ve despotizmini açığa vuruyor, onu keyfiyönetim ve kana susamışlıkla suçluyordu. Çar buna,genişçe propaganda edilip etrafında çok gürültükoparılan büyük bir mektupla cevap verdi. Korkunçİvan, Kurbski’yi ihanetle suçluyor, idam ve affetmehakkının, Rusya’nın tek hükümdarı olma hakkınınkendisinde olduğunu ispata çalışıyordu.

Çar kalemde ustaydı, fakat rakibi de zamanının enokumuş adamlarındandı. Kurbski, Aristoteles’i biliyorCicero’yu Rusçaya çeviriyordu.

Çar İvan’a “Korkunç” lakabını vermişlerdi.Gerçekten de korkunçtu. Hem yalnız Ruslar içindeğil, yabancılar için de. Oysa Rus Devleti’nindüşmanları az değildi.

Bir zamanlar Rus topraklarından hem Batı’ya hem

Bir zamanlar Rus topraklarından hem Batı’ya hemDoğu’ya giden yollar ardına kadar açıktı.İskandinavya’dan Yunanistan’a giden yol daRusya’dan geçiyordu. Şimdi bu kapılar kapalıydı.Doğu’da ve Güney’de yolu Tatarlar tıkamıştı. BatıRus topraklarını komşuları zapt etmişti. Baltıkkıyılarında Livon şövalyelerinin kaleleri vardı. Hansatüccarları, yabancı tüccarları ve ustaları Moskova’yasokmuyorlardı.

Bir defa Korkunç İvan, yabancı ülkelerden yüzdenfazla usta çağırmıştı. Bu demirci, dökmeci, topçu,hekim, eczacı ve matbaacılar, aile ve ev eşyalarıylabirlikte bu uzak yola çıkmışlardı. Fakat Hansatüccarları, kendilerini Moskova’ya bırakmadılar.Lübek şehri Senato üyeleri, Çar elçisinin hapseatılmasını, ustaların da kovulmalarını emrettiler.

Böylece, batı, güney ve doğu kapıları kilitlendi.Bunları açmaya çabalayan Ruslar, bir yandanTatarlarla, öte yandan Livonyalılarla savaşıyorlardı.

Doğu kapıları, batıdakilerden önce açıldı. Rusordusu Kazan’ı zapt edip Volga’yı ele geçirdi.Böylelikle de, bir zamanlar Afanasiy Nikitin’in malgötürdüğü uzak ülkelere giden ve Moskova’dan

geçen yol, yeniden açılmış oldu.

Bu zaferin bir hatırası olarak Çar, Kremlinönlerinde, Rus Devleti’nin gücünü ebedileştirmekiçin yedi kâgir kilise kurulmasını emretti. Bu işitecrübeli ustalar olan Postnik’le Barma üzerlerinealdılar ve meseleyi şöyle çözdüler: Bir temel üzerine,yedi yerine dokuz kilise kurdular. Bunlar muazzambir tapınak meydana getirmişlerdi.

Bu tapınağın ortadaki sivri uçlu çadırımsı kulesi kırkyedi metreye yükseliyordu. Bunu, daha küçük sekizkule çevreliyordu.

Ustalar, tuğla duvarları yavaş yavaş daraltıpincelterek çıkıyorlardı. Dayandığı duvarları çökeltipezmemesi için, muazzam kulenin ağırlığını, orantılıolarak bütün duvarlara dağıtmak, bunun için de herbir kemeri akıllıca kurmak gerekiyordu.

Mühendisler bugün bir bina kurmaya kalksalar, ilkişleri tüm yapı kurallarına uyarak hesaplarını yapmakolur.

Postnik’le Barma, bu işi hiç hesapsızbaşarabilirler miydi? Elbette başaramazlardı. Fakat

onların zamanında mekaniğin kanunları, yapı kurallarıpek az biliniyordu. Ustalar bina işlerinde hesaptanfazla sezgilerine dayanarak, meseleleri göz kararıylaçözüyorlardı. Şimdi benim diyen bir mühendisPostnik ve Barma’nın göz kararıyla yarışamaz.

Bu iki usta, üzerlerine aldıkları güç görevi öyleustalıkla başarmışlardı ki, kurdukları kilise bugün detüm inşaatçılara parmak ısırtır.

Kilise tamamlandıktan sonra bir tarihçi: “Kâgir birtapınak yapılıp birçok harika resimle süslendi” diyeyazmıştı.

Fakat St. Bazil adını alan bu tapınağın en şaşırtıcıyanı, ilk bakışta göze çarpmaz. İnsanı şaşırtan düztuğla tavanları görmek için ikinci kattaki geçitlerdenbirine çıkmalı.

Bir kemerde, tuğlaların duvara dayanaraktutunduğunu herkes bilir. Ya düz bir tavanda neyedayanır bunlar?

Bir yerde tuğlalar söküldüğü zaman, tavanınsağlam kalması için demir çubuklarla desteklendiğianlaşılmıştır. Kiliseyi XVII. yy.’da tamamlayan ustalar,

demiri taşın ve tuğlanın hizmetine koşmuşlardı. Yanibunlar, zamanın üç yüz yıl ilerisindeydiler.

Rusya’da böyle hünerli ustalar az değildi.Şehirlerde, manastırlarda, Çar’ın çifliklerinde, büyükdemirhaneler vardı. Yalnız Kiril BeozerskManastırı’nın demirhanesinde yedi ocak, yedi körükve yedi örs vardı.

Tula’daki, Novgorod’daki “tophane”lerde çalışantecrübeli topçular, eski dövme usulüyle top yaptıklarıgibi, dökme usulle de top yaparlardı. Toplardanbazılarının ağırlığı yüzlerce, hatta binlerce pudubulurdu. Top dökmek kolay bir iş değildi. Toplar içinyusyuvarlak gülleler yapılıyordu. Ağızdan dolmatüfekler için de namlu yapıyor ve bunları çemberlepekiştiriyorlardı. Bu da tecrübe ve bilgi isterdi.

Rus top ustaları ve demircileri, madenlerinniteliklerini iyi bilirlerdi. Üniversite yüzügörmemişlerse de fizikçi ve madenciydiler.Stroganoflar ailesine ait tuzlalarda bir çeşit aşçı gibisuları buharlaştırıp tuzunu çıkaranlarsa kimyacılardı.Bu “aşçılar” “sert” ve “yumuşak” suların tümniteliklerini bilir, bunlardan tuz çıkarırlardı.

Ordu için barut yapan ustalar da kimyacıydı.

Finlandiya körfezi kıyısında, Beyaz Denizkıyılarında, eski Ustyug maden ocaklarında,madenciler demir cevheri çıkarırlardı. Kuzey DvinaIrmağı’nda ve Onega Gölü’nde akmaden taşı, Volgaboyunda kükürt elde edilirdi.

Maden uzmanları, yeni maden yatakları arıyordu.Doğa’ya karşı büyük bir savaş yürütülüyordu. Güçlübir devlet olan Rusya’nın, uçsuz bucaksıztopraklarında neler olduğunu tespite çalışıyorlardı.Böyle geniş bir ülkede usta ve alet sıkıntısı vardı.Bunlar Batı ülkelerinden getirtilebilirdi, amaLivonyalıların kaleleri Batı yolunu tıkıyordu. AncakKuzeyde, Dvina Irmağı’nın ağzında bulunan küçükkapı kalıyordu. Rus balıkçılarıyla, tüccarları ötedenberi kayıklarla Murmansk kıyılarını izleyerek Norveç’egiderlerdi. Hikâyelerini Chancellor’dan dinlediğimizİngiliz misafirleri de bu kuzey kapısındangelmişlerdi...

Sebastiano Caboto’nun üç gemisinden, ancak biriRusya’ya sağ salim ulaşabilmişti. Öteki gemilere,yani “İyi Umut”la “İyi Güven”e bağlanan umut ve

güven boşa çıkmıştı.

Bir Rus tarih kitabı, 1555 yılı kışında, KarelyalılarınMurmansk kıyılarında iki gemi bulduklarını yazar ve:“Bu gemiler limanda demir atmışlardı. İçindeki bütüninsanlar ölmüştü. Gemiler mal doluydu” der.

Galiba İngilizler, daha tecrübesiz kutup kâşifleriydive karlar arasında donmuşlardı.

“Edward - İyi Teşebbüs” adlı üçüncü gemihakkında Rus tarihçisi şöyle der: “Denizden DvinaIrmağı’na giren gemi, İngiliz Kralı Edward’ın elçisiRitsart’ın (Tarihçi, Richard’a Ritsart diyor) veberaberindeki misafirlerin, küçük gemilerleHolmogor’a geldiklerini bildirdi...”

Richard Chancellor, kendisini Kral Edward’ınelçisi olarak takdim etmişti. Çar Korkunç İvan da“Kralın elçisi Ritsart’ı ve İngiliz ülkesinden gelen öbürmisafirleri iyi kabul edip, Rusya’ya ticaret içinkorkmadan gelmelerini, mülk edinip binakurmalarına engel olunmamasını buyurdu.”

İngiliz tüccarlarına, Moskova’da Aziz MaksimKilisesi yakınlarında yer verildi. Ondan sonra İngiliz

gemileri her yıl Dvina’ya girmeye başladılar.

Richard Chancellor’la “İyi Teşebbüs” gemisininsonu ne olmuştu? Rus tarihi bu konuda susuyor.

Yüzyıllarda yaptığımız gezilerde, kılavuzumuzuyeniden değiştirmek zorundayız. Henry Lane adlı birİngiliz, dostlarından birine yazdığı mektupta,Chancellor’un Moskova’ya bir gezi daha yaptığınıbildirir. Chancellor, İngiltere’ye dönerek, YosifNepeya adındaki Rus elçisini de beraberinde almış.İskoçya kıyılarında “İyi Teşebbüs” gemisi kayalaraçarparak batmış, Chancellor ölmüş, Rus elçisi degüç kurtulmuş. Kraliçe Maria ve İngiliz tüccarları,adam gönderip elçiyi davet etmiş ve kendisiniLondra’da ağılamışlar.

Peçenga ve oradaki Rus manastırı yakınlarındakiMurmansk’da buzlar arasında duran “İyi Güven” ve“İyi Umut” gemilerini almak için, İngiltere’den kaptanve gemiciler gönderilmişti. Fakat buzlar arasındageçirdikleri iki kışta eskimiş olan bu gemiler, yoldabatmıştı.

“Büyük Kroki Kitabı”

Ruslar yalnız Batı’ya değil, Doğu’ya da yolaçıyorlardı.

Doğu ülkesi Sibirya’ya dair o zaman anlatılanefsanelere göre, Büyük Taş denen Urallar’ınötesinde dokuz halk yaşardı. Orada ağızlarıtepelerinde bulunan ucubeler vardı. Bundan başka,gözleri göğüslerinde, ağızları omuzları arasındabaşsızlar vardı. Bunlar insan yiyen kıllı yaratıklardı.

Bu ucubelere Heredotos’un Tarih’inde,Makedonyalı Büyük İskender’e dair uzun hikâyede vebilinmeyen ülkeler üstüne birçok kitapta defalarcarastlamıştık. İsmi var, cismi yok bu ucubeler, ne deuzun ömürlüymüş meğer! Ve bu gidişle bunlaryeryüzünden kovulsa bile, Mars’ta sözleri edilecekgaliba.

Efsane cıva gibi bir şey; tarihlerdeki, boşlukları,coğrafya haritalarındaki “bilinmeyen yerleri” illa kigidip dolduracak. Örneğin, Rusya’nın XVI. yy.’da biryabancı gezgin tarafından yapılmış haritasını alalım.Bu haritanın batı kısmı şehir, ırmak, göl adlarıyla dolu.Burası, şehir ve kaleleri işaret etmek için kullanılmışufacık kiliselerle, evlerle, kulübelerle o kadar dolu ki,

yenilerini koymaya yer kalmamış. Haritanın doğuyarısında bu işaretlere rastlanmıyor. Fakat burada daboş yer yok. “Bilinmeyen yerler”, resim ve yazılarladoldurulmuş, ama bu resimler olanı değil, olmayanıtasvir ediyor. Süslü bir çerçeve içine alınmış yazılarküçük birer efsanedir. İşte, Urallar’ın ötesindeki ObiIrmağı, onun arkasında da, kucağı çocuklu bir kadınheykeli. Yazıda şunlar yazılı: “Bu altın kadınaYugorlarla Obdorlar taparlar. Kâhin, yapılacak işi,göçülecek yeri hep bu kadına sorar. Put da(şaşılacak şey) karşılık verir ve her şey dediği gibiçıkar.”

Kazakistan steplerinde atlılar, develer, koyunlarçizilmiş ve altına şöyle bir yazı eklenmiş: “Bunlarinsan, deve, at ve koyun biçiminde kayalardır ki,anlaşılmayan bir değişiklik sonucunda oldukları gibitaşlaşan insan topluluğunu, koyun ve at sürüleriniifade eder. Bu mucize, üç yüz yıl kadar önceolmuştur.”

Resim ve efsane alabildiğine, ama gerçekteObi’nin doğusunda ne bir ırmak, ne bir dağ, ne de birşehir var.

Obi, o zaman Avrupalıların bildikleri dünyanın doğusınırıydı. Bu sınıra varıncaya kadar karanlıkormanlarda aylarca dolaşmak, soğuk sulu genişırmaklarda kayıklarla yolculuk etmek gerekirdi.Yolcuları, Kama Irmağında pusu kurmuş VolgaTatarları beklerdi. Sibirya’ya giden her yüz kişiden,çoğu zaman on kişi ya döner ya dönmezdi. Fakatcesur ve şanslı olanlar, değerli kürkler, ayıbalığıdişleri, gümüş ve süs eşyaları getirirlerdi. Mine, inciboncuktan işlenmiş bu süs eşyaları, Buhara veÜrgenç ustalarının eseriydi. Buharalı tüccarlar bunlarıkürkle değiştirmek için Altay’a ve Sibirya’ya götürür,böylece Sibiryalı avcıların eline geçen bu eşyaları,Kama Irmağında pusu kurmuş Volga Tatarlarıbeklerdi. Oradan da, Sibirya’ya giden Moskovalıvoyvodoların eline geçerdi.

Ruslar, doğuya doğru durmadan ilerliyorduStroganof adındaki tüccarlar, Kama Irmağı’ylakollarında şehirler kurup bunlara avcılar yerleştiriyor,tuz çıkarıyor, orman köklüyor, ham toprakları tarımaelverişli hale getiriyorlardı. Boyarlardan, toprakağalarından kaçak Kazaklar, Stroganoflarınhizmetine giriyorlardı. O devirde köylünün yaşayışı

ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Köylü hem Çar’a vergiödemek, hem de toprak ağasına ürünün bir kısmınıvermek zorundaydı. Vergiler gitgide artıyordu. Çar’a,orduyu beslemek, silahla donatmak, memur tutmakiçin para gerekti. Çar, soylulara hizmetleri içinçiftlikler bağışlardı. Birer toprak ağası olan bunlar,çiftliklerindeki köylüleri öyle gaddarca soyup soğanaçevirirlerdi ki, sömürülecek bir şey kalmadığı içinkendilerine başka çiftlikler verilirdi.

Korkunç İvan, hizmetindeki adamlara, nerede birfesatçılık, bir ayaklanma olursa bulup kökünükazımayı emretmişti. Ve bunlar, olan yerde deolmayan yerde de ille bir ayaklanma bulurlardı. Başeğmeyen boyarların malikâneleri yakılıp yıkılır,sonunda kabak köylülerin başında patlardı. Köylütarlaları atlara çiğnetilir, evleri yıkılırdı. Tozu dumanakatarak geçip giden yağız atlı bir asker kafilesininardından korkuyla bakarlardı. Kimsenin hayatıemniyette değildi. Köylüler, hamam böceklerinin bileyiyecek bulamadıkları isli evlerinden, steplere,ormanlara, Don, Yayık, Volga ve Kama taraflarınakaçıp özgür insanlar oluyorlardı. Bunlar geçimleriniavcılıkla, balıkçılıkla, haydutlukla sağlar, Tatar

köylerini basar, Rus kervanlarını soyarlardı. Çarınvoyvodaları, bu haydut Kazak şebekelerini cezasızbırakmazlardı. Bazen Kazakların pişman olup RusDevleti’nin sınırlarını Tatarlara karşı savunmak içinÇar’ın hizmetine girdikleri de olurdu. Kazak taburları,Kama boyundaki şehirleri Tatarlara karşı savunur,Urallar’ı aşıp Tatarlara ve Yugorlara saldırırlardı.Stroganoflar artık İrtiş ve Tobol Irmakları’nda şehirlerkurmayı tasarlıyorlardı. Çar Korkunç İvan, kendisine“tüm Sibirya’nın hâkimi” diyorduysa da, Sibirya dahaRusya’ya katılmamıştı.

Rusya’da, Yermak Timofeyeviç’i bilmeyen zorbulunur. Bir avuç Kazak ve birkaç kayıkla, Sibirya’yıfethetmeye girişen bu insanın, ne kadar cesur veazimli olması gerekti.

Tren, dümdüz Sibirya steplerinde günlerceilerlerken, büyük Sibirya’nın ırmakları köprülerinaltından akarken, yolcu pencereden bu engintopraklara bakıp Yermak’ı hatırlar. Bir avuç insanın,bu kadar geniş bir ülkeyi nasıl fethedebildiği,kendisine bilmece gibi gelir, Yermak’ın müfrezesistep okyanusunda bir kum tanesi gibiydi. Fakat bukum tanesi tüm stepleri fethetmişti.

Kaldı ki, mesele yalnız uçsuz bucaksızmesafelerde değildi. Sibirya’nın sert tabiatı, yarı belibulan karları, kara kışları ve fırtınaları hep Kazaklarakarşıydı. Kalabalık Tatar müfrezeleri de Kazaklaragöz açtırmıyordu. Rusların sayısı bini bilebulmamışken, Tatarlar on binlerceydi. Gerçi Ruslarınateşli silahları vardı.

Tatarlar şöyle derdi:

“Yayları ateş püskürten askerler gibiydi.Patlayışları gök gürlemesi gibi. Attıkları oklargörünmüyor, ama insanı yaralayıp öldürüyor, zırhlıelbiselerimizi delip geçiyor.”

Yermak’ın müfrezesi, saldıran Tatarları püskürtepüskürte ırmaklardan ilerliyordu. Düşman, ansızınsaldırıyordu. Kazaklar, gece gündüz rahat yüzügörmüyordu. Anayurt uzaktaydı. Ve her gün birazdaha uzaklaşıyordu.

Yermak bir defa Kazakları toplayıp kendilerineşöyle seslendi:

“Nereye kaçalım? Artık güz. Irmaklar buz tutmaya

başlıyor. Adımızı kötüye çıkarmayalım... Geridönersek ayıp ederiz ve sözümüzde durmamışoluruz. Her şeye gücü yeten Tanrı yardımınıesirgemezse, bu ülkede adımız unutulmayacak,şanımız ebedileşecek.”

Kazaklar ileri gitmeyi kararlaştırdı.

Ruslar, Tatar kasabalarını birer birer zapt ederekilerliyorlardı. Çok Rus, Tatar, Ostiyak ve Vogul kanıdöküldü.

Sonunda Kazaklar, en büyük Tatar kalesinedayandılar. Tatarlar İrtiş Irmağı’nın dik kıyısında mevzialmışlardı. Han Küçüm, tüm ordusuyla buradaydı.

Ruslar İrtiş’i yüzerek geçip Tatarların ağaçkütüklerinden yaptıkları istihkâmlara saldırdılar. Busavaşta yüzden fazla kurban verdiler. Oysa hepsibirkaç yüz kişiydi. Ama kaleyi aldılar. Han Küçümkaçtı.

Kazakların eline pek çok altın, gümüş, değerlitaşlar, binlerce değerli kürk geçti.

Yermak, Sibirya’nın egemeni olmuştu. Basbayağı

bir “hükümdar kulu” olduğunu biliyordu. Yenifethedilen Sibirya ülkesini Korkunç İvan’a sunmakiçin arkadaşı İvan Koltso’yu Moskova’ya gönderdi.

Atasözü “yerin kulağı var” der. İvan Koltso dahaMoskova’ya gelmeden, Çar’a “Yermak’ınhaydutlarının” Sibirya’da astığı astık, kestiği kestikkişiler olduklarını jurnallediler. Boyarlar, toprakköleliğinden kaçıp özgür hayatı seçenlere hırsız vehaydut diyorlardı. Çar Stroganoflara sert bir fermangönderdi. Yermak’ın elçisi tam o sırada yetişti.

Çar, elçileri çok iyi karşılayıp KomutanlarıYermak’a kendi kürkünü bağışladı ve voyvodalarınıonun yardımına gönderdi. Başı darda olan Yermakbu yardıma pek muhtaçtı. Tatarlar ikide birsaldırıyorlardı. Bir gece, İrtiş kıyısında uyuyan Kazakmüfrezesini basıp kırmışlardı. Tek başına kalanYermak, ırmağı yüzerek geçip kurtulmaya çabalamış,fakat ağır zırhları kendisini ırmağın dibine batırmıştı.

Yermak boğulmuştu. Ama ilk müfrezelerinpeşinden yenileri gidiyordu. Bunlar taygaormanlarında kendilerine yol açıyor, bilinmeyenırmaklarda kayıklarla ilerliyorlardı. Bazen ırmakların

bunları kuzeye, Buz Okyanusu kıyılarına götürdüğüoluyordu. Kışın kar fırtınalarına, yazın bunaltıcısıcaklarına dayanmak gerekiyordu. Yolları, sıkormanlardan, bataklık tundralardan, yüzer buzlardangeçiyordu. Fakat Pasifik ve Buz Okyanuslarınadoğru bu akını hiçbir kuvvet durduramazdı.

Rusya’ya katılış, Yakutlara, Buryatlara, Evenklereçok pahalıya mal olmuştu. Bunları hem Çar’ınvoyvodaları, hem tüccarlarla zanaatçılar zulmedipsoymaya başlamışlardı. Fakat yine de bu ağır yol,ileriye doğru giden bir yoldu. Çünkü Sibirya halkları,Rus halkından yüzyıllarca gerideydiler. Kuzeydeavcılar daha demiri bilmiyor, ok uçlarını taştanyapıyorlardı.

Rus halkıyla temas kuran Sibirya halkları, tarihselgelişme yolunda daha hızla yürümeye başladılar.

Bilinen meskûn dünyaya bazı yüzlerce kilometremesafede tek bir insani konutun bulunmadığı genişboş topraklar eklendi. Bu topraklar, yalnız haritadadeğil, dünyada da alabildiğine geniş “bilinmeyenyerlerdi”.

Ve Ruslar bu “bilinmeyen yerleri” doldurmaya

Ve Ruslar bu “bilinmeyen yerleri” doldurmayabaşladılar: Şehirler kuruyor, stepleri sürüyor, taygaormanlarında yol açıyor, ırmaklarda köprülerkuruyorlardı...

Moskova’da devletin kâtipleri, Büyük KrokiKitabı’nı kopya ediyorlardı. Moskova’ya giden bütünyollar bu kitapta işaret edilmişti. Şimdi Tümer veTobolsk gibi yeni kurulan şehirlere giden yollar dakitaba alınmıştı. Büyük Obi Irmağı, dünyanın kenarıolmaktan çıkmıştı.

Öte yandan Kremlin’deki Çar saraylarındanbirinde, Rusya’nın haritası çiziliyordu. Rus toprakları,Kuzey Denizi’nden Hazar Denizi’ne, AralDenizi’nden Dniyester’e kadar geniş alanlarıkaplıyordu. Çarın oğlu, kalemini haritanın üzerindegezdirirken hayali uzaklara Taş Çember denenUrallar’ın arkasına, büyük Obi Irmağı’nın ötelerine,Sibirya’nın orman ve steplerine uçup gidiyordu...

Böylece, Moskova’da, Londra’da, Madrid’de veLizbon’ da, ortak gayretlerle, gezegenin büyükkrokisi, yani yeryuvarlağının haritası doğuyordu.

8

Tarihin SayfalarıBir zamanlar, Yunanlılar, Persler, Romalılar,

Kartacalılar, Bizanslılar, Araplar, Venedikliler, Türklersırayla denizlere hâkim olmak için savaşagirişmişlerdi. Bu savaşlarda gemiler batıyor, dalgalarkana boyanıyordu. Fakat deniz, halkları yalnızayırmakla kalmıyor, birleştiriyordu da. Denizkıyısındaki şehirlerde diller, töreler, inançlar birbirinekarışıyordu. Gemiler sadece hünerli ellerden çıkmışeşyaları değil, bunları yapma sanatını da bir ülkedendiğerine götürüyorlardı. Ülke ülke dolaşan bilimadamları, çeşitli halkların tecrübelerini bir arayatopluyor, birçok kültürden bir kültür meydanageliyordu.

Derken Deniz Devri’nin yerini Okyanus Devrialmış, denizlere hâkim olmak uğrundaki eski kavgadaha büyük bir şiddetle alevlenmişti.

Okyanusta karşılaştıklarında savaşmak fırsatınıkaçırmayan gemiler, bir kıtadan diğerine hayvan,töre, ağaç, maden ve yabancı dillerden kelimeler detaşıyordu.

Ömürlerinde Kongo ya da Nijer Irmakları’ndanbaşka bir şey görmemiş olan zenciler,Mississippi’ye göçürülüyordu.

Amerika’dan getirilen patates, Avrupa tarlalarındabuğdayla yan yana bitiyordu.

Kızılderililerin dilinden kakao, tütün, mısır gibisözler Avrupa dillerine giriyordu.

Limanlarda tüccar ve denizciler, eskiden kimseninbilmediği iğrenç kokulu bir bitkinin dumanını içlerineçekiyor, sonra tükürüyorlardı. Paris kahvelerinde,biberli Meksika kakaosu ikram ediliyordu.Müşteriler, okyanus ötesinden gelen bu buruk içkiyi,midelerini yakmasın diye, yudum yudum içiyorlardı.

Amerika steplerinde, Avrupa’dan getirilipyabanileşmiş at sürüleri otluyordu. Oysa eskidenKızılderililer atın ne olduğunu bilmezlerdi ve ilk defagördüklerinde ona bir harika gözüyle bakmışlardı. İkibaşlı canavar dedikleri ata binmiş insanı görünce,binlerce cesur Kızılderili korkarak kaçardı. İnsanınattan inmesiyle, canavar birken ikiye ayrılınca dakorkudan ödleri kopardı.

Binlerce kilometre suyun ve toprağın ayırdığı şeylerhızla birbirine karışmaya başlamıştı.

Yeni dünyada, milletler, diller, töreler, bitkiler,hayvanlar yeniden karışıyordu.

Okyanus kıyısındaki Amerika şehirlerinde, eskiİskenderiye’de olduğu gibi, derilerinin rengi çeşitliinsanlara rastlanabilir, birçok dilden sözlerişitilebilirdi.

Tarihte yeni bir bölüm başlamıştı...

Tarihe, ta başından şöyle bir göz atalım: İşte birgrup ilkel avcı, bıçak ve mızrak ucu yapmak için,çakmaktaşı aramak üzere bir ırmağa doğru gidiyor.

Birkaç bin yıl sonra, aynı ırmakta kayıklar dolaşıyor.Komşu kabilelerle değiş tokuş için götürdüğü kabanakışlı çanak çömleği kayığa yükleyen insan, artıkdünyada yalnız olmadığını biliyordu.

Sayfalar birer birer gözlerimizin önündecanlanmaya devam ediyor: Deniz kıyısında bir şehirmeydana geliyor, limanda başka bir şehir meydanageliyor, limanda başka şehir ve ülkelerden gelen

gemiler duruyor. Artık halkları birleştiren ırmak değil,deniz. Fakat deniz bunları aynı zamanda ayırıyor da.Çünkü denizyolları için şehirler arasında savaşbaşlıyor.

Tarihin sayfaları savaş, zafer, yenilgi ve buluşlarladolu.

Ve işte Kolomb’un gemileri Atlantik Okyanusu’nuaşıyor, Ruslar, müfreze müfreze Pasifik Okyanusu’nadoğru ilerliyorlar...

Aradan birkaç yüzyıl daha geçiyor. İnsan uçmayabaşlıyor. Hava okyanusu devri başlıyor. Artık yalnızdenizde ve karada değil, havada da geçmişzamanların bütün savaşlarını gölgede bırakan şiddetlisavaşlar oluyor.

Fakat öte yandan, hangi deniz, hangi okyanus,halkları hava okyanusunun birleştirdiği gibibirleştirebilir? Her şehir, kıyıları her yerde olan buokyanusun bir limanı olabilirdi...

Ama pek ilerilere gittik yine. Şimdi önümüzde açıkduran sayfalarda söz konusu insanlar, uçak şöyledursun, lokomotifi bile akıllarından geçirmiyor ve at

üzerinde karada, yelkenli gemilerle de okyanuslardadolaşıyorlardı.

Dünyayı Tanımak Güç

İnsanların, doğup büyüdükleri köylerde yaşayıpdünyada olup bitenlerden habersiz oldukları eskizamanlar, ağır aksak akan hayat nerede kalmıştı?

İnsanlar bir yerde duramaz olmuşlardı. Yollardanmal yüklü araba kafileleri gidip geliyor, birkaç çift atkoşulmuş kupa arabaları, yalpalaya yalpalayaçukurlardan geçiyordu.

Yollar kötü mü kötüydü. Üç çift at koşulurdu buarabaya. Ama bunu çalım satmak için yapmazlardı.Bu bir zorunluluktu. Ağır kupa arabası çamurasaplanıp kaldığında onu çıkarabilmek için en yakınköyden at getirmek gerekiyordu. Büyük toprakağalarının yulafla beslenmiş atlarıyla yan yanakoşulan, samana da, ağır işe de alışık köylü atları,kocaman tekerlekleri yapışkan koyu çamurdançıkarmaya çabalarlardı.

Bazı yerlerde yollara taş döşenmeye başlanmıştı.Böyle yollarda yolcu dinlenebilir, arabacı da

sarsıntıdan düşme korkusu duymadanuyuklayabilirdi.

Acele işi olan dört nala giderdi. Tüccarlar,heybelerindeki mal örnekleriyle rahvan giderlerdi.Dünyanın ilk postacıları da, çantalarındaki mektup vepaketlerle yine dörtnala koşarlardı. Mektup olağanbir şey olmuştu. Postacı ya da bu şerefli göreviüzerine alan bir arabacı, kapılarını çaldığında insanlarartık korkmazdı. Tüccarlar, başka bir şehirdekifiyatları ve haberleri mektuplardan öğrenirlerdi.

Eskiden insanlar, bazen komşu köyde bile olupbitenlerden habersiz yaşarken, artık küçük birkasabada bile, İspanya Kralı’nın, limanlarındakiHollanda gemilerini tutuklama emrini niçin verdiği vebu yüzden karanfil fiyatlarının artıp artmayacağıüstüne kafa yoruyorlardı.

Haberler hem mektuplardan, hem de hanlara yeniinenlerden öğrenilirdi. Hanları tanımak kolaydı.Avlusunda bir yanda yorgun, terli atlar arabalardançözülür, öte yanda yeni yemlenip sulanmış atlarkoşulurdu. Ardına kadar açık kapılardan, gülüşmeler,şişe sesleri işitilir, tok bir insanın bile iştahını açan

kızartma et kokusu gelirdi. Salonda, üstlerindenbaşlarından atla yolculuk yaptıkları belli olan insanlar,sırtlarını ocağa vermiş ısınırlardı. Hanın önündekidirekte, üzerinde altın aslan ya da kır at resmibulunan kalkan biçiminde bir tabela dururdu. Butabelanın ne ifade ettiğini anlamak için insanınokumuş olması gerekmezdi.

Şehirdeki tabela sayısı gittikçe artıyordu.

Bir berber dükkânında asılı pırıl pırıl tasın yanında,fırıncının yaldızlı simidi sallanırdı.

İlk küçük bakkal dükkânları da belirmişti. Bunlardatoplu iğneden ringa balığına, çoraptan çiviye kadarher şey satılırdı.

Toptancı zengin tüccarlar, ufak dükkân sahiplerinetepeden bakarlardı. Çünkü kendileri binlerce markla,sterlinle, şilingle, rubleyle oynarlardı. Bürolarındakâtipler, gece yarılarına kadar muhasebe defterlerinirakamlarla doldururlardı. Bu kocaman, ağır defterlereski tüccarların hesap defterlerine benzemezdi.

Dedelerin zamanında şöyle yazılara rastlanırdıherhangi bir tüccarın defterinde: “Bir düzine eldiven

sattım. Fiyatını hatırlamıyorum. Bundan başka ikiparça al çuha satmıştım, ama kime sattığımıunuttum... Gent kadifesinden bizim karıya şu kadararşın elbiselik verildi.”

Bazen de deftere not bile etmez, mendilde yapılanbir düğümle yetinirlerdi. Çünkü eli kalem tutan azdı.

Artık hâkim olan kanıya göreyse, okuma-yazmabilmeyen tüccar olamazdı.

Hindistan’dan ya da Amerika’dan gelen mal yüklügemi kafileleri söz konusuyken, bu alışverişmuameleleri ve ortada dönen sermaye akılda nasıltutulabilirdi. Hesaplar düğümle yürütülecek olursa,binlerce mendil bile az gelirdi buna.

Eskiden yalnız rahipler, üniversiteliler, liseliler, birde ilahiyat hocaları okuma yazma bilirken, artık herzümreden insanlar kitap okuyordu.

Kitaplar ucuzlamıştı. Çünkü artık yazılmıyor,Gutenberg’ in icadı matbaa makinelerinde yüzlercesibirden basılıyordu.

Parşömen kullanılmaz olup yerini kâğıt

“değirmen”lerinde yapılan kâğıda bırakmıştı. Kâğıt,parşömen kadar sağlam değilse de, daha ucuzdu.

Kitapçı dükkânlarının kapılarına, yeni çıkankitapların reklamları yerine, bunların kapakları asılırdı.Maksat, müşteriye teklif edilen mal hakkında fikirvermekti.

Yunan ve Roma yazarlarının eserleri, okyanusötesi ülkeler hakkındaki hikâyeler, eski ortaçağdüzeniyle alay eden kitaplar hemen kapışılırdı.

Obur Pantagruel’in sucukları nasıl yuttuğunu ya daGargantua’nın, daha beş yaşındayken tahta bir atüzerinde şövalyelerin düellosuna katılışını okuyanlargülmekten katılırlardı.

Kitaplarda şövalyeler, papazlar, sahte bilimadamları yeriliyor, yerin dibine batırılıyordu.Şövalyelerin işi gücü yiyip içmek, sonra kavgaetmekti. Oruç tutup dine uymayı salık veren papazlar,kendileri kilisenin semtine bile uğramaz, manastırmutfağında geçirirlerdi günlerini. Sahte bilimadamları, düşüncelerini, kendilerinin bileanlamadıkları esrarengiz işaretlerle ifade etmesanatında birbirleriyle yarışırlardı.

sanatında birbirleriyle yarışırlardı.

İlahiyat hocası Ortuin Gratsiya’ya yazılmış Cahilİnsanların Mektupları adlı eserin ne iğneli bir dili, neakıcı bir üslubu vardı!

Bu ilahiyat hocasının yenilik düşmanı olduğunubilmeyen yoktu. Dostları ona yazdıkları mektuplarda,kendi cahilliklerini öyle içtenlikle överlerdi ki, okuyanbunların alay niyetiyle yazılmış olduğunu hemen sezerve kitabı bitirince sezişinde yanılmadığını anlardı.Ortuin’e son mektup, merhum bir dostu tarafındancennetten gönderilmiştir. Mektubu yazan, OrtuinGratsiya’ya ve onun gibi düşünenlere, sözünüesirgemeden “okumuş eşşekler” der.

Bu kitabın, cahillere dost olanlar tarafından değil,onlara düşman olanlar tarafından yazıldığınıanlamamak için, insanın gerçekten ahmak olmasıgerekirdi.

Küplere binen cahiller, böyle kitapların hemenyakılmasını ister, çoğu zaman da istekleri olurdu. Buhallerde kilise önündeki bir meydanda hemenateşler yakılırdı. Üniversite kapılarından, öğretmenler,ilahiyat hocaları, öğrenciler kafilesi çıkardı. Kafilenin

önünde yürüyen müzik takımı, bakır boruları vargücüyle üflerdi. Kitapların nasıl yakılacağınıseyretmek için halk meydana üşüşürdü.

Fakat bütün kitaplar yakılmazdı ya. Artık bunlaryüzlerce, binlerce nüsha basılıyordu. Ateşten kurtulannüshalar, elden ele geçerek evlerde saklanıyordu.

İnsanlar dedelerinin düşündüğü ve ilahiyathocalarının öğrettiği gibi değil, yeni bir yöndedüşünmeyi öğreniyorlardı.

Dünya başkalaşmıştı ve eskiden gerçek sanılanlar,gözün gördükleriyle uzlaşamıyordu. Ama bunlar,savaşsız teslim olmak, çekilip gitmek deistemiyordu.

9 Bir Kitabın Başına Gelenler

Gerçeklere dayanan bir hikâyemizde, kahramanınadı, neredeyse her bölümde değişiyor. Bizim deikide bir, bir şehirden diğerine, bir ülkeden ötekinegitmemiz gerekiyor.

Baltık Denizi’nin sisli kıyılarına doğru yürüyelim

bakalım. Denize uzanan dar bir kara parçasınınmeydana getirdiği körfezde Frauenburg adındakiPolonya şehrini bulalım. Şehirde yamaçtaki şatoyuçeviren kırmızı kiremitli, sivri damlı evler bu şatodasığınak arıyor gibiydiler.

Şatoyu dört köşe surlar çevreliyordu, bunlargüneye, doğuya ve batıya bakıyordu. Şatoyadefalarca saldıran Töton şövalyeleri, civardakiköyleri yakmış, bahçe ve tarlaları çiğnemiş, fakatşatoyu ele geçirememişlerdi.

Ama burası gerçekten bir şato muydu?

Surların üzerinde, bir kilisenin sivri kuleleri gökleredoğru yükseliyordu. Tören saatlerinde, kulelerdekiçanların sesleri ta uzaklardan işitilirdi.

Beyaz duvarlarla çevrili bahçenin gölgeliyollarında, kenarları kürklü şapkalar ve geniş yenlielbiseler giymiş insanlar dolaşırdı. Bunların dinadamı oldukları hemen göze çarpardı.

Sakın bir manastır olmasındı burası?

O da değildi. Bu cübbeli insanların yaşayışı,

rahiplerinkine benzemezdi. Çoğu, dua okuma sırasıkendisine geldiği zaman, parayla bir papaz tutupokutur ve sırasını savardı. Geniş tarlaların getirdiğigelir, civardaki şehir ve köylerden alınan vergi,bunlara iyi bir hayat sağlardı. Bunlar şövalye değildi,kanonikus’tular, ama başları olan Varma Piskoposuhiçbir hükümdara boyun eğmezdi. Kanonikus’larpiskoposa bağlı olup onun güruhuydular.

Fakat biz, Avrupa şehirleri arasında Frauenburg’u,bu arı beyi gibi temel parazitlerden bahsetmek içinseçmedik. Bu arı kovanında, sıradan arı gibi çalışanbir insan da vardı.

Kuzey batıya bakan kulenin üst penceresindegece yarılarına kadar mum yanardı. Bulutsuzgecelerde kule kapısı açılır, geniş kale duvarına birihtiyar çıkardı. Bir elinde fener, öbür elinde degönyeyi andıran acayip bir alet olurdu. Feneri yerebırakıp aleti bir yere yerleştirip bağladıktan sonra,kale duvarındaki korkuluğa dayanarak gökyüzünüdikkatle seyre dalardı. Yıldızları eski tanıdıklarmış gibiselamlar, onlar da kendisine “iyi geceler” dercesinekarşılık verirdi sanki. Sonra ihtiyar, aletine dönerdi.Gönyenin kenarlarından biri boru görevini görürdü.

Buna, delikli iki ufacık tahta bağlanmıştı. Aleti biryıldıza yöneltebilmek için, yıldızı bu iki deliktengörmek şarttı. Bir gün ihtiyar, gönyeyi ekseniçevresinde döndürerek, titreşen yıldızlar arasında birdamla şarap gibi yanan sabit bir kızıl noktayaçevirmişti: Mars’tı bu. Sonra feneri kaldırıp gönyeninüzerine mürekkeple işaretlenmiş çizgileri saymıştı.Böylece, gezegenin yüksekliği bulunmuştu.

Gökyüzü bulutsuz olduğu için ihtiyar memnundu.Kuzeyde böyle geceler seyrekti. Yıllarca önce,yıldızları incelemeyi yeni öğrenirken kendisine alfabeişini gören İtalyan gökyüzünü hatırladı. Sonra ilköğretmeni, müneccim Dominiko di Novara geldigözlerinin önüne. Çok güç şartlarda çalışmakzorundaydı Profesör Novara. Takvimler tertipler, falkitapları yazar, Güneş ve Ay tutulmalarını hesaplar,uğurlu ve uğursuz günleri belirlerdi. Hiç sevmediği buişlerle, ancak hayatını kazanmak için uğraşırdı.Yıldızları gözlemek için ilkin yaşamak gerekti.

Hey gidi günler...

İhtiyar, cübbesini ilikleyerek odasına döndü.Masanın üstünde elle yazılmış bir kitap duruyordu. Bu

onun çocuğuydu. Bir çocuk, annesi için neyse, bukitap da ihtiyar için oydu. Gerçi ihtiyarın çocuğu artıkotuzunu aşkındı.

İhtiyar, “yazdıklarını dokuz yıl sonra yayımla” diyenHoratius’un tavsiyesini hatırladı. Artık hemen hemendört kere dokuz yıl geçmişti, kitapsa hep el yazısındakalmış, masada duruyordu.

İhtiyar, büyük sayfaları karıştırdı. İlk sayfadaLatince:

“Tornlu Nikola Kopernik’in GökkubbelerininDönmesine Dair Altı Kitabı” yazılıydı.

Kitabı bir defa daha bölüm bölüm gözden geçirdi.Kaçıncı göz gezdirişti bu kim bilir!

Altı kitaptan ilkinde, dünyanın biçimi sözkonusuydu. Dünyanın küre biçiminde olduğunuinsanların kafalarına sokmak ne güçmüş meğer!

Kopernik, Lactantius adındaki filozofun şu sözlerinihatırladı: “Güya dünyanın öte yanında, ot ve ağaçlarınköklerinin yukarıya doğru büyüdüğüne, insanların daayakları yukarıda, başları aşağıda olduğuna, ancak

bir deli inanabilir.”

Hıristiyan olan bu Romalı hatip, bir güzel konuşmaöğretmeni, fakat ne var ki bilimden yana yayaydı.Ama cahilliği, kendisinden daha bilgililerle alayetmesine engel olmamıştı. Oysa, çocukçadüşünceleriyle asıl kendisi alay konusu olabilirdi.

Kopernik şöyle düşündü üzülerek:

“Aradan yüzlerce yıl geçtiği halde, daha Lactantiusgibileri yok değil. Bir şeyi anlamak istemeyeninsanları ona inandıramazsın. Cahil bilim adamları,bu kitabı okudukları zaman ne diyecekler? Dünyanınhareketsiz olduğuna inanmışken, birdenbire ortadakitahtta dünyanın değil, güneşin bulunduğu şu evrentablosunu görecekler. Güneş, bir hükümdar gibigezegenler ailesini yönetiyor. Dünya, sadece bu altıüyeli gezegen ailesinden biri olup Venüs’le Marsarasında kendisine ayrılan dairede dönüyor.”

Kopernik, düşmanlarını unutmuş, eserine,tablosuna imrenerek bakıyordu.

Gezegenlerin bu biçimde yerleştirilişi,Aristoteles’le Ptolemaios’tan beri herkesçe kabul

edilmiş olandan daha doğruydu. Bu tabloda,gezegenlerin geriye dönüşlerini açıklamak içinbirçok daire çizmek gerekmişti. Az buçuk matematikbilen, bu tabloya bakınca, örneğin Mars’ın niçinbazen küçük, bazen de büyük göründüğünü hemenanlar. Çünkü Mars, dünyadan bir uzaklaşır, bir deyaklaşır.

Gezegenlerin bu biçimde yerleştirilişinde, başkahiçbir yerde bulunamayan bir ahenk, aralarındasağlam bir bağlılık vardı ve astronomları rahatsızeden tüm çelişkiler, tüm uyuşmazlıklar bir çırpıdagörünüyordu. Astronomlar, yılın uzunluğunu tamolarak hesaplayacak durumda değillerdi. Az çok işeyarayacak bir takvim bile yapamamışlardı. Yıldızlarınhareketini hesaplarken, evren üstüne kurulmuş çeşitlinazariyelerden faydalanıyorlardı. Bu, bir ressamın,çeşitli tablolardan aldığı kol, bacak ve başlardanucubeler yapması gibi bir şeydi.

Kopernik kendi hayatının sayfalarını çeviriyormuşgibi, kitabın sayfalarını çevirmeye devam ediyordu.Bu düzgün satırlarda ne büyük endişe ve şüpheler,ne çok uykusuz geceler gizliydi. Tek başına herkesekarşı çıkmak kolay mıydı?

Kitap daha yayımlanmamıştı, hakkında sadecesöylentiler dolaşıyordu, ama zaten düşmanlarıçıkmıştı ortaya. “Küstaha bak hele, demek dönengüneş değil, dünya ha? Ya kutsal kitap ne diyor? İsa,güneşe emretti durması için, dünyaya değil.Yöneticiler ne güne duruyor, niye tedbir almıyorlar?Kitap bir çıksın, gösteririz biz ona” diyorduKopernik’in düşmanları.

Demek, kitabın masada biraz daha durması, dahaiyi zamanları beklemesi gerekiyordu. Kitabın dostlarıda vardı. Bunlar azdı, ama bilgili, aydın kimselerdi.

Kopernik yine gençlik yıllarını, İtalyan bilimadamlarıyla sohbetlerini hatırladı. Konuştuklarımeseleler, hep kilisenin yasakladığı meselelerdi, birdindarın şüphelenmesi gerekmeyen şeylerde şüpheederdi. O zaman da akıldan geçen her şey yazılmazve her yazılan basılmazdı. Sohbete başlamadanönce kapılar sımsıkı kapanırdı. Çünkü engizisyonunher yerde kulağı vardı.

Yine de, yeni düşünceler rollerini oynuyordu. İtalyanbilim adamlarıyla konuşmalar olmasaydı, kim bilir,

belki bu kitap da yazılmazdı.

Kopernik kitabı kapadı ve mumu alıp küçük yatakodasına geçti. Burada dar yatağın üstündeki rafta,sıra sıra deri ciltli kitaplar duruyordu. Kopernik’insevdiği şairlerle filozofların kitaplarıydı bunlar.Düşüncelerindeki heyecanı, isyan eden kalbinihekzametron vezniyle yazılmış şiirle yatıştırmak içinraftan Vergilius’u alıp okumaya daldı.

Kitabın Dostları

Yıllar birbirini izliyordu. Yeryuvarlağı, üzerindeyaşayanlardan pek azının bunu bildiğine aldırışetmeden daireler çizerek dönüyordu.

Daha iyi zamanlar bekleyen Kopernik’in kitabıysahep masanın üzerinde duruyordu. Zamansaiyileşmek şöyle dursun, tam tersine kötüleşiyordu.

Frauenburg’a, doktor Gozius adında yeni birkanonikus gelmişti “Zındıkların çekici” diyorlardıbuna. Her şeyde zındıklık, dinden sapma görüyorduGozius. Kopernik’in her adımını izliyor, öğrendiklerinipiskoposa yetiştiriyordu. Kopernik gözdendüşmüştü. Genç kanonikuslar, kendisiyle temastan

çekiniyorlardı. Kopernik’le konuşmak bile, şüpheçekebilirdi.

Kopernik’in başından bela eksik olmuyordu.Şatoda yalnız bir dostu vardı, onu da Tanrısızlıklasuçlayıp kovdular.

İhtiyar astronom, kulesinden hemen hemen hiççıkmıyordu. Güçten düşmeye başlamıştı. Uzakakrabalarından bir kadın hizmet ediyordu kendisine.Yıllar boyunca onun ev işlerini görmüş, yemeğinipişirmişti bu kadın. Kopernik’in ondan da ayrılmasıgerekti; bir kanonikusun evinde kadınbulunamayacağı kendisine duyurulmuştu.

Kopernik’e, “bunu yapma, şunu yap” demiyorlardı.Yalnız “babaca” uyarıyor, “kardeşçe” tavsiyelerdebulunuyorlardı. Fakat o, kendisini “sevdiklerini”söyleyen kanonikus kardeşler arasında, piskoposunbabaca vasiliği altında öyle yalnızdı ki...

Derken, Kopernik’e önceki dinçliğini, insanainancını geri getiren bir olay oldu. Genç matematikprofesörü George Yoakim Retik, Kopernik’e misafirgeldi. Kitabın çıkmasını beklemeyip el yazılarınıokumaya gelen sabırsız bir okuyucuydu bu.

okumaya gelen sabırsız bir okuyucuydu bu.

Yeni bir hayata kavuşan eski kulede yüksek seslekonuşmalar işitilmeye başladı.

Kitap, Profesör Retik’i sarsmıştı. Bununbasılmasını daha fazla ertelememesi için Kopernik’iikna etmeye uğraşıyordu. “Bu kitabı Aristotelesokusaydı diyordu, görüşlerinden vazgeçerdi, kitap bukadar gerekliyken, onu saklamakta ne anlam var?”

Kopernik hâlâ düşünüyordu; “Yalnız cetvelleryayımlansa daha iyi olmaz mı?” diye soruyordu.“Sıradan astronomlar, hazır hesaplardanfaydalanabilirler ve aklı olan, bu cetvellerdendünyanın yeni düzenini bulup çıkarır.”

Genç dostu, Kopernik’le aynı kanıda değildi.

Ve işte kitapçı dükkânlarında küçük bir kitapbelirdi. Kapağında şunlar yazılıydı:

Çok bilgili bir adam ve mükemmel bir matematikçiolan Varma kanonikus’u, Sayın doktor TORNLU BAYNİKOLA’nın yıldızların dönüşleriyle ilgili kitaplarıüstüne genç bir matematik öğrencisinin birinci yazısı.

Bu “genç öğrenci”, Kopernik’in yeni dostu

Profesör Retik’ti. Retik’in küçük kitabı, bir tellal gibiönde yürüyerek, dünyaya, pek yakında çıkacak büyükkitabı müjdeliyordu.

Retik, gençliğe özgü bir heyecanla, cahiller,kıskançlar, entrikacılar kalabalığı arasındaöğretmenine yol açıyordu. Bu kalabalıkta, kendi özfikri olmayan ne ahmaklar vardı! Bir otoritenin fikrini,gerçeğin kendisinden üstün tutan ne kara cahillervardı. Baykuş, güneşten nasıl korkarsa, bunlar dayeniden öyle korkuyorlardı. Sahte bilimlerine dört ellesarılmışlardı. Çünkü foyaları meydana çıkarsa açıktakalırlardı.

Kopernik’in genç arkadaşı, bunların saflarına fırtınagibi saldırıyordu.

“Filozof olmak isteyende özgür akıl olmalı” diyorduRetik. Eskiden gerçek sanılanları, yalnız eskioldukları için doğru bulanlarla alay ediyordu. Gökolaylarının astronomların isteklerine değil,astronomların gök olaylarına uymaları gerektiğinihatırlatıyordu. “Ptolemaios mezarından çıksaydı,kendi sisteminden vazgeçerdi”, diyordu.

Kitap Savaşa Gidiyor

Kitap Savaşa Gidiyor

Ve nihayet Kopernik’in el yazısı, kanıtlarlahesaplarla, cetvellerle iyice desteklenmiş olarak yolaçıktı. El yazısını, Nürnberg’de, Petreus’unmatbaasında bekliyorlardı.

Kopernik, çocuğu saydığı kitabından ayrılıp onubastırmaya razı olmuştu. Varsın başına buyrukyaşasın, cahillerle savaşsın, doğruyu savunsundu.

Beklenen iyi zamanlar gelmiş miydi?

Hayır, gelmemişti. Kopernik o iyi günlerigörmeyecekti. Pek az ömrü kalmıştı. Ölmeden, bütünhayatını verdiği eseri tamamlanmış görmek istiyordu.El yazısı mahvolabilirdi. Ama kitap basılırsa, birçoknüshadan hiç olmazsa bir tanesi kalırdı...

Kitap daha okuyucuya ulaşmadan, savaşaatılmadan, birçok engel çıktı karşısına.

Redaktör kendi deyişiyle Kopernik’i, “dinbilginlerinin gönlünü hoş etmek için kitaba bir şeylereklemeye” ikna etmeye çalışıyordu. Fakat Kopernik,redaktörün aldatıcı sözlerine kulak asmadı. Bumeselede uzlaşma olamayacağını, bir şeyler

eklemenin her şeyi mahvetmek demek olduğunubildiği için buna razı olamazdı.

Peki kitabı nasıl kurtarmalıydı?

Kopernik çevresine bakınıyordu. Batı Avrupa’daHıristiyanlar ikiye ayrılmışlardı. Birinin başında papa,diğerinin de Luther bulunuyordu. Türingiyalı birmadencinin oğlu olan Luther, Papa’ya başkaldırmıştı. Sözünü esirgemeden Katolikilahiyatçılara şiddetle saldırıyordu. Öte yandan,Kopernik’in yeni teorileriyle ilgili söylentileri işittiğizaman, ona ahmak demekten geri kalmamıştı.

Kopernik, “Kitabı Papa’ya mı adasam acaba”,diye düşündü. “Luther kitabı yerdiği için belki Papaonu savunur. Ve şayet, bu kitabı yazdığım içinmahkemeye düşersem, kitabı ne idüğü belirsiz birVarma Piskoposu yargılayacağına, Papa’nın kendisiyargılasın.”

Ve Kopernik kitabını Papa’ya şöyle adadı:

“Kutsal peder, bu kitapta dünyanın hareket ettiğinisöylediğim öğrenilince, bazı kimselerin yerilmemiisteyeceklerini biliyorum... Fikrimin yeni ve ilk bakışta

sağduyuya aykırı gibi görünüşünün, bana karşı nefretdoğurmasından sakındığım için, neredeyse hazıreserimi bir kenara atmaya karar vermiştim. Fakatdostlarım, beni kitabı yayımlamaya ikna ettiler...Başka birçok bilim adamıyla ünlü kimseler debenden bunu istedi, böyle düşüncelerle üzülmememgerektiğinde ısrar ettiler ve tam tersine, eserlerimimatematikçilerin hizmetine sunmak zorundaolduğumu söylediler.

Kutsal Papa hazretleri, birçok gecenin meyvesiniyayımlamak cesaretini göstermemden fazla, bütünmatematikçilerin tersini iddia ettikleri ve genel olaraksağduyuya aykırı gibi göründüğü halde, dünyanındöndüğü fikrinin nasıl aklıma geldiğine şaşacaksınızherhalde...”

Kopernik yazısının daha ilerisinde, kendisiniherkese karşı, sağduyu sanılana karşı çıkmayazorlayan sebebi anlatıyor ve “İftiraya karşı ilaç yoktur”diyen bir atasözüne rağmen Papa’nın kendisiniiftiracılardan koruyacağı umudunu belirtiyordu.Cahiller kendisini daha suçlamadan, bu suçlamalarınefretle reddediyor ve şöyle devam ediyordu:

“Matematik bilimlerinden habersiz oldukları halde,kutsal kitabın herhangi bir yerini bile bile tahrifederek, girişimimi yerecek ya da çürütmeyekalkacak boş boğazlar bulunursa, bunlara önemvermeyecek, tam tersine, böyle akıldışı yargılamalarıişitmemezlikten geleceğim...”

Aradan aylar geçmiş, kışın fırtınalarından sonrailkbahar gelmişti. Frauenburg üzerinde yıldızlar dahasık görünmeye başladı. Fakat ihtiyar kanonikus, artıkgeceleyin kulesinden çıkmıyor, daracık yatağındahasta yatıyordu.

Rafta, astronomi ve matematik kitaplarıyla birlikte,Sağlık Bahçesi, Tıbbın Gülü gibi hekimlik kitapları davardı. Kopernik yalnız bir astronom değil, aynızamanda doktordu. Eskiden her sabah, şehirdolaylarındaki hastalarını görmeye giderdi.Fakirlerden vizite parası almaz, üstelik evdençıkarken masaya, pahalı reçine ve baharattanyapılmış haplardan başka birkaç gümüş akçebıraktığı da olurdu.

Oysa Kopernik şimdi kendisi yalnız kalmış, hastayatıyordu. Bakacak kimsesi de yoktu...

Ömrünün son günlerini yaşadığını biliyordu. Bununiçin kapısı her çalındığında, merdivendeki adımlarakulak kesilerek dinliyordu. Neredeyse kapınınaçılacağını ve genç dostunun, elinde büyük bir kitaplaeşikte belireceği gözünün önüne geliyordu.

Fakat günler geçiyor, ömrü azaldıkça azalıyordu.Kitapsa görünürlerde yoktu. Kopernik artık kitabınıgöremeden öleceğini sanıyordu.

Fakat kitabı ömrünün son gününde, ölümündenbirkaç saat önce getirdiler. Kopernik kitabı eline alıpbaktı, ama fikri artık başka yerde, çok uzaklardaydı...

Kopernik’in, artık kitabının sayfalarını bir defa dahaçevirebilecek güçte olmayışı, bir bakıma belki iyiydi.Kitabı açsaydı, ilk sayfasında imzasız bir önsözgörecekti. Redaktör, Kopernik’in fikrini sormadan,kitaba yazarın razı olmayacağı “bir şeyler” eklemişti.Ve bu “bir şeyler” onun son dakikalarını zehirlemeyeyeterdi.

Redaktör, gelecekte kendisini suçlayacakolanlardan daha çabuk davranıp kendisini mazurgöstermek için, yaltaklıkla kitabı yazanın yerilecek bir

şeyler yapmadığını ispata uğraşıyordu. Kopernik’inteorisini kimse kabul etmek zorunda değildi. Buteori, herhangi bir teoriydi ve yıldız hesaplarınıkolaylaştırdığı için elverişliydi. Kısaca söylemekgerekirse, diyordu redaktör, doğru bir şeyleröğrenmek isteyen astronomiye başvurmasın. Çünküastronomi hiçbir şey vermez, “ve bu kitapta olanıgerçek sayan, bunu okuduktan sonra, eskisindendaha da ahmak olur...”

Bu satırları okuyan Kopernik’in genç dostu fenahalde kızdı. Ölene tutulan yas, yüreğinde haine karşıkabaran öfkeyle karışıyordu. Fakat ne yapabilirdi?Kitap artık çıkmış ve kitapçılarda satılıyordu.

Kopernik’in kitabını dost da okuyordu düşman dave yazarının tahmin ettiği gibi, düşmanlar dostlardançoktu.

Luther’in dostu “Almanya’nın öğretmeni” denilenProfesör Melanhton, Kopernik teorisinin saçmaolduğunu, böyle kitapları basmanın toplumun yaşamakurallarını bozmak ve kötü örnek vermek demekolduğunu yazmış ve şunları eklemişti: “Gökyüzününyirmi dört saatte dünyanın çevresinde döndüğü gözle

görülüyor.”

“Almanya’nın öğretmeni”nin bir işareti üzerine,birçok öğrencisi hep bir ağızdan Kopernik’in kitabınıyermeye başlamıştı.

Kopernik’in bu kitabı okumalarını istediği insanlar,eseri öyle iyi karşılamışlardı ki, Kopernik memnunolabilirdi. Ünlü Astronom Tiko de Brage, heyecanagelip Kopernik’e bir övgü bile yazmıştı.

10 Kopernik’in Kitabı Genç Bir PapazınEline Nasıl Geçti?

1543 yılı Kopernik’in öldüğü yıl, aynı zamandakitabın doğduğu yıldı. Kopernik mezarında yatarken,kitabı dünyayı dolaşmaya başlamıştı.

Bu kitapla kimi alay ediyor, kimi onu övüyordu.Kitap değişmemişti, neyse oydu, ama onuokuyanların çoğu fikrini değiştiriyordu.

Kopernik’in kitabı, Napoli yakınlarındaki küçük birşehirde yaşayan genç bir papazın eline de geçmişti.Papazın adı Giordano Bruno’ydu. Bruno’nun

hücresinde pek çok kitap vardı. Bazıları raflardadurur, bazıları da gizli bir yere kaldırılmış olurdu.

Manastır sorumlusu, Giordano’nun hücresindeciddi bir arama tarama yapsaydı, kitapları arasındakilise tarafından kabul edilen Aristoteles’ten başka,özgür fikirli Lukres’in Eşyaların Tabiatı Üstüne adlıeserini de bulurdu.

“Melek Doktor” lakabıyla bilinen AquinoluThomas’ın on sekiz ciltlik kitaplarıyla birlikte,Roterdamlı Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı zehirzemberek kitabı da geçerdi eline. Döşeğin ya dadöşeme tahtalarının altında, Bruno’nun not defterlerinide bulurdu. Bunlardan ilk açtığı defterde, insanokuyanı öfkeden keskin sirkeye çeviren şeylerlekarşılaşırdı.

Örneğin, Kandil adlı şiirle Nuh’un Gemisi adlıdiyaloğu alalım. Bunlar, din adamlarının cahilliğiyle,softa beyinlilikle, erdemlik taslama kusurlarıyla alayediyorlardı. Ve bunları yazan bir Dominikanpapazıydı. Öyleyse niçin cübbe giymişti?

Gerçekten de bu özgür fikirli genç, niçin papazolmuştu?

olmuştu?

Giordano, Aziz Dominik Manastırı’na girdiğizaman on dört yaşındaydı. Dominikan Tarikatı’nabağlı papazlar, öteden beri katı dinci ve zındıklarınamansız düşmanları olarak ün salmışlardı.Engizisyon mahkemelerinde davalara onlar bakardı.Bayraklarına, ağzında meşale tutan bir köpek başıresmedilmişti. Tanrı’nın birer sadık köpeği olarak,her yere burunlarını sokup zındık ararlardı. Fakat, öteyandan, papazlar arasında en bilgili olanlar dabunlardı. En üstü kapalı düşüncelerde bile zındıklıkbulmanın ustasıydılar. Dominikan kuşaklarındanbirçoğunun nasıl düşünüp nasıl düşünmemekgerektiğini öğrendikleri Din Bilgisinin Esasları adlıkitabı yazan “Melek Doktor” Aquinolu Thomas da, butarikattandı.

Ve işte, daha çok öğrenip bilmek isteyen bu ondört yaşındaki çocuk, yani Giordano, bir zamanlarAquinolu Thomas’ ın okuduğu Aziz DominikManastırı’na ilk defa giriyordu. Kitapları çok severdi.Manastırın zengin kitaplığından başka neredebulabilirdi bu kadar kitabı. Üstelik, buradaokumaktan başka işi olmayacaktı.

Bilime âşık olan Giordano, yüksek manastırduvarlarının arasında bu sevgilisini bulacağınısanıyordu.

Gerçekten, sevgilisi bilim buradaydı. Bilim, iyiyürekli ihtiyar Cassiodorus onu ilk defa manastıragetirdiği günden beri manastırlarda dolaşıyordu.

Cassiodorus, bilimin manastırda kendisini dahaiyi, daha rahat hissedeceğini sanmıştı. Fakat birzamanlar Yunanistan’ın yamaç ve vadilerinde kızkardeşleriyle halay çeken bu dilber Mousa, buradasararıp solmuştu.

Bilim Mousa’sı, Tanrıbilim adındaki dindar ve katıyürekli hanımın üvey evladı, hizmetçisi olmuştu. Çansesleriyle ilahiler arasında, bilimin sesi işitilmiyorgibiydi. Sert yol göstericileri ve gözcüleri vardı. Üveyevladın hak ve görevlerini, bizzat Aquinolu doktorThomas belirlemişti.

“Hanımefendi Tanrıbilim önünde baş eğ, çünküinsan aklı Tanrı’nın hikmetinden çok geridedir. Bueşiği aşma, bu duvarların dışına çıkma, çünkü insanaklının sınırları vardır, insanın aklı her şeyi bilmez. Buyasağı çiğner, yeniden özgür olmak istersen,

yasağı çiğner, yeniden özgür olmak istersen,şiddetle cezalandırılacaksın: Dinsizi ölüm bekler...”

Bruno işte böyle bir yerde dört duvar arasındaydı.Niçin girmişti buraya? Neşe dolu gürültülü dünyayı budaracık hücreye niçin değişmişti? Bir asker ve şairoğluyken niçin papaz olmuştu?

Hep bilim için. Bruno’ya, gözlerinin gördüğündendaha geniş ufuklar gerekti. Bilimin, kendisine yenigözler vermesini, hiç kimsenin görmediğini görmeyiöğretmesini istiyordu.

Bilim buradaydı, manastırın tabandan tavanakadar binlerce kitap dolu kitaplığındaydı.

Yıllar geçiyor, Bruno kitap üstüne kitap okuyordu.Çoktandır kimsenin dokunmadığı tozlu bir cildi almakiçin, sallanan bir merdivenin en üst basamağınakadar çıkardı.

Bir raftan diğerine, tabandan tavana kadar nekadar bir mesafe olabilir? Kitaplıkta saatlerce kalanBruno, yüzyıllarda ve çeşitli ülkelerde dolaşıyor,insanlığın geçtiği uzun yoldan yeniden geçiyordu.Yunan filozofları, dünyanın duvarlarını gerilere atıpgenişleterek kendisine bilge kişilerin yolunda

kılavuzluk ediyorlardı. Yunanlılardan sonra Araplar,Museviler geliyordu. İbni Rüşt, Bruno’ya evreninebedi, ruhun, insanlık okyanusunda ancak bir damlaolduğunu söylüyordu. İnsan ölüyor, fakat insanlıkkalıyordu.

Bruno, Katolik kilisesi babalarının eserlerinederinlemesine dalıyordu. Yunan filozoflarının apaydınöğretilerinden sonra, bu “melek”, “zarif”,“yalanlanamaz” denen doktorların öğretileri ne kadarkaranlık geliyordu. İnsanı gittikçe koyulaşan birduman sarıyor, duvarlar sıkıyordu. Dünyayı ruhlardolduruyordu: Yukarıda melekler, aşağıda şeytanlar.Melekler gök kubbelerini döndürüyor, şeytanlar fırtınagönderiyorlardı. Ya insan neredeydi? Bu esrarengizgüçler, kanatlı ruhların askerleri, kendi aralarındasavaşırken, insanın ruhunu eziyorlardı.

Fıkır fıkır kaynayan cehennem uçurumuyla soğukgök kubbesi arasındaki bu hayaletler dünyası, insaniçin dar ve korkunçtu.

Bruno, Aquinolu Thomas’ı bir kenara bırakıp yineeskiçağ filozoflarının kitaplarına dalıyor, Aristoteles’iinceliyordu. Fakat, bir zamanlar gerçek peşinde

dolaşan, bazen yolunu yitirip yine bulan canlıAristoteles’i görmüyordu. “Melek Doktor”,kitaplarındaki yüzlerce büyük küçük soruyla, onu dakutsal bir fosile çevirmişti.

“Yer suda, su havada, hava ateşte, ateş göktedir,gökse hiçbir yerde değildir” diyen Aristoteles’indünyası Bruno’ya pek dar geliyordu.

Yıldız serpili gök kubbe sondu. Onun ötesinde nedoğa vardı, ne başka dünyalar...

Dünyanın duvarları gittikçe daralıyordu. Brunohücresinde, zindandaymış gibi havasızlıktanboğuluyordu. Buraya bilim için gelmişti, ama onun daburada kendisi gibi sürgünde mahvolduğunugörüyordu.

Bruno için, manastır havasını solumak, tesbihçeken eller, göklere bakıp göğü görmeyen gözlergörmek günden güne güçleşiyordu. Burada yabancıolduğunu duyuyordu. Üstelik kendisine şüpheylebakmaya başlamışlardı. Biri, sorumlu pederegammazlamıştı. Başka biri de, Giordano’nun,hücresinden azizlerin ikonlarını atıp yalnız bir haçbıraktığını söylemişti.

bıraktığını söylemişti.

Dinsiz olduğundan şüphe edilen Giordano, dörtgözle izleniyor, ama henüz dokunulmuyordukendisine:

Zamanı gelince Bruno papaz olmuş ve bir papazınyapması gereken her şeyi yapmıştı: Yeni doğançocukları vaftiz ediyor, ölmekte olanlara günahçıkartıyordu. Bruno’nun sık sık manastırı bırakıpNapoli’ye gitmesi gerekiyordu. Ve bu kısıtlıözgürlükten faydalanma fırsatını kaçırmayıp bilginlerletanışıyor, yasak kitaplar alıyordu.

Derken eline Kopernik’in kitabı geçti. Onu okurkenbaşının üzerindeki göğün nasıl yükseldiğini büyük birsevinçle duyuyordu. Yıldızlar sonsuzluklara çekiliyor,dünya yıldızlar arasında ışıldayan bir nokta gibigörünüyordu. Dünyayı, tepeden ve alttan ezilipyassılaşmış, cennetin bulunduğu dağla cehennemuçurumu arasında sıkışıp kalmış olarak düşünen birenginlik sarıyordu. Dünya da, öbür gezegenlerlebirlikte gök boşluğunda bir kuş gibi uçuyordu.

Bruno, Kopernik’in çizdiği bu tabloya büyük birdikkatle bakıyordu. Ortada güneş, çevresinde de,

çok uzaklarda yıldızlar kubbesi.

Dünyanın sınırlarını genişleten Kopernik, bu sonelmas duvar önünde ürkerek duraklamıştı. Niçindurmalıydı, niçin daha ötelerde hiçbir şey olmadığınainanmalıydı? Sadece Aristoteles böyle dediği içinmi? Ama Demokritos, Epikuros, Lukres, evreninsonsuz, dünyaların sayısız olduğunu söylememişlermiydi?

Bruno, bu son duvarı aşma görevinin kendisinedüştüğünü anlayarak, kendi kendine şöyle diyordu:

“İnandırıcı kanıtlar bul. Bu elmas duvarları paldırküldür yık. Dünyanın tek dünya olmadığını, sayısızdünyalar olduğunu insanlara ispat et. Aç kapıyıherkes görsün, bizim güneşe benzeyen ötekiyıldızları.”

İşte artık ne duvar, ne de manastırın taş tonozları.Çevrede uçsuz bucaksız uzay uzanıyordu. Nereyebakılsa, her yer yıldız doluydu. Ve bunların sayısı bellideğildi. Yıldızların çevresinde alay alay gezegenlerdönüyordu. Gezegenlerde canlı yaratıklar vardı. Bizonlardan nasıl habersizsek, onlar da bizden öylehabersizdirler. Bruno gözlerinin önüne serilen uçsuz

habersizdirler. Bruno gözlerinin önüne serilen uçsuzbucaksız evrene bütün dikkatiyle bakıyor ve yurdudünyayı, öbür yıldızlar arasında güç seçebiliyordu.Dünya boşlukta, görülür görülmez bir nokta gibiışıldıyordu.

Ya evrene kıyasla insan neydi? Bir hiç mi?

Hayır, insan bu uçsuz bucaksızlığı kavrıyor,bakışlarıyla kucaklıyor, onu aklına sığdırıyordu.

Aklının alabildiğine genişlediğini gören Bruno,büyük bir mutluluk içindeydi. Yıldızları, atomlarıgörüyor ve ruhu kanatlanmış gibi, iki sonsuzlukarasında, yani yıldızlar dünyasıyla, gözle görülmezzerrecikler dünyasının sonsuzluğu arasında uçuyordu.

Bruno, Yeryüzünde Kendisi İçin

Pek Az Yer Olduğu Kanısına Varıyor

Ne de olsa Bruno yine de yeryüzünde, Napoli’debir manastır hücresindeydi.

Hayali sonsuz evrende dolaşırken, keskin gözlerpeşini bırakmamıştı. Yalnız konuşmalarını gizlicedinlemekle kalmıyor, aklından geçenleri bilebiliyorlardı. Bruno’ya karşı 130 maddelik bir suçlamahazırlanmıştı. Çünkü Bruno, kutsal Katolik kilisesininbuyruklarını 130 kez çiğnemişti.

Bu durum karşısında Bruno kendisini savunacakbirini bulmak için Roma’ya gitti. HücresindeRoterdamlı Erasmus’un bir kitabı bulunduğu hemenarkasından jurnal edildi. Bruno Roma’da papazcübbesini çıkarıp şapka ve pelerin giydi. Sivil elbise,belindeki kılıç, cübbeden daha çok yakışmıştıkendisine. Bu kıyafetiyle, masaldaki üvey evlatsayılan bilimi kurtarmaya gelen prense benziyordu.

Bruno Roma’da bir liman şehrine gidip oradagemiye bindi. Serin rüzgâr yüzünü okşuyordu. İlerideözgürlük bekliyordu kendisini.

Bir şehirden diğerine, ülkeden ülkeye dolaşmalar

başladı.

Dünya genişti, ama Bruno’ya dar geliyordu. AlpDağları’nın ötesinde hür İsviçre’de kendisine vearkadaşı bilime sığınak bulacağını sanmıştı. OrayaDominikanların uzun elleri bile erişemezdi.

Bruno Cenevre’deydi. Özgür bir hava ne kadarkolay solunuyordu. Çok geçmeden, umutlarının boşaçıktığını anladı. Burada din, Roma’dakinden başkaolmakla birlikte, taassup aynıydı. Çevresindepapazlar yerine esnaf görüyordu. Burada erdemler,dinin buyurduğu gibi değil, çıkarcı erdemlerdi; kimzenginse o kutsaldı. Yani burada da ikiyüzlülükRoma’dakinden geri kalmıyordu.

Bruno, insanların dikkatinden hiçbir şey kaçmayangözlerinde, çok iyi bildiği aynı sinsi parıltıyıgörüyordu. Kendisine, şehirde özel görevlikimselerin bulunduğunu söylemişlerdi. Bunlarherkesin hayatını izlemek, yanlış yola sapanlara yada sefih bir hayat sürenlere dostça öğüttebulunmakla görevliydi. Bunlar şehrin her semtindebulunur ve her yerde “gözleri” olurdu. Yortu günükimse kiliseye gecikmesindi, hemen kendisine ihtar

verilirdi.

Etrafta her şeyin bu kadar temkinli ve düzenliolduğu bu sakin ve erdemli şehirde, işkenceleryapılan Servet’in hayali dolaşıyordu.

İspanyol hekimi Servet de, İsviçre’de engizisyonizlemelerinden gizlenebileceğini sanmıştı. Servetünlü bir bilgindi. İnsanı teşrih etmiş, kan dolaşımınınsırlarını çözmeye çalışmıştı. Yazdığı bir kitap içinCenevreli softalar kendisini ateşte yakılarak ölümemahkûm etmişlerdi.

Servet’i, öyle bayağı yakmamış, tam iki saatateşte kızartmışlardı.

Bruno’nun daha tedbirli davranması, dilini tutmasıgerekirdi. Bruno susmak istemiyordu ve susamazdıda.

Bilim adamı kıyafetinde bir cahil görünce, herkesinişiteceği yüksek bir sesle: “Bu sahte bir bilgin. Bilimnerede, o nerede” derdi.

Bruno geldikten sonra, daha birkaç ay geçmeden,kendisine bilgin süsü veren bir Cenevrelinin

cahilliğini açığa vuran yergisi çıkmıştı. Bruno’nunhapisaneye atılması için bu olay yetmişti.

Bereket versin suçu o kadar ağır değildi. Çokgeçmeden Bruno serbest bırakıldı. Ama bundansonra Cenevrelilerin misafirseverliğinegüvenemeyeceği de kendisine duyuruldu.

Platoncularla Demokritosçular Arasında

Eski Savaş Alevleniyor

Rahat durmayan misafir şehirden ayrıldı.

Bir süre sonra Bruno’yu Tuluz Üniversitesi’ndegörüyoruz. Deli gibi sevdiği bilimin yeri üniversitedeğil de neresi olabilirdi?

Daha ortalık iyice ağarmadan, üniversiteliler,ellerinde mum ve defter, dershaneye koşuyor ve eskiağırbaşlı profesörlere benzemeyen bu gençprofesörü kendilerinden geçmiş dinliyorlardı.

İhtiyar profesörler, derslerinde her yıl aynı şeyigeveleyip dururlardı. Öyle bir anlatışları vardı ki, enkolay şeyler bile anlaşılmazdı. Örneğin: “Tulumba,suyu tabiat boşluktan korktuğu için çeker, derlerdi;afyon uyutur, çünkü tabiatı öyledir, uyutma niteliğivardır...” Üniversiteliler, bunları dinlerken kendilerineöyle gelirdi ki, profesörleri boşluktan korkmasa bileuyutma niteliğine sahipti.

Ama yeni öğretmen öyle değildi. Bruno’nunderslerinde üniversitelilerin kalemleri deftersayfalarında alabildiğine koşar, fikrinin su gibi akışınıgüç izleyebilirlerdi.

Bruno’nun fikri o kadar uzaklara akardı ki, bütündünyayı açıp gösterirdi.

Bruno, yalanlanamaz sayılan her şeye şüpheylebakmayı öğretiyordu. Aristoteles’e ve Platon’a karşıçıkıyordu.

Yüzlerce yıl sonra, Platoncularla Demokritosçulararasındaki eski savaş yeniden alevleniyordu.

Hem hükümdarların, hem din adamlarınınkorudukları Platon’un eserleri, yüzyıllardan hiçzedelenmeden geçmişti. Çünkü bir putperest olanPlaton, Hıristiyan din bilginleri gibi, dünyanın bir Tanrıtarafından yaratıldığını ve sevap işleyenleri öbürdünyada iyilikler beklediğini söylerdi.

Tanrı tanımayan Demokritos’un eserleriyse hepizlenmiş ve bunlardan kala kala başka yazarlarınkitaplarına aldıkları bazı parçalar kalmıştı.Demokritos’un kitaplarını putperestler de yakmıştı.Hıristiyanlar da.

İşte bu kitaplar, küller arasından yeniden çıkıyorgibiydi. Demokritos Platon’la yeniden savaşıyordu...Ve Demokritos gibi düşünenleri yeni tanrıtanımazlıkla

suçluyorlardı.

Bruno, Tuluz’dan ayrılıp Paris’e gitti.

Paris’te dinden sapmış sayılan Hugenotlarınevlerine tebeşirle çizilen haçlar daha duruyordu. İştealışveriş yapılan şu köprüde, bütün gece, baskındankaçanlar yakalanıp öldürülmüş, cesetleri de SeinIrmağı’na atılmıştı. Bu olağanüstü manzarayıkaçırmamak için, gece yarısı yataklarından kalkanyatak hanımları, sarayın pencerelerinden vebalkonlarından bakıyorlardı. Bu manzara, kanbayramıydı, taassubun zaferiydi. Katolikler, 1572yılının 23 Ağustos’unu 24’üne bağlayan gecede, üçbin Hugenot öldürmüşlerdi Paris’te.

Cesur bir düşünür olan Pierre de la Rame’nin,ücretli katiller tarafından burada, Paris sokaklarındaöldürüldüğünü Bruno hatırlamalıydı. Önce Rame’nin,kilise tarafından kutsallaştırılmış Aristoteles’e karşıyazdığı kitaplar yakılmış, sonra kendisi deöldürülmüştü.

İlk zamanlarda Paris’te talih Bruno’ya gülmüştü.Bruno, krala takdim edilmişti. Bilim üstüne konuşmagibi olağanüstü bir eğlence, yeniliklere düşkün genç

gibi olağanüstü bir eğlence, yeniliklere düşkün gençkralı büyülemişti. Kral, Bruno’yu profesör tayin etmiş,hatta onun kilise ayinlerinde bulunmamasına bile izinvermişti.

Bruno, bir saray bilgini olup unvan ve ödülleralabilirdi. Fakat Bruno’ya göre, uşak elbiseleri,kendisi gibi insanlar için değildi. Bruno uşak değil,şövalyeydi. Bilim için dünyayı fethetmeye çıkmıştı.Her yerde bilimi övüyordu. Bilime layık olduğu saygıyıgöstermemek cesaretinde bulunanların vaybaşınaydı! Bruno, sağına soluna darbeler indiriyor,cahilleri hırpalıyordu. Fakat yalnızdı, cahillerse alayalaydı. Ve Bruno’ya yine hapisane yolu göründü;yakılmasını beklemeden de bir gemiye atlayıpİngiltere’ye geçti.

Bruno Oxford’da. Orada bir düelloya katılıyor. Budüellolarda, öyle kılıçla değil, kanıtlarla dövüşülürdü.Seyirciler arasında, İngiltere’nin en soylu kişileri,saray mensupları, yabancı elçiler ve bizzat kraliçevardı. Bruno, Oxford profesörlerinin en bilgilisi olanDoktor Nundinius’a on üç öldürücü darbe indirmişti.

Nundinius silahsız kalmıştı. Yenildiğini anlayınca,bir şövalyeye yakışmayacak biçimde davrandı,

küfürler savurdu Bruno’ya. Nundinius’un saygıdeğermeslektaşları da ondan geri kalmamışlardı.Şapkaları bir yana eğilen, pelerinlerinin eteklerisavrulan bilim adamlarının ağzından, Londrahamallarına taş çıkartan küfürler işitiliyordu.

Tartışma bitmiş, yüksek misafirler dağılmıştı.Galibin de pılıyı pırtıyı toplaması gerekti. Arkasından“Defol, Aristoteles’ten daha bilgili, Platon’dan çokbilen herif, defol buradan! Çek arabanı, ne idüğübelirsiz herif! Acemi çaylak, sen kim oluyorsun da,bu kadar büyük bilginin yürüdüğü yolda ters yöndeyürümeye cesaret ediyorsun.”

Dünya ne kadar genişlemişse de Bruno gibi birkişiye dar geliyordu.

Ya şimdi nereye?

Londra’ya, Paris’e, Magburg’a, Vittenberg’e.

Bruno, daha uzaklara gidiyor, bir ülkeden diğerine,bir sınır karakolundan ötekine geçiyordu. Ne çok sınırkarakolu vardı. Dünya, birbirine düşman beyliklere,şehirlere, mezheplere bölünmüştü.

Bruno, mezheplerin dışındaydı. Bu yüzden de, tümmezhepçilerin gözünde din kurallarından ayrılan birdinsizdi. Karşısında uçsuz bucaksız evrenigörüyordu. Oysa, küçücük dünyada bile kendisineyer yoktu. O, insanın yüceliğini müjdelerken,çevresindekiler yabani hayvanlardan daha beterdalaşıyorlardı.

Bruno dolaşmaya devam ediyordu; Prag,Helmşted, Frankfurt.

Gittiği şehirlerde, cesur düşünürlerin kitaplarının,boru sesleriyle yakıldığı yerlerde bilimi övüyordu.Cahillerle durmadan savaşıyor, onlara saldırıyor vekendisine yöneltilen saldırıları püskürtüyordu.

Bruno her yerde alçaklığı alt ediyor, küstahlığagem vuruyor, cahilliği açığa çıkarıyordu. Her nereyebaksa, farklı düşünenlere karşı bir hoşgörüsüzlük, heryerde hafiyeler, ikiyüzlüler, tarihin çarkını durdurmayaçabalayan kalın kafalı insanlar görüyordu.

Hiçbir yerde özgür düşünceye yer olmadığınagöre, yurdundan ayrılmaya değer miydi?

Bruno insanlığı seviyordu, ama yine de yurdu bütün

ülkelerden daha azizdi.

Bütün dünyayı kucaklamaya hazır büyük kalpli birinsan yurdunu, yalnız kendisini seven dar, küçük,bencil ruhlu bir insanın sevdiğinden daha fazla sever.

Bruno İtalya’ya döndü. Ölecekse de, yurdunda,doğduğu göğün altında ölmek istiyordu.

Sevdiği Şair Lukres, bir zamanlar, doğayı övenşiirlerini orada yazmış, Leonardo da Vinci oradaçalışmıştı.

Ülke ülke dolaştığı yıllarda Bruno İtalya’yıunutmamıştı. İtalya’da da kendisini unutmamışlardı.Dominikan Tarikatı’ndan olanlar, din yolundan ayrılankardeşlerini, ne yapıp edip kendi taraflarına çekmeyidüşünüyorlardı.

Bunun için, Dominikan teşkilatında, bir ruhanininve Venedikli genç bir soylunun yardımıyla incedeninceye düşünülmüş bir pusu kuruldu.

Bu soylu, Bruno’yu Venedik’e davet edip, bilimlerahat rahat uğraşmak için gereken her şeyin emrineverileceğini vaat etti.

Vaatlere inanıp Venedik’e giden Bruno, pusuyadüştü.

İnsan Geleceğe Bakıyor

Yurdunun göklerini yine gören Bruno’nun mutluluğuuzun sürmedi. Venedik’teki Kurşun Damlı Zindan’aatıldı. Zindanın küçük pencerelerinden gökyüzü güçgörünüyordu.

Bruno’yu bir gün sorguya götürdüler. Elleriarkasına bağlı, bir kanepede oturuyordu. Karşısındayüksekçe bir yerde, baş engizitörle yargıçlarbulunuyordu. Şu “kilise babalarıyla” “din kardeşleri”yok mu? Bunların sözüm ona “babaca” ve “kardeşçe”sevgisi olmasa, dünyada çok daha iyi yaşanırdıherhalde.

Sorgularda her şey tasarlandığı gibi olurdu:Başlangıçta mahkûm sadece sorguya çekilir, sonraişkenceler başlardı. Engizisyonun elinde, insanı,aklının ucundan bile geçirmediği şeyleri dahi itirafazorlamaya yetecek kadar araç vardı.

Engizitörler, insan iradesini işkenceyle kırmayollarını bilirlerdi. Bu başlı başına bir sanattı. Her

şeyden önce mahkûmun elleri iple bağlanır, düğümebir çubuk geçirilirdi. Sonra doğruyu söylemesi teklifedilirdi. Mahkûm reddederse, çubuk döndürülerekelleri sımsıkı sıkılırdı. Susmaya devam ederse, çubukbir defa daha döndürülürdü. Bu böylece beş, on,yirmi beş defa tekrarlanırdı.

Bundan sonra mahkûma, Tanrı adına suçunu itirafetmesi bir kere daha teklif edilirdi. İnat ederse,hücreye su dolu kovalar ve bir mangal getirilir, busefer su ve ateşle işkencelere geçilirdi.

Mahkûmun ağzına bir kova su dökülür, “ölürse, suçkendisinin” denirdi. Mahkûmun yüzü kızgın demirledağlanır, “suçunu kabul etmeyene merhamet yok”denirdi.

Böylece, işkencelerin sonu gelmezdi. Kilisebabaları, engizitörler, geceyi gündüzü zindandageçirir, orada yer içerlerdi. Hapisane onlara ev,işkenceler de eğlence olurdu...

Bruno’ya da böyle işkence edilmişti; tam sekizhafta.

Vücudunda hayır kalmamıştı. Güneşin altında

yanan kurşun dam, insanı nasıl ezer, boğardı. Bir anönce sonu gelseydi bari şu işkencelerin.

Fakat engizitörler Bruno’yu bedenen öldürmekleyetinmiyor, ilkin ruhunu öldürmek istiyorlardı.

Bruno Roma’ya nakledildi. Romalı engizitörler,Bruno gibi yağlı bir parçayı Venedikli engizitörlerebırakmak istememişlerdi.

Engizitörler, üzgün ve bitkin Bruno’yla altı yıluğraştılar. Güçlü bir zekâsı ve derin bilgisi olduğunubiliyorlardı.

Tartışmalarda Bruno’nun fikirlerini çürütebilecekbir filozof daha dünyaya gelmemişti. O halde Brunokendi kendisini çürütmeliydi. Ölümden önce, kendiöğretisini kendisi öldürmeliydi. Bilimi öven, savunanBruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisi biliminyüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondanvazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ya bunuyaptırabilecek işkence yoktu dünyada.

Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten.Defalarca kendi kendisine şu sözlerle seslenmişti:

“Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etsebile fikrinden dönme.

Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akılmahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlarsenin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendivicdanlarından kendi cellatlarını ve senin intikamınıalacak birini bulacaklar.”

İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapı açıldı.Bruno’ nun önünde Dominikan generali, ihtiyar birpapaz duruyordu.

Papaz Bruno’ya öğretisinin din kurallarına aykırıolduğunu kabul etmesini, yanlış fikirlerden dönmesinibir daha teklif etti.

Bruno, son derece büyük bir mertlikle cevap verdi:“Fikrimden dönemem ve dönmek de istemem.Döneceğim hiçbir fikir yok zaten.”

Mahkemenin son oturumu yapılıyordu. Bruno,büyük engizitörün sarayında dize getirilerek kararokundu.

Karardaki, “Kardeş Giordano, kendisine mümkün

olduğu kadar tatlı ve kan dökmeden davranılması içinsivil makamlara teslim edilsin” sözlerinin korkunçanlamını Bruno anlıyordu. Bu tatlılığın ne demekolduğunu biliyordu. Sivil makamlar, tatlılıkla insanaişkence eder, öfkelenmeden insanı sakatlar,“acıyarak” diri diri yakarlardı.

Bruno ayağa kalktı, başını kaldırdı. Gözlerindennefret okunuyordu. Şöyle dedi:

– Siz kararınızı bildirirken korkuyorsunuz da, benonu dinlerken korkmuyorum!

Gerçekten Bruno, yargıçlar kadar korkmuyordu.Bruno ölecekti, ama uğrunda öldüğü bilim yaşamayadevam edecekti. Ona işkence edenlerse, birkaç yılfazla yaşasalar da, çirkin ve karanlık işlerini tarihlanetleyecekti.

Bruno ölüme mahkûm edilmişti, ama kavgaya yenisavaşçılar katılıyordu.

Galileo, bilim yararına, yalanlanamaz yeni kanıtlartopluyor ve “Demokritos’un Aristoteles’ten daha iyidüşündüğünü” söylüyordu.

Eli hünerli ustalar, camı perdahlamayabaşlamışlardı. Çok geçmeden, bu perdahlanmışcamlar teleskop ve mikroskop yapımındakullanılacaktı.

Tahmin ve sezginin zamanı bitiyor,yalanlanamayan kanıtların zamanı başlıyordu.

İnsan, eskiden ancak aklın yardımıyla sezdiklerini,pek yakında gözleriyle görecekti...

17 Şubat 1600

Yüzlerce Romalı, Çiçekler Meydanı’na koşuyordu.Görülmemiş bir manzara bekliyordu kendilerini: Ünlübir dinsiz yakılacaktı. Papa, 50 kardinal ve bütünülkelerden özel olarak bu büyük kilise bayramınagelen misafirler meydanda olacaklardı.

Meydan dolup taşmış, halk etraftaki sokaklarayayılmış, damlara bile çıkmışlardı.

Çok eski zamanlarda Romalılar, Hıristiyanlarınnasıl yakıldıklarını görmek için Büyük Sirk’e yığın yığınböyle akın ederlerdi. Şimdi bir gerçeği müjdeleyeninnasıl yakılacağını görmek için yeni Romalılar yine

itişiyor, birbirlerini eziyorlardı.

İşte Bruno da göründü.

Hangi peygamber kendi yurdunda itibargörmüştü? Romalılar, başına taç yapıp övünmelerigereken kimseyle alay ediyor, ona küfrediyorlardı.

Bruno’ya, üstünde zebaniler ve cehennem alevleriresmedilmiş bir gömlek giydirilmiş, başına da tuhafbir külah geçirilmişti.

Din kurallarından sapan birini gülünç gösterip reziletmek için her şey yapılmıştı. Fakat meydandakileringözleri, Bruno’nun solgun yüzüyle ve sonsuzluğabakan gözleriyle karşılaşıp onlara dikkatlicebaktıkları zaman gülmeleri diniveriyordu.

Kalabalıkta birinin:

“Bruno sevinse ya! Pek yakında, var olduğunusöylediği dünyalara göçecek” dediği işitildi.

Ama bu acı şakaya aldıran olmamıştı.

Bruno, bir merdivenden yavaş yavaş yüksekçe birodun yığınına çıktı.

Cellat onu, bir direğe zincirle sımsıkı bağladı.

Celladın başına, görebilsin diye iki delik açılmış birkukuleta geçirilmişti.

Ateşte diri diri yakılmak suretiyle ölüme mahkûmedilen Bruno, korkmadan insanların gözlerinin içinebakıyor, cellatsa yüzünü bir maske altında gizliyordu.

Odunlar tutuşturuldu. Yel, ateşi körükledi. AlevlerBruno’nun ayaklarına yaklaştı, elbisesini sardı.

Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa buson dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydiacaba?

Fakat umutları boşunaydı. Bruno amandilemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir iniltiçıkacaktı.

Bruno bilincini kaybetmemişti.

Duyduğu acıyı bastıran, iniltilerini açığavurmamasına yardım eden kuvvet neydi?

Hayatının bu son dakikalarında Bruno’nun nedüşündüğünü bilmiyoruz, ama çok daha önce,

ölümünün kaçınılmaz olduğunu sezerek yazmışolduğu şu sözleri biliyoruz:

“Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçesavaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimdenesirgenmiş... Yine de bende, gelecek yüzyıllarınkabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar,‘Ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından,herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tümyaşama zevklerinden üstün tutardı’ diyecekler.”

SONSÖZ

Bruno’nun Ölümü İnsanın SonuDeğildi

Bruno’nun ölümü insanın sonu değildi. Ve Bruno,ölümü bunun için böyle mertçe karşılamıştı.

Bir kitabın son bölümünde, genel olarak,kahramanın başından geçenler ve hayatının nasılsona erdiği anlatılır.

Ama bizim kahramanımızın hayatı sonsuzdur. Öyleki, onun hikâyesini hiçbir zaman sonuna kadaryazamayız.

Kahramanımızla birlikte bir şehirden diğerinegitmiş, bir yüzyıldan ötekine geçmiştik. Miletos’ta,Atina’da, İskenderiye’de, Roma’da, Bizans’ta,Kiev’de, Paris’te, Londra’da, Moskova’da bulunmuş,Yeni Dünya’nın kıyılarına çıkmış, sonra yine Roma’yadönmüştük.

Kahramanımızın adı Thales, Demokritos,

Aristoteles, Arşimet, Lukres, Marco Polo, AfanasiyNikitin, Kolomb, Yermak, Kopernik ve Bruno’ydu.

Bütün kahramanlarımızın adlarını sayıpdökemezdik. Çünkü kültürü milyonlarca insanyaratmıştır ve yaratmaya devam ediyor.

Tarih sahnesine daha geç çıkan halklardan çok,eski çağların halklarından söz ettik.

Her halkın hayatında, bir ağacın hayatında olduğugibi, görülen bir çiçek açma, parlama zamanı, bir deçiçeklenmeyi, parlamayı hazırlayan, uzun bir gizlifaaliyet süreci vardır.

Kitabımızda, İtalyan Rönesansına ancak şöyle birdeğinmiştik. Hapisanede bile Güneş Ülkesi’ni hayaleden büyük İtalyan Kampanella, Shakespeare,Newton, Voltaire, Lavoisier, Leibniz ve Goethe’ninsözünü edemedik.

Bu kitapta Amerika’yı daha yeni bulunduğu zamangördük ve ilerisini karıştırmadık.

Rus halkının, tarih sahnesine nasıl çıktığını,yurdunun sert tabiatıyla savaşıp uçsuz bucaksız

topraklarını nasıl fethettiğini gördük.

Fakat Lomonosov’u, Puşkin’i, Lobaçevski’yi,Mendeleyev’i, Pavlov’u anlatamadık.

Bu kitapta pek çok ad, pek çok insan, pek çokhalk ve bunların kaderi var.

Zaman, binlerce iplikle, insan hakkında bir hikâyedokumuştur. Her ipliğin kendi rengi var. Dünyakültürü desenine, her halk kendi orijinal çizgisinikatmıştır, bunlar da çok renkli bir kumaş meydanagetirmiştir.

Hikâyemizi burada bitiriyoruz. Ama kumaşıtezgâhta bırakıyoruz, çünkü dokunması bitmemiştir.Doğa durmadan yaratıyor. İnsanın emeği de sonsuz.

Kahramanımızın daha sonra başından geçenleribilmek isteyenler, insanın gerçeğe ve doğayaegemen olmaya doğru nasıl ilerlediğini, biliminbaşına gelenleri ve Marx’ın, Engels’in, Lenin’infelsefeyi, dünyayı inceleyen ve değiştiren güçlü birsilaha çevirmekle, bilimde yaptıkları devrimi, başkakitaplardan okuyup öğrenebilirler.

İSİMLER SÖZLÜĞÜA

Aachen – Almanya’da tarihi bir şehir. Romalılartarafından kurulmuştur. Uzun zaman Büyük Şarlİmparatorluğu’nun başkenti olmuştur.

Abelard Pierre (1079-1142) – Fransız filozofu.Ortaçağ düşünüşünü aşan bir felsefede görüşünüsavunmuştur.

Adonis – Bitki Tanrısı. Sonbaharda ölüpilkbaharda yine dirildiğine inanılırdı. Adonis kültüFenike’de, Mısır’da ve Yunanistan’da yaygındı.

Agamemnon – İlyada adlı destanınkahramanlarından. Mykenai hükümdarı. Troya’yıkuşatan Yunanlıların komutanı.

Aiskhylos (MÖ 625-546) – Yunan tragedya yazarı.Ona “Tragedyanın babası” adı verilir. ZincireVurulmuş Prometheus, Kurtarılmış Prometheus vb.tragedyaları vardır.

Akragas – Sicilya’nın güney kıyısında eski bir

şehir. Bugünkü Circenti.

Albert, Büyük (1193-1280) – Ortaçağda yaşamışbir bilim adamı.

Alcuin (735-804) – Büyük Şarl’ın hocası.

Amartol Georgi (IX. yy.) – Keşiş. Bizans tarihçisi.

Anaksagoras (Yaklaşık olarak MÖ 500-428 yıllarıarasında yaşamıştır) – Küçük Asya’nın (Anadolu’nun)Klazomenai şehrinde doğmuş materyalist bir Yunanfilozofu.

Anaksimandros (Yaklaşık olarak MÖ 610-546yılları arasında yaşamıştır) – Materyalist bir Yunanfilozofu. Küçük Asya’nın Miletos şehrinde yaşamıştır.

Anaksimenes (Yaklaşık olarak MÖ 585-524 yıllarıarasında yaşamıştır) – Materyalist bir Yunan filozofu.Miletos’ta doğmuştur.

Andromeda – Yunan mitolojisine göre, Perseustarafından kurtarılmış bir kral kızı.

Archytas – MÖ 428-347 yılları arasında yaşamışmateryalist bir Yunan filozofu. Pythagoras

okulundandır.

Aristarkhos, Samoslu (Sisamlı) (MÖ IV. yy.’ınsonlarıyla III. yy.’ın ortaları) – Yunan astronomi bilgini.Samos Adası’nda doğmuştur.

Aristoksenos (MÖ IV. yy.) – Yunan filozof vemüzikçisi. Aristoteles’in öğrencisi.

Aristophanes (Yaklaşık olarak MÖ 450-385 yıllarıarasında yaşamıştır) – Klasik Yunan edebiyatının sonbüyük ozanı. 40 kadar komedya yazdığıbilinmektedir. Bulutlar, Eşekarıları, Kuşlar enünlüleridir.

Aristoteles (MÖ 384-322) – Antik çağın en büyükfilozofu, Trakya’da bir Yunan kolonisi olan Starira’dadoğmuştur. Esas eseri Organon’dur. Bundan başkaFizik, Metafizik, Politika ve Ahlak adlı eserleri deönemlidir.

Arkhimedes (Arşimet) (MÖ 287-212) – EskiYunanistan’ın ünlü fizikçisi ve matematikçisi. Fizik vematematikte birçok buluşu vardır. Kaldıraç(Manivela) kanunu, ağırlık merkezi adını taşıyankanun bunların en önemlileridir.

Aspasia (MÖ V. yy.) – Güzelliği ve zekâsıyla ünkazanmış Miletoslu bir kadın. Zamanının en kültürlükadınlarından biri. Perikles’in eşi.

Astarte – Fenikelilerde bereket, analık ve aşkTanrısı.

Athena Pallas – Yunan mitolojisinde tanrıların başıZeus’un kızlarından biri. Şehirlerin, bilgeliğin vebilimin koruyucusu bir tanrıçadır.

Augustus, Caius Julius Octavianus (MÖ 63 yılındadoğmuş, MS 14 yılında ölmüştür) – İlk Romaİmparatoru.

B

Bacon, Roger (1210-1294) – İngiliz filozofu vetabiat bilgini.

Bar, Kohba – II. yy.’da Romalılara karşı ayaklananFilistin Musevilerinin önderi.

Barma – XVI. yy.’da yaşamış bir Rus mimarı.Postnik adındaki başka bir mimarla birlikteMoskova’daki St. Bazil Katedrali’ni kurmuştur.

Behaim, Martin (1459-1507) – Almancoğrafyacısı.

Bernard, Clairvauxlu (Klervolu) (1901-1153) –Mistik bir filozof.

Biruni, Abu’l-Reyhan (Ölümü 1038) – OrtaçağdaDoğu’nun en büyük bilim adamlarından. Harzem’inBirun şehrinde doğmuştur. Hindistan’a dair bir kitabıvardır. Eserlerini Arapça yazmıştır.

Boestius (Yaklaşık olarak 475-526 yılları arasındayaşamıştır) – Romalı filozof, matematikçi ve fizikçi.

Borcia, Aleksander (1431-1503) – Papa IV.Aleksander.

Bruno, Giordano (1548-1600) – İtalyan filozofu,şair ve astronomi bilgini.

Büyük Şarl, Şarlman (742-814) – Fransa Kralı.768’de kral, 771’de tek başına Fransa Kralı iken 800yılında kendisini “Batı İmparatoru” ilan etmiştir.

C

Caboto, Giovanni (1450-1498) – İngiltere’ye göç

etmiş İtalyan asıllı denizci. Kuzey Amerika’yıbulmuştur.

Caboto, Sebastiano (1484-1557) – İngilizdenizcisi. Giovanni Caboto’nun oğlu.

Caesar Caius Julius (Jül Sezar) (MÖ 100-44) –Romalı politika adamı, başbuğ ve yazar.

Cassiodorus (490-585) – Romalı bilim adamı veyazar. Soylu bir Roma ailesine mensuptu.

Chancellor, Richard (1156 yılında ölmüştür) –İngiliz denizcisi.

Chaucer, Geoffrey (1340-1400) – Büyük İngilizşairi. Cantebury Hikâyeleri adlı eseri İngilizedebiyatının şaheserinden sayılır.

Commodus, Lucius Aurelius (II. yy.) – Romaİmparatoru. Marcus Aurelius’un oğlu.

Cortés, Hernán (1485-1517) – İspanyol gemicisi.Meksika fatihi.

D

Dante Alighieri (1265-1321) – En büyük İtalyan

şairi. Başlıca eseri İlahi Komedya adındaki deveserdir.

Demokritos (MÖ 460-370) – Büyük Yunan filozofu.Materyalisttir. Abdera şehrinde doğmuştur.

Dikaiarkhos (Yaklaşık olarak MÖ 350 yılındadoğmuştur) – Filozof. Aristoteles’in öğrencilerinden.

Diogenes (Diyojen) (MÖ 404-323) – Yunanfilozofu.

Dionysos – Yunan mitolojisinde meyve, üzüm veşarap tanrısı.

Dionysios, Büyük Dionysios (MÖ 430-367) – 405yılında Syrakuzai tiranı olmuştur.

Dionysios, Genç Dionysios – MÖ IV. yy.’daSyrakuzai’de tiranlık (beylik) yapmıştır, BüyükDionysos’un oğludur.

Doriat – XIII. yy.’da yaşamış bir Ceneviz denizcisi.

Durof, Vladimir Leonidoviç (1863-1934) – ÜnlüRus sirk artisti ve hayvan terbiyecisi.

Dubois, Eugène – Hollandalı anatomi bilgini. XIX.

yy.’ın 1890 yıllarında pithecanthropus erectus’unkemiklerini bulmuştur.

E

Ebülfida İsmail (1273-1331) – Arap tarih vecoğrafya bilgini. Tarihi Ebülfida adlı 4 ciltlik tarihi veTakvim-ül Büldân adlı coğrafyası, en ünlüeserlerindendir.

Edward VI. (1537-1553) – 1547’de tahta çıkanİngiliz kralı.

Ehtanot – MÖ XIV. yy.’da yaşamış bir Mısırfiravunu.

El Gazen (XI. yy.) – Ünlü bir Arap fizikçisi.

Empedokles (MÖ 483-423) – Yunan filozofu.Materyalisttir. Başlıca eserleri Tabiat Hakkında,Arınmalar’dır.

Epikuros (MÖ 342-270) – Büyük Yunanfilozoflarından biri. Materyalisttir. Samos Adası’ndadoğmuştur.

Eratosthenes (MÖ 256-194) – Yunanlı matematik,

astronomi, coğrafya bilgini.

Erasmus, Roterdamlı Erasmus (1466-1536) –Hollandalı hümanist. Deliliğe Övgü adlı kitabın yazarı.Düşünceleri Rönesans Avrupa’sı üzerinde büyük biretki yaratmıştır.

Eudemos, Rhodoslu Eudemos (MÖ IV. yy.’dayaşamıştır) – Aristoteles’in öğrencilerinden. Yunanfilozofu ve matematikçisi.

Euklides (MÖ 330-245) – Ünlü Yunanmatematikçisi.

Euripides (MÖ 480-406) – Büyük Yunan tragedyayazarı. Tragedyaları arasında Medeia, Fedra,İphigeneia Aulis’te en ünlüleridir.

F

Forum – Eskiçağda Roma şehirlerininmerkezindeki bir meydan.

Frederik III. – XV. yy.’da yaşamış bir Almanimparatoru.

Fydorof İvan (1583’de ölmüştür) – Rusya’da ilk

matbaayı açan kişi.

G

Galenos Klaudios (MS 131-200) – Eskiçağın,Hippokrates’ten sonra en ünlü hekimi. Anatomi,fizyoloji ve felsefe üstüne eserleri vardır.

Galilei, Galileo (1564-1642) – İtalyan bilgini.Astronomi, matematik ve fizik alanında birçokbuluşuyla ün yapmıştır.

Gama, Vasco Da (1469-1542) – 1497-1498yıllarında Afrika’nın güneyinden dolaşarak Hindistanyolunu bulan Portekiz denizcisi.

Gazali, Ebu Hamit Muhammed (1059-1111) –Arap filozofu.

Giovanni Pico della Mirandola (1436-1494) –İtalyan yazar ve filozofu. Rönesans çağının en bilgiliadamlarından biri.

Goethe, Johann Wolfgang (1749-1832) – BüyükAlman yazarı.

Grigor, Tur piskoposu (VI. yy.) – Frankların Tarihi

adlı kitabın yazarı. Tur’da bir rahip okulu kurmuştur.

Guillaume, Champeux (Şampo) (1070-1121) –Fransız filozofu. Paris’te felsefe ve güzel konuşmaprofesörlüğü yapmıştır.

Gutenberg, Johannes (1349-1468) – Matbaacılığınkurucusu.

H

Hekataios, Miletoslu Hekataios (MÖ VI. yy.’ınsonlarıyla V. yy.’ın başları arasında) – Coğrafyacı vetarih yazarı.

Hekkel, Ernst (1834-1919) – Alman tabiat bilgini.Yena Üniversitesi’nde zooloji profesörlüğü yaptı.Darvin’le tanıştıktan sonra, Darvinciliğin en ateşlisavunucularından olmuştur.

Hellas ya da Ellada – Yunanistan’ın antikçağdakiadı.

Hephaistos – Yunan mitolojisinde ateş tanrısı,demircilerin, zanaatçıların piri.

Herakleitos (Yaklaşık olarak MÖ 544-484 yılları

arasında) – Materyalist Yunan filozofu. Ephesosludur.

Herbert (Papa II. Silvester, X. yy.) – Ortaçağ bilimadamlarından.

Heredotos (MÖ 485-425) – Ünlü Yunan tarihçisi.Ona “Tarihin babası” adı verilir.

Heron (MÖ II. yy. sonu ve I. yy. başı) – İskenderiyelimatematikçi ve matematik bilgini.

Hesiodos (MÖ VIII. - VII. yy.) – En eski Yunanozanlarından, Boiotialıdır. Theogonia (TanrılarınDoğumu) ve İşler ve Günler adlı destanları yazmıştır.

Hippokrates (MÖ 460-377) – Eskiçağın ünlüYunan hekimi. “Hekimliğin babası” sayılır.

Holbein, Genç Hans (1497-1543) – Almanressamı.

Homeros (Heredotos’a göre, MÖ 850 yıllarınadoğru yaşamıştır) – Eskiçağ Yunanistan’ının epikozanı. Eskiçağ Yunan yazarı. İlyada ile Odysseia’nınHomeros tarafından yaratılmış olduğu söylenir.

Horatius, Quintus Flaccus (MÖ 66-8 yılları) – Ünlü

Latin şairi. Hicivle, aşkla, destanlarla vekahramanlıklarla ilgili şiirleri ve bir de Şiir Sanatı adlıeseri vardır.

Hugenotlar – Hıristiyanlıkta reform yapan JanKalvin’in taraftarlarına verilen ad. Katolik kilisesinindüşmanıdırlar.

Hvoyko, Vikenti Vyaçeslavoviç (1850-1914) –Tripolye kültürünü bulan Ukraynalı bilimadamlarından.

I-İ

İbni Rüşt (1126-1198) – Arap filozofu. Kurtuba’dadoğmuştur. Fizik, tıp, astroloji, felsefe ve matematiküzerinde çalışmıştır. Avrupa’da Averroes adıylabilinir.

İbni Sina (980-1037) – Ünlü Doğu filozofu. Buharayakınlarında doğmuştur. Tam anlamıyla ansiklopedikbir dehaya sahipti. Ünü ve etkisi bütün Batıortaçağına yayılmıştır. Eserlerini Arapça yazmıştır.Avrupa’da Avicenna adıyla bilinir.

İgor, Büyük Kiev Prensi (912-945) – Rürik’in oğlu,

Oleg’in halefi.

İgor Svyatoslavoviç (Ölümü 1202) – NovgorodPrensi, 1185 yılında Poloveçlilere karşı savaşaçıkmıştır. Bu olayı anlatan İgor Alayı Destanı’nınkahramanı.

İllarion (XI. yy.) – Kiev metropoliti, ünlü bir hatip veyazar.

İştar ya da İşter – Babil tanrıçası.

İvan III. (1140-1505) – Büyük Moskova prensi.

İvan IV. Korkunç İvan (1530-1584) – 153’te büyükprens, 1547’de “Tüm Rusya’nın çarı” olmuştur.

K

Kerberos – Eskiçağ Yunanlılarının inanışlarınagöre, yeraltı ülkesinin kapısını bekleyen üç başlı, yılankuyruklu köpek.

Kiril (827-869) – Slavlar arasında çalışan ilkHıristiyan misyonerlerden. Metodi ile birlikte Slavyazısını yaratmıştır.

Kril, Tur Piskoposu (XII. yy.) – Rus yazar ve bilim

adamı.

Kovalevski, Vladimir Onufriyeviç (1842-1883) –Ünlü bir Rus paleontoloğu.

Kolomb, Kristof (1146-1506) – 1492’deAmerika’yı bulan ünlü gemici.

Kortso, İvan – Sibirya fatihi Yermak’ınarkadaşlarından, Volga Kazaklarının komutanı.

Kopernik, Nikola (1473-1543) – Polonyalıastronomi bilgini.

Kosmos, İndikopleustes (VI. yy.) – Mısırlı keşiş,gezgin. Hıristiyan Topografyası adı bir coğrafyakitabı yazmıştır.

Kriton – Sokrates’in öğrencisi ve arkadaşı. MÖ404-403 yıllarında Atina’da iktidarı ele geçiren “30tiran”dan biri.

Ksenophanes (MÖ VI. yy.) – Yunan ozan vefilozofu.

Kserkses (MÖ V. yy.) – Pers Kralı.

Küçük Şeybani – Sibirya Tatarlarının son hanları.

L

Lactantius (III. - IV. yy.) – Afrikalı bir Hıristiyanyazar.

La-Chen – MÖ VI. yy.’da yaşamış bir Çin filozofu.

Lavoisier, Antoine Laurent (1743-1794) – Fransızkimyacısı. Modern kimyanın kurucularındandır.

Leibniz, Gottfried Wilhelm (1646-1716) – Almanfilozofu ve matematikçisi.

Leonardo da Vinci (1452-1519) – Rönesansdevrinde yaşamış büyük bir bilim adamı ve ressam.

Leukippos (MÖ V. yy.) – Materyalist bir Yunanfilozofu. Demokritos’un hocası.

Livius Titus (MÖ 59-MS 17 yılları arasında) –Romalı tarihçi.

Lobaçevski, Nikolay İvanoviç (1792-1856) – Ünlübir Rus matematikçisi.

Lomonosov, Mihail Vasilyeviç (1711-1765) –Büyük bir Rus bilgini ve yazarı.

Lukretius, Carus Titus (MÖ 98-55 yıllarında) –Roma’nın en tanınmış şairlerinden. Materyalist birfilozoftur. Eşyaların Tabiatı Üstüne adlı bir eserivardır.

Luther, Martin (1483-1546) – Alman reformhareketinin öncüsü ve Protestanlığın kurucusu.

Lyell, Charles (1797-1875) – Ünlü İngiliz jeolojibilgini.

M

Macellan, Fernando (1480-1521) – Ünlü Portekizligemici. İspanya hizmetindeyken dünyayı ilk defadolaşmıştır.

Magdeburg – Daha Büyük Şarl zamanında, IX.yy.’ın başlarında bilinen bir Alman şehri.

Marco Polo (1254-1324) – İtalyan gezgini. Asyahalklarını anlatan ve dünyaya tanıtan Marco Polo’nunKitabı adlı bir eser yazmıştır.

Marcus Aurelius (121-180) – Roma İmparatoru,filozof ve yazarı. Kendi Kendimle Baş Başa adlı birkitabı vardır.

Marin, Tirli – MS I. yy.’ın sonunda ve II. yy.’ınbaşlarında yaşamış bir Romalı coğrafyacı.

Medici, Muhteşem Lorenzo (1448-1492) – Bankerve Floransa hâkimi.

Melanchthon, Philipp (1497-1560) – Luther’inyakın fikir arkadaşı, Protestan din bilgini.

Melkart – Bir Fenike tanrısı.

Mendeleyev, Dimitri İvanoviç (1834-1907) – Enbüyük Rus kimyacısı.

Meşçaninov, İvan İvanoviç – Sovyet dil bilgini,akademi üyesi.

Montesuma – Meksika Azteklerinin devlet önderi(XI. yy. başları).

Morgan, L. G. (1818-1881) – Ünlü Amerikanetnografya bilgini.

N

Newton, Isaac (1643-1729) – Büyük bir İngilizmatematikçisi, astronomu ve fizikçisi.

Nikitin Afanasiy – XV. yy.’da yaşamış ünlü bir Rusgezgini. 1466-1470 yılları arasında İran’la Hindistan’ıgezmiştir.

O-Ö

Odysseia – Yunan ozanı Homeros tarafındanyaratıldığı söylenen bir destan.

Odysseus – Homeros’un ikinci destanıOdysseia’nın kurnaz kahramanı, İthaka Adası’nınhükümdarı. Troya Savaşı’na katılmıştır.

Oleg (912 yılında ölmüştür) – Rusya’da Rürik’tensonra 2. prens.

Oleg, Çernigovlu Oleg (1115) yılında ölmüştür) –Birkaç kardeş kavgasına katılmış bir Çernigovprensi.

Orellano, Francisco (XV. yy.’ın sonlarında doğup1549 yılında ölmüştür) – And Sıradağları’nınötesindeki toprakları inceleyip Amazon Irmağı’nıbulan bir İspanyol bilgini.

Osiris – Eski Mısır’ın ölen ve yeniden dirilen bitkitanrısı, aynı zamanda ölüler ülkesinin koruyucusudur.

Ömer – 634-644 yılları arasında halife olmuş,halifeliği zamanında Suriye, Mezopotamya, Filistinzapt edilmiştir.

P

Parmenides – MÖ V. yy.’da yaşamış bir Yunanfilozofu. Elea okulundandır.

Pavlov, İvan Petroviç (1849-1936) – Büyük Rusfilozofu.

Perikles (MÖ 490-429) – Yunan devlet adamı.Atina’nın yükseliş devrinde demokratik partinin şefiolmuştur.

Perseus – Yunan mitolojisine göre, Zeus ile ArgosKraliçesi Danae’nin oğlu.

Petrarca, Francesco (1304-1374) – Büyük İtalyanşairi.

Phidias (Yaklaşık olarak MÖ 490-430) – Yunanuygarlığının en büyük heykelcisi. Perikles’inzamanında yaşamıştır.

Philippos II, Makedonyalı Philippos (MÖ 383-336)

– Makedonya kralı.

Piarro, Gonzalo – XVII. yy.’da yaşamış ve AmazonIrmağı’nın yukarı kesimlerine sefer yapmış birİspanyol fatihi.

Piaton (MÖ 423-347) – İdealist Yunan filozofu.

Pitey, Marsilyalı Pitey (MÖ IV. yy.) – Yunan gezginive bilim adamı.

Plinius, Caius Secundus (23-79) – Romalı yazar,bilim ve devlet adamı.

Plutarkhos (50-120) – Yunan tarihçisi. Yunanistanve Roma’nın ünlü adamlarından bahseden ParalelHayatlar adlı eseriyle tanınmıştır.

Polykrates (MÖ VI. yy.) – Samos Adası tiranı.

Ponce de Leon, Juan (1460-1521) – Kolomb’unikinci seferine katılmış bir İspanyol gezgini. 1513yılında Florida’yı bulmuş, onu bir ada sanmıştır.

Poseidon – Eski Yunanlılarda denizlerin, sularıntanrısı.

Postnik – Rus mimarı. Barma’yla birlikte,

Moskova’daki St. Bazil Katedrali’ni kurmuştur.

Prometheus – Yunan mitolojisine göre, Zeus’uninsanların elinden aldığı ateşi gökten çalıp insanlarageri veren bir titan.

Ptolemaios II. Philadelphus (MÖ 285-246) – Mısırhükümdarı.

Ptolemaios, Claudius – II. yy.’da yaşamış ünlü birYunan astronomu. Doğu’da Batlamyos adıyla bilinir.

Ptolemaioslar – Büyük İskender’inkomutanlarından Ptolemaios tarafından Mısır’dakurulan bir hükümdar hanedanı.

Pud – Rusya’da kullanılan ve 16 kg.’a eşit olan birağırlık ölçüsü.

Pythagoras (MÖ 571-497) – İdealist Yunanfilozofu. Samos Adası’nda doğmuştur.

R

Rustaveli, Şato – XII. yy.’da yaşamış büyük Gürcüşairi.

S

Seneca Lucius (MÖ 3 - MS 65) – Romalı filozof veyazar. Roma İmparatoru Neron’a hocalık etmiştir.

Seth – Mısır tanrısı, Osiris’in kardeşi ve katili.

Shakespeare, William (1564-1616) – Büyük İngilizŞairi ve oyun yazarı.

Skylla ile Kharybdis – Yunan mitolojisinde,Messina Boğazı’nın iki yakasında birbirinden bir okatımı uzakta duran iki deniz canavarı. Skylla ileKharybdis, birinden olsa bile ötekinden kurtulmasıimkânsız bir çifte belanın ifadesinde atasözü halinegelmişlerdir.

Sokrates (MÖ 469-399) – Atinalı idealist bir Yunanfilozofu.

Sophokles (MÖ 495-406) – Büyük Yunan tragedyaşairi. Kral Oidipus, Antigone başlıca eserleridir.

Spartacus – Eskiçağ Roma’sında, MÖ 73-71yıllarında ayaklanan kölelerle gladyatörlerin önderi.

Spinoza, Baruch ya da Benedikt (1632-1677) –Ünlü Hollandalı filozof.

Strabon (MÖ 63 - MS 21) – Yunan coğrafyacısı.

Straton, Lampsakoslu Straton – MS 270 yılındaölmüş bir Yunan coğrafyacısı.

Stroganoflar – XVI. - XVII. yy.’da ticaret ve sanayialanlarında faaliyet göstermiş, baron ve kontlarvermiş bir aile.

Süleyman ya da Solomon (MÖ X. yy.) – Yahudihükümdarı. Davud’un (David’in) oğlu.

Svyatoslav (X. yy.) – Kiev Prensi.

T

Tacitus, Cornelius – Roma tarihçisi. Senato üyesi.

Tammuz – Eski Asurlularla Babillilerde, kışındonup ilkbaharda yeniden dirilen bitki tanrısı.

Teodorik, Büyük Teodorik (471-526) – OstrogotKralı.

Thales (MÖ 624-547) – Miletos’ta doğmuşmateryalist bir Yunan filozofu.

Theogonis (MÖ VI.) – Lirik Yunan şairi.

Thomas, Aquinolu Thomas (1225-1274) –Ortaçağ din bilgini ve filozofu.

Thukydides (MÖ 460-399) – Atinalı tarihçi,Peloponnesos Savaşları’nın Tarihi adlı bir eserivardır.

Thutmose – MÖ XVII. yy.’da yaşamış bir Mısırfiravunu.

Timiryazev, Clement Arkadiyeviç (1843-1920) –Büyük Rus doğa bilgini.

Tirit – MÖ II. bin yılda en önemli Yunanşehirlerinden biri.

V

Valvian – V. yy.’da Güney Galya’da yaşamış birpapaz ve yazar.

Vergilius, Maron Publius (MÖ 70-19) – Romalışair, Aineas destanının yazarı.

Vivaldi (Guido ve Ugolino Kardeşler) – XVIII. yy.’ınsonlarında yaşamış iki Venedikli denizci.

Vladimir Svyatoslavoviç (1015 yılında ölmüştür) –

980 yılında Kiev Prensi olmuştur.

Vladimir Vsevolodoviç Monomach (1053-1125) –1113 yılında Kiev Büyük Prensi olmuştur.

Voltaire, Francoise-Marie Arouet (1694-1778 ) –Büyük Fransız yazarı ve düşünürü.

W

Walter Raleighly, (1552-1618) – Gezgin ve şair.Kuzey ve Güney Amerika’ya birkaç sefer yapmıştır.

Watt, James-Benjamin (1736-1810) – İskoçyalımekanikçi ve mucit.

Y

Yoan, Bulgar Yoan – X. yy.’da Bulgaristan’dayaşamış bir kilise yazarı. Şeştodnev - Altı Gün adlı birkitap yazmıştır.

Yoan Tsimiskis (X. yy.) – Bizans İmparatoru.

Yoviy Pavel (1483-1552) – Doktor ve yazar.Moskova Elçisinin Notları adlı bir eseri vardır.

Yermak Timofeyeviç (XVI. yy.) – Kazak komutanı.

1582 yılında Sibirya’yı fethedip Rusya’ya ilhaketmiştir.

Yermolin Vasilyi Dmitriyeviç (XV. yy.) – TanınmışRus mimarı.

Z

Zeus – Eski Yunanlılarda gök, yıldırım tanrısı,evrenin hâkimi, tanrıların ve insanların atası sayılırdı.

Table of ContentsÇEVİRMENİN NOTUİNSAN BİR DEVDİRI. BÖLÜM

1 Taş Sayfalı KitapOkunabilmesi GerekenSözİnsan İkinci Bir DoğaYaratıyor

2 Geçmiş Zamanlara İlk GeziBin Yıllık OkulDilsiz DilJestlerle İfade EdilenAnlamlarJest Sözlüğünden BirSayfaKullandığımız İşaret Diliİnsan Akıl Sahibi OluyorDilden Dileİnsanı Emek Yarattı

3 Av Toplumundu

Yeni İnsanlarMağara EvlerAvcıların EviYeraltında ResimSergisiBir Muamma ve Çözümü

4 Tarihin AkrebiBir Gölden NelerÖğrenildiİlk Kumaşİlk Madencilerİlk ÇiftçilerEmeğin Takvimi

5 İki YasaÖzel Mülkiyet YoktuYanlışlıklar Zinciri

6 Büyülü ÇizmelerEski Bina Çatlıyorİlk GöçebelerCanlı AraçAnı ve AnıtKöleler ve ÖzgürlerBir Kalenin KuşatılmasıÖlüler Canlıları Anlatıyor

İnsan Yeni Bir MadenYaratıyorİnsanın Kendi Malı veBaşkasının MalıHer Şey OrtaktıBilimin BaşlangıcıTanrılar OlymposaÇekiliyorlarDünya Genişliyorİlk Ozanlar

II. BÖLÜM1 İnsan Yeryüzünü Dolaşıyor

Köyde Önce Her ŞeyOrtaktıAnlaşılmaz Yeni DünyaBilimin İlk SözüBilim, BilimliğiniAnlamaya BaşlıyorBilim DünyanınDuvarlarını Geri İtiyor

2 Yeni Türküler Söyleyen Eski OzanEskiyi Savunanlar, BilimiKendiTaraflarına Çekmeye

ÇalışıyorlarDerken PythagorasÇıkageldiHerakleitos, İnsanlaraDüşünmeyi ÖğrettiErken Takılan DefneÇelengi

3 Heredotos’u DinliyoruzSoyluların Konuşmalarıİnsana ÖvgüDemokritos ÜstüneÖnde Gidenler, GerideKalanlarYol Çıkmaza GiriyorGeçmişi ÖzlemekPrometheus’u ZincireVuruyorlar

4 İnsan Kendi Gücünden KuşkuyaDüşüyor

Sokrates YanılıyorduPlaton’un Hayal Dünyasıİdealizmle MateryalizminSavaşı Tanrısız veEşitçi Demokritos

Eşitçi DemokritosBüyük DüşünürAristoteles

5 Dünyayı Fethetmenin İki Yoluİskender ve UmutDüşmanlık ve DostlukÜstüneEgemen Sınıf DüzeniBilim İşçileriKafa ve ElBilgelerin YoluArşimet Yasasıİnsan, Cansıza CanVeriyorİnsan, Yüce ve Akıllıydı

6 Esir Edenler ve EsirlerGladyatörlerin DövüşüKölelerin İsyanıKüçük Yahudiler Ülkesi,Roma’yla Nasıl Savaştı?Otuz Bin İnsan On Bir YılÇalıştıTorunlar Ne Diyor?

7 Zaman Ölçüsü

Dünya Üzerinde UçuşVillanın Yerini ŞatoAlmaya BaşladıEmeğe Lanet

III. BÖLÜM1 Bilimle Uğraşanlar Parçalanıyordu

Savaş Diye Buna DerimYeni Düzen: FeodalizmDoğu Aydınlık İçinde

2 Yeni KahramanlarKayıkla DünyayıDolaşmaRus Halkı ÜstüneDilber bir gelin bulunbana, Güzel, aklıbaşında olsun.Altın Kapılardaki Kitaplık

3 Doğunun ZenginliğiKitapçı Nedim’inDükkânıKöylünün İsyanıDünya YenidenGenişliyorPanayırdan Panayıra

“Kalbimiz Bir Olsun”Düşünen İnsanAcı Bir SevgidenYoruldularBüyük Albert BilimiDinden AyırıyorduHiçbir Şey GizliKalamazdıYıldızlardan MedetOkur, Bir KatolikPapazının UşağıylaKarşılaşır veAnlattıklarını Dinler

5 Cengiz Han’ın OrdularıMoskova, Üçüncü RomaOlmuştu

6 Marco Polo“Üç Deniz Ötesine Gezi”Emek ve BilimBir Romalı, TorunlarınaMisafir OluyorBir Dinsizin HikâyesiLeonardo da Vinci

7 Dante’nin Bildiği

Yeryüzü Müslümanların,Denizler KâfirlerinÜç Buruna DairYeni Dünyaİlk SömürgeKöpeklere ParçalatılanKızılderililerYeni Çağın En BüyükAdamı Kolombİlk Dünya TuruEkonomi SavaşıBaşlıyorÜç Gemi“Büyük Kroki Kitabı”

8 Tarihin SayfalarıDünyayı Tanımak Güç

9 Bir Kitabın Başına GelenlerKitabın DostlarıKitap Savaşa Gidiyor

10 Kopernik’in Kitabı Genç Bir PapazınEline Nasıl Geçti?

Bruno, YeryüzündeKendisi İçin Pek Az YerOlduğu Kanısına Varıyor

Olduğu Kanısına VarıyorPlatoncularlaDemokritosçularArasında Eski SavaşAlevleniyorİnsan Geleceğe Bakıyor17 Şubat 1600

SONSÖZBruno’nun Ölümü İnsanın Sonu Değildi

İSİMLER SÖZLÜĞÜ