Upload
others
View
13
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi 13
Editörler
ERCAN ALKAN OSMAN SACiDARI
i SAR Y A·Y I NLARI
uf
iSAR Yayınları 1 15
Osmanlı'da ilimler Dizisi ı 3
Osmanlı'da ilm-i Tasawuf
Editörler
Ercan Alkan Osman Sacid Arı
1. Baskı, Aralık 2018, istanbul
ISBN 978-605-9276·12-2
Yayına Hazırlı k
M. Fatih Mintas
ömer Said Güler
Kitap Tasarım: Salih Pulcu
Tasarım Uygulama: Recep Önder
Baskı·Cilt
Elma Basım Halkalı Cad. No: 162/7 SefakOy Kücükcekmece J Istanbul Tel: +90 (212) 697 30 30 Matbaa Sertifıka No: 12058
© ISAR Yayı nları
T.C. KOltür ve Turizm Bakar:ılı~ı Sertlfıka No:·32581
Botan yayın hakları saklıdır. Bilimsel araştırma ve
tanıtım icin yapılacak kısa alıı:ıtılar dışında·; yayıncının
yazılı Izni olmadan hicbir yolla çcıga'ttııamaz:
iSAR Yayınla rı
Selamı Ali Mah. Fıstıka~acı Sok. No: 22 Osküdar 1 istanbul Tel: +90 (216) 310 99 23 ı Belgegecer: +90 (216) 391 26 33
www.isaryaylnlari.com 1 [email protected]
Katalog Bilgileri
Osmanlı 'da ilm-i Tasawuf 1 ed. Ercan Alkan· Osman Sacid Arı ı istanbul
2018 (1.bs.) i iSAR Yayınları- 15/ Osmanlı'da Ilimler Dizisi · 3 I ISBN:
978-605-9276-12·2116.5 x 24 cm. - 863 s. 11. Tasawufve Tarlkatler_ Osmanlı Devleti 2 . Sosyal Yasam ve Gelenekler 3. ilimlerTarıhi
Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücftd Tartışmaları İçin Bir Başlangıç:_ Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücftd Yorumu
ÖmerTürker Prof. Dr., Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi.
Giriş
XIII. yüzyıl İslam düşünce tarihinde farklı bir metafizik teorinin zuhuruna şa
hitlik ede;: İbnü'l-Ara.bi'nin sonraki dönemlerde sadece tasavvuf geleneğini değil, aynı zamanda kelam ve felsefe geleneklerini de etkileyecek - ve özelde
Osmanlı entelektüel ve sosyo-kültürel hayatını da besleyecek- olan vahdet-i
vücuduna ... Aslında tasavvuf tarihinde Bayez!d-i Bistaml ve Hallac-ı Mansur
gibi sufilerin sözlerinde erken habercileri görülen ama ilk kez İbnü'l-Arabl'nin
kitaplannda sistemli ifadesini bulan bu düşünce kelam geleneğinin kabulleri
açısından oldukça aykırı.görünen ilke ve yorumları hanndırdığından doğu
şundan kısa süre sonra önde gelen kelamcıların lehte ve aleyhte yorumlarına
konu olmuştur. İlk kez Adudüddin el-İci'nin el-Meviikıf fi ilmi'l-keliim'ında gör-düğümüz vahdet-i vücud eleştirisi, daha sonra İci'nin genç öğrencilerinden
Sa'deddin et-Teftazani'nin Şerlnı'l-Makiisıd'ında bigane kalınamayacak bir se-
viyeye ulaşmıştır. İci'nin başhittığı, Teftazaru'nin ileriettiği ve İmam Rabhani
ile birlikte tasavvuf geleneğinde de karşılık bulan bu eleştirileri kavrayabil-
mek için kelfuncıların vahdet-i vücudu hangi problem etrafında ele aldığını
arılamak gerekir.
Genelde dini düşünce erbabı özelde kelam geleneği, başlangıçtan beri bir-
kaç meselede oldukça duyarlı bir tavır sergilemiştir. Bu meselelerio başında
"Tevhidden ne anlayacağız?" sorusunun cevabında zikrettikleri, hulfıl ve it-
Osmanlı'da İl m-i Tasavvuf ~ 213
tiha.dm reddi gelir. İttihad, Tanrı'nın bir yaranlmışla birleşmesi, hulCıl ise bir
yaratılmışa yerleşmesidir. Kelamcılar, hulul ve ittihad sorununu mütekad-
dimıln döneminde Hristiyanlara, aşın Şii gruplardan Nusayriler' e, İshakiler' e
ve Beyaniyye'ye reddiye bağlamında çokça işlemişlerdir. Gerçi müteahhir
döneme gelindiğinde kelamcıların, Hristiyanlann Allah'ın Hz. İsa'nın bede-
nine hulıll ettiği iddiası hususunda daha temkinli olduğu ve Hıristiyanlardan
gelen nakillerden onların ne kasdettiklerinin tam anlamıyla açık olmaqığmı
düşündükleri görülür. Fakat kelamcılar, meseleyi bulıli bağlamında ele al-
maya devam. etmiş ve eleştiri geleneğini canlı tutmuştur. Vahdet-i vücud da İbnü'l-Arabl'nin vefatından bir müddet sonra kelamcılann gündemine yine
hulfıl ve ittihad başlığı altında girmiştir.
I. İd'nin Hulul ve ittihad Eleştirisi
Tespit edebildiğimiz kadarıyla kelam metinlerinde vahdet-i vücuda dair ilk
değerlendirmeler, çok kısa da olsa, İd'nin el-Meviikıf'ında geçer. İci, el-Meva-
kifın ilahiyyat bölümünde "Yüce Zorunlu Başkasıyla Birleşmez ve Başkasına
Hulıll Etmez" başlığı altında öncelikle Allah'ın bir başkasıyla birleşmesinin
veya ona hulul etmesinin imkansız olduğunu açıklar. Buna göre
Yüce Zorunlu başkasıyla birleşmez. Zira daha önce ikinci mevkı.fte geçti-
ği üzere iki şey arasında mutlak olarak birleşme/ittihad imkansızdır. Yine
O'nun başkasına hulul ermesi imkansızdır. Çünkü hulul, bağımlılık yoluy-
la meydan~ gelmedir. Bu ise zati zorunluluğa aykırıdır. Ayrıca mahalden
zatı nedeniyle ınüstağni olsa ona yerleşmez. Çünkü hulul için muht~ç
olmak gerekir. Oysa zanyla müstağni olan şeye mahalle muhtaç kılacak
bir durumun ilişmesi imkansızdır. Zira bizzat olan durum, başkası nede-
niyle ortadan kalkmaz. Aksi halde zan nedeniyle mahalle muhtaç olurdu.
Zira istiğna, muhtaçlılığın olmamasıdır, dolayısıyla bu 'ikisi arasında ara
bir durum yoktur. Zorunlu'nun muhtaç olması durumunda Zorunlu'nun
muhtaçlığıyla birlikte mahallin de kadim olması gerekir. Bu takdirde iki
imkansızlık birden gerekli olur. Yine Zorunlu bir şeye yerleştiğinde bu ma-
hal şayet bölünebilir ise Zorunlu'nun bölünmesi, bileşikliği ve parçalanna
muhtaç olması gerekir. Oysa bu yanlıştır. Aksi halde yani mahal, cevher-i
fert gibi bölünmeyi kabul ermernesi durumunda Zorunlu, şeylerin en
değersizine yerleştiği için en değersizi olur. Yine Zorunlu bir cisıne yer-
leşseydi O'nun zatı cisme hululü kabul ederdi. Cisimler ise birbiriyle mü-
temasil olan cevher-i fertlerden oluştuğundan kabul hususunda eşittirler.
214 r Osmanlı 'da ilm- i Tasavvuf
Cisimleri n bir kısmına değil de diğer kısmına tahsis, ancak Fail-i Muhtiir'ın
eseridir. Dolayısıyla O'nun bir tahtakurusu ve çek.irdeğe hulul etmediğini
kesiniemek mümkün değildir. Oysa bu zorunlu olarak yanlıştır. Hasım da
bunu itiraf etmektedir. Bazen has ma karşı şöyle delil getirilir: O'nun başka
sına yerleşmesinin anlamı, mahallin yer kaplamasına bağlı olarak yer kap-
lamasıdır. Bu durumda da O'nun mekiinlı ve yönlü olması gerekir. Halbuki
biz bunu çürütmüştük. Bu delilin zayıflığını öğrenmiştin. Çünkü hulul, yer
kaplamada tabilikle değil, niteleyici ihtisasla açıklanmaktadır. Nasıl olur!
Bu delil, yüce Allah'ın sıfatlarıyla nakz olmaktadır. Çünkü O'nun sıfatları
ziitıyla kiiimdir ama orada herhangi bir yer kaplama söz konusu değildir.
Uyarı: O'nun ziitı başkasına yerleşmediği gibi sıfatları da başkasına yerleş
mez. Çünkü sıfatıann intikal etmesi düşünülemez. intikal yalnızca zatlara
mahsustur. Aynca bütün zatlar da intikal etmezler, sadece cisimlerintikal
eder}
İd'nin metni ve Seyyid Şerif'in yorumlarını ihtiva eden bu pasaj, genel ola-rak ittihad ve hulfrl eleştirilerinin gerekçelerini oldukça bir özlü bir şekilde
ifade eder. Dikkatle tetkik edildiğinde metin kelfun geleneğinirı hem önce-
ki dönemlerde teslis, ittihad ve hulfrle yönelik eleştirilerine, hem de Id ve
sonrasında va.hdet-i vücuda yönelik eleştirilerine gerekçe kabul edilebilecek
mülahazaların tamamını öze_tler. Metni, uyarı kısmıyla birlikte bütün olarak
düşündüğümüzde lcı'nin tartışmayı ilahi zat ile sınırlı tutmadığı, ilahi zata ait
sıfatları içerecek şekilde külli bütün yönleriyle dikkate aldığı görülmektedir.
Dolayısıyla metnin hulfrl ve ittihadı ret gerekçelerini genelden özele sıralanan
altı maddede özetlemek mümkündür:
(i) Zorunlu Varlık ilk ve kadimdir. Bu sebeple ilk ve kadim olmaya aykırı
her türlü görüş reddedilmelidir.
(ii) İlk ve kadim olmak, Zorunlu'nun zatı ve sıfatları bakımından başkası
na muhtaç olmamasını (istiğna) gerektirir.
(iii) Öyleyse Zorunlu Varlık, bölünemez, birden çok parçadan oluşamaz,
bir başkasına yerleşerek var olamaz.
(iv) Dolayısıyla kendisinden sonra gelen ve varlığını ona borçlu olan baş
ka bir şeye muhtaç olması, yerleşmesi, varlığını yahut sıfatıarını borç-
lu olması mümkün değildir.
1 Cürcani, Şerhu'I-/Vfevôktf, lll, s. 52-54. Şerhu'/-/Vfevôkifalıntılarında koyu harflerle yazılan cüm-leler, e/-/Vfevôkifyazarı ki'ye, diğer cümleler şarih Cürcani'ye aittir.
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 2 15
(v) Parçalardan oluşan cisimlere mahal olması veya yerleşmesi yahut ci-
simlerin değer ve sıfatlanyla nitelerrmesi mümkün değildir.
(vi) Yukandaki ilkeler, ister kelamcılann düşündüğü anlamda hadis ister
filozoflann düşündüğü anlamda ezell olduğunu kabul edelim cisim-
lerin varlık tarzı itibariyle Zorunlu Varlık'ın zatı ve sıfatlannın Zorun-
lu Varlık'taki haliyle taşıyıcısı olmaya elverişli olmadığını göstermek-
tedir.
Tahmin edile.ceği üzere bu ilkeler, İslam felsefe ve kelam geleneklerinin or-
tak kabullerini ifade eder. Her ne kadar Tann'nın zatı ve sıfatlan ile Tann-a-
lem ilişkisinde kelamcılar ve filozoflar arasında derin ayrıklıklar bulunsa da
Tann'nın alemi aşkın olduğu hususunda iki büyük gelenek arasında bir uzlaşı
bulunmaktadır. Bu sebeple İci ilahi zat ve sıfatlarının ele alındığı bölümde
hulul ve ittihad eleştirisi yapar. Bu bağlamda İci ittihad ve hululün reddinde
muhalefet eden üç zümreyi eleştirir:
Birincisi Hıristiyanlardır. Onların sözleri karmaşık olduğu ve bu nedenle
naklinde görüş aynlığına düşüldüğünden yazar maksat için yeterli olacak
kısmına işaret ederek şöyle dedi: Onlann görüşlerinin bütüncül ifadesi
şöyledir: Onlar ya Allah'ın zatının Mesih'le birleştiğini veya O'nun zatı
nın Mesih' e yerleştiğini yahut O'nun sıfatının Mesih' e yerleştiğini söyle-
mektedirler. Bütün bunlar ise ya İsa'nın bedeniyle ya da nefsiyle olmuş
tur. İşte bunlar altı kısımdır. Ya da bunlann hiçbirini söylemiyorlardır
ve bu takdirde ya Allah Mesih' e yaratma ve var etme kudreti vermiştir
diyorlardrr ya da böyle söylemeyip Allah'ın ona mucizeler verdiğini ve
tıpkı Hz. İbrahim'i "dost" olarak adlandırması gibi Hz. İsa'yı da teşrif
etmek ve yüceltmek için onu "oğul" olarak adlandırdığını söylüyorlar-
dır. İşe bunlar toplam sekiz ihtimalden oluşmaktadır ve sonuncusu ha-
riç tamamı yanlıştır. İlk altısı daha önce açıkladı~ ittihad/birleşme
ve hulfılün/yerleşmenin imkansızlığından dolayı yanlıştır. Yedincisi de
yanlıştır. Çünkü ilerde açıklayacağımız üzere varlıkta Allah'tan başka
müessir yoktur. 2
Metinde öncelikle Hıristiyanlann görüşlelinin nakli ve aniaşılmasıyla ilgili
Cürcani'nin yaptığı açıklama dikkate şayandır. Zira teşrif amaçlı oğul denil-
diği şıkkı bu sebeple şaz bir görüş olarak değil muhtemel akli şıklardan bir
olarak zikredilmektedir. İci'nin değerlendirmeleri yukanda sayılan maddele-
rin bir tatbikidir: Allah, İsa Mesih'in bedenine yahut nefsine ya zatıyla ya sıfa-
2 Cürdini, Şerhu'l·Meviikif, lll, s. 54·56.
216 r Osmantı·da ilm- i Tasavvuf
tıyla yerleşmiştir. Hz. İsa'ya yaratma kudreti verildiği şıkkının hulul ve ittihad
tartışmalanyla ilişldsi bulunmadığından esas itibariyle ilk altı şık konumuz-
la ilgilidir. Daha önce alınulanan pasajda Id ve Cürcani, kadimin başkasına
muhtaçlığını zat ve sıfat açısından muhtaçlığını ve başkasının kadimin zatı ve
sıfatlannı taşımasının imkanını reddettiğinden Hıristiyanların görüşleri de
çürütülmüş olmaktadır. Id ve Cürcani ikinci grup için de aynı tavrı sergiler.
İkinci grup aşın şii gruplardan Nusayıiler ile İshililerdir. Onlar şöyle
demiştir: Ruhani olanın cisimsel olanla zuhfrr edeceği inkar edilemez.
Bunun kötülük tarafındaki örneği şeytanlardır. Çünkü şeytan çoğunluk
la insan suretinde tasavvur edilir Id ona kötülüğü öğretsin ve onun diliyle
konuşsun. İyilik tarafındaki örneği ise meleklerdir. Kuşkusuz Cebrail
Dıhyetü'l-Kelbi ve bedevi suretinde zuhur etmiştir. O halde yüce Allah'ın
da bazı kamillerin suretinde zuhfir etmesinde herhangi bir imkansızlık
yoktur. Yaratılmışlar içinde bu zuhura en layık olan da yarankiann en
şereflileri ve en mükemmelleridir. İşte bu da pak nesildir. Bunlar ise o
nesilden olan imamlardan tam ilim ve tam kudretin kendisinde zuhfir
ettiği kimselerdir. Onlar imaınianna Halılar demekten çekinmemişler
dir. Bu, açık bir sapkınlıktır}
İd ve Cürcani bu grubun görüşlerini de hulul ve ittihacila ilgili daha önceki
söylenenler kapsamına dahil ettiğinden eleştirmeden geçmektedir. Aslında
ruhani olanın cismani surette görüne bileceği ilkesi, İslam ümmetinin icma et-
tiği hususlardan biridir. Çünkü Cebrail'in Dıhye suretinde ve çeşitli mazhar-
larda Hz. Peygamber' e göründüğü hakkında sahih rivayetler vardır. Yine Hz.
Meryem'e gönderilen meleğin, Hz. İbrahim'e gelen meleklerin insan kılığında
göründüğü bizzat Kur'an'da geçer. Bu bakırndan ilke bakımından ruhani olan
birden fazla maddi varlıkta görünebilir ya da tecelli edebilir. Nusayıiler ve
İshakller de bu ilkeye dayanmaktadır. Akıl yürütmeleri açıktır: Ruhani olan,
kendisini çeşitli maddi formlarda gösterebilmektedir. Hiçbir ruhani mevcut,
varlık mertebesinde Allah'tan daha üstte bulunamayacağına göre ve manevi
varlığın manevi varlık olmasından kaynaklanan bir kudreti de olduğuna göre
Allah herhangi bir insanda tecessüm ya da tezahür edebilir. Özellikle de hulul
taraftarlan, böylesi bir tezahürden yola çıkarak Allah'ın imarnlara hulul et-
tiğini iddia ederler. Id ve Cürcani'nin ayrıntılı bir cevaba girmemesinin bir
gerekçesi vardır: Kelamcılar, genel olarak ruhanilerin cismaruler suretine gi-
rebileceğini kabul ederler. Fakat onlara göre ruhaniler ve ds manller aynı cins-
3 Cürcani, Şerhu'I-Meviikif,ll l, s. 56.
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 217
tendir. İster atomcu olsun ister arazcı olsun bir kelamcı yaratılmışlann tama-
mına uygulanan teorik bir fizik kabul eder. Kelam geleneğinin ana teorisi olan
atomculuğa göre melekler ve cinler de diğer maddi nesneler gibi atomlardan
yaratılmıştır ve tek farkları atomları arasındaki boşluk yarıi atomlannın sey-
rekliğidir. Oysa Allah ruhanilerden bir ruhani değildir. Dolayısıyla O'nun ne
zan ne de sıfatları yarattlmışlara hulfıl edebilir. Kelam geleneğinde yeni sayı
labilecek bir tartışma, üçüncü grupta karşımıza çıkar:
Üçüncp grup bir kısım mutasavvıflardır. Onlann sözleri hulfıl ve ittihad
arasında gidip gelmektedir. Sözlelinin zaptı ise Hııisriyanların sözü
hakkında söylediklerimizdir. Yüce Allah'ın velilerine keramet olarak bir
kısım barikulade durumlar balışettiği şıkkının dışındaki görüşlerin hepsi
yanlıştır. Varlıkçı/vücudi süfilerden birini gördüm, bunu inkar ediyor ve
şöyle diyordu: "Ne h ulu] ne de ittihad vardır çünkü bunlaru:ı tamamı baş
kahğı ima etmektedir. Oysa biz başkalık olduğıınu söylemiyoruz aksine
varlık yurdunda O'ndan başka yurttaş olmadığını söylüyoruz." Fakat bu
özür, o kesinlerneden daha çirkin ve yanlıştır. Çünkü aklı başında ve en
ufak temyize sahip hiç kimsenin söylemeye cesaret ederneyeceği o karış
tırmayı doğıırur . .ı
İci'nin sözünü ettiği "bir losım mutasavvıflar" vahdet-i vücudcu sılfllerdir.
İcı'nin bu grubu tavsifiçin tercih ettiği kelime de dikkate değerdir: el-Vücfıdiy
ye ... Varlıkçı" anlamına gelen kelime aynı zamanda vahdet-i vücudu savunarı
mutasavvıflar ile bu görüşü eleştİren kelamcılar arasındaki niza mahalline de
işaret etmektedir: Kelamcıların asıl itirazı, Tarırı'ya "varlık" denilmesinde dü-
ğümlenmektedir. Nitekim Şerhtt'l-Makiisıd'da vahdet-i vücfıd eleştirisini ilal1i-
yat bahsinden umur-ı clrnme (ontoloji) bahsine taşıyan ve meseleyi müstakil
bir fasılda inceleyen Teftazani'nin eleştirileri, Ici'nin imalarını açacak şekil
de ana bir noktada, Tann'nın varlık olup olmadığında, düğümlenir. Bilindiği
gibi! vahdet-i vücudçular "varlık olmak bakımından varlığın'Tanrı olduğunu"
(el-vücfıd min haysü hüve vücfıd el-Hak) iddia etmişlerdir. Bu sebeple de Tan-
rı'ya varlık admı vermişler hatta yalnızca Tanrı'nın varlık olarak adlandırılabi
leceğini söylemişlerdir. İd ve onun genç öğrencisi Teftazani'nin eleştirisi tam
da bu iddiaya yöneliktir. Şayet Tanrı varlıktan ibaretse ve Tanrı dışında varlık
adını almaya layık herhangi bir mevcut yoksa bütün mevcutlar Tanrı'ya özdeş
olan varlık ile var olacak, her bir mevcut Tanrı'nın bir haline yahut ismine dö-
nüşecektir. Kuşkusuz İci'nin aktardığı hikaye ve Teftazani'nin sözleri, Konevi,
4 Cürcani, Şerhu'I-Mevakif,lll, s. 56.
218 r Osmanlı'da İlm ·i Tasavvuf
Kayseri, Fenari ve Cendi gibi yazariann anlatımıyla örtüşmektedir. Tanrı'nın
alemi aşkın olduğunu düşünen kelamcılar açısından bakıldığında bu görüş,
ya mevcutlar ile Tanrı'nın özdeş olduğu ya da Tanrı'nın mevcutlara hulfıl ettiği
şeklinde yorumlanmaktadır. İci'nin vahdet-i vücı1dçulann görüşünün "h ulu!
ile ittihad arasında salındığıru" söylemesinin nedeni de oudur. İci'nin "var-
Iık yurdunda O'ndan başka yurttaş yoktur" sözünü özrü kababatinden büyük
bir hata olarak değerlendirmesinin nedeni, bu sözün kararsızlık belirtisini
ortadan kaldırıp ibreyi ittihad tarafina kaydırması ve Tanrı'yı mevcutlarla öz-
deşleştiriyor yahut mevcutları Tanrı'ya irca ediyor görünmesidir. Daha sonra
Seyyid Şerif-el-Cürcanl'nin vahdet-i vücı1d hakkında kaleme aldığı risaleler
hem Teftazanl'nin anlatımıyla örtüşür hem de vahdet-i vücı1dçu yazarların
metinleriyle örtüşür. O halde tartışmadaki niza mahalli hususunda tarafların
zihni berraktır: Allah'a varlık demek mümkün müdür? Tanrı'ya varlık deyip
varlığın tek bir şey olduğunu söylediğimizde Tanrı'nın mevcutlar la ilişkisi na-
sıl açıklanacaktır?
II. Teftazani'nin Hulfıl ve ittihad Eleştirisi
Kelamcılar ile sı1filer arasındaki varlık tartışmaianna ilk haline her ne kadar
İd metninde rastlanıyrsa da hiç kuşkusuz ilerleyen dönemde devam eden tartışmaların ana aktörü Teftazaru'dir. Teftazani'nin Şerhu'l-Makiisıd'daki eleş
tirilerinin ne anlama geldiğini tam kavrayabilmek için muhataplannı belir-
ginleştirmerniz gerekir. Genellikle onun vahdet-i vücı1dçu sı1fileri eleştirdiği
düşünülür. Gerçekte Teftazani sadece vahdet-i vücı1dçu sı1fileri değil, aynı
zamanda vahdet-i vücı1dçu filozoflan da eleştirir. Hatta tartışmaya tam olarak
filozof ve sı1fileri içerecek şekilde başlar:
Bir grup ınütefelsif ve mutasavvıf arasında Zorunlu'nun hakikatinin mut-
lak varlıktan ibaret olduğu şöhret bulmuştur. Onlar şuna tutunmuştur:
Zorunlu'nun yokluk veya yok olması mümkün değildir. Bu açıktır. Yine
Zorunlu'nun var olan bir mahiyet yahut varlıkla birlikte mahiyet olması da
mümkün değildir. Zira bu, muhtaç ve birleşik olmayı gerektir. Öyleyse Zo-
runlu'nun variLk olduğu açığa çıkmıştır. Fakat Zorunlu özel varlık değildir.
Zira özel varlık, mutlak varlıkla birlikte alındığında birleşiktir. Yahut özel
varlık, sadece maruz olarak alındığında muhtaçtır. Zira mukayyet zaruri
olarak mutlaka muhtaçtır ve mutlak ortadan kalktığında zorunlu olarak
varlığın bütünü de ortadan kalkar. Onlara "mutlak varlık, tümel bir kav-
ramdır, dışta bir tahakkuku yoktur, neredeyse sonsuz ferdi vardır; oysa Zo-
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf 1219
runlu tek bir mevcuttur ve ondan hiçbir şekilde çokluk bulunmaz" eleştiri
si yöneirildiğinde şöyle cevap vermektedirler: Zorunlu, şahsi olarak birdir
ve kendisinden ibaret olan bir varbkla vardır. Çokluk sadece mevcutlarda-
dır. Mevcutlarda bulunan bu çokluk da varbklarınm çoğalması aracılığıyla
değil, izafetler aracılığıyladır. Zira o, insana nispet edildiğinde bir mevcut
meydana gelir, ata n is pet edildiğinde başka bir mevcut meydana gelir vb.
Buna göre "Zorunlu mevcuttur" sözümüz, "o, varlıknr" anlamına gelirken
"İnsan veya at yahut bir başkası mevcuttur" sözümüz onun Zorunlu'ya bir
nispeti vardır anlamında "o, varbk sahibidir" anlamına gelir.
İşte bu, açıkça "Zorunlu yoktur ve her varlık hatta pisliklerio varlığı dahi
zorunludur" diyememe şenaatinden kaçınmaktır. Allah zalirnlerin söyle-
diğinden yücedir. Aksi halde varlıklan n çoğaldığı ve mutlak varlığın tümel
bir kavram olup yalnızca zihinde bir tahakkuka sahip olduğu zorunludur.
Özelin genele muhtaç olduğu vehmi de yanlışnr, durum tam tersidir. Zira
genel yalnızca özel zımnında bir tahakkuka sahiptir. Evet, genel özel için
zati olduğunda taakkul edilmek için özele ihtiyaç duyar ama bir ilişen
olduğunda ihtiyaç duymaz. "Şayet mutlak ortadan kalkarsa bütün varlık
hatta Zorunlu ortadan kalkar, dolayısıyla onun ortadan kalkması yani yok
olması imkansızdır, dolayısıyla mutlak, zorunludur" sözlerine gelince bu
mugalatadır. Eğer söz konusu görüşün sahipleri, varlığın zatı nedeniyle
yok olmasının imkansız söyleselerdi zorunluluk gerekli olurdu. Bu ise men
edilir. Aksine tıpkı mahiyet, illiyet, kabiliyet vb. Zorunlu'nun diğer lazım
lan gibi varlığın bütünüyle ortadan kalkması onun fertleri!lden biri olan
Zorunlu'nun ortadan kalkmasını gerektirir.
Özetle Zorunlu'nun mutlak varlık oluşu, varlığın şahsi olarak bir, dışta mev-
cut, zatı nedeniyle yokluğunu n imkansız olması gibi fasit esaslar ve varlığın
şeylerin en bilineni olması, varlıklar arasında ortak olması, onlara teşkik
yoluyla yüklenmesi, ikinci makullerden sayılması, Zorunlu'njn mümkün
varlığının ilki olup ilim, kudret, irade, hayat, peygamberler gönderme, ki-
taplar indirme vb. şeriatın bildirdiği durumlarla nitelenmesi gibi akıl sa-
hiplerinin görüş birliğine vardığı hususların yanlışlığını gerektirmektedir.5
Dikkat edilirse Teftazani'nin bu metninde eleştirileri, sadece vahdet-i vücud-
çu sufıler değil, benzer görüşleresahip İbn Kemmune gibi filozoflan da hedef-
lemektedir. Metnin temel iddiası, vahdet-i vücudun Tann'yı alemle özdeşleş
tireceği, dolayısıyla da ulfıhiyet vası.flanndan soyutlayacağıdır. Aslında bu, bir
S Teftazani, Şerhu'I-Makös1d, ı, s. 336-40.
220 ~ Osmanlı"da ilm-i Tasav,·uf
tür panteizm eleştirisi olarak okunabilir. Zira Teftazani varlığın birliği, daha
doğrusu tekliği öğretisini ya Tann'yı yokluğa irca olarak ya da ulfıhiyet vasıfla
rından yoksun bir kavramın Tanrı olarak takdim i olarak değerlendirir. Pekala,
Teftazaru'nin bu eleştirisinin geçmişi var mıdır?
III. ~azi ve İbn Tufeyl'in Hulı11 ve ittihad Eleştirisi
Önceki dönemlerde vahdet-i vücuda eleştiri yahut değini sayılabilecek üç tür
literatürle karşılaşınz. Birincisi, kelamcıların metinlerinde gördüğümüz hulul
ve ittihad eleştirileri dir. Buna yukarıda işaret etmiştik. İkincisi, felsefe literatü-
ründedir. İbn Sina'nın İşarat'ındaki "makamatu'l-arifin" bölümünün şerhin
de Fahreddin er-Razi riyazet yönteminin ehil bir mürşide ihtiyaç duyduğunu
açıklarken hulfıl ve ittihacim bir tür sapma olduğuna dikkate çeker.
İbn Sina: işaret Sonra O, riyazete ihtiyaç duyar. Riyazet ise üç amaca yöne-
liktir. Birincisi, Hakk'ın dışındaki hiçbir şey için fedakarlık (isar) yapma-
maktır. İkincisi, (kötülüğü) emreden nefsi, mutmain nefse boyun eğdir
mektir. Bunun amacı, tahayyül ve vehim güçleririin aşağı durumla ilişkili
tevehhümlerden yüz çevirerek kutsal durumla ilişkili tevehhümlere yö-
neltilmesidir. Üçüncüsü ise uyanlma için sırrın inceltilmesidir. Birincisine
gerçek zühd yardım eder. İkincisine birtakım şeyler yardım eder: Fikirle
yoğrulan ibadet, sonra nefsin güçlerine hizmet eden ve vehimleri kabulü
gerçekleştiren melodik sözleri oluşturan nağmeler, arınmış bir kimsenin
belagatlı bir ibare, yumuşak bir nağme ve olgun bir üslupla söylediği öğüt
leyici sözün kendisi. Üçüncü amaca ise incelmiş düşünce ile şehvetin sulta-
sının değil de maşukun özelliklerinin emrettiği iffetli bir aşk yardım eder.
Fahredd"ın er-Razi: Açıklama: Riyazetin faydalı olması için muhtaç olunan
şeylerin bir kısmı kazanılmış değildir, bir kısmı ise kazanılmıştır. Kazanılmış
olmayanların ilki, kişinin nefsinin kendisine uygun olan bu söze hazırlıklı
olmasıdır. Çünkü böyle olmazsa riyazet kesinlikle ona fayda vermez. Zira ri-
yazetin tesiri, engellerin izalesi ile perde ve örtülerin kaldırılmasından iba-
rettir. Engelin izalesi, amaca ulaşılmasında yeterli değildir, bunun yanı sıra
hazırlıklı bir kabul edenin bulunması gerekir. Nefis hazırlıklı olmadığı tak-
dirde riyazet kesinlikle mutluluk vermez, fakat esenlik verir. Çünkü engeller
bedenseldir ve her ne zaman azalır ve zayıflarsa nens bedenden ayrıldıktan
sonra onlardan dolayı bedeni arzulama azabını çekmez.
İkincisi şudur: Mürit alim olmadığı takdirde onun muhakkik (hakikati bi-
len), muhik (doğru yolda) ve salik (süluk eden) bir şeyhi olmalıdır. Muhak-
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 221
ki k olmasının nedeni şudur: Eğer şeyh, dinlerini alay ve oyun konusu hali-
ne getiren, dünya hayatının aldattığı ve bu nedenle dinlerini üç beş kuruş
paraya ve sayılı nefese satan sahtekarlardan olursa sapıtıp helak olanlardan
olur. Asıl (şeyh) böyle olduğunda ise onun fer'i (mürit) daha da ahmak olur.
Ağaç eğriyken gölge nasıl düz olacak! Muhik olmasının nedeni şudur: Tale-
binde doğru olmakla birlikte yoldansapmışsa-tıp la hulul ve ittihadı teveh-
hüm eden riyazet sahipleri gibi- ona uyan kimsenin hali daha da bozuk olur.
Sali_k olmasının nedeni şudur: Vusul (maksada ulaşma), bazen Hz. Peygam-
ber'in "Hakk'ın cezbelerinden bir cezbe, insanlar ve cinlerin arnellerine
denktir" dediği gibi cezbeyle olur, bazen de sülükla olur. Birinci durumda
olana (yani cezbeyle maksada ulaşana) uymak doğru değildir. Çünkü o, bir
hazine bulup zengin olan kimse gibidir. Her ne kadar mal sahibi olsa da mal
kazanmanın nasıl olduğunu bilmez. Dolayısıyla da talip öğrenci, nasıl kaza-
mlacağını öğrenmek için ondan faydalanamaz. İkinci durumda olan (yani
sülükla maksada ulaşan) kimse ise mürit yetiştirmeye elverişlidir. Çünkü
yola giren, yolun merhale ve menzillerini bilen ve öldürüp telefeden nok-
talarını öğrenen kimsenin başkasını doğru yola ulaştırması ve o hallerin
keyfiyerini ayrıntılı olarak bildirmesi mümkündür. Üçüncüsü ise onun ar-
kadaşlarının, yoldaşlarının ve bedensel ve nefsani hallerinin tamamı onun
dünyadan nefret etmesini ve ahireti arzulamasını sağlamalıdır.6
Kuşkusuz bu bölümdeki açıklamalar, eleştiri gayesiyle yapılmış değildir ve ilk bakışta vahdet-i vücudla ilgili herhangi bir açıklama da içermez. Fakat Razi'nin
hak yolda olmayan şeyhleri n hulfıl ve ittihada saptıklanna dair ifadesi tahmin
edildiğinden daha derin imalar banndmr. Her ne kadar Razi burada hulul ve
ittihad ın niçin çıktığına değinınese de bunun nasıl olabileceğine ilişkin bir de-
ğerlendirme İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ında görülür. Bilindiği üzere Hayy b. Yakzan nazar yöntemiyle ulaşılabilecek bütün bilgileri elde ettikten sonra
riyazet ve tefekkür sayesinde varlığın hakikatlerini teorik düşüncede olduğun
dan başka bir tarzda "görme" (müşahede) seviyesine ulaşır. İkinci yöntem bi-
rinci yöntemi tamamlayıcı bir işlev gördüğünden İbn Tufeyl, Hayy'ın metafizik
bilgisinin ancak ikinci yöntemle yetkinleştiğini belirtir} Buna göre bu anadan
doğma kör kişinin şehrincaddeve sokaklan hakkındaki bilgisine tekabül eder.
Müşahede yöntemiyle elde edilen bilgiler ise bu kişinin gözleri açıldıktan son-
ra daha önce bildiği şeyleri görerek bilmesine tekabül eder.8 Gerçekte iki bilgi
6 ibn Sina- Razi, Arifler ve Olağanüstü Hadiselerin Strları, s. 33-35.
7 ibn Tufeyl, Hayy b. Yakzôn, s. 105. 106 vd. Krş. ibn Tufeyl, Hay b. Yakzan, s. 132-146.
8 ibn Tufeyl, Hayy b. Yakzôn, s. 60. Krş. ibn Tufeyl, Hay b. Yakzan, s. 67-68.
222 ~ Osmanlı 'da Ilm-i Tasavvuf
arasında bilginin vakıaya mutabakatı açısından fark yoktur. Fakat ikinci bil-
gide birinci bilgiye ilave bir idrak ve bu idrakin oluşturduğu itminan vardır.
Ayrıca birinci durumda ismi ve varlığı bilinen bir takım şeylerin hakikatleri
de ikinci durumda idrak edilmektedir. Yine de müşahede esnasında idrak et-
tiği şeyler ise yalnızca istidlillerle ulaştığı bilgilerin doğrulanmasından ibaret
değildir. Hatta müşahedeyi değerli kılan asıl şey, kişinin kendisi ile diğer ha-
kika~ler arasındaki birliğin görülmesidir. Fakat bu birlik, zat bakımından öz-
deşlik anlamında bir birlik değil, tıpkı aynada yansıyan suretierin aslıyla olan
birliğine benzer bir birliktir. Bu nedenle nefs, diğer hakikaderle kendisi ara-
sında bir yö~den aynılık bir yönden de başkalık olduğunu idrak eder. Gerçi nazar yöntemi de bilen ile bilinen arasında bir yönden birliğe ve bir yönden
ayrılığa dayanır ve yine böyle bir bilgiye ulaştınr. Ancak nazar yöntemi, esas-
ta ayrıştırma ve başkalık bilgisini verirken müşahede görünürdeki farklılığın
gerisinde bulunan hakikat birliğine ulaştırır. Bu hakikat ise tektir ve gerçekte
Tanrı'dan ibarettir. Yani müşahede, kişiyi velayet mertebesine ulaştırır ve Tan-
rı'dan başka bir hakikatin bulunmadığını, diğer bütün varlıkların bu bakikatİn
yansımalarından ibaret olduğu gösterir. Dolayısıyla müşahede bilgisinin ver-
diği farklılık, müstakil hakikatler olduğu değil, ayru cevhere sahip hakikatierin
zat bakımından başka olduğundan ibarettir.9 İbn Tufeyl'e göre gerçek metafi-
zik bilgi, an~ak müşahede yöntemiyle elde edilir, fakat bıu yöntemle elde edilen
bilgi, felsefenin ·veya gündelik dilin kavramlarıyla ifadeye elverişl! değildir. Bu
nedenle öncesinde nazar yöntemi kullanılmadan müşahede verisinin ifadesi,
Bayend-i Bistami'nin "Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir" ve Hallac-ı
Mansür'ın "Ben Hakkım" sözlerinde olduğu gibi, insan nefsinin baddini aşan
yanlış sonuçlar doğurur. Kişinin böylesi sonuçlardan kaçmabilmesi için müşa
hede öncesinde teorik metafiziği tahsil etmesi gerekir. Zira metafiziğin teorik
ilkeleri kavranmadığı sürece müşahede verileri de yanlış anlaşılabilmekte ve
nazar bilgisinin insana verdiği "ayrılık" bilgisi gözden kaçınlmaktadır.
İbn Tufeyl'in yaptığı tartışma, daha sonra İbnü'l-Arabi'yi eleştiren İmam Rab-
bam tarafından da benzer bir tavırla yenilecektir. Çünkü İmam Rabhani de
müşahedenin verdiği birliğin hakikatirı yalın tecrübesi olmadığını, birlik tec-
rübesinin şeriat dilindeki ayrılık ilkesine göre yorumlanması gerektiğini, bu
sebeple birlik iddiasının bir tür teorik sapma olduğunu iddia edecektir. Aslın
da Teftazani'nin eleştirilerini de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.
Nitekim Fahreddin er-Razi, yukanda alınttianan metninde mürşidin "muhık"
(hak yolda olması) olmasmı gerektiğini belirtmiş ve şöyle demişti: "Talebinde
9 ibn Tufeyl, Hoyy b. Yokzôn, s. 58-61. Krş. ibn Tufeyl, Hay b. Yokzon, s. 67-69.
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 223
doğru olmakla birlikte yoldansapmışsa-tıpkı hulıll ve ittihadı tevehhüm eden
riyazet sahipleri gibi- ona uyan kimsenin hali daha da bozuk olur." Bu cüm-
lede "talebinde doğru olmak" ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Talepte doğ
ruluk, marifetullah gayesinde olmak ve dünyevi maksatlardan uzak durmak
anlamına gelir. Yoldan sapmak ise hulıll ve ittihad ifadelerinden anlaşılacağı
üzere tecrübeyi yanlış yorumlayarak hulıll ve ittihada sapmak demektir. Bu,
tam da İbn Tufeyl'in belirttiği şekilde Hak ile mahlılk arasında birlik bulun-
duğıınu iddia etmek anlamına gelmektedir. Teftazani de Tann'nın İbnü'l-Ara
bl'nin kasrettiği anlamda mutlak varlık olduğıınu iddia eden sılfi ve filozofları
dünyevi maksatlar güttükleri için teorik olarak saptıklan için eleştirmektedir.
Bu eleştirinin felsefe geleneğinde bir versiyonu bulunmaktadır. Bilindiği üze-
re İbn Sina insan nefsi ile külli aklın ittihad ettiğine ilişkin görüşleri sert bir
şekilde eleştirir. Aslında nedenselliği savunan felsefe geleneğinde sudılr hiye-
rarşisinin bir gereği olarak Farabi ve İbn Sinacı suclur şemasında Tanrı'nın ye-
rini Faal Akl'ın yahut Yeni Eflatuncuların yalın sudılr şemasında Külli Nefs'in
aldığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla tasavvuf geleneğinde Tanrı'yla
ittihacim karşılığının, felsefe geleneğinde Külli Nefs veya Faal Akıl ile ittihad
olduğıınu dikkate aldığımızda İbn Sina'nın Porfiryus'a yönelttiği ittihad eleşti
risinin, İbn Tufeyl'in Hallac'a yönelttiği ittihad eleştirisiyle esas itibariyle aynı
olduğıı görülür. Bu bakımdan huh1l ve ittihad eleştirisi, sadece kelam gelene-
ğinde görülmez, özellikle İbn Sina'nın ittihad eleştirisiyle felsefe geleneğinde
de kendisini gösterir. Dolayısıyla kelam ve felsefe geleneği, insan nefsinin me-
tafizik ilkeyle -bu metafizik ilke doğrudan Tanrı'nın kendisi veya kozmik bir
akıl olabilir- ittihadının reddi hususunda hemfikirdir.
Fakat bu durum, gerek İbnü'l-A.rabi öncesinde Hallac ve Bayezici gibi sufilere
nispet edilen ve vahdet-i vücudu çağrıştıran sözlerin gerekse de İbnü'l-Ara
bi'nin görüşlerinin bir tür hulul veya ittihad olarak yorumlandığı veya yorum-
lanması gerektiği anlamına gelmemektedir. Teftazani'nin.böyle yorumladığı
açıktır. Bu bağlaında Porfiryus'u eleştİren İbn Sina ve Şer11u'l-İşiinltyazan Falı
reddin er-Razi sufilerin tecrübe ettiği birliği hulul ve ittihad olarak yorum: lamaz. Hatta Razi, İbn Sina'run "makamatü'l-anfin" kısmında arifin irfana
ulaşma sürecinin aynı zamanda birlikte derinleşme ve Bir'de nihayete erme
olduğıınu söylediği pasajların yorumunda ram da hulul ve ittihad itharniarına
maruz kalan Hallac'tan örnek verir.
İbn Sina: İrfan ayırma, uzaklaştırma, terk etme ve reddetmeden başlar;
toplamada (cem) derinleşir ·ki bu, Hakk'ın sıfatlarının müridin zatında sı
dkla toplanmasıdır-; Bir'de sona erer. Sonra da durur.
224 r Osmanlı 'da ilm-i Tasavvuf
Fahreddin er-Razi: ... Bil ki yüce Allah'a gidenler (salikler) ... kalplerinden
dünya sevgisi ve meyli silinineeye kadar da bu külfet ve sıkınuya katlanır
lar. Bu ikinci derecedir. Fakat şimdiye kadar onların emeklerinin sonu ve
çabalarının meyvesi Allah'tan başkasının kalpten silinmesinden ibarettir.
Sonra onlar, Allah'a aşinalığın kokusunu aldıklan ve Allah'ın cemal ve
celalini seyir sevincini tattıklarında söz konusu geçici hazları hem beden-
Ieriyle hem de kalpleriyle terk ederler. Bu, üçüncü derecedir. Sonra onlar
nezdinde yüce Allah dışındakilerden alınan haz, o yüce ve üstün mutluluk-
ların yanında değersiz hale gelinceye kadar onların en yüce dostla (refik-i
a'la) ve en mükemmel kadehle aşİnalıkları artmaya devam eder. Ta ki bun-
dan önce terk edilen o hazlar değersiz ve ezik hale gelir. Bu ise, dördüncü
derecedir. İşte bunlar, tahliyenin dereceleridir. Bunların filozofların termi-
nolojisindeki adı, olumsuz riyazetlerin dereceleri iken muhakkik sunierin
terminolojisindeki adı, celal sıfadarıyla ahiaklanmadır (tahalluk). Muhak-
kiksufilerin cemal derecelerinde yükseliş adını ver:diği olumlu riyazetlerin
derecelerine gelince bunlar, Allah'ın ahlaklanyla insanın gücü ölçüsünde
ahlaklanmaktır. Bu ise insanın merhametli (rauf). sevecen (atuf), candan
(refik) ve şefkatli hale gelmesiyle olur ki bu, cem makamıdır. Arifler şu gö-
rüşte birleşmiştir: Allah'a gidenlerin (saliklerin) makamları ayrılma (fark)
ve birleşmeden (cem) yoksun kalamaz. Ayrılma (fark). Allah'ın dışındaki
lerden olur. Birleşme (cem) ise yüce Allah'ta olur. Fakat nefis, celal ve cemal
sıfatiarını kazanmakla meşgul olduğu sürece bir şekilde fark halindedir.
Çünkü onun bakışı, kendisiyle, o sıfatlarla ve onlann nasıl kazanılacağıyla
ilgilidir. Bu ise tam bir istiğraka engeldir. Nakledildiğine göre Hüseyin b.
Mansur çölde Havvas'la karşılaştı ve ona halini sordu. Havvas "nefsimi te-
vekkül makamında gezdiriyorum" dedi. Bunun üzerine Hüseyin "Ömrünü
teveld.-ülde harcarsan Allah'anasıl ulaşacaksın dedi?" dedi.ıo
Bizim konumuz açısından pasajın kilit ifadeleri ''Allah'ta cem olmak" ve "tam
istiğrak" terkipleridir. Razi'nin şerhinde Allah'ta cemin bir makam olarak ce-
mal ve celal sıfatlarıyla donanma ve ku ll uğu n ni hayeti olarak açıklanmaktadır.
Razi sülfrkun aşamalarından birirıi mudaklaştırmanın Allah'a vuslata engel
olmasım da İbn Tufeyl'in müşahededeki birliği yanlış yorumladığı gerekçesiy-
le eleştirdiği Hallac-ı Mansur'dan ömeklemektedir. Razi'nin aktardığı hikaye
Hallac'a nispet edilen sözlerin mütekaddimı1n mutasavvıflarca yapılan yorum-
Ianna iştirak ettiğini gösterir. Bilindiği gibi "Ene'l-Hak" ve bu kabilden sözler,
Gazzall öncesi sfrfilerce sekr hali ifadeleri olarak yorumlanmıştır. Aslına bakı-
10 İbn Sina - Razi, Arifler ve Olağanüstü Hadiselerin Sırları, s. 56·57.
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 225
lırsa bu yorumlar, vahdet-i vücudu çağnştıran erken sözlerin bizzat mutasav-
vıflar arasında dahi hoşnutsuzlukla karşılandığı ve herhangi bir şekilde hulul
ve ittihad ı çağrıştıran ifadelerden özenle kaçınıldığını göstermektedir.
ıv. Tasavvuf Geleneği ve Sekr Söylemine Dönük Tutumlan
Bu durum, bizi vahdet-i vücuda eleştiri yahut değini sayılabilecek üçüncü tür
literatüre ulaştınr. Bu literatür kelam ya da felsefe geleneğinde değil, bizzat
tasavvuf geleneğindedir. Herhalde vahdet-i vücud eleştirilerinin en dikkat
çekici geçmişi de tasavvuf geleneğinde görülen eleştirilerdir. Hem Bayezid-i
Bistaml'nin hem de Hallac'ın sözleri tasavvuf geleneğinin önde gelen diğer
şeyhleri tarafından eleştiriye maruz kalmıştır ve ilk şclrihler döneminde ise bu
cümleler sekr cümleleri kabul edilerek sahv cümleleri lehine yorumlanmıştır.
Sahv cümleleri ise Tann ve alem arasındaki mübayenet vurgulayan sözlerdir.
Kanaatirnce bu durum, mütekaddimun dönemi söz konusu olduğunda aynı
zamanda kelam geleneğinin varlığın birliği öğretisine bir eleştirisi ve başarı
sı olarak değerlendirilmelidir. Zira İbnü'l-Arabi öncesinde tasavvufun kendi
içinde gördüğümüz vahdet-i vücı1d karşı u değerlendirmeler ya da en azından
vahdet-i vücuda çıkacak cümlelerin bu öğreti aleyhine yorumları, kelam gele-
neği ile tasavvuf geleneği arasında bir uzlaşının sonucu olarak okunmaltdır.
Çünkü İbnü'l-Arabi öncesinde kelamcılar ile sı1filer arasında Tann ve alem
irtibatının ana ilkeleri husustıncia bir uzlaşı bulunmaktadır. Sı1filer daha ziya-
de uzlaşılmış hakikatJerin tahkik seviyesinde kavranmasının ancak tasavvufi
yöntemle olacağını iddia ederler ve buradan hareketle pek ç6k mesele ihdas
etmişlerdir. Hatta İbn Fı1rek, Fahreddin er-Razi gibi büyük mütekel!imlerin ta-
savvufi yöntem ve tasavvufbüyükleri hakkındaki büsn-i şehadetlerini dikkate
alacak olursak sufilerin iddialanna en azından Cüneyd-i Bağdeldi gibi kurucu
şeyhler söz konusu olduğunda önde gelen kelamcılann da olumlu baktığını
söylemek mümkündür. Özellikle Ehl-i Sünnet kelam gele~eğinde nazari ola-rak bilinebilecek konularda müşahede ile ulaşma imkanı daima kabul edilmiş
ve İslam ümmetinin velilerinin böylesi bir ınüşahedeye nail olduklan da ilke-
ce kabul edilmiştir. Fakat Tann-alem ilişkisinin nazari ilkelerinin esas itiba-
riyle kelamcılar tarafından vazedildiğini ve özellikle Gazzili öncesinde önde
gelen pek çok sı1finin aynı zamanda büyük kelamcılann talebelen olduğunu
belirtmek gerekir. Dolayısıyla kelamcılar ve süfiler arasındaki icmada teoriyi
ve nazari tahkiki temsil edenin kelamcılar, müşahedeyi nazari tahkike ekle-
rneyi ve böylece daha güçlü bir yaklni temsil edenin ise sfıfiler olduğu söyle-
nebilir. Tasa""'Ufi tecrübe, Seyyid Şerif el-Cürcclni'nin Hz. İbrahim'in ölülerin
226 ~ Osmanlı 'da lım- i Tasavvuf
diriltilmesini görme isteği hakkında "bu, delile müşahede ekleme talebidir""
yorumuna benzer şekilde nazara müşahede ekleyerek gayb alanındaki bilgi-
nin kesinliğini adeta duyu tecrübesiyle desteklemek şeklinde algılanrruştır.
İbnü'l-Arabi sonrası kelam kitapları ve bilhassa kelamcıların hayat hikayeleri,
bu algının genelde tasavvufa özelde vahdet-i vücuda olum:lu bakan kelamcı
larda devam ettiği gözlenmektedir. Tasavvufa olumlu bakmasalar bile teorik
çerçevede uzlaşıya Mutezile gibi diğer kelam okullarının da dahil olduğu ra-
hatlıkla söylenebilir. Bu bakımdan vahdet-i vücuda yönelik eleştirllerin geç-
mişinde bizatiht mutasavvıflann vahdet-i vücfıd karşıtı yorumlarını görmek
mümkündür;
Kelam ve tasavvuf gelenekleri arasındaki söz konusu uzlaşının en önemli so-
nucu, Bayezici-i Bistami ve Hallac-ı Mansur gibi sunierin şatahatlarının teori-
ye dönüşmemesi olmuştur. Hem İslam düşünce geleneğinde İmam Rabhani
gibi vahdet-i vücudu eleştİren sufiler hem de modem dönemde tasavvuftarihi
çalışan araştırmacılar, vahdet-i vücudun İbnü'l-Arabi'den önce bulunmadığı
nı dile getirirler. Bu hususta İmam Rabhani'nin tespiti İbnü'l-Arabi'nin önceki
ve sonraki sufilere nispetle konumunu oldukça berrak bir şekilde ifade eder.
Bu konuda Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabl'nin görüşlerini aktaralım. Çün-
kü o bu !
kimse ele almamıştır. Her ne kadar bazı siifiler manevi sarboşluğun etkisi
altında iken tevhid ve ittihad görüşlerini andıracak şekilde "Ben Hakk'ını",
"Kendimi noksanlıklardan teıızil1 ederim" gibi sözler söylemiş olsa da bunlar
ittihad keyfiyerini açıkça ifade etmemiş ve vahdet-i vücıid düşüncesinin
kaynağını bulamamışlardır. Bu sebeple Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabi bir
yandan önceki siifilerin burhanı olmuş, diğer yandan da sonraki süfilerin
hücceti olmuştur.'2
İmam Rabbam'nin İbnü'l-Arabi'nin tasavvuf tarihindeki konumunu tanımla
yan ifadeleri oldukça ufuk açıcıdır. Meseleye İbnü'l-Arabi'nin sonraki sfıfilerin
"imamı" olduğunu söyleyerek başlamaktadır. İmam kelimesi, bir geleneği ye-
niden yorumlayarak düşünce geleneğinin yönünü değiştiren ve yeni bir çerçe-
ve getiren düşün ür anlamına gelir. Her ne kadar gelenek içinde müstakil görüş
sahibi muhakkik düşünürler "imam" olarak ni telense de bunlar, bir bütün ola-
rak ekolün imaını değildir. Bu sebeple isim vermeden "imam" olarak anılmak
yalnızca disiplinin ınesele hiyerarşini yeniden tanımlayan, ana teoriye yeni bir
yorum getiren düşünüdere mahsustur. Mesela Cüveyni ve Gazzali gibi Eş'ari
kelamcıları imam sıfatıyla anılsa da yalnızca Fahreddin er-Razi bir bütün ola-
rak mütekaddimfın kelarrunın imamıdır ve isim verilmeden anılmak payesi
Razi'ye aittir. Ashna İslam düşünce tarihi açısından bakıldığında vahdet-i vü-
cfıdun müstakil bir metafizik teori olduğunu dikkate alırsak İbnü'l-Arabi gele-
neğin kendisini andığı üzere "şeyh"tir. Çünkü imam unvanına benzer şekilde
"şeyh" kelimesi de geleneğin büyük üstatları için kullanılsa da yalnızca teoriYi
ilk olarak inşa eden düşün ür isim verilmeden şeyh olarak anılma ve bir ekolün
bütün olarak şeyhi olma payesine sahiptir. İbnü'l-Arabi'nin gerek İslam dü-
şünce tarihinde gerekse tasavvuf tarihindeki konumu imfun olarak değil şeyh
olarak adlandırılmayı hak eder. İmam Rabhani'nin bunun farkında olmadığı
nı düşünmek uygun değildir. Fakat onun özel olarak "sonraki sıifilerin imam ı"
ifadesini kullanmasının bir sebebi vardır: İmam Rabbfmi, İbnü'l-Arabi'nin ta-
savvuf tarihinin önceki dönemlerde belli belirsiz dile getirilmiş ittihad fikrini
teorileştirdiğini söylemektedir. Evet, ona göre İbnü'l-Arabi teoriyi vaz etmiştir
ama vazedilen bu teori, öncekiler için ittihadın kaynağını belirginleştiren bir
burhandır. Her ne kadar öncekiler ittihad fikrini andıran sözler söylediyse de
tam olarak görüşün inşa edileceği dayanağı tespit edememiştir. Dolayısıyla İb
nü'l-Arabi'nin on! ann dile getirdiği sözlerin ittihad ı ifade ettiğinin burharu ha-
line gelmiştir. Şayet İbnü'l-Arabi ittihadı teorileştirmeseydi kelam ve tasavvuf
arasındaki teorik uzlaşı sürebilirdi. İmam Rabbani, İbnii'l-Arabi'nin sonrakiler
12 imam Rabbani, Mektiibôt-ı Rabbônl, ıı, s. 454-56.
228 r Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf
için hüccet olduğunu söyler. Çünkü sonrakileri ittihadm kaynağı ve vahdet-i
vücO.d öğretisine ikna eden İbnü'l-Arabi'dir. Aslında İbnü'l-Arabl'nin konu-
munu öncekilerin görüşleri hakkında ikna etme, sonrakileri ittihadın kaynağı
na götürme olarak değerlendirip öncekiler için hüccet, sonrakiler için burhan
olduğu şeklinde tersine çevirmek de mümkündür.
İmam Rabbam'nin bu değerlendirmesi çağdaş araştırmacılar tarafından da
desteklenmektedir. Tasavvuf tarihinde dönemlendirmeyi ele aldığı bir ma-
kalesinde Ekrem Demirli, İbnü'l-Arabi'nin mütekaddimun dönem tasavvu-
fundaki hakim tavrı tersine çevirerek sekr cümlelerini asıl, sahv cümlelerini
fer haline getirdiğini belirtmektedir.13 Bu yorum şu anlama gelmektedir: İb
nü'l-Arab1 sekr cümlesi kabul edilen ve ittihadı getiren cümleleri muhkem,
sahv kabul edilen ve mübayeneti dile getiren cümleleri müteşabih kabul et-
miştir. Böylece sahv halirıin ifadesi kabul edilen cümleler, yoruma muhtaç
hale gelmiştir ve bu cümleleri yorumlamak için sekr cümlelerine baş\rurul
muştur. Diğer deyişle, sahv cümleleri sekr, sekr cümleleri ise sahv cümlesi ha-
line gelmiştir. Tasavvuf tarihine bir bütün olarak tatbik edilerek dönemlendir-
me ölçütü yapılmamış olsa da Ekrem Demirli'nin değerlendirmesine benzer
daha erken yorumlara Afifi gibi yazarlarda tesadüf etmek mümkündür. Bu
bakımdan İbnü'l-Arabi'nin tasavvuf tarihindeki konumu hususunda klasik ve
modem yazariinn ortak bir kanaate sahip olduğu söylenebilir: İ ttihad görüşü
İbnü'l-Arabi tarafından sistemli bir öğreti haline getirilmiş ve aynı zamanda
tasavvufi tecrübeyi yorumlayan ana teoriye dönüşmüştür.
Bilindiği gibi vahdet-i vücudun sistemli bir öğretiye dönüşmesiyle felsefe
geleneği içerisinde İbnü'l-Arabi'ye yakın dönemde yaşayan İbn Kemmune
gibi filozoflarda da sistemli bir öğreti olarak varlığın birliği öğretisi çıkması
nın yanı sıra dini düşünce geleneğinde de keskin bir kınlma olmuştur. İd ve
Teftazanl'nin eleştirileri, bu kınlmanın farkında olduklarını gösterir. Yine İbn
Kemmune gibi filozofların savunduğu görüşün sudfır teorisinde bir temeli
olduğunu farketmek gerekir. Şayet sudı1rcu filozofların metafizik illet kendi
varlığından başka bir varlık verir ilkesiyle dile getirdiği üzere Tann-alem ara-
sındaki mübayeneti zorunlu kılan kayıtlan kaldırırsak suclurdan vahdet-i vü-
cuda gitmenin ne denli kolay olduğu açıkça görülür. Hatta Fahreddin er-Razi,
Şerlw'l-İşariit'ın s.udfırla ilgili bir kısmında İbn Sina'ya görüşlerinin varlığın birliği öğretisine vardığını, aslında varlığın tek tek nesnelerle (viicudat) parça-
landığını iddia etmemesi gerektiğini söyler. Razi'ye göre sudur, kayıtları kal-
13 Bk. Demirli, "Tasawuf Araştırmalarında Dönemlendirme Sorunu", s. 1-29.
Osmanlı 'da ilm-i Tasa\•vuf , 229
dırarak derinlemesine inceleniise ortaya varlığın birliği öğretisi çıkmaktadır.
Fakat Razi bunları yazdığında henüz İbnü'l-Arabi'nin metinleri yaygınlaşma
mıştı yani Razi'ye ulaşmış sistemli bir vahdet-i vücfıd metni ve öğretisi yoktu.
Bu sebeple Razi mütekaddim dönem sfıfilerinin ittihadı çağrıştıran ifadelerini
idrakte birlik, dışta başkalık olarak yorumlar. Sonraki dönemde vahdet-i vü-
cud tartışmaları bakırrundan Razi'nin belki de önemli katkısı, sudCıru dini dü-
şünce geleneğinin temel kabulleriyle bağdaşmasa bile bir tevhit yorumu ola-
rak değerlendirmeye imkan verecek bir eleştirel düşünce miras bırakmasıdır.
V. Cürcanl'nin Vahdet-i Vticfıda Yaklaşımı
Bilindiği üzere Seyyid Şerif el-Cürcaru, Teftazani'nin genç çağdaşıdır ve her
ikisi de Razi ekolüne mensuptur. Vahdet-i vücfıd meselesine Teftazaru'den
farklı yaklaşan Cürcaru, kelam geleneğinde kendi dönemine kadar en aynno-
lı metinleri yazan düşünür olarak kabul edilebilir. Günümüze küçük hacimli
olmakla birlikte içerik bakımından mesdenin sistemli bir şekilde ele alındığı
iki önemli risalesi ulaşmıştır. Bunların birincisi Said Ffıde tarafından yayım
lanıp şerh edilmiştir. Geç dönemde Muhammed Nfırü'l-Arabi tarafından şerh
edilen diğer risale ise vahdet-i vücfıd ve meratibin özlü bir anlatısı olup henüz
tahkik edilmemiştir. Her iki risalede de Cürcani, ortak bir aniatı sergiler. Cür-
caru'nin tartışmasının nirengi noktası, varlığın tabii killll oluşudur ki onun çağdaşı ve ders arkadaşı Fenari de aynı kavram üzerinde duracaktır. Cürcaru
birinci risalede vahdet-i vücudu şöyle özetlıi!r:
Muhakkik birlikçiler (muvahhid1n)ı4 ise şöyle dedi: Aklın tavrının bir ~avır
daha vardır ki ona ancak keşfi müşahedelerle ulaşılır, a.kli münazaraJar-
la ulaşılmaz. Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrak-
leri olan makulleri idrakten aciz olması gibi. Biz bu tavırcia kavradık ki,
Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir geneldir
ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan mutlaktır hatta mutlaklık kaydından
dahi an nmıştır. Bu, a.kli ilimler erbabının tabii külli hakkında söylediğine
benzer. O hakikat, mümk-ün mahiyetierde ve varlıkla nitelenen kevni maz-
14 Seyyid Şerif muvahhid kelimesini varlığı birleyen, varlığının birliği görüşünü benimseyen an-lamında kullanmakta ve bununla vahdet-i vücOdçuları kastetmektedir. Daha önce vahdet-i vücüdu eleştiren ici ve Teftazani "varlıkçı" anlamında "vücüdiyye" kelimesini kullanmıştı. Bu durumda lci ve Teftllzani vahdet-i vücüd terkibindeki Ikinci kelimeyi, Cürcani birinci kelimeyi adlandırmaya esas kabul etmiştir. Zira ici ve Teftllzllni, varlık kelimesinin kullanımındaki ha· tayı ifşa etme çabasında iken Cürcani birlik kelimesinin kullanımındaki isabeti yahut meşruiyeti ifşa etme çabasındadır.
230 ~ Osmanlı'da Ilm-i Tasavvuf
harlarda tecelli ve zuhur etmiştir. Öyle ki hiçbir şey onsuz olamaz, çünkü
herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi. ı5
Bilindiği üzere tabii külll bir mahiyetin tahakkuk türlerinden birini ifade eder.
Buna göre dışta tek tek fertlerde bulunan bir mahiyet veya silret, soyutlama
süreçlerinden geçip akılda bir anlam olarak meydana gelii Zihindeki bu su-
ret, bireyselliklerden arındırılmış olduğundan soyuttur. Mesela dışta belirli
fertler olarak bulunan insan mahiyeti, soyu tl anma süreçlerinden geçip akılda soyut bir silret olarak meydana geldiğinde artık o fertlerin her birine yüklem
olmaya elverişli hale gelir. Dolayısıyla bir anlam yahut malıiyetİn birinci dışta
fertlerde tahakkuk eden, ikincisi ise zihinde soyut bir anlam olarak tahakkuk
eden iki hali vardır. Kendinde bir şey olmayan anlamın dışta veya zihinde ta-
hakkuk etmesi düşünülemeyeceğine göre herhangi bir anlam yahut malıiye
tİn dışta ve zihindeki halini öneeleyen bir de kendindelik seviyesi vardır. Bu üç
durum arasında dışta bir mahiyet veya sılret olarak tahakkuk etmiş anlam, bu-
lunduğu fertlerin tabiatını oluşturur. Bu sebeple tabii külli olarak adlandırılır.
Zihindeki anlamın birden çok şeye nispet edilmeye elveriş olmasına manold
külli denir. Dikkat edilirse mantıki külli denen şey, yalnızca küll'inin tanımı dır,
külli olarak nitelenen şeye mantıki külli denilmemektedir. Bu mantıki külli-
nin zihinde kendisin~ iliştiği söz konusu soyut sılret veya mahiyete ise akli
külll denir. O halde dışta bir tabiat olarak bulunan anlama tabii külll, zihinde
soyut olarak bulunan aİılam, sılret veya malıiye te akli külli denmektedir. Buna
göre insan mahiyeti tabü küllidir, her birimizde tahakkuk eder, hiçbirimizde-
ki insanlık diğeriniri aynı değildir ama anlarnca hepimizde ortaknr. Her ne
kadar her bir ferdin kendisine mahsus "özel varlık" olarak tahakkuk etse de
bilgimize konu olduğunda ortak bir kavram açığa çıkar. İşte vahdet-i vücı1d
çu sı1ôlere göre varlık tabii küllinin yukanda yapılan açıklamasında olduğu
üzere bütün mevcutlann kendisiyle tezahür ettiği ve hepsinde ortak olan şey
dir. Fakat burada ortaklık ile bütün mevcutlara yüklem olabilen mantıki bir
küllilik kastedilmem ektedir. Bu anlamda varlık, tümellik tanımının kendisine
iliştiği zihinsel silret değildir. Varlığın tabii külli oluşu, onun ikinci makul de-
ğil, dışta tahakkuk etmiş bir "hakikat" olduğunu ifade eder. Dolayısıyla dışta
tahakkuk eden bütün bireylerle tahakkuk eden, onların isimleriyle nitelenen
şey varlığın kendisidir. Varlık, bütün nesneleri önceler, ne birdir ne çoktur, ne
tümeldir ne tikeldir, bütün isim ve sıfatlar ona aittir. İşte bu anlamıyla "varlık
olmak bakımından varlık, Hak' tır". Dolayısıyla gerçekte tek bir varlık vardır.
Diğer deyişle Varlık vardır ve başka her şey o varlığa kayıt, sıfat veya isim ol-
ıs Cürcani, Risôlejivahdeti'l-vucüd, s. 35-36.
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 231
maktadır. Nitekim Cürcani metnin devammda bu durumu oldukça belirgin
bir şekilde ifade eder:
Birlikçilerden bu taife şöyle der: Tek bir hakikat, yani mutlak varlık, çok-
luk li basında kayıtlar ve itibari taayyünlerle zuhur etmiştir. Bu sebeple ço-
ğalma ve bölünme onun birliğinin hakikatine girmeye yol bulamaz. Tıpkı
"bir" gibi. Zira bir, sayılann ilkesi ve aslıdır, sayılann tüm mertebelerinde
zuhur eder ve onun birliğinin hakikatine kesinlikle bölünme giremez. Na-
sıl~ çokluk barındıran sonsuz sayıların bütün mertebelerinde birden baş
ka hiçbir şey yoksa bütün kevıU mazharlarda da birlik sahibi zattan başka
hiçbir şey yoktur. Çokluk ve çoğalma tevehhümü, yalnızca tecelli ve tenez-
züller bakımındandır. Zira bunlar sayesinde kayıtlar ve itibari taayyünler,
ona eklenmiştir. Yüce hikmetin ve fasl-ı hitabm balışedildiği hasiret ve id-
rak sahipleri ise o çokluğu n itibari olup nefs-i emirde tahakkuk etmediğini
ve gerçekte tek bir aşkın zatın var olduğunu müşahede ve idrak etmişler
ve Bir'in kıskançlığı varken başkalarının varlığuun imkansız olduğunu ve
başkalık tevehhümünün boş ve hayal olduğunu kavramışlardır.t6
Metnin son cümlesi, müşahede edilen birliğin asıl, akıl tarafından kavranan
ayrılığın bir yanılgı, daha doğrusu ferl bir idrak olduğunu dile getirmektedir.
Aslında Pitagorasçılan andınr şekilde "bir"in tüm sayıların hem aslı hem de
hakikati olduğundan hareket varlığın tekliğirıi açıklamak, varlığın birliğin id-
diasının aynı zamanda nazari bir idrak olduğunu da temellendirmeye elverişli
görünmektedir. Bu durum, insani nefsin birliği müşahede etme gücünün na-
zaıi olarak kavrama gücüyle gerçekte aynı sonuca vardığını ~öylemeye mes-
net teşkil edebilirdi. Öyle anlaşılıyor ki sufilerin söz konusu birlik idraldnin
aklın tavrının ötesinde olduğu iddialan, nazari gücün vahdet-i vücudçulann
sözünün ettiği birliği kavramakta yetersiz oluşunu değil, duyu algısma ben-
zer şekilde birlik ınüşahedesine ulaşınaya elverişli olmamasını ifade eder.
Nitekim nazari gücün birliği kavrama özelliği, bu müşahedenin bir kavram
ve önerme bilgisine dönüştürülmesini sağlamaktadır ve vahdet-i vücudun na-
zari olarak kavranınasııu ve savunulmasını mümkün kılmaktadır. Bu bağlam
da Cürciini'nin ise Muhammed Nuıü'l-Arabi tarafından şerh edilen Risiiletii
Valıdeti'l-uiicud'u özel bir öneme sahiptir. Zira bu risalede Cürcani, vahdet-i
vücuda hulfıl ve ittihad konusunda yöneltilebilecek tüm eleştirileri yöneltip
bir kelamcı olarak cevaplar. Önce risalenin metnini verip ardından kelam ve
felsefe geleneğinin duyarlılıklan açısından önemini tahlil edelim.
16 Cürcanl, Risôle jivahdeti'l-vucüd, s. 37-38.
232 ~ Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf
VI. Cürcanl'nin Risaletü Vahdeti'l-vücud'u
r-:>-)ı .:.?-)1 ..3ıı r j C~_,~ .) y.-_,JI _,.ı~ ~ j5" 01 c/' J ~..ı..Q_. c)s- ı$':" J.W J:!-1 ~--~ .:.ı i rlı:. (I) ~ ~~ '.:.r:-)' o...,--=1) Y' iJ) J/JI ~ ı:-.,;ıı J .!JJ.) jl>. _,J--' ,.yı ~ ')Ü y....ıı .;.;b .y -1_, a.ı r· c/' ~~ v~ı ~i ç.~ ~~ J-L>-~ .) y.-.,;ıı .:.ı i .c.:llı r.-UJ1 JL.a;ı_, ,..:,i./' Ll. .)...l;,-..;.~, J.
.~L:....a.ll j ~':/w r-=< t ll .!ll.)~~ i')\5J1 j ô.;_;S'.ilı ö~ j :YWI ~~ c)s- ~'il ç.\..t-'~1 J".>U.I ~ ~ 4:)1 J:;; 1.)! ~.:.ı~ (4) ~; ıJ .;_;lı .:.r
.YI !l..ı...;. .1-J ,4.!U..-i ~ J ts:-=" ~ 0 ... ~ 'J 01 ..b?. .> y:-_,ll ~ ~j ..:..ı\.A..,a.JIJ ~'~~~ ~ -.:.>L.-.11 ~.J.>-1_,11 i..l / c)l:ll ~ Jt;~l cJ c} J L. ~ J.ll.iLI ~ J ı.} )'1 e:J:-1 e;::-J ~ / ~l:liJ ~~ )'1 ..:..ılA...a.liJ S' le-~\ c: ~ y-ilı .) y. _,ll .:/" ö J~ ı..Ç J ~ _,l~l i..; ..f. J.J...,d\ V~ ..bA ->y.-)l,y- Ö;~ ı.ÇJ ~l:ll 0~~1 YJ ~IJ J>WI ı---'t' ~1 Ö;y.ıf wLI:-1 ö;.raJIJ ,->y.-_,1.1 y. J~JI ~~ r-LJI._,...;I/ cJ ~1 i/1J ~~ı) ":lJi Jıı ~ Lı\5' ~.lJJ ı;>l.lJI ._,..J-1 ıJLü ~J ..ı...$.1 CJ)IJ ~IJ yt.:.. ..:..ıi.J--j)l ;_,....a.lı) Jl.ü J.:l-1 Jl ;;..ı.:.:.._.. 415" ..:....;15" ı~ı ..:..ll 0~ (9) ~ W ~.1- L. r-V.:J ~'~ L. ~ ~ ..;J~ J ö~ öla..JIJ ;;_;-1~)'1 ~ ..;..Ü ~v..ıj~l ~~ Jı ~...~.:.:-...o ->1~)''
JıJ-ı 0W r-L
VII. Risaletü Vahdeti'l-Vücud'un Analizi
Cürcfuıl'nin bu metindeki yorum ve değerlendirmeleri vahdet-i vücudun
genelde İslam düşünce tarihi özelde kelam tarihinde birkaç bakımdan çok
önemlidir. Birincisi: İci ve Teftazanl'nin aksine Seyyid Şerif, vahdet-i vücudun
hulul ve ittihad dahilinde mütalaa edilmemesi gerektiğini, tam tersine fark-
lı bir tevhit yorumu olduğunu düşünmektedir. İkincisi: Cürcfull'nin vahdet-i
vücıida ilişkin tartışmaları, Fahreddin er-Razi'nin İbn Sina felsefesi ve kelam geleneğinden hareketle oluşturduğu ispat usulleriyle varlığın birliğini temel-
lendirmeyi a_maçlar. Üçüncüsü: Seyyid Şerif el-Cürcani'nin vahdet-i vücuda
ilişkin risaleleri vahdet-i vücudun kelam ve felsefe geleneğinin duyarlılıkla
nyla nazari olarak kavranabilir ve bir kelamcı tarafindan savunulabilir oldu-
ğunu göstermesidir. Nitekim yukandaki risalenin birinci paragrafı oldukça
berrak bir temellendirme yapar:
Bil ki yüce Hakltın bilinmesi bir öncüle dayalıdır. Bu öncül şudur: Varlık
tan başka olan her şey, mevcut olmak için kendisinden başka olan varlığa
muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her şey ise mümkündür. Öyleyse varlık
tan başka olan her şey mümkündür. Her mümkün ise varlığını yokluğuna
tercih eden bir faile muhtaçtır. Şayet varlık, mümkünlerin kendisine da-
yandığı bir zorunlu olmasaydı ya kısırdöngü ya da teselsül olurdu. Fakat
bu gerek yanlış olduğuna göre gerektiren de yanlıştır. Şu halde o, zorun-
lu varlıktır. Sonra zorunlu varlığın bir olması gerekir. Çünkü birden fazla
olursa ya onlann bir kısmı zatı nedeniyle zorunlu olacak ve diğer kısmı ise
mümkünlerin ilişeni olacaktır ya da tamamı zatı nedeniyle zorunlu olacak-
tır. Birinci şık, geçersizdir zira nefs-i emirde sabit olan şeylerde teselsülü
gerektirir. İkinci şık da geçersizdir, çünkü tevhidi iptal etmektedir. Söz ko-
nusu zorunlunun şeylerden ayrı (inübayin) bir şey olması da mümkün de-
ğildir, aksi halde onun kendinde yok olması gereki ır. Böylece onun yayılan
(m ün basit) ve şeylerden ayrışan bir şey olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu metindeki istidlalin mevcut kavramından değil, varlık kavramından baş
laması oldukça dikkat çekicidir. Cürcani aslında İbn Sinacı geleneğe uyarak
"varlık olmak bakımından varlık ya mümkün ya zorunludur" gibi bir cüm-
leyle tartışmaya başlayabilirdi. Yahut varlık kavramından değil, mevcut kav-
ramından hareket ederek "mevcut olmak bakımından mevcut ya mümkün ya
zorunludur" diyebilirdi. Fakat maksadı, zorunluluğu tamamen varlığa, imkfuıı
da tamamen mevcuda tahsis etmek olduğundan doğrudan varlığa muhtaçlık
tan hareket etmiştir. Böylece varlığı, bütün mevcutlardan ayınp tek bir anlam
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 235
olarak düşünme imkanı elde etmiştir. Tahmin edileceği üzere varlık tek bir
şeyseve bütün şeyler de mevcut olabilmek için varlığa muhtaç ise varlık, ikinci
makul olmayacak yahut mastar anlamıyla düşünülmeyecektir. Diğer deyişle
istidHilin başansı, varlığı bir itibar olarak değil, tam da vahdet-i vücudçuların
düşündüğü şekilde mevcut bir "şey" olarak vaz edebilmesidir. Böylece Cür-
canl zorunluluk ve imkan aynınlarını koruyarak varlık tarafına zorunluluk,
mevcutlar tarafında imkanı koymuştur. Yine Cürcaru hem kısırdöngü ve te-
selsülden kaçmabilmiş hem de tevhit ilkesini korumuştur. Böylesi bir akıl
yürütmenin düşeceği en ciddi tehlike, varlık ve mevcutlar ayrıldığı takdirde
varlığın mevcut olmakla nitelenemeyeceği, dolayısıyla ikinci makule ve mas-
tar anlamına irca edileceğidir. Cürcan1 bu tehlikeyi istidla.Iin başına "zorun-
lu" kavramıyla, istidlaiin sonunda ise "şey" kavramıyla gidermektedir. Dikkat
edilirse Cürcanl şey kaYTamını ne varlığın ne de mevcudun eşanlamlısı olarak
kullanır. Varlık ve mevcut aynşınca bunların kapsamlan da farklılaştığından
şey kelimesi hem varlık hem de mevcudu kapsayan daha genel bir kavrama
dönüştürülmüştür. Cürcani bu sayede, Jci ve Teftazani'nin aksine vahdet-i vü-cudun varlığın mevcutlarla özdeşleştirilmesinden ibaret olmadığını, tam ter-
sine aralannda keskin bir ayrrm olduğunu göstermiştir. Delilin ikinci sürümü
de aynı maksatlan temin etmektedir:
Sen şöyle de diyebilirsin: Varlık ya şeylerden ayndır ya onların kendisidir
ya onlann tamamının bir vasfıdır ya onların bir kısmının vasfıdır ya da on-
larla nitelenendir. Birincisi yanlıştır çünkü bu durumda şeylerin yok ol-
ması ve varlığın yüldem olmaması gerekir. Sadece nispet!n yeterli olduğu
iddiası, aklın sınırlan dışına çıkmak olduğundan bu iddiaya iltifat edilmez.
Şayet nispetin yeterliliği, hakiki varlıkta mümkün olsaydı başkasında da
mümkün olurdu ki bu, açıkça safsatadır. İkincisi tevhit burharu nedeniy-
le ve tenzihin düşmesi gerekçesiyle yanlıştır. Üçüncü yanlıştır, zira nefs-i
emirde sabit olan şeylerde teselsülü gerektirmektedir. Şu halde dördüncü
beHrginlik kazanmaktadır: Varlık, tek bir hakikattir, parça parça inerek tıp
kı denizin dalgalanndan zuhur etmesi gibi o şeylerde zuhfır eder.
Cürcaru istidlalin bu sürümünde varlığın temel dayanak olduğunu daha be-
lirgin ifade eder. Şeylerin varlıkla nitelendiğirıi dile getiren kelam ve felsefe
geleneklerinden farklı olarak vahdet-i vücCıdda varlık şeylerle nitelenir. Var-
lık tek bir hakikattir ve mevcutların tamamı bu hakikatin taayyün ettiği isim
ve sıfatlarından ibarettir. Metindeki deniz-dalga örneği, bizzat İbnü'l-Arabi
tarafından kullanıldığından vahdet-i vücudla ilgili pek çok metinde geçer ve
varlığın şeylerin taşıyıcısı, şeylerin ise varlık tarzı bakımından hayal ve sera bı
236 ~ Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf
andıran isim ve sıfatlar olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade eder. Soru-cevap
faslının ilk sorusunda bu durum teorik olarak da ifade edilir:
Şayet şöyle dersen: "Söylediklerinden açığa çıktı ki varlık, şeyleri yani kayıt
ve sıfatlar mesabesinde olan taayyünleri taşıyan anla:ndır. Öyleyse onla-
un "hüviyetlerin aynından başka bir şey ·yoktur" sözlerinin anlamı nedir?"
Ben şöyle derim: Bu sözün anlamı şudur: Hüviyet bazen taayyün ve kaydın
kendisine bazen de kendi olması bakımından taayyün etmiş zata söylenir.
Birinciye göre ikisi arasındaki başkalık bizzattır. Onların "alem, hayal ve
serap mesabesindedir" sözü de buna işaret eder. İleinciye göre ikisi zat ba-
kımından bir, itibar olarak başkadır.
Bu metin, varlık ve taayyünler ilişkisini belirginleştirmektedir. Her iki du-
rumda da taayyün eden varlık ile taayyünlerin özdeşleştirilmesi söz konusu
değildir. Birinci şıkta taayyünlere zat nispet edilmekte fakat bu zat, var oluş
bakımından sadece bir halden ibarettir. ikincişıkta zat bakımından birlik bu-
lunduğundan varlık ve taayyünleri tek bir zat olarak tahakkuk ettiğinden or-
tada tek bir za.tın bulunduğu ve taayyünlerin ancak nisbi başkalığı ifade edil-
mektedir. Zira taayyünlerin mevcudiyeti varlığa nispetle olduğundan onlara
nispet edilen zat varlığı değil mevcudiyeti ifade eder. Dolayısıyla her iki şıkta
da hakiki anlamda tek bir zat vardır, taayyünler ise haller mesabesindedir.
Kuşkusuz bu durumda hallere ve hallerin ifade ettiği yenileurneye konu olan
varlıktır. Bu ise kadimin değişim ve yenileurneye konu olmasını gerektirmek-
tedir. Nitekim bir sonraki soruda bu durum tartışılmaktadır.
Eğer şöyle dersen: "0, her gün bir iştedir" şeklindeki kadim emr nasıl in-
mektedir dersen ben şöyle derim: Kadim, hudı1sla nitelenmez, tersine yu-
karıda öğrendiğin gibi yenilenmeyle nitelenir. Kadim in yenilenmeyle nite-
lenmesi ise imkansızlığına kesin bulunmayan şeylerdendir. Kelam ilminde
bunun reddine dair zikredilen deliller, yeter değildir. Nitekim bu, kelam
ilminde kapalı değildir.
Cürcani burada vahdet-i vücildla ilgili ikinci hayati noktaya değinir. Varlık ve
taayyünleri varlık bakımından ayrıştırsak bile bütün mevcutlar Varlık'ın bir
hali olması durumunda kadim olan varlık, hadis durumlara konu olacaktır.
Soru aslında oldukça ilginçtir ve iiyetin özellikle seçildiği anlaşılmaktadır.
Çünkü ayet, özellikle Ehl-i Sünnet kelamcılarının kadim kabul ettiği ilahi em-
rin hudı1suna delalet etmektedir. Fakat ayetteki ihsasa rağmen keliimcılar, ka-
dim emrin ve iradenin hudusa konu olmayacağında icma etmiştir. Hatta genel
olarak keliimcıların bu hususta icmaı vardır. Cürciini aynı istidlali, varlığın te-
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 237
nezzüllerine taşımaktadır. Fakat kelamcılar kadim ile yenilenmeyi aynştırma
çabasına girmişler ve yenilenen şeylerin kadim olmadığını iddia etmişlerdi.
Doğrusu aynı iddiayı vahdet-i vücfıdda sürdürmek mümkün görünmemekte-
dir. Bu sebeple Cürcani kadimin yenilenmeye konu olduğunu kabul etmekte
ve kelfundaki delillerin yetersiz olduğunu iddia etmektedir. Bu durumda türlü
isim, sıfat ve fiillerle yenilenen bir Varlık kabul edilmektedir. Diğer deyişle
Varlık'ın kendisi sabit kalsa da halleri yenilenmektedir. Bundan dolayı Cür-
cani, sonraki soruda muhakkik sufilerin sözlerinde ister gayp ister şehadet
alemi olsun yenilenen söz konusu durumlan birleştiren hakikate ilahi isim
dendiğini belirtmektedir.
Cürcani metnin devamın insani sorumluluk meselesini ele almaktadır ve yu-
kandaki ilkeler açısından çözümüne işaret etmektedir. On dördüncü yüzyıl
sonrasında kelam tarihinin otorice ismi olarak Cürcani'nin sorumluluk mese-
lesinin bizzat Eş'ari gelenek için de izahı son derece güç bir mesel e olduğunun
farkında olmadığını düşünmek makul değildir. Ayrıca sorumluluğu izah eden
a'yan-ı sabite teorisinin Eş'arilerin ilahi ilim ve Mutezilenin madumun şeyliği
görüşleriyle ilişkisi kurulabilir. Bundan dolayı olsa gerek kelam geleneğinde
vahdet-i vücud tartışmaları, sorumluluk meselesinden ziyade varlık kavramı
etrafından yapılmıştır. Nitekim Teftazani Şerhu'l-Makiis1d'da varlık kavramı
üzerinde durmuş ve a'yan-ı sabite meselesine değinmeyi gerekli görmemiştir.
Fakat Cürcani tevhit ve tenzih ilkeleri korunarak sorumluluk meselesine de
bir çözüm getirildiği kanaatindedir.
Cürcani'nin vahdet-i vücud hakkında risaleleri onun Id ve -ı:eftazani ile aynı kanaatte olmadığını gösterse de vahdet-i vücudu benimsediğini gösterir mi?
Said Fude, Seyyid Şerif'in risalesine yazdığı şerh te Seyyid Şerif'in bu gö.rüşü
benimserliğine dair bir alarnet olmadığını, meseleyi tasvir ettiğini söylemek-
tedir. Hakikaten her iki risalede de bu görüşü benimseyip benimsemediğine
dair tam olarak bir işaret bulunmamaktadır. Fakat Seyyid Şerif'in hem yuka-
rıda metni verilen ikinci risalesi hem de birinci risalenin ardından aktardığı
hikayeler bu görüşü benimsediğini açıkça ifade etmese de ihsas ettiği şeklinde yorumlanabilir.20 Hatta Seyyid Şerif'in Alaaddin Attar'a intisabını ve "basire-
timden perdeler kaldınldı" sözü gibi tasavvufi tecrübeye sahip olduğunu ifade
eden rivayetleri düşünürsek vahdet-i vücuda fikri yakınlığı bulunduğunu söy-
leyebiliriz. Nitekim Haşiye ata Şerhi't-Tecrfd'de Cürcani doğrudan bu konuyu
ele alır ve kendi tavrını da açıkça ifade eder. Aşağıda Cürcani'nin metinlerinin
20 Hikayeler için b k. Cürcani, Risiile fi vahdeti'l-vücüd, s. 39-43. Hikayelerden birinin tercümesi için bk. Altaş, "Varlık, Varlığın Birliği ve Var Olanların Mertebeleri: Cürcanl'nin Görüşü", s . 121.
238 r Osmanlı'da Ilm- i Tasavvuf
tercümesini verecek, ardından onun vahdet-i vücuda ilişkin görüşü hakkında
bir sonuca varmaya çalışacağız.2ı
"Mahiyetlerin de bir olması gerekir. Oysa durum böyle değildir" sözüne
şöyle itiraz edilmiştir: SCı61erden bir grup şu görüşe vardı: Gerçekte cek bir
zat vardır. (Buna örnek, dalgalanan denizdir. Şayet dalgalı denizi henüz akıl sahibi olmayan küçük bir çocuğa sorsak alçalan ve yükselen o şeyin sudan
başka bir şey olduğunu vehmederve söyler. Oysa akıl sahibi kimseye kapalı
değildir ki orada alçalan ve yükselen denizden başka bir şey yoktur ve bun-lar, rüzgarın esmesinden kaynaklanan itibari şeylerdir. Dolayısıyla nasıl
ki rüzgarın durmasından ve o vehmi itibarlarm gitmesinden sonra geriye
yalnızca su kalıyorsa aynı şekilde varlıkca da tevehhüm rüzgarlannın din-ınesi ve vehmi itibarların gitmesinden sonra yüce Allah'tan başkası yoktur.)
Bu zatta hiçbir terkip yoktur, fakat onun çeşitli sıfatları vardır. Bu sıfatlar
onun aynıdır. İşte o zat, varlığın hakikatidir. Varlığın hakikati, haddi zatında
yokluk kirlerinden, imkan alametlerinden münezzehtir (Çünkü şey kendi
çelişiğine, onun aracılığıyla çelişik hale gelenden daha uzaktır. Dolayısıyla
varlık haddi zatında yokluktan daha uzaktır. Mevcutlar varlık aracılığıyla
yokluktan uzaklaşır. Yokluğa yakınlığı ve lımedilemeyen şey yani varlık, zo-
runluluk, kudret ve uluhiyete başkasından daha laytktır.) Onun bir kısım
itibari kayıtları vardır ki bu kayıtlar sayesinde birbirinden ayrışmış mevcut-
lar görünür ve bti sebeple gerçek bir çokluk bulunduğu vehmedilir. Bunun
yanlış olduğu kesin olarak kanıtlanmadıkça onun ıikrettiği malıiyederin
bir olmadığı ve yine varlığın ortak olduğu iddialan da tamam olmayacak
hatta mümkün bir varlık kesinlikle sübut bulrnayacaknr.
Ben şöyle derim: Bu, aklın tavrından çıkışnr. Çünkü aklın bedihesi, mev-
cutların hakiki olarak çağalelığına ve onların sadece itibari olarak değil,
gerçekte birbirinden farklı zatlar ve hakikatler olduğuna tanıklık etmek-
tedir. Bu görüşe varanlar, onun mükaşefe ve müşahedelerine dayandığını
ve sadece aklın incelemesi ve delaletleriyle ona ulaşılamayacağını, aksine
npkı makullerin idraki söz konusu olduğunda duyu gibi aklın orada işlev
siz kaldığını iddia etmektedirler. Aklın dereceleriyle kayıtlanıp aklın le-
hine tanıklık ettiği şeyin makbul, aleyhine tanıklık ettiği şeyin ise merdut
olduğunu ve aklın ötesinde bir tavır bulunmadığını düşüneniere gelince
onlar şöyle iddia etmektedir: O mükaşefe ve müşahedeler, doğru olduk-
lan takdirde akılla uyumlu olacak şekilde yorurnlanır. (Yani arıların doğ-
21 Bu metinleri bir grup araştırmacıyla tahkikini tamamladıkları ve yakında yayımlanacak olan
Hoşiye 'ala Şerhi't-Tecrid'den derleyip gönderen sevgili Muhammed Ali Koca'ya minnettarım.
Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 239
roluğunda sorun vardır, çünkü rahınani keşif ile şeytaıll ayarn çoğunJukla
karışır. Doğru olduklan kabul edilse bile onların başkalarını değil de tek
bir mevcudu müşahede etmesi, tıpkı güneşin nurunun baskın gelip yıldız
Jan önmesi gibi o mevcudun başkalanna baskın gelmesi nedeniyle olabi-
lir. Uyumlu olacak şekilde yorumlamak için ise şöyle denir: Zatların nefs-i
emirde çoğalması, o mahiyetin mükaşefelerdeki hakikatiyle çelişmez. Zira
o zatın diğer zaclara nispeti, güneşin yıldızlara nispeti gibidir. Nasıl ki yıl
d.ızlar, güneş doğduğunda yeniliyorsa o pek çok zat da imkan alametlerin-
den.beri olan o zaun inkişafında böyle olur). Dolayısıyla onlar, aklın bedi-
hesinin tanıklığı nedeniyle böylesi şeylerin yanlışlığına delil getirmekten
istiğna ediyorlar ve onu mümkün görmeyi dikkate alınmaya değmez bir
milibere sayıyorlar.22
Bu pasaj da .vahdet-i vücüd karşıtlan adına söylenenleri aslında iki madde-
de toplamak mümkündür. Birincisi, mevcutların çokluğunun görünüşte bir
çokluk olduğu, gerçekte varlığın tek olduğu iddiasının aklın bedihi ilkeleriyle
ç·eliştiği görüşüdür. Bu, meleke halinde oluşan bilgilerin mevcutların zorun-
lu olarak birbirinden aynşmış ve farklı olmasını gerektiği anlamına gelir. Bu
açıdan bakıldığında vahdet-i vücuda yöneltilen eleştiri ile sofistlere yöneltilen
eleştiri aynıdır: Böylesi bir iddia, tamamen bir inatlaşmadır, dolayısıyla cevap
vermeye değmez. İkincisi ise daha önce İbn Tufeyl'in dile getirdiği, sonlan
İmam Rabhani'nin savunduğu görüşün uzlaştıncı bir yorum olarak değer
lendirilmesidir: Müşahede esnasında tecrübe edilen birlik, varlığın baskınlı
ğından ötürü diğer mevcutlan n perdelenmesinden ibarettir. Yani birlik görü-
dedir, gerçekte mevcutlar birbirinden aynşmıştır. Dolayısıyla akıl, müşclhede
esnasında tecrübe edilen birliği, bedibi ilkelerine vurarak ayrılığa çevirmek-
tedir. Her iki madde de ilk bakışta Cürci.ni'nin vahdet-i vücuda karşı çıktığı
kanısını uyandırmaktadır. Pekala, gerçekten öyle midir? Doğrusu, C üreani'nin
ilerleyen sayfalardaki açıklamaları meseleyi farklı anlamayı gerektirmektedir.
Bil ki şarihin [Isfahani], varlığın yüce Zorunlu'nun aynı veya O'na zfut oldu-
ğu hakkında serdettiği bu bahisler, bu bağlamda kavmin dilinde dolaşan
sözlerdir. Burada başka bir görüş daha vardır ki daha önce işaret ettiğimiz
üzere bu görüş ancak yüce hikmet ve fasl-ı bitaba mazhar olmuş hasiret ve
kalp (lübb) sahiplerinin kavrayabileceği şeylerdenci ir. İşte biz burada takrir
gücünün elverdiği ve tahtir dairesinin kuşattığı ölçüde bu görüşü aynntı
landıracağız. Bu amaçla şöyle deriz:-Başanya ulaştıran Allah'tır ve O, ne
22 Cürcani, Hôşiye 'alô Şerhi't-Tecrid, vr. 15a-15b. Parantez arası cümleler, Seyyid Şerif'in minhü-
vlitıd ı r.
240 ~ Osmanlı'da lım- i Tasa,·vuf
güzel dosttur!- Mesela insan gibi varlıktan başka her mefhum nefs-i emirde
varlık herhangi bir şekilde ona eklenmedikçe kesinlikle mevcut hale ge-
lemez. Akıl varlığın ona eklenmesini mülahaza etmedikçe onun mevcut
olduğuna hükmedilemez. Öyleyse varlıktan başka her mefhum, nefs-i
emirde mevcut olmak için kendinden başkasına mu~taçnr. İşte bu muhtaç
olduğu bu şey, varlıktır. Mevcut olmak için başkasına muhtaç olan her şey
ise mümkündür. Zira mümkünün var olmak için başkasına muhtaç olan
şeyden başka bir anlamı yoktur. Şu halde varlıktan başka olan her mefhum
mümkündür. Hiçbir mümkün ise zorunlu değildir. Dolayısıyla varlıktan
başl
lindeki şöhret değildir. Evet, "mevcut olmak için başkasına muhtaç olan
her şey mümkündür" öncülüne incelikli bir men yönelrilebilir. Şöyle ki,
mevcut olmak için başkasına muhtaç olan şey şayet kendisine varlık veren
bir başkasına muhtaç ise kesinlikle mümkündür, kendi varlığından ibaret
olan başkasına muhtaç ise değildir. Bu eleştiri, dakik bir nazarla giderilir:
O, mevcudiyetinde başkasına muhtaç olduğunda mevcudiyetini başkasın
dan almış ve onun malulü olup bu hususta başkasına dayanıyor demektir.
Böyle olan her şey ise mümkündür. İster biz, kendisine dayanılan bu baş
kasına· onun varlığı diyelim isterse varlık vereni diyelim farketmez. Varlığın
Zorunlu'nun aynı olduğunu destekleyen şeylerden biri şudur: Varlık haddi
zatında yokluğa münafidir. Dolayısıyla varlık, yokluğu kabul etmeye en
uzak mefhumdur. Çünkü varlık dışındaki mefhumların yokluğu zatı ne-
deniyle değil, varlık aracılığıyla imkansızdır. Kuşkusuz Zorurılu, zan gereği
yokluğa münafidir, başkası nedeniyle yokluğa münafi değildir.
Eğer şöyle dersen: "Varlık, Zorurılu'rrun aynı olması ve parçalarıma ve
bölünme kabul etmemesine rağmen mevcutların heykellerine yayılmış
ve onlarda zuhur etmiştir. Dolayısıyla hiçbir şey ondan yoksun kalamaz,
aksine varlık, onlann hakikati ve aynıdır. Şeyler ancak itibari kayıtlar ve
taayyünlerle ayrışmış ve· çoğalmıştır. Buna örnek, ortada yalnızca denizin
hakikati olmasına rağmen deniz ve onun pek çok dalganın surerinde zuhur
etmesidir." diyen kimse hakkında ne dersin?
Ben şöyle derim: Daha önce bunun aklın tavnnın ötesinde bir tavır oldu-
ğıınu, ona akli münazaralarla değil, ancak keşfi müşahedelerle ulaşılabi
leceğini söylemiştik. Herkes ne için yaratılmışsa ona kolaylıkla ulaştınlır.
Allah yardımcı, başanya ulaştıran ve dayanaktır.23
Başiye 'ala Şerhi't-Tecrld'deki bu pasajlar Cürcani'nin müstakil risa.Ielerindeki açıklamalann m onun görüşü olup olmadığı sorusunun cevabını yeterince be-
lirg:inleştirmektedir. Dikkat edilirse Said Fiide tarafından yayımlanan birinci
risa.I.ede "aklın tavnwn ötesinde birtavır daha vardır" cümlesi sufiler adına bir
nakil görünse de burada açıkça Cürcaru tarafından benimsenmektedir. Zira
risa.I.elerde siifiler adına konuşurken söylediği "aklın tavnnın ötesinde olmak"
ifadesirıi burada tamamıyla kendi görüşü olarak dile getirmektedir. Yine risa-
lelerde vahdet-i vüciidçulara atfen dile getirdiği ve benimsediğini açıkça ifade
23 Cürcani, Hôşiye 'alô Şerhi't-Tecrid, vr. 53b-54a. Bu makalede Cürcani'nin varlık düşüncesini in-celeme amacı güdülmemektedir. Burada tam tercümesini verdiğimiz metinleri n Cürcani'nin varlık.görü.şüne etkisi ve Islam düşünce tarihine katkısı hakkında geniş bir değerlendirme için bk. Altaş, "Varlık, Varlığın Birliği ve Var Olanların Mertebeleri: Cürdini'nin Görüşü", s. 98-129.
242 ~ Osmanlı'da Ilm-i Tasavvuf
etmediği düşünceleri burada kendi görüşü olarak zikretmektedir. Bu durum-
da bir önceki pasajlan daha dikkatli incelemek gerekmektedir. Şayet bu pasaj-
larla birlikte değerlendirirsek önceki pasaj da iki maddede özedenen görüşle
rin Cürcanl'nin kendi görüşünden ziyade nazari düşünce erbabının kanaatleri
olduğu sonucuna varabiliriz. Çünkü özellikle Cürcani'nin "aklın kayıtlanyla
kayıtlananlar" ifadesi ve sonrasındaki açıklamalan, bir önceki pasajcia geçen
v~ ilk bakışta olumsuz görünen "bu, aklın tavrından çıkışnr ... " sözünü vah-
det-i vücfıd adına olumlu bir yöne çevinn ektedir. Zira Seyyid Şerif bu sözü,
vahdet-i vücudu eleştinnek için değil, tam tersine nazari olarak tahkik etmeye
yani naz3.!" yöntemiyle ulaşınaya elverişli olmadığını dile getinnek için söyle-
mektedir. Nitekim son paragrafta "Daha önce bunun aklın tavrının ötesinde
bir tavır olduğunu, ona akli münazaralarla değil, ancak keşô müşahedelerle
ulaşılabileceğini söylemiştik. Herkes ne için yaranlmışsa ona kolaylıkla ulaş
nnlır." sözü meseleyi açıklığa kavuştunnaktadır. Bu noktada bir şeyin nazari
olarak kavranabilir oluşu ilenazar yöntemiyle tahkik edilmesinin farklı şeyler olduğunu belirtrnek gerekir. Diğer deyişle mükaşefe ve müşa.hedeler, akılla
uyumlu olacak şekilde yorumlanabilir ama onlar, a~lla ulaşılabilir şeyler de-
ğildir. Bu sebeple Cürcani'nin vahdet-i vücud hakkındaki yazılan, bu teorinin
nazari olarak kavranamayacağını iddia etmez, sadece nazar yoluyla tahkik
edilemeyeceğini, zira aklın böylesi bir birlik hakkında tecrübeden yoksun ol-
duğunu iddia eder. Bununla birlikte yine de varlığın tekliğinin aklın bedibe-
siyle çeliştiği ifadesi, müşahedenin akılla uyumlu hale getirile bileceği ilkesini
de sorunlu hale getiriyor görünmektedir. Çünkü aklın bedihesi olduğu söy-
lenen şey, akılda oluşan ilk idraklerdir. Filozoflann tenninolojisinde bu bil-giler, bilmeleke akla tekabül eder. İnsanın bilfiil ve müstefad akıl