37
OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi 13 Editö rler ERCAN ALKAN OSMAN SACiDARI i SAR Y A ·Y I NLARI uf

isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D271840/2018/2018_TURKERO.pdf · iSAR Yayınları 1 15 Osmanlı'da ilimler Dizisi ı 3 Osmanlı'da ilm-i Tasawuf Editörler Ercan Alkan Osman Sacid

  • Upload
    others

  • View
    13

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi 13

    Editörler

    ERCAN ALKAN OSMAN SACiDARI

    i SAR Y A·Y I NLARI

    uf

  • iSAR Yayınları 1 15

    Osmanlı'da ilimler Dizisi ı 3

    Osmanlı'da ilm-i Tasawuf

    Editörler

    Ercan Alkan Osman Sacid Arı

    1. Baskı, Aralık 2018, istanbul

    ISBN 978-605-9276·12-2

    Yayına Hazırlı k

    M. Fatih Mintas

    ömer Said Güler

    Kitap Tasarım: Salih Pulcu

    Tasarım Uygulama: Recep Önder

    Baskı·Cilt

    Elma Basım Halkalı Cad. No: 162/7 SefakOy Kücükcekmece J Istanbul Tel: +90 (212) 697 30 30 Matbaa Sertifıka No: 12058

    © ISAR Yayı nları

    T.C. KOltür ve Turizm Bakar:ılı~ı Sertlfıka No:·32581

    Botan yayın hakları saklıdır. Bilimsel araştırma ve

    tanıtım icin yapılacak kısa alıı:ıtılar dışında·; yayıncının

    yazılı Izni olmadan hicbir yolla çcıga'ttııamaz:

    iSAR Yayınla rı

    Selamı Ali Mah. Fıstıka~acı Sok. No: 22 Osküdar 1 istanbul Tel: +90 (216) 310 99 23 ı Belgegecer: +90 (216) 391 26 33

    www.isaryaylnlari.com 1 [email protected]

    Katalog Bilgileri

    Osmanlı 'da ilm-i Tasawuf 1 ed. Ercan Alkan· Osman Sacid Arı ı istanbul

    2018 (1.bs.) i iSAR Yayınları- 15/ Osmanlı'da Ilimler Dizisi · 3 I ISBN:

    978-605-9276-12·2116.5 x 24 cm. - 863 s. 11. Tasawufve Tarlkatler_ Osmanlı Devleti 2 . Sosyal Yasam ve Gelenekler 3. ilimlerTarıhi

  • Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücftd Tartışmaları İçin Bir Başlangıç:_ Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücftd Yorumu

    ÖmerTürker Prof. Dr., Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi.

    Giriş

    XIII. yüzyıl İslam düşünce tarihinde farklı bir metafizik teorinin zuhuruna şa

    hitlik ede;: İbnü'l-Ara.bi'nin sonraki dönemlerde sadece tasavvuf geleneğini değil, aynı zamanda kelam ve felsefe geleneklerini de etkileyecek - ve özelde

    Osmanlı entelektüel ve sosyo-kültürel hayatını da besleyecek- olan vahdet-i

    vücuduna ... Aslında tasavvuf tarihinde Bayez!d-i Bistaml ve Hallac-ı Mansur

    gibi sufilerin sözlerinde erken habercileri görülen ama ilk kez İbnü'l-Arabl'nin

    kitaplannda sistemli ifadesini bulan bu düşünce kelam geleneğinin kabulleri

    açısından oldukça aykırı.görünen ilke ve yorumları hanndırdığından doğu

    şundan kısa süre sonra önde gelen kelamcıların lehte ve aleyhte yorumlarına

    konu olmuştur. İlk kez Adudüddin el-İci'nin el-Meviikıf fi ilmi'l-keliim'ında gör-düğümüz vahdet-i vücud eleştirisi, daha sonra İci'nin genç öğrencilerinden

    Sa'deddin et-Teftazani'nin Şerlnı'l-Makiisıd'ında bigane kalınamayacak bir se-

    viyeye ulaşmıştır. İci'nin başhittığı, Teftazaru'nin ileriettiği ve İmam Rabhani

    ile birlikte tasavvuf geleneğinde de karşılık bulan bu eleştirileri kavrayabil-

    mek için kelfuncıların vahdet-i vücudu hangi problem etrafında ele aldığını

    arılamak gerekir.

    Genelde dini düşünce erbabı özelde kelam geleneği, başlangıçtan beri bir-

    kaç meselede oldukça duyarlı bir tavır sergilemiştir. Bu meselelerio başında

    "Tevhidden ne anlayacağız?" sorusunun cevabında zikrettikleri, hulfıl ve it-

    Osmanlı'da İl m-i Tasavvuf ~ 213

  • tiha.dm reddi gelir. İttihad, Tanrı'nın bir yaranlmışla birleşmesi, hulCıl ise bir

    yaratılmışa yerleşmesidir. Kelamcılar, hulul ve ittihad sorununu mütekad-

    dimıln döneminde Hristiyanlara, aşın Şii gruplardan Nusayriler' e, İshakiler' e

    ve Beyaniyye'ye reddiye bağlamında çokça işlemişlerdir. Gerçi müteahhir

    döneme gelindiğinde kelamcıların, Hristiyanlann Allah'ın Hz. İsa'nın bede-

    nine hulıll ettiği iddiası hususunda daha temkinli olduğu ve Hıristiyanlardan

    gelen nakillerden onların ne kasdettiklerinin tam anlamıyla açık olmaqığmı

    düşündükleri görülür. Fakat kelamcılar, meseleyi bulıli bağlamında ele al-

    maya devam. etmiş ve eleştiri geleneğini canlı tutmuştur. Vahdet-i vücud da İbnü'l-Arabl'nin vefatından bir müddet sonra kelamcılann gündemine yine

    hulfıl ve ittihad başlığı altında girmiştir.

    I. İd'nin Hulul ve ittihad Eleştirisi

    Tespit edebildiğimiz kadarıyla kelam metinlerinde vahdet-i vücuda dair ilk

    değerlendirmeler, çok kısa da olsa, İd'nin el-Meviikıf'ında geçer. İci, el-Meva-

    kifın ilahiyyat bölümünde "Yüce Zorunlu Başkasıyla Birleşmez ve Başkasına

    Hulıll Etmez" başlığı altında öncelikle Allah'ın bir başkasıyla birleşmesinin

    veya ona hulul etmesinin imkansız olduğunu açıklar. Buna göre

    Yüce Zorunlu başkasıyla birleşmez. Zira daha önce ikinci mevkı.fte geçti-

    ği üzere iki şey arasında mutlak olarak birleşme/ittihad imkansızdır. Yine

    O'nun başkasına hulul ermesi imkansızdır. Çünkü hulul, bağımlılık yoluy-

    la meydan~ gelmedir. Bu ise zati zorunluluğa aykırıdır. Ayrıca mahalden

    zatı nedeniyle ınüstağni olsa ona yerleşmez. Çünkü hulul için muht~ç

    olmak gerekir. Oysa zanyla müstağni olan şeye mahalle muhtaç kılacak

    bir durumun ilişmesi imkansızdır. Zira bizzat olan durum, başkası nede-

    niyle ortadan kalkmaz. Aksi halde zan nedeniyle mahalle muhtaç olurdu.

    Zira istiğna, muhtaçlılığın olmamasıdır, dolayısıyla bu 'ikisi arasında ara

    bir durum yoktur. Zorunlu'nun muhtaç olması durumunda Zorunlu'nun

    muhtaçlığıyla birlikte mahallin de kadim olması gerekir. Bu takdirde iki

    imkansızlık birden gerekli olur. Yine Zorunlu bir şeye yerleştiğinde bu ma-

    hal şayet bölünebilir ise Zorunlu'nun bölünmesi, bileşikliği ve parçalanna

    muhtaç olması gerekir. Oysa bu yanlıştır. Aksi halde yani mahal, cevher-i

    fert gibi bölünmeyi kabul ermernesi durumunda Zorunlu, şeylerin en

    değersizine yerleştiği için en değersizi olur. Yine Zorunlu bir cisıne yer-

    leşseydi O'nun zatı cisme hululü kabul ederdi. Cisimler ise birbiriyle mü-

    temasil olan cevher-i fertlerden oluştuğundan kabul hususunda eşittirler.

    214 r Osmanlı 'da ilm- i Tasavvuf

  • Cisimleri n bir kısmına değil de diğer kısmına tahsis, ancak Fail-i Muhtiir'ın

    eseridir. Dolayısıyla O'nun bir tahtakurusu ve çek.irdeğe hulul etmediğini

    kesiniemek mümkün değildir. Oysa bu zorunlu olarak yanlıştır. Hasım da

    bunu itiraf etmektedir. Bazen has ma karşı şöyle delil getirilir: O'nun başka

    sına yerleşmesinin anlamı, mahallin yer kaplamasına bağlı olarak yer kap-

    lamasıdır. Bu durumda da O'nun mekiinlı ve yönlü olması gerekir. Halbuki

    biz bunu çürütmüştük. Bu delilin zayıflığını öğrenmiştin. Çünkü hulul, yer

    kaplamada tabilikle değil, niteleyici ihtisasla açıklanmaktadır. Nasıl olur!

    Bu delil, yüce Allah'ın sıfatlarıyla nakz olmaktadır. Çünkü O'nun sıfatları

    ziitıyla kiiimdir ama orada herhangi bir yer kaplama söz konusu değildir.

    Uyarı: O'nun ziitı başkasına yerleşmediği gibi sıfatları da başkasına yerleş

    mez. Çünkü sıfatıann intikal etmesi düşünülemez. intikal yalnızca zatlara

    mahsustur. Aynca bütün zatlar da intikal etmezler, sadece cisimlerintikal

    eder}

    İd'nin metni ve Seyyid Şerif'in yorumlarını ihtiva eden bu pasaj, genel ola-rak ittihad ve hulfrl eleştirilerinin gerekçelerini oldukça bir özlü bir şekilde

    ifade eder. Dikkatle tetkik edildiğinde metin kelfun geleneğinirı hem önce-

    ki dönemlerde teslis, ittihad ve hulfrle yönelik eleştirilerine, hem de Id ve

    sonrasında va.hdet-i vücuda yönelik eleştirilerine gerekçe kabul edilebilecek

    mülahazaların tamamını öze_tler. Metni, uyarı kısmıyla birlikte bütün olarak

    düşündüğümüzde lcı'nin tartışmayı ilahi zat ile sınırlı tutmadığı, ilahi zata ait

    sıfatları içerecek şekilde külli bütün yönleriyle dikkate aldığı görülmektedir.

    Dolayısıyla metnin hulfrl ve ittihadı ret gerekçelerini genelden özele sıralanan

    altı maddede özetlemek mümkündür:

    (i) Zorunlu Varlık ilk ve kadimdir. Bu sebeple ilk ve kadim olmaya aykırı

    her türlü görüş reddedilmelidir.

    (ii) İlk ve kadim olmak, Zorunlu'nun zatı ve sıfatları bakımından başkası

    na muhtaç olmamasını (istiğna) gerektirir.

    (iii) Öyleyse Zorunlu Varlık, bölünemez, birden çok parçadan oluşamaz,

    bir başkasına yerleşerek var olamaz.

    (iv) Dolayısıyla kendisinden sonra gelen ve varlığını ona borçlu olan baş

    ka bir şeye muhtaç olması, yerleşmesi, varlığını yahut sıfatıarını borç-

    lu olması mümkün değildir.

    1 Cürcani, Şerhu'I-/Vfevôktf, lll, s. 52-54. Şerhu'/-/Vfevôkifalıntılarında koyu harflerle yazılan cüm-leler, e/-/Vfevôkifyazarı ki'ye, diğer cümleler şarih Cürcani'ye aittir.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 2 15

  • (v) Parçalardan oluşan cisimlere mahal olması veya yerleşmesi yahut ci-

    simlerin değer ve sıfatlanyla nitelerrmesi mümkün değildir.

    (vi) Yukandaki ilkeler, ister kelamcılann düşündüğü anlamda hadis ister

    filozoflann düşündüğü anlamda ezell olduğunu kabul edelim cisim-

    lerin varlık tarzı itibariyle Zorunlu Varlık'ın zatı ve sıfatlannın Zorun-

    lu Varlık'taki haliyle taşıyıcısı olmaya elverişli olmadığını göstermek-

    tedir.

    Tahmin edile.ceği üzere bu ilkeler, İslam felsefe ve kelam geleneklerinin or-

    tak kabullerini ifade eder. Her ne kadar Tann'nın zatı ve sıfatlan ile Tann-a-

    lem ilişkisinde kelamcılar ve filozoflar arasında derin ayrıklıklar bulunsa da

    Tann'nın alemi aşkın olduğu hususunda iki büyük gelenek arasında bir uzlaşı

    bulunmaktadır. Bu sebeple İci ilahi zat ve sıfatlarının ele alındığı bölümde

    hulul ve ittihad eleştirisi yapar. Bu bağlamda İci ittihad ve hululün reddinde

    muhalefet eden üç zümreyi eleştirir:

    Birincisi Hıristiyanlardır. Onların sözleri karmaşık olduğu ve bu nedenle

    naklinde görüş aynlığına düşüldüğünden yazar maksat için yeterli olacak

    kısmına işaret ederek şöyle dedi: Onlann görüşlerinin bütüncül ifadesi

    şöyledir: Onlar ya Allah'ın zatının Mesih'le birleştiğini veya O'nun zatı

    nın Mesih' e yerleştiğini yahut O'nun sıfatının Mesih' e yerleştiğini söyle-

    mektedirler. Bütün bunlar ise ya İsa'nın bedeniyle ya da nefsiyle olmuş

    tur. İşte bunlar altı kısımdır. Ya da bunlann hiçbirini söylemiyorlardır

    ve bu takdirde ya Allah Mesih' e yaratma ve var etme kudreti vermiştir

    diyorlardrr ya da böyle söylemeyip Allah'ın ona mucizeler verdiğini ve

    tıpkı Hz. İbrahim'i "dost" olarak adlandırması gibi Hz. İsa'yı da teşrif

    etmek ve yüceltmek için onu "oğul" olarak adlandırdığını söylüyorlar-

    dır. İşe bunlar toplam sekiz ihtimalden oluşmaktadır ve sonuncusu ha-

    riç tamamı yanlıştır. İlk altısı daha önce açıkladı~ ittihad/birleşme

    ve hulfılün/yerleşmenin imkansızlığından dolayı yanlıştır. Yedincisi de

    yanlıştır. Çünkü ilerde açıklayacağımız üzere varlıkta Allah'tan başka

    müessir yoktur. 2

    Metinde öncelikle Hıristiyanlann görüşlelinin nakli ve aniaşılmasıyla ilgili

    Cürcani'nin yaptığı açıklama dikkate şayandır. Zira teşrif amaçlı oğul denil-

    diği şıkkı bu sebeple şaz bir görüş olarak değil muhtemel akli şıklardan bir

    olarak zikredilmektedir. İci'nin değerlendirmeleri yukanda sayılan maddele-

    rin bir tatbikidir: Allah, İsa Mesih'in bedenine yahut nefsine ya zatıyla ya sıfa-

    2 Cürdini, Şerhu'l·Meviikif, lll, s. 54·56.

    216 r Osmantı·da ilm- i Tasavvuf

  • tıyla yerleşmiştir. Hz. İsa'ya yaratma kudreti verildiği şıkkının hulul ve ittihad

    tartışmalanyla ilişldsi bulunmadığından esas itibariyle ilk altı şık konumuz-

    la ilgilidir. Daha önce alınulanan pasajda Id ve Cürcani, kadimin başkasına

    muhtaçlığını zat ve sıfat açısından muhtaçlığını ve başkasının kadimin zatı ve

    sıfatlannı taşımasının imkanını reddettiğinden Hıristiyanların görüşleri de

    çürütülmüş olmaktadır. Id ve Cürcani ikinci grup için de aynı tavrı sergiler.

    İkinci grup aşın şii gruplardan Nusayıiler ile İshililerdir. Onlar şöyle

    demiştir: Ruhani olanın cisimsel olanla zuhfrr edeceği inkar edilemez.

    Bunun kötülük tarafındaki örneği şeytanlardır. Çünkü şeytan çoğunluk

    la insan suretinde tasavvur edilir Id ona kötülüğü öğretsin ve onun diliyle

    konuşsun. İyilik tarafındaki örneği ise meleklerdir. Kuşkusuz Cebrail

    Dıhyetü'l-Kelbi ve bedevi suretinde zuhur etmiştir. O halde yüce Allah'ın

    da bazı kamillerin suretinde zuhfir etmesinde herhangi bir imkansızlık

    yoktur. Yaratılmışlar içinde bu zuhura en layık olan da yarankiann en

    şereflileri ve en mükemmelleridir. İşte bu da pak nesildir. Bunlar ise o

    nesilden olan imamlardan tam ilim ve tam kudretin kendisinde zuhfir

    ettiği kimselerdir. Onlar imaınianna Halılar demekten çekinmemişler

    dir. Bu, açık bir sapkınlıktır}

    İd ve Cürcani bu grubun görüşlerini de hulul ve ittihacila ilgili daha önceki

    söylenenler kapsamına dahil ettiğinden eleştirmeden geçmektedir. Aslında

    ruhani olanın cismani surette görüne bileceği ilkesi, İslam ümmetinin icma et-

    tiği hususlardan biridir. Çünkü Cebrail'in Dıhye suretinde ve çeşitli mazhar-

    larda Hz. Peygamber' e göründüğü hakkında sahih rivayetler vardır. Yine Hz.

    Meryem'e gönderilen meleğin, Hz. İbrahim'e gelen meleklerin insan kılığında

    göründüğü bizzat Kur'an'da geçer. Bu bakırndan ilke bakımından ruhani olan

    birden fazla maddi varlıkta görünebilir ya da tecelli edebilir. Nusayıiler ve

    İshakller de bu ilkeye dayanmaktadır. Akıl yürütmeleri açıktır: Ruhani olan,

    kendisini çeşitli maddi formlarda gösterebilmektedir. Hiçbir ruhani mevcut,

    varlık mertebesinde Allah'tan daha üstte bulunamayacağına göre ve manevi

    varlığın manevi varlık olmasından kaynaklanan bir kudreti de olduğuna göre

    Allah herhangi bir insanda tecessüm ya da tezahür edebilir. Özellikle de hulul

    taraftarlan, böylesi bir tezahürden yola çıkarak Allah'ın imarnlara hulul et-

    tiğini iddia ederler. Id ve Cürcani'nin ayrıntılı bir cevaba girmemesinin bir

    gerekçesi vardır: Kelamcılar, genel olarak ruhanilerin cismaruler suretine gi-

    rebileceğini kabul ederler. Fakat onlara göre ruhaniler ve ds manller aynı cins-

    3 Cürcani, Şerhu'I-Meviikif,ll l, s. 56.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 217

  • tendir. İster atomcu olsun ister arazcı olsun bir kelamcı yaratılmışlann tama-

    mına uygulanan teorik bir fizik kabul eder. Kelam geleneğinin ana teorisi olan

    atomculuğa göre melekler ve cinler de diğer maddi nesneler gibi atomlardan

    yaratılmıştır ve tek farkları atomları arasındaki boşluk yarıi atomlannın sey-

    rekliğidir. Oysa Allah ruhanilerden bir ruhani değildir. Dolayısıyla O'nun ne

    zan ne de sıfatları yarattlmışlara hulfıl edebilir. Kelam geleneğinde yeni sayı

    labilecek bir tartışma, üçüncü grupta karşımıza çıkar:

    Üçüncp grup bir kısım mutasavvıflardır. Onlann sözleri hulfıl ve ittihad

    arasında gidip gelmektedir. Sözlelinin zaptı ise Hııisriyanların sözü

    hakkında söylediklerimizdir. Yüce Allah'ın velilerine keramet olarak bir

    kısım barikulade durumlar balışettiği şıkkının dışındaki görüşlerin hepsi

    yanlıştır. Varlıkçı/vücudi süfilerden birini gördüm, bunu inkar ediyor ve

    şöyle diyordu: "Ne h ulu] ne de ittihad vardır çünkü bunlaru:ı tamamı baş

    kahğı ima etmektedir. Oysa biz başkalık olduğıınu söylemiyoruz aksine

    varlık yurdunda O'ndan başka yurttaş olmadığını söylüyoruz." Fakat bu

    özür, o kesinlerneden daha çirkin ve yanlıştır. Çünkü aklı başında ve en

    ufak temyize sahip hiç kimsenin söylemeye cesaret ederneyeceği o karış

    tırmayı doğıırur . .ı

    İci'nin sözünü ettiği "bir losım mutasavvıflar" vahdet-i vücudcu sılfllerdir.

    İcı'nin bu grubu tavsifiçin tercih ettiği kelime de dikkate değerdir: el-Vücfıdiy

    ye ... Varlıkçı" anlamına gelen kelime aynı zamanda vahdet-i vücudu savunarı

    mutasavvıflar ile bu görüşü eleştİren kelamcılar arasındaki niza mahalline de

    işaret etmektedir: Kelamcıların asıl itirazı, Tarırı'ya "varlık" denilmesinde dü-

    ğümlenmektedir. Nitekim Şerhtt'l-Makiisıd'da vahdet-i vücfıd eleştirisini ilal1i-

    yat bahsinden umur-ı clrnme (ontoloji) bahsine taşıyan ve meseleyi müstakil

    bir fasılda inceleyen Teftazani'nin eleştirileri, Ici'nin imalarını açacak şekil

    de ana bir noktada, Tann'nın varlık olup olmadığında, düğümlenir. Bilindiği

    gibi! vahdet-i vücudçular "varlık olmak bakımından varlığın'Tanrı olduğunu"

    (el-vücfıd min haysü hüve vücfıd el-Hak) iddia etmişlerdir. Bu sebeple de Tan-

    rı'ya varlık admı vermişler hatta yalnızca Tanrı'nın varlık olarak adlandırılabi

    leceğini söylemişlerdir. İd ve onun genç öğrencisi Teftazani'nin eleştirisi tam

    da bu iddiaya yöneliktir. Şayet Tanrı varlıktan ibaretse ve Tanrı dışında varlık

    adını almaya layık herhangi bir mevcut yoksa bütün mevcutlar Tanrı'ya özdeş

    olan varlık ile var olacak, her bir mevcut Tanrı'nın bir haline yahut ismine dö-

    nüşecektir. Kuşkusuz İci'nin aktardığı hikaye ve Teftazani'nin sözleri, Konevi,

    4 Cürcani, Şerhu'I-Mevakif,lll, s. 56.

    218 r Osmanlı'da İlm ·i Tasavvuf

  • Kayseri, Fenari ve Cendi gibi yazariann anlatımıyla örtüşmektedir. Tanrı'nın

    alemi aşkın olduğunu düşünen kelamcılar açısından bakıldığında bu görüş,

    ya mevcutlar ile Tanrı'nın özdeş olduğu ya da Tanrı'nın mevcutlara hulfıl ettiği

    şeklinde yorumlanmaktadır. İci'nin vahdet-i vücı1dçulann görüşünün "h ulu!

    ile ittihad arasında salındığıru" söylemesinin nedeni de oudur. İci'nin "var-

    Iık yurdunda O'ndan başka yurttaş yoktur" sözünü özrü kababatinden büyük

    bir hata olarak değerlendirmesinin nedeni, bu sözün kararsızlık belirtisini

    ortadan kaldırıp ibreyi ittihad tarafina kaydırması ve Tanrı'yı mevcutlarla öz-

    deşleştiriyor yahut mevcutları Tanrı'ya irca ediyor görünmesidir. Daha sonra

    Seyyid Şerif-el-Cürcanl'nin vahdet-i vücı1d hakkında kaleme aldığı risaleler

    hem Teftazanl'nin anlatımıyla örtüşür hem de vahdet-i vücı1dçu yazarların

    metinleriyle örtüşür. O halde tartışmadaki niza mahalli hususunda tarafların

    zihni berraktır: Allah'a varlık demek mümkün müdür? Tanrı'ya varlık deyip

    varlığın tek bir şey olduğunu söylediğimizde Tanrı'nın mevcutlar la ilişkisi na-

    sıl açıklanacaktır?

    II. Teftazani'nin Hulfıl ve ittihad Eleştirisi

    Kelamcılar ile sı1filer arasındaki varlık tartışmaianna ilk haline her ne kadar

    İd metninde rastlanıyrsa da hiç kuşkusuz ilerleyen dönemde devam eden tartışmaların ana aktörü Teftazaru'dir. Teftazani'nin Şerhu'l-Makiisıd'daki eleş

    tirilerinin ne anlama geldiğini tam kavrayabilmek için muhataplannı belir-

    ginleştirmerniz gerekir. Genellikle onun vahdet-i vücı1dçu sı1fileri eleştirdiği

    düşünülür. Gerçekte Teftazani sadece vahdet-i vücı1dçu sı1fileri değil, aynı

    zamanda vahdet-i vücı1dçu filozoflan da eleştirir. Hatta tartışmaya tam olarak

    filozof ve sı1fileri içerecek şekilde başlar:

    Bir grup ınütefelsif ve mutasavvıf arasında Zorunlu'nun hakikatinin mut-

    lak varlıktan ibaret olduğu şöhret bulmuştur. Onlar şuna tutunmuştur:

    Zorunlu'nun yokluk veya yok olması mümkün değildir. Bu açıktır. Yine

    Zorunlu'nun var olan bir mahiyet yahut varlıkla birlikte mahiyet olması da

    mümkün değildir. Zira bu, muhtaç ve birleşik olmayı gerektir. Öyleyse Zo-

    runlu'nun variLk olduğu açığa çıkmıştır. Fakat Zorunlu özel varlık değildir.

    Zira özel varlık, mutlak varlıkla birlikte alındığında birleşiktir. Yahut özel

    varlık, sadece maruz olarak alındığında muhtaçtır. Zira mukayyet zaruri

    olarak mutlaka muhtaçtır ve mutlak ortadan kalktığında zorunlu olarak

    varlığın bütünü de ortadan kalkar. Onlara "mutlak varlık, tümel bir kav-

    ramdır, dışta bir tahakkuku yoktur, neredeyse sonsuz ferdi vardır; oysa Zo-

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf 1219

  • runlu tek bir mevcuttur ve ondan hiçbir şekilde çokluk bulunmaz" eleştiri

    si yöneirildiğinde şöyle cevap vermektedirler: Zorunlu, şahsi olarak birdir

    ve kendisinden ibaret olan bir varbkla vardır. Çokluk sadece mevcutlarda-

    dır. Mevcutlarda bulunan bu çokluk da varbklarınm çoğalması aracılığıyla

    değil, izafetler aracılığıyladır. Zira o, insana nispet edildiğinde bir mevcut

    meydana gelir, ata n is pet edildiğinde başka bir mevcut meydana gelir vb.

    Buna göre "Zorunlu mevcuttur" sözümüz, "o, varlıknr" anlamına gelirken

    "İnsan veya at yahut bir başkası mevcuttur" sözümüz onun Zorunlu'ya bir

    nispeti vardır anlamında "o, varbk sahibidir" anlamına gelir.

    İşte bu, açıkça "Zorunlu yoktur ve her varlık hatta pisliklerio varlığı dahi

    zorunludur" diyememe şenaatinden kaçınmaktır. Allah zalirnlerin söyle-

    diğinden yücedir. Aksi halde varlıklan n çoğaldığı ve mutlak varlığın tümel

    bir kavram olup yalnızca zihinde bir tahakkuka sahip olduğu zorunludur.

    Özelin genele muhtaç olduğu vehmi de yanlışnr, durum tam tersidir. Zira

    genel yalnızca özel zımnında bir tahakkuka sahiptir. Evet, genel özel için

    zati olduğunda taakkul edilmek için özele ihtiyaç duyar ama bir ilişen

    olduğunda ihtiyaç duymaz. "Şayet mutlak ortadan kalkarsa bütün varlık

    hatta Zorunlu ortadan kalkar, dolayısıyla onun ortadan kalkması yani yok

    olması imkansızdır, dolayısıyla mutlak, zorunludur" sözlerine gelince bu

    mugalatadır. Eğer söz konusu görüşün sahipleri, varlığın zatı nedeniyle

    yok olmasının imkansız söyleselerdi zorunluluk gerekli olurdu. Bu ise men

    edilir. Aksine tıpkı mahiyet, illiyet, kabiliyet vb. Zorunlu'nun diğer lazım

    lan gibi varlığın bütünüyle ortadan kalkması onun fertleri!lden biri olan

    Zorunlu'nun ortadan kalkmasını gerektirir.

    Özetle Zorunlu'nun mutlak varlık oluşu, varlığın şahsi olarak bir, dışta mev-

    cut, zatı nedeniyle yokluğunu n imkansız olması gibi fasit esaslar ve varlığın

    şeylerin en bilineni olması, varlıklar arasında ortak olması, onlara teşkik

    yoluyla yüklenmesi, ikinci makullerden sayılması, Zorunlu'njn mümkün

    varlığının ilki olup ilim, kudret, irade, hayat, peygamberler gönderme, ki-

    taplar indirme vb. şeriatın bildirdiği durumlarla nitelenmesi gibi akıl sa-

    hiplerinin görüş birliğine vardığı hususların yanlışlığını gerektirmektedir.5

    Dikkat edilirse Teftazani'nin bu metninde eleştirileri, sadece vahdet-i vücud-

    çu sufıler değil, benzer görüşleresahip İbn Kemmune gibi filozoflan da hedef-

    lemektedir. Metnin temel iddiası, vahdet-i vücudun Tann'yı alemle özdeşleş

    tireceği, dolayısıyla da ulfıhiyet vası.flanndan soyutlayacağıdır. Aslında bu, bir

    S Teftazani, Şerhu'I-Makös1d, ı, s. 336-40.

    220 ~ Osmanlı"da ilm-i Tasav,·uf

  • tür panteizm eleştirisi olarak okunabilir. Zira Teftazani varlığın birliği, daha

    doğrusu tekliği öğretisini ya Tann'yı yokluğa irca olarak ya da ulfıhiyet vasıfla

    rından yoksun bir kavramın Tanrı olarak takdim i olarak değerlendirir. Pekala,

    Teftazaru'nin bu eleştirisinin geçmişi var mıdır?

    III. ~azi ve İbn Tufeyl'in Hulı11 ve ittihad Eleştirisi

    Önceki dönemlerde vahdet-i vücuda eleştiri yahut değini sayılabilecek üç tür

    literatürle karşılaşınz. Birincisi, kelamcıların metinlerinde gördüğümüz hulul

    ve ittihad eleştirileri dir. Buna yukarıda işaret etmiştik. İkincisi, felsefe literatü-

    ründedir. İbn Sina'nın İşarat'ındaki "makamatu'l-arifin" bölümünün şerhin

    de Fahreddin er-Razi riyazet yönteminin ehil bir mürşide ihtiyaç duyduğunu

    açıklarken hulfıl ve ittihacim bir tür sapma olduğuna dikkate çeker.

    İbn Sina: işaret Sonra O, riyazete ihtiyaç duyar. Riyazet ise üç amaca yöne-

    liktir. Birincisi, Hakk'ın dışındaki hiçbir şey için fedakarlık (isar) yapma-

    maktır. İkincisi, (kötülüğü) emreden nefsi, mutmain nefse boyun eğdir

    mektir. Bunun amacı, tahayyül ve vehim güçleririin aşağı durumla ilişkili

    tevehhümlerden yüz çevirerek kutsal durumla ilişkili tevehhümlere yö-

    neltilmesidir. Üçüncüsü ise uyanlma için sırrın inceltilmesidir. Birincisine

    gerçek zühd yardım eder. İkincisine birtakım şeyler yardım eder: Fikirle

    yoğrulan ibadet, sonra nefsin güçlerine hizmet eden ve vehimleri kabulü

    gerçekleştiren melodik sözleri oluşturan nağmeler, arınmış bir kimsenin

    belagatlı bir ibare, yumuşak bir nağme ve olgun bir üslupla söylediği öğüt

    leyici sözün kendisi. Üçüncü amaca ise incelmiş düşünce ile şehvetin sulta-

    sının değil de maşukun özelliklerinin emrettiği iffetli bir aşk yardım eder.

    Fahredd"ın er-Razi: Açıklama: Riyazetin faydalı olması için muhtaç olunan

    şeylerin bir kısmı kazanılmış değildir, bir kısmı ise kazanılmıştır. Kazanılmış

    olmayanların ilki, kişinin nefsinin kendisine uygun olan bu söze hazırlıklı

    olmasıdır. Çünkü böyle olmazsa riyazet kesinlikle ona fayda vermez. Zira ri-

    yazetin tesiri, engellerin izalesi ile perde ve örtülerin kaldırılmasından iba-

    rettir. Engelin izalesi, amaca ulaşılmasında yeterli değildir, bunun yanı sıra

    hazırlıklı bir kabul edenin bulunması gerekir. Nefis hazırlıklı olmadığı tak-

    dirde riyazet kesinlikle mutluluk vermez, fakat esenlik verir. Çünkü engeller

    bedenseldir ve her ne zaman azalır ve zayıflarsa nens bedenden ayrıldıktan

    sonra onlardan dolayı bedeni arzulama azabını çekmez.

    İkincisi şudur: Mürit alim olmadığı takdirde onun muhakkik (hakikati bi-

    len), muhik (doğru yolda) ve salik (süluk eden) bir şeyhi olmalıdır. Muhak-

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 221

  • ki k olmasının nedeni şudur: Eğer şeyh, dinlerini alay ve oyun konusu hali-

    ne getiren, dünya hayatının aldattığı ve bu nedenle dinlerini üç beş kuruş

    paraya ve sayılı nefese satan sahtekarlardan olursa sapıtıp helak olanlardan

    olur. Asıl (şeyh) böyle olduğunda ise onun fer'i (mürit) daha da ahmak olur.

    Ağaç eğriyken gölge nasıl düz olacak! Muhik olmasının nedeni şudur: Tale-

    binde doğru olmakla birlikte yoldansapmışsa-tıp la hulul ve ittihadı teveh-

    hüm eden riyazet sahipleri gibi- ona uyan kimsenin hali daha da bozuk olur.

    Sali_k olmasının nedeni şudur: Vusul (maksada ulaşma), bazen Hz. Peygam-

    ber'in "Hakk'ın cezbelerinden bir cezbe, insanlar ve cinlerin arnellerine

    denktir" dediği gibi cezbeyle olur, bazen de sülükla olur. Birinci durumda

    olana (yani cezbeyle maksada ulaşana) uymak doğru değildir. Çünkü o, bir

    hazine bulup zengin olan kimse gibidir. Her ne kadar mal sahibi olsa da mal

    kazanmanın nasıl olduğunu bilmez. Dolayısıyla da talip öğrenci, nasıl kaza-

    mlacağını öğrenmek için ondan faydalanamaz. İkinci durumda olan (yani

    sülükla maksada ulaşan) kimse ise mürit yetiştirmeye elverişlidir. Çünkü

    yola giren, yolun merhale ve menzillerini bilen ve öldürüp telefeden nok-

    talarını öğrenen kimsenin başkasını doğru yola ulaştırması ve o hallerin

    keyfiyerini ayrıntılı olarak bildirmesi mümkündür. Üçüncüsü ise onun ar-

    kadaşlarının, yoldaşlarının ve bedensel ve nefsani hallerinin tamamı onun

    dünyadan nefret etmesini ve ahireti arzulamasını sağlamalıdır.6

    Kuşkusuz bu bölümdeki açıklamalar, eleştiri gayesiyle yapılmış değildir ve ilk bakışta vahdet-i vücudla ilgili herhangi bir açıklama da içermez. Fakat Razi'nin

    hak yolda olmayan şeyhleri n hulfıl ve ittihada saptıklanna dair ifadesi tahmin

    edildiğinden daha derin imalar banndmr. Her ne kadar Razi burada hulul ve

    ittihad ın niçin çıktığına değinınese de bunun nasıl olabileceğine ilişkin bir de-

    ğerlendirme İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ında görülür. Bilindiği üzere Hayy b. Yakzan nazar yöntemiyle ulaşılabilecek bütün bilgileri elde ettikten sonra

    riyazet ve tefekkür sayesinde varlığın hakikatlerini teorik düşüncede olduğun

    dan başka bir tarzda "görme" (müşahede) seviyesine ulaşır. İkinci yöntem bi-

    rinci yöntemi tamamlayıcı bir işlev gördüğünden İbn Tufeyl, Hayy'ın metafizik

    bilgisinin ancak ikinci yöntemle yetkinleştiğini belirtir} Buna göre bu anadan

    doğma kör kişinin şehrincaddeve sokaklan hakkındaki bilgisine tekabül eder.

    Müşahede yöntemiyle elde edilen bilgiler ise bu kişinin gözleri açıldıktan son-

    ra daha önce bildiği şeyleri görerek bilmesine tekabül eder.8 Gerçekte iki bilgi

    6 ibn Sina- Razi, Arifler ve Olağanüstü Hadiselerin Strları, s. 33-35.

    7 ibn Tufeyl, Hayy b. Yakzôn, s. 105. 106 vd. Krş. ibn Tufeyl, Hay b. Yakzan, s. 132-146.

    8 ibn Tufeyl, Hayy b. Yakzôn, s. 60. Krş. ibn Tufeyl, Hay b. Yakzan, s. 67-68.

    222 ~ Osmanlı 'da Ilm-i Tasavvuf

  • arasında bilginin vakıaya mutabakatı açısından fark yoktur. Fakat ikinci bil-

    gide birinci bilgiye ilave bir idrak ve bu idrakin oluşturduğu itminan vardır.

    Ayrıca birinci durumda ismi ve varlığı bilinen bir takım şeylerin hakikatleri

    de ikinci durumda idrak edilmektedir. Yine de müşahede esnasında idrak et-

    tiği şeyler ise yalnızca istidlillerle ulaştığı bilgilerin doğrulanmasından ibaret

    değildir. Hatta müşahedeyi değerli kılan asıl şey, kişinin kendisi ile diğer ha-

    kika~ler arasındaki birliğin görülmesidir. Fakat bu birlik, zat bakımından öz-

    deşlik anlamında bir birlik değil, tıpkı aynada yansıyan suretierin aslıyla olan

    birliğine benzer bir birliktir. Bu nedenle nefs, diğer hakikaderle kendisi ara-

    sında bir yö~den aynılık bir yönden de başkalık olduğunu idrak eder. Gerçi nazar yöntemi de bilen ile bilinen arasında bir yönden birliğe ve bir yönden

    ayrılığa dayanır ve yine böyle bir bilgiye ulaştınr. Ancak nazar yöntemi, esas-

    ta ayrıştırma ve başkalık bilgisini verirken müşahede görünürdeki farklılığın

    gerisinde bulunan hakikat birliğine ulaştırır. Bu hakikat ise tektir ve gerçekte

    Tanrı'dan ibarettir. Yani müşahede, kişiyi velayet mertebesine ulaştırır ve Tan-

    rı'dan başka bir hakikatin bulunmadığını, diğer bütün varlıkların bu bakikatİn

    yansımalarından ibaret olduğu gösterir. Dolayısıyla müşahede bilgisinin ver-

    diği farklılık, müstakil hakikatler olduğu değil, ayru cevhere sahip hakikatierin

    zat bakımından başka olduğundan ibarettir.9 İbn Tufeyl'e göre gerçek metafi-

    zik bilgi, an~ak müşahede yöntemiyle elde edilir, fakat bıu yöntemle elde edilen

    bilgi, felsefenin ·veya gündelik dilin kavramlarıyla ifadeye elverişl! değildir. Bu

    nedenle öncesinde nazar yöntemi kullanılmadan müşahede verisinin ifadesi,

    Bayend-i Bistami'nin "Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir" ve Hallac-ı

    Mansür'ın "Ben Hakkım" sözlerinde olduğu gibi, insan nefsinin baddini aşan

    yanlış sonuçlar doğurur. Kişinin böylesi sonuçlardan kaçmabilmesi için müşa

    hede öncesinde teorik metafiziği tahsil etmesi gerekir. Zira metafiziğin teorik

    ilkeleri kavranmadığı sürece müşahede verileri de yanlış anlaşılabilmekte ve

    nazar bilgisinin insana verdiği "ayrılık" bilgisi gözden kaçınlmaktadır.

    İbn Tufeyl'in yaptığı tartışma, daha sonra İbnü'l-Arabi'yi eleştiren İmam Rab-

    bam tarafından da benzer bir tavırla yenilecektir. Çünkü İmam Rabhani de

    müşahedenin verdiği birliğin hakikatirı yalın tecrübesi olmadığını, birlik tec-

    rübesinin şeriat dilindeki ayrılık ilkesine göre yorumlanması gerektiğini, bu

    sebeple birlik iddiasının bir tür teorik sapma olduğunu iddia edecektir. Aslın

    da Teftazani'nin eleştirilerini de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.

    Nitekim Fahreddin er-Razi, yukanda alınttianan metninde mürşidin "muhık"

    (hak yolda olması) olmasmı gerektiğini belirtmiş ve şöyle demişti: "Talebinde

    9 ibn Tufeyl, Hoyy b. Yokzôn, s. 58-61. Krş. ibn Tufeyl, Hay b. Yokzon, s. 67-69.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 223

  • doğru olmakla birlikte yoldansapmışsa-tıpkı hulıll ve ittihadı tevehhüm eden

    riyazet sahipleri gibi- ona uyan kimsenin hali daha da bozuk olur." Bu cüm-

    lede "talebinde doğru olmak" ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Talepte doğ

    ruluk, marifetullah gayesinde olmak ve dünyevi maksatlardan uzak durmak

    anlamına gelir. Yoldan sapmak ise hulıll ve ittihad ifadelerinden anlaşılacağı

    üzere tecrübeyi yanlış yorumlayarak hulıll ve ittihada sapmak demektir. Bu,

    tam da İbn Tufeyl'in belirttiği şekilde Hak ile mahlılk arasında birlik bulun-

    duğıınu iddia etmek anlamına gelmektedir. Teftazani de Tann'nın İbnü'l-Ara

    bl'nin kasrettiği anlamda mutlak varlık olduğıınu iddia eden sılfi ve filozofları

    dünyevi maksatlar güttükleri için teorik olarak saptıklan için eleştirmektedir.

    Bu eleştirinin felsefe geleneğinde bir versiyonu bulunmaktadır. Bilindiği üze-

    re İbn Sina insan nefsi ile külli aklın ittihad ettiğine ilişkin görüşleri sert bir

    şekilde eleştirir. Aslında nedenselliği savunan felsefe geleneğinde sudılr hiye-

    rarşisinin bir gereği olarak Farabi ve İbn Sinacı suclur şemasında Tanrı'nın ye-

    rini Faal Akl'ın yahut Yeni Eflatuncuların yalın sudılr şemasında Külli Nefs'in

    aldığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla tasavvuf geleneğinde Tanrı'yla

    ittihacim karşılığının, felsefe geleneğinde Külli Nefs veya Faal Akıl ile ittihad

    olduğıınu dikkate aldığımızda İbn Sina'nın Porfiryus'a yönelttiği ittihad eleşti

    risinin, İbn Tufeyl'in Hallac'a yönelttiği ittihad eleştirisiyle esas itibariyle aynı

    olduğıı görülür. Bu bakımdan huh1l ve ittihad eleştirisi, sadece kelam gelene-

    ğinde görülmez, özellikle İbn Sina'nın ittihad eleştirisiyle felsefe geleneğinde

    de kendisini gösterir. Dolayısıyla kelam ve felsefe geleneği, insan nefsinin me-

    tafizik ilkeyle -bu metafizik ilke doğrudan Tanrı'nın kendisi veya kozmik bir

    akıl olabilir- ittihadının reddi hususunda hemfikirdir.

    Fakat bu durum, gerek İbnü'l-A.rabi öncesinde Hallac ve Bayezici gibi sufilere

    nispet edilen ve vahdet-i vücudu çağrıştıran sözlerin gerekse de İbnü'l-Ara

    bi'nin görüşlerinin bir tür hulul veya ittihad olarak yorumlandığı veya yorum-

    lanması gerektiği anlamına gelmemektedir. Teftazani'nin.böyle yorumladığı

    açıktır. Bu bağlaında Porfiryus'u eleştİren İbn Sina ve Şer11u'l-İşiinltyazan Falı

    reddin er-Razi sufilerin tecrübe ettiği birliği hulul ve ittihad olarak yorum: lamaz. Hatta Razi, İbn Sina'run "makamatü'l-anfin" kısmında arifin irfana

    ulaşma sürecinin aynı zamanda birlikte derinleşme ve Bir'de nihayete erme

    olduğıınu söylediği pasajların yorumunda ram da hulul ve ittihad itharniarına

    maruz kalan Hallac'tan örnek verir.

    İbn Sina: İrfan ayırma, uzaklaştırma, terk etme ve reddetmeden başlar;

    toplamada (cem) derinleşir ·ki bu, Hakk'ın sıfatlarının müridin zatında sı

    dkla toplanmasıdır-; Bir'de sona erer. Sonra da durur.

    224 r Osmanlı 'da ilm-i Tasavvuf

  • Fahreddin er-Razi: ... Bil ki yüce Allah'a gidenler (salikler) ... kalplerinden

    dünya sevgisi ve meyli silinineeye kadar da bu külfet ve sıkınuya katlanır

    lar. Bu ikinci derecedir. Fakat şimdiye kadar onların emeklerinin sonu ve

    çabalarının meyvesi Allah'tan başkasının kalpten silinmesinden ibarettir.

    Sonra onlar, Allah'a aşinalığın kokusunu aldıklan ve Allah'ın cemal ve

    celalini seyir sevincini tattıklarında söz konusu geçici hazları hem beden-

    Ieriyle hem de kalpleriyle terk ederler. Bu, üçüncü derecedir. Sonra onlar

    nezdinde yüce Allah dışındakilerden alınan haz, o yüce ve üstün mutluluk-

    ların yanında değersiz hale gelinceye kadar onların en yüce dostla (refik-i

    a'la) ve en mükemmel kadehle aşİnalıkları artmaya devam eder. Ta ki bun-

    dan önce terk edilen o hazlar değersiz ve ezik hale gelir. Bu ise, dördüncü

    derecedir. İşte bunlar, tahliyenin dereceleridir. Bunların filozofların termi-

    nolojisindeki adı, olumsuz riyazetlerin dereceleri iken muhakkik sunierin

    terminolojisindeki adı, celal sıfadarıyla ahiaklanmadır (tahalluk). Muhak-

    kiksufilerin cemal derecelerinde yükseliş adını ver:diği olumlu riyazetlerin

    derecelerine gelince bunlar, Allah'ın ahlaklanyla insanın gücü ölçüsünde

    ahlaklanmaktır. Bu ise insanın merhametli (rauf). sevecen (atuf), candan

    (refik) ve şefkatli hale gelmesiyle olur ki bu, cem makamıdır. Arifler şu gö-

    rüşte birleşmiştir: Allah'a gidenlerin (saliklerin) makamları ayrılma (fark)

    ve birleşmeden (cem) yoksun kalamaz. Ayrılma (fark). Allah'ın dışındaki

    lerden olur. Birleşme (cem) ise yüce Allah'ta olur. Fakat nefis, celal ve cemal

    sıfatiarını kazanmakla meşgul olduğu sürece bir şekilde fark halindedir.

    Çünkü onun bakışı, kendisiyle, o sıfatlarla ve onlann nasıl kazanılacağıyla

    ilgilidir. Bu ise tam bir istiğraka engeldir. Nakledildiğine göre Hüseyin b.

    Mansur çölde Havvas'la karşılaştı ve ona halini sordu. Havvas "nefsimi te-

    vekkül makamında gezdiriyorum" dedi. Bunun üzerine Hüseyin "Ömrünü

    teveld.-ülde harcarsan Allah'anasıl ulaşacaksın dedi?" dedi.ıo

    Bizim konumuz açısından pasajın kilit ifadeleri ''Allah'ta cem olmak" ve "tam

    istiğrak" terkipleridir. Razi'nin şerhinde Allah'ta cemin bir makam olarak ce-

    mal ve celal sıfatlarıyla donanma ve ku ll uğu n ni hayeti olarak açıklanmaktadır.

    Razi sülfrkun aşamalarından birirıi mudaklaştırmanın Allah'a vuslata engel

    olmasım da İbn Tufeyl'in müşahededeki birliği yanlış yorumladığı gerekçesiy-

    le eleştirdiği Hallac-ı Mansur'dan ömeklemektedir. Razi'nin aktardığı hikaye

    Hallac'a nispet edilen sözlerin mütekaddimı1n mutasavvıflarca yapılan yorum-

    Ianna iştirak ettiğini gösterir. Bilindiği gibi "Ene'l-Hak" ve bu kabilden sözler,

    Gazzall öncesi sfrfilerce sekr hali ifadeleri olarak yorumlanmıştır. Aslına bakı-

    10 İbn Sina - Razi, Arifler ve Olağanüstü Hadiselerin Sırları, s. 56·57.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 225

  • lırsa bu yorumlar, vahdet-i vücudu çağnştıran erken sözlerin bizzat mutasav-

    vıflar arasında dahi hoşnutsuzlukla karşılandığı ve herhangi bir şekilde hulul

    ve ittihad ı çağrıştıran ifadelerden özenle kaçınıldığını göstermektedir.

    ıv. Tasavvuf Geleneği ve Sekr Söylemine Dönük Tutumlan

    Bu durum, bizi vahdet-i vücuda eleştiri yahut değini sayılabilecek üçüncü tür

    literatüre ulaştınr. Bu literatür kelam ya da felsefe geleneğinde değil, bizzat

    tasavvuf geleneğindedir. Herhalde vahdet-i vücud eleştirilerinin en dikkat

    çekici geçmişi de tasavvuf geleneğinde görülen eleştirilerdir. Hem Bayezid-i

    Bistaml'nin hem de Hallac'ın sözleri tasavvuf geleneğinin önde gelen diğer

    şeyhleri tarafından eleştiriye maruz kalmıştır ve ilk şclrihler döneminde ise bu

    cümleler sekr cümleleri kabul edilerek sahv cümleleri lehine yorumlanmıştır.

    Sahv cümleleri ise Tann ve alem arasındaki mübayenet vurgulayan sözlerdir.

    Kanaatirnce bu durum, mütekaddimun dönemi söz konusu olduğunda aynı

    zamanda kelam geleneğinin varlığın birliği öğretisine bir eleştirisi ve başarı

    sı olarak değerlendirilmelidir. Zira İbnü'l-Arabi öncesinde tasavvufun kendi

    içinde gördüğümüz vahdet-i vücı1d karşı u değerlendirmeler ya da en azından

    vahdet-i vücuda çıkacak cümlelerin bu öğreti aleyhine yorumları, kelam gele-

    neği ile tasavvuf geleneği arasında bir uzlaşının sonucu olarak okunmaltdır.

    Çünkü İbnü'l-Arabi öncesinde kelamcılar ile sı1filer arasında Tann ve alem

    irtibatının ana ilkeleri husustıncia bir uzlaşı bulunmaktadır. Sı1filer daha ziya-

    de uzlaşılmış hakikatJerin tahkik seviyesinde kavranmasının ancak tasavvufi

    yöntemle olacağını iddia ederler ve buradan hareketle pek ç6k mesele ihdas

    etmişlerdir. Hatta İbn Fı1rek, Fahreddin er-Razi gibi büyük mütekel!imlerin ta-

    savvufi yöntem ve tasavvufbüyükleri hakkındaki büsn-i şehadetlerini dikkate

    alacak olursak sufilerin iddialanna en azından Cüneyd-i Bağdeldi gibi kurucu

    şeyhler söz konusu olduğunda önde gelen kelamcılann da olumlu baktığını

    söylemek mümkündür. Özellikle Ehl-i Sünnet kelam gele~eğinde nazari ola-rak bilinebilecek konularda müşahede ile ulaşma imkanı daima kabul edilmiş

    ve İslam ümmetinin velilerinin böylesi bir ınüşahedeye nail olduklan da ilke-

    ce kabul edilmiştir. Fakat Tann-alem ilişkisinin nazari ilkelerinin esas itiba-

    riyle kelamcılar tarafından vazedildiğini ve özellikle Gazzili öncesinde önde

    gelen pek çok sı1finin aynı zamanda büyük kelamcılann talebelen olduğunu

    belirtmek gerekir. Dolayısıyla kelamcılar ve süfiler arasındaki icmada teoriyi

    ve nazari tahkiki temsil edenin kelamcılar, müşahedeyi nazari tahkike ekle-

    rneyi ve böylece daha güçlü bir yaklni temsil edenin ise sfıfiler olduğu söyle-

    nebilir. Tasa""'Ufi tecrübe, Seyyid Şerif el-Cürcclni'nin Hz. İbrahim'in ölülerin

    226 ~ Osmanlı 'da lım- i Tasavvuf

  • diriltilmesini görme isteği hakkında "bu, delile müşahede ekleme talebidir""

    yorumuna benzer şekilde nazara müşahede ekleyerek gayb alanındaki bilgi-

    nin kesinliğini adeta duyu tecrübesiyle desteklemek şeklinde algılanrruştır.

    İbnü'l-Arabi sonrası kelam kitapları ve bilhassa kelamcıların hayat hikayeleri,

    bu algının genelde tasavvufa özelde vahdet-i vücuda olum:lu bakan kelamcı

    larda devam ettiği gözlenmektedir. Tasavvufa olumlu bakmasalar bile teorik

    çerçevede uzlaşıya Mutezile gibi diğer kelam okullarının da dahil olduğu ra-

    hatlıkla söylenebilir. Bu bakımdan vahdet-i vücuda yönelik eleştirllerin geç-

    mişinde bizatiht mutasavvıflann vahdet-i vücfıd karşıtı yorumlarını görmek

    mümkündür;

    Kelam ve tasavvuf gelenekleri arasındaki söz konusu uzlaşının en önemli so-

    nucu, Bayezici-i Bistami ve Hallac-ı Mansur gibi sunierin şatahatlarının teori-

    ye dönüşmemesi olmuştur. Hem İslam düşünce geleneğinde İmam Rabhani

    gibi vahdet-i vücudu eleştİren sufiler hem de modem dönemde tasavvuftarihi

    çalışan araştırmacılar, vahdet-i vücudun İbnü'l-Arabi'den önce bulunmadığı

    nı dile getirirler. Bu hususta İmam Rabhani'nin tespiti İbnü'l-Arabi'nin önceki

    ve sonraki sufilere nispetle konumunu oldukça berrak bir şekilde ifade eder.

    Bu konuda Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabl'nin görüşlerini aktaralım. Çün-

    kü o bu !

  • kimse ele almamıştır. Her ne kadar bazı siifiler manevi sarboşluğun etkisi

    altında iken tevhid ve ittihad görüşlerini andıracak şekilde "Ben Hakk'ını",

    "Kendimi noksanlıklardan teıızil1 ederim" gibi sözler söylemiş olsa da bunlar

    ittihad keyfiyerini açıkça ifade etmemiş ve vahdet-i vücıid düşüncesinin

    kaynağını bulamamışlardır. Bu sebeple Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabi bir

    yandan önceki siifilerin burhanı olmuş, diğer yandan da sonraki süfilerin

    hücceti olmuştur.'2

    İmam Rabbam'nin İbnü'l-Arabi'nin tasavvuf tarihindeki konumunu tanımla

    yan ifadeleri oldukça ufuk açıcıdır. Meseleye İbnü'l-Arabi'nin sonraki sfıfilerin

    "imamı" olduğunu söyleyerek başlamaktadır. İmam kelimesi, bir geleneği ye-

    niden yorumlayarak düşünce geleneğinin yönünü değiştiren ve yeni bir çerçe-

    ve getiren düşün ür anlamına gelir. Her ne kadar gelenek içinde müstakil görüş

    sahibi muhakkik düşünürler "imam" olarak ni telense de bunlar, bir bütün ola-

    rak ekolün imaını değildir. Bu sebeple isim vermeden "imam" olarak anılmak

    yalnızca disiplinin ınesele hiyerarşini yeniden tanımlayan, ana teoriye yeni bir

    yorum getiren düşünüdere mahsustur. Mesela Cüveyni ve Gazzali gibi Eş'ari

    kelamcıları imam sıfatıyla anılsa da yalnızca Fahreddin er-Razi bir bütün ola-

    rak mütekaddimfın kelarrunın imamıdır ve isim verilmeden anılmak payesi

    Razi'ye aittir. Ashna İslam düşünce tarihi açısından bakıldığında vahdet-i vü-

    cfıdun müstakil bir metafizik teori olduğunu dikkate alırsak İbnü'l-Arabi gele-

    neğin kendisini andığı üzere "şeyh"tir. Çünkü imam unvanına benzer şekilde

    "şeyh" kelimesi de geleneğin büyük üstatları için kullanılsa da yalnızca teoriYi

    ilk olarak inşa eden düşün ür isim verilmeden şeyh olarak anılma ve bir ekolün

    bütün olarak şeyhi olma payesine sahiptir. İbnü'l-Arabi'nin gerek İslam dü-

    şünce tarihinde gerekse tasavvuf tarihindeki konumu imfun olarak değil şeyh

    olarak adlandırılmayı hak eder. İmam Rabhani'nin bunun farkında olmadığı

    nı düşünmek uygun değildir. Fakat onun özel olarak "sonraki sıifilerin imam ı"

    ifadesini kullanmasının bir sebebi vardır: İmam Rabbfmi, İbnü'l-Arabi'nin ta-

    savvuf tarihinin önceki dönemlerde belli belirsiz dile getirilmiş ittihad fikrini

    teorileştirdiğini söylemektedir. Evet, ona göre İbnü'l-Arabi teoriyi vaz etmiştir

    ama vazedilen bu teori, öncekiler için ittihadın kaynağını belirginleştiren bir

    burhandır. Her ne kadar öncekiler ittihad fikrini andıran sözler söylediyse de

    tam olarak görüşün inşa edileceği dayanağı tespit edememiştir. Dolayısıyla İb

    nü'l-Arabi'nin on! ann dile getirdiği sözlerin ittihad ı ifade ettiğinin burharu ha-

    line gelmiştir. Şayet İbnü'l-Arabi ittihadı teorileştirmeseydi kelam ve tasavvuf

    arasındaki teorik uzlaşı sürebilirdi. İmam Rabbani, İbnii'l-Arabi'nin sonrakiler

    12 imam Rabbani, Mektiibôt-ı Rabbônl, ıı, s. 454-56.

    228 r Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf

  • için hüccet olduğunu söyler. Çünkü sonrakileri ittihadm kaynağı ve vahdet-i

    vücO.d öğretisine ikna eden İbnü'l-Arabi'dir. Aslında İbnü'l-Arabl'nin konu-

    munu öncekilerin görüşleri hakkında ikna etme, sonrakileri ittihadın kaynağı

    na götürme olarak değerlendirip öncekiler için hüccet, sonrakiler için burhan

    olduğu şeklinde tersine çevirmek de mümkündür.

    İmam Rabbam'nin bu değerlendirmesi çağdaş araştırmacılar tarafından da

    desteklenmektedir. Tasavvuf tarihinde dönemlendirmeyi ele aldığı bir ma-

    kalesinde Ekrem Demirli, İbnü'l-Arabi'nin mütekaddimun dönem tasavvu-

    fundaki hakim tavrı tersine çevirerek sekr cümlelerini asıl, sahv cümlelerini

    fer haline getirdiğini belirtmektedir.13 Bu yorum şu anlama gelmektedir: İb

    nü'l-Arab1 sekr cümlesi kabul edilen ve ittihadı getiren cümleleri muhkem,

    sahv kabul edilen ve mübayeneti dile getiren cümleleri müteşabih kabul et-

    miştir. Böylece sahv halirıin ifadesi kabul edilen cümleler, yoruma muhtaç

    hale gelmiştir ve bu cümleleri yorumlamak için sekr cümlelerine baş\rurul

    muştur. Diğer deyişle, sahv cümleleri sekr, sekr cümleleri ise sahv cümlesi ha-

    line gelmiştir. Tasavvuf tarihine bir bütün olarak tatbik edilerek dönemlendir-

    me ölçütü yapılmamış olsa da Ekrem Demirli'nin değerlendirmesine benzer

    daha erken yorumlara Afifi gibi yazarlarda tesadüf etmek mümkündür. Bu

    bakımdan İbnü'l-Arabi'nin tasavvuf tarihindeki konumu hususunda klasik ve

    modem yazariinn ortak bir kanaate sahip olduğu söylenebilir: İ ttihad görüşü

    İbnü'l-Arabi tarafından sistemli bir öğreti haline getirilmiş ve aynı zamanda

    tasavvufi tecrübeyi yorumlayan ana teoriye dönüşmüştür.

    Bilindiği gibi vahdet-i vücudun sistemli bir öğretiye dönüşmesiyle felsefe

    geleneği içerisinde İbnü'l-Arabi'ye yakın dönemde yaşayan İbn Kemmune

    gibi filozoflarda da sistemli bir öğreti olarak varlığın birliği öğretisi çıkması

    nın yanı sıra dini düşünce geleneğinde de keskin bir kınlma olmuştur. İd ve

    Teftazanl'nin eleştirileri, bu kınlmanın farkında olduklarını gösterir. Yine İbn

    Kemmune gibi filozofların savunduğu görüşün sudfır teorisinde bir temeli

    olduğunu farketmek gerekir. Şayet sudı1rcu filozofların metafizik illet kendi

    varlığından başka bir varlık verir ilkesiyle dile getirdiği üzere Tann-alem ara-

    sındaki mübayeneti zorunlu kılan kayıtlan kaldırırsak suclurdan vahdet-i vü-

    cuda gitmenin ne denli kolay olduğu açıkça görülür. Hatta Fahreddin er-Razi,

    Şerlw'l-İşariit'ın s.udfırla ilgili bir kısmında İbn Sina'ya görüşlerinin varlığın birliği öğretisine vardığını, aslında varlığın tek tek nesnelerle (viicudat) parça-

    landığını iddia etmemesi gerektiğini söyler. Razi'ye göre sudur, kayıtları kal-

    13 Bk. Demirli, "Tasawuf Araştırmalarında Dönemlendirme Sorunu", s. 1-29.

    Osmanlı 'da ilm-i Tasa\•vuf , 229

  • dırarak derinlemesine inceleniise ortaya varlığın birliği öğretisi çıkmaktadır.

    Fakat Razi bunları yazdığında henüz İbnü'l-Arabi'nin metinleri yaygınlaşma

    mıştı yani Razi'ye ulaşmış sistemli bir vahdet-i vücfıd metni ve öğretisi yoktu.

    Bu sebeple Razi mütekaddim dönem sfıfilerinin ittihadı çağrıştıran ifadelerini

    idrakte birlik, dışta başkalık olarak yorumlar. Sonraki dönemde vahdet-i vü-

    cud tartışmaları bakırrundan Razi'nin belki de önemli katkısı, sudCıru dini dü-

    şünce geleneğinin temel kabulleriyle bağdaşmasa bile bir tevhit yorumu ola-

    rak değerlendirmeye imkan verecek bir eleştirel düşünce miras bırakmasıdır.

    V. Cürcanl'nin Vahdet-i Vticfıda Yaklaşımı

    Bilindiği üzere Seyyid Şerif el-Cürcaru, Teftazani'nin genç çağdaşıdır ve her

    ikisi de Razi ekolüne mensuptur. Vahdet-i vücfıd meselesine Teftazaru'den

    farklı yaklaşan Cürcaru, kelam geleneğinde kendi dönemine kadar en aynno-

    lı metinleri yazan düşünür olarak kabul edilebilir. Günümüze küçük hacimli

    olmakla birlikte içerik bakımından mesdenin sistemli bir şekilde ele alındığı

    iki önemli risalesi ulaşmıştır. Bunların birincisi Said Ffıde tarafından yayım

    lanıp şerh edilmiştir. Geç dönemde Muhammed Nfırü'l-Arabi tarafından şerh

    edilen diğer risale ise vahdet-i vücfıd ve meratibin özlü bir anlatısı olup henüz

    tahkik edilmemiştir. Her iki risalede de Cürcani, ortak bir aniatı sergiler. Cür-

    caru'nin tartışmasının nirengi noktası, varlığın tabii killll oluşudur ki onun çağdaşı ve ders arkadaşı Fenari de aynı kavram üzerinde duracaktır. Cürcaru

    birinci risalede vahdet-i vücudu şöyle özetlıi!r:

    Muhakkik birlikçiler (muvahhid1n)ı4 ise şöyle dedi: Aklın tavrının bir ~avır

    daha vardır ki ona ancak keşfi müşahedelerle ulaşılır, a.kli münazaraJar-

    la ulaşılmaz. Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrak-

    leri olan makulleri idrakten aciz olması gibi. Biz bu tavırcia kavradık ki,

    Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir geneldir

    ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan mutlaktır hatta mutlaklık kaydından

    dahi an nmıştır. Bu, a.kli ilimler erbabının tabii külli hakkında söylediğine

    benzer. O hakikat, mümk-ün mahiyetierde ve varlıkla nitelenen kevni maz-

    14 Seyyid Şerif muvahhid kelimesini varlığı birleyen, varlığının birliği görüşünü benimseyen an-lamında kullanmakta ve bununla vahdet-i vücOdçuları kastetmektedir. Daha önce vahdet-i vücüdu eleştiren ici ve Teftazani "varlıkçı" anlamında "vücüdiyye" kelimesini kullanmıştı. Bu durumda lci ve Teftllzani vahdet-i vücüd terkibindeki Ikinci kelimeyi, Cürcani birinci kelimeyi adlandırmaya esas kabul etmiştir. Zira ici ve Teftllzllni, varlık kelimesinin kullanımındaki ha· tayı ifşa etme çabasında iken Cürcani birlik kelimesinin kullanımındaki isabeti yahut meşruiyeti ifşa etme çabasındadır.

    230 ~ Osmanlı'da Ilm-i Tasavvuf

  • harlarda tecelli ve zuhur etmiştir. Öyle ki hiçbir şey onsuz olamaz, çünkü

    herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi. ı5

    Bilindiği üzere tabii külll bir mahiyetin tahakkuk türlerinden birini ifade eder.

    Buna göre dışta tek tek fertlerde bulunan bir mahiyet veya silret, soyutlama

    süreçlerinden geçip akılda bir anlam olarak meydana gelii Zihindeki bu su-

    ret, bireyselliklerden arındırılmış olduğundan soyuttur. Mesela dışta belirli

    fertler olarak bulunan insan mahiyeti, soyu tl anma süreçlerinden geçip akılda soyut bir silret olarak meydana geldiğinde artık o fertlerin her birine yüklem

    olmaya elverişli hale gelir. Dolayısıyla bir anlam yahut malıiyetİn birinci dışta

    fertlerde tahakkuk eden, ikincisi ise zihinde soyut bir anlam olarak tahakkuk

    eden iki hali vardır. Kendinde bir şey olmayan anlamın dışta veya zihinde ta-

    hakkuk etmesi düşünülemeyeceğine göre herhangi bir anlam yahut malıiye

    tİn dışta ve zihindeki halini öneeleyen bir de kendindelik seviyesi vardır. Bu üç

    durum arasında dışta bir mahiyet veya sılret olarak tahakkuk etmiş anlam, bu-

    lunduğu fertlerin tabiatını oluşturur. Bu sebeple tabii külli olarak adlandırılır.

    Zihindeki anlamın birden çok şeye nispet edilmeye elveriş olmasına manold

    külli denir. Dikkat edilirse mantıki külli denen şey, yalnızca küll'inin tanımı dır,

    külli olarak nitelenen şeye mantıki külli denilmemektedir. Bu mantıki külli-

    nin zihinde kendisin~ iliştiği söz konusu soyut sılret veya mahiyete ise akli

    külll denir. O halde dışta bir tabiat olarak bulunan anlama tabii külll, zihinde

    soyut olarak bulunan aİılam, sılret veya malıiye te akli külli denmektedir. Buna

    göre insan mahiyeti tabü küllidir, her birimizde tahakkuk eder, hiçbirimizde-

    ki insanlık diğeriniri aynı değildir ama anlarnca hepimizde ortaknr. Her ne

    kadar her bir ferdin kendisine mahsus "özel varlık" olarak tahakkuk etse de

    bilgimize konu olduğunda ortak bir kavram açığa çıkar. İşte vahdet-i vücı1d

    çu sı1ôlere göre varlık tabii küllinin yukanda yapılan açıklamasında olduğu

    üzere bütün mevcutlann kendisiyle tezahür ettiği ve hepsinde ortak olan şey

    dir. Fakat burada ortaklık ile bütün mevcutlara yüklem olabilen mantıki bir

    küllilik kastedilmem ektedir. Bu anlamda varlık, tümellik tanımının kendisine

    iliştiği zihinsel silret değildir. Varlığın tabii külli oluşu, onun ikinci makul de-

    ğil, dışta tahakkuk etmiş bir "hakikat" olduğunu ifade eder. Dolayısıyla dışta

    tahakkuk eden bütün bireylerle tahakkuk eden, onların isimleriyle nitelenen

    şey varlığın kendisidir. Varlık, bütün nesneleri önceler, ne birdir ne çoktur, ne

    tümeldir ne tikeldir, bütün isim ve sıfatlar ona aittir. İşte bu anlamıyla "varlık

    olmak bakımından varlık, Hak' tır". Dolayısıyla gerçekte tek bir varlık vardır.

    Diğer deyişle Varlık vardır ve başka her şey o varlığa kayıt, sıfat veya isim ol-

    ıs Cürcani, Risôlejivahdeti'l-vucüd, s. 35-36.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 231

  • maktadır. Nitekim Cürcani metnin devammda bu durumu oldukça belirgin

    bir şekilde ifade eder:

    Birlikçilerden bu taife şöyle der: Tek bir hakikat, yani mutlak varlık, çok-

    luk li basında kayıtlar ve itibari taayyünlerle zuhur etmiştir. Bu sebeple ço-

    ğalma ve bölünme onun birliğinin hakikatine girmeye yol bulamaz. Tıpkı

    "bir" gibi. Zira bir, sayılann ilkesi ve aslıdır, sayılann tüm mertebelerinde

    zuhur eder ve onun birliğinin hakikatine kesinlikle bölünme giremez. Na-

    sıl~ çokluk barındıran sonsuz sayıların bütün mertebelerinde birden baş

    ka hiçbir şey yoksa bütün kevıU mazharlarda da birlik sahibi zattan başka

    hiçbir şey yoktur. Çokluk ve çoğalma tevehhümü, yalnızca tecelli ve tenez-

    züller bakımındandır. Zira bunlar sayesinde kayıtlar ve itibari taayyünler,

    ona eklenmiştir. Yüce hikmetin ve fasl-ı hitabm balışedildiği hasiret ve id-

    rak sahipleri ise o çokluğu n itibari olup nefs-i emirde tahakkuk etmediğini

    ve gerçekte tek bir aşkın zatın var olduğunu müşahede ve idrak etmişler

    ve Bir'in kıskançlığı varken başkalarının varlığuun imkansız olduğunu ve

    başkalık tevehhümünün boş ve hayal olduğunu kavramışlardır.t6

    Metnin son cümlesi, müşahede edilen birliğin asıl, akıl tarafından kavranan

    ayrılığın bir yanılgı, daha doğrusu ferl bir idrak olduğunu dile getirmektedir.

    Aslında Pitagorasçılan andınr şekilde "bir"in tüm sayıların hem aslı hem de

    hakikati olduğundan hareket varlığın tekliğirıi açıklamak, varlığın birliğin id-

    diasının aynı zamanda nazari bir idrak olduğunu da temellendirmeye elverişli

    görünmektedir. Bu durum, insani nefsin birliği müşahede etme gücünün na-

    zaıi olarak kavrama gücüyle gerçekte aynı sonuca vardığını ~öylemeye mes-

    net teşkil edebilirdi. Öyle anlaşılıyor ki sufilerin söz konusu birlik idraldnin

    aklın tavrının ötesinde olduğu iddialan, nazari gücün vahdet-i vücudçulann

    sözünün ettiği birliği kavramakta yetersiz oluşunu değil, duyu algısma ben-

    zer şekilde birlik ınüşahedesine ulaşınaya elverişli olmamasını ifade eder.

    Nitekim nazari gücün birliği kavrama özelliği, bu müşahedenin bir kavram

    ve önerme bilgisine dönüştürülmesini sağlamaktadır ve vahdet-i vücudun na-

    zari olarak kavranınasııu ve savunulmasını mümkün kılmaktadır. Bu bağlam

    da Cürciini'nin ise Muhammed Nuıü'l-Arabi tarafından şerh edilen Risiiletii

    Valıdeti'l-uiicud'u özel bir öneme sahiptir. Zira bu risalede Cürcani, vahdet-i

    vücuda hulfıl ve ittihad konusunda yöneltilebilecek tüm eleştirileri yöneltip

    bir kelamcı olarak cevaplar. Önce risalenin metnini verip ardından kelam ve

    felsefe geleneğinin duyarlılıklan açısından önemini tahlil edelim.

    16 Cürcanl, Risôle jivahdeti'l-vucüd, s. 37-38.

    232 ~ Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf

  • VI. Cürcanl'nin Risaletü Vahdeti'l-vücud'u

    r-:>-)ı .:.?-)1 ..3ıı r j C~_,~ .) y.-_,JI _,.ı~ ~ j5" 01 c/' J ~..ı..Q_. c)s- ı$':" J.W J:!-1 ~--~ .:.ı i rlı:. (I) ~ ~~ '.:.r:-)' o...,--=1) Y' iJ) J/JI ~ ı:-.,;ıı J .!JJ.) jl>. _,J--' ,.yı ~ ')Ü y....ıı .;.;b .y -1_, a.ı r· c/' ~~ v~ı ~i ç.~ ~~ J-L>-~ .) y.-.,;ıı .:.ı i .c.:llı r.-UJ1 JL.a;ı_, ,..:,i./' Ll. .)...l;,-..;.~, J.

    .~L:....a.ll j ~':/w r-=< t ll .!ll.)~~ i')\5J1 j ô.;_;S'.ilı ö~ j :YWI ~~ c)s- ~'il ç.\..t-'~1 J".>U.I ~ ~ 4:)1 J:;; 1.)! ~.:.ı~ (4) ~; ıJ .;_;lı .:.r

  • .YI !l..ı...;. .1-J ,4.!U..-i ~ J ts:-=" ~ 0 ... ~ 'J 01 ..b?. .> y:-_,ll ~ ~j ..:..ı\.A..,a.JIJ ~'~~~ ~ -.:.>L.-.11 ~.J.>-1_,11 i..l / c)l:ll ~ Jt;~l cJ c} J L. ~ J.ll.iLI ~ J ı.} )'1 e:J:-1 e;::-J ~ / ~l:liJ ~~ )'1 ..:..ılA...a.liJ S' le-~\ c: ~ y-ilı .) y. _,ll .:/" ö J~ ı..Ç J ~ _,l~l i..; ..f. J.J...,d\ V~ ..bA ->y.-)l,y- Ö;~ ı.ÇJ ~l:ll 0~~1 YJ ~IJ J>WI ı---'t' ~1 Ö;y.ıf wLI:-1 ö;.raJIJ ,->y.-_,1.1 y. J~JI ~~ r-LJI._,...;I/ cJ ~1 i/1J ~~ı) ":lJi Jıı ~ Lı\5' ~.lJJ ı;>l.lJI ._,..J-1 ıJLü ~J ..ı...$.1 CJ)IJ ~IJ yt.:.. ..:..ıi.J--j)l ;_,....a.lı) Jl.ü J.:l-1 Jl ;;..ı.:.:.._.. 415" ..:....;15" ı~ı ..:..ll 0~ (9) ~ W ~.1- L. r-V.:J ~'~ L. ~ ~ ..;J~ J ö~ öla..JIJ ;;_;-1~)'1 ~ ..;..Ü ~v..ıj~l ~~ Jı ~...~.:.:-...o ->1~)''

    JıJ-ı 0W r-L

  • VII. Risaletü Vahdeti'l-Vücud'un Analizi

    Cürcfuıl'nin bu metindeki yorum ve değerlendirmeleri vahdet-i vücudun

    genelde İslam düşünce tarihi özelde kelam tarihinde birkaç bakımdan çok

    önemlidir. Birincisi: İci ve Teftazanl'nin aksine Seyyid Şerif, vahdet-i vücudun

    hulul ve ittihad dahilinde mütalaa edilmemesi gerektiğini, tam tersine fark-

    lı bir tevhit yorumu olduğunu düşünmektedir. İkincisi: Cürcfull'nin vahdet-i

    vücıida ilişkin tartışmaları, Fahreddin er-Razi'nin İbn Sina felsefesi ve kelam geleneğinden hareketle oluşturduğu ispat usulleriyle varlığın birliğini temel-

    lendirmeyi a_maçlar. Üçüncüsü: Seyyid Şerif el-Cürcani'nin vahdet-i vücuda

    ilişkin risaleleri vahdet-i vücudun kelam ve felsefe geleneğinin duyarlılıkla

    nyla nazari olarak kavranabilir ve bir kelamcı tarafindan savunulabilir oldu-

    ğunu göstermesidir. Nitekim yukandaki risalenin birinci paragrafı oldukça

    berrak bir temellendirme yapar:

    Bil ki yüce Hakltın bilinmesi bir öncüle dayalıdır. Bu öncül şudur: Varlık

    tan başka olan her şey, mevcut olmak için kendisinden başka olan varlığa

    muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her şey ise mümkündür. Öyleyse varlık

    tan başka olan her şey mümkündür. Her mümkün ise varlığını yokluğuna

    tercih eden bir faile muhtaçtır. Şayet varlık, mümkünlerin kendisine da-

    yandığı bir zorunlu olmasaydı ya kısırdöngü ya da teselsül olurdu. Fakat

    bu gerek yanlış olduğuna göre gerektiren de yanlıştır. Şu halde o, zorun-

    lu varlıktır. Sonra zorunlu varlığın bir olması gerekir. Çünkü birden fazla

    olursa ya onlann bir kısmı zatı nedeniyle zorunlu olacak ve diğer kısmı ise

    mümkünlerin ilişeni olacaktır ya da tamamı zatı nedeniyle zorunlu olacak-

    tır. Birinci şık, geçersizdir zira nefs-i emirde sabit olan şeylerde teselsülü

    gerektirir. İkinci şık da geçersizdir, çünkü tevhidi iptal etmektedir. Söz ko-

    nusu zorunlunun şeylerden ayrı (inübayin) bir şey olması da mümkün de-

    ğildir, aksi halde onun kendinde yok olması gereki ır. Böylece onun yayılan

    (m ün basit) ve şeylerden ayrışan bir şey olduğu ortaya çıkmaktadır.

    Bu metindeki istidlalin mevcut kavramından değil, varlık kavramından baş

    laması oldukça dikkat çekicidir. Cürcani aslında İbn Sinacı geleneğe uyarak

    "varlık olmak bakımından varlık ya mümkün ya zorunludur" gibi bir cüm-

    leyle tartışmaya başlayabilirdi. Yahut varlık kavramından değil, mevcut kav-

    ramından hareket ederek "mevcut olmak bakımından mevcut ya mümkün ya

    zorunludur" diyebilirdi. Fakat maksadı, zorunluluğu tamamen varlığa, imkfuıı

    da tamamen mevcuda tahsis etmek olduğundan doğrudan varlığa muhtaçlık

    tan hareket etmiştir. Böylece varlığı, bütün mevcutlardan ayınp tek bir anlam

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 235

  • olarak düşünme imkanı elde etmiştir. Tahmin edileceği üzere varlık tek bir

    şeyseve bütün şeyler de mevcut olabilmek için varlığa muhtaç ise varlık, ikinci

    makul olmayacak yahut mastar anlamıyla düşünülmeyecektir. Diğer deyişle

    istidHilin başansı, varlığı bir itibar olarak değil, tam da vahdet-i vücudçuların

    düşündüğü şekilde mevcut bir "şey" olarak vaz edebilmesidir. Böylece Cür-

    canl zorunluluk ve imkan aynınlarını koruyarak varlık tarafına zorunluluk,

    mevcutlar tarafında imkanı koymuştur. Yine Cürcaru hem kısırdöngü ve te-

    selsülden kaçmabilmiş hem de tevhit ilkesini korumuştur. Böylesi bir akıl

    yürütmenin düşeceği en ciddi tehlike, varlık ve mevcutlar ayrıldığı takdirde

    varlığın mevcut olmakla nitelenemeyeceği, dolayısıyla ikinci makule ve mas-

    tar anlamına irca edileceğidir. Cürcan1 bu tehlikeyi istidla.Iin başına "zorun-

    lu" kavramıyla, istidlaiin sonunda ise "şey" kavramıyla gidermektedir. Dikkat

    edilirse Cürcanl şey kaYTamını ne varlığın ne de mevcudun eşanlamlısı olarak

    kullanır. Varlık ve mevcut aynşınca bunların kapsamlan da farklılaştığından

    şey kelimesi hem varlık hem de mevcudu kapsayan daha genel bir kavrama

    dönüştürülmüştür. Cürcani bu sayede, Jci ve Teftazani'nin aksine vahdet-i vü-cudun varlığın mevcutlarla özdeşleştirilmesinden ibaret olmadığını, tam ter-

    sine aralannda keskin bir ayrrm olduğunu göstermiştir. Delilin ikinci sürümü

    de aynı maksatlan temin etmektedir:

    Sen şöyle de diyebilirsin: Varlık ya şeylerden ayndır ya onların kendisidir

    ya onlann tamamının bir vasfıdır ya onların bir kısmının vasfıdır ya da on-

    larla nitelenendir. Birincisi yanlıştır çünkü bu durumda şeylerin yok ol-

    ması ve varlığın yüldem olmaması gerekir. Sadece nispet!n yeterli olduğu

    iddiası, aklın sınırlan dışına çıkmak olduğundan bu iddiaya iltifat edilmez.

    Şayet nispetin yeterliliği, hakiki varlıkta mümkün olsaydı başkasında da

    mümkün olurdu ki bu, açıkça safsatadır. İkincisi tevhit burharu nedeniy-

    le ve tenzihin düşmesi gerekçesiyle yanlıştır. Üçüncü yanlıştır, zira nefs-i

    emirde sabit olan şeylerde teselsülü gerektirmektedir. Şu halde dördüncü

    beHrginlik kazanmaktadır: Varlık, tek bir hakikattir, parça parça inerek tıp

    kı denizin dalgalanndan zuhur etmesi gibi o şeylerde zuhfır eder.

    Cürcaru istidlalin bu sürümünde varlığın temel dayanak olduğunu daha be-

    lirgin ifade eder. Şeylerin varlıkla nitelendiğirıi dile getiren kelam ve felsefe

    geleneklerinden farklı olarak vahdet-i vücCıdda varlık şeylerle nitelenir. Var-

    lık tek bir hakikattir ve mevcutların tamamı bu hakikatin taayyün ettiği isim

    ve sıfatlarından ibarettir. Metindeki deniz-dalga örneği, bizzat İbnü'l-Arabi

    tarafından kullanıldığından vahdet-i vücudla ilgili pek çok metinde geçer ve

    varlığın şeylerin taşıyıcısı, şeylerin ise varlık tarzı bakımından hayal ve sera bı

    236 ~ Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf

  • andıran isim ve sıfatlar olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade eder. Soru-cevap

    faslının ilk sorusunda bu durum teorik olarak da ifade edilir:

    Şayet şöyle dersen: "Söylediklerinden açığa çıktı ki varlık, şeyleri yani kayıt

    ve sıfatlar mesabesinde olan taayyünleri taşıyan anla:ndır. Öyleyse onla-

    un "hüviyetlerin aynından başka bir şey ·yoktur" sözlerinin anlamı nedir?"

    Ben şöyle derim: Bu sözün anlamı şudur: Hüviyet bazen taayyün ve kaydın

    kendisine bazen de kendi olması bakımından taayyün etmiş zata söylenir.

    Birinciye göre ikisi arasındaki başkalık bizzattır. Onların "alem, hayal ve

    serap mesabesindedir" sözü de buna işaret eder. İleinciye göre ikisi zat ba-

    kımından bir, itibar olarak başkadır.

    Bu metin, varlık ve taayyünler ilişkisini belirginleştirmektedir. Her iki du-

    rumda da taayyün eden varlık ile taayyünlerin özdeşleştirilmesi söz konusu

    değildir. Birinci şıkta taayyünlere zat nispet edilmekte fakat bu zat, var oluş

    bakımından sadece bir halden ibarettir. ikincişıkta zat bakımından birlik bu-

    lunduğundan varlık ve taayyünleri tek bir zat olarak tahakkuk ettiğinden or-

    tada tek bir za.tın bulunduğu ve taayyünlerin ancak nisbi başkalığı ifade edil-

    mektedir. Zira taayyünlerin mevcudiyeti varlığa nispetle olduğundan onlara

    nispet edilen zat varlığı değil mevcudiyeti ifade eder. Dolayısıyla her iki şıkta

    da hakiki anlamda tek bir zat vardır, taayyünler ise haller mesabesindedir.

    Kuşkusuz bu durumda hallere ve hallerin ifade ettiği yenileurneye konu olan

    varlıktır. Bu ise kadimin değişim ve yenileurneye konu olmasını gerektirmek-

    tedir. Nitekim bir sonraki soruda bu durum tartışılmaktadır.

    Eğer şöyle dersen: "0, her gün bir iştedir" şeklindeki kadim emr nasıl in-

    mektedir dersen ben şöyle derim: Kadim, hudı1sla nitelenmez, tersine yu-

    karıda öğrendiğin gibi yenilenmeyle nitelenir. Kadim in yenilenmeyle nite-

    lenmesi ise imkansızlığına kesin bulunmayan şeylerdendir. Kelam ilminde

    bunun reddine dair zikredilen deliller, yeter değildir. Nitekim bu, kelam

    ilminde kapalı değildir.

    Cürcani burada vahdet-i vücildla ilgili ikinci hayati noktaya değinir. Varlık ve

    taayyünleri varlık bakımından ayrıştırsak bile bütün mevcutlar Varlık'ın bir

    hali olması durumunda kadim olan varlık, hadis durumlara konu olacaktır.

    Soru aslında oldukça ilginçtir ve iiyetin özellikle seçildiği anlaşılmaktadır.

    Çünkü ayet, özellikle Ehl-i Sünnet kelamcılarının kadim kabul ettiği ilahi em-

    rin hudı1suna delalet etmektedir. Fakat ayetteki ihsasa rağmen keliimcılar, ka-

    dim emrin ve iradenin hudusa konu olmayacağında icma etmiştir. Hatta genel

    olarak keliimcıların bu hususta icmaı vardır. Cürciini aynı istidlali, varlığın te-

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 237

  • nezzüllerine taşımaktadır. Fakat kelamcılar kadim ile yenilenmeyi aynştırma

    çabasına girmişler ve yenilenen şeylerin kadim olmadığını iddia etmişlerdi.

    Doğrusu aynı iddiayı vahdet-i vücfıdda sürdürmek mümkün görünmemekte-

    dir. Bu sebeple Cürcani kadimin yenilenmeye konu olduğunu kabul etmekte

    ve kelfundaki delillerin yetersiz olduğunu iddia etmektedir. Bu durumda türlü

    isim, sıfat ve fiillerle yenilenen bir Varlık kabul edilmektedir. Diğer deyişle

    Varlık'ın kendisi sabit kalsa da halleri yenilenmektedir. Bundan dolayı Cür-

    cani, sonraki soruda muhakkik sufilerin sözlerinde ister gayp ister şehadet

    alemi olsun yenilenen söz konusu durumlan birleştiren hakikate ilahi isim

    dendiğini belirtmektedir.

    Cürcani metnin devamın insani sorumluluk meselesini ele almaktadır ve yu-

    kandaki ilkeler açısından çözümüne işaret etmektedir. On dördüncü yüzyıl

    sonrasında kelam tarihinin otorice ismi olarak Cürcani'nin sorumluluk mese-

    lesinin bizzat Eş'ari gelenek için de izahı son derece güç bir mesel e olduğunun

    farkında olmadığını düşünmek makul değildir. Ayrıca sorumluluğu izah eden

    a'yan-ı sabite teorisinin Eş'arilerin ilahi ilim ve Mutezilenin madumun şeyliği

    görüşleriyle ilişkisi kurulabilir. Bundan dolayı olsa gerek kelam geleneğinde

    vahdet-i vücud tartışmaları, sorumluluk meselesinden ziyade varlık kavramı

    etrafından yapılmıştır. Nitekim Teftazani Şerhu'l-Makiis1d'da varlık kavramı

    üzerinde durmuş ve a'yan-ı sabite meselesine değinmeyi gerekli görmemiştir.

    Fakat Cürcani tevhit ve tenzih ilkeleri korunarak sorumluluk meselesine de

    bir çözüm getirildiği kanaatindedir.

    Cürcani'nin vahdet-i vücud hakkında risaleleri onun Id ve -ı:eftazani ile aynı kanaatte olmadığını gösterse de vahdet-i vücudu benimsediğini gösterir mi?

    Said Fude, Seyyid Şerif'in risalesine yazdığı şerh te Seyyid Şerif'in bu gö.rüşü

    benimserliğine dair bir alarnet olmadığını, meseleyi tasvir ettiğini söylemek-

    tedir. Hakikaten her iki risalede de bu görüşü benimseyip benimsemediğine

    dair tam olarak bir işaret bulunmamaktadır. Fakat Seyyid Şerif'in hem yuka-

    rıda metni verilen ikinci risalesi hem de birinci risalenin ardından aktardığı

    hikayeler bu görüşü benimsediğini açıkça ifade etmese de ihsas ettiği şeklinde yorumlanabilir.20 Hatta Seyyid Şerif'in Alaaddin Attar'a intisabını ve "basire-

    timden perdeler kaldınldı" sözü gibi tasavvufi tecrübeye sahip olduğunu ifade

    eden rivayetleri düşünürsek vahdet-i vücuda fikri yakınlığı bulunduğunu söy-

    leyebiliriz. Nitekim Haşiye ata Şerhi't-Tecrfd'de Cürcani doğrudan bu konuyu

    ele alır ve kendi tavrını da açıkça ifade eder. Aşağıda Cürcani'nin metinlerinin

    20 Hikayeler için b k. Cürcani, Risiile fi vahdeti'l-vücüd, s. 39-43. Hikayelerden birinin tercümesi için bk. Altaş, "Varlık, Varlığın Birliği ve Var Olanların Mertebeleri: Cürcanl'nin Görüşü", s . 121.

    238 r Osmanlı'da Ilm- i Tasavvuf

  • tercümesini verecek, ardından onun vahdet-i vücuda ilişkin görüşü hakkında

    bir sonuca varmaya çalışacağız.2ı

    "Mahiyetlerin de bir olması gerekir. Oysa durum böyle değildir" sözüne

    şöyle itiraz edilmiştir: SCı61erden bir grup şu görüşe vardı: Gerçekte cek bir

    zat vardır. (Buna örnek, dalgalanan denizdir. Şayet dalgalı denizi henüz akıl sahibi olmayan küçük bir çocuğa sorsak alçalan ve yükselen o şeyin sudan

    başka bir şey olduğunu vehmederve söyler. Oysa akıl sahibi kimseye kapalı

    değildir ki orada alçalan ve yükselen denizden başka bir şey yoktur ve bun-lar, rüzgarın esmesinden kaynaklanan itibari şeylerdir. Dolayısıyla nasıl

    ki rüzgarın durmasından ve o vehmi itibarlarm gitmesinden sonra geriye

    yalnızca su kalıyorsa aynı şekilde varlıkca da tevehhüm rüzgarlannın din-ınesi ve vehmi itibarların gitmesinden sonra yüce Allah'tan başkası yoktur.)

    Bu zatta hiçbir terkip yoktur, fakat onun çeşitli sıfatları vardır. Bu sıfatlar

    onun aynıdır. İşte o zat, varlığın hakikatidir. Varlığın hakikati, haddi zatında

    yokluk kirlerinden, imkan alametlerinden münezzehtir (Çünkü şey kendi

    çelişiğine, onun aracılığıyla çelişik hale gelenden daha uzaktır. Dolayısıyla

    varlık haddi zatında yokluktan daha uzaktır. Mevcutlar varlık aracılığıyla

    yokluktan uzaklaşır. Yokluğa yakınlığı ve lımedilemeyen şey yani varlık, zo-

    runluluk, kudret ve uluhiyete başkasından daha laytktır.) Onun bir kısım

    itibari kayıtları vardır ki bu kayıtlar sayesinde birbirinden ayrışmış mevcut-

    lar görünür ve bti sebeple gerçek bir çokluk bulunduğu vehmedilir. Bunun

    yanlış olduğu kesin olarak kanıtlanmadıkça onun ıikrettiği malıiyederin

    bir olmadığı ve yine varlığın ortak olduğu iddialan da tamam olmayacak

    hatta mümkün bir varlık kesinlikle sübut bulrnayacaknr.

    Ben şöyle derim: Bu, aklın tavrından çıkışnr. Çünkü aklın bedihesi, mev-

    cutların hakiki olarak çağalelığına ve onların sadece itibari olarak değil,

    gerçekte birbirinden farklı zatlar ve hakikatler olduğuna tanıklık etmek-

    tedir. Bu görüşe varanlar, onun mükaşefe ve müşahedelerine dayandığını

    ve sadece aklın incelemesi ve delaletleriyle ona ulaşılamayacağını, aksine

    npkı makullerin idraki söz konusu olduğunda duyu gibi aklın orada işlev

    siz kaldığını iddia etmektedirler. Aklın dereceleriyle kayıtlanıp aklın le-

    hine tanıklık ettiği şeyin makbul, aleyhine tanıklık ettiği şeyin ise merdut

    olduğunu ve aklın ötesinde bir tavır bulunmadığını düşüneniere gelince

    onlar şöyle iddia etmektedir: O mükaşefe ve müşahedeler, doğru olduk-

    lan takdirde akılla uyumlu olacak şekilde yorurnlanır. (Yani arıların doğ-

    21 Bu metinleri bir grup araştırmacıyla tahkikini tamamladıkları ve yakında yayımlanacak olan

    Hoşiye 'ala Şerhi't-Tecrid'den derleyip gönderen sevgili Muhammed Ali Koca'ya minnettarım.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 239

  • roluğunda sorun vardır, çünkü rahınani keşif ile şeytaıll ayarn çoğunJukla

    karışır. Doğru olduklan kabul edilse bile onların başkalarını değil de tek

    bir mevcudu müşahede etmesi, tıpkı güneşin nurunun baskın gelip yıldız

    Jan önmesi gibi o mevcudun başkalanna baskın gelmesi nedeniyle olabi-

    lir. Uyumlu olacak şekilde yorumlamak için ise şöyle denir: Zatların nefs-i

    emirde çoğalması, o mahiyetin mükaşefelerdeki hakikatiyle çelişmez. Zira

    o zatın diğer zaclara nispeti, güneşin yıldızlara nispeti gibidir. Nasıl ki yıl

    d.ızlar, güneş doğduğunda yeniliyorsa o pek çok zat da imkan alametlerin-

    den.beri olan o zaun inkişafında böyle olur). Dolayısıyla onlar, aklın bedi-

    hesinin tanıklığı nedeniyle böylesi şeylerin yanlışlığına delil getirmekten

    istiğna ediyorlar ve onu mümkün görmeyi dikkate alınmaya değmez bir

    milibere sayıyorlar.22

    Bu pasaj da .vahdet-i vücüd karşıtlan adına söylenenleri aslında iki madde-

    de toplamak mümkündür. Birincisi, mevcutların çokluğunun görünüşte bir

    çokluk olduğu, gerçekte varlığın tek olduğu iddiasının aklın bedihi ilkeleriyle

    ç·eliştiği görüşüdür. Bu, meleke halinde oluşan bilgilerin mevcutların zorun-

    lu olarak birbirinden aynşmış ve farklı olmasını gerektiği anlamına gelir. Bu

    açıdan bakıldığında vahdet-i vücuda yöneltilen eleştiri ile sofistlere yöneltilen

    eleştiri aynıdır: Böylesi bir iddia, tamamen bir inatlaşmadır, dolayısıyla cevap

    vermeye değmez. İkincisi ise daha önce İbn Tufeyl'in dile getirdiği, sonlan

    İmam Rabhani'nin savunduğu görüşün uzlaştıncı bir yorum olarak değer

    lendirilmesidir: Müşahede esnasında tecrübe edilen birlik, varlığın baskınlı

    ğından ötürü diğer mevcutlan n perdelenmesinden ibarettir. Yani birlik görü-

    dedir, gerçekte mevcutlar birbirinden aynşmıştır. Dolayısıyla akıl, müşclhede

    esnasında tecrübe edilen birliği, bedibi ilkelerine vurarak ayrılığa çevirmek-

    tedir. Her iki madde de ilk bakışta Cürci.ni'nin vahdet-i vücuda karşı çıktığı

    kanısını uyandırmaktadır. Pekala, gerçekten öyle midir? Doğrusu, C üreani'nin

    ilerleyen sayfalardaki açıklamaları meseleyi farklı anlamayı gerektirmektedir.

    Bil ki şarihin [Isfahani], varlığın yüce Zorunlu'nun aynı veya O'na zfut oldu-

    ğu hakkında serdettiği bu bahisler, bu bağlamda kavmin dilinde dolaşan

    sözlerdir. Burada başka bir görüş daha vardır ki daha önce işaret ettiğimiz

    üzere bu görüş ancak yüce hikmet ve fasl-ı bitaba mazhar olmuş hasiret ve

    kalp (lübb) sahiplerinin kavrayabileceği şeylerdenci ir. İşte biz burada takrir

    gücünün elverdiği ve tahtir dairesinin kuşattığı ölçüde bu görüşü aynntı

    landıracağız. Bu amaçla şöyle deriz:-Başanya ulaştıran Allah'tır ve O, ne

    22 Cürcani, Hôşiye 'alô Şerhi't-Tecrid, vr. 15a-15b. Parantez arası cümleler, Seyyid Şerif'in minhü-

    vlitıd ı r.

    240 ~ Osmanlı'da lım- i Tasa,·vuf

  • güzel dosttur!- Mesela insan gibi varlıktan başka her mefhum nefs-i emirde

    varlık herhangi bir şekilde ona eklenmedikçe kesinlikle mevcut hale ge-

    lemez. Akıl varlığın ona eklenmesini mülahaza etmedikçe onun mevcut

    olduğuna hükmedilemez. Öyleyse varlıktan başka her mefhum, nefs-i

    emirde mevcut olmak için kendinden başkasına mu~taçnr. İşte bu muhtaç

    olduğu bu şey, varlıktır. Mevcut olmak için başkasına muhtaç olan her şey

    ise mümkündür. Zira mümkünün var olmak için başkasına muhtaç olan

    şeyden başka bir anlamı yoktur. Şu halde varlıktan başka olan her mefhum

    mümkündür. Hiçbir mümkün ise zorunlu değildir. Dolayısıyla varlıktan

    başl

  • lindeki şöhret değildir. Evet, "mevcut olmak için başkasına muhtaç olan

    her şey mümkündür" öncülüne incelikli bir men yönelrilebilir. Şöyle ki,

    mevcut olmak için başkasına muhtaç olan şey şayet kendisine varlık veren

    bir başkasına muhtaç ise kesinlikle mümkündür, kendi varlığından ibaret

    olan başkasına muhtaç ise değildir. Bu eleştiri, dakik bir nazarla giderilir:

    O, mevcudiyetinde başkasına muhtaç olduğunda mevcudiyetini başkasın

    dan almış ve onun malulü olup bu hususta başkasına dayanıyor demektir.

    Böyle olan her şey ise mümkündür. İster biz, kendisine dayanılan bu baş

    kasına· onun varlığı diyelim isterse varlık vereni diyelim farketmez. Varlığın

    Zorunlu'nun aynı olduğunu destekleyen şeylerden biri şudur: Varlık haddi

    zatında yokluğa münafidir. Dolayısıyla varlık, yokluğu kabul etmeye en

    uzak mefhumdur. Çünkü varlık dışındaki mefhumların yokluğu zatı ne-

    deniyle değil, varlık aracılığıyla imkansızdır. Kuşkusuz Zorurılu, zan gereği

    yokluğa münafidir, başkası nedeniyle yokluğa münafi değildir.

    Eğer şöyle dersen: "Varlık, Zorurılu'rrun aynı olması ve parçalarıma ve

    bölünme kabul etmemesine rağmen mevcutların heykellerine yayılmış

    ve onlarda zuhur etmiştir. Dolayısıyla hiçbir şey ondan yoksun kalamaz,

    aksine varlık, onlann hakikati ve aynıdır. Şeyler ancak itibari kayıtlar ve

    taayyünlerle ayrışmış ve· çoğalmıştır. Buna örnek, ortada yalnızca denizin

    hakikati olmasına rağmen deniz ve onun pek çok dalganın surerinde zuhur

    etmesidir." diyen kimse hakkında ne dersin?

    Ben şöyle derim: Daha önce bunun aklın tavnnın ötesinde bir tavır oldu-

    ğıınu, ona akli münazaralarla değil, ancak keşfi müşahedelerle ulaşılabi

    leceğini söylemiştik. Herkes ne için yaratılmışsa ona kolaylıkla ulaştınlır.

    Allah yardımcı, başanya ulaştıran ve dayanaktır.23

    Başiye 'ala Şerhi't-Tecrld'deki bu pasajlar Cürcani'nin müstakil risa.Ielerindeki açıklamalann m onun görüşü olup olmadığı sorusunun cevabını yeterince be-

    lirg:inleştirmektedir. Dikkat edilirse Said Fiide tarafından yayımlanan birinci

    risa.I.ede "aklın tavnwn ötesinde birtavır daha vardır" cümlesi sufiler adına bir

    nakil görünse de burada açıkça Cürcaru tarafından benimsenmektedir. Zira

    risa.I.elerde siifiler adına konuşurken söylediği "aklın tavnnın ötesinde olmak"

    ifadesirıi burada tamamıyla kendi görüşü olarak dile getirmektedir. Yine risa-

    lelerde vahdet-i vüciidçulara atfen dile getirdiği ve benimsediğini açıkça ifade

    23 Cürcani, Hôşiye 'alô Şerhi't-Tecrid, vr. 53b-54a. Bu makalede Cürcani'nin varlık düşüncesini in-celeme amacı güdülmemektedir. Burada tam tercümesini verdiğimiz metinleri n Cürcani'nin varlık.görü.şüne etkisi ve Islam düşünce tarihine katkısı hakkında geniş bir değerlendirme için bk. Altaş, "Varlık, Varlığın Birliği ve Var Olanların Mertebeleri: Cürdini'nin Görüşü", s. 98-129.

    242 ~ Osmanlı'da Ilm-i Tasavvuf

  • etmediği düşünceleri burada kendi görüşü olarak zikretmektedir. Bu durum-

    da bir önceki pasajlan daha dikkatli incelemek gerekmektedir. Şayet bu pasaj-

    larla birlikte değerlendirirsek önceki pasaj da iki maddede özedenen görüşle

    rin Cürcanl'nin kendi görüşünden ziyade nazari düşünce erbabının kanaatleri

    olduğu sonucuna varabiliriz. Çünkü özellikle Cürcani'nin "aklın kayıtlanyla

    kayıtlananlar" ifadesi ve sonrasındaki açıklamalan, bir önceki pasajcia geçen

    v~ ilk bakışta olumsuz görünen "bu, aklın tavrından çıkışnr ... " sözünü vah-

    det-i vücfıd adına olumlu bir yöne çevinn ektedir. Zira Seyyid Şerif bu sözü,

    vahdet-i vücudu eleştinnek için değil, tam tersine nazari olarak tahkik etmeye

    yani naz3.!" yöntemiyle ulaşınaya elverişli olmadığını dile getinnek için söyle-

    mektedir. Nitekim son paragrafta "Daha önce bunun aklın tavrının ötesinde

    bir tavır olduğunu, ona akli münazaralarla değil, ancak keşô müşahedelerle

    ulaşılabileceğini söylemiştik. Herkes ne için yaranlmışsa ona kolaylıkla ulaş

    nnlır." sözü meseleyi açıklığa kavuştunnaktadır. Bu noktada bir şeyin nazari

    olarak kavranabilir oluşu ilenazar yöntemiyle tahkik edilmesinin farklı şeyler olduğunu belirtrnek gerekir. Diğer deyişle mükaşefe ve müşa.hedeler, akılla

    uyumlu olacak şekilde yorumlanabilir ama onlar, a~lla ulaşılabilir şeyler de-

    ğildir. Bu sebeple Cürcani'nin vahdet-i vücud hakkındaki yazılan, bu teorinin

    nazari olarak kavranamayacağını iddia etmez, sadece nazar yoluyla tahkik

    edilemeyeceğini, zira aklın böylesi bir birlik hakkında tecrübeden yoksun ol-

    duğunu iddia eder. Bununla birlikte yine de varlığın tekliğinin aklın bedibe-

    siyle çeliştiği ifadesi, müşahedenin akılla uyumlu hale getirile bileceği ilkesini

    de sorunlu hale getiriyor görünmektedir. Çünkü aklın bedihesi olduğu söy-

    lenen şey, akılda oluşan ilk idraklerdir. Filozoflann tenninolojisinde bu bil-giler, bilmeleke akla tekabül eder. İnsanın bilfiil ve müstefad akıl