Upload
lenguyet
View
312
Download
13
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ(İSLAM FELSEFESİ)
ANA BİLİM DALI
HOCAZADE’NİN FELSEFİ YAZMA ESERLERİNİN TERCÜMESİ VE TAHLİLİ
(893/1488)
Yüksek Lisans Tezi
Ömer Faruk Erdoğan
Ankara 2006
A-PDF MERGER DEMO
II
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ(İSLAM FELSEFESİ) ANA BİLİM DALI
HOCAZADE’NİN FELSEFİ YAZMA ESERLERİNİN TERCÜMESİ VE TAHLİLİ
(893/1488)
Yüksek Lisans Tezi
Ömer Faruk Erdoğan
Tez Danışmanı Prof. Dr. Mehmet Bayraktar
Ankara 2006
III
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ(İSLAM FELSEFESİ)
ANA BİLİM DALI
HOCAZADE’NİN FELSEFİ YAZMA ESERLERİNİN TERCÜMESİ VE TAHLİLİ
(893/1488)
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı :
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
Prof.Dr. Memet BAYRAKTAR ........................................
Prof.D. Mustafa AŞKAR ........................................
Yard.Doç.Dr. Gürbüz DENİZ ........................................
Tez Sınavı Tarihi: 27.09.2006
IV
ÖNSÖZ
Hocazade’nin dört yazma eserinin tercümesini ve tahlilini içeren bu konu
başlığı ile aşağıda isimleri geçecek olan bu eserler; onun fikirlerinin daha iyi
anlaşılması, bu sayede Hocazade düşüncesi perspektifinde felsefe ve kelam
münasebetinin boyutlarının tespiti ve yazma eserlerin incelenip, araştırma konusu
yapılmasının önemine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.
Çalışmamız dört bölümden meydana gelmektedir:
Birinci bölüm; Hocazade’nin hayatını, yaşadığı dönemi ve bu dönemdeki
Hocazade’nin ilmi faaliyetleri hakkında bilgi vermekle beraber Onun eserlerinin
Türkiye’deki Kütüphaneler taranarak çıkartılmış olan bir dökümü sunulmuştur.
Ayrıca bu eserlerin her biri, kütüphanedeki yerlerine göre sıralanarak, demirbaş
kayıtları ve varak sayıları belirtilmiştir.
İkinci bölüm; Hocazade’nin dört eserinin tercümesine ayrılmıştır. Bu
bölümde Hocazade’nin her bir eseri varakları ve sayfaları belirtilerek tercüme
edilmiş, tercümeler yapılırken mümkün olduğu oranda yorumdan kaçınılmıştır.
Risaleler içerisinde okunamayacak ve dolayısıyla tercümesi birebir yapılamayacak
bölümler, o kısmın içinde bulunduğu cümle veya cümlelerin anlam içeriğine ve
risalenin konu bütünlüğüne uygun olarak tercüme edilmiştir. Bu bölüm ile ilgili
olarak söyleyebileceğimiz son açıklama ise, risalelerin tek bir nüshası olması ve bu
nüshanın da İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nde olmasıdır. Çalışmamız;
kapsamındaki risalelerin tek nüsha olması dolayısıyla tahkik değil, tahlil
içermektedir.
V
Üçüncü bölüm; Hocazade’nin dört eserinin Arapça yazılımına ayrılmıştır. Her
bir risale çalışmanın gerektirdiği bir Arapça yazı karakteriyle yazılmıştır. Risalelerin
orjinalinde var olan ve okunamaz durumdaki kelimeler, anlam yönüyle ve gramer
yönüyle olabilecek en uygun kelimelerle tamamlanmıştır.
Dördüncü bölüm; Risalelerin açıklamasını, diğer bir ifadeyle tahlilini
içermektedir. Bu bölümde risalelerin her biri içerdikleri konulara göre incelenmiş,
konular Hocazade’nin bahsettiği şahısların görüşleri kapsamında, çeşitli kaynaklar
kullanılarak tahlil edilmiştir.
Sonuç bölümünde ise; çalışmamız kapsamındaki dört eserin temel olarak
anlatmaya çalıştığı fikirlerin özü sunulmuştur. Hocazade’nin dört eseri genel olarak
birbirinden farklı konuları ele alarak, İslam Felsefenin temel meseleleri hakkında
kısa ve düzensiz bilgi vermesi sebebiyle her bir risalenin nihai sonucu farklı
olmaktadır. Çalışmamızın genel sonucunda bu konular ile ilgili olarak ulaşılan genel
kanaatler bildirilmiştir.
Bu çalışmada; konunun seçiminden tamamlanmasına kadar ki süreçte her
türlü yardımlarını esirgemeyen değerli hocalarım Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR,
Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ, Yard. Doç. Dr. Gürbüz DENİZ ve Dr. Müfit Selim
SARUHAN beylere teşekkürü bir borç bilirim.
Ömer Faruk ERDOĞAN
ANKARA 2006
VI
ÖNSÖZ………………………………………………………………….….….…...IV
GİRİŞ…………………………………………………………………….….….…VII
KONUNUN ÖNEMİ.……..…………………………………………………………………1
1. Araştırma Problemi :……………………………..…….1
2. Araştırmanın Konusu :………………………….….….…1
3. Araştırmanın Amacı :……………………….…….…….1
4. Araştırmanın Önemi :…………………….……….….…2
KONUNUN SINIRLANDIRILMASI (KURAMSAL ÇERÇEVE)..………….…….…...2
1. Kavram ve Terimler :…………….…………………..…2
2. Kuramsal Tartışma :…………………………….…..…4
3. Araştırma Soruları (Hipotezler) :……………….…………….....….4
KONUNUN SUNULMASI (YÖNTEM) .……….………………………….…………......5
1. Araştırma evreni ve örneklem :……………………………….….5
2. Veri toplama teknikleri :…………………………….…….6
BİRİNCİ BÖLÜM: HOCAZADE’NİN HAYATI VE ESERLERİ…….………..7
1. Hocazade’nin Hayatı :……………………….….……8
2. Hocazade’nin Eserleri :……………………….….…...13
İKİNCİ BÖLÜM: RİSALELER’İN TERCÜMELERİ.………………….…......32
1. “Risaletü’n fi-Tevhid”
Risalesi’nin Tercümesi :……………………………….33
2. “Heze’l-Kelimat fi Bahsi’l-İllet ve’l-Ma’lul”
Risalesi’nin Tercümesi :………………………….…...45
3. “Risaletü’n Teteallaku bi’l-İ’tiraz ala Delil-i İsbat-i Vücudiyyeti’l-Cihet”
Risalesi’nin Tercümesi :………………..…………..…52
VII
4. “Risaletü’n fi Tahkik-i enne Kelamallah-i Kadim”
Risalesi’nin Tercümesi :............………………………61
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: RİSALELER’İN ARAPÇA YAZILIMI….…………....…68
1. “Risaletü’n fi-Tevhid”
Risalesi’nin Arapça Yazılımı :………………………….…....69
2. “Heze’l-Kelimat fi Bahsi’l-İllet ve’l-Ma’lul”
Risalesi’nin Arapça Yazılımı :…………………………….…78
3. “Risaletü’n Teteallaku bi’l-İ’tiraz ala Delil-i İsbat-i Vücudiyyeti’l-Cihet”
Risalesi’nin Arapça Yazılımı :…..…………………………...83
4. “Risaletü’n fi Tahkik-i enne Kelamallah-i Kadim”
Risalesi’nin Arapça Yazılımı :………………………….........90
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: RİSALELER’İN DEĞERLENDİRİLMESİ...….….…94
1. “Risaletü’n fi-Tevhid”
Risalesi’nin Değerlendirilmesi (Tahlili) :…………………..…………...95
2. “Heze’l-Kelimat fi Bahsi’l-İllet ve’l-Ma’lul”
Risalesi’nin Değerlendirilmesi (Tahlili) :..………………..……....…...117
3. “Risaletü’n Teteallaku bi’l-İ’tiraz ala Delil-i İsbat-i Vücudiyyeti’l-Cihet”
Risalesi’nin Değerlendirilmesi (Tahlili) :……………..………….…...137
4. “Risaletü’n fi Tahkik-i enne Kelamallah-i Kadim”
Risalesi’nin Değerlendirilmesi (Tahlili) :.…….…………………....….155
SONUÇ :…………………………………………………………………………..166
KAYNAKÇA: ……………………………………………...………………….…172
EKLER :…………………………………………………………………….174
1
KONUNUN ÖNEMİ:
1. ARAŞTIRMA PROBLEMİ:
Hocazâde’nin bu güne kadar bilimsel araştırma konusu yapılmış önemli
birkaç eserinin dışındaki küçük eserleri bilimsel araştırmalara konu olmamıştır. Bu
küçük risalelerin araştırılmasıyla Hocazâde’nin fikirleri daha da netleşecek ve
anlaşılır hale gelecektir.
2. ARAŞTIRMA KONUSU:
Hocazâde’nin araştırma konusu yapılan bu eserleriyle onun felsefe ve kelam
hakkındaki görüşlerinin daha belirgin hale getirilmesi ve Hocazâde’nin araştırma
konusu yapılan eserlerinde atıfta bulunduğu felsefeci ve kelamcıların görüşleriyle
kendi görüşlerinin değerlendirilmesi yapılacaktır.
3. ARAŞTIRMANIN AMACI:
Hocazâde ile ilgili çalışmalar daha çok onun Tehâfüt’ünün incelenmesi veya
bu eserin diğer Tehâfütler ile karşılaştırılması şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Hocâzade’nin bu eseri (Tehâfüt) ve inceleme konusu yapılan belli başlı diğer birkaç
eseri dışındaki eserleri inceleme konusu yapılmamıştır. Bu sebeple Hocâzade’nin
belirlemiş olduğumuz risalelerini tercüme ve tahlil yaparak araştırmanın
amaçlarından birisini gerçekleştirmiş olacağız.
Bu çalışmanın diğer amacı; Hocazâde’nin bu eserlerinde değindiği konuların
ve felsefecilerin görüşlerinin bu bağlamda değerlendirilmesidir.
2
Bu tetkikler sonucunda Hocâzade’nin fikirlerinin bu günün felsefe ve kelam
anlayışı içerisindeki yerini belirleyerek, bilimsel getirilerini ortaya koymak yapılan
çalışmanın amaçlarından bir diğeridir.
4. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ:
Kütüphanelerimizde gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen yazma eserlere gerekli
önemin verilmemesinin sebeplerine dikkat çekilerek yazma eser çalışmanın önemine
Hocâzade’nin yazma eser incelemesiyle ilgiyi arttırmak; tezin önemini ortaya koyan
durumlardan bir diğeridir.
Hocazâde’nin, bu tezde araştırma konusu yapılan eserlerinde atıfta bulunduğu
felsefeciler ve kelamcılar ile eserlerde geçen konu ve terimlerin açıklamasıyla
Hocazâde’nin felsefe ve kelam ilimleri içerisindeki yerinin ve öneminin ortaya
konması tezin önemini vurgulayan bir diğer önemli noktadır.
KONUNUN SINIRLANDIRILMASI (KURAMSAL ÇERÇEVE):
1. KAVRAM VE TERİMLER:
Araştırma konusu yapılan risaleler ve içerisinde geçen terimler.
a. “Risâlet’ün fi’t-Tevhîd” (12–21 varaklar arası)
Risale genel olarak zorunluluk kavramını açıklamıştır. Vâcibu’l Vücûd’un zorunlu
olmasının ilkelerini inceleyerek, bu konudaki görüşleri değerlendirilmiştir. Risalede
geçen bazı terimler şunlardır.
Cins: Sözlük anlamı olarak; çeşit, tür, katagori, eril, dişil, müzekker,
müennes olma, ırk, soy, millet gibi anlamlara gelir. Literal anlamda, daha doğrusu
3
çalışma konumuz ile ilgili anlamı ise; Allah’ın cinsi olmadığına dair öne sürülen
deliller ve bunların açılımları ile ilgili olan anlamdır.
Fasl: Sözlük anlamı, ayırma, kesme, koparma, ayrılma, bölünme, karar,
hüküm gibi anlamlardır.
Terkip: Oluşum, oluşmak, meydana gelmek. Varlığın yokluk platformundan
varlık alanına çıkması.
b. “Hêze’l-Kelimât fi Bahsi’l-İllet ve’l-Ma’lûl” (99–100. varaklar)
İllet-Neden. Herhangi bir olguyu meydana getiren etken. İlk olarak Aristo
tarafından incelenmiş ve tanımlanmıştır.1 İlk neden, kendisinin nedeni olmayandır ki
bu da Tanrı’dır.
Ma’lûl: Bir olgunun meydana getirdiği olgu. Nedenin karşılığında kullanılır.
Mantıkta sonuç çıkarma, vargı anlamıyla kullanılır. Nedenle sonuç, yani illetle
ma’lul sürekli olarak birbirlerine dönüşen ve karşılıklı etki sürecinde gerçekleşen
olguları dile getirirler.
c. Risâlet’ün Teteallaku bi’l-İ’tirâz alâ Delîl-i İsbât-i Vücûdiyyeti’l-
Cihet” (19–27 varaklar arası)
Risale genel olarak yönlerin durumundan, yönlere göre âlemin merkezinin
konumundan; nokta, küre ve mihver (çap) gibi temel geometrik kavramlarından
bahsederek, bunların âlem içerisindeki fonksiyonlarına değinmekte ve son olarak da
hareket hakkında açıklamalar içermektedir.
1 Mehmet Vural, İslam Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara 2003, s. 217
4
d. “Risâlet’ün fî Tahkîk-i enne Kelâmallah-i Kadîm” (31. varak)
Risalede genel olarak Allah’ın zâtı ile zorunlu olmasından yola çıkılarak Kuran’ın
yani Allah’ın kelamının kadîm olması konusu özellikle İbn Sîna’nın görüşleri olmak
üzere, tartışılmıştır.
2. KURAMSAL TARTIŞMA:
Tez çalışmasında bilimsel yöntem olarak; veri toplama tekniği yöntemi
seçilmiştir. Bu yönteme bağlı olarak öncelikle metin, kelime ve terim olarak
incelenir. Daha sonra Hocazâde’nin incelenen eserinin başka nüshaları varsa, bunlar
araştırılarak çalışmaya en uygun nüsha seçilir. Çalışma sınırlılığı içerisindeki
nüshalar belirlendikten sonra bu eserlerin birbirleriyle olan konu bağıntıları,
İncelenen kelime ve metinlerin bütüncül anlam ve yansımaları değerlendirilir. Daha
sonra da Hocazâde’nin bu eserlerinde atıfta bulunduğu felsefeciler ile ilgili
kısımların karşılaştırılması yapılır. Çalışmanın sınırlılığı içerisinde inceleme konusu
yaptığımız Hocazâde’nin dört eseri de; yapılan araştırmalar ve tetkikler neticesinde
tek nüsha olarak karşımıza çıkmaktadır.
3. ARAŞTIRMA SORULARI/HİPOTEZLER:
*Hocazâde’nin inceleme konusu yapılan yazma eserlerindeki temel amiller
nelerdir?
*Hocazâde’nin incelenen eserlerinin diğer eserleri içerisindeki yeri ve önemi
nedir?
*Hocazâde’nin incelenen bu eserlerinin felsefe düşüncesi içerisindeki önemi
ne boyuttadır?
5
*Hocazâde’nin inceleme konusu olan eserlerinde ele aldığı konularla ortaya
koymak istediği amaç ne olmalıdır?
*Hocazâde’nin inceleme konusu yapılan eserlerinde bahsettiği konular ve
atıfta bulunduğu felsefeci ya da kelamcıların görüşleri arasında ne tür bir ilişki ya da
zıtlık bulunmaktadır?
*Ele alınan eserlerin bugünkü felsefe ve mantık alanında, hangi boyutta bir
bilimselliğe sahiptir?
KONUNUN SUNULMASI (YÖNTEM):
Tez çalışmasında Hocazâde’nin inceleyeceğimiz bu eserleri günümüz
Türkçesi’ne çeşitli sözlükler ve yardımcı kaynaklar vasıtasıyla tercüme edildikten
sonra, somut durumda olan konular temel alınarak Hocazâde’nin görüşleri
açıklanacaktır. Somutlaştırılan konular çeşitli felsefi ve kelami kaynaklar vasıtasıyla
ortaya konularak Hocazâde’nin bu konulara veya konu terimlerine yüklediği
anlamlar veya konu içerikleri ile literatür kaynakları arasındaki ilişki ortaya
konacaktır.
Ayrıca bu eserlerinde, Hocazâde’nin zikrettiği felsefeciler ve görüşleri ile
Hocazâde’nin görüşleri arasındaki durum; ilişkili kaynak kitaplar ve çalışma konusu
olan eserler vasıtasıyla ortaya konacaktır.
1. ARAŞTIRMA EVRENİ VE ÖRNEKLEM:
Araştırılacak konunun kapsamı; Hocazâde’nin dört yazma eseri ve varsa bu
eserlerin tez çalışmasında ele alınacak nüshalarından farklı olan (yani farklı bir
müstensih tarafından bu güne aktarılmış olan) çeşitli nüshaları da dâhil olmak üzere
6
incelenecektir. Bu eserler incelenirken Türkiye’nin çeşitli kütüphaneleri harman
yapılarak ilgili eserlerin mevcut nüshaları tespit edilecek ve bu tespit neticesinde
çalışmaya çeşitli faktörler göz önünde bulundurularak en uygun nüsha seçilerek tez
çalışmasında temel nüsha olarak ele alınacaktır. Türkiye’deki bütün kütüphaneler
tezin kapsamı dâhilinde taranırken Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi kaynak
zenginliği ve çeşitli sebeplerden dolayı ana kütüphane olarak seçilecektir.
Hocazâde’nin inceleme konusu yapacağımız eserlerinin birden fazla
nüshalarının okunmayacak düzeyde karmaşık ve tahrifata uğramış olan nüshaları
araştırma kapsamı dışında tutulabilecektir. Fakat bu durumdaki bir eser gerek
duyulursa tez içerisinde ilgili bölümde sınırlı kapsamda değerlendirilecektir.
2. VERİ TOPLAMA TEKNİKLERİ:
Tez çalışmasında veriler; Türkiye’deki çeşitli kütüphanelerin katalogları
taranarak, el yazmalarını bünyelerinde barındıran kütüphaneler incelenerek elde
edilecektir. Bu veri tarama yönteminde, yazma eser bağlamında en zengin bünyeye
sahip olan Süleymaniye (Yazma Eserler) Kütüphanesi temel referans olarak kabul
edilecektir. Elde edilen bilgiler ışığında inceleme konusu olan Hocazâde’ye ait
yazma eserlerin tahlil ve değerlendirmesi yapılacaktır.
7
BİRİNCİ BÖLÜM:
HOCAZÂDE’NİN HAYATI VE
ESERLERİ
8
1. HOCAZÂDE’NİN HAYATI (Vefat; 893/1488):
Hocazâde’nin tam adı, Hocazâde Muslihiddîn Mustafa b. Yusuf b. Salih el
Bursevi’dir. Bursa’lı bir tacirin oğludur. Babasının izni olmadan Hızır Bey ve
Ayasnuğ Çelebi’den ders okudu. Müderris ve Sultan Ebu’l Feth Mehmet Han
Hazretlerine muallim oldu. Akabinde Kazasker ve Bursa Müderrisi oldu. 871
(1466)’de Edirne kadısı ve 872 (1467)’de İstanbul kadısı oldu. İznik müderrisliği ve
kadılığı yaptıktan sonra 887 (1482) tarihinde Bursa Sultan Medresesi müderrisliği ve
müftülüğü yapmıştır. 893 (1488) yılında vefat etmiştir. Bursa’da Emir Sultan
civarında medfundur. Oğullarından Mehmet Efendi, babası hayattayken müderris ve
kadı ve sonra da derviş olarak aceme gitmiş ve orada vefat etmiştir.1
Hızır Bey, kendisini takdir etmiş ve idrakinin sağlamlığını teslim etmiştir.
Bazı müşkil meselelerin çözümü icap ettikçe, mezkûr zattan kinaye olarak akl-ı
selime müracaat ediniz demiştir.2
Hocazâde’nin hayatı hakkında en çok üzerinde durulan bilgi onun Osmanlı
Devleti Padişahı Fatih Sultan Mehmet zamanında bizzat Fatih’in açtığı Tehâfütlerin
açıklanması hakkında yapılan, bir anlamda yarışma diyebileceğimiz Ali Tusi (Molla
Zeyrek) ile beraber katıldığı ve “Tehâfüt” adındaki eseriyle müzakerede göstermiş
olduğu başarısıdır.
Hocazâde’nin tanınmasına ve meşhur olmasına neden olan bu olay şu şekilde
gerçekleşmiştir: “Fatih Sultan Mehmet, Gazali’nin filozofları eleştiren ve onları
küfürle itham ettiği eseri Tehâfüt’teki sorunların yeniden tartışılmasını istemesidir. 1 Mehmed Süreyya, Sicil-i Osmanî, (haz: Orhan Hülagu, Mustafa Ekinci, Hamdi Savaş), Sebil
Yayınevi, İstanbul 1998, c.IV, s.74.
2 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri (1299–1915), (haz: A.Fikri Yavuz, İsmail Özen), Meral
Yayınları, İstanbul, s. 340.
9
Bu isteğinin temelinde, felsefeye olan merakı vardır. Böylece Hocazâde ile İran’dan
Bursa’ya, oradan da İstanbul’a gelmiş olan Alaaddin Ali Tûsi (v. 887\1482–83) bu
çerçevede birer eser kaleme aldılar. Hocazâde’nin eseri Ali Tûsi’nin kinden daha çok
beğeni toplamış, bundan dolayı Fatih, Hocazâde’yi Ali Tûsi’den daha çok
mükâfatlandırmıştır. Bu olay üzerine Ali Tûsi İstanbul’u terk edip İran’a gitmiştir.”3
Ali Tûsi’nin İstanbul’u terk edip tekrar İran’a gitmesinin sebebi eserin
medrese uleması tarafından beğenilmemesidir. Bu durumu “Tâcu’t-Tevarih” adlı
eserinde Hoca Saadettin Efendi şöyle anlatmaktadır: “Molla’nın (Ali Tûsi) İran’a
gidişi dünya ile olan ilişkilerini kesmek, bağlantıları kaldırarak iç dünyasını
onarmaktı. Ama görünüşte nedeni bu oldu ki Sultan Mehmet Han Hazretleri gerek
Hazrete gerek Hocazâde’ye birer buyruk vermişti. Buyruğunda İmam Gazali’nin
Tehâfüt’ü şeklinde birer kitap yazıp, imamla hekimler arasındaki görüşleri
karşılaştırsınlar, irdelesinler istemiştir. Onların verdikleri rapora göre Hocazâde’ye
on bin akçe ile pahalı bir katır, Molla Tûsi’ye ise sadece on bin akçe ödendi. Gerçi
her eser de eşsiz sayılabilirdi. Ama Hocazâde’nin caizesinin daha fazla olması
Molla’nın gönlün kırılmasına yetti ve Rum diyarını bırakıp gitmesine neden oldu”.4
Sıhhati elvermemesine rağmen ilmi çalışmalarına devam eden Hocazâde,
II.Beyazıt’ın emriyle, “Mevâkıf” kitabına haşiye yazmıştır. Bu, Hocazâde’ye kitap
yazması için verilen ikinci emirdir.”5
3 Gürbüz Deniz, “Mustafa Muslihiddin Hocazâde”, Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları,
8. cilt, Ankara 1999, s. 102
4 Hoca Saadettin; “Tâcu’t-Tevarih”, (Sadeleştiren: İsmet Parmaksızoğlu), Ankara 1992, c. 5, s.89
5 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, “Yayınlanmamış Doktora
Tezi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1999, s. 18
10
Hocazâde, “Tehâfüt” adındaki eserini bahsettiğimiz müzakere neticesinde
yazmış ve bunun dışında çeşitli niteliklerde birçok eser ortaya koymuştur. Bu
eserlerini yazarken dönemindeki felsefe ile kelam arasındaki ciddi münasebeti
özellikle vurgulamıştır. Hocazâde, eserlerini niçin yazdığının gerekçesini yine
eserlerinde şu şekilde açıklamıştır:
“İnsan gücünün eriştiği hususların en kerimi mebde, maat ve ikisi arasında
mevcut olan şeylerin öğrenilmesidir. Bu meseleler üzerinde insanlar bir tek fikirde
iştirak etmemişlerdir. Çünkü onlarda akıl vehim ile hak batıl ile karışmaktadır. Bu
hususta şeriata uyan kimseler kurtulmuş, uymayanlar sapıtmıştır. Şeriata karşı
gelenler arasında hikmet ve felsefeye bağlanan bir grup vardır. Bu grup her ne kadar
hesap, hendese ve mantık ilimlerinde isabet etmiş ise de –çünkü bu ilimlerin
prensiplerinde akıl hâkimdir ve vehim işleri karıştırmaz- tabii ilimlerde kolaylıkla,
ilahi ilimlerde pek çok hataya düşmüşlerdir. Zira bu ilimlerin prensipleri akıllara ve
vehimlere kapalıdır. Sonra din uluları kelam ilmini tesis ederek bid’at ve delalet
ehline, bilhassa felsefecilere fazlasıyla cevap vererek İslam akidelerini kurmuşlar ve
kitaplar yazmışlardır. Bu eserler arasında Gazali “Tehâfüt-ül Felâsife” adında
çürütülmez bir risale meydana getirmiş ve onda felsefecilerin akidelerinin butlanının
çelişmelerini göstermiştir. Sonra ben hükümdar tarafından bu kitaplara benzer bir
kitap telifine memur edildim. İnsaflılar bu hususta düşmüş olduğumuz hataları mazur
göreceklerdir, zira kendimi hatadan salim farz etmiyorum. Eğer söz esnasında
Gazali’ye ait ihmallere işaret etmek mevkiinde bulunursam bu onu küçültmek için
11
değil –çünkü onun irşadından faydalanmış olduğumu itiraf ettiğim halde bunu nasıl
yapabilirim?- sadece neyi kabul ve neyi reddettiğimi göstermek içindir.” 6
Görüldüğü gibi Hocazâde, Gazali’ye kadarki felsefi süreç içerisinde
gerçekleşen düşünce yapısının Osmanlı Devletinde tekrar ortaya çıkmasına sebep
olmuştur.7 Bu durumun ortaya çıkmasında, devrin Osmanlı Hükümdarı Fatih Sultan
Mehmet’in büyük katkıları yadsınamaz bir durumdur.
Hocazâde felsefenin canlanmasına sebep olmuştur fakat kelâmi geleneğin
ağır basması, tenkitlerin derinleşmesini engellemiştir.8
6 Mübahat Türker, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe-Din Münasebeti, “Doktora Tezi”, Ankara
Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1956, s. 61–62
7 Hocazâde’nin yaşadığı devirde ne kadar önemli bir âlim olduğunu gösteren örneklerden birisi de şu
olaydır: “Ali Kuşçu İstanbul’a gelirken yolda Hocazâde ile rekabet içerisinde bulunan ve küserek
Maveraünnehir’e geri dönmekte olan ünlü bilgin Ali Tusi ile karşılaşınca, bu tecrübeli bilim adamı
İstanbul’da “köse” lakabıyla tanınan Hocazâde ile iyi geçinmesini tavsiye eder. Nitekim Üsküdar’da
onu karşılayan Hocazâde ile birlikte Rumeli yakasına geçerken, Kadırga’da med ve cezir olayını
tartıştıkları gibi, Timur’un huzurunda Seyyid Şerif el-Cürcâni ile Saadettin et-Taftazâni arasında
cereyan eden ünlü tartışmayı konuşurlar ve bu tartışmada Hocazâde, Cürcâni’yi; Ali Kuşçu da
Taftazani’yi haklı bulur. Birbirlerine çok ısınan bu iki bilim adamı el ele vererek bir yandan Osmanlı
bilim ve düşünce geleneğini tesis etmeye çalışırken diğer yandan da birbirleriyle akrabalık ilişkisi
içine girerler. Nitekim Ali Kuşçu kızını Hocazâde’nin oğluna verir. Kadızade-i Rumi’nin oğlu
Şemseddin ile evlenmiş bulunan kızının oğlu (torunu), Kutbettin de Hocazâde’nin kızıyla evlenir ve
bu evlilikten ünlü bilgin Mirim Çelebi dünyaya gelir.” [Bekir Karlığa, “İbn. Sîna Düşüncesinde
Osmanlı Düşüncesinin Gelişimi”, İslam Felsefesinin Sorunları, Elis Yayınları, Ankara 2003, s. 16.
(Ayrıca bkz. Salih Zeki, Asar-ı Bakiye, Amiri Matbaası, İstanbul 1329, c. 1, s.199)]
8 Süleyman Hayri Bolay, Klasik Dönem Osmanlı Düşüncesi ve Osmanlı’da Tehâfüt Tutkusu, 701
Osmanlı Özel Sayısı, Yeni Türkiye Yayınları, c. 3, yıl. 6, sayı. 33, Haziran 2000, s. 20
12
Hocazâde, yaşadığı zaman dilimi içerisinde geriye önemli eserler bırakmış,
eleştirel düşüncenin tekrar canlanmasına katkı sağlamış ve o devrin tartışılan temel
felsefi problemlerine çözümler üretmiştir.
13
2. HOCAZÂDE’NİN ESERLERİ:
Hocazâde ölümünden sonra geriye oldukça fazla sayılabilecek eser
bırakmıştır. Büyük diye nitelendirebileceğimiz “Tehâfüt” gibi eserlerinin dışında
çalışmamız kapsamında incelediğimiz varak sayısı çok fazla olmayan risale tarzında
da eserler bırakmıştır. Bu eserleri Türkiye’deki kütüphaneleri tarayarak yaptığımız
tetkik sonucu şu şekilde sıralayabiliriz. Eserlerin sıralanışında aynı eserin çeşitli
nüshaları özellikle belirtilmiştir.
1. “Cezrü’l Â’sâm Hal el-Muğâla”
a. “Risâle fî Halli’l-Muğâla Cezri’l-Â’sam”, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad
Efendi Bölümünde yer almakta olup, 1143 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 89–90
varakları arasındadır.
b. “Risâle fi Halli’l-Muğâlakati’l-Müsemmet bi’l-Cizri’l-Â’sam”, Süleymaniye
Kütüphanesi Şehit Ali Paşa Bölümünde yer almakta olup, 2830 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 74. varakta yer almaktadır.
c. “Cezrü’l-Â’sam Hal el-Muğâla”, Millet Kütüphanesi Feyzullah Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 1883 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 144–145
varakları arasındadır.
d. “Cezrü’l-Â’sam Hal el-Muğâla”, Tire Kütüphanesi, Diğer Vakıflar Bölümünde
yer almakta olup, 123 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 266. varakta bulunmaktadır.
e. “Cezrü’l-Â’sam Hal el-Muğâla”, Köprülü Kütüphanesi M. Asım Bey
Bölümünde yer almakta olup, 705 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 175. varak a ve
b sayfaları arasındadır.
14
f. “ Şerhu Cezrü’l-Â’sam”, Kayseri Kütüphanesi Raşit Efendi Bölümünde yer
almakta olup, 27017/56 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 166b–167 varakları
arasındadır.
2. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li [Mevlanazâde(Mollazâde)]”
a. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Konya Yazma Eserler Kütüphanesinde
yer almakta olup, 216 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1b ile 12a varakları
arasında bulunmaktadır.
b. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Konya Yazma Eserler Kütüphanesinde
yer almakta olup, 216 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 14b ile 55a varakları
arasında bulunmaktadır.
c. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Millet Kütüphanesi
Feyzullah Efendi Bölümünde yer almakta olup, 2155 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 146–164 varakları arasındadır.
d. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mevlanazâde”, Süleymaniye
Kütüphanesi Ayasofya Bölümünde yer almakta olup, 4847 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 38 varaktır.
e. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mevlanazâde”, Beyazıt Kütüphanesi
Beyazıt Bölümünde yer almakta olup, 3984 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 29
varaktır.
f. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Carullah Bölümünde yer almakta olup, 1324 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 73
varaktır.
15
g. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Carullah Bölümünde yer almakta olup, 1326 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 89
varaktır.
h. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Carullah Bölümünde yer almakta olup, 1286 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 28
varaktır.
i. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Hüsnü Paşa Bölümünde yer almakta olup, 1233 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
36 varaktır.
j. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Halet Efendi Bölümünde yer almakta olup, 536 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
85–2–136. varaklar arasında bulunmaktadır.
k. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Karaçelebizade Bölümünde yer almakta olup, 247 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 27 varaktır.
l. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2211 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 260–
289. varaklar arasında bulunmaktadır.
m. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2539 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 71–
103+2 varakları arasında bulunmaktadır.
n. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Süleymaniye Kütüphanesi
Servili Bölümünde yer almakta olup, 187 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 76–
112 varakları arasında bulunmaktadır.
16
o. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Yozgat Kütüphanesi
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 719 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 34 varaktır.
p. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Yozgat Kütüphanesi
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 720 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 88–134. varaklara arasında bulunmaktadır.
q. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Yozgat Kütüphanesi
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 721 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 65–89. varaklara arasında bulunmaktadır.
r. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Yozgat Kütüphanesi
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 721 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 53–101. varaklara arasında bulunmaktadır.
s. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme li Mollazâde”, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup,
863 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 149 varaktır.
t. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Tire Kütüphanesi Diğer Vakıflar
Bölümünde yer almakta olup, 368 numaralı demirbaşa kayıtlıdır.
u. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Adana İl Halk Kütüphanesinde yer
almakta olup, 1383 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1b-37a varakları
arasındadır.
v. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Amasya Beyazıt Kütüphanesinde yer
almakta olup, 1702 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 36b-56b varakları
arasındadır.
17
w. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Amasya Beyazıt Kütüphanesinde yer
almakta olup, 543 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 73b-102a varakları
arasıdadır.
x. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 37234 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 38b-64a varakları arasındadır.
y. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Beyazıt Kütüphanesi Beyazıt
Bölümünde yer almakta olup, 3999 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 89b-126a
varakları arasındadır.
z. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâyeti’l-Hikme”, Antalya/Tekeli Kütüphanesi Yazma
Eserler Bölümünde yer almakta olup, 764 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 98b-
140b varakları arasındadır.
aa. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâye li Mevlanazâde”, Millet Kütüphanesi Feyzullah
Efendi Bölümünde yer almakta olup, 1187 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1–
31. varaklar arasında bulunmaktadır.
bb. “Hâşiye ala Şerhi’l-Hidâye li Mevlanazâde”, Millet Kütüphanesi Feyzullah
Efendi Bölümünde yer almakta olup, 2098 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
38b-66byp varakları arasında bulunmaktadır.
cc. “Hâşiye ala Şerh’i Mevlanazâde ala Hidâyeti’l-Hikme”, Köprülü Kütüphanesi
M.Asım Bey Bölümünde yer almakta olup, 269 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
1–31. varaklar arasında bulunmaktadır.
dd. “Hâşiyet’ü Hocazâde ala Şerh’i Mevlanazâde ala Hidâyeti’l-Hikme”,
Köprülü Kütüphanesi M. Âsım Bey Bölümünde yer almakta olup, 270
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 97–144. varaklar arasında bulunmaktadır.
18
ee. “Hâşiye-i Hocazâde ala Mevlanazâde”, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Kütüphanesi Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 394
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 53 varaktır.
ff. “Hâşiye ala Şerh’i Mollazâde”, Vahit Paşa Halk Kütüphanesinde yer almakta
olup, 789 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 32 varaktır.
3. “Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf {(fi İlm-i Kelâm) li’s-Seyyid Şerif Cürcâni}”
a. “Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf fi İlm-i Kelâm”, Beyazıt Kütüphanesinde yer
almakta olup, 2878 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 69 varaktır.
b. “Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Amcazade Bölümünde yer almakta olup, 302 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
71 varaktır.
c. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Bağdatlı Vehbi Bölümünde yer almakta olup, 826 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 85 varaktır.
d. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Carullah Bölümünde yer almakta olup, 1341 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
10–95 varakları arasındadır.
e. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Damat İbrahim Bölümünde yer almakta olup, 784 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 102 varaktır.
f. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Fatih Bölümünde yer almakta olup, 2987 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 70
varaktır.
19
g. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Fatih Bölümünde yer almakta olup, 2988 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 116
varaktır.
h. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Hüsrev Paşa Bölümünde yer almakta olup, 122 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
76 varaktır.
i. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2222 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 42
varaktır.
j. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Mehmet Ağa Camii Bölümünde yer almakta olup, 132 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 131–218 varakları arasındadır.
k. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Süleymaniye Bölümünde yer almakta olup, 761 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 80 varaktır.
l. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Şehit Ali Paşa Bölümünde yer almakta olup, 1715 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 126–262 varakları arasındadır.
m. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Şehit Ali Paşa Bölümünde yer almakta olup, 1613 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 105 varaktır.
n. Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf li’s-Seyyid Cürcâni”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Şehit Ali Paşa Bölümünde yer almakta olup, 1614 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 109 varaktır.
20
o. “Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf”, Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümünde
yer almakta olup, 2119 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 204–234 varakları
arasındadır.
p. “Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf”, Tire Kütüphanesi, Necip Paşa Vakfı Bölümünde
yer almakta olup, 167 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 90 varaktır.
q. “Hâşiye ala Şerhi’l-Mevâkıf”, Süleymaniye Kütüphanesi, Amcazade Hüsrev
Bölümünde yer almakta olup, 302 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1b-72b
varakları arasındadır.
r. “Hâşiyetü’l-Mevâkıf”, Kütahya/Tavşanlı Halk Kütüphanesinde yer almakta
olup, 1035 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 86 varaktır.
s. “Mevâkıf Şerh-i”, Atıf Efendi Kütüphanesi, Atıf Efendi Bölümünde yer
almakta olup, 1219 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1–104 varakları
arasındadır.
4. “Hâşiye ala Şerhi’t-Tavâli li’l-İsfehâni”
a. “Hâşiye ala’l-İsfehâni”, Süleymaniye Kütüphanesi, Hüsrev Paşa Bölümünde
yer almakta olup, 122 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 77–120 varakları
arasındadır.
b. “Hâşiye ala Şerhi’t-Tavâli li’l-İsfehâni”, Süleymaniye Kütüphanesi, Şehiy Ali
Paşa Bölümünde yer almakta olup, 1597 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 88
varaktır.
5. “Tehâfütü’l-Felâsife”
a. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Millet Kütüphanesi, Ali Amiri Arabî Bölümünde yer
almakta olup, 1492 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
21
b. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Millet Kütüphanesi, Ali Amiri Arabî Bölümünde yer
almakta olup, 1493 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
c. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Millet Kütüphanesi, Ali Amiri Arabî Bölümünde yer
almakta olup, 1494 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
d. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi,
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 6606 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 124;2 varaktır.
e. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi,
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 4388 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 134;2 varaktır.
f. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Amcazade Bölümünde yer
almakta olup, 449 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1b-111a varakları
arasındadır.
g. “Tehâfütü’l-Felâsife”, 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi,
Yazma Eserler Bölümünde yer almakta olup, 24292 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 91+4–139 varakları arasındadır.
h. “Tehâfütü’l-Felâsife”, İzmir Milli Kütüphanesi, Yazma Eserler Bölümünde
yer almakta olup, 1450 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 93 varaktır.
i. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 2358 numaralı demirbaşa kayıtlıdır.
j. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 6165 numaralı demirbaşa kayıtlıdır.
k. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Abdülgani Ağa Bölümünde
yer almakta olup, 193 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
22
l. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Amcazade Hüseyin
Bölümünde yer almakta olup, 449 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 11 varaktır.
m. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Aşır Efendi Bölümünde yer
almakta olup, 182 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 205 varaktır.
n. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümünde yer
almakta olup, 2204 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 138 varaktır.
o. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümünde yer
almakta olup, 2204 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 113 varaktır.
p. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Bağdatlı Vehbi Bölümünde
yer almakta olup, 844 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
q. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümünde yer
almakta olup, 1278 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 75 varaktır.
r. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümünde yer
almakta olup, 1276 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 223 varaktır.
s. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümünde yer
almakta olup, 1277 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 98 varaktır.
t. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Damat İbrahim Bölümünde
yer almakta olup, 779 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 106 varaktır.
u. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Darul Mesnevi Bölümünde
yer almakta olup, 295 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 81 varaktır.
v. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümünde
yer almakta olup, 1151 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 101 varaktır.
w. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümünde
yer almakta olup, 1152 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 109 varaktır.
23
x. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümünde
yer almakta olup, 2922 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 150 varaktır.
y. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih Bölümünde yer
almakta olup, 3180 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 100 varaktır.
z. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Giresun Yazmalar
Bölümünde yer almakta olup, 107 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 131–216
varakları arasındadır.
aa. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Hüsnü Paşa
Bölümünde yer almakta olup, 1137 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 88 varaktır.
bb. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 1272 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134+2
varaktır.
cc. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 389 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
dd. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 1428 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 92 varaktır.
ee. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Halet Efendi Bölümünde
yer almakta olup, 441 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 84 varaktır.
ff. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Hamidiye Bölümünde yer
almakta olup, 723 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 123 varaktır.
gg. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi Bölümünde
yer almakta olup, 252 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 2+134 varaktır.
24
hh. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İsmail Hakkı
Bölümünde yer almakta olup, 1534 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 136
varaktır.
ii. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Kadızade Mehmet
Bölümünde yer almakta olup, 319 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 117 varaktır.
jj. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Kadızade Mehmet
Bölümünde yer almakta olup, 320 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 112 varaktır.
kk. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Kasidecizade Bölümünde
yer almakta olup, 679 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 81–92 varakları
arasındadır.
ll. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Şehit Ali Paşa Bölümünde
yer almakta olup, 1583 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 106 varaktır.
mm. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Turhan V. Sultan
Bölümünde yer almakta olup, 194 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 101 varaktır.
nn. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 1647 numaralı demirbaşa kayıtlı ve sayfa kenarında bulunmaktadır.
oo. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 4722 numaralı demirbaşa kayıtlı ve sayfa kenarında bulunmaktadır.
pp. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 4723 numaralı demirbaşa kayıtlı ve sayfa kenarında bulunmaktadır.
qq. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 10764 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 3. bölüm 24sm. de bulunmaktadır.
rr. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 25849 numaralı demirbaşa kayıtlı ve sayfa kenarında bulunmaktadır.
25
ss. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde yer almakta
olup, 25948 numaralı demirbaşa kayıtlı ve sayfa kenarında bulunmaktadır.
tt. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Amasya Beyazıt Kütüphanesinde yer almakta olup,
1523 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 135b-256a varakları arasındadır.
uu. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Beyazıt Kütüphanesi, Beyazıt Bölümünde yer almakta
olup, 3166 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 121 varaktır.
vv. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Beyazıt Kütüphanesi, Beyazıt Bölümünde yer almakta
olup, 2822 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 103 varaktır.
ww. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Nuruosmaniye Kütüphanesinde yer almakta
olup, 4981 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 35–106 varakları arasındadır.
xx. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Hacı Selim Ağa Kütüphanesinde yer almakta olup, 588
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 169 varaktır.
yy. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, Hüdar Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 951 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 134 varaktır.
zz. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi,
Öğüt Efendi Bölümünde yer almakta olup, 633 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
varak sayısı belirtilmemiştir.
aaa. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi, Ayasbeyoğlu Bölümünde yer almakta olup, 012 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve varak sayısı belirtilmemiştir.
bbb. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi, Genel Bölümde yer almakta olup, 583 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve varak sayısı belirtilmemiştir.
26
ccc. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi, Genel Bölümde yer almakta olup, 610 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 134+3 varaktır.
ddd. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi, Genel Bölümde yer almakta olup, 1405 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 134+2 varaktır.
eee. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi, Genel Bölümde yer almakta olup, 10304 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 91+135 varaktır.
fff. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi,
Elmalı Bölümünde yer almakta olup, 186 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 416
varaktır.
ggg. “Tehâfütü’l-Felâsife”, Atıf Efendi Kütüphanesi, Atıf Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 1224 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 3+111
varaktır.
hhh. “Kitâbu’t-Tehâfüt”, Nuruosmaniye Kütüphanesinde yer almakta olup,
2663 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 101b-182byp varakları arasındadır.
iii. “et-Tehâfüt”, Topkapı Kütüphanesi, III. Ahmet Kitaplığı Bölümünde yer
almakta olup, 1927 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 104 varaktır.
jjj. “et-Tehâfüt”, Millet Kütüphanesi, Feyzullah Efendi Bölümünde yer almakta
olup, 1182 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 144 varaktır.
kkk. “et-Tehâfüt”, Millet Kütüphanesi, Feyzullah Efendi Bölümünde yer
almakta olup, 1183 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 144 varaktır.
27
lll. “et-Tehâfüt”, Millet Kütüphanesi, Ali Amiri Arabî Bölümünde yer almakta
olup, 1491 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 91–136 varakları arasındadır.
mmm. “et-Tehâfüt”, Millet Kütüphanesi, Feyzullah Efendi Bölümünde yer
almakta olup, 1183 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 144 varaktır.
nnn. “Tehâfet”, Kütahya Vahit Paşa Kütüphanesinde yer almakta olup, 307
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 81 varaktır.
ooo. “Tehâfüt li Mevlâna Hocazâde”, Nevşehir Damat İbrahim Paşa
Kütüphanesinde yer almakta olup, 208 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 113
varaktır.
ppp. “Hâşiye ala’t-Tehâfüt”, Topkapı Kütüphanesi, III. Ahmet Kitaplığı
Bölümünde yer almakta olup, 3203 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 99 varaktır.
qqq. “Tehâfüt ala Tehâfütü’l-Felâsife”, Süleymaniye Kütüphanesi, Giresun
Yazmaları Bölümünde yer almakta olup, 3580 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
131b-216b varakaları arasındadır.
rrr. “Tehâfüt-ü Tehâfütü’l-Felâsife”, Atıf Efendi Kütüphanesi, Atıf Efendi
Bölümünde yer almakta olup, 1570 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 1-91
varakaları arasındadır.
sss. “Tehâfüt-ü Tehâfütü’l-Felâsife”, Prof. Dr. Bekir TOPALOĞLU
Kütüphanesinde yer almakta olup, 1111 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 91–
136 varakaları arasındadır.
ttt. “Tehâfüt-ü Tehâfütü’l-Felâsife”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesinde yer almakta olup, 4413 numaralı demirbaşa kayıtlı ve varak
sayısı belirtilmemiştir.
28
uuu. “Tehâfüt-ü Tehâfütü’l-Felâsife”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesinde yer almakta olup, 2993 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 91–
136 varakları arasındadır.
vvv. “Şerh-u Tehâfütü’l-Felâsife”, İstanbul Üniversitesi Merkez
Kütüphanesi, Arapça Eserler Bölümünde yer almakta olup, 4065 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 137 varaktır.
www. “Şerh-u Tehâfütü’l-Felâsife”, İstanbul Üniversitesi Merkez
Kütüphanesi, Arapça Eserler Bölümünde yer almakta olup, 2733 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 57 varaktır.
6. “el Muhâkeme beyne Tehâfütü’l-(Gazali ve İbn Rüşd)”9
a. “Muhâkeme beyne Tehâfütü’l-Gazali ve İbn-i Rüşd”, Süleymaniye
Kütüphanesi, Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2488 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 116 varaktır. 10
9 Hocazâde’nin filozofları eleştirisi; Gazali’nin Tehâfüt’ünün dışına taşmamıştır. Ancak Ali Tusi gibi
de fanatik bir Gazali takipçisi olmamıştır. Yeri geldiğinde filozofların tarafını tutmuş, yeri geldiğinde
ise hem Gazali’yi hem de filozofları eleştirmiştir. Hocazâde kalıplaşmış olan kelami gelenek içinden
geldiği için filozoflara bakış açısı da ancak Gazali’nin, kelamcıların temel eseri niteliğindeki
Tehâfüt’ü doğrultusunda olmuştur. (Gürbüz Deniz, “Mustafa Muslihiddin Hocazâde”, Osmanlı
Ansiklopedisi, s. 103)
Hocazâde’nin kendisi İbn Rüşd’e karşı bir tavırla ortaya çıkmamış, hatta adını bile
anmamıştır. (Ahmet Arslan, “Kemal Paşazade’nin Felsefi Görüşleri”, Şeyhülislam İbn-i Kemal
Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1986, s. 121)
Genel kanı, Hocazâde’nin eserlerinde İbn Rüşd ve eseri hakkında her hangi bir
değerlendirmede bulunmadığı şeklindedir. Eserinde geçen İbn Rüşd ismi müstensih tarafından hatalı
olarak yazılmıştır.
10 Eserin müstensihi; Mustafa b. Muhammed el Yenigöl
29
b. “Muhâkeme beyne Tehâfüt’l-Gazali ve İbn-i Rüşd”, Süleymaniye
Kütüphanesi, Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2169 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 97 varaktır.
c. “el Muhâkeme beyne Tehâfüt’l-Gazali ve İbn-i Rüşd”, Süleymaniye
Kütüphanesi, Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2162 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 149 varaktır.
d. “el Muhâkeme fi’t-Tehâfüt”, Köprülü Kütüphanesi, Fazıl Ahmet Paşa
Bölümünde yer almakta olup, 798 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 85 varaktır.
7. “Tâlikâ ala Şerhu’l-Mevâkıf (fî Bahsi’l-Cihet)”
a. “Tâlikâ ala Şerhu’l-Mevâkıf fî Bahsi’l-Cihet”, Süleymaniye Kütüphanesi,
Halet Efendi Bölümünde yer almakta olup, 802 numaralı demirbaşa kayıtlı ve
varak sayısı belirtilmemiştir.
b. “Tâlikâ ala Şerhu’l-Mevâkıf”, Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah
Bölümünde yer almakta olup, 1341 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 7 varaktır.
c. “Talika ala Kitabu’l-Mevakıf”, Köprülü Kütüphanesi, Fazıl Ahmet Paşa
Bölümünde yer almakta olup, 1610 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 91–98
varakları arasındadır.
8. “Mukaddime Seb’a fî Ma’rifet-i Kavs-i Kuzah”
Süleymaniye Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa Bölümünde yer almakta olup, 1040
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 77–78 varakları arasındadır.
30
9. “Hâşiye ala Telhîs-i’l-Miftah”
Antalya /Tekeli Kütüphanesinde yer almakta olup, 838 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 1a-50a varakları arasındadır.
10. “Hâşiye ala Kısmeyi’t-Tabîi ve’l-İlâh-i (mine’l-Hidâye)”
a. “Hâşiye ala Kısmeyi’t-Tabîi ve’l-İlâhi mine’l-Hidâye”, Süleymaniye
Kütüphanesi, Yozgat Yazma Eserleri Bölümünde yer almakta olup, 700 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 31–70 varakları arasındadır.
b. “Hâşiye ala Kısmeyi’t-Tabîi ve’l-İlâhi”, Süleymaniye Kütüphanesi, Aşir
Efendi Bölümünde yer almakta olup, 103 numaralı demirbaşa kayıtlı ve 33
varaktır.
10. “Tahrîr-i’l-Mir’ât”
Süleymaniye Kütüphanesi, Kasidecizade Paşa Bölümünde yer almakta olup, 192
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 639. varaklardadır.
11. “Şerhü’l-İzzi fi’t-Tasvîr”
Antalya/Tekeli Kütüphanesinde yer almakta olup, 628 numaralı demirbaşa kayıtlı
ve 1b-55b varakları arasındadır.
12. “Risâle fi Şerh-i Hadîs-i İnnâ Lillâh-i Teâla Seb’îne Elf-i Hicâb”
Nuruosmaniye Kütüphanesinde yer almakta olup, 2679 numaralı demirbaşa
kayıtlı ve 88b-172byp varakları arasındadır.
31
13. “Risâle fi Beyân-i İttihâdi’l-Ârâdi’l-Amme Maal-Mâhiyet”
Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümünde yer almakta olup, 2119 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 281–282 varakları arasındadır.
14. “ Hâşiye alâ Hâşiyât Mollazâde bi Şerhi’l-Kazi”
Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli Bölümünde yer almakta olup, 2211/6 numaralı
demirbaşa kayıtlı ve 30 varaktır.
15. “Risâle fi’t-Tevhîd”
Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümünde yer almakta olup, 2206
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 12–21 varakları arasındadır.
16. “Risâle fî Bahsi’l-İllet ve’l-Ma’lûl”
Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümünde yer almakta olup, 1161
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 98–100 varakları arasındadır.
17. “Risâlet’ün Teteallaku bi’l-İtirâz alâ Delîl-i İsbât-i Vücudiyyeti’l-Cihet”
Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümünde yer almakta olup, 2350
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 19–27 varakları arasındadır.
18. “Risâle fi Tahkîk-i enne Kelamallâh-i Kadîm”
Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümünde yer almakta olup, 3782
numaralı demirbaşa kayıtlı ve 30–31 varakları arasındadır.
32
İKİNCİ BÖLÜM:
RİSALELER’İN TERCÜMELERİ
33
“RİSÂLETÜ’N Fİ’T-TEVHÎD”
RİSALESİ’NİN TERCÜMESİ
34
12 b Sübhan Allah ki O, birlerin biridir. O, ne doğmuştur, ne de doğrulmuştur. Onun
birliğine hiçbir şey denk değildir. Onun Peygamberine ve Ehli Beyt’e salât ve selam
olsun.
Musannıf demiştir ki; Üçüncü dayanağa (mirsâd) bakacak olursak ki, bu
Tevhid konusu ile ilgilidir. (Bu konu hakkında) Haşiye Sahibi şöyle demiştir: Onun
benzerinin olmaması, onun birliğini gerektirir (zorunlu kılar), bundan dolayı da bunu
zikretmeye gerek yoktur. (Haşiye Sahibi’nin söylediği bu iddiaya) şöyle cevap
verilmiştir: Türde benzerinin olmaması ulûhiyette ortağının olmamasını gerektirmez.
Varlığın zorunluluğu (vucûbu'l vücûd) nun1 zahir olduğu caizdir. Bu ikisinden her
biri de hüviyetin bir gereğidir.
Ben derim ki; buradaki delilin dayanağı olduğu üzere, varlığın zorunluluğu,
eğer zatın aynısı ise türde benzer bir ortaktan münezzeh tutmak, şüphesiz ulûhiyet
sıfatlarındaki ve varlığın zorunluluğu (vücûbu'l vücûd) nda ortaklıktan mukaddes
tutmayı gerektirir. 13 a Sözün bağlamı itibariyle sadece türde benzer bir ortağı
olumsuz kıldığı söylenebilir. Orada kesinlikle ne zorunlunun ayniliği, ne de
zorunlunun başkalığı görünmemektedir.
Musannıf şöyle demiştir: "Zorunluluğun, bizzat mahiyetin kendisi olduğu
önceden ifade edilmiştir." Zamanının önde gelen (âlimi)2 bu öncülün men'inde şöyle
demiştir: " Bilmelisin ki zorunluluk üç anlamda kullanılır:
1. Zatın varlığı gerektirmesi.
2. Varlıkta başkasına muhtaç olmama.
3. Zorunlu olan şeyi başkasından ayırt eden şey".
1 Varlığın zorunluluğundan (vücûbu’l vücûd) kastedilen varlığı kendiyle zorunlu olan Allah’tır.
2 Burada kastedilen kişi Hocazâde’nin kendisidir.
35
Şüphesiz ilk iki anlamın bizatihi mahiyet ifade ettiği (mahiyetin kendisi
olduğu) düşünülemez. Çünkü onlar itibaridir. Öyleyse onların; "zorunluluk, zorunlu
olanın mahiyetin kendisidir (mahiyetin kendisinin zorunluluğudur)" şeklindeki
sözleri ile kastedilen üçüncü anlamdır.
Öyleyse zorunlu olanın çok sayıda olduğu varsayımına göre şöyle denir: 13 b
"Şayet zorunluluk, iki ferde sahip tek bir gerçeklik olsaydı, bileşiklik (terkîb) olması
gerekirdi". (Bu sözden) sonra bu sözün devamındaki şu söz ile söylenmektedir ki;
"şüphesiz bu sorunun gelişi cevabını zorlaştıracak bir biçimde olmuştur. Fakat bu
sözde onun, zorunluluğunu üçüncü anlamına tahsis edildiği (görülmektedir)". Haşiye
Sahibi açıklamada bulunmuş ama tahsisi göz önünde bulundurmamıştır.
"Çünkü o ikisi, dış dünyada varlığı bulunmayan akli itibari iki şeydir"
şeklindeki sözü, eğer o ikisiyle mutlak bir anlam kastedildiyse kabul edilebilir. Aksi
takdirde neden onlar (filozoflar) a göre ittifakla o ikisinden; özel olanın zorunlunun
mahiyeti dışında gerçek bir şey olması mümkün olmasın?
"Zorunluluk, zorunlunun mahiyetinin aynısıdır" şeklindeki sözleriyle
kastedilen üçüncü anlamdır. Ben derim ki; bu sınırlama (hasr) sadece bu değerli
şahsın (zihninde) bildiği kişilerin görüşüdür. 14 a Ama onun sadece bazı kitaplarda
geçtiği iddia edilebilir. Bundan dolayı karinelerin tanıklık ettiği (gösterdiği) şeylere
aykırı olması, onun için olumsuz bir durum gerektirmez. Zorunluluk bahislerinden
üçüncü bahiste ve bu delilin son taraflarında geçen sözden şu kastedilmektedir;
zorunluluğun birinci ve ikinci anlamı, zorunlu olan şeyin gerekliliğinin aynısıdır.
Sanki o, onların (muhtemelen felsefeciler) sözünün çok zayıf olmasından dolayı,
zorunluluğun bu iki anlam itibariyle varlıksal şeylerden ve zorunlu olanın aynısı
36
olduğu hususunda onların sözlerine iltifat etmemiştir. Onu sınırlandırmasının (hasr)
nedeni, sorusunun ona dayanması değildir. Sadece vakıanın açıklanmasıdır.
"Zorunluluk, hakikatin kendisidir" şeklindeki sözlerinde onların zorunluluk
(sözcüğüyle) kastettikleri şeyin üçüncü anlam değil de, 14 b aksine ilk iki anlamdan
biri olduğu şeklindeki bir açıklamayla, her kim (Mevlâna Zeyrek)3 ona karşı çıkarsa,
bu değerli şahsiyetin sorusunun geçerli olduğunu (vürûd) tasdikten başka bir şey
yapmış olmaz. Çünkü bu durumda o (sorunun) geçerliliği daha açık ve net
olmaktadır.
Yeminler olsun ki (umrihî) ilave bir nükteyle beraber bazı değerli
şahsiyetlerden naklen işaret ettiğimiz cevap, zihnimin en zirve noktasından (ortaya
çıkmıştır). Fakat Muhakkık’ın kastı açık bir şekilde ortaya çıkınca (bu çözümsüzlük)
ortadan kalktı ve neredeyse hiç olmamış gibi oldu.
"Zorunluluk, zorunlu olanın mahiyetinin aynıdır" şeklindeki sözleriyle
kastedilen üçüncü anlamdır. (Bu) sözden akla, "üçüncü anlamın bizatihi mahiyetin
kendisi olduğunun" kastedildiği gelmektedir. Ki (aslında) bu, böyle değildir. Aksine
O, şunu kastetmiştir: "O (sözcüğün) doğruladığı şey, mahiyetin kendisidir". Aksi
takdirde Onun sözü geçerli olmazdı.
O zaman şöyle söylenir; zorunlunun çok sayıda olduğu varsayımına
dayanarak bileşikliğin (terkîb) ortaya çıkacağı şeklindeki iddia, ancak ve eğer
zorunluluk, iki ferde sahip bir gerçeklik olsaydı (bu) sonuç ortaya çıkardı. 15 a Eğer
birbirinden farklı iki zattan her biri bir diğerinde, bir başkasına ayırt edilirse;-çünkü
3 Hocazâde bu isim ile Ali Tûsi’den bahsetmektedir. Bu konu; aynı risalenin açıklama bölümünde
belirtilmiştir.
37
tek bir anlamın, her biri diğerinden bizatihi ayırt edildiği- birbirinden farklı iki zatın
kendisi olmasının tasavvur edilemeyeceği aşikârdır.
"İlk iki anlamda ortak olacaklardır" şeklindeki sözü, bu ortaklığın sadece
ikisine has olduğu zannını vermektedir ama (gerçekte durum) öyle değildir. Çünkü
üçüncü anlamın mutlaklığı da aynı şekilde, bu varsayıma göre o ikisinin
(zorunluluğun birinci ve ikinci anlamı) arasında ortak bir arız bulunur. Bunu
derinliğince düşünen ve inceleyen için bu çok aşikârdır. Bu zikrettiklerimizin
neticesinde, şöyle diyerek, bu soruya cevap vermek isteyenin sözünün tutarsızlığı
ortaya çıkar: Şayet üçüncü anlam, birbirinden farklı iki gerçeklik olsaydı
zorunluluğun anlamları, 15 b iki gerçeklikten her biri bir diğerinde bulunmaksızın ilk
iki anlamda bir birini gerektirmezdi (mütelâzime). Öyleyse üçüncü anlamın tek bir
gerçeklik olması zorunludur. Geçersiz kılınması gereken muhtemel çok sayıdalık
(ihtiyacı) ferdin çok sayıda olmasıdır. Şayet gerçeklikte, birlikteliğe (aynılığa)
rağmen çok sayıdalık olursa o zaman bileşimin (terkîb) olması gerekir.
Bu durumda ortaya çıkmaktadır ki; bu iki karşılıklı gerektirme, ilk iki anlam
ile üçüncü anlamın mutlaklığı arasındadır. Bu mutlak (anlam), bu varsayıma göre
ortak olduğundan dolayı (zorunluluğun) üç anlamından hiç biri diğerinden ayrılmaz.
Sonuç (olarak) bu problemin cevabı tek bir şeyin -bu şey zorunluluk da olsa,
başka bir şey de olsa- zorunlunun kendisi olmasının ispatına dayanır. 16 a "Salt
varoluş zorunlunun kendisidir" şeklindeki sözleri tam (eksiksiz) olsaydı Muhâkemat
Yazarı’nın aktardığı üstadın (İbn Sîna) Şifa'daki cevabı geçerli olurdu.
Musannıf şöyle demiştir; "zorunlunun, mahiyetin kendisi olduğu daha önce
ifade edilmiştir". Bu, zorunlunun tümel bir mahiyete sahip olduğu hissini
vermektedir. Fakat bu delil gereğince, dış dünyada birçokluğa sahip olsun ya da
38
olmasın bu doğru değildir. (Burada) mâhiyet (sözcüğü ile) kastedilen bireysel
hüviyettir.
Musannıf şöyle demiştir; “böylece bileşikliğin (terkîb) olması gerektiği
(ortaya çıkmıştır).” Ben derim ki; belirlilik (taayyün) ile ilgili bölümlerde açıklandığı
üzere, belirli bir bireyin, bir mahiyet ve taayyünden oluşmuş olması, dış dünyaya
göre değil, sadece zihni olarak (gerçekleşen bir durumdur).
Musannıf şöyle demiştir; bilmelisin ki, bir mahiyetin iki bireye nispeti, cinsin
fasla nispeti gibidir. 16 b Böylece cins, aklen çeşitli mahiyetlere sahip olma olasılığı
taşıyan müphem bir şey olduğu gibi, ve o ikisinden hiç birinin, fasl (ayırım)
kendisine eklenmeden bir belirliliği olamayacağı ve bu ikisi zati olarak, yapım olarak
(���) ve dış dünyadaki varlıkları (itibariyle) birleşik olup, sadece zihinde birbirinden
ayırt edilebildikleri gibi, aynı şekilde türsel (nev'î) mahiyette çeşitli hüviyetlere sahip
olma olasılığı taşır. Ve onlar ancak kendilerine eklenen bir bireyselleşme (teşahhus)
itibariyle çok sayıda olabilirler. Bu ikisi, dış dünyada zat, yapım (���) ve varlık
itibariyle birleşiktirler ama sadece zihinde bir birlerinden ayırt edilebilirler.
Dış dünyada mahiyet diye bir varlık yoktur ve birey (şahsiyet) gibi diğer bir
varlık yoktur ki, bu ikisinden bir fert oluşsun. Aksi takdirde mahiyet (anlamının)
kendi fertlerine yüklem olması mümkün olmazdı. Bilakis burada tek bir varlık vardır
o da, bireysel (şahsi) hüviyettir. Bununla beraber akıl, o ikisinin türsel bir mahiyet ve
teşahhus (bireyselleşme) gibi iki kısma ayırır. 17 a Nitekim aynı şekilde türsel
mahiyeti de cins ve fasl (ayırım)a ayırır.
Yüce Allah'ın gerçekliği ile ilgili zihni bileşikliğin (terkîb) geçersiz olduğuna
dair hiç bir delil yoktur.
39
Haşiye Sahibi, zorunluluk ile ilgili bölümlerde bunu açıkça ifade etmiştir.
Orada şöyle der; “yani çelişki şudur. Onun -yani zorunluluğun- akli bir cüz'e
ihtiyacının olmaması tenakuzdur (münâfât).” İşte bu, açık (bedihi) değildir. Onunla
ilgili burhan da yoktur. Öyleyse burada muhtaç olunan şey onun dış dünyadaki
varlığı değil, tasavvurudur.
Haşiye Sahibi şöyle demiştir: “Her iki yön de varlığın türsel bir tabiat
olmasına dayanır.” Ben derim ki; bu tartışmalıdır. Çünkü şayet biz bu iki yönün
geçerli olduğunu varsayarsak, o zaman zorunluluğun türsel bir tabiat oluşunun
geçersiz olması gerekir. Bireyin (şahsiyet) dayanağının bu şeyin geçerliliği (sıhhati)
ile geçerli olması şüphesiz zorunludur. Bu açıktır, ama diğerine gelince; bu iki yönün
geçerliliğini gerektiren şeyler (levazımat) ile zorunluluğun türsel bir tabiat oluşu
arasındaki tenakuzlardan dolayıdır. 17 b Bu bakımdan o ikisinin geçerliliği mutlak
anlamda çok sayıda olmanın nef'yini (olumsuzlanmasını) gerektirir.
Zorunlunun türsel bir tabiat olması, zihinde çok sayıda olmayı gerektirir.
Burada asıl kastedilen, zorunlu olarak, türsel tabiat ile taayyünden (belirlilik)
meydana gelen bileşimdir.
Birinci yöne bakıldığında, doğrusu onun dayanağının, zorunluluğun mutlak
anlamda değil de -bilakis zorunlunun çok sayıda olduğunun yada onun, zorunlunun
kendisi olduğunun varsayılması durumunda- türsel bir tabiat olması (anlamında) dır.
Bu (durum) diğerini gerektirmez. Açıkça görüldüğü üzere bu dayanak, zikredilen
yönün geçerli olduğunun varsayılması durumunda geçersiz bir hale gelmez.
İkinci yöne bakıldığı zaman; onun dayanağının, zorunlunun ona ait olan türsel
bir tabiatı değil de zorunlunun kendisi olması (gerekir). Zira bu husustaki söz, şayet
zorunlunun türsel bir tabiat oluşuna dayansaydı, bunun sonucunda ondan ve
40
belirlilikten kesinlikle bir bileşiklik (terkîb) doğardı. 18 a Böylece bir çıkmaza
girilmiş olurdu. Bunu iyi düşün!
Açıkça görülmektedir ki; zorunluluğa bakıldığında geçerli olsa da, bu iki
yönün dayanağı gerekli (lâzım) değildir. Çünkü bu ikisi gerçekte her hangi bir şeyin,
zorunlu varlığın gerçekliğinin kendisi oluşunun sabit olmasına dayanmaktadır. Ve
(aynı şekilde) bu şey, çokluk varsayıldığında ortak türsel bir mahiyet oluşunun sabit
oluşuna (dayanmaktadır).
“Zorunluluğun; zorunlunun gerçekliğinin kendisi olduğunu” iddia ettikleri
gibi, aynı şekilde varlığın da onun mahiyetinin kendisi olduğu (hususunda) ittifak
etmişlerdir. Onların (muhtemelen felsefeciler), o ikisinden her birini, zorunlunun
aynısı olarak görmelerinin bir gerçeklik (sahih) olduğunu da unutma!
Birinci yön ile ilgili şöyle söylenebilir; şayet iki zorunlu bulunsaydı, bunlar
taayyün(belirlilik) yoluyla birbirine ayırt edilebilirdi. Çünkü bu durumda varlık, o
ikisinin arasında ortak bir gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan, şayet taayyün
(belirlilik) yoluyla bir ayıt ediliş gerçekleşmeseydi, zorunlu olarak ikililik (dualite)
gerçekleşmezdi. Bu durumda çıkmaz, yani bileşiklik (terkîb) sonuç olarak ortaya
çıkar. 18 b İkinci yönde ise; varlık belirliliğin gereğidir. Zira şayet o olmasaydı, ya
belirlilik (taayyün) varlığı gerektirirdi, o zaman da kısır döngü (devr) ortaya çıkardı,
ya da gerektirmezdi. Bu durumda da hiç bir belirleme (taayyün) olmaksızın, o
ikisinin arasının ayrılması (infikak) mümkün olurdu ki, bu da imkânsızdır.
Musannıf şöyle demiştir: Ya belirlilik (taayyün) zorunluluğu gerektirir, bu
durumda da ondan sonra gelmesi gerekir ve bu da kısır döngü (devr) ortaya çıkartır.
Ben derim ki; Haşiye Sahibi zorunlunun belirlenmesiyle (onun belirli oluşunun)
illetli oluşuna şöyle itiraz etmiştir; Belirlenmenin (taayyün), zorunluluğun
41
belirlenmeyi (taayyün) gerektirmemesi varsayımına göre, zorunluluğu
gerektirmemesinin yokluğu kısır döngü (devr) doğurmaz. Şayet ilk olarak bu olmayış
(meydana gelmeme durumu) varsayılmazsa (kısır döngü) ortaya çıkar.
(Böyle bir duruma) şöyle bir cevap verilmiştir; bu varsayım, vakıada (nefsü'l
emr) kısır döngü (devr) nün ortaya çıkmasını engellemez. 19 a Çünkü o, vakıaya
uygun değildir. Zira zorunlu varlık vakıada (nefsü'l emr) kendi dışındaki her şeyin
illetidir.
Ben derim ki; açıkça görüldüğü gibi bu cevap çok çirkindir. Çünkü
belirlenmeyle (taayyün) ilgili ilk varsayıma dayanan (bir cevaptır). Bu bakımdan
zorunluluğun gerçekteki durumu -yani illet oluşu- şüphesiz zikredilen varsayımla -
yani onun bir illet olmamasıyla- bir arada bulunmaz. Bu da birinci varsayımı geçersiz
kılar. Aynı şekilde ona dayanmasından dolayı ikincisini de bozar. Bu da asla bir
kısırdöngü (devr) doğurmaz.
(El-Melsai) safhası bölümünde Haşiye Sahibi bunun bir benzerinden
bahsetmiştir. Fakat onun bir nedeni vardır.
"Sadece nedenselliğin yeterli olduğunu kabul etmek..." sözü, yetersizliğin
olduğu (adem) hissini vermektedir. Fakat zorunluluk, zorunlunun kendisi ile ilgili
olduğu zaman -açıkça görüldüğü gibi- tam bir illet olduğunda, bu öncülün
yeterliliğinde hiç bir şüphe yoktur. 19 b Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir:
Musannıf’ın; "zorunluluk, belirlenimin (taayyün) gereğidir" şeklindeki sözünde
zorunluluktaki gerekliliği sınırlandırmamıştır (hasr). Şayet o -yani bu söz- olmasaydı,
aslında gereklilik değil de bu sınırlılık ortadan kalkardı. Bu da zorunluluğun gerekli
olduğu ve gerekli olmadığı olasılığını taşımaktadır.
42
Kısır döngünün (devr) ortaya çıkması ilk olasılığa dayanır. Ayrılmanın
(infikâk) mümkünlüğü de ikinci (olasılığa) dayanır. Aynı şekilde bu cevap da
tartışmalıdır.
"Bu da zorunluluğun gerekli olduğu ve gerekli olmadığı olasılığı
taşımaktadır" sözü kabul edilebilir. "Aslında gereklilik değil de, bu sınırlılık (hasr)
ortadan kalkardı" (sözünden) anlaşılan ise, nasıl gerekliliğin olmama olasılığı
doğabilir? (sorusudur). Bu o kadar da mümkün değildir.
" Kısır döngünün (devr) ortaya çıkması, ilk olasılığa dayanır. Ayrılmanın
(infikâk) mümkünlüğü de ikincisine dayanır" sözü açıktır. 20 a Çünkü bu tür
yerlerde sözün kaynağı, tek bir bakış açısıdır.
En geçerli anlayış, ilk iki yönün doğru olduğu hissini vermektedir ki; o
ikisinin durumundan daha önce bahsedilmiştir.
Bu soru Haşiye Sahibi’nin; "en doğrusu şöyle denmesidir..." şeklindeki
sözüyle dile getirmiş olduğu doğru cevap ile beraber akla gelmiştir.
Musannıf şöyle demiştir; "o, zorunluluğun varlıksal oluşuna dayanmaktadır.”
Haşiye Sahibi ise; "bununla beraber o, böyle değildir. Çünkü (zorunluluk) ya
zatın varlığı gerektirmesidir, ya da başkasına muhtaç olmamasıdır".
Ben derim ki; o ikisindeki (birinci ve ikinci yön) sınırlamanın (hasr) sebebi;
zorunlulukla ve imkânla ilgili bölümlerdeki şu açıklamalardır: İkinci anlamda
zorunluluk, gerçek (anlamıyla) kullanılmamıştır. Bilakis onunla ilgili bu kullanım, ya
zorunlu sözcüğünün te'vîli, ya da zorunluluk ilkesinin te'vîli yoluyladır. 20 b Haşiye
Sahibi’nin zikrettiği budur. Delil, men edilen bir öncül ile ilgili getirilir. Bu
bakımdan burada bir sorun yoktur. Bu men edilen öncülün ispatlanması mümkün
değildir. Onu ispatlamaya yönelik (muhtemelen felsefecilerin) ortaya koydukları
43
deliller ona hiç bir fayda vermemektedir. Fakat Haşiye Sahibi’nin, onun -yani
öncülün- geçersizliği ile ilgili delili -daha önce de ifade edildiği gibi- şöyle ele
alabiliriz:
Neden özel olanın ve bu iki anlamın doğruladığı şeyin, onlara(muhtemelen
felsefeciler) göre, varlığın onun aynısı olduğunun (söylenmesi) yoluyla, yokluğu
imkânsız olan şeyin aynı olması mümkün olmasın? Çünkü bir şeyin ayanda (görünen
âlem) olması anlamına gelen varlık (sözcüğünün), dış dünyada hiç bir gerçekliği
olmayan itibari bir şey olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Şu durumda ise onlar, ondan,
özel olanın ve onun doğruladığı şeyin zorunlu (varlığın) gerçekliğinin aynı olduğunu
ispatlamaktadırlar. 21 a Türevsel yolla yapılan yüklemleme, aynı şekilde varlıkta da
bulunmaktadır. Onun cevabı bunun cevabının içindedir.
"Makul olmayanın makul olmaması makuldür", fakat bu söz (ifade), genel
itibari bir şey olan makul ile ilgili değil, özel olan ile ilgilidir. Onun künhü itibariyle
makul olması imkânsızdır.
Muhâkemat Yazarı şöyle demiştir: Eğer, "zorunlu varlığın belirli oluşu
zatından dolayı olsaydı, sadece bu belirli olan şey ile sınırlı olurdu" (önermesini)
kabul etmiyoruz. Şayet zorunlu varlık tek bir zat olsaydı böyle olabilirdi. Bu ise onun
genel bir araz ya da cinsi bir tabiat olmasının mümkün oluşundan dolayı imkânsızdır.
Bu (konu) tartışmalıdır. Çünkü zorunluluk, cinsi bir tabiat olursa o zaman onun
altında sıralanmış türlerin kendilerinden önce gelen ayırım (fasl) larla ayırt edilmiş
olması gerekir. Bu durumda da türsel bir tabiat ile bireyselleşmeden (teşahhus)
meydana gelmiş bir birleşimin doğurduğu çıkmaz sonuç olarak ortaya çıkar. Zira
daha önce zikredildiği üzere o ikisinden bir zihni bileşimin (terkîb) meydana gelişi
hususunda o ikisi arasında hiç bir fark yoktur. 21 b Şârih şöyle demiştir: “Buradaki
44
gereklilik, ona eklenen belirlilikten (taayyün) dolayıdır.” Ben derim ki; bu (söz),
belirlenimin (taayyün) ilave edildiği ve bileşikliğin (terkîb) gerekli olduğu hissini
vermektedir.
45
“HÊZE’L-KELİMÂT FÎ BAHSİ’L-İLLET
VE’L-MA’LÛL”
RİSALESİ’NİN TERCÜMESİ
46
99 a İllet ve ma’lûl hakkındaki bu sözler Hocazâde'ye ait olan
açıklamalardır: İnsaf derim; madde ve sûretten her biri ondan bir parçadır (cüz) ve
bunun inkârı isimlendirilenin (anlaşılanın) dışında sırf büyüklenmektir. (Buradaki)
söz (mesele); mahiyette, madde ve sûretin bir arada bulunmasının önceden ifadesinin
mümkün olmasının, bir arada bulunan bileşikliğin (terkîb) önceden ifadesi iledir
(şeklindedir). Ma’lûl; kendisinden önce ifade edilen bir şeyi gerektirir. Önce gelme;
sabit kısımların (cüz) dışında (kalan), bir arada bulunmasıyla sabit olan hükümlerden
değildir. Dört şeyden (ikisi olan) madde ve sûretin bir arada bulunması, onun
kısmının (cüz) yokluğunu sebebe bağlama (ile) dir. Şayet (bu durum) böyle kabul
edilirse, ma’lûlün, illetin aynısı olduğu ortaya çıkar. Gerçekte (ise), illetin bir parçası
(cüz) illettir ve onun yükselmesi (ref’î) nedenselliğin men-i iledir. Bileşik (terkîb)
olanın bir arada bulunması dört illetin gerçekliğini (gösterir). İlletin gerçekliği, dört
şeyden her biri ile meydana gelebilir. Tam olan illet ise, meydana gelen
parçalarından (cüzler) her birinin oluşturduğu dört unsurun bir arada bulunmasıdır.
Yani (bu dört unsur); fail ve gâye, madde ve sûrettir (ki bunlar) illettir. Ve (bunlara
olan gereklilik) önceden ifade iledir (takaddüm). Önceden ifade edilenin (önde gelen)
reddedilmesiyle beraber nedenselliğin kabulü; zorunluluğun, zorunluluk olmaksızın
varlığı ile zorunlu olmasını (gerekli kılar).
(Bahsedilen bu durum) aklın razı olacağı bir şey değildir. Hüküm verenin
(hükmü) açıkça ortaya çıkmaktadır ki; önce gelmenin (takaddüm) men-i gibi, illetin
men-i de aynı şekilde meydana gelmektedir. Şayet madde ve sûret, dört unsurdan bir
parça (cüz) olarak bir arada bulunmuş olsaydı, ona kendinden bir şeyin (eklenmesi)
gerekirdi.
47
Fazilet sahibi Taftazâni (bu durumu) şöyle açıklar: "Nedenselliğin
yokluğunda izah edildiği gibi, ma’lûl için de ihtiyaç olan dört şeyin (unsur) bir araya
gelmesinin imkânsızlığı (men-î) ortaya çıkmaktadır". Ona ihtiyaç duyarak meydana gelmesinin imkânsızlığı hakkındaki söz
(Taftazâni’nin yukarıdaki sözü), nedenselliğin imkânsızlığı hakkındaki sözdür. İllet;
varlığında olmayan bir şeyin, ona ihtiyaç duymasının dışında (bir şey) değildir. Şârih
demiştir ki; varlık, bu kabilin dışındadır. Bu söz, vehmetmekten vehmetmeyi ortadan
kaldıran (ref) bir işarettir.
[Sayfa kenarındaki haşiye: Bu (bahsedilen) sözler, Tecrîd haşiyesinde yer
alan İştidât bahsini içermektedir.]
Varlık fazlayı (ziyâde) ve artışı (şiddet) kabul etmeye yeteneklidir
(istidatlıdır). Buradaki konu, gerçekte varlığın iki anlam üzerine iştiraki yoluyla
mutlak olmasıdır. O iki (anlamdan) birisi ayanda (görünen âlem) (vardır), diğeri ise
kendi zatında (vardır). (Buradaki) delil; tartışmayı sürdüren bu tekrarlar ile ikinci
anlamda değil de, ilk anlamda (ortaya çıkar). Umulur ki, bu varsayımın (peşinden) bu
söz, vehmedileni ortadan kaldırmaz (defetmez). (Bu) vehmedilenden kastedilen
murâd, artışı (iştidât) ve fazlayı(ziyade) kabul etme (durumunda olan) varlıktır. Bu
ise ilk anlam değil, ikinci anlamdır.
Şârih demiştir ki; “şayet (ikinci anlam değil de) ilk (anlam) olsaydı (nedenini)
bizim belirleyeceğimiz ilk (anlamın) tekrarından (başka bir şey olmayan) bir
tartışma yapılmış olurdu.” 99 b Bu (bahsedilen) varlık; bizim bahsettiğimiz, varlığın
ne aynısı olan, ne de ondan başka olan bir varlıktır. Ve aynı zamanda (burada)
mezkûr(bahsedilen) bir bozuluş (fesâd) da mümkün değildir. Böyle bir bozulmanın
48
olabilmesi için geçerli bir tekrarın varsayımı gerçekleşmelidir. Ümit edilir ki4 basiret
sahibi Şârih şöyle demiştir: “Müstakil (bir şekilde) varolan iki şeyin meydana
gelmesiyle (bahsedilen şey) mümkün olur.” Biz buna karşıyız. Aslında bu, böyle
değildir.
Haşiye Sahibi der ki: “Bu konuda iki zıt (unsurun) varlığına cevaz verildiği
(husus), Onun önceki sözünde (herhangi bir) eksiklik bulunmadığından dolayıdır.”
İlk (anlamın) aksi ispatlanmadığı sürece, iki form (sevâd) un bir araya getirilmesi
gerekli olur. Aslında, cümle içerisinde o ikisi arasındaki uyumsuzluk düzenlenerek
(ortadan kalkar). Yine Haşiye Sahibi şöyle devam eder; “delillendirilmiş bir itiraz
olarak onun ziyadesiyle gerçekleşmesi (varlığın ziyadeyi almaya istidatlı olması)
niçin caiz olmasın?” Bu konudaki bu itiraz, daha önce(sabık) yapılan (itirazın)
aynısıdır. Bu itiraza cevapta, Haşiye Sahibi’nin sözüne karşı O’nu teyit etmedikleri
gibi, daha önce (sabık) ki (görüşü) itiraf etmişlerdir.5 Ümit edilir ki Haşiye Sahibi
şöyle söylemiştir; varlık bu cümleden (ifade edilenle) kaim olmaz. Bazı fazilet sahibi
kişiler dediler ki; daha önce geçmiş (sabık) sözden, bu ibare (kelam) eksiksizdir.
Belki de ( بر م ا ) bazı faydalara haiz olan, kıvrak zekâ sahibi kişiler (fazilet
sahipleri) tarafından ihtilafın olmadığını (söylemek) doğru olmaz.
Ben derim ki; (her hangi bir) kusur olmaksızın geçmiş (sabık) ibare (kelam)
gereklidir. Ve bu ibare doğrulanmıştır. Aynı zamanda (bu tartışmalardan sonra) bu
konu da anlaşılmıştır.
4 Bu bahsi düzenleyen kişinin, -Haşiye Sahibi’nin kastettiği- anlamı tam olarak anlatmaktaki
kararlılığı ile ilgili olarak yazılan bir giriş cümlesidir.
5 Felsefecilere atıf yapılmaktadır.
49
Önde gelmenin muhal olmasının yokluğu ile varlığın yokluğunu istemek,
mahiyetin önde gelmesinin (takaddüm) yokluğudur (adem). Bu, bu şekildedir. Yani
ondaki mahiyetin önde gelmesi ancak bireyselleşme (teşahhus) yi göz önünde
bulundurmamakla birlikte kendinde (meydana gelir). Böylece kabul etmekteyiz ki,
mahiyetin önde gelmesi, bireyselleşme (teşahhus) nin hesaba katılmamasıyla birlikte
başka bir varlıkla olması açıktır. (Bunu) inkâr, akli bir zorunlulukla beraber (apaçık)
büyüklenmektir.
Muhal olarak gerçekleşen teşahhusun önde gelmesinin yokluğunu istemek,
belirli bir varlıkla (meydana gelen bir durumdur). Onun olmadığı öncül
(durumundaki) arazların devam etmemesi mümkün değildir. Bu form, muhal olarak
ikame olmasıyla bir örnek (teşkil eder). Doğruluğu kabul edilmiş olan
önermelerden(öncül), bu (bahsedilen) form olmaksızın belirlenmiş bir form ile
muhalin gerçekleşmesi (anlamına gelen) teşahhus önde gelmez (ya da biçimlenmez)
(tekavvum). Formu olmayan ile formun önde gelmesi (ya da biçimlendirilmesi)
muhaldir. Şarih şöyle demiştir; “bu konudaki bahiste, bunun anlamı artmadır
(iştidât).”100 a Gerçekte bu, artmanın (iştidât) yorumudur. Bunun anlamı, Onun
sözünde geçtiği gibi, Haşiye Sahibi’nin yorumuyla ihtilaflı olmasıdır. Menfi
(olumsuz) artıştan (iştidât) kastedilen, onun olduğu gibi olmasıdır. Böylece Haşiye
Sahibi’nin artma (iştidât) konusundaki sözünün anlamı; hareket halinde muhal olarak
meydana gelen harekettir. Bu durumda o ikisinden birini, (yine) o ikisinden birini
(kullanarak), birini diğeriyle döndürmekle (inkılâb), yani birinin diğerine dönüşmesi
(istihâl) ortaya çıkar. Bu durum, tıpkı soğuk suyun ısınması veya sıcak suyun
soğuması gibidir, ya da Şârih’in (bu) ibaresinden anlaşılanın zannedildiği gibi
50
olmaması (ortaya çıkmaktadır). Bilakis (buradan) anlaşılan, muhalin örneklerle
sınırlı kalmış olmasıdır.
Haşiye Sahibi şöyle demiştir: “(Kademeli olarak) artan (bu) sıcaklık, yapısını
karşılıklı olarak değiştirmez.” Ben derim ki; vuku bulan bu durumda (gerçekleşenin)
dışında tartışma (veya ibarenin anlatımı) artış gösterir (tezâyüd). Bilakis önde gelenin
artış gösterdiği (iştidât) söylenebilir. İbarede (geçen) hareketin artması, sıcaklığın
keyfiyetinin artması, aynı şekilde (vuku bulur). (Bu) ibarenin yapısında eksiklik
yoktur. Bilakis, sınıflandırıldığında yapısı değişirse eksiklik olduğu söylenebilir.
Sıcaklık bir türdür, değişim (mübtedil) onun sınıflandırılmasıdır. Haşiye Sahibi’nin
söylediğinden anlaşılan, hareketin bu tarifi, hareket ile (bizzat) olmaz. Bu tarif, bir
kısır döngüyü (devr) içine alır. Zaman, bu tarif içerisinde bir parça (cüz) dır ve
zaman, hareketin sayımı (Aristo’nun tanımı) olarak bilinir. Hareket, zamanın tarifi
olarak kabul edilirse, bir kısır döngü (devr) ortaya çıkar.
Ben (buradan) Musannıf’'ın, "yokluklar temyiz edilmelidir" dediğini
anlamaktayım. Bu konuda ben derim ki, ibare(söz), vuku bulan bu durumun dışında
cereyan eder. Rivayet edenlerin mezheplerinde yoklukların temyiz (mütemayiz)
edilmesi (konusunda) sebebe bağlama bulunmaz. Yoklukların temyiz edilmesi ile
ancak bileşiklik (terkîb) olur. Aksi takdirde, tahkikten men edilme meydana gelir.
Şârih demiştir ki; “şayet o, ayırt edilebilen(mütemayiz) olsaydı değişmezdi.” Ben
derim ki; bu delil, imkânsızlıklarıyla birlikte müntarîzdır. Yine ondan ayırt edilebilir
ve birleşik olarak onda sabit değildir. Anlaşılıyor ki Şârih ikinci durumun geçerli
olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, mümkün olan yokluklar içindeki bu delil (her
hangi) bir fayda içermez. Gerçekte bu, ikincinin geçersiz kılınmasıdır, bu da kabul
51
dışıdır. Keza, Onun (mezhebi) Mutezile’dir. Zaten mümkün olan yokluklar, onların
düşüncesinde değişmez.
Haşiye Sahibi'nin; "dış dünyaya ait varlıklara gelince", sözüne gelince, ben
derim ki; -açık sözlü olan Şârih’in dâhil olduğu bu tartışmada- 100 b Şayet Şârih’in
sözündeki, varlıklarla(mevcudat) ilgili olarak kastettiği (şey) gerçekleşseydi,
sözündeki yokluklar ile varlıkların varlık olmalarında ihtilaf olmazdı. Yok olanların
yok olmasına gelince; murâd edilen hâsıl olmuş olur ve muhal olanı tahrir etmek
konusunda, ona dâhil olduğu şeyi elde edemez. (Böylece) Haşiye Sahibi, iki sorunun
iki cevabına ulaşmıştır.
Basiret sahibi Mevlâna Hatip bu konuda, "gerçekte varlık yoklukların
cümlesindendir", demiştir. Ben derim ki, şayet yokluklardan varlıkların meydana
gelebilmesi için onun, ihlal ettiği bir şey ile nitelendirilmesi gerekir. Kim yokluk ile
yokluğu nitelerse, Mevlâna Hatip'in; "olan şey olduğu gibidir" sözünü anlaması
(gerekir). Ben derim ki, delilin umumiliği artmaz, şayet varlıklar yokluklardan
meydana gelseydi katıksız (saf) bir olumsuzlama (nef’y) olmazdı. Haşiye Sahibi de;
"-Allah’ım- ben ancak Onun bu konuda söylediğini söylerim. O (bu konuda)
yanılmaz.” Bir şeyi niteleyen bir şey konusunda, bu anlam kargaşası içinde o (şey)
vasıflandırılması gereken bir parçadır (cüz). Böylece (onun) arızi sonlu bir
parça(cüz) olduğunu (anlıyoruz).
(el Kelimât) tamamlandı.
52
“RİSÂLET’ÜN TETEALLAKU Bİ’L-İ’TİRÂZ
ALÂ DELÎL-İ İSBÂT-İ VÜCÛDİYYETİ’L-
CİHET”
RİSALESİ’NİN TERCÜMESİ
53
19 a (Allah) dostuna hamdolsun. (Onun) nebisi Hz. Muhammed ve Ehli Beyt’e salât
olsun. Şimdi; Sünnetü Seniyyetü'l Sultaniyyye’den ve Atabetü'l Âliyyetü'l Hâka
âniyye’den (Devlet-i Âli Osmanî) - Allah onun temellerini sağlamlaştırsın ve
binasını(hükümranlığını) güçlendirsin- en yüce örnek ve en münîf bir emir vârid
olmuştur ki (bu sayede) dünyanın doğusu da, batısı da (Osmanlı Devleti’ne) itaati
sürdürmektedirler. (Yazılmış olan bu eser) el Mevla Muhakkık’ın itirazı ile ilgili
noktaların tahririne bir işareti içermektedir. Ve dönemindeki (âlimlerin) üstadı olan -
Allah onu bağışlasın- ümmetin seyyîdi, imamların şerifinin ince elenmiş bu tahriri
yönün(cihet) varlığının ispatının deliline yöneliktir. İşte bu, hasta, durgun akla ve
yorulmuş, bitkin, yetersiz zihne bir ispatlama, ilzamlı bir red ve nakz gücünü
vermiştir. 19 b O dönemde kalb (im) hüzünlerle doluydu. Şayet (o üzüntülerin) etkisi
(bu dünyaya ulaşmış olmam) esnasında hala devam etseydi, derinlere (kadar yayılmış
olan) kökleri zayıflardı ve yükseklerdeki başlar paramparça olurdu. Beden (im),
dinginliğinin alıp götürüldüğü, gözlerin sevincinden mahrum bırakıldığı acılar ve
sıkıntılarla dolu. Fakat vazifeyi tehir etme iznini kendimde bulamadım. Bu sanatla
ilgili azığımın (üstün bilgi sahibi olma) azlığına, zihnimin yetersizliğine rağmen
işaretin6 gereğini derhal yerine getirdim ve gücüm oranında itaatin gereğini ifa
ettim.7 Böylece Allah'ın inayeti ve desteğiyle, insanla kalbi arasına giren en basit
meşgalelerin (ortadan kalkmasını) dileyerek gücüm nispetinde yazdım. 20 a Eğer (bu
yazmış olduğum şey) kabule layık olursa ebediyen övgü ve sonsuz bir küçülme
(mütevazılık) (kazancımız olur). Aslında gerçek hedef, bu Devlet-i Ali’nin devamı
6 Bu konuda bir şeyler yazma gerekliliğini belirten bir alamet
7 Bu konu hakkında padişahın bir emrini yerine getirdim.
54
için sâlih bir dua ve önceki şahsiyetlerin vazifelerini yerine getirmelerinden dolayı
yüzyıllarca, binyıllarca sürecek bol bir övgü ve teşekkürü (hak etmektir).
Her türlü nimet, dünyanın doğusuna ve batısına ulaşmakta; (her taraf) zaferin
güzellikleriyle ve sıkıntıların azalmasıyla (huzur bulmuştur). Allah Müslümanları
onun (Devleti Âli) şefkatinin ve adaletinin gölgesinden mahrum bırakmamıştır.
Muhammed(sav)'e ve onun ailesine hürmeten şefkatini ve fazlının ridâsını onların
üzerinden uzaklaştırmamıştır. 20 b -Allah ona rahmet etsin- şöyle söylemiştir
(muhtemelen Hocazâde): "Burada bize kalan şekillerdir v.d." Buradaki soru icmali
nakzdır. Dayanağı iki öncül ile ilgilidir. Bunlardan biri; nakz formunda delilin cari
olduğuna dairdir. Bu hususta hiç bir tartışma bulunmamaktadır. Zaten delil getiren de
bunu kabul etmektedir. Diğer (öncül) ise; merkez noktasının dış dünyada, varlığı
olmayan vehme dayalı olduğunu ifade etmektedir. (İşte) bu (durum) açıklanmaya
ihtiyaç duymaktadır. Açıklama (ise şudur):
Nokta; nerede bulunursa bulunsun miktarın bir ucu olur ki bu da konum
itibariyle sonlu bir çizgi (hat) den dolayıdır veya eş zamanlı bir durumda, konum
itibariyle uzanımda son bulan bir yüzey (sath) aracılığıyladır. Ya da, örneğin dairesel
bir koni gibi, eşzamanlı olarak, konum itibari ile uzanımlarında son bulan bir cisim
aracılığı iledir. 21 a Bu (noktanın) ne, -arazi olmasından dolayı- bi-zâtihi kaim
olması, ne de -uç ve son olmasından dolayı- bitişik miktarın ortasında usulü
düşünülebilir. Yönü aşağı doğru olan âlemin merkezi, dünyanın ağırlık merkezi
üzerinde müntaktır. Dünya onlara (filozoflar) a göre, bi-zâtihi bitişik ve yalındır.
Yoksa son iki unsurun karıştırılmasıyla ve içinde unsura dayalı bazı terkipler
meydana getirerek, önümüzde oluşan şeylerin dışında (dünya) hiç bir ekleme sahibi
değildir.
55
Merkezin yan tarafları ise; hiç bir yabancı şeyin (katkının) bulaşmadığı, saf,
mutabbak8 ve bizatihi bitişiktir. Onda hiç bir bölünme bulunmamaktadır ki, bir
kesinti sübut bulsun ve her hangi bir noktanın husulü düşünülebilsin.
Şeyh9( İbn Sîna); yönün (cihet) uzanım ucu olduğunu açıkça ifade etmiştir. 21
b Öyleyse, âlemin merkezi yanında son bulan, dışarıda var olan uzanımın yeri
nerededir? Ki alt tarafın bir yönü olan merkez noktası, bu (uzanımla) kaim bir uç
olsun. İşaretin uzanımı,10 vehme dayalı bir husustur. Onunla dış dünyadaki hiç bir
varlık kaim olmaz. Onların (felsefeciler), "küre; içinde bir noktanın bulunduğu tek
bir yüzeyin kuşattığı bir cisimdir", şeklindeki sözleri, "onun içinde bi’l-fiil bir
noktanın var olduğu" anlamına gelmez. Bu, onların sözlerinde açıkça ifade
edilmektedir.
Aynı şekilde onlar (felsefeciler); "dairenin merkezinin, orada ancak üç şeyden
biriyle -çapların, hareketin ve varsayımın kesişmesiyle- bi’l-fiil varlık
bulabileceğini" söylemişlerdir. Dairenin çaplarının kesişmesi, ancak merkezi ifade
eden tek bir nokta üzerinde olabilir. 22 a Dairenin hareketi, farklı yönlerdeki hareketi
ayıran bir noktanın hareketsizliğini gerektirir. O (nokta) merkezdir. Varsayıma
gelince, (onun bu bi’l-fiil varlık buluştaki durumu) açıktır. Aynı şekilde kürenin
merkezi de, ne; çapların ve mücavirlerin (komşu unsurlar) birbiriyle kesişmesi
itibariyle bi’l-fiil olarak, ya da varsayımsal olarak ne de; yalnızca hareket itibariyle
8 Bitişik, birleşik, tabaklanmış.
9 Ebû Ali El Hüseyin İbn Abdullah İbn Sina veya Avicenna künyesine sahip olan İbn Sina; o çağda
yaşayanlar tarafından “el Şeyh”, “el Reis” veya Hüccet el Hakk, öğrenciler tarafından sadece “Şeyh”
ve bütün Doğu dünyasında “Tabipler Sultanı” olarak adlandırılır. (Seyyid Hüseyin Nasr, İslam
Kozmoloji Öğretilerine Giriş, (çev: Nazife Şişman), İnsan Yayınları, İstanbul 1985, s. 205)
10 El işareti gibi, gerçekliği olan fakat görüneni farklı olan anlamında kullanılmıştır.
56
varlık bulamaz. Çünkü kürenin hareketi; farklı yönlerdeki hareketi ayıran bir çizginin
(hat) sükûnunu gerektirir ki bu mihverdir. Yoksa ayırıcı her hangi bir noktanın
sükûnu gerektirmez. Bu (sonuç), doğru bir tahayyülle ortaya çıkmaktadır.
Dünya, feleklerin hareket ettiği gibi hareket etmeyip, aksine ortada
(merkezde) sakin (hareketsiz) durduğu için onda, merkezinde bir biriyle kesişen
mevcut mihverler husule gelmezler. 22 b Çünkü onların husule gelmesi, ancak, farklı
yönlerdeki hareketleri ayıran bir çizginin sükûnunu gerektiren döngüsel hareketlerle
gerçekleşebilir. Feleklerin hareketleri, yalnız kendilerinde, mihverlerin husule
gelmesini gerektirir. Burada, kendi içinde husule gelmiş olan unsurların kürelerinin
hareket etmesi müstesnadır. Öyleyse (dairenin) orada varlık bulmasının
sebeplerinden sadece varsayımsal olanı elimizde kalmıştır. Onun da yalnızca, dışsal
bir varlığı ifade ettiği açıktır.
Onlar (felsefeciler) ın, merkezde mihverler (çaplar) in kesiştiğine dair
iddiaları, vehmin, diğer geometri meselelerinde olduğu gibi, akla itaatle hüküm
olarak verdiği, doğru (ve) vehme dayalı hükümlerdendir. Bunların doğruluğu, onların
(vehme dayalı hükümler) dış dünyaya mutabık olmalarını gerektirmez -ki onun, dış
dünyada, merkezde birbiriyle kesişen mihverlere sahip olduğu sabit olsun-. 23 a
Aksine onun vakıadaki (nefsü'l emr) ile mutâbıkâtı itibariyle doğruluğunu gerektirir.
Çünkü vehim; kürede, çaplar ve mihverler varsayar ve onların merkezde bir biriyle
kesiştiğine dair doğru bir hüküm verirse, bu durumda kürenin dış dünyada -merkezde
bir biriyle kesişen mihverlere sahip olması mümkün olacak bir derecede- bulunması
gerekir.
57
Seyyid Şerif (Cürcâni)’in zikrettiği itirazı, Nasruddin (Tûsi), İşârât şerhine11
yazdığı bazı tâlikatlarında (dipnotlarında) dile getirmiştir. Buna (zikredilen bu
duruma) iki yönden cevap vermiştir:
Birincisi; alt tarafın yönü, üst tarafa (olan) en (çok) uzaklığı ifade eder. Üst
taraftaki kuşatıcı (muhit) ile belirlilik (taayyün) kazandığı yerde onu, bu belirlilik
kazanmasıyla beraber, alt tarafta bil fiil belirlilik kazanır ki o da, zaten onun
merkezidir. 23 b İkincisine (gelince); bi’l-fiil doğrusal hareketlerin yönelimi ve
işaretin(gerçekliği olan fakat vehmi ifade eden, el işareti gibi) onlara uzanımı
(imtidâ), merkezi belirli kılar ve ortada (merkezde) bi’l-fiil bir nokta ortaya çıkarır.
"Öyleyse, yönelim (teveccüh) esnasında (muhtemelen nokta) varlık bulmaktadır ve
(yönelimin) ortadan kalkmasıyla da ortadan kalkmaktadır. Bundan dolayı, alt yönü,
her zaman bir varlığa sahip değildir" denemez.
Çünkü biz; -her ne kadar gerçeklik kazanmasa da onun kendisine her hangi
bir varlığın yöneleceği bir biçimde olduğunu savunuyoruz. Aynı şekilde, ondan
ayrılış ve ona yöneliş hareketleri daima vardır.
Çünkü buharlaşmanın olmasında ve soğumanın olmasında güneşin ve
zemherir küresinin etkisi daima bozulmaktadır. Bu ona (Nasruddin Tûsi) ait bir
sözdür. (Onun yukarıda açıklanan) bu iki cevabı tartışmalıdır. Birinci(cevapla) ilgili
olarak, eğer muhaddet (sınırlayıcı)in merkezi olan alt tarafın belirlilik kazanmasıyla,
11 İbn Sina'nın “İşârât ve’t-Tenbihât” adındaki kitabına, Kutbettin Râzi (Muhâkemât adındaki eseri),
Nasruddin Tûsi ve Fahreddin Râzi’nin yazdığı şerhler oldukça meşhurdur. Yine İbn Sina’nın
konumuz dâhilinde bahsedeceğimiz Şifa kitabına ise; Hikmet Felsefesinin 18.yy’daki en büyük
temsilcilerinden Mir Damad’ın talebesi Seyyid Ahmed Alavi’nin “Miftah uş-Şifa” adındaki Şifa şerhi
bilinen en önemli şerhlerdendir. Bunun dışında Yanyalı Esad Efendi Şifa’nın Türkçe’ye çevirip şerh
etmiştir. (Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, T.D.V. Yay., Ankara 2001, s. 195–196)
58
dış dünya itibariyle bir belirlilik kazanma kastedildiyse, bu men edilir. 24 a Eğer
onun aklen (belirlilik kazandığı) kastedilmişse, bu kabul edilebilir fakat ona hiç bir
faydası olmaz.
İkinci (Nasruddin Tûsi’nin öne sürdüğü açıklamalardan ikincisi) ye gelince;
hareketlerin yönelimi ile (ve) işaretlerin uzanımı (nın gerçekleşmesi) ile husule gelen
şey, vehim itibariyle varlığa sahip bir noktadır, yoksa dış dünyada bil fiil (varlığa
sahip bir nokta) değildir. Çünkü biz, zorunlu olarak bilmekteyiz ki; bitişik bir
çizginin (hat) ortasındaki vehmedilmiş bir noktaya işaret ettiğimizde, bu çizgi
parçalanmamaktadır. Ve iki kürenin bir biriyle karşılaşmasının aksine, kendisinde,
dış dünyadaki noktanın var olmasını gerektirecek dışsal bir bölünmeyle de
(vehmedilmiş olan) bu işaretten dolayı bölünmez. Çünkü akıl, karşılaşma yoluyla
yüzeydeki bölünmenin gerçekleşeceğini ve bu karşılaşma yerinde her hangi bir
noktanın husule gelebileceğini imkânsız görmez. 24 b Aynı şekilde hareket eden
cisim, bitişik(sürekli) bir şeye yöneldiğinde, sadece ona bitişmesinden ve ona paralel
(muhazat) olmasından dolayı, zorunlu olarak dış dünyada, (onun yapısı içerisinde)
bil fiil bir nokta husule gelmez. Aksine bu, sadece vehim ve varsayım itibariyle
olabilir. Şayet bu, aklen açık bir husus değilse, o zaman (aklen) hiç bir husus açık
değildir. Şeyh (İbn Sina )'in sözünde geçen; "bölünme nedenlerinden birisi;
muhazeyat (paraleller) ve musametat'tır", ifadesiyle uç (taraf) ’un dış dünyada bil fiil
husule gelmesini zorunlu kılan dış dünyadaki bir bölünmeyi kastetmemiştir. O [nun
(İbn Sina) kastettiği] aksine bundan daha geneldir. Nitekim O (İbn Sina), ayan
(görünen âlem) da var oluşun fiili olduğunu kastetmemiştir. 25 a Aksi takdirde bir
cismin her bir parçası, -iki ucundan birinde diğer tarafın karşılaştığı şeyden farklı bir
şeyle karşılaşmasından dolayı- zorunlu olarak dış dünyada bil fiil sonsuz parçaları
59
içermesi gerekirdi. Aksine (buradan da anladığımız gibi ibaresinde, İbn Sina) daha
genel bir anlamı kastetmiştir.
Şifa'da (İbn Sina) şöyle demiştir: "Varsayımsal olan şeylerden bir tanesi de
arazın(ilinek) yalnızca tek bir şeye has olmasıdır. Hatta bu araz ortadan kalktığında,
bu tahsis de ortadan kalkar. Örneğin, bir kısmı beyaz olan ya da bir kısmı sıcak olan
bir cisim gibidir. Zira onun (cismin) bir parçasının beyaz olduğu varsayılmaktadır.
Bu beyazlık ortadan kalktığında, bu varsayım da ortadan kalkar". Bu arazların
farklılığı nedeniyle husule gelen bölünme, dış dünyada (gerçekleşen bir bölünme)
değil de, varsayımsal bir bölünmedir" (önermesi de bu durumu) açıkça
göstermektedir. 25 b Ayrıca hareketlerin yönelimlerinin ve onlara yönelik işaretlerin
uzanımlarının varlıklarının husule getirileceği kabul edilmiş olsa bile, bunun onlar
(felsefeciler) a hiç bir faydası yoktur. Çünkü onlar (felsefeciler) ın, yönler vardır
şeklindeki (önermeleriyle) kastettikleri; -bi-zatihi öncelik olacak şekilde- hareketlerin
ve işaretlerin uzanımlarının öncesinde var olduklarıdır. Onların; hareketlerin
yönelimi ve işaretlerin uzanımı ile husule getirdikleri, bu zatlara hiç bir fayda
vermez. Çünkü muhaddi hükümleri ve onun özelliklerinin ispatı, -zikrettikleri gibi-
ancak, yönün hareketlerden ve işaretlerden zati bir biçimde, önce temeyyüz etmiş, bir
konum sahibi olarak var olmasıyla gerçekleşebilir. Yoksa hareketlerle ve işaretlerle
değil. Aksine onlar, hareketlerin yönelimini ve işaretlerin uzanımını, onların (yani
yönlerin) var oluşuna dayandırmaktadırlar. 26 a Dediler ki; hareket ettirici, hareket
ile zatının gerçekleşmesini amaçlayan yönün belirlenmesiyle değil, bilakis ona doğru
yakınlaşmayı amaçlayan (bir hareket ettiriciden söz ederler). Böylece ortaya
çıkmaktadır ki, her kim onların (bahsettikleri şeyleri) peşi sıra takip ederse ve
“hükümlerin belirlenmesi (sınırlanması)” cümlesinden (hareketle) onların dediği şey,
60
onun basit olmasıdır şeklinde anlaşılırsa (bu durum gerçekleşir). Ancak onun
çözümlenmesinin (birleşik olmasının) caiz olması ve buna olan gereklilik batıldır.
Zorunluluğa gelince; o, basittir ve onun mümkünlüğü iki tarafından birine
uygun olmasıyla mümkündür. Ki onun uygun olduğu şey, mahiyette o ikisinin
diğeriyle eşitliğidir. Şayet o ikisinden birisi bir şeye uygun ise, onun diğerine uygun
olması caizdir. Böylece inhilal (çözülme) ile tasavvur edilmekte olan şey butlanın
lazımlığıdır. Gerçekte çözülme, doğrusal bir hareket olmaksızın gerçekleşmez. Bu
(doğrusal hareket) bir yönden (diğer) yöne doğru (hareket eder). 26 b
Sınırlandırılmış olarak meydan gelen yön; belirlenmiş olmadan önce, muayyen
olarak gerçekleşir. Hatta onda, yani ondaki belirlenmiş olmayan hareketin
karşılığında hareket mümkün olur. Bu (aradaki) farktır ve gayet açıktır.
Onlar (felsefeciler) a göre yönün varlığı doğrusal hareketten öncedir.
Doğruluğun sıhhatinin takdiri, hareket ile varlığını kazanırsa gerçekleşir. Onlar için
(bu meydana gelen durumda) her hangi bir fayda bulunmaz.
Mevla Şerif bu delile itiraz etmiştir. Onun (yönün) doğrusal hareket ile
uygunluk içinde olması caiz olur. Ve doğrusal hareket için zorunlu olan bir çözülme
mümkün olmaz. Bu konu, gerçekte bu belirlenim, onun meydana gelmesinin
terkibinin takdiri üzerinedir. Boşluğun (hala) zorunluluk gerektirmediği küre
şeklindeki her birinin karşılığı olarak meydana gelmesi caiz değildir. 27 a Onlardan
bazısının çokgen şeklinde olması belirlenmiş bir durumdur. Doğrusal hareketler,
ihlalin imkânsız olduğu çözülmeyi gerektirir. Şayet ihlal etmeyi kabul etmek, aynı
şekilde sakıncalıdır. Zorunluluktan ortaya çıkan şey, doğrusal hareket içerisinde onun
zorunlu olmasıdır.
61
“RİSALET’ÜN FÎ TAHKÎK-İ ENNE
KELÂMALLÂH-İ KADÎM”
RİSALESİ’NİN TERCÜMESİ
62
31 a Rahman olan Allah’ın adıyla; Bil (iniz ki); (Allah’ın) kelamının (kadim olması)
iki kısımdır. Bu ikisinden ilki, kadim olmadır ki, Allah Teala’nın zatıyla kadim
olmasıdır ve bu, “kelam nefsi” olarak isimlendirilir. (Bu durumda) onun kadim
anlamında değişme olabilir. Bazı Muhakkıklar, bu anlamıyla önceki büyük âlimlerin
sözlerinden (yola çıkarak) Allah Teala’nın lafza mukabil gelmeyen kelamı
(hakkında) görüş benimsemişlerdir. Ondan delillendirilen ve anlaşılan, bilakis
ayniyle mukabil olmasıdır. Bundan kastedilen (murad edilen) ise; tıpkı sıfatlarda
olduğu gibi, onun zatıyla kaim olması değildir. Kuran lafız itibariyle isimdir ve
ikisinden şamil olan anlam da budur. Bu lafız Allah Teala’nın zatıyla kaim olmasıdır,
zaman olarak temyiz edilen bir düzenlemenin karşılığı değildir.
Zaman olarak mukaddem olan bazı lafızların bölümlerinin var olmasıyla
(şayet bu şekilde olursa), o ikisinden ikinci kısım, ilk kısmın noksanlığı (yokluğu) ile
şartlandırılarak ve özellikle de bölümler (cüzler) düzenlenerek meydana gelir.
Gerçekte tekaddüm (önde gelme) ve teahhar (arkada gelme) zamanda olduğu
gibi, konuda olduğu gibi veya mescidin safları örneğinde olduğu gibi (şekillenir).
(Mescidin safları örneğini açıklayacak olursak), bu saflar (ın düzeni) nasıl farz
olmuşsa, o şekilde bulunulması (gerekir). Bu konuda, onun bazısı bazısının önünde
gelir. (Bahsettiğimiz) ikisi de (önde olma ve arkada gelme durumu) bu (örnekte
olduğu) şekildedir. (Yine buna benzer bir örnekte) bazı harflerin öne geçmesi “�� ”
ve “ لمع ” örneğinde olduğu gibi harfler yer değiştirirse (önde ve arkada olma
durumu hâsıl olur). Ve hakeza her biri -biz telaffuz ettiğimizde ayrıldığı gibi- kendi
dışındakilerden ayrılır.
Taftazani, sözlerinde (bu durumu) savunmuştur ve hayali teyitlerin caiz
olduğu, harflerinin mevcut olduğunu ve Allah’ın zatıyla birlikte olduğunu, tıpkı onu
63
kapsayan, bir yönüyle zihinde, Allah’ın varlığının kendinden olması gibi (görüşleri
savunmuştur).
Kıratta ve telaffuzda ortaya çıkan zamanın terkibi (veya silsilesi), eşyanın
müsahidesi ve bölümün yokluğunu ki o ikisinin durumu(kıraat ve telaffuz)
hadistir(sonradandır). Kadim olan hazil12 ve Rasulullah’ın kendisi ki o, âlemlerin
terbiyecisi Allah’ın habibidir. Arazlardan hadis olarak zikredilmiş bu kelamın lafzı,
şüphesiz bu (kelam), kaim olarak gerçekleştiğinde muhallikten belirliliğe
(dönüşmektedir). Bu durumda illiyet hali pek sık görülmez ancak Kuran, bütün
mahsus ibareler içinde müştemil mahsus ibarelerden (meydana gelen) bir gerçekliğe
(sahiptir). O, muhal olan hususiyetleri ve bölümleri bünyesinde (barındırmaz). Yine
O, ilk hususi muhallikle beraber, yani hazil ve Nebi’nin ilk fiilidir. Biz buna ondaki
lisan-ı hal olarak yakınlaşma deriz. O (Peygamberin fiilleri ve sözleri) Kuran’ın
aynıdır. Bu görüşü bünyesinde barındıran (mezhebin anlayışına düşünerek), Kuran’ın
muteber şahsiyetinde ve onun zatında dışarıdan bir tesir ve muhalliğin çok sayıdalığı
(şeklindeki görüşlerine) gelince; (bu kişiler) “Zeyd’in müşahhaslığı” örneğine itibar
etmişlerdir. Zamani ve mekani olarak çokluk, onun sahip olduğu muteber şahsiyeti
zedelemez. “Zeyd’in müşahhaslığı” örneğine gelince; oradaki (durum) mekân
dışında, başka bir mekânda ve hakikatte mekânın çokluğuna raci olur, aksine zatının
müşahhaslığında meydana gelmez. Bu anlamda, hakeza Kuran’daki çokluk da bu
(örnekte olduğu gibidir). Başka bir açıdan, o ikisinin arasındaki farklılığa gelince, o
Zeyd’in şahsiyetinde her hangi bir ortaklığın vukuundan men edilmiş (bir
farklılıktır). Bu, Kuran’ın şahsiyeti için de (geçerlidir). 31 b Takdir edileceği üzere,
bu Kuran ortaklıktan men edilmiştir. Bu durumdaki kaim olma, tıpkı Allah Teala’nın
12 Peygamberin davranışlarını düzenlediği kaynak.
64
zatıyla kaim olması gibidir. Yine bu (kaim olma) arazların bir şeyde ortaya çıkması
(eşkâl), belli bir zamanda ve yerde açıklanan bir konu şeklinde değildir. Zeyd’in iki
zamanda da ve iki mekânda izah edilmesi düşünülemez. Bunun sebebi (şahsına
münhasır olması anlamındaki) ondaki şahsi muteberliktir. Bu hususa ulaştıktan
sonra, diğer (şeylerle) eşit olmanın ve diğer ibarelerin gerçekleşmesi kabul edilemez.
Bilakis o, böylece çokluk kabul etmez ancak muhal olan tartışmalar başka.
Bizim sözümüzün anlamı, kaim olan bu lisan iledir. O, Kuran’ın kaim
olmasıyla aynıdır ve Allah’ın kaim olmasında olduğu gibidir. Diğer bir lisan ile
muhakkak o, Kuran’dandır. Şayet o, (Kuran’dan) başka olsaydı, onda muhallik
olurdu. Böylece senin şöyle söylemen icap eder:
Zeyd gerçekte insandır. Amr da insandır. Yine sen şöyle söyleyeceksin; bu
lisan ile kaim olan Kuran’dır. O ikisi (Zeyd ve Amr) insanlık vasfında birleştiği gibi,
hakeza Kurani olarak da bu birleşme mevcut olabilir. (Bu şekilde) ortaya çıkmıştır
ki, kastedilen anlamıyla şahsiyet; külliliği içermez. Aynı şekilde asıl olarak arazların
da ona yüklenmesi gerekmez. Yine (bunun devamında) Şeyh (İbn Sina)’in sözünün
üzerinde de durulmuştur.
Gerçekte Kuran, belirli bir kadimlik (içerir). Muhallikten ve şüpheden uzak bir
şekilde inkıtaya uğramakla birlikte mahsus bir ibare olarak isimlendirdiğimiz bu
belirliliği; kadim olan ayetlerinin varlığında şüphe olmayan, yine kadim bir Kuran
olarak (bilmekteyiz).
Hadis (sonradanlık) e gelince; o, muhal bir hadisle kaim olarak meydana
gelen bir vasıftır. Bunun anlamı, ilk ihtimale göre, gayrına nazaran kıratın
hadisliğidir. İkinci ihtimale gelince; kaim olmanın belirliliği, bu lisan ile Kuran’ın
aynısı değildir ki o (Kuran) zatı ile kaimdir.
65
Muhakkak Kurani olanın hususi muhalliğine13 itibar edilir. Bunun dışındaki
muhal olanla ya da buna benzer durumlarla (Kuran) kaim olmaz. Bilakis o, misliyle
kaim olur. Bu anlamıyla o; hususi muhalliklerden hususi ibarelere tecrid olur. Bu
durumda Zeyd ile Amr arasındaki insani iştirakin müşterekliği, zat olarak tek bir şeyi
baki kılar ve bu, külli-müşterek bir iş değildir. O, bütün muhal ile (birlikte), Kuran’ın
kaimliğinin belirliliğidir. Bilakis bireysel olsaydı, aynı şekilde bu takdir olmazdı. Bu
durumu Kuran’ın yüklenmesi mümkün değildir. Kuran, Allah’ın zatıyla kaimdir,
onda eşkâl olmaz. Yine Kuran, lisanlar ile kaimdir örneğinde olduğu gibi, aynı
şekilde hadis Kuran da mümkün değildir. Bilakis kaim olması onu zorunlu kılar.
Kuran’ın lisanlar ile hadis olmasının mümkünlüğü; onun mevcudiyetinde
hayret vericidir. (Bu durum) Kuran’ın aynı değildir, bilakis onun benzeridir. Hadis
Kuran mümkün değildir, onun kaimliği, Allah Teala’nın zatıyladır.
Şimdi gelelim ilk ihtimale şiddetli bir uyum gösteren Şeyh (İbn Sina) ’in
mezhebine: Kadim Kuran Allah Teala’nın zatıyla kaim olur ki, lisanlar ile belirlilik
bu ibarede Kuran’ın aynıdır. O, ilk ihtimalde olduğu gibidir, ikinci (ihtimal)
örneğinde olduğu (gibi) değildir. İstersek, bu sunilik, iki yüzlülük üzerine ikinci
ihtimalde söylenen kelamı ortaya çıkarırız. Biz söylemekteyiz ki, misil olarak bu
lisan ile kaim olan belirlilik, Kuran’ın misli gibi olma, Kuran’ın aynısı olmaz. Kurani
(ifade) içinde O’nun kendine has muteber muhalliği de fayda vermez. Lakin Kurani
(ifade de) gizlilik yoktur. O (kendine has muteber muhallik) lafzın sıfatıdır. Misli
olarak lisan ile kaim olma (durumu) iki rükundur. Ondaki asli rükun iki cüzden
biridir. Yani kastım şu ki; bu mahsus ibareler ile ve hususi muhallik ile ki O, gerçek
13 Kendi özellikleri içinde meydana gelen.
66
olmayandan ilkine tabi olan diğer bir cüzdür. Rükunların birleşmesi, (bu durum) ile
birlikte onun vasfı, lisanlar ile belirlenmiştir.
Bu itibarla lisanlar ile belirli olan Kurani (ifadenin) inkârını yalanlamış
oluyorlar. İnkâra teveccüh etmek –ki o, hususi muhal olmayan lisanların üslupları
üzerine düzenli hususi ibarelerdir. Bilakis etrafı kuşatan bu tetkike bakacak olursak,
bu takdir üzerine (yapılan) lisanlar ile kaim olma, bilinen ya da bildiğim Kuran’ın
aynında meydana gelmez.
Kavmin ibareleri ve Şeyh (İbn Sina)’in makaleleri14 ve ona (İbn Sina) tabi
olanlar ve Bakara Suresi’nde icma ile ilk ihtimalin başlangıcı olan şer-i ve ahkami
hükümler (ki bunlar); Zeyd Kuran’ı okudu, inkârcılar yalanladı. (Bu durum) ilk
ihtimali güçlendirir. Namaz (Bakara Suresi’ndeki şer-i ve ahkami hükümler ile) caiz
kılındı. Cünüplük ve hayızlık durumu haram kılındı. Ben okuduğumda bunları
anlayabiliyorum. Yani bu durumda olma haliyle namaz kılınmaz. Bakara
(Suresi’ndeki) İslam Uleması’nın kat-i nassı ile ve icması ile (bu durumda kılınan
namaz) caiz olmaz. Keza cünüplük, bu kıratın dışındaki verilen hükümler hariç
olmak suretiyle haram kılınmaz ve böylece ilk ihtimalin şiddetli delilleri sana yeter.
(Bahsedilen bu durum) ikinci ihtimalin geçerliliğini zayıflatır. İkinci ihtimalin
ihtiyacı, bu sorumluluğu yüklenmektir. Bazı talifatlarında, bazı muhakkıklar
tarafından kesin olarak ortaya çıkmıştır ki; bu tafsil(ayrıntı) icmalidir. Lakin tahkikin
anlamı ve ayrıntısı, bu latif ve münif ilahi yön ki, (bu şekilde) diğeriyle vasıflanmaz.
Metnin kalan iki satır civarındaki bölümü, okunamaz durumda olduğu için,
bu bölümün tercümesi yapılamadı. Ancak metnin bütününü düşünerek ve okunabilir
kelimeler yardımıyla diyebiliriz ki; nihayetinde Hocazâde; Allah’ın kelamının kaim
14 İbn Sina’nın Şifa kitabındaki bölümlerin her birine makale ismi verilmektedir.
67
olması durumunu, birinci ve ikinci olmak üzere iki varsayım üzerine incelemiş ve İbn
Sina’nın kabul ettiği ilk ihtimal ile ikinci ihtimal arasındaki tartışmaları
incelenmiştir.
Risalenin son cümlesi ise; risale Allah’ın yardımıyla tamamlanmıştır,
şeklindedir.
68
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
RİSALELER’İN ORJİNAL
METİNLERİNİN ARAPÇA
YAZILIMI
69
��ر��� �� ا���
70
� ��� � ا�����ن ا���
ا��رق ا�ول, ا���� ا�����
."�ن م+ ه�ا وا �� أ�� �� ی � و�� ی��� ی� م+ � * �( آ'�ا أ�� %$ ! � م"�� و! � �ل
�6 ر��( ا� ت��5� ا���%� ا��� �4 �� ت�� �1 اورد1 ! ( ا��"�0 أن �'� ا���$ م"�� /�ل ا�
م�� 8م � ��� � �@ ��<� ا�� ذآ�1 وأ<�ب �>ن �'� ا��0ی; ا����$ �� ا�:�ع � ی�� 8م �'�
ا��0ی; �� ا�F�ه � وو<�ب ا��<�د �Eه� ا�D�از آ�ن آ$ م:��A م��B� ا�A�ی� أ/�ل اذا آ�ن
+ ا�Iات آ�� ه�ا م.:� ا��� $ ه:� ����:8ی( !+ ا��0ی; ا����ث$ �� ا�:�ع � و<�ب ا��<�د !
...ش; ی�� 8م ا����ی* !+ ا���0رك �� %'�ت �F�ه � وو<�ب ا��<�د
ا��رق ا�����, ا���� اFول:
) � N�@ع و�� ی�د �'� ا��0ی; ا����ث$ �� ا�:�Dم �� ا��.�ق م@Oأن ی��ل م��ق ا� �أ� �A إ
� ا: �ی�( أ%@!Q �/�ل ا��6 ر��( ا� و/� ت��م أن ا��<�ب �'* ا���ه � /�ل . ��<�د و
و� � !1�V �� م:U ه1I ا����م� وا! � أن ا��<�ب یS T ! � م�5ن ث@ث� إ/��Bء ا�Iات
� ی�V�ر آ��( + + ا�و� � و� ش; أن ش�ء م+ ا��5:Xد !+ ا��<�د �� ا��:X��ا��<�د وإ
�� � ��A إ!�.�ری�ن �����اد �����A أن ا��<�ب �'* م�ه � ا��ا<Y ه� ا��5:� ا����4 �'* ا���ه
....ی��ل ! � ت��ی� ت5�د ا��ا<Y. �"�آ8ا
ا��رق ا�����, ا���� ا�����:
�Z�أ/�ل � ش; �� ورود هIا , ا��� ی 8م ا���آY �� آ�ن ا��<�ب �� �� وا��ة ��A ��دان إ��
� ی"�م ا�.�ل �.� 4 V( �� ا��5:� ا����4 � �<�ب ا��\ل �"V]م �� ت@Oا� +O� )ا��ل <�� )�
����A ا!�.�ری�ن !� �ن � * ���A و<�د )��/ 6 V]� � 4 �� ی��5ض و/� أ�V_ ا��"�0 �
71
� � � یD�زان یO�ن ا�[�ص م:��A أم�ا �� �� ��� ا�[�رج م� � ان اراده�� ! � ا�a@ق وإ
� م�ه � ا��ا<Y !:�ه� ����'�قQ, �ه Y>ا�ا� � /��( �����اد �����A أن ا��<�ب ! + م�ه
...ا��5:� ا����4 أ/�ل ا�"�V راي م+ !:� �'* ذ�;
ا��رق ا����4, ا���� ا�ول:
) ! �A0م[��'� ��� ی )��O� ش�ء ) ا�'�ض$ و/� ی�!� و/�!( �� �d5 ا�Y�O �@ ی 8م !
��<�ب و�� اوا�Z هIا د� $ م+ أن ا���ای+ وی�50 �( ا�O@م �� ا�."4 ا����4 م+ م.��4 ا
�� ا��ا<Y وآ��( �( ا� �� ی �'�A������ f �� ان �� + ا��5:� اFول او ا����� � �<�ب ه� !
* ( و�� �Aآ@م g50�ة ض� Y>ا�ا� + + م+ ا�م�ر ا��<�دی� و! ا��<�ب �IAی+ ا��5:
+�� U/ا�ن ا�� ( �$ ا���Dد �. ! )�\ g/��� 1�V�}زی ��� تV�ى �D�ا�( �. �ن !�م }�كم�
�� ...�$ آ�ن, آ�ن م�اده� م+ ا��<�ب ه� ا��5:� ا����/ �� 4���A ا��<�ب ه� �'* ا�"�
ا��رق ا����4, ا���� ا�����:
+ اFو� + �� ی>ت ��0ء إ� ت>ی � ا��رود \ل ذ�; ا�'�ض$ �ن ورود1 ا���اد أ�� ا��5:
ن ا�D�اب ا�Iي اش��� إ� ( م+ �d5 ا��Fض$ یO�ن ا�AE وا< � و���5ي ا}��آ8ا{ح
}� مfO� U زای�ة /� اش�ف م+ ا�S ��ء }���اد1 ا��اد ا��5:� ! � و<( أ� �Z :Y�"� nش
S�"س م�اد ذ�; ا���ش� f Dت ��� +O� ي�a�Z}� و/� و<��� �5� ت"�ی��� هIا ��[� : �Zش
�اد1 � * �'* ا��5:� ا����4 �$ /� %�ح � �A ��� ذآ��� م+ ان م, م'S�"� � � V �� ه1I ا���دة
) ا��YD و%�ر آ�ن �� یO+ /��( �����اد �����A ان ا��<�ب ! + م�ه � ا��ا<Y } م� %�ق !
ه� ا��5:� ا����4 ی�.�در م:( ان یO�ن م�اد1 آ�ن ا��5:� ا����4 �:'�( �'* ا���ه � و� * آIا�;
72
/ _Vی �� �ی��ل م� اد! �( م+ , }�"�آ8ا{��( �_�$ م�اد1 ان م� %�ق ! ( ه�ا �'* ا���ه � وا
Y>ا�ت��ی� ت5�د ا� � ! Y ...ا���آ
ا��رق ا��ا�U, ا���� ا�ول:
+! ��A:دان وام� إذا آ�ن ذات�ن م�[��'��ن ی���ی8 آ$ م�� �A� �� إ��� ی 8م �� آ�ن ا��<�ب ��
+ ت���ی8 ا��Zr إ�� ا��Zr إذ � ��ة ان ا��5:� ا��ا�� � ی�V�ران یO�ن �'* ذات + م�'��]�
+ اFو� + ��ه� إ/��Vر ا�ش��اك آ$ م:��A !+ ا��Zrى ���Iات /��( م��0آ��ن �� ا��5:
��A و� * آ8ا�; �ن ا��S T م+ ا��5:� ا����4 أیB� یO�ن !�رض� م��0آ� � :��A ! � ذ�; �
( و�IAا ا�Iي ذآ��� �AE ���د /�ل � �E�� م��م$ و �ه� ��+ ه�E اIم+ أراد ان ا����ی� وه
+ م[� '� + �� یO+ م���5�� ...یYD !+ ذ�; ا���أل ��ن ی��ل ان ا��5:� ا����4 �� آ�ن ��
ا��رق ا��ا�U, ا���� ا�����:
+ �� ا�� �Z�Y> ان �� + ا�و� + ��ون آ$ وا��ة م+ ا�"� ا��<�ب م�@زم� ��<�د ا��5:
�"��خ إ�� ا���T( ه�ا ت5�د ا�'�د � � ت5�د یO�ن ا��5:� ا����4 �� �� وا��ة وا��5�د ا��"��$ ا�
+ ا�و� + , مU اuت"�د �� ا�"� �� ی 8م ا���آ Y وا�( ��<( + ا��5:� �ا�Av�ران ا��@زم � * ا
وا��S T م+ ا��5:� ا����4 و��� آ�ن ا��S T م��0آ� ! � ذ�; ا����ی� �� ی'��ق وا�� م+
ب !+ هIا ا�ش�Oل م�/�ف ! � اث.�ت آ�ن أم� ا�����5 ا�� �� !+ ا��Z وا�"�%$ ان ا�D�ا
1� Q ب او�<�م� ا�Fاد آ�ن ذ�; ا� Y>ا�وا�� �'* ا�...
ا��رق ا�[�م*, ا���� اFول:
وم� /��� م+ أن ا��<�د ا�."4 �'* ا��ا<Y �� ت� �V_ <�اب ا�0 w �� ا�0'� ا�Iي �� (
�'* ا���ه � هIا ��ه� ان یO�ن /�ل ا��6 ر��( � و/� ت��م ان ا��<�ب , %��Y ا��"�آ��ت
73
_ �اء �� یO+ �( ت5�د �Zر<� او� ����B� هIا ا��� $ �����اد "V� * � �ا<Y م�ه � آ � و�
� V]0ی� ا��Aا� � /�ل ا��6 ر��( ا� � 8م ا���آ Y أ/�ل /� ت. + �� م.��4 ا��5 + , �����ه
Y�"� ا�إ��� ه + ا�Iه+ دون ا�[�رج � 4 /�ل ان ت�آY ا�0[6 ا��5 + م+ ا���ه � وا��5
��O� $V'ا� �إ� *:Dت آ:�.� ا��V]0ا�� � ...ا��6 وإ! � أن ��.� ا���ه
ا��رق ا�[�م*, ا���� ا�����:
) ان ا��A� *:D �� ا��5$ م��D$ م�ه �ت م�5�دة و� ت5 + ��0ء م:��A ا� �����Bم �V$ إ�
ن ا� �� ا�Iه+ آ�I; ا���ه � ا�:�! � وه�� م�"�ان ذات� و<5@ وو<�دا �� ا�[�رج و� ی���ی8ا
ی"��$ ه�ی�ت م�5�دة � ت5�د ��0ء م:�A إ� ��0[6 ی:�B ا� �A وه�� م�"�ان �� ا�[�رج ذات�
x�� +هIدا م���ی8ان �� ا��ا , و<5@ وو<�ه �Z� * �� ا�[�رج م�<�د ه�ا ا���ه � وم�<�د �
! � � ا��اده� �$ � * ه:�ك ا� ا�0[6 ��� ی��آY م:��A ��د وا� �� یV_ ��$ ا���ه
� وت0[6 آ�� , م�<�د وا��!�� � � ا� ان ا��5$ ی'��A V ا�� م�هV]0ی� ا��Aا!:� ا�
$V'ی...
ا��رق ا���دس, ا���� اFول:
�� ا�"S ت��5� �( ی�� ! � �� S� �� �:هIا� Y ا���ه � ا�:�! � إ�� ا�D:* وا�'V$ وا���آ
)�@T� 0"و/� %�ح �( ا�� $ اي م:���ة , � �� م.��4 ا��<�ب � 4 /�ل وام� م:���ت( د�
�ا��<�ب �@�� �ج ا�� ا�8Dء ا��5 � � * �.�ی�A و� �Iه+ ! ( ��ن ا��"��ج � :Iy تV�ر1
� أ/�ل � ( , و<�د1 �� ا�[�رج!�� �5 .a د�<�ن ا��آ �م.:� ! + A>�ل ا��"�0 آ$ م+ ا��/
+ ی 8م A>�ی+ ا�Iض:� %"� ه�� �ان ��v� � � وم.:� ا��0ء !�� �5 .a ب�<�ن ا��ن آ@T�
74
�� ان یV_ !:� %"� ذ�; ا��0ء وهIا �Eه� ام� ذاك � �:�ف �� � + ��ازم %"� هIی+
+ وآ�ن ا��<�بA>�ا�...
ا��رق ا���دس, ا���� ا�����:
� ی�� 8م ا��5�د !�� �5 .a ب�<�ن ا��وآ �� Tا��5�دم �'� �Bی�� ��A�"% ن�� � !�� �5 .a
أ/$ م� �� ا�Iه+ وا��"Iور أ!:� ا���آ Y م+ ا��. �5 ا�:�! � وا��5 + �� ا��Bورة ���V�اب و
� ! � ا�a@ق �$ !:� ��ض � !�� �5 .a ب�<�ن ا��ن م.:�1 آ�Oول ان یF<( ا�ا� �إ� �v�
�:! $T.ی �ت5�د ا��ا<Y او آ��( �'* ا��ا<Y وهIا م�� 8م �Iاك و� ی['� ان هIا ا��.:�
وام� ت�T إ�� ا��<( ا����� ان یO�ن م.:�1 آ�ن ا��<�ب �'* , "� ا��<( ا��Iآ�ر��ض %
Yی 8م ا���آ � !�� �5 .a ب�<�ن ا��آ � ! ) � �( اذ �� �:� ا�O@م �!�� �5 � ت. Y>ا�ا�
�A:م...
ا��رق ا��.U, ا���� ا�ول:
+ وإن آ�ن وم+ ا��5 + �@م�ی� � 8م ا��/�ع �� ا��"�ذور ت>م$ و� ی['� ان �:A>�ء ا��
* �@زم �ن م.:�ه�� �� �"� �� ! � ث.�ت آ�ن ذ�; ا��0ء � ):O� ب�<�ا� �إ� �v� �" "%
;�Iآ Y>ا�ا� �� � م��0آ� !:� ��ض ا��5�د وآ�� اد!�ا ان ا��<�ب �'* ��!�� � م�ه
+ ! ��A:ا!�.�ره� آ$ وا�� م �"% ; ! YهIی �ا<�5�ا ! � ان ا��<�د �'* م�ه � و
V_ ان ی��ل �� ا��<( اFول �� و<� وا<.�ن ����ی8ا �� ��5 + Fن ا��<�د یO�ن ا�� Y>ا�
�� م��0آ� � :��A ��� �� ی"V$ ا�م� �ز �� ��5 + �� ی�"�S}��آIا{ح��...
75
ا��رق ا��.U, ا���� ا�����:
� ����Bورة � 8م ا��"Iور ا!:� ا���آ Y و�� ا��<( ا����� ا��<�د وه�ا ا: ����B� ا�ث:
D�ز ا��'�Oك � :��A �@ ت5 + وإ�( م"�ل� �B1 �>م� ان ی���/�ل ا���V ر��( ا� , � �5 + اذ ��
+ /�ل , ��م� ان ی�� 8م ا��5 + ا��<�ب � 8م ت�1�Z وی 8م ا��ور أ/�ل وآ�ن ا��ا<Y م5���� @ 5
� ا��"�0 ا!��ض ! ( ��ن ا/��Bء ا��5 + ا��<�ب ! � ت��ی� !�م ا/��Bء ا�� + <�ب ا��5
ی�� 8م ا��ور وا��� ی 8م �� �� ی�Xض او � ذ�; ا�5�م وأ< Y ��ن ذ�; ا�'�ض � ی�:U �8وم
� Q )��O� م��...ا��ور �� �'* ا
ا��رق ا������, ا���� ا�ول:
U م� !�ا1 �� �'* ا�م� أ/�ل � ی['� ان هIا ا�D�اب �� �D� � ! Y>ا�ن ا�F U/ا� � S��Tم
�ن ا�'�ض ا����� � �5 + م��تY ! � ا�'�ض اFول � �<�ب � � ا!�.�ت ا�"��� �Qی� ا�.�0!�
� ! � Q )��ر �( أ!:� آ�آIا�'�ض ا�� Uم�Dت� �Aش; ا� � � � �<�ب أ!:� آ��( ! � � ا�"�
و/� ت��م م+ , � .T$ ا�'�ض اFول وی'�� ا����� أیO� �B��( م��ت.� ! ( �@ ی 8م ا��ور أ%@
( هIا �� م."4 ا�V'"� ا�� ��ء �O+ آ�ن �( و<( ث�( /��( �5� ت� � آ'�ی� م�Dد ا��"�0 ش.
...ا�5 � ��ه� !�م ا�O'�ی� �O+ إذا آ�ن ا��<�ب ! � ت�م� آ�� ه�ا ا��vه� !:� آ��(
ا��رق ا������, ا���� ا�����:
� ش.�A �� آ'�ی� ه1I ا����م� وأ< Y أیB� !+ ذ�; اu!��اض �>ن Y>ا�ل ا��6؛ �'* ا��/
� ا�"�Vر ا�B�/uء �� ا��<�ب واذ ���1 اي هIا ا���ل �'� Xی + 5� � �Bا ا�����ب ه�<�ا�
"��$ إ/��Bء ا��<�ب و!�م إ/��Bء1 و�8وم ا��ور م.:� � �B�/���I; ا��"�Vر � F%$ ا
$��" � )��/ �v� �Bاب ای�Dا ا�Iا����� و�� ه �ك ! �O'�uاز ا�ول و<� ! � ا�����ل ا
76
إ/��Bء ا��<�ب و!�م إ/��Bء1 م� � وم� ی��ه� م+ ان ا��'� �@�"�Vر � u%$ ا�B�/uء
g ی"��$ !�م ا�B�/uء � * ��0ء /��( �8وم ا��ور م.:� ! � ا����uل اFول و<�از O�
...ا�O'�uك ! � ا����� � + ��vه�
ا��رق ا���U, ا���� ا�}ول:
اضU إ��� یO�ن إ!�.�را وا��ا /��( وإ� و<( ی�50 ��<�ه� �ن م�ار ا�O@م �� أم��ل ه1I ا���
_ "Vاب ا��Dا� Uم $a�.��� أل و<�ل�ا ا��Iه | �Zو/� إ ��A��� S. �/و + + اFو�A>�ا�
/�ل ا��6 ر��( ا� وه�ا م.:� ! � }إ�� ��Zا�Iي ذآ�1 ا��"�0 ����( وإ� و<( أن ی��ل إ�_
Uدی� /�ل ا��"�0 م�ب و<�<�ء ان ا��:X�uد او ا�<�ات ا�Iء ا��B�/أم� إ )�� ;�Iآ * ا�( �
��A م� /� .S �� م.��4 ا��<�ب وإ� م�Oن م+ ان ا��<�ب �� � �V"ل و<( ا��أ/ � Xا� +!
( ام� ��>وی$ ا��ا<Y او ��>وی$ م.�ا ا��<�ب ! )/@aا $� �� �"� * ...ا��5:� ا����� �
ا��رق ا���U, ا���� ا�����:
ا�Iي ذآ�1 ا��"�0 ا/�م� ا��� $ ! � ا����م� ا���:�!� و� �>س �( � ( وا����م� ا���:�!� وهIا
$ إ�� إث.�ت�A وم� ا/�م�ا إث.�ت�A م+ اFد�� � یD�ي ش > �O+ ی�O+ ان ���5ض � �� $ ا�Iي . �
Iی+ ا/�م ا��" ! �0� ��A�@T ��� ت��م م+ أ�( �� �یD�ز ان یO�ن ا�[�ص وم� %�ق ! ( م+ ه
+ م�ا�"�ل !�م( ! � �aی�� آ�ن ا��<�د ! :( !:�ه� ��ن ا��<�د وه�ا آ�ن ! + ا��'A�م
�ن �ش; ا�( أم� إ!�.�ري �ت"�S �( �� ا�[�رج وا�"�ل ا��A اث.��ا آ�ن ا�[�ص !Fا��0ء �� ا
�� ا��ا<Y وأم� ا�"�$ اuش���/��� + ! ) ...م:( وم� %�ق !
77
ا��رق ا��5ش�, ا���� اFول:
� � ا���5�ل م�5�Q ل�ا���5 � Q )��/و ) ��ا/U �� ا��<�د أیB� �� ا�D�اب !:( <�اب �
)��O� � * �� ا���5�ل ا�Iي ه�ا أم� إ!�.�ري !�م �$ �� ا�[�ص وآ��( م�5�� ) �O+ ا�O@م �
�V"ات( ا�I� ): ��� ان وا<Y ا��<�د �� آ�ن ت5 f / ا��"�آ��ت ��ن Y��% ع /�ل�م�: ��
ذ�; ا��5 + وا��� یO�ن آ�I; �� آ�ن وا<Y ا��<�د ذات� وا��ة وه�ا م�:�ع �D�از ان یO�ن
5� <:� � ی 8م أن یO�ن ت��ی8 .a �5 {!�ض� !�م� او .a ب اذا آ�ن�<�ن ا�� �v: �Zش �؛ �
� 8م ا��"Iور ا����تY ! � ا���آ Y م} .<:�� �A� ل ا����م��V'��� )�"اع ا��:�ر<� ت�� +
�5 ا�:�! � وا��0[6 اذ � ��ق � :��A �� ان آ$.Tا�...
ا��رق ا��5ش�, ا���� ا�����:
+ ا�Iي ی:�B إ� ( أ/�ل , م:��A ت�آY ده:� ! � م� .S ذآ�ه�� 5� � �Bل ا��0رح؛ ا�����/
Y هIا ی�50 �8ی�دة ا��5 + و�8وم ا���آ
78
O ��ت �� �"4 ا�5 � هIا ا�
زاد1 ن Z�ا<( ���~وا��5 �ل
79
� ��� ا� ا����+ ا���
ا��رق ا�ول, ا���� اFول
� Q )�V]ة م���Oر1 م�Oرة <8ء �( وإ��Vف آ�� ان آ$ وأ�� م+ ا���دة وا��V��ا/�ل ا
� م���!� �����ل ����م م�D�ع ا���آY ی�� 8م ت��م م�D�ع ا���دة وا�V�رة ! � ا���ه
� ا��5 �ل � 8م ت��م ا��0ء ! � Q +ع م��D� � f.م ا��� ث�O�Fم+ ا * �'* Fن ا����م �
ث.�ت اF<8اء ام� ت5 $ !�م <8ئ � م[��ع ا���دة وا�V�رة م+ اFر��5 ���( �� آ�ن آ�I; ی 8م
� ا���D�ع ا���آY م+ ا�5 $ ! Uر�5( ی�� +O� آ�ن ا��5 �ل ! + ا�5 � �ن <8ء ا�5 � ! � �
�� ��ن ا�5 � �� �� آ�� Uر��$ وأ�� م+ ا�م�ر ا�ر��5 وام� ا�5 � ا���م� ا��� ه� م�D�ع ا
� آ�ن آ$ وأ�� م:��A م+ أ<8اءه� ا!:� ا�'�!$ م�دة وا�V�رة ! �A��آ �ر��5 ��5:�ا�م�ر ا
�ج ی�� 8م ا����م وت� � ا�5 � مU م:U ا����م ا��8ام( ��<�د ا�8وم ��ون ا�@زم وه�ا ����� � !
� $/�! ) Bی�ت ��ن /� �AE ام� ا���ض� آ�� ه�ا ی��U ا����م ی�:U ا�5 � وات�Vی�و ! ( ا�( م��
�� آ�ن م�D�ع ا���دة وا�V�رة <8ء م+ ا�ر�U ی 8م ! ( ا��0ء �'�( وا�'�ض$ ا��'��زا��
%�ح ��م�:�ع آ�ن ا���D�ع ا�م�ر ا�ر��5 م"��<� � �5 �ل آ�� %�ح �5�م( ! � وا���ل
( /�ل ��م�:�ع ! � وان ا�5 � � �f ا� م� ی"��ج ا� ( ا��0ء و%�رة ��م�:�ع آ��( م"��<� ا�
f� �.
� /��$ ��A } ه1I ا�O ��ت �� �"4 اuش��اد ! � �Zش � ا���Dی�: �Zش �{/�ل ا��0رح؛ Q د�<�ا�
وهIا ا�O@م اش�رة � و/U ت�ه� م+ ی��ه� ا�� ا��<�د ی�.$ ا�8ی�دة وا�0�ة و� ( �"F 4ن ا��<�د
� ! S Tی $ �ن م�@ وا����� �'* ا�Iات وا���!Fن �� ا�ا��ه�� آ + $ ا�ش��اك ! � م5:.
�1IA ا���دی�ات ی��0� ����v: ا�� ا��5:� ا�ول � ا�� ا��5:� ا����� ��>م$ ! � هIا ا����ی� أن
�5:� هIا ا�O@م � ی��U ا���ه� Fن م�اد ا����ه� م+ ا��<�د �� /.�ل ا��8ای� وا�ش��اد ه�ا ا�
80
�ا�� } ا�� ��Z{ا����� � ا��5:� اFول /�ل ا��0رح؛ ��ن آ�ن ا�ول ��م� ان یO�ن ا�_ �v� ) و�
ا����Z م+ ا���دی� اFول
ا��رق ا�ول, ا���� ا�����
�1 وح Q � + ا��<�د اFول و! �و� ی 8م } و� :Iy{وه�ا ا��<�د �:��ل أن هIا ا��<�د
�ة /�ل ا��0رح ا�'��د ا��Iآ�ر �ن �8ومV� � ! +O ا�'��د ! � ت��ی� %"� ا���وی� ��>م$ �
/�ل , ی 8م ان یO�ن اش� م�<�دی+ م��� + وم� �"+ �� %�د1 � * آ�I;} و� :Iy{وح
��Z{ا��"�0 ا��0یg آ�� <�ز / �م ض�ی+ ا�_ �� ی@ئ� ��� .S م+ ان } ا )�� 4"� ) و�
�ن � :��A م[��'� ا��D � ����� /�ل ا��"�0 /��( وإن �� ی:�g اFول ��x إ<��U �ا �A� دان
� یD�ز زی�دة ��A ��% � إ!��اض ! � ا�����ل و� ( �"F 4ن هIا �� �Bوأی gا��0ی
( /�ل ا��"�0 آ�� ا!��ق �( ���� �� <�اب هIا ! )� �A0آ�� ی �اu!��اض ! + ا����S م�ء
م ��" ( ��و�( /�ل �d5 ا��Fض$ ان �� هIا اu!��اض ��>م$ /�ل ا��"�0 وان ا��<�د � ت��
و� ی"S !�م ا��[��'� ! � زل ا�'T+ ! � , ا�O@م !�م م@/ ( ��� .S م+ /��( ور��� ی��ل ا�_
�A��� S رأي �d5 ا��Fض$ أ/�ل !�م ا��@ئ� م�� ذو ا�O@م ا����S ا�8ام� وهIا ا�O@م ��"�
��( ان اراد �5�م ت��م ا��" 4"� ) � �B4 وای $ ��و�( ا��<�د ا��5 + !�م ت��م ا���ه � م+ �
مUT/ U , اي مUT/ U ا�:�v !+ ا��Z 6]0@ئ� ذ�; Fن ت��م ا���ه � ��<�د ��Z, ه� ه�
ا�:�v !+ ا���E 6]0ه� ���O�uر م���O م��B� !� ( وإن أراد !�م ت��م ا��0[6 ا�Iي
اu!�اض م���م� ��و��A وذ�; �V$ ا��"$ ��I; ا��<�د ا��5 + ی 8م ان � یO�ن م�� ���ی�
�ن ا���اد م�@ اذ ا/�م �� ��"$ � ی���م ا��0[6 ا�Iي ��I� $"� � $V; ا���اد ا��5 + ��ون
ذ�; ا���اد وم+ ا< � ا�.�ی�Aت ان ی���م م"$ ا���اد ��ون ا���اد ���م$ /�ل ا��0رح �ن م5:�
...اuش��اد و� ( �"4 وه�ا
81
ا��رق ا�����, ا���� اFول
� ا��"�0 � �� .S م+ /��( وا���اد م+ اuش��اد أن�'�� g��]ا ا���� مIA� ش��ادuا � ت'�
وذ�; Fن م�ء آ@م ا��"�0 أن اuش��اد ه� ا�"�آ� �� ا�"�ل ! � �aی�� , ا��:'� هA:� إ�_
g إ�"�ل اى إ��@ب �5�م�A ا�� ا~�Z وا~�Z ا�� أ��ه�� آO�ن ا���ء ا�.�رد Oا�"�آ� �� ا�
ر او ا���ء ا�"�ر ��رد او ا��:'�A م+ آ@م ا��0رح � * آ�I; �$ ا��:'�A أن یO�ن ا�"�ل م�"�د ��
� Q �ل ان آ �� ت8ای�أ/ �A� اFم��ل ��>م$، /�ل ا��"�0 أن ا��[��� ��ل ت8ای� �� ی�.�ل ��!
��[��� وا/�5 �� م�/�A5 �$ ا�و�� ان ی��ل �� ��ل إش��اد Fن ا��8ای� ه� ا�"�آ� �� ا�O �� ا
� ی@ئ� !.�رة ��! ��A �$ ا��@ئ� ان ی��ل %:' ��A ��ل �'5 ��A وا��[��� �Bت وأی� ' Oم+ ا�
��ع وا����.�ل %:' ��A��� �A /�ل ا��"�0 و� ت"�S � "�آ� هIا ا���5یg ا�"�آ� وهIا
ا���5یg ی��0$ ا��ور Fن ا�8م�ن <8ء م+ هIا ا���5یg وا�8م�ن ی�5ف ����ار ا�"�آ� �_
O�ن دورا ��!�ف /�ل ا��g:V و/� ی���ی8 } �"�آIا{� gا�"�آ� �� زم�ن ا���5ی IZ�ی
� ی�IZ ا��5 $ �� ت��ی8 اF!�ام )�F �A5/�وا/�5 �� م � Q �/ �� ن آF 4"� ) اF!�ام أ/�ل �
�Oأن ی �ا� Yأن ی��آ �ن /� ��5:� ا��"� S /�ل ! � مIهY ا���ئ + ی���ی8 ا�!�ام أ� �A إ
ا��0رح �A�F �� آ��f م���ی8ة �f��O ث���� أ/�ل هIا ا��� $ م:��ض �� ����:�5ت ����A م���ی8ة
�� �5'� )� �Dی � $ � ث.�ت �u�� �Aت'�ق ����A، /�ل ا��0رح و� ���ى.x أ/�ل هIا ا��� �Aا� Uم
�V]ا ا�Iم� � آ � Q �ن ا����@T� نF �:Oا�5�م�ت ا��� �:Oن ا�5�م�ت ا���� وه�ا ا����8�5
...ث���� !:�ه� ��>م$ /�ل ا��"�0 وام� ا��<�دات ا�[�ر< � ا/�ل و�� هIا ا�O@م دZ$ ا��0رح
ا��رق ا�����, ا���� ا�����
! � �Eه� آ@م( وام� اذا آ�ن م�اد ا��0رح �� ���<�دات �� /��( � Z@ف �� ان ا��<�دات
/��( وام� �5�م�ت ا��5�وم�ت � "V$ � ��اد و�ی�د ذ�; ا��Z$ مU ا���<�دات و ���5�م�ت ��
82
�ة /�ل م��ن V� � ! +O أ�( ! � ت"�ی� ا��"�ل ی�د ! � ا��"�0 \ا�ن و<�ا��ن ���م$ �
Y ر��( ا� �ن ا��<�دات م+ <� � ا�5�م�ت أ/�ل ی�د ! ( إن آ�ن ا��<�دات م+ TZ
�; Fن ا��5�وم م+ إتgV ���5�م ����A، /�ل م��ن ا��5�وم�ت ی 8م ان إتgV ا��0 �:� B( وذ
Y ر��( ا� � O+ م�� م��"� أ/�ل �ئ� !�م ا��� @ن ا��<�دات وإن آ��f م+ ا�5�م�ت TZ
�ث.�ة �� أن إت�Vف )�� 4"� ) � %��� /�ل ا��"�0 أ� �A ا� أن ی��ل ��A أ/�ل �'� * � �A:O�
�I� )��V; ا��'A�م /5T� وإن آ�ن ذ�; !�ض � <8ء ��Aی�( أم� ��� ه�ا <8ء ��'A�م( ی��B� ات
fت� .
83
uا �� S 5ت� ���اضر��!
�ADدی� ا��إث.�ت و< $ ! � د�
84
� ��� ا� ا����+ ا���
ا��رق اFول, ا���� اFول
� وا��5.� ا�5 � ا�"�� ��� ( وا�V@ة ! � �. ( م"�� و��( و�5� ��� ورد �� ا���ة ا��:��T ا�� �
� زال م�T!� �� م�0رق g ���A ا����ل ا�! � وا�م� ا��::� �Aوم �Aا� ارآ�� � ا�[�/�� � ش
ا�رض وم�Xر��A ی��B+ اuش�رة ا�� ت"�ر م� ی�S 5 ��!��اض ا����� ا��"�S وا��[�ی�
'X� 1 ا���Xد أه$ زم��( ت��ءم� ا� � ا�م� وش�یg ا S/�دی� ا���اث.�ت و< $ �ا�( ! � د�
...ا��AD م�� :_ � [��a ا�'�ت� ا�5 $ وا�Iه+
ا��رق اFول, ا���� ا�����
� ���8ان �� وضU اث�ه� �X0م Iy: � Y و/� آ�ن ا�� �Bا�8ام� و�� � $ اث.�ت� و�' Oا���%� ا�
�� � ��و<�ع وا�م ! � و%��� ��[ [ f ا%���A ا��واw وت:�ث�ت رءو�A �0�امw وا���D م
� ا�م���ل Z��� ��'� +م �VZذ�; �� أ<� ر Uار وم�Xن ا��'>�ی� Y ا���ار وی[gT م+ ا
�!�B.ا� � / Uم �!�T�uا Y�� � ! �!�Tا� Y>ا�� f ش�رة وإم��uا �Bم�� �درت ! �.�
( �5�ن ا�� w: م� f.�O� �!�:Vر ا�.�ع �� ا��V/و...
ا��رق ا�����, ا���� اFول
+ ا��.�ل �'[� م>�� � �� U/ا���ء و / .( ��ن و + وت>ی �1 م.�ا �0�اQ$ ای��1 م� ی"�ل �
ودZ� م[ � م�� ��ا��5ض �% � د!�ء %��_ �ی�م ت ; ا��و�� ی���� ! � إ�Z@ف ا�A0�ر
Fا Sا��ق ��� d5� داءF �Oام وش�!Fر وا�إم��اد ا��ه �ی�م وث:�ء ��ی_ ی�وم ! ���Bل وا
�A.%ا�ة و��V:اءم ��!8از ا��Q ة���� �Aر��Xرض وم�وا�5�uم � زا�f اوأم�1 �� م�0رق ا
�IZة و� ��م ا� اه$ اu@م E@ل !�a'� و!��( و� .�A اردی� رأ��( و�B ( �"�م�...
85
ا��رق ا�����, ا���� ا�����
)����Z{/�ل ر��( ا� ��� هA:� اش�Oل إ�w , م"�� و � \ال ��d إ<���� م.:�1 ! � }ا
م��م� + ا��ی��A <�ی�ن ا��� $ �� %�رة ا�:�d وهIا م�� � ت:�زع � ( وا�����ل أیB� م��5ف
� م�<�دة �� ا�[�رج وهIا ی"��ج ا�� ا�. �ن Q م��A'ا���آ8ی� م �T�:ن ا��ى آ�Z��( وا
�� ا��ضU او ��T( م:�( �� و� ��( أن ا�:��T ای:�� آ��f تO�ن ��a� ����ار ام� ا�[x م:�(
�ا��ضU �� إم��ادی� م5� او <�� م:�( �� ا��ضU �� ام��ادات( م5� آ� ا��[�وط ا�����ی� و
...ی�V�ر آ���A /�ءم�
ا��رق ا���اث, ا���� اFول
�Iات�A ��5ض ��A و� �V���A �� وx ا����ار ا���O� $V����a �A� و��Aی� وم�آ8 ا����5 ا�Iي
� ی'V$ م��< �A�'� �� � Vم� �T ( ا��"f و�ST ! � م�آ8 ث�$ ا�رض وه� !:�ه� ��
Yا��وام� < ) �� ی :� ��[���T ا��V:5ی+ ا~�Zی+ وت��� �5� ا���آ.�ت ا��V:5ی� �� � �A ا�
�إ�'�Vل � �A ��� ث.f إ���Tع �A�'� �� � Vم� Yی�Q ش�ء �A��0ی � �V��Z ��.Tا���آ8 م
V�ل ��T� و/� %�ح ا�0 w �>ن ا��a �ADف إم��اد ��ی+ اuم��اد ا���<�د وی�V�ر �
...ا�[�ر<�
ا��رق ا����4, ا���� ا�����
ا��:�A� !:� م�آ8 ا����5 ��� یO�ن ا�:��T ا���آ8ی� ا��� ه� <�A ا��"��a f� /�ءم� �(
ی" T% )� x_ وا�� وإم��اد اuش�رة أم� م�ه�م � ی��م �( م�<�د �Zر<� و/���A ا��Oة <��
�Bوأی �Aح �� آ@م�Vا مIدة �� ا�'5$ وه�<�م �T�� ) Zم1�:5 ان �� دا * � �T�� ) Zدا ��
86
� م�آ8ه� م�<�دا � �A �� ا�'5$ ا� �>�� ث �� اش �ء ت��Ua ا/�Tر Vی �أ��A /���ا ا��اءرة
�Bه� ا���آ8 و��آ� ا��اءرة ت�� �T�� � ! ن�Oا��اءرة ا��� ی...
ا��رق ا��ا�U, ا���� اFول
;�Iه� وآ�v� ت ا��[� '� ه� ا���آ8 وام� ا�'�ض�ADا�"�آ� �� ا� + � � %�� �T�� ن�O
� � م�آ8ه� م�<�دا � �A �� ا�'$5 � ����Ua ا�/�Tر وا��"�ور ام ���'�ض Vت �ا��Oة
ADا�"�آ� �� ا� + � $%�� xZ ن�O �Bة ت���Oن ��آ� ا�� x�� ا ���"�آ��ت ا��[� '� ه�
ا��"�ر � O�ن ���T ��% � ی�Av ذ�; ����[ $ ا��Vدق و��� �� تO+ ا�رض م�"�آ� �"�آ�
�A V]ن ت� �A م"�ور م�<�دة م����5a !:� م�آ8ه� � $V"ی �� x�آ:� �� ا��ك �$ @��ا
...ا��� ه�ا �� ا�"�آ�ت
ا��رق ا��ا�U, ا���� ا�����
xZ ن�O�� � Bا��وری� ا���� � + ا�"�آ�ت �� ا��ADت ا��[� '� و��آ�ت ا�F@ك � $%��
ی��B� ا� �V�ل ا��"�ور � �A دون م� �� ی�"�ك م�� ه�ا ��%$ �� دا�A Z �� آ�ات
�A��/د ا�[�ر<� و�<�ا� � ا�5:�%� � � ی.S م+ أ.�ب و<�ده� � �A ا� ا�'�ض و�Eه� ا�( � ی'
ا��ه� � ا��Vد/� ا��� ی"�A� �O ا��ه� ! � �a!� م+ ����Ua ا��"�ور !:� ا���آ8 م+ ا�O�Fم
�ت و� ی 8م م+ %�/�A م�A����T � [�رج ��� ث.�A� f �� ا�[�رج م"�ور �:Aا��5$ آ��ی� ا�
�A/�% $� 8�5 !:� ا���آaم���...
ا��رق ا�[�م*, ا���� اFول
��A����T�� �:! �A5a���� �O �:'* اFم� ��ن ا��ه� اذا ��ض �� ا��Oة ا/�Tرا وم"�ور و
�5aن �( م"�ور م����Oان ی +O4 ی� ا���آ�O� 8� %�د/� ی 8م ان یO�ن ا��Oة �� ا�[�رج �"
87
�ا��ی+ V� $ر��( ا� اورد1 ا�'�ض gي ذآ�1 ا�'�ض$ اش�یIاض ا���!uا���آ8 ث� ان ا �:!
Q ه� f"ا�� �A> ول انFا + A>�� ):! ش�رات وأ<�بuش�ح ا �ت( ! �� �ی� ا�.5� �� �5� ت5
5 :( ا��"f ���'5$ وه�ا م�آ18 ا����� ان ت�<( �� + x ا�'�/ � ی�5"���� + !+ ا�'�ق و� 4 ت5
�� ...ا�"�آ�ت ا�����
ا��رق ا�[�م*, ا���� ا�����
�:! �>� � ی��ل � $5'��� �T�� x�ن ا���آ8 وی'5@ن �� ا��: ���'5$ وإم��اد اuش�رة إ� �A ی5
4 ی��<( إ� �A ا���<( وی5�م !:� !�"� �A��ل آ��� ���م( �@ یO�ن <�A ا��"f م�<�دة داءم�
م�<�د وان �� ی�"�S ��<( وأیB� ا�"�آ�ت !:�A وإ� �A م�<�دة داءم� �ن ت�ت � ا��0* وآ�ة
5 � ا�.[�ر وت.�ی�1 ��%$ داءم� هIا آ@م( و�� <�ا� ( ��v ام� �� ا�ول Vی� �� ت�Aا�8م
...+ ا��"f ا�Iي ه�ا م�آ8 ا��"�د ا��5 + �"�Y ا�[�رج م�:�ع وان�@�( ان اری� ��5
ا��رق ا���دس, ا���� اFول
م��اد إ��� �@ن ا�"�%$ ���<( ا�"�آ�ت واری� �"�Y ا��5$ ��� � و� یD� �( �'5� وام� ا��
uه� ا�ا� Y�"� $� دة ���'5$ �� ا�[�رج�<�م �T�� * ا ذ� ا���� �5 � ! �� ض�وری� ا�ش�رات �
Dی�� $Vا��� x]ا� xه�� �� و�م� �T�� �اش��� ا�u1 اIA� $V':ی �ش�رة 8ى ا�[x و
( �[@ف ت@/� ا�Oإ� � � �Zر< � م�<.� ��<�د ا�:��T ا�[�ر<�V'� d.�:ی ��ت + ��ن ا�$�5
uز ا�Dا��@/�ت Uض�م �� �T�� ل�Vت و��/@���� _Tل ا���V'اذ� ;�Iا وآ
ا��رق ا���دس, ا���� ا�����
$Vم� م�� ( ���'5$ �� ذ� ( وم"�إ� ی"�D�� $Vد ا���<( ت�<( ا���"�ك ا�� �T�� )� )ات
ا�[�رج ض�ورة �$ �"�Y ا���ه� وا�'�رض ��x وان �� یO+ هIا < � !:� ا�$�5 �@ < � !:�1
88
�� U/وم� وu.�ب ام+ ان ا�� ا w ����م �( اuی�ت وا����م��ت �� ی�د ذ"�����م ا�� !.�رة ا�0
ا�[�ر<� ا���<V"� Y�ل ا��Tف ���'5$ �� ا�[�رج �$ ه�ا ا!� م+ ذ�; وهIا آ�� <$5
�ن وا�!�اض ..� م�<.� ���Z@ف اFإ!�...�'�Vل ���'5$ ���( �� ی�د �( �5$ ا��<�د �� ا
ا��رق ا����U, ا���� اFول
� م�:�ه � ���'5$ �� اQ ا<8اء � ! ��Dرج ض�ورة ان آ$ <8ء م@ق �>�� ی 8م اش���ل ا��Z
� م� ی@/ ( ���T( ا~�Z �$ اراد م� ه�ا ا!�Q ) ��a ي ���'�ضIل �� ا�0'�ء وم+ ا��/
�V�Zص ا��5ض �.d5 دون �d5 ��� اذا زال ذ�; ا��5ض زال ذ�; ا��[6V م�$ <�� إ
� آ ( او ی��[+ � آ ( � :�Xض �( ���. �ض <8ء اذا زال ذ�; ا�. �ض زال d.ا�'�اض( ت
�'�Vل ��ض� � �Zر<� ث� إ!�اض �Z@ف اFإ�'�Vل ا�"�%$ ��.Y �ی_ �� ان اuوهIا %
...�� � ان ت�<(
ا��رق ا����U, ا���� ا�����
uن ا�"�آ�ت وام��اد ا�ده� م+ آ�Vن م�� ) � �A� U'� @� ده��و< $V"ی �A ش�رات ا�
د ا�ش�رات /. � ���Iات وی"V$ و<�ده� ا��ADت م�<�دة آ���A م�<�دة /.$ ا�"�آ�ت وام��ا
ث.�ت Z�ا%( ! � م� إ��Oم ا��"�د وأد ا�ش�رات � یD�ی�A �'5� ��ن ���<( ا�"�آ�ت وام��ا
ات Iش�رات /. � ���ت وضU م�� 8ة �( /.$ ا�"�آ�ت واuذآ�و1 ا��� ی�� �O�ن ا��AD م�<�دة ذا
�A ! � آ���Aم�<�دةإش�رات د اu ت�<( ا�"�آ�ت وام��ا� ���"�آ�ت وا�ش�رات �$ �:�أ�...
ا��رق ا������, ا���� اFول
$ ذات( ���"�آ� �$ م�� ی��Z� � �Q( او V"ت �Z�م�� ی� �AD5$ ا�Dی * و/���ا ان ا���"�ك �
��Oم ا��"�د ا��A /���ا ا�( �� x وا� <�ز أ� ��+ ی��.U وا/�� �A وم+ <� � ا���ب م:( وذ�; �Eه
89
( م� ی@/ ( ��~�Z ا�[@�( وا�زم ��a ���� �/@ان ی ):Oی� x ��a$ وام� ا� 8وم � �@ن ا�.�
����وی��A �� ا���ه � ��ذا�/� ا��ه�� ش > <�ز ان ی@/ ( ا~�Z وذ�; ا��� ی�V�ر ����[@ل
�A> �ا� �A> +وه� م �� ...وام� �T@ن ا�@زم �@ن ا��[@ل �یO�ن ا� ���"�آ� ا�����
ا��رق ا������, ا���� ا�����
� م�"�دة �( هIا g Z وهIا إ<8اء1 أ.$ ا��"�د ��� ی�O+ ��آ� � O�ن ا�AD� م�"�دة / �A �
%�ی_ ��ن و<�د ا��AD !:�ه� /.$ ا�"�آ�ت ا����� �� وی"V$ و<�ده� ���"�آ� ! � ت��ی�
یO�ن ا��@/�ة %"�( � ی�A� �D �'5� ا!��ض ا����� ا��0یg ! � هIا ا��� $ ���( یD�ز ان
�ن ا��"�د ! � 4"� ) ���"�آ� ا�����ی�ة و� ی 8م ا��[@ل ا���� 8م � "�آ� ا����� �� و�
...<8اء1 آ�ی� �� 8ام ا�[@ء ��5 + انأ.( � یD�ز ان یO�ن آ$ وا�� م+ ت��ی� ت�آ
ا��رق ا���U, ا���� اFول
�5 Bم �AB5� ن�Oیuا Y>�ل �"�آ� ا�����ی�ة ی@]�u �:ا�[�ق م� � �ع ا�[�ق و�
�زم ��( م�� 8م � "�آ� ا����� ��أ����"Iور �Bی .
90
ن آ@م ا�ر��� �� ت"� S أ
م���م م�� ا�� � {,/�ی�
}زاد1 ! ( ا����� Z�ا<(
91
� ��� ا� ا����+ ا���
ا��رق ا�ول, ا���� اFول
وا���ی� ه�ا ا���ئ� �Iات ا� ت��5� وی��� ا�O@م , � + ا�ول م:��A /�ی�ا! � ان ا�O@م ! � /�
� !:( ����5:� ا���ی� وذهd5� Y ا��"�� + ا�� ان ا��5:� �� /�ل م�0ی"�� آ@م Xا�:'�� و/� ت
+ وا���اد م� � ی��م ا� ت��5� م5:� /�ی� � * م���$ ا� 'N وه�ا م����( وم'A�م( �$ ا�����$ ا�5
�I )ن ات����ئ� �Iات( ت��5� �N' � � وا��5:� ش�م@ ���A وذ�; ا� 'N اإآ��ئ� ا�V'�ت � O�ن ا���
Fت.� ا��� * � �AB5� � ! �م��م N' ا<8اء ا� d5� د�ن و<�Oن ی�� � <8اء ت�ت .� زم��
<8اء ��ن �$ ه�ا م�تY اFولم:��A م�0وa� ���5�ام ا�8Dء ا8���Fم�ن یO�ن ا�8Dء ا�����
ا ذآ�� �� %'�ف ا���D� ��ن %'��( ا���م وا����Z آ�� یO���ن ���8م�ن یO���ن ����ضU ا�
��ضf ا��A و<�ت م5� ت��م ��AB5 ! � ا�.d5 ����ضIO� Uا هA:� ��ن ت��م ��Z d5وف
م�@ ! � �d5 ا�Zف ��Z م:��A ����ضU وح" !�$"و" ! �" }و��آIا{ +! ��A:ی���ز آ$ م
�Z~ز ه�� !:،ا� � ت 'v:� ای�مU����� �A م� /��( ا��'��زا�� ر��( ا� وآ@م م\ی� ا�[ ��� آ�م�
ا���Dز وو<�د �Zو��A م���5 ذات ا� آ�� �� �'* ا���ئ� ���"��N ! � ا��<( ا�Iي %�ر��1
ا���تY ا�8م��� ا��� ی"V$ �� ا�� 'N وا���أة �5�م�����ة ا~�� وا����� م:��A ��دث آ��Iي ت@د
@م ا� '�v ا�"�دث ا��Iآ�ر م+ ! ��A ا��@م وا�( �. Y رب ا����5 + وه�ا ا�8�Oی$ وا���ل
Fا اIا�"�ل �� ه � ! g�O:ی �!�اض و� �� �� ت5 :( م+ ا��"$ ! � م� ه�ا ا���ئ�� ا��"��� و
�vوا�� �%�V]ا�� �y Aا� �ا����0 � ! �%�V]ا ا�5.�رات ا���ن ه� S ان ا����"�� �ا����م ا
�ت ا��"ا��[V�ص %�VZ +! �vا�� UT/ Uم � � ا��"$ � * ا%�VZ U1 مIA� ا�ل وه�
Fول ا!:� �8ی$اFا �ا��@م �5 ��A ! � ول ���ل ا����و �����+ ا�"�ل � �A ه�ا ! + او �.
� ! ) ��A ا���5.�ة �V]ن وش� � ت�ث � �� ذات ا���Q +ن وا��� <�ء ا��5�د م+ ا��"$ م�ا���
� ا���5.�ة � ( هIا ا��IهY وا!�.V]ی��ح �� ش �� زی� ا��0[6 ��ن ت5�د امO:� وازم:�
92
�� �1 م+ � 4 ا�( �� م�Oن ��Z و���"�Q ن�Oا ا��I4 ا�( �� ه وان آ�ن زی� ا��0[6 م+ �
هIا ا��5�د را<U ا�� ت5�د ا���Oن � ان یO�ن �� ذات( ا���V]0 ت5�د وآIا ا����ن �� هIا
� زی� ی�:U م+ و/�ع ا��0آ� � ( و ا��5:� وان آ�ن � :��A ��قV]ا ان ش�وه �Z� م+ و<(
� ا����نV]ش...
ا��رق اFول, ا���� ا�����
هIا ا����ن ! � ت��ی� � ی�:U ا��0آ� � ( ��ن ا���ئ� �IAا ا���ن /��ن آ�� ان ا���ئ� �Iات ا�
�� م" + �� !�اض �� ش � وم+ هIا %w � ��(ث��ل اFأ/��ن ایB� و� * هIا م+ ت��5�
� ا���5.�ة � ( ا�( /� و%$ V]ش �زم�ن وا�� وان م5: �� + ��Oل زی� م�زم�ن وا�� و�� �
�( ا�� �� � ی�.%�V� �� �y � ی�.$ أ$ ان یO�ن !.�رات ��Z و! � 4 �Zى �$ ه�ا �"
��5� او � ��ن ا��5�د ا� �"�Y ا��"$ وم5:� /��:� ا���ئ� �IAا ا���ن ه�ا ! + ا����ن ا���ئ� ��� ت
�1 م+ � 4 ا��"$ وهIا آ�� ت��ل ان زی�ا ا����� Q وان آ�ن � ����Z ه�ا ا�( م+ � 4 ا���
� �IOا �����و!��وا ا����� آIا�; ت��ل ان ا���ئ� �IAا ا� ��ن /��ن آ�� ا���A م�"�ان م+ � 4 ا
� ����5:� ا���اد � ی:��V]ش ;� �Av� � ��%�ر��1 � آ � ! � م� هIان م�"�ان م+ � 4 ا���
یB� ! � � /�ل ا�0 w ان ا����ن م��و /�ی� أ!�اض ا%@ وو/'f ث��ل ااFأیB� أو�� ی 8م
وا/�أة ��دث� ��ن ا����و ه1I ا�5.�رات ا��[V�%� ا��� � :� ع مUT/ U ا���T !+ ا��"$
�ی� ��<�د1 وام� ا�"�دث ه�ا و%g آ��( /�ئ�� �IAا ا �� ���"$ ا�"�دث وه�ا م5:� /���� /�ی��
�1 ! � ا�����ل ا�F�وث ا���أة وQ اIه �ل ان /* ! �ل ا����� �:������ول وام� ! � ا
)� %�VZ � �� + ا����ن ا�Iي ه�ا ا���ئ� �Iات( ��( ا!�.� �� /�! * ا����و ا���ئ� �IAا ا� ��ن �
+ ذ�; �$ یO�ن م� ( ��5:� ا�! �Z�( اذا <�دت ا�5.�رات ا��"$ و� یO�ن ا���ئ� ��"$
�%�V]ن ا�.�/� ا���Oی + � ا��" %�VZ +! اش��اك م�ا وا��ا أ ��A: ���Iات م��0آ� �
uا $O� ن ا����و ا���ئ�����ن � + زی� و!��و و! � هIا � * ا�م� ا�O � ا����0ك ه�ا ا���
93
� ی 8م اث��ل ا����ن /�ئ� �أیO�ن ��دا �( و! � هIا ا����ی� م"$ �$ �Bات ا�یI ):! $ی�� �ت��5
+���یB� ��وث ا����ن �$ ان �8م ����� ی 8م ��وث ا����ن �����+ أم���( و�� ی 8م أوا/�ئ� ��
+ ا����ن �$ م� ( � � ی 8م ��وث ا����ن ا���ئ� �Iات ا� ! * �م�A� �Aر �/ 4 ت��5� ث� م+ �
uش�ی� ا w �ن ا���ی� �Iات( ت��5� ا�Iي ه�ا ����ل ا�ول و%g اق ! � اT�u.����ل ذهY ا�0���
+ ا����ن آ�� ه� ا1IA�u ا�5.�رات ���( ا���! +���ول � م� ( آ�� ه�ا ا����� ����ل ا��و ��
S آ@م( ! � ا����� ا��D:� ! � تg O ��ن ���ل ا�أواذا Tا ا� ��ن م�@ رد�� تIA� و ا���ئ����
�(إو%�VZ ش'�ء � ): ! �� Z'�ء �� ان ن آ�ن م�$ ا����ن +O� � �� ا��"$ ا���5.�ة �� ا���
� ه� %'� ا� 'N وان هIا ا���ئ� �IAا ا� ����� أ% � � ( �ن م�@ آ�ن �( رآ:�ن وا��آ+ اFا���
%�VZو �%�V]1 ا�5.�رات ا��Iا!:� ه + ول � ا��"$ ا��� ه� <8ء ��Z ت��U اFا�8Dئ
�.� S"ی �!�.�ر :� م5( و%'� ���( م��و �����+ و�IAا اuت"�د ا��آ+ ا�م�إ���T ا�� ! � م�
� ا����و �����+ ��ن م��<( ا�O�uر /��إیO'� ! � هIا ا����ی� م+ � � %�VZ ا�ر ه�O�
S � ا��"$ �$ � �� ی"�v م� � �ل هIا ا���/%�VZ � Y ���ا�5.�رات ا��:���v ! � ا* ا
+ ا����ن ! � م� !��f و!.�رات ا���م د� @ �����ئ� �����+ ! � هIا ا����ی� � یO�ن!
�ول �@<��ع ! � ان �رة ����ل ا�O�Fم( م� ��ی� اuأت ا�0 w وم��! ( وآ ��ت ا��0ع ووم��
�A���/ dy"وا� Y:D � ة وی"�م� Vا� �A� ز�Dوی �O:م �'Oی �'Oن ی�ا�.��ة ا��� /�أ زی� /�
��Ua وا�<��ع م+ اه$ ا�@م وآIا � ی5:� ان ا�V �ة � یD�ز ا� ���أة ا����ن �� �:6 ا�
� ذ�Q �أة ا��/ �ول وضg5 ����ل اF; م+ ا���Oم وآ'�ك ��D اش�ی� اuی"�م ! � ا�Y:D ا
uإ����ل ا����� ا + �ج ا����� ا�� ذ�; ا��g O وا�( و/� و/U م+ �d5 ا��"���� d5� ��
uا $ V'ا �� تIت( ه�' S ا���5ل وت���"�� +O� + ���> V'تuوا g T <( ا��ا ا�Iه �ی'�ح ( !
�1 ا�5�د ا�g5B وآ� م���ل X� S. �� م�� g . وت�f ر��� �5�ن ا� ت��5�... ...ا��:
94
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
RİSALELER’İN
DEĞERLENDİRİLMESİ
(TAHLİL BÖLÜMÜ)
95
“RİSÂLETÜ’N Fİ’T-TEVHİD”
RİSALESİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
1. RİSALE’NİN HOCAZÂDE’YE AİT OLDUĞUNUN
DELİLLERİ
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
96
Risale; Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümünde, 2206 numaralı
demirbaşa kayıtlı olup 12 ile 21. varaklar arasında bulunmaktadır. Çalışmalarımız
neticesinde eserin tek nüsha olarak mevcut olduğu belirlenmiştir.
1. RİSALE’NİN HOCAZÂDE’YE AİT OLDUĞUNUN DELİLLERİ:
Risale içerisinde; bu risalenin Hocazâde’ye ait olduğunu net olarak belirten
bir ibare geçmemektedir. Yine bir başkasına ait olduğu hakkında da bir ifadeye
rastlayamadık.
Risalenin metin kısmının kenar boşluklarında; Hocazâde, Mevlana Şuca ve
Mevlana Zeyrek isimleri belirtilmiş olup bu isimlerin üzerindeki ( � ) işareti aynı
sayfada geçen (ل��), (ل��) v.b. ibarelerin üzerinde de bulunmaktadır. Ve bu işaret ilk
sayfadan itibaren mevcut olmakta, özellikle ilk varaktaki (ا��ل) ifadesi de aynı
işaretle belirtilmiş olup, risalenin metin kenarında belirtilen ilk ismin (13. varak a
yüzü) Hocazâde’ye ait olması, bu risalenin Hocazâde’ye ait olduğunu güçlendiren
delillerden birisidir.
Bu eserin Hocazâde’ye ait olduğunu:
a. Sayfa kenarında geçen Hocazâde isminden ve bu ismin bir dipnot sistemi
şeklinde kullanılmasından.
b. Hocazâde isminin bu dipnot sisteminde ilk kullanılan isim olmasından ve
hemen akabinde (ا��ل) ibaresinin aynı işaretle yer almasından.
c. Risalenin içeriğinin Hocazâde’nin bahsettiği konular çerçevesinde
şekillenmesinden.
d. Risalenin genel içeriği ile Hocazâde’nin diğer eserleriyle ve özellikle
Tehâfüt’ünde geçen konularla paralellik arz etmesinden.
97
e. Yrd. Doç. Dr. Gürbüz DENİZ’ in “Hocazâde ve Ali Tusi’nin
Tehâfütlerinin Mukayesesi” adlı Doktora Tezi’nde bu eserin Hocazâde’ye
ait olduğuna dair öne sürdüğü deliller. (Bkz. aynı eser s. 20)
f. Risale içerisinde geçen “zamanın önde gelen âlimi” ibaresinin Hocazâde
için kullanılmış olup, Hocazâde’nin diğer bir risalesi olan “Risaletü’n
Teteallaku bi’l-İtiraz ala Delil-i İsbat-i Vücudiyyeti’l-Cihet” adlı esrinde
de bu unvanın Hocazâde için kullanılmış olmasından, bu eserin
Hocazâde’ye aidiyeti hususunda kanaatimizi güçlendirmektedir.
98
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ:
Risalede temel olarak şu konulardan bahsedilmektedir:
Hocazâde “zorunluluğun, bizzat mahiyetin kendisi olduğu” şeklindeki öncülü
reddederek zorunluluğun üç anlamından bahsetmiştir:
1. (Allah’ın) zatın (ın) varlığı gerektirmesi
2. Varlıkta başkasına muhtaç olmama
3. Zorunlu olan şeyi başkasından ayırt eden şey
Bu bağlamda Hocazâde zorunluluk ile Mahiyet arasındaki ilişkiye değinmiş,
bu konu hakkındaki görüşlerini ortaya koymuş ve bu konuda gerek felsefecilerin
görüşlerini, gerekse kelamcıların görüşlerini eleştirerek, zorunluluk ile mahiyet
arasındaki münasebeti açıklamaya çalışmıştır.
Dış dünyada varlık ile mahiyet birbirinden ayrılmaz. Bu ikisi dış dünyada zat,
yapım (�) ve varlık itibariyle birleşiktirler. Sadece zihinde birbirinden ayırt
edilebilirler.
Varlık, iki taayyünle ayrılmış zorunluluğun arasında ortak bir gerçeklik olur.
Bu durumda ise terkip ortaya çıkar. Varlık, belirliliğin gereği olduğu zaman ise bir
kısır döngü (دور) ortaya çıkar şeklindeki bu açıklamalar risalenin temel konularını
şekillendirmiştir.
99
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Tevhid Risalesi, Musannıf’’ının belirttiğine göre üçüncü dayanakta
açıklanmıştır. Fakat hangi eserin üçüncü dayanağı hakkında olduğu bildirilmemiştir.
Türde benzerinin olmaması Tanrı’nın birliğini zorunlu kılmaktadır. Ama Haşiye
Sahibi’nin bu iddiasına karşılık Musannıf; acaba, türde benzerinin olmaması
ulûhiyette benzerinin olmamasını gerektirir mi? sorusuyla karşılık vererek Vacibu’l
Vücud gayet açıktır ve bu ikisinden her biri hüviyetin1 bir gereğidir demiştir.
Buradaki delilere dayanarak ben (Hocazâde kendisini kastetmiştir) derim ki;
“zat ile varlık zorunlu olarak aynı ise O’nu bir şeye ortak kılmak, O’nun ilahlık
sıfatlarından ve Vacibu’l Vücud olmasından dolayı imkânsızdır” şeklinde cevap
vermiştir.
“Zorunluluk2 bizzat mahiyetin kendisidir” şeklindeki Musannıf’ın sözünü
Hocazâde kabul etmemiş ve bu öncülü men ederken üç delil öne sürmüştür:
1 Hüviyet-Kimlik: Bir şeyin hüviyeti, özü, kendisi, aynısı, onun birliği, taşahhusu, özü ve kendisine
ait varlığı demektir. Bundan dolayı “o” (وا�) dendiği zaman onun hüviyetine, özel varlığına, hiç
kimsenin ortak olmadığı kimliğine delalet eder. Hüviyet, Arapça üçüncü şahıs zamiri olan “o” (وا�)
den türemiştir. Bu zamir; ayniyete, özdeşliğe delalet eder. (Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık
Nazariyesi, Gelişim Matbaası, Ankara 1983, s. 27)
2 Zorunluluk (Necessity): En genel anlamda başka türlü olmayan, olumsal olmayan ya da olmaması
olanaksız olmayan durum; olduğundan başka türlü olmayacak olma durumunu dillendiren,
olduğundan başka türlü olmanın mantıksal bakımdan olanaksızlığını dile getiren felsefece ulam. Öte
yandan mantık diliyle söylendiğinde; bir önerme yanlış olamıyor ise zorunlu demektir. Bu tür
önermeler yanlışlığı düşünülemez, değillemesi de çelişik olan, bu nedenle de doğrulukları zorunlu
olan önermelerdir. Şeylerin gerçekte olmadığı ama olabileceği birçok olanaklı durum tasarlanabilir.
Eğer bir önerme tasarlanan olanaklı durumların hepsi için doğru ise o önermeye “bütün olanaklı
dünyalarda doğru” ya da “zorunlu önerme” denir. Böyle bir önermenin belli koşulları yerine getirmesi
100
1. (Allah’ın) zatın (ın) varlığı gerektirmesi.
2. Varlıkta başkasına muhtaç olmamak.
3. Zorunlu olan şeyi başkasından ayırt eden şey.
Görüldüğü gibi ilk iki anlamda mahiyetin varlığı ortaya çıkmamaktadır.
Dolayısıyla Musannıf’ın sözünden kastedilen üçüncü anlamdır.
Zorunlu olanın çok sayıda olduğu varsayımına gelince; “zorunluluk, iki ferde
sahip tek bir gerçeklik olsaydı, bileşikliğin (terkip) olması gerekirdi.
Hocazâde Zorunlu Varlık’ın terkip içermediğini Tehâfüt’ünde şöyle açıklar:
Hocazâde’ye göre Gazali’nin ve İbn Sina’nın3 “Vücubu’l Vücud4 zatidir ve
gerekmektedir. Öncelikle sözü edilen önerme sözdizim kurallarına öyle uymalıdır ki o önermenin
yanlış olduğunun söylenmesi biçimsel olarak çelişik olsun. Öte yandan bu türden bir önerme belli
anlambilgisel kuralları da sağlamalıdır; yani bütün olanaklı dünyalarda bu önerme doğru, bu
önermenin değili ise yanlış olmalıdır.
Sözü edilen zorunluluk ilkesini dünyaya uyguladığımızda ise olayların belli bir nedensellik
içinde ilerlediğini ve olayların olduklarından başka türlü olamayacağı anlamı çıkar. “Olaylar zamanda
nedensel bir sıralılık ile var olmaktadır ve de bunun önüne geçilemez” yollu belirlenimci düşünce
evrenin önceden düzenlendiği, belirlendiği tasarımına dayanmaktadır. (Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun,
Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2003, s.1647)
3 İbn Sina’nın felsefesinin altında yatan belli başlı iki ayırım vardır. Birincisi; mahiyet ile varlık
(vücud), ikincisi ise; zorunlu (vacib), olabilir (mümkin) ve olamaz (mümteni) varlıklar arasındaki üçlü
ayırımdır. Sadece Vacibu’l Vücud (varlığı zorunlu) olan Allah’ta zat ve varlık birbirinden ayrılmaz.
Hâlbuki diğer bütün varlıklarda bir ve varolma, onların mahiyetine eklenmiş arazlardır. Zatı (özü) ve
varlığı bir olan Vacibu’l Vücud, saf gerçektir ve kemaldir. O, bütün varlıkların kökeni ve kaynağıdır.
(Seyyid Hüseyin Nasr, a.g.e., s. 205)
4 İb-i Sina, “Vacibu’l Vücud”u şöyle tanımlar: Her “var”a başkasını dikkate almadan özü yönünden
bakıldığı zaman, bu varlık kendi özünden dolayı ya zorunlu olur ya da olmaz. Eğer zorunlu olursa
101
mahiyettir” deliline karşı “Vacibu’l Vücud yani selp bir illetle mi yoksa illetsiz
olarak mı selptir” sorusu ile “vucub5 selbi bir şeydir, illet gerektirmez” cevabına
lüzum yoktur; çünkü, Vacibu’l Vücud’un mahiyet olmadığı, ancak araz olduğu kabul
edilince çok sayıda Vacibu’l Vücud kabul etmek mümkün olur; eğer vucub,
mahiyetin kendisi ise onu selbi bir şey yapacak yol bulunmaz. “İki Vacibu’l Vücud
bir şeyde birleşip, diğer bir şeyde ayrılırlarsa terkip olur” ifadesinin doğru olabilmesi
için ilkin vucubun araz olmadığını ispat etmek lazımdır, hâlbuki bu ispat
edilmemiştir. Vucub, ancak zati ve müşterek ise terkip gerektirir, mücerret
çokluk(kesret) filozoflara göre terkip gerektirmez; mesela Allah’ın sıfatlarının hali
budur.
özüne göre hak olan varlık, özünden (zat) varlığı gerekli olan varlık olur. Eğer gerekli değilse bu
imkândır. O halde “var” olan, ya özüne göre zorunlu varlık veya özüne göre mümkün varlık olur.
Zorunlu varlık, var olmamasının düşünülmesinden çelişki meydana gelen varlıktır. Kısacası,
var olup, yokluğu düşünülmeyen varlığa “Vacibu’l Vücud” denir. (Hüseyin Atay, a.g.e., s. 158)
5 Tek bir kök olup, bir şeyin vuku bulması ve yere düşmesine denir. Diğer manalar bundan doğar.
Alışveriş “vacip oldu” dendiğinde gerçekleşti ve vuku buldu manası kastedilir. “vacib” düşen, sukut
eden, sakıt demektir. “Vucub”; lazım olma, gereklilik ve gerekme, sabit olma, vucud, subut bulmadır.
Güneşin batmasına vucub dendiği gibi, evin, duvarın ve herhangi bir şeyin yere düşmesine de vucub
denmektedir. Kur’an-ı Kerim’de hayvanlar kesilip “yanları üzerine düşünce” (Hac Suresi, 36) manası
vucub kelimesi ile ifade edilmiştir. Yani, yere düşüp yerleşmesi ve orada sabit, hareketsiz
kalmasından bir şeye çakılıp kalmak, sabit olmak demektir. “Vucub”, lazım olmak, anlamında olarak
subut ve temekkün etmek, yerleşik olmak üzere gerekmekten ibarettir. Vücub, maddesi sukut ve vuku
manasında düşmek demektir. Vucub, zorunlu, gerekli, zaruri, kaçınılmaz olmadır. Zorunlu olarak
olmak veya var olmaktı. (Hüseyin Atay, a.g.e., s. 24–25)
102
Netice itibariyle Hocazâde de filozofların Vacibu’l Vücut’tan terkibi
kaldırmadıkları kanaatine varmıştır. Kendisinde terkip bulunan bir Vacibu’l Vücud,
Ona göre aklidir, muhal değildir.6
Hocazâde yine “zorunluluk, zorunlunun mahiyetinin7 aynısıdır” öncülünün,
zorunluluğun üçüncü anlamı olan “zorunlu olan şeyi başkasından ayırt eden şey”
şeklindeki varsayıma bağlı olduğunu iddia eden bu görüşü; “bu sınırlama (hasr) bu
düşünce sahibinin bir kuruntusundan ibarettir” diyerek bu görüşü reddetmektedir.
“Zorunluluk, hakikatin kendisidir” şeklindeki öncülden anlaşılan ise,
zorunluluğun ilk iki anlamının kastedildiğidir. Çünkü ilk iki anlam varlığı ile
zorunlu, varlığın sıfatlarına uygun görünmekte ve İslami anlayış içerisinde
6 Mübahat Türker, Üç Tehâfüte Göre Felsefe Din Münasebeti, s.130–131
7 Mahiyet: Arapçada “ام” ile “ى�” veya “و�” den meydana gelmiştir. “ام” nın iki türlü manasını
düşünmek mümkündür. Biri soru “ne”, “nedir”, diğeri ki o şey, o nesne, “ي�” dişi ve “و�” erkek
zamirinin üçüncü tekil şahsı olup “o” manasındadır. İki kelime birleşince, “nedir o”, “ne o” veya “o ki
o olan nesne” manalarını alır. Mantıkta “و� ام” (nedir o, o nedir) sözü, bir şeyin mahiyetini öğrenmek
için sorulan bir sorudur. (Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1974, s. 14)
Mahiyet: Zihne dış dünyadan nispet edilmeden, mutlak surette anlaşılan şeye denir. Böylece
zihin mahiyetin bir mekânı olarak kabul edilir. Mahiyet bu şekliyle bir tür varlıkla nitelenmiş olur.
(Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, s. 65–69)
Seyyid Şerif Cürcani’ye göre mahiyet; bir şeyin özünü meydana getiren şeydir. Teayyün ise
bir mahiyetin belirlenmiş olan varlığıdır. İster külli, ister cüz-i her şeyin kendisinden dolayı o şey
olduğu bir hakikati vardır. Bu hakikate mahiyet denir. Bu hakikatin cüz-i şekli ise hüviyettir.
Mahiyetin hüviyet şeklinde ortaya çıkması taayyündür. (Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin
Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 105)
103
tartışmaya gerek bırakmamaktadır. Mevlana Zeyrek8 bunu kabul etmemiş ama
Hocazâde, ‘bu durumu kabul etmemek, bu sözün geçerliliğini arttırmaktan başka bir
durum teşkil etmez’, diyerek Mevlana Zeyrek’ e cevap vermiştir.
Yine ilk varsayıma dönecek olursak, “zorunluluk, zorunlunun mahiyetinin
aynısıdır” şeklindeki sözden kastedilen asıl anlam “bizatihi mahiyetin kendisi
olduğu” şeklinde anlaşılırsa bu durum geçerlilik kazanır.
Eserin bu varağında sayfa kenarında küçük bir açıklama yer almaktadır. Bu
açıklama muhtemelen Hocazâde’nin bu eserini neşreden kişinin bu konu hakkındaki
fikrini açıkladığı bir bölüm ya da bu eserin Musannıflar’ından birisinin bu
açıklamanın Hocazâde’ye ait olup olmadığı konusunda bir netliğe sahip olmaması
nedeniyle risalenin kenar kısmında yapmış olduğu bir açıklaması olmalıdır. Eserdeki
bu açıklamada genel olarak; “Hocazâde’nin zikretmiş olduğu şey, üçüncü anlamın
8 Hocazâde, Mevlana Zeyrek’in kim olduğu hakkında herhangi bir açıklamada
bulunmamıştır. Fakat bu konuda Mübehat Türker; “Üç Tehâfüte Göre Felsefe Din Münasebeti” adlı
Doktora çalışmasında Mevlana Zeyrek’in Ali Tusi olduğunu iddia etmiştir. O, bu durumu şu şekilde
aktarmıştır:
“Taşköprülü Zade, Kâtip Çelebi, Nişancızade gibi aynı tarzda eser verenler Bursalı Tahir’i de
ekleyebiliriz. Bursalı Tahir, Hocazâde’nin eserlerini saydıktan sonra şunları söylemektedir: ‘Tehâfüt:
Allame Celalettin Devvani’nin takdirine mahzar bu eseri İmam Gazali ve İbn Rüşd’ün ki ile beraber
Mısır’da basılmıştır. Tehâfüt’ü Hz. Fatih’in emriyle yazarak bu kitapla Molla Zeyrek’e galebe
eylemiştir.” (Mübahat Türker, a.g.e., s. 58)
Daha önceki bölümde de açıkladığımız gibi Hocazâde Tehâfüt’ünü yazarken Ali Tusi ile
yarışma neticesinde Onu yenerek Devrin Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından
ödüllendirilmişti.
104
kendisi değil, ondaki doğru olan şeyin kesin olarak ortaya çıkmasıdır” şeklinde bir
görüş karşımıza çıkmaktadır.
Mahiyetin aynısı olmak ile mahiyetin kendisi olmak anlam ve işlev olarak
farklı şeylerdir. Mahiyeti, mahiyetin aynıdır şeklinde anladığımız zaman bir terkibi
kabul etmiş oluruz. Çünkü karşımıza birden fazla gerçeklik çıkmaktadır. Mahiyeti,
mahiyetin kendisidir şeklinde anlamış olursak, o zaman mutlak bir anlam kastetmiş
oluruz.
Hocazâde mahiyet konusunda Tehâfüt’ünde şu açıklamalarda bulunmuştur:
“Varlığın bir şeyin özü dışında, geçici bir arız, bir sıfat olması kabul
edilebilir. Ancak bu arız ve bu sıfat ezeli olsa dahi bir mevsuf ihtiyacından
kurtulamaz. Bu arız da özün dışında ona zait bir sıfattır. Dördün çift olması, bir şeyin
özünü teşkil eden yani onun içinde olan bir sıfattır. Böyle sıfatların mevsuflarıyla
ilişkilerinde bir faile ihtiyaçları söz konusu değildir. Çünkü bunlar bir şeyin
mahiyetlerinin mahiyet olarak zorunlu nitelikleridir. Dört, ister dış âlemde ister
zihinde olsun, çift olmakla vasıflanmıştır. Bundan dolayı burada bir neden söz
konusu değildir. Oysa varlık, mahiyete arız olan, ona dıştan bir nitelik olduğu için bir
neden, bir fail gerektirir.”9
“İlk iki anlamda ortak olacaklardır” şeklindeki sözün açıklamasına bakacak
olursak; bu varsayıma göre, zorunluluğun üçüncü anlamının mutlaklığı,
zorunluluğun birinci ve ikinci anlamı arasında ortak bir arazın bulunması gerekir. Bu
durum zorunluluğun üçüncü anlamının tek bir gerçeklik olmasını etkilemez. Bu
9 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 81
105
durumun neticesinde çıkabilecek bir problemin cevabı, burada meydana gelen şeyin,
zorunlunun kendisi olmasının ispatına dayanır.
“Salt varoluş, zorunlunun kendisidir” şeklindeki söze gelince; Muhekemat
Yazarı10
İbn Sina’nın Şifa’da bu varsayıma cevap verdiğini belirtmiş ama bu cevabın
ne olduğu hakkında herhangi bir bilgi vermemiştir. Çalışmamız içerisinde bu ve bu
bağlamdaki bahislerle ilgili yeri geldikçe, daha doğrusu İbn Sina’dan atıf yapıldıkça
gerekli açıklamalara ve örneklere yer verilecektir.
“Zorunluluk, zorunlunun mahiyetinin kendisidir” şeklindeki Musannıf’ın
sözüne tekrar dönecek olursak, burada sanki tümel bir mahiyet varmış gibi bir
varsayım ortaya çıkmakta, fakat Hocazâde bunu reddederek mahiyet sözcüğü ile
kastedilenin bireysel hüviyet olduğunu iddia etmiştir.
İbn Sina, Şifa kitabında aynılığı, hüviyet ile aynı anlamda zikrederek,
cinsdeşlik, uygunluk, eşitlik, benzerlik ve bunların mukabilleri gibi birliğe ilişkin
şeyleri de yakın anlamlarda kullanmıştır. O, bu durumu Şifa’da şöyle açıklar:
“O halde aynılık(hüviyet) cinsdeşlik, uygunluk, eşitlik, benzerlik ve bunların
mukabilleri gibi birliğe ve onun mukabili olan çokluğa özgü şeyler hakkında da
konuşmamız uygundur. Hatta birliğe mukabil yönde söz daha fazladır. Çünkü birlik
benzerdir ama ona zıt olanlar, çeşitli değişik ve şube şubedir. Buna göre
aynılık(odurluk), çokluk için bir başka yönden birlik yönünün meydana gelmesidir.
Bunlardan bir kısmı, araz bakımından aynıdır. Bu, araz bakımından “bir”e kıyasladır
ve tıpkı orada “bir vardır” denildiği gibi burada da “aynılık vardır” denilir. Nitelikte
aynı olan benzerdir. Nicelikte aynı olan eşittir. Görelikte (izafette) aynı olana uygun
10 Bahsedilen kişi Kutbettin Razi’dir. “Muhakemat”, Kutbettin Razi’nin İbn Sina’nın “İşarat ve’t-
Tenbih” adlı eserine yazdığı şerhin adıdır.
106
denir. Zat bakımından aynı olan gelince bu, zatı var kılan şeylerde olur. Buna göre
cinste aynı olana cinsdeş denir. Türde aynı olan misildeş denir. Hassalarda aynı olana
şekildeş denir. Bunların mukabilleri bunları bilmekle bilinir.
Aynının mutlak olarak karşıtı, başka’dır. Başka’nın kimisi cinste başkadır,
kimisi türde başkadır. Türde başka olan, fasıl bakımından da başka olanın ta
kendisidir. Başka’nın kimisi ise araz bakımından başka’dır. Araz bakımından başka
olanın bir yönden tek bir şey olması ve bir yönden de kendisinden başka olması
mümkündür. Diğer’e gelince o, sayı bakımından farklının terminolojideki özel
adıdır. Başka, farklıda şöyle ayrılır; farklı bir şeyle farklıdır, oysa başka kimi zaman
zatla başka olur. Yine farklı, başka’dan daha özeldir ve aynı şekilde diğer de
böyledir. En yüce cins bakımından birbirinden başka şeyler, maddelere yerleşen
şeyler olduklarında onların en yüce cinsle başkalığı, tek bir maddede
toplanmamalarını gerektirmez.” 11
Musannıf’ın bileşikliğin (terkib) meydana geldiği şeklindeki iddiasına
Hocazâde; “belirli bir bireyin, bir mahiyet ve bir taayyünden oluşmuş olması, dış
dünyaya göre değil, sadece zihni olarak gerçekleşen bir durumdur” şeklinde cevap
vermiştir.
Hocazâde’nin bu konunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşündüğümüz
iki delile verdiği cevabı, Abdurrahim Güzel “Karabaği ve Tehâfütü” adlı Doktora
çalışmasında şu şekilde aktarmıştır:
11 İbn Sina; “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, (çev: Ekrem Demirli, Ömer Türker), Litera Yayıncılık,
İstanbul 2005, s. 49
107
“Birincisi; Yüce Allah her türlü terkibi ortadan kaldıran mutlak bir delildir ki,
bu terkib ister dış âlemde olsun, ister zihinde birbirinden farklı parçalardan meydana
gelmiş olsun, durum değişmez. Bu delil şöyledir; Yüce Allah, şayet ister dış âlemde,
ister zihinde birbirinden farklı parçalardan terekküp etmiş olsaydı o, esas itibariyle
zatı ve varlığı bakımından bu parçalara muhtaç olmuş olurdu. Bir şeyin bütün
parçaları o şeyin kendisi olsa da, onun parçalarından her birisi kendisinden başkadır.
Bu durumda onun zatı kendi parçalarından her biri olan başkaları nazar-ı itibara
alınmadan (yani bu parçalar olmadan) varlığında kendi başına yeterli olmazdı. Yani
kısacası o, kendi zatında ve varlığında kendisinin dışında bir şeye muhtaç olurdu.
Esas itibariyle bu, mümkünün özelliğidir. Böylece de vacibin mümkün olması
gerekirdi.
Bu delilin cevabı şöyledir: Akli parçaların bir mahiyetin parçaları olmalarının
anlamı, aklın bu basit olan zatın bizzat kendisinden, kendi arızlarının nazar-ı itibara
almaksızın, birçok değişik mevhumlar çıkarmasından başka bir şey değildir. Öyle ki,
onun kendi arızları, istidatlar ve bu istidatları gerektiren şartlardan dolayı meydana
gelmişlerdir. Bu çıkarılan mefhumların en genel olanı “cins”, en özel olanı ise
“fasıl”dır. Bu mefhumlar her ne kadar zihinde kendileri ve aynı zamanda varlıkları
bakımından birbirinden farklı iseler de, işin esasında onlar, basit olup, kendisinde bir
çokluk olmayan tek bir şeyin çeşitli suretleridir.
İkincisine gelince; varlığı zorunlu olan –Yüce Allah- mahiyeti bakımından
başka bir şeyle iştirak halinde değildir. Çünkü vacibin dışındaki bütün varlıkların
mahiyeti, varlıkları itibariyle mümkün olmayı gerektirirler. Şayet vacip, mahiyetinde,
mahiyeti itibariyle başka bir şeyle iştirak halinde olmuş olsaydı, bu başka şey onun
mümkün olmasını zorunlu kılardı. Yüce Allah bundan beridir. O, zatı itibariyle başka
108
bir varlıkla iştirak halinde olmadığına göre, böyle olunca da akılda (zihinde) onu
başkasından ayıracak, temayüz ettirecek bir fasıla ihtiyaç duyulmamış olacaktı.
Böylece de Yüce Allah akılda mürekkep olmayacaktı.
Bunun cevabında; bu anlatılan delil, varlıkta iki vacip varlığın
bulunmamasına dayanır. Zira aksi takdirde (eğer iki vacip varlık bulunsaydı) onların
aralarında varlıklarının mümkün olmasını gerektirmeyen müşterek bir cinsin olması
caiz olurdu. Bilakis bu durum onların varlıklarının zorunlu olmasını doğururdu.
Böylece de onlardan her birisi, diğerinden zati bir fasıl ile ayrılmış olurdu.
Dolayısıyla da vacibin mümkün olması gerekmezdi.12
Musannıf’ın; “bilmelisin ki, bir mahiyetin iki bireye nispeti, cinsin fasla
nispeti gibidir” şeklindeki sözüne bakacak olursak, bu ikisi dış dünyada zat itibariyle,
yapım itibariyle ve varlık itibariyle birleşik olsa bile zihinde bir birinden ayırt
edilebilmelidir. Zaten bu durumun açıklaması yukarıdaki satırlarda genişçe yer
bulmuştur.
Musannıf’a göre dış dünyada mahiyet ve şahsiyet diye bir varlık vardır ve bu
mahiyet çeşitli hüviyetlere sahip olma olasılığı taşır. Aksine Hocazâde ise, dış
dünyada mahiyet ve şahsiyet diye bir varlık olmadığını savunarak sadece
bireysel(şahsi) hüviyetin dış dünyada bir gerçekliği olabileceğini iddia eder.
Hocazâde bu durumu Tehâfütü’nde şu şekilde açıklar.
“Eğer Yüce Allah’ın zatında ve varlığında, onun dışında bir şeye ihtiyaç
duymasından bu söylenenler kastediliyor ise, bunun imkânsız olduğunu ve bunların
Allah’ı mümkün kılacağını söyleyen filozofların görüşleri kabul edilemez. Bu ayrım
ve çokluk, ancak zihni varlıkta meydana gelir, dış varlıkta meydana gelmez. Bundan
12 Abdurrahim Güzel, Karabaği ve Tehâfütü, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991, s. 121–123
109
dolayı da Allah’ın dış varlık bakımından, dış âlemde mahiyeti basittir. Zihni varlık
bakımından ise bu mahiyette bir terkib vardır. Fakat bu terkib her hangi bir şeye
muhtaç değildir.”13
Anlaşıldığı gibi Hocazâde özet olarak; Allah’ın mahiyetinin harici varlıkta
terekkübünün imkânsız olduğunu, ancak zihinde bu terkibin varlığının mümkün
olabileceğini söylemektedir.
İslam Felsefesi’nde genel olarak mahiyetin dış dünyada varlık bulmasına
hüviyet adı verilmiştir. Farabi ve İbn Sina felsefelerinde bu durumu açıkça
görmekteyiz. Bu konunun açıklaması hüviyetin tanımı içerisinde belirtilmiştir.14
Şimdi de dış dünyadaki varlık ve mahiyetin durumunu açıklayalım: Bu
tartışma, İslam Felsefesi’nde temel tartışmalardan bir tanesidir. Meşşai Felsefi
Ekolü’nün en önde gelen filozofları olan Farabi ve İbn Sina, Tanrı’nın basit
olduğunu, dolayısıyla mahiyetin ve varlığın Tanrı’da bir olduğunu söylemişlerdir.
Aynı zamanda sudur nazariyesini İslami terminolojiye uygun hale getirmek
için ortaya koyduğu mahiyet (öz) ve varlık doktrininde İbn Sina bu konuyu şu
şekilde açıklar:
“Tanrı, kendi varlığı itibariyle mutlak surette basittir. Basit olması demek,
Tanrı’nın mahiyeti (neliği) ile varlığı onda iki unsur olarak değil, bir tek varlıkta bir
tek yekpare unsur olarak mevcut bulunuyor demektir. Tanrı’nın ne olduğu, yani onun
mahiyeti, varlığı ile özdeştir. Durum başka hiçbir varlıkta böyle değildir, çünkü
13 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 120–121
14 Bkz. Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, s. 27
110
başka hiçbir durumda varlık mahiyet ile aynı değildir. Şu halde Tanrı’nın varlığı
zorunludur ve öteki şeylerin varlığı ise ancak mümkündür.” 15
Genel olarak Meşşai Filozoflarının savunduğu, Tanrı’da mahiyet ve varlık
diye bir ayırımın olmayacağı ve Tanrı’nın basit olduğu şeklindeki iddiayı kabul
etmeyerek, bu görüşün aksini savunan bir İşraki Felsefesinden de bahsetmek gerekir.
İşraki Felsefe ekolünün kurucusu Sühreverdi ve yeni dönem temsilcisi Molla
Sadra’ya göre mahiyet16 ile varlık birbirinden ayrı kabul edilir ve mahiyet (cevher)
varlıktan önce gelir. Sühreverdi’nin bu konu hakkındaki görüşlerini şu şekilde
özetleyebiliriz:
“Sühreverdi, İşrak doktrinine bir temel sağlamak için, Aristo Felsefesindeki
bazı noktaları değiştirir. İşrakiler ve Aristo’nun Müslüman takipçileri (Meşşailer)
arasındaki temel bir ayrılık noktası, İslam felsefesinde de önemli bir yeri olan,
mahiyet ile varlık arasındaki durum ve cevherin mi (mahiyet) varlığın mı (vücud)
önce geldiği meselesidir. Sufiler gibi Meşşailer de, varlığı esas ve cevheri (mahiyet)
ona göre araz olarak görürler. Sühreverdi, bu görüşe karşı çıkar ve varlığı, kendisini
objelerden ayırt eden akıl dışında dış gerçekliğe sahip olmadığını yazar. Örneğin
demirin varlığı kesinlikle onun bir cevheridir ve ayrı bir gerçeklik değildir.
Meşşailer, varlığın dış bir gerçekliğe sahip olduğunu ve aklın, daha sonra varlığın
cevheri olan varlığın sınırlarını belirlediğini kabul ederler. Bu görüşe karşı
Sühreverdi’nin öne sürdüğü delil ise, varlığın ne cevher, ne de araz olamayacağı ve
bu yüzden de dış bir gerçekliğe sahip olamayacağıdır. Eğer varlık bir arazsa, arazı
15 M. Muhammed Şerif, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, [RAHMAN, Fazlur; “İbn. Sina”,
(çev: Osman Bilen)], İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 124
16 İşrak Felsefi Ekolünde mahiyet, cevher olarak kabul edilir.
111
olacağı bir nesneye ihtiyacı vardır. Eğer bu nesne de varlıktan başka bir şey ise, bu
da bizim tezimizi doğrular, yani bu varolmayan bir şeydir. Eğer varlık bir cevherse, o
halde o bir araz olamaz. Fakat biz yine de arazların olduğunu söyleriz. Bu yüzden
varlık; ne cevherdir, ne de arazdır, sadece akılda var olabilir.” 17
Akıl, mahiyet ve şahsiyeti iki kısma ayırır. Bunlar, Türsel Mahiyet ve
Teşahhus (bireyselleşme) tur. Aynı şekilde akıl türsel mahiyeti de cins18 ve fasla19
ayırır.
17 M. Muhammed Şerif, a.g.e., [Seyyid Hüseyin Nasr, “Sühreverdi”, (çev: M. Alper Tuğsuz)], s. 278-
279
18 Cinsi, Porhyrios şöyle tanımlar; bir tek varlığa nispetle her hangi bir tarzda bulunan fertler
topluluğudur. Başka bir deyimle altında türlerin toplandığı şeydir. İslam mantıkçılarının tanımı daha
açıktır: Cins; gerçeklikleri çeşitli olanlardan “bunlar nedir?” diye sorulunca verilen cevaptır. Örneğin;
at, kuş v.b. nedir? Diye sorulunca, verilecek cevap hayvandır şeklinde olacaktır. Hayvan bir cinsin
ifadesidir. Verilen tanımlar cinsin kaplamı dikkate alınarak yapılmıştır. İçlem açısından cinsin tanımı
ise; Aristo’nun tanımında da olduğu gibi cins, bir vasıflar yığınıdır, cins birçok türde ortak olan ve
cevher kategorisinde onlara yüklenebilen şeydir. (Necati Öner, Klasik Mantık, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, Altıncı Baskı, Ankara 1991, s. 25)
19 Fasl (ayırım); cins içinde türü gösteren karakter veya karakterler toplamıdır. Ayırımın izahında port
royal mantığı daha açıktır. İki türlü bir cins düşünelim. Her türün cinste bulunmayan bazı şeyleri
ihtiva etmesi zorunludur. Aksi takdirde yalnız cins vardır. Yani türlerin ihtiva ettiğini cins de ihtiva
ederse, cins ve tür ayırımı yapılmaz. Böylece cinsten farklı olarak her türün ihtiva ettiği birinci esas,
vasıf ayırımıdır. Her türün kendisine has ayırımları vardır. Mesela cisim ve ruh cevherin iki türüdür.
Cismin öyle bir şey ihtiva etmesi gerekir ki, cevherde olmasın, ruhta da olmasın. Cisimde birinci
olarak gördüğümüz bu ayrı vasıf, yayılımdır, ruhtaki ise düşüncedir. Öyleyse cismin ayırımı yayılım,
ruhun ayırımı düşüncedir. (Necati Öner, a.g.e., s. 26)
112
Yukarıda geçen iki ayırım hakkında Haşiye Sahibi; “her iki yön de varlığın
türsel bir tabiat olmasına dayanır” demiştir. Hocazâde, bu konunun tartışmalı
olduğunu öne sürerek, varlığın türsel bir tabiat olması hakkında tenakuzların
olduğunu iddia etmiş ve iki yönün geçerliliğini, mutlak anlamda çok sayıdalığın
olumsuzlanmasına bağlamıştır.
Buradaki temel konu türsel tabiat (mahiyet) ile taayyünden meydana gelen
bileşimdir. Bu iki ayırımın ve yönün açıklamasına bakacak olursak;
Birinci yönün açıklaması şudur: Zorunlunun, mutlak anlamda değil de, türsel
bir tabiat olması anlamındadır.
İkinci yönün açıklaması ise şudur: Zorunlunun, ona ait olan türsel bir tabiat
olması değil de, zorunlunun kendisi olması anlamındadır.
Hocazâde, felsefecilerin; “zorunluluğu, zorunlunun gerçekliğinin kendisi,
varlığın da onun mahiyetinin kendisi olduğu, yani o ikisini zorunlunun aynısı olarak
görmelerinin sahih bir görüş olduğu” şeklindeki görüşlerini belirtmiştir.
Bu bahsettiğimiz birinci ve ikinci yön bahsi ile ilgili olarak şöyle bir sonuca
ulaşabiliriz:
Birinci yön ile ilgili olarak; iki zorunlu bulunsaydı ve varlık bu iki zorunlu
arasında bir gerçeklik olsaydı, bunlar taayyünle birbirinden ayırt edilirdi. Bu
durumda da, taayyün neticesinde bir dualite ortaya çıkmaktadır. Nihayetinde de
doğal bir sonuç olarak terkib meydana gelmektedir diyebiliriz.
Bir varlığı başka varlıktan ayıran, o varlığı başka varlıklardan ayıran ve o varlıkta sürekli olarak
bulunan niteliktir. Örneğin akıl, insanı diğer canlılardan ayıran zati bir nitelik olması dolayısıyla onun
faslıdır. (Mehmet Vural, a.g.e., s. 64)
113
İkinci yön ile ilgili olarak ise; varlık, taayyünün (özünün ortaya çıkması)
gereğidir. Varlık olmasaydı Musannıf’ın iddia ettiği gibi, taayyün; zorunluluğu ya da
varlığı gerektirirdi ki, bu da kısır döngü (دور) ortaya çıkarırdı veya gerektirmezdi ki,
taayyün olmaz ve arada infikak (ayrılma) meydana gelirdi. Zaten bu durum
imkânsızdır. Tehâfütü’nde Hocazâde bu durumu şöyle açıklar:
“Filozoflar, mahiyet ve taayyün (aşikâr olma) kavramları ile ilgili şu şekilde
iddiada bulunmuştur: Her birinin varlığı, özü gereği zorunlu (vucub) olan iki varlığın
olması caiz değildir. Çünkü varlığı zorunlu olanın tabiatı, ya özünün ortaya çıkmasını
(taayyününü) gerektirir veya gerektirmez. Eğer özünün taayyününü (aşikâr olmasını)
gerektirirse onun özü, zatına münhasır olur. Eğer bu tabiat, özünün taayyününü
gerektirmezse, varlığı zorunlu olanın, taayyününde başkasına muhtaç olmasını
gerektirir. O zaman bu, varlığı taayyün etmiş olan, varlığı zorunlu olanın,
taayyününde başkasına muhtaç olmasını gerektirir. Bu durumda varlığı zorunlu farz
edilen bu şeyin varlığı zorunlu olmaz.”
Hocazâde filozoflardan bu nakli yaptıktan sonra bu görüşe katılmadığını şu
şekilde belirtmiştir: “Allah’ın özünün aynı olan zorunlu özel varlığı, ne mahiyetinden
mücerret, ne de mahiyetine izafe edilme bakımından değil, hakikati bakımından
diğer varlıklardan farklıdır. Böyle olunca, biri diğerinden özü gereği farklı
hakikatlerin de olması caiz olabilir. Bu konu, Allah’ın mahiyeti ile ilgili bir
durumdur.” 20
Hocazâde, Musannıf’ın ikinci yön ile ilgili olarak öne sürdüğü iddiaya cevap
veren Haşiye Sahibi’nin sözünü şu şekilde açıklamıştır: “Belirliliğin zorunluluğu
gerektirmesi ve bu sebeple de ondan sonra gerçekleşmesinin bir kısır döngü (دور)
20 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 105
114
oluşturması; sadece ilk olarak meydana gelme varsayılırsa bir kısır döngü (دور)
ortaya çıkar.” Hocazâde bazılarının (ki bunların kim olduğu hakkında her hangi bir
bilgi vermemiştir) bu sözlere şöyle cevap verdiklerini söyler; bu varsayım, vakıada
bir kısır döngüyü engellemez. Zorunlu varlık; vakıada kendi dışındaki her şeyin
illetidir. Felsefeciler bu konu ile ilgili olarak; “Allah, âlemin illetidir” diyerek bunu
da cisimlerin sonsuza kadar birbirlerinin illeti olamayacakları görüşüne
dayandırmışlardır. Hocazâde bu cevabın çok çirkin olduğunu, yukarıda anlatılan iki
varsayımın bir arada bulunamayacağını ve bu şekilde iki varsayımın da ortadan
kalkacağını Tehâfütü’nde şöyle açıklamıştır:
“Sonsuza giden silsilede, en son eserden bir önce gelenin, bu silsilenin nedeni
olması caizdir. Bir önce gelenin mümkün olmasından dolayı, bir nedene muhtaçsa
da, bu neden (filozofların iddia ettiği gibi dışarıdan değil) kendisinin bir parçasıdır.
Yani ikinci eserin üzerindedir. Böylece bu teselsül zincirinin halkaları sonsuza kadar
gider.”21
Hocazâde nedenlerin sonsuzca birbirlerini takip edebileceğini ve nihayetinde
bir nedende durmanın zorunlu olmadığını, bu sebeple Allah’ın mutlak anlamda
âlemin ilk nedeni olmasının zorunlu olmadığını söyleyerek, bu görüşlerine ilaveten,
nedenlerin hepsinin mümkün olması üzerinde de durmaktadır. Bu nedenle Hocazâde,
Allah’a bir illet atfedilirse bu durum O’nu mümkün kılar demektedir.
“Sadece nedenselliğin yeterli olduğunu kabul etmek” sözüne gelince;
zorunluluk, zorunlunun kendisiyle ilgili olursa bu öncül yeterli olmuş olur.
Musannıf’ın; “zorunluluk, taayyünün gereğidir” şeklindeki sözüyle açıklamaya
çalıştığı, zorunluluktaki gerekliliğin sınırlandırılmasıdır. Bu durum Hocazâde
21 Gürbüz Deniz, a.g.e., s. 102
115
tarafından kabul edilebilir bulunmuş ama Musannıf’ın, “gereklilik değil de sınırlılık
ortadan kalkardı” şeklindeki sözüne ise karşı çıkmıştır. Çünkü zorunluluğun gerekli
olmadığı olasılığının mümkün olması düşünülemez.
Musannıf’ın; “zorunluluk, zorunlunun varlıksal oluşuna dayanmaktadır”
sözüne Haşiye Sahibi itiraz ederek, “o (zorunluluk) ya zatın varlığı gerektirmesidir,
ya da başkasına muhtaç olmamasıdır” demiştir.
Hocazâde bu konuda tekrar birinci ve ikinci yön bahsine geri dönerek, ikinci
anlamda zorunluluk gerçek anlamda kullanılmayarak –aynı zamanda Haşiye
Sahibi’nin de kullandığı- zorunlu sözcüğünün veya zorunlu ilkesinin tevili yapılarak
bir kullanım meydana getirilebileceğini söylemektedir. Buradaki delil men edilen
(olumsuzlanan) bir öncül ile kullanılır. Ancak bu men edilen öncülün ispatlanması –
felsefecilerin ispatlamaya yönelik gayretlerinin olmasına rağmen- mümkün
görünmemektedir.
Haşiye Sahibi öncülün geçersizliği ile ilgili delili ortaya koyarken, felsefeciler
–bir şeyin görünen âlemde (ayanda) olması anlamındaki varlığın, dış dünyada itibari
bir şey olduğu kesin bir doğru iken- özel olanın ve iki anlamın (iki yönün)
doğruladığı şey ile zorunlu varlığın gerçekliğini aynı olarak kabul etmişlerdir.
Muhakemat Sahibi’nin, “zorunlu varlık, zatından dolayı belirli olsaydı, bu
belirli olan ile sınırlı olurdu” önermesi, şayet zorunlu varlık tek bir zat olsaydı kabul
edilebilirdi. O zaman zorunlu varlığın genel bir araz olması, ya da cinsi bir tabiat
olması mümkün olurdu. Bu konu şu anlamıyla tartışmalı görünmektedir:
Zorunlu varlığın cinsi bir tabiat olduğunu kabul edersek; bu bahsettiğimiz
cinsin altında sıralanan türler fasıllarla ayrılmış olmalıydı ki, böyle bir durumda daha
116
önce bahsettiğimiz türsel tabiat ile teşahhus neticesinde meydana gelen bir kısır
döngü (دور) hâsıl olurdu.
Zorunlu varlığın genel bir araz olması Hocazâde tarafından kabul edilmesi
mümkün olmayan bir varsayımdır. Bu ve cinsi bir tabiat olma varsayımı nihayetinde
terkib meydana getireceği için, yine kabul edilmesi zorunlunun gerçekliği ya da
mahiyeti açısından imkân dâhilinde değildir.
Hocazâde, son olarak Şarih’in, “buradaki gereklilik ona eklenen taayyünden
dolayıdır” sözünün kendisine eklenen bir taayyünü ve terkibi gerekli kıldığını
söylemiştir.
117
“HÊZE’L-KELİMÂT FÎ BAHSİ’L-İLLET
VE’L-MA’LÛL”
RİSALESİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
1. RİSALE’NİN HOCÂZADE’YE AİT OLDUĞUNUN
DELİLLERİ
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
118
Risale Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi bölümünde, 1161 numaralı
demirbaşa kayıtlı olup 99–100 varakları arasında bulunmaktadır. Çalışmalarımız
neticesinde eserin tek nüsha olduğu tespit edilmiştir.
1. RİSALE’NİN HOCÂZADE’YE AİT OLDUĞUNUN DELİLLERİ:
a. Risalenin ilk cümlesi; “illet ve ma’lul hakkındaki bu sözler, Hocazâde’ye
ait olan açıklamalardır” anlamındaki bir ibare ile başlaması, bu risalenin
başka bir delile gerek olmaksızın Hocazâde’ye ait olduğunu
doğrulamaktadır.
b. Zaten risalenin genel içeriği incelendiği zaman, içeriğin Hocazâde’nin
diğer eserleriyle paralellik arz etmesi, eserin ona ait olduğunu bir kez
daha ortaya koymaktadır.
119
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ:
Risalede genel olarak madde ve suret, mahiyetin bunlarla ilişkisi, risalenin
isminden de anlaşılacağı gibi illet ve ma’lul hakkındaki konuların açıklaması ile
varlık ve imkan konuları yer almaktadır. Bahsedilen konuları şu şekilde
maddeleyebiliriz:
1. Madde ve suret
2. İllet ve ma’lul
3. Dört illet(Fail ve gaye, madde ve suret)
4. Varlık
5. Teşahhus ve takaddüm
6. Hareket
Hocazâde, öncelikle meselenin özü olarak; mahiyette madde ve suretin bir
arada bulunup bulunmadığını ve şayet böyle bir terkib gerçekleşmiş ise bunun
önceden ifadesi ya da önde gelmesinin mümkün olup olmadığı şeklinde bir
belirlenimde bulunmuştur.
Bunun dışında Hocazâde, illet ile ma’lul arasındaki ilişkiyi belirterek, illet ve
ma’lulün birbirini gerektirmesi konusunda bilgi vermektedir. O, tam olan illetten
bahsederken bunun dört unsurun (ki bunlar, fail ve gaye, madde ve surettir) bir arada
bulunmasıyla mümkün olabileceğini söyler. Ayrıca Hocazâde; “şayet madde ve suret
dört unsurdan bir parça olarak bir arada bulunmuş olsaydı, ona kendinden bir şeyin
eklenmesi gerekirdi” diyerek görüşünü belirginleştirmiştir.
Hocazâde, varlıktan bahsederek, onun varolma durumları üzerinde durmuştur.
Tartışma, daha çok varlığın iştidat ve ziyade almaya uygun olup olmadığı üzerinde
120
temellenmiştir. Bu konudaki bazı görüşleri o, risale içinde ortaya koymuş ve bu
görüşlere karşı eleştirilerini de esirgememiştir.
Hocazâde bu açıklamalardan sonra mahiyetin durumundan bahsederek,
mahiyetinin önde gelmesi konusunda bilgi vermiş, bunun teşahhusla (bireyselleşme)
olan ilişkisini ortaya koymuştur. Bunun akabinde de hareketten bahsederek,
hareketin artmasından (iştidat ve ziyade) yola çıkarak, İbn Sina’nın, sıcak su soğuk
suyun arasında cereyan eden birbirine döndürme (inkılab) örneğini aktarmıştır.
Aristo’nun zaman tanımına da risalesinde yer veren Hocazâde, hareket ile zaman
arasındaki ilişkiye değinmeden geçmemiştir.
Risalenin son kısmında ise Hocazâde; varlık meselesine tekrar değinerek,
yokluk ile varlık arasındaki durumu çeşitli görüşler etrafında inceleyerek risaleyi
tamamlamıştır.
121
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Hocazâde sözlerine, madde ve suretin birer cüz (parça veya kısım) olduğunu
ve bunu inkâr etmenin yersiz olduğunu belirterek başlamıştır. Mahiyet içerisinde
madde ve suretin önceden ifadesi mümkün olacak şekilde bir arada bulunması, bu
bahsettiğimiz terkibin de önceden ifade ile bir arada bulunmasını gerektirir. İllet ve
ma’lul bahsi, takaddüm (önceden ifade ya da önde gelme) ile yakın bir ilişki
içindedir. Ma’lul; kendisinden önce ifade edilen bir şeyi gerektirir. Yani ma’lul,
illetine bağlıdır, onun sayesinde olduğu şey olma vasfını kazanır. Şayet madde ve
suretin22 bir arada bulunmasıyla ma’lulün, illetin aynısı olduğu ortaya çıkar. İlletin
parçası illettir. İlletin gerçeklik kazanabilmesi dört unsurun her biri ile meydana
gelir.
Bahsettiğimiz dört unsur; fail ve gaye ile madde ve surettir. Aristo’dan23
İslam Felsefesi’ne geçtiğine inanılan dört unsur meselesinin açıklamasını en açık
22 Felsefe tarihinde bir ikilemin olduğu görülmektedir. Bu ilkem filozofların çıkış noktalarından
kaynaklanmaktadır. Belki de aynı esası başlangıç noktası olarak Hegel kendi felsefi diyalektiğini, tez-
antitez olarak vazederek felsefesini başlatmıştır. Bu ikilemenin ilk açık ifadesini Eflatun’un ide ve
görünüm-gerçek, ezeli varlık-değişen ve onun görünümü, gölgesi olan varlık ayırımında buluyoruz.
İkilemeyi böylece Eflatun’dan başlatırsak ondan önceki filozoflarda bir birlik (monism) yani tek
esastan hareket etme görülür. Bu ikileme ruh-madde ikilemesi şeklinde de kendini gösterir. Aristo, bu
ikilemeyi, cevher-araz, madde (heyula)-suret ve tümel-tikel olarak ortaya koydu. Ancak felsefesini
cevher-araz üzerine kurdu. Bu ikileme diğerlerini içine alır. İbn Sina da bunlara yer vermekle beraber,
asıl başlangıç noktası olarak mahiyet-varlık ikilemesi ile başlamış ve onu imkân-vacib ikilemesine
götürmüştür. (Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, s. 95–96)
23 Aristo nedenlerin araştırılması işini doğa filozoflarına vermiştir. Bundan dolayı doğa filozofunun
görevi değişimin nedenlerini bulmaktır. Bunu için de bir oluşta, söz konusu olan öğelere bakmak ve
122
şekliyle İbn Sina’da görmekteyiz. O, bu kavramların açıklamasını Şifa’da şöyle
yapmıştır:
“Fail ve Gaye: Gaye o şeyin kendisi için olduğu şeydir. O şey olabilmek için
de faile ihtiyaç duyar. Bazen gaye, yendiğinde sevinmek gibi, bir kısım şeylerde
sadece failin kendisinde olmaktadır. Gaye, bir kısım şeylerde failin dışında bir şeyde
olabilir. Bu bazen konuda olabilir, bir düşünmeden veya doğadan kaynaklanan
hareketlerin gayeleri gibi. Bazen üçüncü bir şeyde olur; falanı hoşnut etmek için bir
şey yapan kimse gibi ki, bu durumda falanın hoşnutluğu, failin ve kabul edenin
“neden” ve “niçin” sorusunu bunlara uygulamak gerekir. Çünkü amacımız bilmektir ve her bir nesne
konusunda “ne için (dia ti) i” kavradıkça o nesneyi bildiğimizi düşünemeyiz. Bu nedenle, oluş,
yokoluş ve her tür doğal gelişme üzerine bu yapılmalıdır ki, onların ilkelerini bilip araştırdığımız her
nesneyi bu ilkelere götürmeyi deneyebilelim. Bu yapıldığında her oluşun dört öğesi bulunduğu
görülecektir:
1. Oluşun kendisinden meydana geldiği şey, yani madde,
2. Oluşan şeyin biçimi, yani form,
3. Oluşan şeye biçimini veren, yani etken,
4. Oluşan şeyin niçin oluştuğu, yani erek.
Aristo’ya göre doğada bu nedenler geçerlidir ve doğa filozofuna düşen görev de bunların
hepsi üzerine bilgi edinmek, “ne için”i bütün bunlara uygulamaktır. Çünkü ancak bu yapılırsa, yani
“ne için” maddeye, biçime, devindiriciye ve ereksel nedene indirgenirse, doğaya uygun bir açıklama
yapılmış olur. Bununla birlikte kendi deyimiyle, çoğu kez üçü tek bir nedene indirgenebilmektedir:
“nedir” ile “ereksel neden” tek şey, ilk devinim kaynağı da bunlarla biçimce aynı şey… Dolayısıyla
“ne için” hem maddeye hem “nedir”e hem de ilk devindiriciye (etken) bakılarak açıklanabilir. Öyleyse
Aristoya göre form, etken ve erek aslında tek bir başlık altında birleşebilirler. Bu durumda gerçekte o
iki neden kalkmış olur: Madde ve form. (Hüseyin Gazi Topdemir, “Aristoteles’in Doğa-Fizik
Felsefesi”, Felsefe Dünyası, 2004/1, Sayı 39, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın ve Matbaacılık, Ankara
2004, s. 12)
123
dışında bir gaye olur. Bununla birlikte hoşnutluk nedeniyle gerçekleşen sevinç, başka
bir gayedir. Gayelerden biri de başka bir şeye benzemektedir. Kendisine benzenilen,
ona yönelinmesi bakımından gayedir. Benzemenin kendisi de gayedir.”24
“Suret, şekil, biçim; gemiyi hareket ettiren iki şeyden biri gibi, fail illetin bir
parçasıdır. Ancak suret, kendisinden ve maddeden bileşen şeyin sur-i illetidir. Şu
halde suret, maddenin suretidir fakat maddenin sur-i illeti değildir.”25
Fail ve gaye hakkında görüşlerine başvurduğumuz İbn Sina dört unsuru yine
Şifa kitabının muhtelif bölümlerinde şu şekilde açıklamaya devam etmektedir:
“İlletler; suret, unsur (madde), fail ve gayeden ibarettir. Buna göre deriz ki,
sur-i illetle, bir şeyin varlığının parçası olan o şeyi bi’l-fiil o şey yapan o şeyi
kastediyoruz. Unsuri (maddi) illetle, bir şeyin varlığının parçası olan, o şeyi bi’l-
kuvve o şey yapan ve o şeyin varlığının bir kuvve olarak kendisine yerleştiği şeyi
kastediyoruz. Fail illetle, kendi zatından farklı bir varlık veren şeyi kastediyoruz.
Yani bu illetin zatı, varlığını ondan alan şeye –ki bu şey, onun zatından aldığı şeyle
tasavvur edilmektedir, birincil amaçla mahal olmaz. Öyle ki ondan varlık alan şeyin
varolma kuvvesi, onun zatında ancak bi’l-araz bulunur. Bununla birlikte varlığını bu
illetten alan, o varlığın bu illet nedeniyle olması, bu illetin fail olması bakımından
olması gerekir. Fakat mutlaka olması gerekiyorsa başka bir bakımdan olur. Çünkü
metafizikçi filozofla, fail ile doğa bilimci filozofların kastettiği gibi yalnızca hareket
ettirmenin ilkesini değil, âlem için Tanrı gibi varlığın ilkesini ve onu vereni
kastederler. Oysa doğal-fail illet, hareket ettirme türlerinden herhangi biriyle hareket
ettirmenin dışında varlık vermez. Bu nedenle doğa ilimlerinde varlık veren, hareketin
24İbn Sina; “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 29
25 İbn Sina; a.g.e., s. 3
124
ilkesidir. Gaye ile de kendisinden ayrı olan bir şeyin varlığının kendisi için meydana
geldiği illeti kastediyoruz.
Bunların dışında bir illet olmadığı açıktır. O halde biz deriz ki; bir şeyin
sebebi ya onun varlığına dâhildir ve varlığının bir parçasıdır, ya da böyle değildir.
Onun varlığına dâhil ve varlığının bir parçası ise, ya yalnızca bu parçanın o şeye ait
olmasından, onun bi’l-fiil olması gerekmez, aksine sadece bil kuvve olması gerekir
ve heyula diye adlandırılır; ya da bu parçanın varlığı onun bi’l-fiil oluşudur ki bu
durumda o parça, surettir. Sebep, o şeyin varlığının bir parçası değil ise bu durumda,
yalnız kendisi için olunandır ya da kendisi için olunan değildir. Eğer kendisi için
olunan ise gayedir. Eğer kendisi için olunan değilse bu durumda kaçınılmaz olarak
ya o şeyin varlığı, o sebepte ancak bi’l-araz olmak suretiyle sebepten olacaktır ki bu
durumda sebep, faildir yahut da o şeyin varlığı, sebepte olmak suretiyle sebepten
olacaktır ki bu durumda da sebep, o şeyin unsuru veya konusudur.”26
Unsur27 yani madde konusunu şu şekilde açıklayabiliriz:
26 İbn Sina,; a.g.e., s. 1–2
27 İbn Sina dünyadaki ilk unsurun (element) “principia” bir nokta olduğunu belirtir. Bu unsur daha
sonra tabiatın etkisiyle çizgi, düzlem ve üç boyutlu cisim haline gelmiştir. Cisim olduktan sonra
tabiatın tahrik gücüyle harekete geçmiş ve nefsin tedbir gücü ile düzenlenmiştir. Bu şekilde
düzenlenen cisim, en mükemmel olan küreden üçgene ve daha sonra kare gibi geometrik şekillerden
geçerek saflaşır. En yüksek derecede saflaşan kısımdan ise, akıl ve nefsin bağlandığı en yüksek felek
oluşur. Daha az saf olan kısımdan ise, bir sonraki felek meydana gelir ve bu süreç saflığın yok olduğu;
yerçekimi, kesafet ve kirliliğin hâkim olduğu ay’ın içinde bulunduğu felek yaratılıncaya kadar devam
eder. Bu son felekle artık cisim semavi bir şekil kabul etmez ve bu yüzden oluşum ve bozulma (kevn
ve fesad) âlemine dönüşür. (Seyyid Hüseyin Nasr, a.g.e., s. 232)
125
“Her unsur, unsur olması bakımından sadece kabule sahiptir. Ona suretin
yerleşmesi ise başkasından dolayıdır. Unsurlardan ve kabul edenlerden, etkiye
yönelik hareketin ilkesi olup kendinde mevcut olanların, o etkiye doğru hareketinin
kendisi nedeniyle olduğu zannedilmiştir. Oysa böyle değildir. Başka yerlerde
açıklığa kavuşmuştur ki, bir şeyin zatında her hangi bir parçalanma olmaksızın,
başka bir şey için hem fail hem de kabul eden olması mümkün değildir. Ancak unsur
(madde) daki hareketin ilkesi unsurun zatı ise o, doğası nedeniyle hareketlidir ve
ondan olan doğaldır. Ondaki hareketin ilkesi dışardansa ve o yetkinliğe kendiliğinden
hareket edemiyorsa, bu durumda ondan olan, yapaydır veya yapay konumundadır.
İllet, bi’l-fiile varlığı vermede ortakla birlikte aracı olur ve şayet maddenin bil
fiil varlığı suretten gelecek olsa, suret adeta maddenin fail ilkesi olurdu. Öyle
görünüyor ki suret, bazen fiil yapmaya elverişli olan bi’l-fiil anlamındaki şeydir. Bu
anlamda ayrık cevherler28 surettirler. Bazen de tek veya bileşik bir kabul edende
gerçekleşen her heyet ve fiile suret denir. Bu anlamda hareketler ve arazlar surettir.
Maddenin bi’l-fiil kendisiyle varolduğu şeye de suret denir. Bu takdirde akli
cevherler ve arazlar suret değildir. Her ne kadar bi’l-fiil varolmasa da maddenin
kendisiyle yetkinleştiği şeye de suret denir. Örneğin, suret ve onunla doğa gereği ona
doğru hareket eden şey gibi. Özellikle maddelerde sanatla meydana gelen şekillere
ve başkalarına da bazen suret denir. Bir şeyin türüne, cinsine, faslına ve bütün
28 İbn Sina, cevheri tanımlarken, bir yerde (mevzu) olmadan dış dünyada (ayan) var olan şeydir, der.
Bu, cevherin dış dünyada (zihin dışında) varlığını ifade etmektedir. Buradaki, “bir şeyde olmada”
ifadesi, cevhere cevherlik, kendilik, varlık ve özerklik, bağımsızlık vermektedir. Bundan dolayıdır ki,
dış dünyada bir varlığın zihinde anlaşılması ve kavranması, cevherin zihinde bulunuşuna cevherin
araz olarak varlığı denir. (Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, s. 96)
126
bunlara suret denir. Tümelin tümelliği, parçaların da sureti olmaktadır. Suret bazen
hareket gibi eksik olur, bazen de dörtgenlik ve dairelik gibi tam olur.” 29
“Şey bazen mahiyetinin ve gerçekliğinin değerlendirilmesi bakımından
nedenli olur. Bazen de varlığında nedenli olur. Bunun üçgen örneği ile anlayabiliriz.
Çünkü üçgenin gerçekliği yüzeyle ve kenarı olan çizgiyle ilgilidir. Bunlar, üçgeni
üçgen olması bakımından ve onun üçgenliğinin gerçekliği bulunması bakımından
kurarlar. Sanki bu ikisi onun maddesel ve biçimsel nedenleri gibidirler. Varlığı
bakımından ise o, bunlardan başka olan bir nedenle ilgilidir ki o, üçgenin kurucu
nedeni ve tanımının bir parçası değildir. Bu da fail neden veya fail nedenin fail
olmasının nedeni olan ereksel (gai) nedendir.
Kendisi için mahiyetin kurucu nedenleri olan şeyin var edici nedeni, bu
nedenlerin tıpkı suret gibi bir kısmının nedenidir veya varlıkta hepsinin nedenidir ki,
o da aralarındaki toplanmanın nedenidir. Şeyin kendisinden dolayı olduğu ereksel
(gai) neden, mahiyeti ve anlamıyla fail nedenin nedenselliğinin nedeni ve kendi
varlığında onun nedenlisidir. Öyleyse fail neden, ereksel (gai) nedenin varlığının bir
tür nedenidir. Eğer bil fiil meydana gelen gayelerden olur ise, bu durumda onun
nedenselliğinin ve anlamının nedeni değildir.”30
Yukarıdaki açıklamalarda İbn Sina dört illet hakkındaki görüşlerini Şifa
kitabında uzun uzun açıklamış, bu dört unsurun her birini ayrıntılı olarak
belirtmiştir.31 29 İbn Sina; “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 28
30 İbn Sina; “İşarat ve Tenbih”, Kitabu’ş-Şifa, (çev: Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli),
İstanbul 2005, s. 126
31 İbn Sina’nın madde ve suret konusundaki ifadelerini Prof. Dr. Hayrani Altıntaş “İbn Sina
Metafiziği” adlı çalışmasında şöyle açıklamıştır:
127
“İbn Sina düşüncesinde cismi her cevher madde ve şekil (suret) den meydana gelir ve bu
ikisinden her biri, diğeri olmaksızın fiil halinde varolamaz. Çünkü varlık, onların birleşmelerinden
meydana gelen bir üründür. Madde yalnız bir hazırlık, kendine verilecek olanı almaya hazır bir
yetenek ve bir güç halinde bulunmadır. O halde İbn Sina’nın bu tür ifadesinden maddenin şekilsiz
varolmadığı anlaşılmaktadır. Mecburi olarak ikisi birden mevcuttur. Şekilden arî, bağımsız, cismi bir
varlık düşünmek, bizi gerçek varoluş dünyasının dışına çıkarır. Bununla birlikte madde ve
şeklin(suretin) birbirine ilgileri, izafi bir bağ değildir; bu, şu demektir: Biz bunlardan birini, ancak
diğerine başvurmakla anlayabiliriz. İbn Sina, “birçok cismi şekilleri kavradığımıza göre, bunlardan bir
bölümünün maddesi olduğunu belirtmek bizim için zordur” diyerek bütün şekillerin daima maddi
olmalarının düşünülmeyeceğini belirtmek istemektedir. Esasen Ona göre, madde ile ilişkisi olmayan
birçok “ayrı şekiller” vardır. Maddi şekil, varoluş sırasında cismi maddeden öncedir ve ancak şekilleri
verici(vahibu’s-suver) ona varoluşu verince cismi madde varoluşa geçer.” (Hayrani Altıntaş, İbn Sina
Metafiziği, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1992, s. 105)
Prof. Dr. Macit Fahri de “İslam Felsefesi Tarihi” kitabında İbn-u Sina’nın bu konu
hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: Cismin iki unsuru madde ve surettir. Madde bil kuvve, suret
bil fiil bir prensiptir. İster arzi, ister semavi olsun bütün cisimlerin ortak olduğu şey, cismin nihai veya
ilk zıt keyfiyetlerden –sıcak ve soğuk, kuru ve yaş- biri yahut ötekiyle ittisal etmesidir. Madde asla
suretsiz olamaz, çünkü eğer suretsiz olsaydı ne bölünür ne de bölünmez olurdu ve ne de yeri olurdu.
Bununla birlikte maddi cisimler matematik ve gayri maddi varlıklardan, bölünebilirlik ve uzayda yer
kaplama bakımından farklılık gösterebilir.
Ancak cismin maddesi fiili varlığını, karşılıklı ilişki manasında değil, fakat daha çok
bağımlılık manasında surete borçludur. Zira maddenin varlığı illetin ma’lule bağlı olduğu şekilde,
surete bağlıdır. Bu yüzden eğer ikincisi(suret) yok olursa, birincisi de ortadan kalkar. Bundan şu çıkar
ki, suretin maddeye nispetle kesin bir ontolojik üstünlüğü vardır; çünkü gerçekte madde müşahhas
varlığı bakımından surete bağlı ve ondan ayrı olamazken, suret gayrı maddi cevherlerde olduğu gibi,
maddeden ayrı olabilir. (Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, (çev: Kasım Turhan), Birleşik
Yayıncılık, Beşinci Basım, İstanbul 2000, s. 192)
128
İbn Sina’nın bu açıklamalarından sonra tekrar Hocazâde’nin dört illet
hakkında aktardığı fikirlere dönelim.
Bu bahsettiğimiz dört unsurun her biri illettir ve bir arada bulunan bu dört
unsura tam illet denir. Bunlara olan gereklilik takaddüm iledir.
Felsefeciler bunun aksini iddia ederek takaddümü kabul etmedikleri gibi,
nedenselliği kabul etmişler; zorunlunun, varlığı ile zorunlu olmasını gerekli
görmüşlerdir.
Hocazâde’ye göre; bahsedilen bu durum, aklın kabul edebileceği bir durum
değildir. Çünkü takaddümün (önde gelme) reddedilmesi, illetin reddedilmesini de
gerekli kılar. Madde ve suretin dört unsurdan bir cüz (parça-kısım) olarak kabul
edilmesi, ona bir şeyin eklenmesini zorunlu kılar.
Hocazâde, bu konuda Taftazani’nin görüşünü nakletmektedir. Taftazani bu
konuyu, nedenselliğin olamayacağını izah ettiği bölümde, dört unsurun bir araya
gelmesinin imkânsız olduğu şeklinde açıklamıştır.
Hocazâde, buradan hareketle illetin tanımını yaparak, varlığın imkânı
üzerinde bir tartışma başlatmıştır. Ona göre illet; “varlığında olmayan bir şeyin ona
ihtiyaç duymasından ibarettir.” Yani cevherinde veya özünde olmayan, ona sonradan
eklenen arazların konumunda olduğu gibidir.
Şarih Hocazâde’nin yapmış oluğu tanımı beğenmeyerek, varoluşun bu kabilin
dışında gerçekleştiğini iddia etmiştir. Bu konuya açıklık getirmek için Hocazâde’nin
illet-ma’lul arası ilişkiyi açıkladığı Tehâfüt’üne dönmek yerinde olacaktır. O
Tehâfüt’te şunları söyler:
129
“Her olayın bilinen bir illeti olmayabilir. Allah, Mutlak Muhtar olduğundan
dilediği zaman, dilediğini vücuda getirmeye muktedirdir. Bundan da illetler,
bağımsız olayların meydana gelebileceğini anlamaktayız.
Filozoflar, cisimlerin tabiatında bir takım fiil ve etkilerin olduğunu iddia
ederler. Cisimlerin tabiatları bazen tek başlarına eserlerinde tam illet, bazen de eksik
illet olurlar. İlletin tamamlanmasıyla eser hemen meydana gelir. Burada, kabul eden
(madde) ve fail olan tamamlandığında eserin gecikmesi düşünülemez. Tam illet
olmadan ma’lülün meydana gelmesi söz konusu değildir. Yani illetsiz ma’lülün
meydana gelmesini filozoflar kabul etmezler. Bu durum, meydana gelmesinde cisme
ait bir tabiatın illet olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu ise determinist bir
anlayıştır.”32
Bu açıklamaların yapıldığı satırların kenar kısmındaki haşiyede; bu bahsetmiş
olduğumuz sözlerin Tecrid Haşiyesi’nin İştidat Bahsi’nde geçtiği yazılmaktadır.
Yaptığımız araştırmalar neticesinde çok net bir sonuca ulaşamamakla birlikte,
zannımızca bu haşiye Taftazani’ye ait olmalıdır. Çünkü yukarıda, Taftazani’nin;
nedenselliğin yokluğunu izah ettiği bölüm hakkında herhangi bir açıklama
yapılmamıştır. Dolayısıyla bu kenar haşiye, Onun sözlerini açıklayan tek kısım
olarak görünmektedir.
Şarih; varlığın, kendinde olmayan bir şeyin yine kendisine ihtiyaç duymasını
kabul etmeyerek varlık33; ‘ziyadeyi ve artışı kabul etmeye yeteneklidir’ demiştir. 32 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 166
33 Farabi’nin tanımına göre; en açık ve seçik, en geniş anlamlı bir sözdür. Mahiyet değildir, mahiyetin
cüzlerinden biri de değildir. Mahiyete arız, yani mahiyetin lazımlığıdır.
İbn Sina’nın tanımına göre varlık (vücud) ise, tıpkı Farabi gibi, başka hiçbir sözün
kavramının içine iremeyecek kadar geniş ve genel olduğunu ileri sürer. Bunun için başka herhangi bir
130
Buradan ortaya çıkmaktadır ki, varlık; iki anlam üzerine mutlak olur. Bunlar:
1. Varlığın ayanda, yani görünen âlemde varolması.
2. Varlığın kendi zatında varolması.
Tartışmalar genelde ilk anlam üzerinde yoğunlaşmaktadır. Buradaki
varsayımı ifade eden söz, artışı ve ziyadeyi kabul etmeye istidatlı olan varlığı
kasteden vehimdir. Bu ise ikinci anlamı açıklayan bir durum olarak görünmektedir.
Şarih demiştir ki; müstakil olan iki şeyin meydana gelmesiyle, mezkûr bir
bozuluş veya bir varlık mümkün olur. Hocazâde, Şarih’in bu görüşüne karşı
olduğunu belirtmiştir. Haşiye Sahibi de bu konuda, iki zıt unsurun varlık
kazanabileceğini ve ilk anlamın aksi ispatlanmadığı sürece iki formun bir araya
getirilmesinin gerekli olduğunu söylemiş ve bu ikisi arasında ortaya çıkan
uyumsuzluğun düzenlenerek ortadan kaldırılabileceğini savunmuştur. Haşiye Sahibi,
Şarih’in savunduğu gibi, varlığın ziyadeyi kabul etmeye istidatlı olabileceğini kabul
etmiştir. Hocazâde ise bazılarının (ki bu kişilerin kim oldukları hakkında herhangi bir
açıklamada bulunmamıştır) bu bahsedilen durumu veya itirazı teyit etmedikleri gibi,
daha önce zikredilmiş olan görüşü itiraf ettiklerini nakleder. Bu cümlede ifade edilen
şekliyle varlığın kaim olamayacağını savunan Haşiye Sahibi’nin görüşünü,
sözün mantık bakımından tanımında kullanılamayacağını, çünkü tür, cins ve fasıl olmadığını, varlık
sözünün tanımlanması düşünüldüğü zaman da tanımlanamayacağını, zira kendisinin de cinsi, türü ve
faslı olmadığını söyler. İbn Sina, varlık sözünün zihinde nasıl açık bir kavram taşıdığını ve zihnin onu
nasıl kavradığını “varlık sezgisi (intution of being)” yoluyla izah etmiştir.
İbn Sina’ varlık temel olarak üç sınıfa ayrılır. Bunlar; mutlak varlık, zihinde varlık ve dış
dünyada (ayan) varlıktır. (Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, s. 9–11)
131
Hocazâde’nin; “bazı fazilet sahibi kişiler” olarak isimlendirdiği bir grubun; Haşiye
Sahibi’nin ibaresinin geçmiş (sabık) sözlerden eksiksiz olduğunu iddia ettiklerini
aktarır.
Hocazâde karşılıklı olarak bu görüşleri belirttikten sonra geçmiş (sabık)
ibarenin sürekli olduğu ve bu ibarenin doğrulandığını, aynı zamanda bu konuyu da
fazla uzatmanın bir anlamının olmadığını söyleyerek konuyu bağlamıştır.
Takaddüm ile varlığın yokluğu, mahiyetin önde gelmesinin yokluğunu
gerektirir. Ondaki mahiyetin takaddümü, kendi zatı iledir. Yani kendi zatında ama
başka bir varlıkla meydana geldiği anlaşılmaktadır. Fakat bu durum içerisinde
teşahhus (bireyselleşme) hesaba katılmamaktadır. Şarih bu konuda, daha önceki
görüşünü tekrar ederek, teşahhusun önde gelemeyeceğini söylemiş ve bu konudaki
bahiste de varlıkta iştidadın meydana geldiğini, daha doğrusu bu durumun iştidat
konusunda bir olduğunu ileri sürmüştür.
Hocazâde’ye göre hem Şarih, hem de Haşiye Sahibi iştidatı kabul etmişlerdir.
Fakat onların iştidat yorumları birbirinden farklıdır. Haşiye Sahibi’nin yorumuna
göre iştidat; hareket halinde muhal olarak meydana gelen harekettir. Bu durumda,
daha önce zikrettiğimiz birini diğerine döndürme anlamına gelen inkılab ve birisinin
diğerine dönüşmesi anlamındaki istihal meydana gelir. Haşiye Sahibi’nin bu yorumu
İbn Sina’nın Şifa kitabında bahsettiği; “soğuk suyun ısınması veya sıcak suyun
soğuması” örneğinde olduğu gibidir. İbn Sina bu durumu Şifa’da şöyle
açıklamaktadır:
“İki şeyin maddenin istidadında ortak olmalarından ibaret olan illet ve ma’lul
arasındaki ilişkinin açıklanması iki kısma ayrılır. Çünkü o istidat, ya etkilenende tam
bir istidat olur ya da eksik bir istidat olur. Tam istidat, şeyde bil kuvve bulunan için
132
şeyin doğasında bir engelin ve zıddın olmamasıdır. Mesela ısınmış suyun soğumaya
istidadı gibi. Çünkü doğa ilimlerinde öğrendiğimiz gibi, ısınmış suyun kendisinde,
soğutmadaki harici gücü engelleyen doğal bir güç vardır. Eksik istidat ise, suyun
ısınmaya istidatı gibidir. Çünkü suda, dıştan (bir güçle) meydana gelen ısınmayı
engelleyen bir güç vardır ve bu güç, ısınmayla birlikte suda varolmaya devam eder
ve ortadan kalkmaz.
Birinci kısım üçe ayrılır. Birincisi; ısıdan sonra soğuyan suda olduğu gibi,
istidatlı olanda varlığını sürdüren ve yardım eden yardımcı bir güç olmasıdır.
İkincisi; ihtiyarlık nedeniyle saçın siyahlığını yitirmesi gibi, istidatlı olanda duruma
zıt bir gücün olması ama durumun varlığıyla ortadan kalkmasıdır. Üçüncüsü; istidatlı
olanda ve iki şeyden herhangi birinde zıddın ve yardımcının olmaması ama yalnızca
durumun ve ona istidadın yokluğudur. Tadı kabulde lezzetsizlik ve kokuyu kabulde
kokudan yoksunluk durumu gibi.”34
Yine İbn Sina bu bölümün devamında sıcak suyun soğuması konusunu şu
şekilde sürdürmektedir:
“Etkilenenin (münfesil) istidatının eksik olduğu konusuna gelince;
etkilenenin(münfail), gücü tam faile benzemesi ve eşit olması kesinlikle mümkün
değildir. Çünkü bir güçten dolayı bir şeyde meydana gelen ve orada kendisinin zıddı
bulunmayan şey ile başka bir güçten dolayı meydana gelen ve orada engelleyici bir
zıddın bulunduğu şey kesinlikle eşit olamaz veya engelleyen kalkamaz. Bu nedenle
ateşin dışındaki bir şeyin ateşle ısınması ve onun ısısının ateşin ısısı gibi olması ya da
sudan başka bir şeyin sudan dolayı soğuması ve onun soğukluğunun o suyun
soğukluğundan daha çok olması mümkün değildir. Çünkü ateşin ısınmaya ve suyun
34 İbn Sina, “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 17–18
133
soğumaya istidadı onun (yani ateşin ve suyun) cevherine zıt olmayan bir haldir ve
(ısıyı ve soğuğu) yapan güç onun (yani ateş ve suyun) cevherine dâhil olup ona
yabancı değildir. Oysa ateş ve sudan etkilenende, edilgin olanda ona (ateş ve suya)
zıt bir engel vardır. Tıpkı ısıtıcı ateşteki duyulur ısı ve soğutucu sudaki duyulur
soğuklukta olduğu gibi, etkilenmenin ilk faili, etkilenenin cevherinin dışındadır ve
fail ona dokunmak suretiyle ve bir şey aracılığı ile etki etmektedir. Dolayısıyla
etkilenenin, etkileyene eşit olması imkânsızdır.”35
Haşiye Sahibi’nin, kademeli olarak artan bu sıcaklık durumu, karşılıklı olarak
yapısına etki etmez şeklindeki iddiasına karşılık Hocazâde; “hareketin artması ile
sıcaklığın keyfiyetinin artması her hangi bir takaddüm olmaksızın aynı anda vuku
bulur. Sıcaklık bir tür, değişim ise onun sınıflandırılmasıdır” şeklinde görüşünü
açıklamıştır. Hocazâde, Haşiye Sahibi’nin söylediklerinden yola çıkarak, hareketin
tarifi ile hareketin kendisi arasında bir kısır döngü (دور) nün meydana geldiğini
belirtmiştir. Bilindiği gibi zaman hareketin sayımıdır. Fakat hareketi, zamanın tarifi
olarak kabul edersek yukarıdaki kısır döngü (دور) devam eder.
Hocazâde’nin aktardığı, “zaman, hareketin sayımıdır” şeklindeki tarif asıl
olarak Aristoteles’in ortaya koyduğu bir tanımdır. 36
Hocazâde, tartışılan bu konuyu, ben buradan “yokluklar temyiz edilmelidir”
şeklindeki Musannıf’ın sözüne bağlamaktayım demiştir. Yoklukların temyiz edilmesi
konusunda bu rivayeti yapanların mezhebinde sebebe bağlama bulunmamaktadır. 35 İbn Sina, a.g.e. s. 22
36 “Hareket gibi zaman da sürekli bir nicelik olduğundan, ayrı ayrı an’lardan oluşmaz. Buna göre
“şimdi” hakiki anlamda zaman değildir. Bununla beraber içinde bulunduğumuz an, zaman içinde
biricik gerçektir. Zaman, hareket, önceden ve sonradan vaki oluşuna göre sayı, ölçü ve çokluk olarak
yakından tayin edilmiştir.”(Mehmet Vural, a.g.e., s. 377)
134
Çünkü böyle bir temyiz, bir terkibi meydana getirir. Şarih ise bu duruma; “şayet o,
temyiz edilebilen olsaydı, değişmezdi” diyerek daha önceki tartışmada açıklanan
ikinci durumun geçerli olduğunu kabul etmiştir. Hocazâde ise, aksine bu delilin
mümkün olmadığını ileri sürmüştür. O, bu delilin herhangi bir fayda içermediğini
söyleyerek, bu iddiaların sahibinin mezhebinin Mutezile olduğunu belirtmiş ve
bahsetmiş olduğu görüşün, bu mezhebe ait bir görüş olduğunu iddia etmiştir.
Hocazâde, Haşiye Sahibi’nin; “dış dünyaya ait varlıklara gelince” sözüne
açıklık getirirken, Şarih’in kastetmiş olduğu varlık olma gerçekleşmiş olsaydı,
yokluk ile varlık arasında bir ihtilaf olmazdı, demiştir.
İslam felsefesinde varlıklar ve yokluklar meselesi önemli tartışma
konularından bir tanesidir. Burada İbn Sina’nın bu konu hakkındaki görüşlerini
açıklayacağız:
“Varlık hali, her şeyden önce maddenin kendine uygun düşen şekille
birleşmesi durumudur; yok oluş ise bunların ayrılığından ibarettir.”37
“Faile bil fiil onu fail yapan sebepler iliştiği zaman, o fail olur. Bu durumda
bir şey daha önce yok iken ondan var olur. Dolayısıyla o şeyin bir varlığı olacaktır ve
bir de olmamışlığı olacaktır. Onun ne olmamışlığı ne de olmamaktan sonra olması
failden gelmemektedir. Ona failden gelen yalnız varlığıdır. Öyleyse eğer, ona
zatından gelen varolmamak ise onun olmamaktan sonra varolması ve dolayısıyla
onun olmamaktan sonra olması gerekir.
Şu halde onun failden bizzat aldığı şey, varlıktır. Onun sahip olduğu varlığın
nedeni, diğer şeyin, bizzat sahip bulunduğu varlıktan bir başkası için varlık gerekli
olacak bir bütünlüğe üye olmasıdır. Onun daha önce varolmamasına gelince bu, onu
37 Hayrani Altıntaş, a.g.e., s. 105
135
yapan bir illet nedeniyle değildir. Onun varolmaması, bazen bir illete nispet edilir ki,
o da illetin yokluğudur. Fakat varlığının yokluktan sonra oluşu, bir illet nedeniyle
değildir. Çünkü bir yoklukla öncelenmeksizin varolması, kesinlikle mümkün
değildir. Mümkün olmayanın ise illeti yoktur. Evet, onun varlığının olması ve
olmaması mümkündür. Dolayısıyla onun varlığının illeti vardır. Onun yokluğunun da
olması ve olmaması mümkündür. Dolayısıyla yokluğunun da bir illeti olabilir. Fakat
onun daha önce yokken, sonra varolmasının herhangi bir illeti yoktur.”38
Hocazâde, risalenin son kısmına doğru Mevlana Hatip adında bir kişiden
bahsederek, onun bu konudaki fikirlerine başvurmaktadır. Yaptığımız taramalar
neticesinde bu isimde ya da unvandaki bir kişi hakkında net bir bilgiye ulaşamadık.
Bu konuda Mevlana Hatip; “gerçekte varlık, yoklukların cümlesindendir” demiştir.
Bu görüş genel olarak, Mutezile tarafından kabul edilen bir görüştür. Mutezile
anlayışına göre, varlığın varlığında tereddüt olmadığı gibi, yokluk varlıkla bilinebilir.
Yani bir şeye yok demek ona varlık kazandırmak, diğer bir anlamıyla onun varlığını
kabul etmek demektir. Mutezilenin varlık ve yoklukla ilgili görüşüne Hocazâde
Tehâfüt’ünde kısa da olsa şu şekilde değinmiştir:
“Bazı Mutezililer şöyle demiştir: Bir şeyin olmadığı fakat olacağı bilinse, o
aynı ilimle onun yokluğu ve varolduktan sonraki hali bilinir, mesela Zeyd, yarın
memlekete gelecektir ilmi böyledir. Bu ilimle Zeyd’in şimdi memlekette olmadığı,
yarın geleceğini tagayyür vuku bulmadan bilebiliriz.”39
Hocazâde; yokluk ile yokluğun nitelendirilmesini kabul etmeyerek, bunu
kabul eden için Mevlana Hatip’in; “olan şey olduğu gibidir” sözünü anlamaları
38 İbn Sina, “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 4–5
39 Mübahat Türker, a.g.e., s. 205
136
gerektiğini söylemiştir. Yokluk, yokluklarla nitelendirilemeyeceği gibi, varlıklar da
yoklukla nitelendirilemez. Zaten böyle olsaydı herhangi bir olumsuzlama (���) ya
ihtiyaç kalmazdı.
Bir şeyi niteleme konusunda, bu anlam kargaşasını aşmak için, onun
vasıflandırılması gerekir. Böylece varlık veya yokluk, arızi ise onların sonlu bir cüz
(parça-kısım) olduğunu anlamaktayız. Bu son sözlerden sonra “El Kelimat”
tamamlanmış oldu diyerek Hocazâde, risalenin nihayet bulduğunu söylemiştir.
137
“RİSÂLETÜ’N TETEALLAKU Bİ’L-İ’TİRÂZ
ALÂ DELÎL-İ İSBÂT-İ VÜCÛDİYYETİ’L-
CİHET”
RİSALESİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
1. RİSALE’NİN HOCAZÂDE’YE AİT OLDUĞUNUN
DELİLLERİ
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
138
Risale; tek nüshadan ibaret olmakla beraber bu nüsha; Süleymaniye
Kütüphanesi, Ayasofya Bölümü, 2350 numaralı demirbaşına kayıtlı olup, 19 ile 27
varakları arasında yer almaktadır. Çalışmalarımız neticesinde eserin tek nüsha olarak
mevcut olduğu tespit edilmiştir.
1. RİSALE’NİN HOCAZÂDEYE AİT OLDUĞUNUN DELİLLERİ:
a. Risalenin ilk varakının ilk sayfasında “zamanın önde gelen âlimi” ibaresi,
Hocazâde’nin tez çalışmamız kapsamındaki diğer risalesi olan “Tevhid Risalesi”nde
de, Hocazâde için kullanılan bir unvan olması nedeniyle, bu eserdeki bu ibare eserin
Hocazâde’ye ait olduğunu gösteren bir delildir.
b. Risalenin yer aldığı risaleler mecmuasının kapak kısmında yer alan
içindekiler bölümünde, eserin Hocazâde’ye ait olduğunun bildirilmiş olması.
c. Risalenin Hocazâde’ye ait olduğunu, Yard. Doc. Dr. Gürbüz DENİZ’in ;
“Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi” adlı Doktora Tezinde bu
risalenin Hocazâde’nin eserleri bölümünde belirtilmiş olması.
d. Yine risalenin genel içeriğini incelediğimizde, Hocazâde’nin Tehâfüt
kitabının çeşitli bölümleriyle benzer özellikler göstermesi, bu çalışmanın
Hocazâde’ye ait olduğunu göstermektedir.
139
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ:
Risaledeki belli başlı konu başlıkları ve açıklamaları şunlardır:
a. Yönler: Bildiğimiz gibi, risalenin isminin “yönün varlığının ispatı üzerine
delillere taalluk eden itirazlar hakkında” bir çalışma olması sebebiyle temel olarak
yönlerden bahsedilmektedir. Hocazâde, İbn Sina’nın “yönün (cihet) uzanımın ucu”
olduğunu söylediği konusunda bir aktarımda bulunmuştur.
Hocazâde, yönler bahsini; âlem ve âlem içindeki hareketlerle açıklayarak,
“merkez noktasının dış dünyada, varlığı olmaya, vehme dayalı” bir durum olduğunu,
yani daha açık bir ifadesiyle âlemin merkezinin yön yardımıyla tespitine çalışmıştır.
b. Nokta: Yön bahsinden hareketle, Hocazâde’nin üzerinde durduğu
kavramlardan bir tanesidir. Nokta; nerede bulunursa bulunsun miktarın bir ucu olur
ki, bu her şeyin başladığı veya son bulduğu bir yer ile sınırlıdır. Burada” hat” ve
“sath” gibi kavramlar noktanın konumunu belirleyen önemli kavramlardır. Ayrıca
nokta; aşağıda belirteceğimiz diğer kavramlar ile yakın bir ilişki içindedir.
c. Alemin Merkezi: Diğer bir tartışma da alemin merkezi üzerine
kurulmuştur. Risalede genelde “yönü aşağı doğru olan âlemin merkezi” ifadesi
özellikle geçmektedir. Bu şekilde belirtilen âlemin merkezi dünyanın ağırlık merkezi
üzerine müntak olmakla birlikte, filozoflara göre dünya bitişik40 ve yalındır. Ayrıca
Hocazâde, âlemin merkezinin dışındaki uzanımlarla ilgili tartışmalar konusunda da
açıklamalarda bulunmuştur.
d. Hareket: Hocazâde, hareketin daire ile, küre ile, farklı yönlerdeki hareket
ile, döngüsel hareket ile ve feleklerin hareketi ile olan ilişkisini belirterek, bu
kavramlardaki hareket ve hareketsizliği (sükun) açıklamıştır.
40 Muttasıl kelimesi bu risalede bitişik anlamında kullanılmıştır.
140
e. Mihver: Hocazâde, bu kavramı kürenin hareketi; farklı yönlerdeki hareketi
ayıran bir çizginin (hat) sükununu gerektiren bir durum olarak açıklamıştır. Âlemin
merkezinde birbiriyle kesişen mevcut mihverlerin meydana gelebilmesi için farklı
yönlerdeki hareketleri ayırabilen bir çizginin sükûnunu gerektiren döngüsel
hareketlerin olması gerekir, diyen Hocazâde; feleklerin hareketlerini de mihverlere
bağlamıştır.
Risale temel olarak; yukarıda açıkladığımız kavramlar çerçevesinde
şekillenerek, bazı felsefeci ve kelamcıların (ki bunlar İbn Sina, Nasruddin Tusi ve
Seyyid Şerif Cürcani’nin) görüşleri açıklanarak bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır.
141
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Risalenin ilk varaklarında bu çapta bir risale için oldukça geniş sayılabilecek
övgü ve methiyeler yer almaktadır. Risale, Allah’a, Onun peygamberine ve
Hocazâde’nin yaşadığı devirdeki devlet olan Devlet-i Ali Osmaniye’ye övgüler ile
başlamaktadır. Bahsettiğimiz bu methiye bölümünün bir benzeri Hocazâde’nin
meşhur eseri Tehâfüt’te de yer almaktadır.
Hocazâde, bu risaleyi “Mevla Muhakkık”41 ismiyle zikrettiği fakat kim
olduğu hakkında her hangi bir bilgi vermediği bir kişinin itirazı ile ilgili noktaların
tahririni yapmak için yazdığını söylemiştir. İşte bu bahsettiğimiz tahrir; “yönlerin
varlığının ispatının delilini” içermektedir.
Hocazâde, ilk varağın ikinci kısmında kendi içinde bulunduğu durumdan
bahsederek, bu risaleyi yazmaya kendini mecbur gördüğünü söylemiş ve elinden
geldiği kadar bu konudaki bilgilerini açıklamaya gayret edeceğini belirtmiştir.
Hocazâde, daha sonraki varakta da, bu yazmış olduğu eserleri devrin Osmanlı
Devleti Hükümdarı’na sunacağı konusunda ifadelerde bulunmuş ve devletin bekası
hakkında övgülerle methiye kısmını bitirmiştir.
Konuya giriş olarak mantık ilmiyle ilgili terimleri seçmiş olan Hocazâde,
daha önce bazı şeylerden bahsedildiğini ima ederek, “burada bize kalan şekiller ve
buna benzer diğer şeylerdir” demiştir. O, bize meselenin icmali nakza42
dayanmakta
41 Muhakkık ismini, Abdurrahim Güzel “Karabaği ve Tehâfütü” adlı çalışmasında Seyyidi’l
Muhakkıkin Cürcani ismiyle Seyyid Şerif Cürcani için kullanmıştır. (Abdurrahim Güzel, a.g.e., s.168)
42 Konu ve yüklemleri aynı olan iki önerme, hem nitelik hem de nicelik bakımından birbirinden farklı
olursa bu iki önerme birbiriyle çelişiktir (münakız) denir. Tümel olumlu ile tikel olumsuz, tümel
olumsuzla tikel olumlu önermeler çelişiktir. Çelişik olan iki önermeden biri doğru ise, zorunlu olarak
diğeri yanlıştır. (Necati Öner, a.g.e., s. 94)
142
olduğunu ve bunun dayanağının iki öncülle ilgili olduğunu, tartışmanın ise temelde
bunlardan birisiyle ilgili olduğunu bildirmektedir.
Bu öncüller:
1. Nakz formunda delilin cari olduğuna dairdir. Burada tartışmayı gerektirecek
herhangi bir durum yoktur.
2. Merkez noktasının dış dünyada, varlığı olmayan vehme dayalı bir unsur
olduğunu ifade etmektir. Bu öncül ise açıklanması gereken bir durumdur.
Zaten bundan sonraki tartışmalar bu öncül etrafında şekillenecektir.
Bu konuyu anlayabilmek için öncelikle dış dünyada varlığı olmayan yani
sadece zihinde var olma ihtimali olan noktanın tanımını yapmalıyız. Nokta; bir şeyin
başladığı veya son bulduğu yerdir. Noktanın nokta özelliğini kazanabilmesi için bazı
özelliklere sahip olması gerekir.
a) Nokta; nerede bulunursa bulunsun bir miktarın ucu olmalıdır.
b) Nokta; sonlu olduğu için konum itibariyle bir yüzeyde son bulmalıdır.
c) Nokta; yine sonlu olduğu için yatay, dikey ya da dairesel koni olarak bir
yüzeyde son bulmalıdır.
d) Noktanın; sonsuz olması, kaim olması ya da bitişik bir miktarın ortasında
olması mümkün değildir.
Filozofların bu görüşlerini anlayabilmek için İbn Sina’nın Şifa’sında yer
alan bu konudaki görüşlerini aktarmak yerinde olacaktır:
“Cisim, kesiti olan düzleminde son bulur, düzlem kesiti olan çizgide son
bulur, çizgi de kesiti olan noktada son bulur. Cisme, cisimliğini koruması
bakımından değil aksine cisim oluşundan sonra ona sonluluğun gerekmesi
143
bakımından yüzey lazım gelir. Buna göre onun ne yüzey sahibi olması ne de sonlu
olması cisim olarak tasavvur edilmesine giren bir durumdur. Bu nedenle bazen bir
grubun, tasavvur ettikleri şeyin imkânsızlığı onlara açık oluncaya kadar sonsuz bir
cisim tasavvur etmeleri mümkündür. Hareketi veya kesiti değerlendirmeye
almaksızın kürenin yüzeyi gibi olan yüzeye gelince, bu yüzey çizgisiz bulunur.
Eksen, iki kutup ve bölgeye gelince, bunlar hareket sırasında varsayılan şeylerdendir.
Dairenin çevresi gibi olan çizgi bazen noktasız bulunur, merkez ise, çaplar kesiştiği
sırada ve herhangi bir hareket sırasında veya varsayımladır. Bundan önce noktanın
ortadaki varlığı, tıpkı üç noktadaki ve diğer sonsuz şeylerdeki varlığı gibidir. Zira
orta ve ölçülerde diğer parçaların ayrımları ancak kendisinde hareket veya
parçalanma zorunlu olmayanın vukuundan sonra dairenin tanımında “onun içinde
noktalar vardır” diye işittiğin zaman bu, “onda noktalar varsaymak gerekir” anlamına
gelir: Tıpkı “cisim bütün kutuplarında bölünendir” dendiğinde bunun “onda bölünme
vardır” anlamına gelmesi gibi. Buradan bilmektesin ki, varlıkta cisim yüzeyden
öncedir ve yüzey çizgiden öncedir ve çizgi de noktadan öncedir. Uzmanları bunun
gerçekliğini incelemiştir. Bunun aksine “nokta hareketiyle çizgiyi, sonra çizgi yüzeyi
sonra da yüzey cismi yapar” diyene gelince; bu söz anlatma, tasavvur ettirme ve
tahayyül ettirme içindir. Görmüyor musun ki, nokta hareketli olarak varsayıldığında
onun için içinde hareketli olacağı bir şey varsayılır ki, bu da çizgi veya yüzey olan
herhangi bir ölçüdür. Dolayısıyla onun hareketinden sonra bu nasıl oluşabilir.”43
Filozoflar dünyanın bitişik (muttasıl) ve yalın olduğunu iddia etmişlerdir. Bu
bitişiklik dünyanın içinde unsura dayalı bazı terkiplerin meydana gelmesi şeklinde
olmuştur ve bu durum onun yalınlığına etki etmez. Ayrıca âlemin merkezinin yan
43 İbn Sina; “İşarat ve Tenbih”, Kitabu’ş-Şifa, s. 91
144
taraflarına da herhangi bir şey eklenmez. İbn Sina unsur konusunu açıklarken Şifa
‘da bize şunları söylemiştir:
“Bir unsurun iki parçasındaki sebep şudur: Daha önce temellendirildiği üzere
unsurların parçaları, oluşandırlar ve unsurun bir parçası, zorunlu olarak bir yerde
oluşması durumunda üst taraf hareket ettiğinde onun bir yüzeyinin üstü izlemesi
gerekir. Bu yüzey üstte olmaya diğer yüzeyden daha layıktır. İlk oluşumunda ise,
onun bir yüzeyi üste, bir yüzeyi alta doğru idi. Çünkü o, hiç kuşkusuz bir hareket ile
dönüşüme uğradı ve hareket, onun zorunlu olarak bir konumda bulunmasını
gerektirdi. Bana göre en muhtemel olan bizim savunduğumuz görüştür. Sanırım
unsurların oluşumu hakkında o sözü söyleyen kimse, yaklaşık olarak avamda o sözü
yazan birinin savunduğu şeyi kastetmiştir.”44
Filozoflara göre:
1. Âlemin merkezi dünyanın ağırlık merkezinde müntaktır.
2. Merkezin yan tarafları saf, mutabbak ve bizatihi bitişiktir. Dolayısıyla
âlemin merkezinin yan taraflarında bölünme, kesinti ve herhangi bir
noktanın oluşması düşünülemez.
Bu konu hakkında Hocazâde Tehâfütü’nde şöyle söylemiştir:
“Filozoflara göre feleğin hareketi daireseldir. Dairesel harekette ise tabii yan
bulunmaz. Çünkü dairesel hareket esnasında kazanılan her konum kazanılmak
istenen matluptur. Sonra matlup elde edilince hareket terk edilir. Bu durumda eğer
hareket tabiatın gerektirmesi olsaydı hareketin varlığı muhal olurdu. Kasri (icbara
dayanan) harekete gelince bu tabiinin zıddınadır. Çünkü kasra (zorlanmaya)
uğrayanın tabiatında zorlayana mukavemet eden bir şey bulunmazsa onun, muayyen
44 İbn Sina; “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 159
145
bir mesafede belirli bir kuvvetle hareket olduğunu farz ederiz. Bu durum ise
hareketin zamanda vuku bulmasını zorunlu kılar”45
Hocazâde; “İbn Sina’ya göre yön (cihet) bu bahsettiğimiz yan tarafların
uzanım ucudur”, diyerek onun görüşünü bildirmiştir. Buna biz ekstrem uçlar da
diyebiliriz. Şimdi İbn Sina’nın yön tanımı ve hareket hakkında söylediklerine
bakalım. O, Şifa’sında şöyle der:
“Yön diye isimlendirilen anlam hakkındaki söz ile bizim meşgul olduğumuz
şeyin bir bağıntısı vardır. Örneğin, “bu yönde değil de şu yönde hareket etti”
sözümüzdeki gibi. Bilinmektedir ki şayet onun bir varlığı olmasaydı, hareketlinin bir
maksadının olması muhal olurdu ve olmayan bir yöne doğru işaret vaki olurdu.
Dolayısıyla yönün bir varlığı bulunduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Bilmelisin ki, yön kendisine doğru hareketin vaki olduğu şeylerden olunca,
hiçbir konumu olmayan akdedilirlerden olmaz. Dolayısıyla yönlerin, işareti alan
konumları dolayısıyla olması zorunludur.46
“Bilinsin ki insanlar değişmeyen yönleri işaret ederler. Tıpkı yukarı ve aşağı
yön gibi ve varsayımsal olarak değişen yönlere de işaret ederler. Örneğin bizi izleyen
ve buna benzer şeylerdeki sağ ve sol gibi. Buna göre varsayımsal olanı bir kenara
bırakalım doğa bakımından vaki olana gelince bunda değişme yoktur. Yönler yukarı
ve aşağı olmak üzere iki olmasına rağmen bu durumda sınırlama ya tek olması
bakımından olmayan tek bir cisimle vaki olacaktır, ya da iki cisimle vaki olacaktır.
İki cisimle sınırlanma da ya birisi kuşatan diğeri kuşatılan şeklinde olur ya da iki
cismin konumları ayrı olacak şekilde olur. Onlardan biri kuşatan ve kuşatılan olduğu
45 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 177
46 İbn Sina; “İşarat ve Tenbih”, Kitabu’ş-Şifa, s. 92
146
zaman kuşatılan arazi bakımından bu etki etmeye girer. Bunun nedeni kuşatanın tek
başına uzamın iki ucunu onun kuşatmasıyla sınırlandırılan bir yakınlık bakımından
sınırlandırmasıdır. Merkeziyle sınırlandırılan boyut ise ister onun dış kabuğu olsun
isterse onun dışında olsun bir boşluk veya doluluktur. Diğer yönde olduğu zaman,
yakın yön onu sınırlandırır. Uzak yöne gelince, bunun onu sırlandırması gerekmez.
Çünkü onda uzak olanın, kuşatılmadıkça belli bir sınırla sınırlandırılması gerekir ve
bu durumda ikincisi onun simetriğinde vaki olma bakımından ötekinden mümkün
olmaya daha uygun olmaz. Ancak yönün karar kılınmasında ona yardımcı olması
gereken bir engelin bulunması istisnadır ve o da cisimsel olur ve söz onun
varsayılması ve konumunun değerlendirilmesi nezdinde döner. Dolayısıyla açıktır ki
yönün karar kılması ve sınırlandırılması ancak tek bir cisimle tamam olur.47
Yani İbn Sina bu uçlar nihai, sonlu ve bölünme olmayan uçlardır demiştir.
İşaretin48 uzanımı vehme dayalı bir husustur. Buradaki işaretin uzamını Yine İbn
Sina şöyle açıklar:
“Yön konum sahibi olunca, buradan da açıktır ki onun uzamdaki konumu
47 İbn Sina; a.g.e., s. 95-96
48 Aristotales, İşareti açıklarken Organaon’un Birinci Analitikler kitabında şu açıklamaları yapmıştır:
Hakikate yakın ile işaret aynı şey değillerdir. Hakikate yakın olası bir önermedir. Birçok zamanlarda
vaki olduğu veya vaki olmadığı bilinen şey, varolmak veya varolmamak; işte hakikate yakın budur.
Söz gelimi, “hasetçilerden iğrenmek, sevilen kimselere muhabbetini göstermektir.” Bunun aksine
olarak, işaret ya gerekli ya da olası ispatlık bir önerme olmak ister. Varlığı veya hâsıl olması ister
önce, ister sonra olsun, bir başka nesnenin varlığını veya husulünü gerektiren şey öbür nesnenin
husulünün veya varlığının işaretidir. (Aristotales; “Organon”, Birinci Analitikler, (çev: Hamdi Ragıp
Atademir, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul 1950, s. 225–226)
147
işaret ve hareketin49 kaynağıdır. Şayet onun konumu bunun dışında kalsaydı bu
durumda işaret ve hareket yöne doğru olmazdı. Sonra yine yön ya bu uzamda
bölünmüş olur ya da bölünmemiş olur. Eğer bölünmüş olur ise hareketli, hareketlinin
iki parçasından ona en yakın olanı şeklinde varsayılana ulaşıp da durmamış ise bu
durumda kaçınılmaz olarak ya “o henüz yöne doğru hareket etmiştir” denilecektir.
Ya da “o yönden hareket eder” denilecektir. Henüz yöne doğru hareket etmiş olur ise
bu durumda yön bölünmüş olanın ötesindedir. Eğer yönden hareket etmiş olursa bu
durumda kendisine ulaşılan şey yöndür, yönün parçası değildir. Bu durumda açıktır
ki yön bu uzamda bölünemeyen bir sınırdır. Dolayısıyla o uzamın ucudur ve
hareketin yönüdür. Öyleyse şimdi uzamların doğada uçlarla nasıl sınırlandığını ve
bunun sebeplerini bilmen ve doğal hareketlerin hallerini öğrenmen hususunda hırslı
49 Hareket konusu İslam Felsefesi’nde üzerinde durulan konulardan bir tanesidir. Allah’ın varlığını
ispat konusunda Meşşailerin ortaya koydukları delillerden bir tanesi hareket delilidir. Bu delili
kelamcılardan ziyade Bağdadi ile İbn-i Teymiye’nin eleştirdiğini görmekteyiz. Bunun sebebi belki de
Gazali’nin Meşşai Felsefeyi eleştirmek için hedef aldığı İbn Sina’nın bu delili kullanmamış olmasıdır.
Aristocu anlayış çerçevesinde hareket delili her ne kadar Farabi tarafından ifade edilmişse de bu delil
İbn Sina tarafından benimsenmemiş, bu yüzden de pek yaygınlık kazanmamıştır. Bağdadi ünlü eseri
“El Muteber”de bu delili şöyle özetler: Âlemde bulunan cisimler durağan halden hareketli hale ya da
hareketli halden durağan hale geçmek suretiyle hareket etmektedirler. Böylece sebeplilik ilkesi
gereğince âlemde bulunan mekanik hareketlerin, devri hareket eden gök cisimlerinden kaynaklandığı
ortaya çıkar. Gök cisimleri zamanca sonsuz oldukları gibi, onların hareketleri de sonsuzdur; sonsuz
hareketin ise sınırlı olan cisimlerden kaynaklanması mümkün değildir. Öte yandan Meşşai Felsefede
hareket eden cisimlerdeki hareketin, o cismin dışındaki bir kaynaktan gelmesi temel bir görüştür.
Buradan kalkarak gök cisimlerini hareket ettiren ve kendisi hareket etmeyen bir ilk hareket ettiriciye
ulaşılır. (Fatih Toktaş, İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri, Klasik Yayınları, Birinci Basım,
İstanbul, Haziran 2004, s. 77)
148
olman gerekir”50
Felsefeciler; dairenin merkezinin çaplarının, hareketin ve varsayımın
kesişmesiyle bil fiil varlık bulabileceğini söylemişlerdir. Bu varsayımın açıklamasına
bakacak olursak:
a. Çapların kesişmesi merkezi ifade eden tek bir nokta üzerinde olmalıdır.
b. Hareketin kesişmesi, farklı yönlerdeki hareketi ayıran bir noktanın
hareketsizliğini gerektirir ki, o nokta merkezdir.
c. Varsayımın kesişmesine gelince, onun bilfiil varlık bulmasındaki bu
durumu, açıklanmaya ihtiyaç duyulmamaktadır.
Felsefecilere göre küre; içinde bir noktanın bulunduğu tek bir yüzeyin
kuşattığı bir cisimdir. Bu tanım içinde bahsedilen noktanın var olmasından
kastedilen; onun içinde bil fiil bir noktanın var olduğu anlamına gelmez. Kürenin
merkezi de dairenin merkezine benzer olarak bilfiil, varsayımsal ve hareket itibariyle
varlık bulamaz. Onun merkezi mihverdir. Mihver; herhangi bir noktanın değil de
farklı yönlerdeki hareketi ayıran bir çizgini sükûnunu gerektiren kürenin hareketine
denir.
Kürenin hareketinde olduğu gibi feleklerin hareketleri de mihverleri içerir.
Dairenin merkezi yine hareketsizliği gerektirir. Feleklerin hareketleri mihverleri
içerdiği için onlar döngüsel hareket edebilirler. Aksine dünyanın merkezinde
mihverler meydana gelmez. Bu açıdan feleklerin ve dünyanın merkezinin birbirlerine
göre konumları farklıdır. Nihayetinde yukarıda saydığımız üç durumdan sadece
varsayımsal olanı geçerli görünmektedir. Bu da dışsal bir var oluşu ifade
50 İbn Sina; “İşarat ve Tenbih”, Kitabu’ş-Şifa, s. 93
149
etmektedir.51
51 Bilindiği gibi Hocazâde fikirlerini öne sürerken veya kendi görüşlerini oluştururken Gazali’nin
fikirlerine özellikle önem vermiştir. Zaten bunu Hocazâde’nin “Tehâfüt”ünden açıkça anlamaktayız.
Bu sebeple çalışmamız kapsamında Gazali’nin görüşlerine kısaca değinmek gerekir. O, bu konuda
şunları söyler:
“Bazıları ‘Allah, âlemi mümkün olan en uygun zamanda yarattı’ demişlerdir. Biz bu
karşılıkla yetinmeyip, sizin koyduğunuz ilke doğrultusunda aralarında fark gözetmenin mümkün
olmadığı iki hususun bulunduğunu ileri süreceğiz. Bunlardan biri; feleğin hareketinin yönündeki
farklılık, öteki ise feleğin hareketi sonucu o bölge üzerinde kutup noktalarının belirlenmesidir.
Kutupların açıklanması şöyledir: Gök adeta iki kutup üzerinde hareket eden bir küredir. Gökküresinin
yapısı basit olup parçaları birbirine benzemektedir; özellikle en yüksek olan dokuzuncu felek asla
birleşik (mürekkep) olmayıp, kuzey ve güney olmak üzere iki kutup üzerinde hareket etmektedir. Bu
durumda biz deriz ki: Onlara göre (küre üzerindeki) sonsuz noktalardan karşılıklı her iki nokta,
kesinlikle iki kutup teşkil eder. O halde niçin kuzey ve güney noktaları sabit kutup olarak
belirlenmiştir? Karşılıklı iki noktanın kutup teşkil edebilmesi için neden güneşin yörüngesi o iki
noktadan geçmemiştir? Eğer göğün büyüklüğü ve şekli bir hikmete dayanıyorsa, gökkürenin bütün
parçaları eşit, bütün noktalar birbirine benzer olduğu halde, başka parça ve noktaları değil de
kutupların bulunduğu yeri diğerinden ayırt edip kutup olarak belirleyen nedir? İşte bu, içinden
çıkılmaz bir meseledir.
Eğer “kutup noktasının bulunduğu yer, kutbun sabit bir yer olmasına uygunluk özelliği ile
diğerlerinden ayrı tutulmuştur; öyle ki bu nokta bulunduğu mekândan, yer ve konumdan ya da ne ad
verilirse verilsin ondan ayrılmaz. Kutbun konumu sabit olduğu halde, devri hareketi sonucu feleğin
diğer yerleri, yeryüzü ve öteki felekler karşısındaki konumu değişmektedir. Beklide bu yer, sabit
olması bakımından diğerlerinden daha uygundur” denilecek olursa, buna karşı deriz ki; bu görüş,
yapısı gereği iki kürenin parçalarının benzer değil, farklı olduğunun açıklanması anlamına gelir. Oysa
bu husus sizin ilkenize ters düşmektedir. Çünkü sizin, göğün küre şeklinde olması gerektiği
hakkındaki delilinizin aslı şudur: Göklerin yapısı (ana maddesi) basit ve birbirine benzemekte olup
aralarında her hangi bir farklılık bulunmamaktadır. Şekillerin en basiti ise küredir; çünkü dörtgen,
150
Feleklerin hareketleri hakkında Hocazâde’nin Tehâfütü’nde şu ibareler yer
almaktadır. Öncelikle Hocazâde feleğin hareketi ile ilgili filozofların delillerini
aktarır:
“Felek, zatı ile muharrik bir cisimdir. Zat ile muharrik olan bir cismin
hareketi, tabii, iradi veya icbaridir. Hareketin başlangıcı ise ya müteharrikten veya
başka bir şeyden çıkmıştır. Birinci durumda hareket icbari olur. İkincisinde ise
kendisinden sadır olan hareketi ya hisseder veya hissetmez. Bunun birincisi iradi
ikincisi ise tabii harekettir. Feleklerin hareketlerinin tabii olması caiz değildir. Çünkü
dairesel hareket ile müteharrik olanın kendisine yöneldiği her konumda, bu konumun
terki ona teveccüh etmiş olur. Tabii olarak kendisinden kaçındığı da aynı durumda
bizzat istenen olur. Bu durumda kaçınma aynı zamanda istenmiş olur ki bu altıgen ve başka şekiller bir takım açıların bulunmasını ve bunların birbirinden farklı olmasını
gerektirir. Oysa böyle bir durum ancak basit yapılı bir varlığa bir şeyin eklenmesiyle gerçekleşir.
Fakat bu husus her ne kadar sizin doktrininize aykırıysa da bağlayıcılığı ortadan kalkmış değildir; zira
söz konusu özel nitelik hakkındaki soru hala ortada durmaktadır. Çünkü öteki parçalar acaba bu
özelliği kabul etti mi, etmedi mi? Şayet “evet” derlerse, o takdirde birbirine benzeyenler arasından
niçin bu özellik belirlenmiştir? Eğer “bu özellik ancak o yer için söz konusu olup diğer parçalar onu
kabul etmez” derlerse biz deriz ki, diğer parçalar suretleri kabul eden cisim olmaları bakımından
zorunlu olarak birbirine benzerdirler. Dolayısıyla bu özellik bu yere, sırf cisim ve sırf gök olması
bakımından uygun değildir. Çünkü göğün diğer parçaları da bu anlamda ona ortaktır. O halde o
özelliğin bu yere verilmesi gerekçesiz bir davranıştır veya özelliği bir şeyi benzerinden ayırt etmek
olan bir nitelik sonucudur. Aksi halde filozofların “kendisinde âlemin meydana gelmesi bakımından
bütün zamanlar eşittir” şeklindeki görüşleri doğru olacağı gibi, hasımlarının “konumun sabit
kalmasının, değişmesinden daha uygun olmasını sağlayan özelliği kabul etme açısından göğün
parçaları eşittir” tarzındaki görüşleri de doğru olur. İşte bu içinden çıkılmaz bir meseledir.” [Mahmut
Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, (Gazali; Tehâfütü’l Felasife), Klasik Yayınları,
Birinci Basım, İstanbul, Kasım 2003, s. 377–378]
151
imkânsızdır. Bu hareketin icbari olması da caiz değildir. Çünkü zorunluluk tabiatın
zıddınadır. Şayet hareketin tabiatı zorunlu olsaydı, zorlayanın icbarına uygun olması
gerekirdi. Hâlbuki feleklerin hareketleri felsefecilerin gözlemlerinde ortaya koyduğu
gibi birbirine benzer ve uygun değildir. Dolayısıyla bu hareketlerin iradeli olduğu
ortaya çıkar.”
Hocazâde kendi sözlerini aktarırken feleklerin hareketli olduğunu kabul
etmez. Ona göre; “filozofların felekler adına zikrettikleri hareket yıldızlara aittir.
Çünkü feleklerin hareketleri onlarda yarılma imkânsız olduğu zaman söz konusu
edilebilir ki bu felekler için imkânsızdır.”52
Varsayımsal olanın geçerli olduğundan yola çıkarak felsefecilerin, merkezde
mihverlerin kesiştiğine dair iddiaları doğru ve vehme dayalı hükümlerdendir. Vehim;
kürede çaplar ve mihverler varsayar ve onlar merkezde birbiriyle kesişirse, dış
dünyada merkezde mihverlere sahip olurlar.
Nasruddin Tusi, Seyyid Şerif Cürcani’nin itirazını İbn Sina’nın İşarat
Şerhi’ne yazdığı bazı dipnotlarında şöyle açıklamıştır. Öncelikle bunun cevabını iki
açıdan vermiştir:
1. Alt tarafın yönü, üst tarafa olan en uzak yöndür. Üst tarafın taayyün
kazanmasıyla alt taraf da belirlilik kazanır ki zaten o, alt tarafın
merkezidir.
2. Doğrusal hareketlerin yönelimi ve işaretin uzanımı merkezi belirli kılar ve
merkezde bil-fiil bir nokta meydana getirir. Nokta, ona bir yönelim olursa
varlık bulur, yönelim ortadan kalkarsa da varlığı ortadan kalkar.
İbn Sina, Şifa kitabında doğrusal hareketler konusunda şu açıklamaları
52 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 178
152
yapmıştır:
“ Yönleri sınırlayan cismin ya her ne kadar başkasına kıyasla bir konumu olsa
da, içinde olacağı bir konumu bulunmayan mutlak kuşatıcı olması zorunludur ya da
mutlak olarak kuşatıcı olmaması gerekir. Dolayısıyla onun ayrıklaşamayacağı bir
konumu olur ve belki ilk sınırlanan ancak ilk kısım olur. Eğer ikinci kısım için bir
varlık bulunur ise bu durumda onun konumu birinci ile sınırlandırılır ve ikincinin
konumu ile kendi konumu onunla sınırlanır. Bundan sonra doğrusal hareketlerin
yönleri sınırlanır. Ve ancak ilkiyle onun benzersiz yaratma sıralamasında öncelikli
olması yaratılır. Parçaları olduğu varsayılanın konumuyla benzer bağıntıda olur.
Böylece de o (hareket) döngüsel olur.”53
Hocazâde’ye göre Nasruddin Tusi’ye ait yukarıdaki iki cevap tartışmalıdır.
Birinci cevabın açıklamasına bakacak olursak; alt tarafın belirlilik kazanmış olması,
dış dünya itibariyle ise, bu yanlıştır. Fakat zihinde bu şekilde bir belirlilik kazanımı
kastedilmiş ise, bu hiçbir fayda vermemekle beraber kabul edilebilir.
Nasruddin Tusi’ye ait ikinci cevabın açıklamasına gelince; hareketlerin
yönelimi ve işaretlerin uzanımıyla meydana gelen nokta, dış dünyada bil fiil varlığa
sahip bir nokta değil, vehimsel olarak varlığa sahip bir noktadır. Vehim halindeki bir
nokta, her hangi bir değişikliğe uğrasa bile bu durum herhangi bir etkide bulunmaz.
Çünkü ondaki değişim ya da sabitlik (hareketsizlik) bir anlam ifade etmez. Zaten o,
vehim itibariyle bir noktadır. Akıl, karşılaşma yoluyla yüzeyde bir yerde bölünenin
gerçekleşeceğini ve bu yerde herhangi bir noktanın husule geleceğini mümkün
görmez. Yine hareket halindeki bir cisim, sürekli (muttasıl) bir şey ona bitişirse veya
ona paralel olursa, bu durumda dış dünyada bil-fiil bir nokta meydana gelmez. Böyle
53 İbn Sina; “İşarat ve Tenbih”, Kitabu’ş-Şifa, s. 96–97
153
bir nokta varsayımsal veya vehmi olarak düşünülebilir. Zaten varsayımsal ya da
vehimsel bir noktanın hareketinin ya da sükûnunun pek de bir anlamı yoktur.
İbn Sina’nın, “bölünme nedenlerinden birisi; muhazeyat (paraleller) ve
musemetatdır” şeklindeki ifadesiyle uç (taraf) un dış dünyada bil-fiil husule
gelmesini zorunlu kılan dış dünyadaki bir bölünmeyi kastetmemiştir. Hocazâde’ye
göre, İbn Sina daha genel bir şeyi kastetmiştir. Diğer bir ifadeyle İbn Sina, varlığın
görünen âlemde fiili olduğunu da kastetmemiştir. Böyle olsaydı cismin her bir
parçası dış dünyada bil fiil sonsuz parçaları gerektirirdi.
Hocazâde, İbn Sina’nın Şifa kitabında bahsettiği varsayımsal olan arazın tek
bir şeye has olduğu, dolayısıyla bir kısmı beyaz olan ya da bir kısmı siyah olan cisim
örneğini burada aktarmıştır. O, Şifa’da bu duruma benzer olarak maddenin varlık
kazanması hakkında şunları söylemektedir:
“Maddedeki durum nedeniyle sadece onda yetkin hazırlanma vardır. Yetkin
hazırlanma, istidatlı olduğu şeyin bizzat kendisiyle tam bir münasebetten ibarettir.
Örnek olarak suyu verebiliriz. Su aşırı derecede ısıtıldığında, yabancı sıcaklık ile
suyun sureti birleşir. Sıcaklık “suluk” suretiyle uzak, ateş suretiyle ise çok yakın
ilişkidedir. Su, aşırı kaynatılıp da münasebet arttığında, istidat güçlenir ve böylelikle
ateş suretinin hakkı taşmak, “suluk” suretinin hakkı da ortadan kalkmak olur. Ayrıca
madde suretsiz var olamayacağı için, onun var olması yalnızca nispet edildiği ilk
ilkelerden değil, onlardan ve suretten kaynaklanır. Yine şimdi bu maddeyi ayakta
tutan surete gelince, bu suret olmaksızın madde vardır. O halde, o maddenin var
olması, yalnız suretten değil, suret ve diğer ilkelerin veya benzerlerinin vasıtasıyla
mümkündür. Söz konusu maddenin varlığı, yalnızca ilk ilkelerden olsaydı, surete
muhtaç olmazdı ve yalnızca suretten olsaydı sureti öncelemezdi. Nasıl ki dairesel
154
hareket hakkında görüş birliğine varıldığı üzere orada her bir feleğe özgü doğaların
var ettiği bir doğa gerekiyorsa aynı şekilde burada da, ortak doğayla birlikte özel
doğalarda meydana gelenler ki bunlar, suretlerdir, maddeyi var ederler.”54
Felsefeciler yönlerin; hareketlerin yönelimi ve işaretlerin uzanımından önce
geldiğini iddia etmişlerdir. Hocazâde, bunun anlamsız ve faydasız olduğunu
söyleyerek, yönün hareketlerden ve işaretlerden soyutlanarak varlık
kazanabileceğini, aksine, hareketlerin ve işaretlerin kendisiyle olamayacağını
açıklamıştır. Felsefecilerin söylemeye çalıştığı şey, bahsettikleri şeyin basit olması ve
onun dağılmasının mümkünlüğünün batıl olmasıdır.
Zorunluluk bahsine tekrar gelecek olursak; o, basittir. Onun mümkünlüğü,
mahiyette o ikisinin birbiriyle eşit veya uyumlu olmasını gerektirir. Bir yönden diğer
yöne doğru meydana gelen doğrusal hareket yukarıdaki durumun gerçekleşmesi için
zorunludur.
Felsefecilere göre, yönün varlığı doğrusal hareketten önce gelir. Mevla Şerif
55 bu delile itiraz ederek; “yönün doğrusal hareket ile uygunluk içerisinde olması caiz
olur ve doğrusal hareket için zorunlu bir çözülme meydana gelmez” demiştir.
Nihayetinde Hocazâde, dairesel hareketlerin aldıkları konumlardan ve bu
durumun açıklanmasında Mevla Şerif’in itirazını dile getirerek risaleye son vermiştir.
54 İbn Sina; “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 157
55 Hocazâde “Mevla Şerif” isminden Seyyid Şerif Cürcani’yi kastetmiştir. Çünkü Hocazâde’nin diğer
eserlerinde de “Seyyid” ibaresi aynı kişi için kullanılmıştır.
155
“RİSÂLETÜ’N FÎ TAHKÎK-İ ENNE
KELÂMALLÂH-İ KADÎM”
RİSALESİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
1. RİSALE’NİN HOCAZÂDE’YE AİT OLDUĞUNUN
DELİLLERİ
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
156
Eser; Süleymaniye Kütüphanesi’nin Esad Efendi bölümü, 3782 numaralı
demirbaşına kayıtlı olup, 30–31. varaklar arasında yer almakta ve çalışmalarımız
neticesinde eserin tek nüsha olarak mevcut olduğu belirlenmiştir.
1. RİSALE’NİN HOCAZÂDE’YE AİT OLDUĞUNUN DELİLLERİ:
a. Risale, isminden de anlaşılacağı gibi, Hocazâde ismi kullanılarak
başlamıştır. Bu durum, risalenin Hocazâde’ye ait olduğunu gayet
açık bir biçimde göstermektedir.
b. Yine Hocazâde’nin diğer eserlerinde kullandığı üslup ve bahsedilen
konular bu risalede de benzerlik göstermektedir.
2. RİSALE’NİN GENEL İÇERİĞİ:
Risale, isminden de anlaşılacağı gibi, temel olarak Allah’ın kelamının,
dolayısıyla Kuran’ın kadim olmasının üzerine yapılan tartışmaları ve bunların
karşılıklı değerlendirilmesini içerir.
157
3. RİSALE’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Hocazâde, öncelikle bu konuyu, yani Allah’ın kelamının kadim olmasını iki
ana başlık altında değerlendirir:
Bunlardan bir tanesi; Allah’ın zatıyla kaim olmasıdır ki bu; “kelam nefsi”
olarak da isimlendirilir. Bu konuyu açıklamak için, öncelikle Hocazâde’nin
fikirlerine Tehâfüt’ündeki açıklamalarından bakalım. O, bu konuda şunları
söylemiştir:
“Allah, maddeden mücerred, kendi kendisi ile kaim, mücerred özü kendisinde
bulunandır. Allah’ın zatı kendisinden çıkan ve başkalarının nedeni olmasından
dolayı, nedenin bilgisinin, eserin bilgisini verdiği kuralına istinaden, Allah’ın eserini
bilmesini gerektirir. Allah, zatını bildiğine ve zatı başkasının kaynağı olduğuna göre,
zatının başkasının kaynağı olduğunu da bilir. Çünkü bir izafetin bilgisi, bu izafette
birbirine izafe edilen şeylerin bilgisini de gerektirir şeklinde filozofların iddialarını
aktaran Hocazâde bunlara; maddeden mücerret, kendi kendisiyle kaim her varlığın,
kendi kendisiyle kaim, mücerret zatının kendisinde bulunması gerektiği şeklindeki
iddia kabul edilmeyebilir. Çünkü bulunma (huzur), ancak iki farklı şey arasında
gerçekleşebilen bir nispettir. Bir şey ile bu şeyin kendisi arasında bir farklılık
olmayacağına göre, burada bir nispet söz konusu edilemez, şeklinde cevap vermiştir.
Ayrıca “nedenin bilgisi, eserin bilgisini zorunlu kılar” şeklindeki fiozofların
iddiasını da kabul etmeyen Hocazâde, onların Allah’ın bilgisinin huzuri bilgi olduğu
şeklindeki iddialarını da reddeder.”56 Bazı Muhakkıklar Allah’ın kelamının kadim
olması konusunu, Allah’ın lafza mukabil gelmeyen kelamını olarak anlamışlardır.
Dolayısıyla bundan asıl kastedilen şeyin, tıpkı sıfatlarda olduğu gibi O’nun zatıyla
56 DENİZ, Gürbüz; Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 147–148
158
kaim olması değil, aynıyla mukabil olmasıdır, demişlerdir. Allah’ın zatıyla kaim
olması genel olarak sıfatlar meselesiyle açıklanmıştır. Yine Hocazâde Tehâfüt’ünde
bu konu hakkında şunları söyler:
“Filozofların Allah’tan özüne (zatına) zait sıfatların (zati-subuti) mevcut
olmadığı konusundaki şu sözler olan, “hakiki basit bir şeyin, aynı zamanda başka bir
şeyin hem faili, hem kabul edeni (kabili) olmayacağı” iddialarına dayanan şu delildir.
“Allah’ın özüne zait bir sıfat olsaydı, bu sıfat, mevsufa ihtiyacından dolayı mümkün,
mümkün oluşundan dolayı da bir nedene muhtaç olurdu. Bu neden de, ya Allah’ın
zatının aynı veya başka bir şey olurdu. Eğer bu neden, Allah’ın zatı olsaydı, her
bakımdan “bir” olan bir şeyin, bu sıfatın hem kabul edicisi, hem faili olması
gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Çünkü iki bir birini nefyeden bir araya gelmiş olacaktır.
Eğer bu neden, başkası olursa, Allah’ın sıfatından başkasına muhtaç olması
gerekirdi. Bu da imkânsızdır. Bu durumda şu sonuca varmak kaçınılmaz olur. O da;
Allah’ın zatına zait sıfatlarının olmayışıdır.”
Filozofların bu açıklamalarını aktaran Hocazâde, onlara ; “bu sıfatların
nedeninin Allah’ın kendisi olması mümkündür. Bunun imkânsızlığını savunan
filozofların, “birden ancak bir çıkar” iddiaları çürütülmüştür. (Bahsettiğimiz bu
nedenin) Allah’tan başka bir şey olması da mümkündür. Allah’ın sıfatlarında
başkasına muhtaç olmasının imkânsız olduğu iddiası kabul edilmeyebilir. Çünkü
zatında ve varlığında başkasına muhtaç olmayan bir varlığın, var olması gerektiği
(zorunluluğu/vucubu) hakkında delil vardır. Ancak bu varlığın sıfatlarında başka bir
şeye muhtaç olmaması gerektiği üzerine bir delil yoktur.”57
57 DENİZ, Gürbüz; a.g.e., s. 113-114
159
Anlayabildiğimiz kadarıyla Hocazâde, Allah’ın sıfatlarının dayanağının yine
Allah’ın zatı olduğunu söylemiştir.
Kuran lafız olarak isimleşmiştir. Kuran’ın lafzı, Allah’ın zatıyla kaim olması
neticesinde, zamandan ve mekandan soyutlanarak anlam kazanır.
Hocazâde, Allah’ın kelamının kadim olması konusundaki ilk olasılık
hakkında bazı fikir ve görüşleri naklettikten sonra, önde gelme (öncül) ve arkada
gelme (ardıl) konusunda bazı açıklamalarda bulunmuştur. O, bu konuyu açıklarken;
zamanda, mekânda ve mescitteki safların dizilimi üzerine örneklemelerde
bulunmuştur. Bu konudaki öncül ve ardıl olma durumlarını belirten Hocazâde, ayrıca
harflerin dizilimi ve buna bağlı olarak kelimede meydana gelen anlam değişimini
ortaya koyan bir örnek dahi verir. Bu örnekte “ ملع ” ve “ لمع ” kelimelerindeki harf
değişimi, hem anlama hem de şekle değişiklik getirmektedir. Aynı zamanda bu
örnekte; harflerin yer değiştirmesiyle öncül konumundaki harf ardıl, ardıl
konumundaki harf de öncül konumuna gelebilmektedir. Netice itibariyle öncül veya
ardıl olmak, yine bu ikisi arasındaki durumlardan dolayı meydana gelmektedir.
Bu ikisinin her birinin telaffuzda ayrılmasını ve kendi dışındaki her şeyden
başka olduğunu savunan Taftazani; “lafzın veya harflerin Allah’ın zatıyla birlikte
olduğunu, zihni fonksiyonlar itibariyle düşündüğümüzde ise, Allah’ın varlığının
kendi kendiyle kaim olduğu ortaya çıkmaktadır” demiştir.
Hocazâde, kıraat ve telaffuzun zaman içerisinde gerçekleşmesinden dolayı bu
ikisinin hadis olduğunu kabul etmiştir. Kıraat ve telaffuz gibi hadis arazlara sahip
olan Allah’ın kelamı kaim olduğu için, onun araz ya da illet hali onu yansıtmaz.
Onun kaim olması yine onu belirli kılar. Kuran’ın bölümlerinde ve özel ibareleri
içerisinde muhalliğe yer yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber’in fiilleri ve hazil (yani
160
Peygamber’in davranışlarını düzenlediği kaynak) olma durumu Kuran ile aynı kabul
edilir. Biz buna lisan-ı hal olarak yakınlaşma demekteyiz. Kuran’ın kendine has
şahsiyeti konusunda ve onun zatına dışardan bir tesirin etki etmesi konusunda bu
görüşü kabul edenler, “Zeyd’in müşahhaslığı” örneğini kabul etmişlerdir. Hem
zaman olarak, hem de mekân olarak onda meydana geldiği varsayılan çokluk,
Kuran’ın muteber şahsiyetini yani kendine has özel yapısını zedelemez. Çünkü bu
örnekte meydana gelen durum, Zeyd’in kendine has olan şahsiyetinde değil, zamani
ve mekani olarak onda varsayılan çokluk içerisinde meydana gelen bir çokluk
durumudur. Yani bu varolan durum, bir anlamda onun cevherinde değil, sanki hem
ona ait olan, hem de ona ait olmayan özelliğinde meydana gelmektedir. Yine bu
bahsettiğimiz durum, Zeyd’in müşahhaslığını etkilemediği örneğinde olduğu gibi, -
Kuran’a uyarladığımız zaman- onun müşahhaslığını da zedelemez. Bu örnekte her
hangi bir ortaklık meydana gelmez. Çünkü gerçekleşen bu durum, Kuran’ın
cevherinde veya özünde meydana gelmemektedir. Bu açıdan görmekteyiz ki,
Kuran’ın özünde ortaklık yoktur.
Kuran’ın her hangi bir ortaklıktan uzak olması konusu, Kuran’ın şahsiyetinde
gerçekleştiği gibi, Allah’ın zatıyla kaim olması konusunda da gerçekleşmektedir.
Yine onun varlığında veya zatında herhangi bir ortaklık düşünmek imkânsızdır. Zeyd
örneğinde olduğu gibi, Zeyd’in iki mekânda veya iki zamanda olmasının mümkün
olmaması gayet açıktır. Buna biz; onun şahsına münhasır olması anlamında “şahsi
muteberlik” diyoruz.
İbn Sina; şahsi muteberlik veya şahsına münhasır olmayı, bir şeyin nev-i
şahsına münhasır olan tikel ilkeleri olarak açıklamıştır. O, Şifa’sında bu durumu
şöyle açıklar:
161
“Zorunlu varlık, tikel şeyleri tümel olmaları bakımından yani sıfatlara sahip
olmaları bakımından idrak eder. Tikeller, söz konusu sıfatlarla bir fert olarak
özelleşirse bu, somut bir zaman veya somut bir hale (görelilik) izafetle gerçekleşir.
Söz konusu somut hal, sıfatlarla birlikte dikkate alınsa, yine tikel şey konumunda
olur, fakat o, her birisi nev-i şahsına münhasır ilkelere, dolayısıyla tikel şeylere
dayanır. Daha önce demiştik ki böyle bir dayanma, fertlere, onlara özgü bir resim ve
vasıf kazandırır. Bu fert akılda da ferdi şeylerden ise, aklın onu resmetmesi
mümkündür. Bu, türün yegâne ferdidir ve benzeri yoktur.”58
Zaten yukarıda bahsedilen şahsi muteberlik durumundaki netice ile ona
herhangi bir şeyin eşit veya denk olması ya da onda bazı çoklukların meydana
gelmesi kabul edilebilir bir durum değildir.
Hocazâde, Zeyd örneğinde gerçekleşen şahsi muteberliğin Kuran’ın kaim
olmasında ve Allah’ın zatıyla kaim olmasında da gerçekleştiğini bildirmiştir. Şayet
bu durum yani şahsi muteberlik Kuran’ın özünde değil de, onun dışında meydana
gelmiş olsaydı karşımıza muhallik çıkardı. Gerçekte de böyle bir varsayımın
gerçekleşmesi düşünülemez.
Hocazâde, bir de şu şekildeki bir ikilemin bazılarının aklına gelebileceğini
söylemiştir: Şayet karşımızda iki örnek olsaydı, bunlar Zeyd ve Amr örneği olsun.
Zeyd gerçekte insandır, Amr da aynı şekilde onun özelliklerine sahip bir insandır.
Nasıl Zeyd ve Amr insanlık vasfında birleşiyor ise, yani aralarında bir ortaklık
meydana geliyor ise, Kurani olanda da böyle bir birleşme gerçekleşebilir şeklinde bir
varsayımda bulunmuşlardır. Bu mantık yürütmeye verilebilecek cevap; şahsiyet,
arındırılmış bir külliliği içermez şeklinde olabilir. Aynı şekilde arazların da onun
58 İbn Sina; “Metafizik 2”, Kitabu’ş-Şifa, s. 105
162
aslına yüklenmesi mümkün değildir. Ayrıca İbn Sina da bu konunun üzerinde
durmuştur. O, bu konuda şunları söyler:
“Bil ki, mevcudun duyulur olduğu; cevherine duyunun ulaşmadığı şeyin
varlığını varsaymanın olanaksız olduğu; cisim gibi bir mekân veya bir konumla
bizatihi özelleşmemiş olanın veya cismin halleri gibi içinde bulunan şey sebebiyle
özelleşmemiş olanın asla varlıktan pay almadığı insanların vehimlerine baskın gelir.
Duyulurun kendisini derinliğine düşünmen sana kolay gelir. Böylece sen buradan
onların sözünün geçersiz olduğunu bilirsin. Çünkü sen ve kendisine hitap edilmeyi
hak eden bilmektesiniz ki, duyulurlar üzerine salt eş adlılıkla olmayan, aksine
örneğin insan ismi gibi tek bir anlama göre olan tek bir isim vaki olur. Çünkü siz
ikiniz, insan isminin Zeyd ve Amr’a vaki olmasının tek bir anlamla mevcut olduğu
hususunda şüphe etmezsiniz. Dolayısıyla bu varolan anlam, kaçınılmaz olarak ya
duyu ona ulaştığı zaman olur ya da olmaz. İnsan gerçekliği tek olması bakımından;
dahası kendisinde çokluğun farklılaşmadığı temel gerçekliği bakımından duyulurdan
başkadır; dahası o, sırf akledilirdir. Bütün tümellerin hali de bu şekildedir.”59
İbn Sina, Zeyd ve Amr örneklerindeki durumu tümellik açısından
değerlendirmiştir.60
59 İbn Sina; a.g.e., s. 124-125
60 İbn Sina’nın tikellik ve tümellik kavramlarını nasıl açıkladığından bahsetmek çalışmamız
içerisindeki bu konunun anlaşılması açısından faydalı olacaktır. O, bu konuda şu açıklamalarda
bulunmuştur:
“Tikel şeyler bazen, kendisiyle özelleştiği ferdinin türünün ilkesine, sebepleriyle bağıntılı
olmalarının gerekmesi bakımından tümel şeylerin akledilmesi gibi akledilir. Tıpkı tikel ay tutulması
gibi. Zira onun vuku bulması, bazen tikel sebeplerin yerine getirilmesi sebebiyle ve aklın onu tıpkı
tümelleri akletmesi şeklinde akledip kuşatması ile akledilir. İşte bu konuda “şimdi veya daha önce
163
Kuran, muhallikten, şüpheden uzak olarak net ve kararlı bir kadimlik içerir.
Ayrıca kadim olma belirli bir kararlılığı gerektirir. Kadim olma bu şekilde
aktarıldıktan sonra, hadis ise; muhal bir hadisle kaim olarak meydan gelen bir
vasıftır, şeklinde tanımlanmıştır. Kendi dışındakine nazaran, kıratın hadis olması ilk
ihtimale göredir.
İkinci ihtimale gelince; kaim olmanın belirliliği (kararlılığı) nin mevcut
lisanda Kuran’ın aynısı olmaması, bilakis onun Kuran’ın zatıyla kaim olmasıdır.
Kuran’ı kendi içindeki hususi muhalliği, yani kendine özgü, onu ayırt edici
bazı bilinmezleri istisna olmak üzere Kuran’a atfedilen bütün muhalliklerden uzaktır.
O, misliyle kaim olur ve kendine has bilinmezlerden, yine kendine has ibarelere
doğru soyutlanır.
Bu durumda tekrar Zeyd ile Amr arasındaki müşterek olan insani vasıflar
konusuna dönecek olursak; burada zat olarak külli müşterek olması mümkün
olmayan tek bir şey baki olur. Bu da her türlü muhal olma durumunda Kuran’ın kaim
olmasının kararlılığı (belirliliği) sonucu ortaya çıkmaktadır.
Kuran, bireysel olmadığı için onda eşkâllere de yer yoktur. O, Allah’ın zatıyla
kaim olması sebebiyle onun hadis olması mümkün değildir.
veya daha sonra vaki oldu” diye hükmedilen zamansal tikel algıdan başkadır. Dahası, örneğin onun,
‘tikel bir ay tutulması, ay şu vakitte herhangi bir tikel ve şunun mukabilinde her hangi bir tikel olduğu
halde meydan geldiği sırada arız olur’ şeklinde akledilmesi gibi. Sonra belki bu tutulma vaki olmuştur
ve de her ne kadar El-Evvel için ilk tarzda akledilir olsa da O’nun nezdinde ‘vaki olmuştur veya
olmamıştır şeklinde’ kuşatılmış değildir. Çünkü bu, başka bir tikel algıdır ki, algılananın sonradan
meydana gelmesiyle beraber sonradan meydana gelir ve onun yitip gitmesiyle beraber yitip gider. Ve
her ne kadar El-Evvel, tikel olanı bilse de o, bütün mutlak zamanda sabittir.” (İbn Sina, a.g.e., s. 166)
164
Allah’ın zatıyla kaim olan Kuran hakkında, onun lisanlar ile hadis olmasının
mümkünlüğünü iddia edenlere karşı Hocazâde, bunu hayret verici olarak
değerlendirmiştir. Hadis Kuran’ın mümkün olmadığını, onun kaimliğinin yine
Allah’ın zatıyla mümkün olduğunu vurgulamıştır.
Hocazâde; İbn Sina ve onun mezhebinden (görüşünden) yola çıkanların
fikirlerinin tamamen, bahsetmiş olduğumuz birinci ihtimale uygun olduğunu
söylemektedir. Bu bahsettiğimiz birinci ihtimale göre; kadim olan Kuran Allah’ın
zatıyla kaim olur, lisanlar ile belirlilik(kararlılık) kazanma durumu Kuran’ın aynıdır.
Akabinde Hocazâde; “biz söylemekteyiz ki, misil olarak bu bahsedilen lisan ile kaim
olan belirlilik(karalılık) Kuran’ın misli gibi olursa, o zaman bu, Kuran’ın aynısı
olmaz. Yukarıda söylediğimiz Kuran’a ait olan muteber muhallik, yani Kuran’ın
kendine has bir gizliliği barındırması da düşünülemez. Çünkü Kuran’a ait ifadelerde
kapalılık veya gizlilik yoktur” şeklindeki birinci ihtimali savunanlara cevap
vermiştir.
Hocazâde; ilk ihtimalin geçerliliğini ispatlamak için İbn Sina’nın
makalelerinde geçen bazı açıklamaları bizlere nakletmiştir. İbni Sina, bu delili
kuvvetlendirmek için Kuran’dan bazı örnekler vermiştir. Bakara Suresi’ndeki şer-i
ve ahkami hükümleri ve bu hükümlerin üzerine yapılan icmaları belirten İbn Sina;
namaz daha önce farz değilken, namazın bu suredeki şer-i ve ahkami hükümler ile
farz kılındığını, aynı şeklide cünüplük ve hayızlık durumlarının da bazı kıraatlere
göre haram kılınmadığını ama cünüplük ve hayızlık durumlarının haram olduğunu
açıklamıştır.
165
Görüldüğü gibi bu verilen örnekler, birinci ihtimali tamamen delillendirmiş
olmakta, ikinci ihtimali ise neredeyse geçersiz saymaktadır diyen İbn Sina, birinci
ihtimal konusundaki kararlılığını göstermektedir.
Metnin son iki satırlık bölümü okunamayacak durumda olduğu için, o kısım
hakkında net sayılabilecek bir açıklamada bulunamadık. Fakat metnin bütünlüğünü
düşündüğümüz zaman ve bu kısımdaki okunabilir düzeydeki kelimelere anlam
yüklediğimiz zaman ilk ihtimal ile ikinci ihtimal arasındaki tartışmanın mahiyeti
hakkında olduğunu anlayabilmekteyiz.
Risaleyi Hocazâde: “Risale Allah’ın yardımıyla tamamlanmış oldu”
şeklindeki cümlesiyle bitirmiştir.
166
SONUÇ:
İslam dünyasındaki felsefe, özellikle meşşai ekolünün ortaya attığı düşünsel
yapı, toplum içinde belirli bir işleve sahip olan dini gerçeklikler konusunda son
derece duyarlıdır ve bu gerçeklikleri kapsamına almak suretiyle onları açıklamaya
çalışmıştır. Ancak bunu yaparken, dini evrensel ve teorik bir düzlemde tartışmıştır ve
dini olarak isimlendirilebilecek belirli hususları ele aldığında da bunlar sadece
İslam’a ait meseleler olmamıştır. Dolayısıyla İslam dünyasında felsefe, özet olarak
Kuran-i bir çerçevede değil, daha geniş bir planda monoteist bir çerçevede faaliyetini
sürdürmüştür.
Bu konuyu nübüvvet meselesiyle açıklayabiliriz. Felsefe peygamberliği, tarihi
bir süreç olarak kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda onun zorunlu olduğunu ispat
ederek, peygamberin ilahi bilgiye ulaşmasını sağlayan epistemolojik süreci
açıklamıştır. Fakat felsefe, sözgelimi, Hz. Muhammed’in Peygamberliği konusunu
tartışmamıştır, çünkü bu konu kelam ilminin vazifesidir. Kelam; Hz. Muhammed’in
peygamberliğini, onun misyonuna dair rivayetlerin tarihi sürekliliğini ve Kuran’da
inanmayanlara yönelik benzer bir kitap getirmeleri konusundaki meydan okuma
kavramını delil olarak kullanmak suretiyle ispatlarken, felsefe ise; peygamberliğin
akli süreçlerini Aristoteles’in “De Anima” kitabı çerçevesinde tahlil ederek genel
anlamda peygamberin ilahi bilgiye nasıl ulaştığını kanıtlamıştır.61
Bu bağlamda devreye Gazali ve onu takip eden İslam kelamcıları girmektedir.
Çünkü genel olarak kelamcıların çoğunluğu ve özellikle Gazali düşüncesi;
felsefecilerin dini konuları, felsefenin içinde gereğinden fazla yoğurdukları ve
61 Dimitri Gutas, İbn Sina’nın Mirası, (der. ve ter: M. Cüneyt KAYA), Klasik Yayınları, Birinci
Basım, İstanbul, Mart 2004, s. Giriş: XIV-XV
167
nihayetinde dinin felsefeye göre yorumlanması gibi bir sonucun ortaya çıktığını
savunmuşlardır.
İşte bu noktada Hocazâde, Gazali ile felsefe arasında kendine bir yer
edinmeye çalışmıştır. Fakat o, Gazali tarafını daha yakın bularak kendisini bir
kelamcı olarak görmüş, bununla beraber kelamın da geçerliliğini sürdürebilmesi için
felsefeye ihtiyaç duyduğunu belirtmiştir. Zaten bu durumu onun meşhur eseri
“Tehâfüt”te de açıkça görmekteyiz. Henüz “Tehâfüt”ünün başındaki, onun bağımsız
bir düşünce yapısına sahip olduğunu gösteren şu ifadeler dikkat çekicidir: “Bazı
ifadelerde İmam Gazali’nin kalem yanılgısına işaret eden noktalar vuku bulursa,
bilinsin ki bu, onu –Allah korusun- küçümsemek, hatalarından dolayı onu hafife
almak için veya sürçmelerini ortaya çıkararak yüksek itibarını düşürmek için
değildir… Bu gibi açıklamalar, kendi aklımı ve anlayışımda şekillenen red ve kabul,
çelişki ve kesinlik durumuna göredir. Bu ise iki sebepten kaynaklanmaktadır:
Birincisi; ilimde derinleşmiş olan yazarın kendisinden değil, o eseri istinsah
edenlerin hatalarından kaynaklanır. İkincisi; kaynakları tekrar gözden geçirecek vakit
bulamayan yazarın, daha çok düşünme ve ifadeye ağırlık vermesinden kaynaklanır.
Nitekim öncekilerin ve sonrakilerin eserleri de bu gibi durumlardan uzak
kalmamıştır. Bu durumun tasdiki Allah Teala’nın: ‘Eğer o (Kur’an), Allah’tan
gayrısından gelseydi, onda birçok çelişkiler bulurlardı’ şeklindeki ayetidir.”62
Hocazâde’nin çalışmamız kapsamındaki eserlerine baktığımız zaman ise
felsefe-kelam arasındaki münasebetin üzerinde ciddi anlamda durulduğunu
görmekteyiz. Çünkü o; görüşlerini, hem felsefecilerden hem de kelamcılardan
temsilciler kullanarak açıklamış ve nihayetinde kendi görüşünü de bariz bir şekilde
62 Hocazâde; Tehâfütü’l Felasife, Kahire 1302, s. 4
168
belirtmeyerek orta yolu seçmeyi uygun görmüştür. Bu açıdan Hocazâde’nin fikirleri
sadece bu çalışmamızdaki eserleri değil, diğer eserleri dâhil olmak üzere çok fazla
bir netliğe sahip değildir.
O, çalışmamız kapsamındaki eserlerinde felsefecilerden özelikle İbn Sina’nın
üzerinde durmuş, kelamcılardan ise Seyyid Şerif Cürcani’nin ismini ve görüşlerini
sıkça rivayet etmiştir. Bu sebeple biz de çalışmamızı, Hocazâde’nin; gerek
eleştirmek için, gerekse aktarım yapmak için başvurmuş olduğu ve risalelerin
konularını bu fikirlere göre oluşturduğu İbn Sina felsefesi çerçevesinde oluşturduk.
Bu açıdan kaynak aktarımları da genel olarak İbn Sina’nın eserlerinden yapılmıştır.
Şimdi çalışmamız kapsamındaki risaleler hakkında sonuç mahiyetinde bazı
açıklamalarda bulunalım:
“Risâlet’ün fi’t-Tevhîd” risalesinde Hocazâde; zorunluluk bahsine değinmiş,
bu konunun üç ihtimal üzerine var olduğunu söylemiştir. Yine bu risale ve genel
olarak da Tehâfüt adındaki meşhur eserinde, varlık ile mahiyet arasındaki ilişkiyi
incelemiş, nihayetinde felsefecilerden farklı olarak ve Gazali’nin görüşüne büyük
oranda paralellik arz eden (aynı zamanda kelamcıların genel görüşüne uygun olan),
mahiyet ile varlığın aynı olduğunu ileri sürmüştür. Bu mesele İslam Felsefesi’nde
tartışılan temel konulardan birisidir. Hocazâde de bu konudaki fikriyle Gazali
taraftarı bir çizgide olduğunu göstermiştir.
Bu risalede tartışılan konulardan bir diğeri de zorunlu varlığın terkibi içerip
içermediğidir. Hocazâde bu durumu açıklarken “belirli bir bireyin, bir mahiyet ve bir
taayyünden oluşmuş olması, dış dünyaya gör değil, sadece zihni olarak gerçekleşen
bir durumdur” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Bu şekilde Hocazâde, dış
169
dünyada mahiyet ve şahsiyet diye bir varlık olmadığını savunarak sadece
bireysel(şahsi) hüviyetin dış dünyada bir gerçekliği olabileceğini iddia etmektedir.
Anlaşıldığı gibi o, özet olarak; Allah’ın mahiyetinin harici varlıkta
terekkübünün imkânsız olduğunu, ancak zihinde bu terkibin varlığının mümkün
olabileceğini söylemektedir.
Zorunlu varlığın genel bir araz olması Hocazâde tarafından kabul edilmesi
mümkün olmayan bir varsayımdır. Bu ve cinsi bir tabiat olma varsayımı nihayetinde
terkibi meydana getireceği için, yine bunun kabul edilmesi, zorunlunun gerçekliği ya
da mahiyeti açısından imkân dâhilinde değildir.
“Hêze’l-Kelimât fî Bahsi’l-İllet ve’l-Ma’lûl” risalesinde Hocazâde; illet ile
ma’lul arasındaki ilişkiyi belirterek, illet ve ma’lulün birbirini gerektirmesi
konusunda bilgi vermektedir. O, tam olan illetten bahsederken bunun dört unsurun
(ki bunlar, fail ve gaye, madde ve surettir) bir arada bulunmasıyla mümkün
olabileceğini söyler. Ayrıca Hocazâde; “şayet madde ve suret dört unsurdan bir parça
olarak bir arada bulunmuş olsaydı, ona kendinden bir şeyin eklenmesi gerekirdi”
diyerek görüşünü belirginleştirmiştir.
Ayrıca Hocazâde, hareketin artmasından (iştidat ve ziyade) yola çıkarak, İbn
Sina’nın, sıcak su ile soğuk suyun arasında cereyan eden birbirine döndürme
(inkılab) örneğini aktarmıştır. Aristo’nun zaman tanımına da risalesinde yer veren
Hocazâde, hareket ile zaman arasındaki ilişkiye değinmeden geçmemiştir. Risalede
Taftazani’nin ismi ve görüşleri de sıkça geçmektedir. Hocazâde, yeri geldikçe onun
görüşlerinden aktarımlarda bulunmuştur.
“Risâletü’n Teteallaku bi’-İ’tirâz alâ Delîl-i İsbât-i Vücûdiyyeti’l-Cihet”
risalesine gelince, Hocazâde; genel olarak yön bahsinden ve bunun bağlantılı olduğu
170
konulardan bahsetmiştir. Yön konusunu felsefecilerin, âlemin merkezi konusunda
kullandıklarını aktaran Hocazâde; öncelikle noktanın soyutluğundan, daha doğrusu
noktanın zihinde var olan vehmi bir şey olduğundan bahsederek bu terimi, “bir şeyin
başladığı veya son bulduğu yerdir” şeklinde tanımlamıştır. Noktanın nokta özelliğini
kazanabilmesi için bazı özelliklere sahip olması gerekir. Nokta; nerede bulunursa
bulunsun bir miktarın ucu olmalı, sonlu olduğu için konum itibariyle bir yüzeyde son
bulmalı, yine sonlu olduğu için yatay, dikey ya da dairesel koni olarak bir yüzeyde
son bulmalı ve sonsuz olması, kaim olması ya da bitişik bir miktarın ortasında olması
mümkün olmayan olmalıdır.
Bunun dışında o, âlemin merkezinin konumundan, mihverlerden, küreden ve
bu durumların arasındaki hareket ve hareketsizlik(sükûn)ten bahsederek bu
konulardaki felsefecilerin ve kelamcıların görüşlerini karşılıklı olarak açıklamıştır.
Özellikle Seyyid Şerif Cürcani’nin itirazını, Nasruddin Tusi’nin ve İbn Sina’nın
görüşlerinden aktarımlar yaparak bütün risale boyunca incelemiştir.
Risâlet’ün fî Tahkîk-i enne Kelâmallâhi Kadîm” risalesinde ise Hocazâde;
onun kelamı olan Kuran’ın kaim olmasını, buradan yola çıkarak Allah’ın varlığının
zatıyla kaim olduğunun ispatını açıklamaya çalışır. “Allah, maddeden mücerred,
kendi kendisi ile kaim, mücerred özü kendisinde bulunandır. Allah’ın zatı
kendisinden çıkan ve başkalarının nedeni olmasından dolayı, nedenin bilgisinin,
eserin bilgisini verdiği kuralına istinaden, Allah’ın eserini bilmesini gerektirir. Allah,
zatını bildiğine ve zatı başkasının kaynağı olduğuna göre, zatının başkasının kaynağı
olduğunu da bilir”63 şeklinde Hocazâde’nin açıklamaları da bu durumu ortaya
koymaktadır.
63 Gürbüz Deniz, Hocazâde ve Ali Tusi’nin Tehâfütlerinin Mukayesesi, s. 147
171
Netice itibariyle; Hocazâde bulunduğu devrin imkânları ve şartları içerisinde
felsefe adına önemli fikirsel gelişmelere, -devrin Osmanlı Hükümdarı Fatih Sultan
Mehmet’in büyük katkıları ve destekleriyle de- önayak olmuş, bir anlamda
Gazali’nin kendi devrinde yapmış olduğu çalışmaların ve felsefeye kattığı anlamın
bir benzerini kendi devrinde yapmıştır. Zaten bu durumu özellikle “Tehâfüt”
adındaki eserinde olmak üzere, diğer eserlerinde de açıkça görmekteyiz.
O, eserlerinde felsefenin içinden çıkılamaz boyuta ulaşan meselelerine hiç
çekinmeden girmiş ve bu sayede İslam dünyasında felsefeye karşı tükenmiş olan
merakın artmasına, meydana gelen önyargıların da azalmasına sebep olmuştur.
172
KAYNAKÇA:
BİRİNCİL KAYNAKLAR:
Hoccazade, Muslihiddin
Mustafa bin Yusuf , Risâlet’ün fi’t-Tevhîd, Yazma Eser,
Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümü, Demirbaş No: 2206.
………………………………………… , Hêze’l-Kelimât fi Bahsi’l-İllet ve’l-
Ma’lûl, Yazma Eser, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü, Demirbaş No:
1161.
………….………………………...…. , Risâlet’ün Teteallaku bi’l-İ’tirâz alâ
Delîl-i İsbât-i Vücûdiyyeti’l-Cihet, Yazma Eser, Süleymaniye Kütüphanesi,
Ayasofya Bölümü, Demirbaş No: 2350.
………………………………………. , Risâlet’ün fi Tahkîk-i enne
Kelâmallâh-i Kadîm, Yazma Eser, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü,
Demirbaş No: 3782
173
İKİNCİL KAYNAKLAR:
Altıntaş, Hayrani , İbn Sîna Metafiziği, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1992.
Aristotales , Organon, Birinci Analitikler, (Çev: Hamdi
Rakıp Atademir), Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul 1950.
Arslan, Ahmet , Kemal Paşazade’nin Felsefi Görüşleri,
“Şeyhülislam İbn-i Kemal Sempozyumu”, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara
1986.
Atay, Hüseyin , Farabi ve İbn Sîna’ya Göre Yaratma,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1974.
…………………………………….., İbn Sîna’da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983.
Bayraktar, Mehmet , İslam Felsefesine Giriş, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara 2001.
Bolay, Süleyman Hayri , Klasik Dönem Osmanlı Düşüncesi ve
Osmanlı’da Tehâfüt Tutkusu, 701 Osmanlı Özel Sayısı, Yeni Türkiye Yayınları,
Haziran 2000.
Bursalı, Mehmet Tahir , Osmanlı Müellifleri (1299–1915), (haz:
A.Fikri Yavuz, İsmail Özen), Meral Yayınları, İstanbul
174
Deniz, Gürbüz , Hocazâde ve Ali Tûsi’nin Tehâfütlerinin
Mukayesesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Ankara 1999.
………………………………, Mustafa Muslihiddin Hocazâde, “Osmanlı
Ansiklopedisi”, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999.
Fahri, Macit , İslam Felsefesi Tarihi, (çev: Kasım TURHAN),
Birleşik Yayıncılık, Beşinci Basım, İstanbul 2000.
Gutas, Dimitri , İbn Sîna’nın Mirası, (der. ve ter: M. Cüneyt KAYA),
Klasik Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Mart 2004.
Güçlü, Abdülbaki; Uzun, Erkan; Uzun,
Serkan; Yolsal, Ümit Hüsrev, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara
2003.
Güzel, Abdurrahim , Karabâği ve Tehâfütü, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1991.
Hoca Saadettin , Tâcu’t-Tevarih, (sad: İsmet PARMAKSIZOĞLU),
Ankara 1992.
Hocazâde, Muslihiddin
Mustafa bin Yusuf , Kitab-u Tehâfütü’l Felâsife, Mısır, 1302.
İbn Sîna, Ebu Ali Hüseyin , Kitabu’ş-Şifa, Metafizik 1, (çev: Ekrem Demirli,
Ömer Türker), Litera Yayıncılık, İstanbul, 2005.
175
………………………….…. , Kitabu’ş-Şifa, Metafizik 2, (çev: Ekrem Demirli,
Ömer Türker), Litera Yayıncılık, İstanbul, 2005.
…………………………….. , Kitabu’ş-Şifa, İşârât ve Tenbîh, (çev: Ali Durursoy,
Muhittin Macit, Ekrem Demirli), İstanbul 2005.
Karlığa, Bekir , İbn. Sîna Düşüncesinde Osmanlı Düşüncesinin
Gelişimi, “İslam Felsefesinin Sorunları”, Elis Yayınları, İstanbul 2003.
Kaya, Mahmut , İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri,
(Tehâfütü’l-Felasife/Gazali), Klasik Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Kasım 2003.
Nasr, Seyyid Hüseyin , İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, (çev: Nazife
Şişman), İnsan Yayınları, İstanbul 1985.
Öner, Necati , Klasik Mantık, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, Altıncı Baskı, Ankara 1991.
Süreyya Mehmed , Sicîl-i Osmanî, (haz: Orhan Hülagu, Mustafa Ekinci,
Hamdi Savaş), Sebil Yayınevi, c.IV, İstanbul 1998.
Şerif, M. Muhammed , Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, İnsan
Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul 2000.
Toktaş, Fatih , İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri, Klasik
Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Haziran 2004.
Topdemir, Hüseyin Gazi , Aristotales’in Doğa-Fizik Felsefesi, Felsefe Dünyası,
2004/1, Sayı 39, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın ve Matbaacılık, Ankara 2004.
176
Türker, Mübahat , Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe-Din Münasebeti,
Doktora Tezi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1956.
Vural, Mehmet , İslam Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara,
Şubat 2003.
Zeki, Salih , Âsâr-ı Bâkiye, Amiri Matbaası, İstanbul 1329.
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
TEZ ÖZETİ:
ERDOĞAN, Ömer Faruk; “Hocazâde’nin Felsefi Yazma Eserinin Tercümesi
ve Tahlili”, Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR),
176+VII+21.
Bu çalışma, Hocazâde’nin “Tehâfüt” eserinde de ortaya koyduğu gibi felsefe-
kelam arasındaki münasebeti esas almıştır. Bunun doğal sonucu olarak da, kendisini
kelami görüşe (özellikle Gazali’nin fikir ve görüşlerine) daha yakın hisseden
Hocazâde; çalışmamız kapsamındaki eserlerinde Meşşai Felsefesi’ni (özellikle
“Şeyh” ismini kullanarak İbn Sina’nın görüşlerini) yapıcı bir şekilde eleştirmiştir.
Tabii bunu yaparken Gazali’nin fikir ve görüşlerini de gerektiği ölçüde eleştirmekten
geri durmamıştır. Daha açık ifadesiyle Hocazâde, felsefi görüşünü oluştururken
Gazali’nin kendi devrinde geliştirmiş olduğu anlayışı kendi felsefi anlayışına adapte
etmiştir.
Çalışmamız, Hocazâde’nin “Tevhid Risalesi, İllet ve Ma’lul Risalesi, Yönler
Bahsi ve Allah’ın Kelamının Kadim Olması Hakkındaki Risale”leri; zorunluluk
(vacibu’l vücud), mahiyet ile varlık ve varlığın yokluk ile münasebeti, illet ve ma’lul
konusu, yönlerin varlığı, hareket ve sükûn ile Allah’ın Kelamının kadim olması gibi
felsefe ve kelamın temel konuları hakkında çeşitli açıklamaları içermektedir.
ABSTRACT
Erdogan, Omer Faruk, The Translation of Philosophic Hand Writings of
Hocazâde and Analyzing Them, Maste’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Mehmet
Bayraktar, 176p.+VII+21.
This study focuses on the relation between philosophy and theology as
Hocazâde puts forth in his work, “Tehafut.” As a result, Hocazâde, who is close to
theological approach (especially Gazali’s ideas and approaches), creatively criticizes
the philosophy of Messai (especially under the name of Sheikh, he criticizes Ibn-i
Sina’s opinions) in his hand writings. Certainly when he does this, also he doesn’t
hesitate to criticize Gazali’s thoughts and opinions in a certain demand. Moreover in
a clear expression, Hocazâde adapts Gazali’s approach to his own approach when he
constructs his philosophical method. Our study contains Hocazâde’s the booklet of
unification (tevhid risalesi), the booklets of cause and effect (illet ve ma’lul
risaleleri), the subject of sides, and the booklets on the eternity of the word of God;
some explanations about basic theological and philosophical subjects like necessity
(necessary existence), whatness, existence and the relation of existence with non-
existence, the subject of cause and effect, and the eternity of the word of God
through the existence of sides, movement and tranquility.