68
MUHAMMED EMİN YILDIRIM İLE RÖPORTAJ MUHAMMED ALİ KADİR Mİ, KADER Mİ? TESETTÜRÜM BENİM HER ŞEYİM! ISSN 1307-007X 9 7 7 1 3 0 7 0 0 7 0 1 6 0 8

Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

MUHAMMED EMİN YILDIRIM İLE RÖPORTAJ MUHAMMED ALİ KADİR Mİ, KADER Mİ? TESETTÜRÜM BENİM HER ŞEYİM!

ISSN 1307-007X

9771307007016

08

Page 2: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla
Page 3: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

SahibiPINAR YAYINLARI A.Ş. Adına

Şemsittin ÖZDEMİR

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüFurkan Gençoğlu

Yayın SorumlusuMehmet Semih Özdemir

Yayın KuruluFurkan Gençoğlu

Mehmet Semih ÖzdemirAhmet Semih Şenlikoğlu

Furkan Rıza DemirelDücane DemirtaşM.Salih Demirtaş

Osman Zinnur AksuSümeyye AkgülZozan Demirci

Ayşenur ÖzdemirSenanur Yaşaroğlu

Gülsüm Cemile Damar

Bu Sayıya Katkıda BulunanlarŞeymanur Tan

Fatma Büşra ÇanakAsım Ebrar Yıldız

Toleuzhan GaliyevaOsman Zinnur Aksu

Vefa GüzelFurkan GençoğluDücane Demirtaş

Mücahid KeskinoğluÖmer Ziya

Cuma ErtaşAsım Bekir

Beyzanur YaşaroğluAhmet Semih Şenlikoğlu

Fatma Betül Yıldız

Adresİskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok.

No:4/1 Fatih / İ[email protected]

Görsel YönetmenTekin Öztürk

Grafik TasarımProjesanat Tan. Org.Tel: 0212 640 20 90

www.projesanat.com.tr

BaskıSanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti.

Maltepe Mh. Litros Yolu2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5

Topkapı / İST.Tel: (212) 567 39 40-41

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Sevgili Arkadaşlar

B izleri Ramazan’ın bereketi ile kuşatıp bayram sabahına ulaş-tıran rabbimize hamdolsun. Hayatı durduran ve çevreleyen

niteliği ile idrak etmeye çalıştığımız bir Ramazan ayını daha geride bıraktık. Artık bayram ile sevinmenin vaktidir. İslam dünyasının her yanında acı feryatlar yükselse dahi bayramı hep beraber id-rak edeceğiz. Çünkü bayramlar gülmenin ve güldürmenin membaı olan, rabbimizin bize hediye ettiği güzel günlerdir. Bu güzel günle-re erişirken Genç Öncüler Dergisi yayın ekibi olarak Ramazan ayın-da da bir an olsun boş durmayarak tükettiğimiz kavramları bu ay manşete taşımayı uygun gördük.

Özgürlüğü, takvayı, tesettürü,inşallahı, kardeşliği tartıştık. Mu-hammed Emin Yıldırım hocamız ile tüketilen kavramları konuştuk ve mesele hakkında gençlere yönelik tavsiyelerini dinledik. Şampi-yonu hatırladık bu ay ve bir Muhammed Ali portresi hazırladık. Ve tabi ki rehberi Malcolm X unutulmadı. İstanbul’un köylerini gez-meye devam ettik. Abant gölüne doğru bir yolculuğa çıktık. Bozlak-ların efendisi Neşet Ertaş usta ile gönüllerimiz titredi. Başbağlar köyünde ciğerimiz yandı. Film, kitap tahlilleri ve daha bir çok zen-gin içerik ile siz sevgili Genç Öncüler Dergisi dostlarına güzel bir bayram hediyesi hazırladık.

Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sı-kıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmak-tır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimi-zin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz.

Allah’a emanet olun.

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (siz-den) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uyma-yın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Temmuz’16 • 1

EDİTÖR'DEN

Page 4: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

54

31

16

23

Temmuz 2016 • Sayı 108 • Yıl 13

TESETTÜRÜM BENİM

HER ŞEYİM!Toleuzhan GALİYEVA

Ali Furkan GENÇOĞLU

Ye, Tüket, Sev!Osman Zinnur AKSU

Kadir mi, Kader mi?Fatma Betül YILDIZ

2 • Temmuz’16

Page 5: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

44

Özgürlük / Şeymanur Tan ............................................................................................ 4

Muttaki ve Takva / Fatma Büşra Çanak ........................................................................ 8

Röportaj Muhammed Emin Yıldırım İle “Tüketilen Kavramlar” Üzerine / Röp.: A.Yıldız .... 10

Tesettürüm Benim Her Şeyim! / Toleuzhan Galiyeva ........................................ 16

Hadi İnşallah mı?/ Osman Zinnur Aksu .................................................... 20

Kardeşlik / Vefa Güzel ........................................................................... 22

Ali / Furkan Gençoğlu ............................................................................. 23

Sivas Madımak Olayları / Ahmet Semih Şenlikoğlu .................................. 28

Kadir mi, Kader mi? / Fatma Betül YILDIZ .............................................................. 31

Age Of 2 ve Teolojik Kavgamız / Dücane Demirtaş ...................................................... 32

Hafızalardan Silinmek İstenen Katliam: “Başbağlar” / Yavuz Selim Sancak ..................... 36

Yazı Dizisi İstanbul’un Köyleri-2 / Ömer Ziya ............................................................... 41

Bozlakların Efendisi Neşet Ertaş / Cuma Ertaş ............................................................... 44

Abant Gölünün Gerçek Hikayesi / Asım Bekir ................................................................. 52

Film Kritiği Ye, Tüket, Sev! / Osman Zinnur Aksu ........................................................ 54

Basından Yansıyanlar ................................................................................................. 56

İslam Coğrafyasından Haberler ..................................................................................... 58

Kamuoyuna Duyuru .................................................................................................... 62

LGBT Sapkınlığına Karşı Bir Şey Yap! ............................................................................. 62

Objektifimden / Beyzanur Yaşaroğlu ......................................................................... 63

Etkinlik Genç Öncüler Aile İftarında Buluştuk!................................................................. 64

Cuma ERTAŞ

Bozlakların Efendisi

Neşet Ertaş

Temmuz’16 • 3

Page 6: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Kısacası, nedir bu özgürlük?

V ikipedi; Özgürlük: Bağlı ve bağımlı olma-ma, dış etkilerden (etkenlerden) bağım-

sız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektedir. Buna para-lel baska bir gündelik tanımı, insanın kendi kararlarını kendi istemine ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi, ve kendi seçimlerini kendi iradesiyle yapabilmesi olarak belirir.

Çağlar boyunca yazarlar, düşünürler, filo-zoflar özgürlük üzerine kafa yormuş, tanımı-nı bulmaya çalışmış ama sınırlarını tam ola-rak çizememişlerdir. Buna bakarak diyebiliriz ki özgürlük tamamen göreceli bir kavramdır. Kişi “ben özgürüm” dediğinde Türkiye’de farklı, bir Arap ülkesinde farklı, bir Uzakdo-ğu ülkesinde farklı, Amerika’da ise tamamen farklı bir şey anlaşılacaktır. Eğer bir coğraf-yada herhangi bir konu üzerinden bir yasak-lama mevcutsa o yasağı delen kişi kendini özgür kabul eder. Özetle özgürlük kavramı

kişiden kişiye veya toplumdan topluma de-ğişebilen, ama herkes açısından tartışılmaz bir gerekliliktir çağımızda. Üstünde bu kadar az uzlaşma sağlanmış, herkes için farklı bir şeyi ifade eden bir kavramı sahiplenip, kul-lanmadan önce biz müslümanlar açısından ne demek olduğunu ortaya koymak gerekir hiç süphesiz.

Gerekli mi Özgür Olmak?

İsmet Özel, “taşları yemek yasak” kitabın-da batılıların kullandığı “liberty”, “freedom” kelimelerini hürriyet diye çevirir, kendisi ise batılı anlamdaki özgürlük anlamına gelen bu “hürriyet” kelimesi yerine “özgürlük” kelime-sini kullanmayı tercih eder. Sebebi ise kendi dilinden şöyledir:

“Özgürlük kelimesi bize “ÖZ”ün “GÜR”lüğünden söz ediyor. İnsanlar söz ko-nusu olduğunda öz dediğimiz zaman, o insa-nın kendini, zatını anlarız. İnsanlardan gayri

ÖZGÜRLÜK“Sonsuzluk kervanı, istemem azat,

Köleniz olmakmış gerçek hürriyet!” N.F.K.

Şeymanur TAN

4 • Temmuz’16

Karantina

Page 7: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

nesneler için “asıl, esas” anlamına gelir “öz”. İnsanlar arasında en makbul karakteri “özü sözü bir olmak” sayarız. Bir şeyin gür olması demek, onun bollukla ve güçlü olarak çıkıp fışkırması demektir. Yani özgürlük insan ola-rak aslımızda, bizim halis cevherimizde, fıt-ratımızda bulunan şeyin fışkırması, serpilip hayat bulmasıdır...

Kafirler “öz” kelimesinden yalnızca bir şeyi, “nefs” kelimesinin anlamını seçiyorlar, yani kafire göre özgürlük nefsin istediğini ona vermekle gerçekleşiyor. Nitekim onlar için bütün kurtuluş nefsin tatmininden faz-lası olamıyor.

Oysa bizim için özgür olmak, bize insanlı-ğımızı temin eden iç özelliklerimizi, halis, ka-tışıksız, arı vasıflarımızı baskıdan kurtarmak demektir. Ancak onların hangi bas-kılar olduğunu anlamak için önce neler olduklarını tanı-mamız gerekir. İşte Kuran ve Sünnet bize ne olduğumuzun bilgisini vermesi bakımından özgürlüğümüze engel değil, tam tersine özgürlüğümüzün mümkün ol-duğunu anlatan kaynaklardır.

Batı medeniyeti insanın ne oldu-ğunu, hangi vasıflarla donatılmış ol-duğunu, İlahi bilgilerin dışında ve onlara karşı duran bir anlayışla yeniden tanımladığı için özgürlüğe varan yolda ciddi bir engeldir. İşte bu tanımları geçersiz kılmak öz-gür ol-manın ön şartı durumuna geliyor.”[1]

Bu ifadelere göre, batı medeniyeti insanı ahiret bilincinden koparıp bu dünyaya hap-setmeye çalıştığı için ve bu sebeple insanın özünü “zevk alan” olarak tanımladığı için an-cak onu gürleştirmeye çalışır. Yani onlar için, insanın daha çok zevk alması, daha çok öz-gür olması anlamına gelir. Bizim de yapma-mız gereken ilk şey aslında, insanın özünün bu olmadığını, yani insanın dünyaya sınırsız bir şekilde zevk almak amacıyla gelmediğini anlamak ve anlatmak olmalıdır. İnsana dair

doğru bir öz tanımı yaparsak, aradığımız özgürlük doğru kapıya çıkacaktır ve o vakit “öz”ümüz “gür”leşip gerçek anlamda özgür olabileceğiz.

Nasıl Özgür Olmalı?

Batılıların özgürlük kavramıyla, biz müs-lümanların kullandığı özgürlük kavramı bir-birinden farklıdır.

“Batılı düşüncenin anladığı hürriyet mar-jinal, müslümanın anladığı özgürlük ise mer-kezidir. Yani batılılar hürriyeti sınırları olan, sınırları genişleyip daralan bir yapıp etmeler bütünü olarak anlarlar. İnsanlar az hür veya çok hür olabilirler...

Müslümanların anladığı özgür-lük ise merkeze, insan oluşu-muzun eksenine ilişkindir. Bizim

özümüz Rabbimiz tarafından bize verilmiş bir cevherdir. Eğer

biz onun değerini bilir ve ko-rursak gürleşir. Özgür oluruz. Ama önce özümüzü tanımaz,

tanıdıktan sonra da onun sağlı-ğına elverişli tutumumuz olmazsa

insan vasıflarımız zaafa uğrar, bun-dan kainat da zarar görür, biz de za-rarlı çıkarız. Halbuki kafirlerin hürriyet

anlayışları böyle değildir. Eğer bir odada yaşamak zorunda iseler daha az hür, iki kat-lı müstakil bir evde daha fazla hür oldukla-rına inanırlar. Uçakla seyahat etmek onlar için at arabasıyla seyahat etmekten daha hür olmak demektir. Daha hür olabilmek için toprağın derinliklerine inmek gerektiği-ne, gökyüzünün ötesine geçmek gerektiğine inanırlar. Ne kadar alete hükümdar iseler o kadar hürdürler. Köpek büyüklüğünde at ye-tiştirmek veya taneleri ceviz büyüklüğünde olan üzüm salkımları elde etmek onların en çok hür olduklarının delilidir. Kısacası kafir-lerin hürriyeti marjinal, sınıra ilişkin bir hür-riyettir ama hangi sınırda durması gerektiği hakkında onların da bir bilgisi yoktur”.[2]

Temmuz’16 • 5

Karantina

Page 8: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Bilgileri olmadığı için de en çok tartışma bu alanda yaşanır. Yani bir insanın hürriye-tinin sınırları nedir? Batılı zihniyetin buna verdiği cevap, başka birinin haklarını ihlal ettiği zaman durması gerektiği yönündedir. Oysa başkasının özgürlüğüne ihlal etmek ne zaman gerçekleşir kimse tam bir cevap ve-remez. Mesela gözümüzün önünde zina edip bu benim özgürlüğüm, senin haklarını gasp etmiyorum diyebilmekteler.

İsmet Özel müslümanın özgürlük anlamı-nı ise şöyle tarif eder:

“Müslümanlar sınırları ne bir hürriyet, ne de bir özgürlük meselesi olarak anlarlar. Yani haram ve helal bize sade-ce azgınlığımızı zaptetmek amacıyla konulmamış-tır. Gerçi helal içinde kalmak ve haram-dan uzaklaşmak bizi yoldan çıkmaktan korur, bizi azgınlık-tan kurtarır ama bu bizim elimizin erdiği alanın dışında bir so-nuçtur. Biz, bize verilen sınırlar içinde kaldık-ça bizim için sağlanan faydalara kavuşuruz. Helal ve haram sınırları biz yeryüzünde yaşadığı-mız hayatın anlamını kavraya- lım diye, mevcudiyetimizin sebebine yaklaşalım diye vardır. Eğer bu sınırları kaybedersek kimliğimizi, kişiliğimizi, varoluşumuzun an-lamını kaybederiz...

Önce özgür olmalıyız, yani müslüman olduğumuz ve bizi müslüman kılan ayırı-cı vasıflar hakkında kesinliklere ve açıklığa ulaşmalıyız. Bu bizim özümüzü gür, zihnimizi selim, bedenimizi küfrün tasallutundan ba-ğımsız kılacaktır.”[3]

“Özgür Olmak İstiyoruz”

Anladık ki batılının özgürlük anlayışı bizim “öz”ü “gür”lük anlayışımızın tam zıddı. “Bir batılı için özgür olmak isteyen insan kendini Yaradan’ın verdiklerine değil de yaratılmış olandan eline ne geçirebilirse onlara bağla-mıştır. “Öz”ünü “gür”leştirmek isteyen insan akıllıdır ve akletmeyi bilir, çünkü akletme gücü ona Yaradan’ın verdiği değerlerden biridir. Batılı anlamda özgürleşmek isteyen insan ise akılcı olmak zorundadır, yani içinde bulunulan şartların akılcı bir tarzda izah edilmiş şekline uygun bir davranış ve düşünme yolunu be-nimsemek zorundadır.

Akılcı bir kişi, zenginlik deyince para, mal gibi öl-çülebilir değerleri anla-yacaktır. Sayıya, hesaba gelmeyen zenginlikleri anlamak akıllı adamın

işidir. Sevginin, merha-metin, ahlak bütünlüğü-

nün, vefanın, adalet duygu-sunun, cesaret ve itikaddan

fedakarlık etmemenin verdiği zenginlik, diğeriyle karşılaştırı-

lamaz büyüklüktedir. Akılcı insan bunları ölçü içine almadığı için, hepten yok saymasa bile ihmal

eder. Akıllı bir insan ise tam tersi-ni yapar, yani maddi şeyleri hepten

yok saymasa bile ölçüye gelmeyen hu-susların önceliğini vurgular, insanın anlam

kazanması gibi... Bu zıtlık açısından akılcı ve akıllı insanın, yani batılı anlamda özgür ve müslümanca bir bakış açısıyla “öz”ü “gür in-sanın zengin kimdir sorusuna verdiği cevap farklı farklıdır.” [4]

“Akılcılık bize dünya hayatının imkanların-dan en fazlasını elde ederek hür olmamızın yollarını gösterir. Akıllılık ise çevremizi ku-şatan şartların haklı olup olmadıklarını sor-gulamaya götürür bizi. Özgürlüğümüzün ne olduğunu bilmeyecek olursak biz de herkes gibi ve özellikle kafirler gibi hürriyetimizin peşinde ömür tüketiriz.” [5]

6 • Temmuz’16

Karantina

Page 9: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Özgürlüğü Tanımak

“Var olan her şey özgür yaratılmıştır. Gök-yüzünün maviliği onun özgürlüğündendir. Dağların sabit, denizlerin dalgalı oluşlarında özgürlüklerinin işareti vardır... Doğuştan öz-gürlük bilgisine insan dışında bütün yaratıl-mışlar sahiptir.

Ademoğlu ise özgürlük bilgisini doğuştan getirmez. Bu yüzden diğer yaratılmışlardan daha zayıf bir durumdadır. Ona bütün canlı ve cansız tabiat içinde yaşama imkanı veren, hatta onu diğer yaratılmışlardan şerefli kılan yalnızca vahiy ile kendisine ulaşmış olan bil-gidir. Bu bilgiden mahrum kaldığı, onu inkar ettiği, onu unuttuğu nisbette insan kendin-den aşağı yaratıkların vasıflarını edinir. Yani hayvanlaşır veya şeytanlaşır. Hayvanlaşmayı anlamak mümkün peki şeytanlaşmak ne de-mek? İblis ve bütün şeytanlar inkar, nisyan ve isyan içindedirler. İşte insan kendisine in-san olabilmesi için verilmiş özgürlük bilgisini inkar eder, bu bilgiyi unutur, bu bilginin kay-nağına isyan ederse şeytanlaşır.

Şeytanlaşmanın büyük avantajları(!) var-dır. İnsan şeytanlaştıkça batılı anlamda daha hür, daha başarılı, daha çok imkanı elinde tutan bir duruma gelebilir. Özgürlük bilgisi-ni unuttuğu için dünya şartlarında kendini daha güvenli, sıkıntılardan ve tehlikelerden salim kabul eder. Kendisine gazab ulaşın-caya kadar tabi. Hayvanlaşmanın da büyük avanatajları vardır(!). Böylece insan daha sorumsuz, dünyadaki tatmin vasıtalarından daha çok lezzet alan, izzetsiz olmayı bir ka-yıp saymadığı için benzerleri arasında en çok rahat edebilen bir duruma gelir. Öyle ki mahvoluşunun bile tadına vararak yaşar.

Halbuki bizim için özgür olmak sadece bizi insan kılan bilgiden nasibimizi almakla mümkün olabilir. Bizi insan kılan bilgi ise yal-nızca vahiy yoluyla peygamberlere ulaşmış ve onlar vasıtasıyla bizim istifademize sunul-muş olan bilgidir. Yani biz vahyin temin ettiği bilgi ile aslımızı tanımak, insan olmamızın

şartlarını öğrenmek, insan kalmayı başar-mak yoluna gireriz. Kurtuluşumuz, ne oldu-ğumuzu hatırlamakla, görev ve sorumluluk-larımızı yerine getirmekle, kısaca haddimizi bilmekle mümkündür.

Vahiy dışında hiç bir bilgi bize aslımızın ne olduğunu, ne yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini, hangi sınırlarda insan kalabile-ceğimizi söyleyemez. Bu yüzden Kuran ve Sünnet özgürlük bilgisidir. Aklederek ve akıl-lıca bir tutumla kendimizi tanıma yolunun muhkem ayetlerden ve Sünnet-i Seniyye’den geçtiği noktasına varabiliriz. Eğer akılcı dav-ranırsak İslam kaynaklarının dünya hayatın-da bize nasıl (batılı anlamda) hürriyet temin edebileceğini araştırırız. Bu tutum da bizi yahudi ve hristiyanların durumuna düşü-rür”[6], zira onlar da dünya hayatına uyum sağlayabilmek, ondan daha çok zevk alabil-mek için kitaplarını değiştirmişlerdir. Yani ki-tabına uyup özümüzü gürleştirip gerçekten özgür olmak yerine, kitabına uydurup, dünya hayatındaki hürriyetin kapılarını ararız.

İşte modern müslümanın derdi tam ola-rak budur. Vahiy ve sünnet bilgisiyle özünün bilgisine ulaşıp bunu gürleştirmeye çalıştık-ça özgürleşecektir, yalnız Allah’a kul olup di-ğer bütün tanrılaştırılmış şeylerden kurtula-caktır. Yoksa özgürlüğünü ararken en çetin köleliğe razı olacak, binlerce tanrının kullu-ğunnu yapacaktır.

“İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakı-lacağını mı sanıyor?” (Kıyame-36)

“Ey insanlar! ALLAH’ın va’di gerçektir. Sa-kın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytân) da ALLAH hakkında sizi kandırma-sın…” (Fâtır 35/5)

Kaynaklar:1. “Taşları Yemek Yasak”, İsmet Özel, Tiyo yy., syf 35, 362. a.g.e syf 37, 383. a.g.e syf 38, 394. a.g.e syf 40, 415. a.g.e syf 426. a.g.e syf 43-45

Temmuz’16 • 7

Karantina

Page 10: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

TAKVA

L ügatte; korunmak, sakınmak, korkmak, kuvvetli bir himayenin altına girmek gibi

anlamlara gelmektedir.İslam terminolojisinde ise; Allah’ın emirle-

rine saygı göstermek ve bu emirleri titizlikle yerine getirmek; haramlardan şiddetle sakın-mak; Allah’a karşı kulluk ve sorumluluk bilin-ciyle hareket etmektir.

Diğer bir terminolojik tanımla takva; Allah’a ve iman esaslarına iman edip Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak ona karşı gelmekten sakın-mak; her şeyiyle Allah’a yönelip O’nun himaye-sine girmek, O’na saygı ve tazimde bulunmak; dünyada ve ahirette insana zarar verecek, ilahi azaba sebep olacak her türlü söz ve eylemden kaçınmaktır.

Bu tanımlamalar çerçevesinde takva sa-dece manevi anlamda bir korkma ve sakınma değil aynı zamanda Allah rızası doğrultusunda eylemler içerisinde olmaktır. Takvayı salt zühd derecesinde yaşamak anlamında değerlendir-mek oldukça basit ve vahyin oluşturmaya ça-lıştığı takva anlayışı ile kıyaslandığında kısır bir bakış açısıdır. Aynı zamanda bu yaklaşım tarzı aktif iyiler olması gereken Müslüman şahsiye-tin inşa olma sürecinin önünde çok ciddi bir engeldir.

MUTTAKİ

Takva sahibi mümine, muttaki denir. Aslın-da yukarıda tanımladığımız takvaya ait özellik-leri taşıyan sorumluluk sahibi ve samimiyetle yalnızca Allah’a kul olma çabası ve kaygısı içe-risinde olan bir şahsiyettir.

Şimdi birbiriyle organik bir bağa sahip olan bu iki kavramı vahyin ışığında anlamaya çalı-şalım:

KURANDA TAKVA KAVRAMI VE MUTTAKİLERİN ÖZELLİKLERİ

Hayat rehberimiz Kuran’da takva ile alakalı temelde üç mertebeden söz edilir:1. Ebedi olarak cehennem azabından korun-

mak için Allah’a ortak koşmaktan, küfür ve nifaktan korunarak kâmil bir imana sahip olmak; Fetih Suresi’nin 26.ayetindeki takva kelimesi bu anlamdadır; “Allah da Resulüne ve müminlere bir sükûnet ve güvenini indir-di Onları takva kelimesine bağladı”. Ayet-te geçen takva kelimesi; kelime-i şehadet ve kelime-i tevhiddir. Nitekim Allah Resu-lü de buradaki takva kelimesini, “ la ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” diye tefsir etmiştir (Tirmizi, Tefsir, 48; Ahmedb.Hanbel, Müsned, 5/138).

Muttaki veTakva

Fatma Büşra ÇANAK

8 • Temmuz’16

Karantina

Page 11: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

2. Kişinin iman sahibi olduktan sonra büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten kendisini alıkoyarak emre-dilen farzları ve diğer dini vecibelerini ye-rine getirmesi, günahlardan/haramlardan ve diğer yasaklardan kaçınması: Bu hususla ilgili olarak A’raf Suresinin 96. Ayetinde: “ Kendilerine peygamberler gönderdiğimiz memleketlerin halkları iman etseler ve tak-va sahibi olsalardı elbette onların üstüne göklerden ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat onlar peygamberlerimizi ve ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları iş-ledikleri günahlar sebebiyle cezalandırdık” buyruluyor.

3. İnsanın bütün benliği ile Allah’a yönelme-si, kişiyi Allah’tan alıkoyacak her şeyden uzak durması (mâsiva)dır. Takvanın en üst derecesi budur.Bu hususla ilgili olarak Âl-i İmrânSûresi’nin 102. âyetinde: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin” buyrulmaktadır.Takvanın bu üç mertebesi, MâideSûresi’nin

93. âyetinde bir arada zikredilmiştir: “İman eden ve salih amel işleyenlere, hakkıyla sakı-nıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra yine hakkıyla sa-kınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) tattıklarından/yediklerinden dolayı günah yok-tur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever.”

Görüldüğü gibi bu ayette iman ve salih amel iki kere ve takva üç mertebe olarak zikre-dilmiştir. İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe kişinin kendi nef-si ve vicdanı arasında olan bir takvadır. İkinci-si, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvadır ve üçüncüsü de, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvası ve imanıdır. Bu ayette takvanın bu üçüncü dere-cesi, ihsan olarak zikredilmiştir.

Takva, insanın hem inanç yönünü hem de inancı gereği yapması gereken kulluk görev-

lerini ve ibadetlerini, salih amellerini, ahlakını, söz, fiil ve davranışlarını ifade eder. Takva, bir kalp eylemi olup insanın imanını olgunlaştırır, ahlakını güzelleştirir. Allah’a olan itaatini ve şükrünü artırır, her an Allah’ı zikrederek O’nu asla unutmamasını sağlar. Bu bağlamda takva, insanın hem dünyasına hem de ahiretine yön vererek dünyada ve ahirette huzurunu ve kur-tuluşunu sağlar. Aynı zamanda takva, kalbin hak ve hakikat ölçüsünde akletmesi sonucu or-taya konan güzel eylemler bütünüdür. Hayatın merkezine Allah rızasını yerleştirmektir.

Takva, insanın bütün işlerinde helale, meş-ruya, doğruya uygun hareket etmesi; haram-lardan ve şüpheli şeylerden sakınmasıdır. Ni-tekim ilgili bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: “Helal bellidir, haram da bellidir, aralarında ise, insanların çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, hem dinini, hem de ırzını temize çıkarmış olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Tıpkı sürüsünü yasak bölgenin etrafında otlatan çoban gibi ki, hayvanları her an ora-ya girebilir. Dikkat edin, her melikin bir yasak bölgesi vardır. Dikkat edin, Allah’ın yasak böl-gesi de haramlarıdır.” (Buhârî, İman, 39, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Davud, Büyû, 3; Tirmizî, Büyû, 1; Nesâî, Büyû, 2; İbniMâce, Fi-ten, 14; İbniHanbel, 4/269, 271).

Bu hadiste de görüldüğü gibi takvada as-lolan, helaller ve haramlar konusunda hassas olmak; harama düşme endişesiyle şüpheli şey-lerden uzak durmaktır ki, buna “verâ” diyoruz. Verâ, insanın Allah’a olan imanını artırıp O’na yaklaşmasını/yakınlaşmasını sağlar. Ahirette de hesabının kolay olup ebedî mükâfatı kazan-masına vesile olur.

Yukarıda zikrettiğimiz ayetler ve hadisler ışığında bir okuma yaparsak takva;1. Sağlam bir tevhidi itikad üzere iman etmek.2. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emirlerini ye-

rine getirmede ve yasaklarından kaçınma-da azami dikkat ve hassasiyeti gösterme.

3. Kâinatta olan her şeye tam bir sorumluluk duygusu içerisinde yaklaşarak salihat niteli-ğinde ameller ortaya koyma.

4. Tüm benliği ile Âlemlerin Rabbine yönelerek O’nun yolundan alıkoyacak her şeyden uzak durmak.(Bu takvanın en üst derecesidir.)

Temmuz’16 • 9

Karantina

Page 12: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

G ençler olarak hiçbir zaman unutmamanız gereken şey şu; saffet olmadan tevhid,

tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan üm-met olmaz. Önce biz saffet haline varmamız lazım. Saffet nedir? Saflaşmak, durulaşmaktır. Ne ile durulaşırız biz? Elbette imanla. Gerçek manada iman ettiğimiz zaman saflaşmış ve durulaşmış oluruz. Zaten La ilahe demek; kir, eksiklik, şirk ne varsa izale etmek de-mektir. Önce biz bunu yaptığımız zaman tevhidi elde etmiş oluruz.

Tevhid olursa eğer vahdet olacak.

Bildiğiniz üzere her şeyin hızla tüketilip değerinin kolayca yitildiği bir dönemde ya-şıyoruz ve ne yazık ki aslında içi dolu dolu olan kavramlarımız da bu anlam kaybından etkileniyor. (hikmet, ihlas, takva, adalet, ehliyet, kurban, bayram, vatan, şehit, ezan, cemaat vb.) Müslümanlar kendi yağlarında kavruldukları kavramları ne zaman değer-sizleştirmeye başladı?

Muhammed Emin Yıldırım: İsterse-niz ben öncesinde kavramlarla ilgili

bir iki bir şey izah edeyim. Kavram-lar ya da kelimeler bir mesajın kar-şıdaki muhataba iletilmesindeki en önemli ve en mühim köprüsüdür. Neticede biz kelimelerle konuşu-

yoruz ve kelimeler içerisindeki

Muhammed Emin Yıldırım ile“Tüketilen Kavramlar” Üzerine

KonuştukRöportaj: Asım Ebrar YILDIZ

10 • Temmuz’16

Röportaj

Page 13: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

bazı kavramlarla da mesajlarımızı ulaştırıyo-ruz. Cenabı Hak da ilk muhataplar olan saha-be neslini Kuran’a muhatap kıldığında aslında Allah Resulü o ayetleri iletirken o ayetler içe-risinde geçen kavramlara da özel vurgularda bulunur ve o kavramların zihinlerinde sağlam bir yere oturtmaları için tabiri caizse onları bir tür eğitime tabi tutardı. Onun için biz Darul Er-kam dediğimiz o peygamber mektebinde ya da sonraki süreçte Medine’deki Suffa mektebinde kavramların öğretilmesiyle alakalı peygambe-rin özel bir çaba içinde olduğunu görüyoruz. Çünkü kavramlara yanlış mana verdiğiniz za-man elde edeceğiniz sonuçta yanlış olacaktır. Kavramları şöyle anlamamız lazım mesela bir metre düşünün bir kumaş ölçüyorsunuz ya da bir terazi düşünün onunla bir şeyler tartıyorsu-nuz, terazinin ayarı bozuksa ya da o metredeki ölçünün ayarı tam değilse sizin ölçtüğünüz ve tarttığınız her şey eksik ve hatalı olacaktır. İşte kavramlarda böyledir. Onun için sokaktaki, cad-dedeki insanın kullandıkları kavramlarla Darul Erkam mektebinde yetişen sahabenin kullan-dığı kavramlar aynıydı fakat aynı anlamlar yüklü değildi. Mesela onlar kar, zarar, istikbal, mazi, kazanç, kayıp, gören, ama gibi kelimeleri kullandıkları zaman Darul Erkam’daki talebe-lerde kullanıyorlardı ve peygamberlikten evvel onlarda aynı anlamlarda kullanıyorlardı. Efen-dimiz onları eğitince mesela istikbal kavramı-na başka bir anlam yükledi, sokaktaki adam istikbal denince dünyevi anlamda kazanacağı şeyleri hesap ederken, Erkam’ın evindeki o talebeler istikbal denince ahirete ait bir şeyi anlamaya başladılar. Kazanç denildiği zaman onlar ceplerine giren parayı düşündüler ama Darul Erkam’daki talebe kazanç denince kar denince sevap adına Allah’ın rızası adına bazı şeyleri düşündü. Onun için bu kadar önemli kavram meselesi.

Tüm yönleri ve işlevleriyle Müslüman bir toplumda cemaat kavramını nasıl tanımla-yabiliriz?

Cemaat kavramına gelince, cemaat kavra-mı Kurani bir kavramdır ve aynı zamanda pey-gamberinde birçok hadisinde geçen bir kav-

ramdır. İslam dediğiniz bu aziz din kendisinin toplumunu da oluşturur. İşte İslam toplumu dediğimiz topluluğa biz cemaat, İslam cemaati diyoruz ve Efendimiz cemaatten ayrılanın ke-sinlikle İslam dairesinden ayrıldığına dair bize izahlarda bulunuyor. Dolayısıyla İslam cemaati dediğiniz zaman bugün İslam cemaati arasın-da olan fırkalar, hizipler, falanca filanca insa-nın etrafında toplanıp öbekleşen üç beş insanı kastetmiyoruz asla. Kuran o kelimeye kavrama mana yüklerken İslam cemiyet ve toplumunun tamamı olarak kullanıyor. Dolasıyla bakın top-lum böylesine geniş kapsamlı bir anlamı olan bir kavramı aldı ve daralttı ve kendisinin üze-rinden bir kavram haline dönüştürdü. Bu da netice itibariyle o kuşatıcı yönünü yok etti. Bir yönüyle aslında İslam toplumunun tamamını temsil etmesi gereken o kavram, İslam top-lumu içerisinde küçücük bir toplumu, fırkayı temsil etmeye başladı. Dolayısıyla biz İslam cemaati derken Müslümanların tamamını kast etmemiz gerekirken ne yazık ki yanlış kullanım ve o kavrama yanlış anlam yüklenmesi fırka-ların kendilerini İslam cemaati gibi hissetmesi yanlışına sevk etti. Böyle bir kavramı yeniden

Gençler olarak hiçbir zaman unut-mamanız gereken şey şu; saffet olmadan tevhid, tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan ümmet ol-maz. Önce biz saffet haline varma-mız lazım. Saffet nedir? Saflaşmak, durulaşmaktır. Ne ile durulaşırız biz? Elbette imanla. Gerçek mana-da iman ettiğimiz zaman saflaşmış ve durulaşmış oluruz. Zaten La ila-he demek; kir, eksiklik, şirk ne var-sa izale etmek demektir. Önce biz bunu yaptığımız zaman tevhidi elde etmiş oluruz. Tevhid olursa eğer vahdet olacak.

Temmuz’16 • 11

Röportaj

Page 14: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Kuran ve sünnet çevresinde güncelleştirip tek-rardan içini Allah ve Resulü nasıl doldurmuşsa öyle doldurup o şekilde anlamamız gerekir.

Cemaat olmadan İslam’ı yaşamak mümkün değildir. Çünkü İslam cemaat dinidir, bakın biz Müslüman olurken bir şehadet kelimesi söylü-yoruz. Eşhedü “ben şahitlik ederim” orda bir benlik var, şahsiyetinle benliğinle İslam’a dâhil olursun ama İslam’a dâhil olduğundan itibaren artık “ben” kaybolur. Buradan sonra “nahnu” yani biz varız, bakın Fatiha da biz yalnız sana ibadet eder ve biz yalnız senden yardım dile-riz deriz orada benlik yok ki “ben” diye okusak Fatiha’yı doğru okumuş olmayız, namazımız da kabul olmaz. Biz ben diye geliriz İslam da-iresine ama biz olma şuurunu öğrenmiş olu-ruz öğrenmek zorundayız o ailenin içerisine girince. İslam böyle bir önemi bizim üzerimize yüklüyor. Çünkü İslam dediğimiz ilahi sistem toplumsal olarak yaşanacak bir şeydir. Evet, bireysel başlar, aileye, sokağa caddeye müda-hale eder ve yaşadığı bütün toplumu kuşatır dolayısıyla siz yalnız başınıza bu dini yaşamak gibi bir imkânı elde edemezsiniz. Bugün bir-birinize deste olmak zorundasınız, birbirini-ze karşı sorumluklarınız var mesela İslam’ın farzlarından bir farzdır iyiliği öğütleyip kö-tülükten sakındırmak. Bu ne için lazım bize, cemaat olmak için lazım, birbirimize sorumlu olduğumuz için, İslam’ı beraberce yaşama mü-kellefiyeti içerisinde olduğumuz için kesinlikle cemaatleşmemiz lazım. İslam cemaati olarak bu cemaatleşme meselesini bir sorumluluk olarak anlamamız lazım. Biz bunu böyle anla-mayıp, bugünkü bazı modern telkinlere kapılıp bireysel bir şeye dönüşürsek İslam’ın yaşana-bilirliğini iptal etmiş oluruz.

Bir diğer kavram ise vahdet. Vahdet kav-ramını aynı bağlamda nasıl değerlendirebi-liriz? Hayatın içinde nasıl kendisine gerçek-lik bulabilir?

Şimdi vahdet farz mı? Farz. Çünkü vahdet olmadan ümmet olmaz. Ancak vahdeti sağla-yabilmemiz için öncesinde bir şeye ihtiyacınız var. Gençler olarak hiçbir zaman unutmamanız gereken şey şu; saffet olmadan tevhid, tevhid

olmadan vahdet, vahdet olmadan ümmet ol-maz. Önce biz saffet haline varmamız lazım. Saffet nedir? Saflaşmak, durulaşmaktır. Ne ile durulaşırız biz? Elbette imanla. Gerçek mana-da iman ettiğimiz zaman saflaşmış ve durulaş-mış oluruz. Zaten La ilahe demek; kir, eksik-lik, şirk ne varsa izale etmek demektir. Önce biz bunu yaptığımız zaman tevhidi elde etmiş oluruz. Tevhid olursa eğer vahdet olacak. Za-ten tevhid ile vahdet Arapçada da aynı kökten gelir. Tevhid ve vahdet arasında şöyle de bir bağ var; tevhid aslında inançta vahdetin adı, vahdet ise sosyal hayatta tevhidin adıdır. Eğer biz birlik olma adına bir şey düşünüyorsak bu tevhittir işte. Dolayısıyla biz Allah’ın yüce olan adının etrafında ancak vahdet edebiliriz. Bunu yapabilmemiz için önce saflaşmamız lazım. Durulaşmaya ihtiyacımız var. Kir adına, eksiklik adına, çirkinlik adına, fısk adına ne varsa bun-ların hepsini izale edip, tertemiz bir biçimde Allah’ın birliğini tasdik edip ondan sonra da o birliği tasdik eden insanların oluşturduğu ce-maatle bir ümmet olma adına bir şey olmamız lazım. Bugün İslam ümmeti tevhidi kavrama-dan vahdeti konuşmaya çalışıyor. Onun için yüzyıllardır biz boşuna konuşuyoruz. Öncellikle bizim konuşmamız gereken tevhittir. Tevhid akidesini doğru anlamadığımız zaman, o aki-deyi zihinlerimize ve hayatlarımıza iyice yer-leştirmediğimiz zaman Müslümanlar olarak bizim bir araya gelmemiz de mümkün olmaya-caktır. Olmamasının en büyük sebebi de budur.

Tevhitte birleşemediğimiz için mi bu hal böyle devam ediyor?

Aynen öyle. Öncelikle birleşme tevhitte olmalı. Allah’ın yüce olan o isminin etrafında olmalı. Falanca filancanın grubunda olmaz. Zaten vahdet bu değildir. Dolayısıyla öncelikle bizim ümmetin vahdet potasını çok iyi anla-mamız lazım ki o potanın adıdır tevhit. Biz o tevhitte birleştiğimiz zaman o zaman otomatik olarak sosyal hayattaki birleşmenin adı olan vahdet arkasından gelecektir.

Vahdet ama “nasıl” diyoruz. Bir de belki dediğiniz gibi -teorikte başarsak da- tev-

12 • Temmuz’16

Röportaj

Page 15: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

hitte birleşemediğinizden dolayı bunun pratik yansımaları oluyor. Örneğin Müslü-manların farklı muhtelif grupları içerisin-de katı kamplaşmalar görüyoruz. Kendini yegâne doğru atfetmeye başlıyorlar. Bu du-ruma karşı nasıl bir tavır almalıyız?

Eğer biz gerçekten saflaşabilirsek, saffet haline gelebilirsek, şunu kavrayacağız; bizim bir yerlere ait olmamız tabii bir şey. Falanca ce-maat, feşmekanca vakıf, filanca dernek, bura-larda olmamızın bir mahsuru yok. Çünkü mec-buren İslam’ı yaşayabilmemiz için etrafımızda insanlar olmalı. O insanların oluşturduğu şey-de İslam cemaatlerinden bir cemaat. Ancak biz eğer saffet haline gelmiş olursak, bulunduğu-

muz yapıyı mutlak manada İslam’ın merkezi ilan etmek gibi bir yanlıştan kendimizi koruruz. Vahdeti konuşmaya başladığımız zaman ise “gelin bana birleşelim” diye konuşmayız, “ben geliyorum, birleşelim.” diye konuşmaya başla-rız. Şimdi bizim bugün yaptığımız yanlışlık bu; falanca cemaat diyelim, feşmekanca fırka ken-disini İslam’ın en ideal halini yaşayan olarak ilan ediyor. Dışında kalan kardeşlerinin de hep yanlışlarını ve kusurlarını konuşuyor. Böyle bir mantıkta olan birisinin zaten vahdet için adım atması mümkün değil. Ama o ait olduğu yer-de , “ben burada İslam’ı bu kardeşlerimle be-raber yaşamaya çalışıyorum ama dışarılarda benden daha güzel kardeşlerimde var. Falanca

cemaatin içerisinde de İslam’ı yaşamaya ça-lışan kardeşlerim var. “ demelidir. Bir insanın kendi içinde bulunduğu yapıyı sevmesi, o ya-pıyı beğenmesi takdir etmesinde yadırganacak bir şey yok. Asıl önemli olan kendisini mutlak doğru kabul ederken, karşısındaki insanı kara-laması, kendisine değer katma adına karşıdaki insanın değerini görmemezlikten gelmesi ya da değerinden düşürmesi; bu yanlış. Dolayısıy-la biz cemaatli olabiliriz bunda bir mahsur yok ve bu vahdete engel de değil. Ama ne zaman-ki cemaatçi olursak, bulunduğumuz yapının taasupkârlığını yapmaya başlarsak vahdetin önünü kapatırız. Dolayısıyla burada artık İslam cemaatinin bir parçası olmaktan çıkmış, ken-

dimizi İslam’ın tamamı olarak ilan etmek gibi bir yanlışa kapı açmışız demektir. Bu durum da bizi ne yazık ki yanlışa sevk etmemize sebep olacak.

Peki Müslümanların ortak sorunlarına karşı ortak hareket edip ihtilaflı konularını arka plana itme şansı var mı? Bu şuuru na-sıl elde ederiz?

İnsanın olduğu yerde sorun olur. Mesela sahabede yok muydu; vardı. Peygamber (a.s) hayattayken, sahabe dediğimiz o güzide cema-atin arasında da bazen birbirleriyle anlaşmaz-lıklar oluyor, hatta kavgalar oluyordu. Hatta peygamberimizden sonra sahabe birbirleriyle

Öncelikle birleşme tevhitte olmalı. Allah’ın yüce olan o isminin etrafında olmalı. Falanca filancanın grubunda olmaz. Zaten vahdet bu değildir. Do-layısıyla öncelikle bizim ümmetin vahdet potasını çok iyi anlamamız lazım ki o potanın adıdır tevhit. Biz o tevhitte birleştiğimiz zaman o za-man otomatik olarak sosyal hayat-taki birleşmenin adı olan vahdet ar-kasından gelecektir.

Temmuz’16 • 13

Röportaj

Page 16: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

savaşacak kadar kavgalar ortaya çıkardılar. Bu tabii ve normal bir şeydir. Mesela biz Kuran’da peygamber çocuklarının kavgalarını okuyoruz; ilk peygamber Hz Âdem’in oğlu Habil ile Ka-bil, daha koca dünyada beş altı insanken kav-ga ettiler. Hz Yusuf’la kardeşleri arasındaki kavgayı ayetlerden okuyoruz. Bunlar normal şeyler. Aslında burada Kuran, Hucurat sure-sinde bize ölçüyü veriyor; olur ki Müslüman gruplardan iki grup aralarında bir anlaşmazlık veya bir sorun olduğunda üçüncü bir kişi bu sorunu gidermek adına hakemlik görevi görür. Mesela iki kardeşin birbirleriyle problemi var, üçüncü şahıs o ikisinin arasını bulmaya çalışır; onları dinler, hakemlik eder ve durum tespiti yaptıktan sonra aralarını sulh etmeye çalışır. Olur ki taraflardan birisi sulha yaklaşmazsa, bu sefer toplu bir biçimde o insana karşı tecrit uygulanır. Çünkü bu bir terbiyedir. Eğer o in-san yanlış yapmış olmasına rağmen, toplumda halen itibar görüyorsa o yanlışı devam ettirir. Dolayısıyla İslam cemaati dediğimiz o cemaat düzenli bir cemaattir. Başında son sözü söyle-yecek bir imam veya merci vardır. O mercide bu manada aşağıya doğru bazı şeyleri söyler. Ama imam var dediğimiz zaman aklınıza astı-ğım astık kestiğim kestik bir anlayış gelmesin. Bizde böyle bir şey yok. Bizdeki imam aynen camideki saf düzeni gibidir; arkada cemaat saf haline gelir, imam da bir adım önde durur. Bir adım önde olarak bu manada sorumluluklarını yerine getirir.

Peki günümüzde bu ihtilaflardaki sorum-luluk acaba önden yürüyenler, hocalarımız-da mı; yoksa biz gençler, arkadan gelenle-rin de sorumlulukları var mı?

Hepimizde var. Bu tek taraflı bir şey değil. Toplumun bugün önünde olan insanlarda önde olmanın gereğini ve hakkını tam olarak yeri-ne getiremediği için toplumda bazı arızalar çıkıyor. Tabanda da bu manada yukarıyı bazı şeylere zorlayan, bazı şeylere mecbur bıra-kan, varsa bir yanlışlık aynen sahabenin kendi başlarındaki imamı uyardıkları gibi “seni kılıç-larımızla düzeltiriz.” diyecek kadar özgüvene ve cesarete sahip insanların olmadığından dolayı arızalar var. Dolayısıyla bunu tek bir ke-sime sıkıştırmak doğru olmaz. Hem yukarıda, hem aşağıda bir problem var. Bizim bu mana-da şu Ramazan ayında fırsat bilip, topyekûn bir arınmaya ihtiyacımız var. Biz namazda saf haline geliyoruz. Niçin? Aslında mesela peygamberimizde(S.A.V.) ondan öğrendikleri için sahabenin de namazlardaki safa çok dik-kat etmeleri bir adım önde olan insanı bile el-lerindeki asa ile düzeltmeleri namazda ki saf düzeni oluşmadan namaza bile başlamamaları bir mesajı bize veriyor. Nedir o mesaj? Eğer biz orada saflaşmayı, saf tutmayı, düzeni, nizamı, öğrenirsek; hayatı da nizami hale getiririz. Çün-kü namazın böyle bir etkisi var hayatımıza ve bugün bakın camimize namazımıza böyle bir saflaşma yok, durulaşma yok, safta yok. Yani maddi anlamda safın hakkını veremiyoruz. Bu olmadığı için hayatın içinde nizamda yok.

Benim gençlere tavsiyem, nasihatim şu ki, bu ümmetin vahdeti hocaların eliyle değil, gençlerin eliyle olacak. Aşağıdan gelen gençler eğer gerçek-ten İslam’ı kendilerine çok derin bir biçimde bir sevda haline getirdikleri zaman davaları sadece ve sadece İslam olduğu zaman İslam’a ait olan değerleri çok iyi kavrayıp kavradıklarını yaşayarak hayatta temsil ettikleri zaman onların aşağıda oluşturdukları kenetlenme Kur’an bunu Saff sure-sinde “bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenerek yürümek” diyor. İşte bunu ortaya koydukları zaman Allah’ın izniyle bu ümmetin kaderi değişecek ve bu ümmetin beklediği özlediği o günler gelmiş olacak. Bunu yapacak olan bir avuç gençtir.

14 • Temmuz’16

Röportaj

Page 17: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Bu yüzden belki camilerimizde o saflar düzelince mi bazı şeyler değişecek?

Tabii. Namazın hakkını verdiğimiz zaman aslında bir yönüyle toplumdaki bu düzeni de hayata hâkim kılmış olacağız inşallah.

Maalesef yine kavramlar üzerinden bir-çok grubun birbirlerine tahammülsüzce sal-dırdığına şahit oluyoruz kendi mahallemiz içinde de. Peki, kardeşlerimize karşı eleştiri ahlakımız nasıl olmalı?

Mesela ihtilafın bir ahlakı var, eleştirinin bir ahlakı var. Bunları Peygamber efendimiz(S.A.V.) bize çok güzel öğretiyor. Mesela önümüzde bi-risi abi dediğimiz, değer verdiğimiz bir insan. Bir hata yapmışsa öncelikle bizim o insana gıyabında çok çok dua etmemiz lazım. O dua etmemiz aslında o eleştiriyi yaparken nefsi de-ğil, rıza-i İlahi için yaptığımızı gösterir. Eğer bir insan için gıyabında on gün dua edebiliyorsak orda nefis yoktur, orda gerçekten rıza-i İlahi vardır. Bunu yapabildik, yaptık ama baktık ki hala yanlış yapmaya devam ediyor. Toplum içinde o insanı rencide edip, onurunu ayaklar altına alıp o insanı yanlışa sevk etmektense gizli bir biçimde gidip o insanın yanına ‘abi şöy-le bir şey görüyorum bu doğru mu? Yaptığın bu şey Kur’an’ın ahlakına peygamberin sün-netine uygun mu?’ deyip çok naif bir üslupla uyarmak gerekiyor. Bunu da yaptık, bu da bir eleştiri ahlakıdır. Ama yine düzelmedi baktınız yanlış yapılmaya devam ediliyor o zaman o adamın sözüne itibar ettiği iki-üç insanın ya-nında söylenir. ‘ben seni uyarmıştım, sen hala böyle devam ediyorsun.’ diyerek bir baskı un-suru oluşturulmak gerekir toplumsal alanda. Biz bunu yapmadan en son yapacağımızı en başta yaptığımızdan bazen faydadan çok za-rar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla burada yapma-mız gereken eleştirinin ahlakını da bu mana da peygamberimizin(S.A.V.) o güzel hayatından öğrenip o ahlakı kendimize ahlak olarak edine-rek gereğini yerine getirmemiz gerekir.

Peki son olarak hem saf olma, tevhid de birleşme daha sonra da vahdeti sağlama, ayrılıklara deva olma konusunda biz genç-lere ne gibi nasihatlerde bulunursunuz?

Benim gençlere tavsiyem, nasihatim şu ki, bu ümmetin vahdeti hocaların eliyle değil, gençlerin eliyle olacak. Aşağıdan gelen gençler eğer gerçekten İslam’ı kendilerine çok derin bir biçimde bir sevda haline getirdikleri zaman davaları sadece ve sadece İslam olduğu zaman İslam’a ait olan değerleri çok iyi kavrayıp kav-radıklarını yaşayarak hayatta temsil ettikleri zaman onların aşağıda oluşturdukları kenet-lenme Kur’an bunu Saff suresinde “bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenerek yürümek” diyor. İşte bunu ortaya koydukları zaman Allah’ın izniyle bu ümmetin kaderi değişecek ve bu ümmetin beklediği özlediği o günler gelmiş olacak. Bunu yapacak olan bir avuç gençtir. Nasıl ki insan-lığın kaderini ashabı Kehf gibi bir avuç genç değiştirdiyse, peygamberimizin etrafında yaş-ları 16-17 olan bir avuç genç Darul Erkam da Suffa mektebinde bedirde Uhud da peygam-ber efendimizin etrafında kenetlenip destan üstüne destan yazdıysalar eğer bu çağda da bu modern zamanlarda da bunu yapacak olan gençlerdir. Onun için ben gençlere âcizane tav-siyem bu saflaşma meselesini kendilerinin çok iyi bir biçimde anlaması, imana ait olan değer-leri çok iyi kavrayıp gerçekten tevhidi içselleş-tirerek akide meselesinde peygamberimizin bize öğrettiği gibi saf ve duru biçimde İslam akidesini öğrenip gereğini yerine getirme adı-na bir ıstırap içerisinde olup, hiç bir şeye takıl-madan Allah onlara nefes verdiği müddetçe bu ümmetin birliği için vahdeti için gayret etme-leri gerekir. Eğer tabanda gençler kendi arala-rında bir ittifak oluştururlarsa a grubu b grubu falanca cemaat feşmekanca tarikat bunlara takılmadan bulundukları yerlerde bir cemaat ruhunu kendi üzerlerinde oluştururlarsa bu halleri yukarılarda zorlayacaktır ve toplumun önünde olan bazı insanları da vahdet mesele-sinde adım atmaya mecbur bırakacaktır. Do-layısıyla toplumdaki o vahdeti sağlayacak olan yukarısı değiş aşağıda olan gençlerdir. İnşallah gençler kendilerine düşen bu görevi yerine ge-tirirler ve daha farklı bir zemine bizleri ulaştır-mış olurlar.

Temmuz’16 • 15

Röportaj

Page 18: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

TESETTÜRÜM BENİM HER ŞEYİM!

Toleuzhan GALİYEVA

E yvah, yandık, yaz geldi! Aslında yaz mev-simi, herkesin kafasında farklı algılan-

maktadır. Kimilerine yaz mevsimi, kışlık el-biseleri çıkarıp yerine kısa yazlıkları ortaya çıkarmakken, kimilerine göre ise aynı elbise-leri bu kez ince kumaştan üretilenlerini gi-yinmektir. Aslında özellikle bu açık ya da kısa giyim tarzı bizim Müslüman hanım kardeş-lerimizi de etkilemektedir. Bu zamana kadar asırlar geçti, lakin Kur’an – Kerim değişme-di. Peygamber efendimiz zamanında Yüce Allah’ın bize indirdiği kitap nasıl ise şimdi de aynıdır. Fakat her ne kadar Kuran aynıdır, hiç değişmemiştir desek bile, ne yazık ki insan-lar bazı ayetleri kendilerine göre bu modern döneme uygun bir şekilde değiştirmekte ve onlara farklı anlamlar yüklemektedir. Şunu söyleyelim: “ Kur’an’ın yenisi veya eskisi diye bir şey yoktur!”

Tabii Müslüman hanım kardeşlerimi iyi anlıyorum. Yaz geldi ve havalar gerçekten çok sıcak. Taktığımız başörtüler yüzümüze

yapışıyor, rahatsız ediyor. Giydiğimiz ferace ve pardesüler terletiyor. Ama bu sitemi dil-lendiren bizler ahiretteki cehennem sıcağı-nın daha yakıcı olduğunu unutmayalım.

Biraz serinlemek ve rahat bir yaz geçir-mek için örtünmeyi çirkin hale getirmeye-lim.

Müslüman hanım kardeşlerimizin Türkiye’de 28 Şubat öncesi ve sonrası ya-şadıklarını, karşılaştıkları durumları, abla-larımızın başörtüleriyle üniversitede oku-yamadıklarını, resmi kurumlarda, devlet dairelerinde başörtüleriyle çalışamadıkları-nı, kendi haklarını korumaya izin verilmedik-lerini asla ve asla u nutmamalıyız. Onların tesettür yolundaki gayretlerini boşa çıkar-mamalıyız. Annelerimizin, ablalarımızın, kız kardeşlerimizin sözle anlatılmaz duygularını ve başörtüsü mücadelelerini modern haya-tın tesettürlü kızlara sunduğu şimdiki bazı örtünme şekilleriyle etkisiz ve gereksiz hale getirmemeliyiz, ayetleri değiştirmemeliyiz.

16 • Temmuz’16

Karantina

Page 19: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Bununla birlikte Batılı ükelerin de bizim dinimize, yani müslüman ülkelerdeki inanan-lara yürüyüş tarzı olsun, giyim – kuşam tarzı konusunda olsun, moda, reklamlar, müzik ve eğlence festivalleriyle büyük bir etkisi vardır. Bizim bazı saf müslümanlar, batılıların mo-dern hayat tarzlarını ve ahlaki değerlerini takip ve taklit ederek onlara hoş görünme yarışına başladılar. Sokakları pek hoş olma-yan resimlerle dolduran, caddeleri açık saçık bayanları ve erkekleri reklamlarla meşhur ve meşru göstermeye çalışıyorlar. Batılılar, İslam ülkelerinde yaşayanların öncelikle kı-yafetlerinden başlayarak, hayat tarzlarına müdahale etmektedirler. Böylece dinlerini unutturup onları kendilerine benzeyen bir millet yapma çabasındadırlar. Ne yazık ki bizden olan bazıları onların amaçlarına alet olmaktadır. Onların oyunlarına farketmeden uymaktadırlar ve dinimizin tarif ettiği tarza uygun olarak giyinmemekte ve yaşamamak-tadırlar. Böylece hem tesettürlü gözükmek-

teler hem de kadına tarif edilen örtünmeye uygun olmayan, vücut hatlarını belli eden bir kıyafetle caddelerde dolaşmaktadırlar. Kız-larımız, ablalarımız böyle bir kıyafet giymek-ten kaçınmalıdırlar.

Bu tip insanlar çoğu zaman kalbine değil nefisine uyumaktadırlar. Halbuki nefis insa-nın düşmanıdır. Nefse uymak kişinin ken-disinin tehlikede olması demektir. Bunun yanı sıra dinimizin parçası olan ibadet ve insan davranışlarının zayıflaması sonucunu doğurmaktadır. Nefislerine uyanlar ibadeti-mizin bir parçası, Allah’ın emirlerinden biri olan tesettür konusunda batılıların kurduğu tuzağa düşmekteler. Bundan korunmak için takva üzere ayaklarımızı sabit tutmalıyız.

Şimdiki zamanımızda abla – kardeşleri-mizin dışarıya çıkmadan önce “ne giyece-ğim?” ifadesi meşhurdur. Ve eteğin gömleğe uyması, başörtünün ayakkabıyla aynı renkte olması için saatlerini harcarlar. Giydiğimiz tesettür süslenmek için değil süsü örtmek

“(Ey Muhammed) Mü’min kadınlara söyle; gözlerini şehvetli bakışlardan sakınsınlar, cinsel organlarını harama bulaştırmaktan korusunlar, (açmaksızın) görülmesi zaruri olanlar hariç süslerini gösterme-sinler, baş örtülerini yanlarına sarkıtsınlar. “Süs-lerini; (tabiî ve sun’i güzelliklerini) kocalarından babalarından veya kocalarının babalarından veya kendi oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kendi kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğul-larından veya kadınlarından veya kız kardeşlerinin oğullarından veya sahip oldukları (cariyeleri)nden veya cinsî iktidarı olmayan hizmetçilerinden veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak çağ-da olmayan çocuklardan başkasına göstermesin-ler. Gizledikleri süslerini başkalarına bildirmek için ayaklarını da vurmasınlar. Ey Mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.”(Nur Suresi, ayet:31)

Temmuz’16 • 17

Karantina

Page 20: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

içindir. Tesettür, pembeyi mora uydurmak değil takvayı bedene giydirmenin adıdır.

Günümüzde, kadınların erkeklerle be-raber iş yerlerinde çalışmaları, yine onlar-la beraber oturup kalkmaları, birbirlerine “Kardeşciğim, Ağabeyciğim, hanımefendi, beyefendi” gibi hitaplarla seslenirlerken, ai-lelerde eşleri bu tarz senli-benli konuşma-ları önemsememektedir. Bununla birlikte toplandığı ortamlarda kadın-erkek ayrı oturmayıp: “O benim kar-deşimdir, kardeş değil miyiz, bunda ne var? Sonuçta bir şey yap-mıyoruz” diyerek normal bir şeymiş gibi düşünenler de bulunmaktadır.

Tesettürün bir kül-tür, gelenek ve göre-neklerden, ata babala-rımızdan kalan sıradan bir örtünme tarzı oldu-ğu da düşünülmektedir. Bu kültürle yetişenler örtünmede Allah’ın bir hikmetinin var olduğun-dan habersizlerdirler.

Bir şeftalinin ya da domatesin kabuk-suz olduğunu hayal edelim. Yüzde yüz eminim ki bu kabuk-suz meyveleri pazarda bedava verse bile almazlar. Çünkü kimse mikrop kaplı meyve sebze yi-yerek sonra hasta olmak istemez. Ayrıca bu kabuksuzları şimdi yarım kabuk yapalım. Bir tarafı kapalı, bir tarafı ise açık. Soyulan ta-raftan başlamak üzere meyve, solmaya ve çürümeye başlar. Yine almazlar bu meyveyi. Durun, bununla bitmedi, şimdi bunların ka-buğu var ama içindeki meyvesi görünecek bir şekilde ince soysalar ve bir rüzgar esse

ya da yağmur yağsa eyvahlar bu meyveleri yine kimse almak istemez. Çünkü bu sıfatla-dığımız meyvelerin kabuksuz olsun yarım ya da ince kabuklu olsun insanoğlu tarafından hiç kabul edilmediğini belirtmekteyiz.

Gördüğünüz gibi, taktığı başörtüden ku-lak - boyunlar gözüken, pantolon ve tunik giymekle yetinen ablalarımız böylece ken-disini örtüyle sakınmayan, içindeki kaliteye

sahip olmayan, tehlikelerden korumayan yani tesettürlü

olmayan kardeşlerimizin durumu iyi değildir. Fakat bunların hepsi-ni Allah biliyor ve bize

Ahzab süresinin 59. ayetinde şöyle belirti-

yor ve emrediyor: Ey Peygam-

ber! Hanımla-rına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söy-le, (bir ihtiyaç için

dışarı çıktıkları za-man), bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onla-rın tanınıp incitil-memelerine de daha uygundur. Şüphesiz

Allah çok bağışla-yıcıdır, çok merha-met edicidir.

Ayette buyurduğu gibi Allah Müslüman kadınlara yönelik bir giyimin modelini bize göstermektedir ve giyim tarzını çizmektedir. Bunu faydalanarak kısaca örtünme ile ilgili biraz bilgiler verelim.

Müslüman kadınlara örtünme emri, Hicrî 4. yılda (Miladî 624) Zilkâde ayında farz kılınıp kıyamet gününe kadar devam edecektir. Tesettür ile ilgili ayetler inince, Peygamber Efendimiz, bu emri sahabeye

18 • Temmuz’16

Karantina

Page 21: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

bildirdi. Sonra sahabeler tesettür emrini ev-lerindeki annelerine, kardeşlerine, hanımla-rına, kızlarına ilettiler. Ve Müslüman kadınlar evlerinde buldukları kumaş parçalarından örtü yaparak büründüler. Ayrıca mümin ka-dınların örtünme şeklini de aşağıdaki ayette belirtmektedir.

“(Ey Muhammed) Mü’min ka-dınlara söyle; gözlerini şehvet-li bakışlardan sakınsınlar, cinsel or-ganlarını harama bulaştırmaktan korusunlar, (açmaksızın) görülmesi za-ruri olanlar hariç süslerini göstermesin-ler, baş örtülerini yanlarına sarkıtsınlar. “Süslerini; (tabiî ve sun’i güzelliklerini) kocalarından babalarından veya kocala-rının babalarından veya kendi oğulların-dan veya kocalarının oğullarından veya kendi kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğullarından veya kadınlarından veya kız kardeşlerinin oğullarından veya sahip ol-dukları (cariyeleri)nden veya cinsî iktida-rı olmayan hizmetçilerinden veya kadın-ların mahrem yerlerini henüz anlayacak çağda olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerini baş-kalarına bildirmek için ayaklarını da vur-masınlar. Ey Mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur Su-resi, ayet:31)

İşte bunun için Müslüman hanımlar Allah’ın emrini yerine getirmekteler. Allah’ın rızasını kazanmak için örtünürler. Yoksa, ön-ceden böyle giyinmişler, bilmem annemden böyle gördüm ya da efendim, önceden ka-dınların saçları yemeğin içine dökülüyormuş da, yemeğin içine dökülmesin diye örtün-müşlermiş gibi düşünerek örtünmezler.

Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyur-maktadır.

“Ebu Bekir (ra) kızı olan Esmâ (r.anha) üzerinde ince elbiseler bulunduğu halde, Rasûlullah’ın yanına geldi. Rasûlullah hemen yüzünü ondan başka bir yana çevirdi ve ‘Ya

Esma! Bir kadın hayız (görecek çağ)a ulaştı-ğında, şundan ve şundan başka (bir yerinin) görülmesi iyi olmaz.” Buyurarak, yüzüne ve iki eline işaret etti.” (Ebu Davut, C.4 s. 62)

Bu hadis buluğ çağına eren, küçük hanım-ların artık bayan olduklarını ve ayıp olan yer-lerini örtmek ve vücut hatlarını belli olma-yacak bir şekilde giyinmelerini gerekliliğini göstermektedir. Yani hadis tesettürlü olma-nın sınırlarını belirtmiştir

Tesettür - örtünmek, gizlenmek, bir şeyin arkasında saklanmak demektir. Başkalarının bakması haram olan avret yerini, yani ayıp olan yerini örtmektir. Avret yerini örtmek hem kendi kişisel hakkı hem de başkalarının hakkıdır. Tesettür olarak bildiğimiz örtü, bü-tün vücudu örtmelidir. Örtü, alttaki elbiseyi gösterecek kadar ince ve şeffaf olmamalıdır. Örtünün kendisi bir ziynet olmamalı ve ca-zib renkli kumaşlar kullanılmamalıdır. Örtü, vücut hatlarını belli edecek ve fitneye sebep olacak kadar dar veya kısa olmamalıdır. Ör-tüden dikkat çekici güzel koku, yani parfüm kokusu gelmemelidir. Kadın ne erkek elbisesi giymeli, ne de giydiği elbise erkek elbisesine benzemelidir. Ayrıca Gayri Müslim kadınların giydiği elbiseler gibi giymemelidir. Fakat gü-zel koku sürme dedi diye kokarcasına kötü kokmak ve süslenme dedi diye yırtık ve eski kıyafet giyin demiyoruz. Müslümana uygun ve yakışan Allah’ın belirttiği sınırları aşma-dan bir kıyafet tercihi yapılmasını bildirmek-tir amacımız.

Sonuç olarak söylemek istediğim şudur, hem erkek, hem kadın Müslüman isen Müs-lüman kimliğini taşı. Peygamber Ümmeti isen ona göre davran ve hareket et. Kitabım Kuran diyorsan eğer, ona göre yaşa ve haya-tını ona göre düzenle. Tesettürlü isen gerek-tiği gibi örtün.

Tesettür kadına dişiliğiyle değil, kişiliğiyle insan olduğunu gösteren bir giyim tarzıdır.

Temmuz’16 • 19

Karantina

Page 22: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

N e kadar bilinçli, ne kadar doğru-dur bilinmez lakin bazı dini

kelimeler var ki hayatımızın her alanına tümüyle akset-miş durumda. Bunlardan en aşikarı “eyvallah” sözü kuşkusuz. Herhangi bir şey için eyvallah diyen bir nesil olarak büyü-yoruz. Eyval-lah kelime-sini kimi z a m a n t e ş e k k ü r etmek için, kimi zaman v e d a l a ş m a k için kimi zaman bir teklifi “kibar-ca” reddetmek için kullanıyoruz. “Ey-vallah” kelimesi kuşku-suz dile getirildiğinde ruha bir ferahlık, diyaloğa bir içtenlik katıyor olmalı. Peki aslında bahsi geçen sözlerin anlamından uzaklaşarak bu denli sık -ve çoğu zaman yer-siz- kullanılması, bu yüce lafza bir saygısızlık değil midir?

“Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,Şuûr-ı hikmete karşı bir eyvallah kalmıştır.”1

Sultan Veled’in yu-karıdaki dizeleri

aslında eyvallah kelimesine hem

t a s a v v u f t a n beslenen İs-lam gelene-ğinde verilen değer i /gös-

terilen saygı-yı açıklıyor. Bu

lafzın etimolojik manası kısaca şu

şekilde açıkla-nabil ir : Arapça “ey-(ya

da iy-)” evet, tabi anlamlarını karşıla-ması; “vav” verilen cevabı kuvvetlen-dirmesi maksadıyla kullanılmış olsa

gerektir. Kısaca “Eyvallah” lafzı temelde aslında tassavvufi bir yorumla “Hak’tandır.”,

“Hakla kabul ettik.” manalarını ihtiva ettiğin-den eyvallah, tasavvufta hemen hemen her alanda zikredilir. Celaleddin Rumi’ye göre “Hakikat kapısının anahtarı Eyvallah demekle olur. Eyvallah diyen öyle bir hakikate erer ki yaratılış gayesinin zirvesine çıkar.” işte böyle-sine büyülü ve böylesine tesirli bir sözü günlük hayatta veya internette her duruma yazmak, adeta her şeyin bir karşılığı olarak kullanmak bu lafza yapılan büyük bir ihanet değil midir?

İnşallah Maşallah

Osman Zinnur AKSU

20 • Temmuz’16

Karantina

Page 23: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Eyvallah sözünün yerli yersiz kullanıldığı ve bunun hatalılığı üzerinde şüphe kaldığını düşünmediğimizden, bir sonraki önemli kav-ramdan, “maşallah” kavramından bahsetmeye çalışacağız. Bu terkip, “şey” anlamına gelen “mâ”, “istedi, diledi” anlamına gelen “şâe” fiili ve Allah lafzının birleşmesiyle oluşur ve “Allah öyle istedi, Allah’ın istediği şey” anlamlarına gelir. Kabaca bu tabir; Allah’ın istediği şey olur, istemediği şey olmaz cümlesinin kısaltmılmı-şı yerine geçer. Bizim toplumumuzda günlük hayatta maşallah kavramının yaygın kullanımı “nazardan korunmak için”dir. Dilimizdeki bu kullanımı şüphesiz “(...)Biriniz kardeşinde be-ğendiği, hoşuna gittiği bir şey gördüğü zaman ona mübarek olması için dua etsin (Mâşallah, Bârekallah gibi sözler söylesin)”2 hadisinin yo-rumlanması ve yaygınlaşması ile halk nezdinde karşılık bulmuş ve yaygınlaşmıştır. Tıpkı eyval-lah gibi, maşallah kavramı da tasavvuf gelene-ğinde sıkça göndermeler yapılan, kullanılan ve gereken saygı gösterilen lafızlardan biriyken halk nezdinde yeterince saygı göremeyen la-fızlardan bir tanesidir. “Maşallah” başlı başına bir şaşkınlık ve hayranlık ifade eden bir kelime olduğundan tasavvufta “hayret makamı” adı verilen makamı ifade eder. Kabaca insanoğlu-nun yaradanın yarattıkları karşısında yaşadığı hayret ve hayranlık duygusunu ifade etmek için kullanılan bu lafza özellikle 21. yüzyılda ve yine özellikle gençler arasında gösteril(mey)en değer ve alelade kullanımının farkında olmak için kahin yahut medyum olmaya gerek yok şüphesiz.

Bir başka (ve belki de en çok) olur olmaz kullanılan lafız ise inşallah lafzıdır. Lügatte in-şallah, “Allah dilerse olur.” anlamına gelen ve tam bir teslimiyet bildiren (en azından bildir-mesi gereken) muhteşem bir lafızdır. Bu lafzın da halk nezdinde bu anlamıyla kullanılmaya başlanması “Kişinin ‘İnşallah’ demesi imanın kemalindendir.”3 hadisinden ve “(...) Babacı-ğım, sana emredilen ne ise, onu yap! İnşaallah beni sabredicilerden bulursun.”4 ayetinden do-

layıdır. İnşallah demekle, niyetlendiğimiz işi

Allah’ın takdirine sunmuş, adeta tedbiri atlatıp

tevekküle geçmiş olmakla yapılacak olan işin

Allah’ın izniyle gerçekleşecek olduğunu ifade

etmiş oluruz. Gideceğimiz yeri, katılacağımız

aktiviteyi, yapacağımız işleri biz dünyevî an-

lamda istediğimiz kadar ayarlasak da Allah

dilemedikçe o işin gerçekleşmeyeceği şuuru-

nun bilincinde olmaktır. Peki “inşallah” gerçek-

ten hâlâ bu anlamları ifade etmemiz niyetiyle

mi bu kadar sık ve yerli yersiz kullanmaktayız

yoksa “hayır” cevabı vermek istediğimiz ama

“kibarlık”tan bunu yapamadığımız durumlarda

mı söylüyoruz?

Kültür yozlaşması her şeyden önce kavram-

larla başlar. inşallah, maşallah ve eyvallah kav-

ramlarını ve bunların doğru manalarını / kul-

lanılması gerektiği şekliyle açıklamaya çalıştık.

Bu yozlaşmaya artık dur demenin gerekliliğini

biliyor ve bu konuda farkındalık oluşturmak is-

tiyoruz. Manasını düşünmeden bu kavramları

artık kullanmayarak ilk adımı sen at!

Dipnotlar1 “Bize babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ya

da makam kalmadı. / Hikmete karşı bir eyvallah kaldı.”2 2 İbni Mâce, Tıb:32, Müsned, 3:447.3 Suyuti, Camiu’s-sağir, II/ 504 Saffat/102

Temmuz’16 • 21

Karantina

Page 24: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

H er şeyin bir bir ziyan edilmeye çalışıldığı, harcandığı dönemlerdeyiz. Öyle ve ne ya-

zık ki kelime ve kavramlar da bunun içinde. Bir kelimeyi kullanırken karşımızdaki için ne ifade ettiğinden şüphe eder şekilde kullanır olduk. Bir kavramdan bahsederken acaba muhatabı-mızın zihin dünyasında nasıl bir yere oturaca-ğını tam kestiremiyoruz. Bazen bahsettiğimiz bir kavramdan karşımızdakinin zıddını anladı-ğına dahi şahit olabiliyoruz.

Bunun yanı sıra müslümanlar için büyük öneme sahip birçok kelime ve kavramın da içi-ni boşalttık. Duyduğumuzda içimizi ürpetecek, kalbimizi titretecek, zihnimizi kemirtecek pek çok ifade, nargile dumanları arasında havaya karışır oldu. Günümüzde yanlış anlayıp, yanlış yorumlayıp akabinde de yanlış icra ettiğimiz o kadar çok kavram var ki. Bunlara islami, fıkhi meseleler de dahil olunca sıkıntı ciddileşiyor.

Temelde ‘dindarlık’ ifadesi dahi çok fazla kişiye ve gruba göre farklılık addedebiliyor. Bu ‘dindar’ insanların birbirleri arasındaki ‘kar-deşlik’ bağının ve maalesef bu kavramın da harcandığına şahit olabiliyoruz. Kan kardeşi-mizden öte görmememiz gereken İslam kar-deşlerimizle küçük bir meselede dahi farklılık gösterdiğimizde, o kardeşlik bağını zedele-

yici davranmamız ve buna bağlı olarak farklı ve bizden olmayan kardeşler edinmemiz söz konusu. Hatta ki, farklılıklara hoşgörü şöyle dursun karşımızdaki İslam kardeşimizi tekfir dahi edecek cürete kapılabiliyoruz. Tabi ‘tekfir’ kavramını da müslümanlar birbirlerine har-cadığında gerçek kafirler sinsice ‘kardeşimiz’ dost ve müttefikimiz olabiliyor. Bu noktada tükettiğimiz önemli iki kavramı tekrar yerine iade edilmesinde Kuranı Kerim de bahsedilen Efendimiz (s a v) in tavrı bize ışık tutacaktır, tutmalıdır: “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düş-kün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (Tevbe-128) ve yine bir aye-ti kerimede müminlere şefkat aynı zamanda kafirlere güçlü-onurlu olmak birlikte geçer: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisi-nin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu di-lediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.”(Maide 54)

KARDEŞLİKVefa GÜZEL Ali

Furkan GENÇOĞLU

22 • Temmuz’16

Karantina

Page 25: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

M uhammed Ali’yi anlatmak biz genç nesil için gerçek-ten çok zor. Babalarımızdan dinlediğimiz hayat hi-

kayesi, uykusuz gecelerde izlenen efsane maçları o gün-leri görememiş bizler için inanılması imkansız bir masal gibi. Muhammed Ali şöhretinin çok ötesinde yaşamış, sa-dece ringlerde değil hayatının her alanında mücadele et-miş muhteşem bir figür. Boksörlüğü kadar keskin zekası ve uğradığı ayrımcılığa karşı verdiği onurlu mücadele onu tarih boyunca unutulmaz bir isim olarak gelecek nesillere aktaracak.

“Ben Amerika’yım. Tanımadığınız yönüyüm onun. Alışın bana. Siyah, özgüvenli, kendinden emin. Benim adım bu, sizin değil. Benim dinim,

sizin değil. Benim amaçlarım, sizin değil. Alışın bana.”

Muhammed AliAli

Furkan GENÇOĞLU

Temmuz’16 • 23

Gündem

Page 26: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Yıl 1954. 12 yaşında genç bir delikanlı olan Cassius sevdiği ile imtihan oluyordu. Kırmızı bir bisiklet. Babasının Noel’de hediye ettiği kır-mızı Schwinn marka bisikleti bir panayırda ça-lınınca deliler gibi polisi arıyordu. Amerika’da siyahilere yönelik ayrımcılığın had safhada ol-duğu yıllar olduğunu düşünürsek gözleri yaşlı bir siyahi çocuğu bir polisin ciddiye alacağını düşünmemiz biraz safdillik olur. Bir çadırın içinde heyecanla boks maçını takip eden po-lis gençliğine henüz yeni yeni adım atan Cas-sius ile ilgilenmedi. Cassius o çadırın içinden çıktığında yumruklarını sıkmıştı. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı ve gün gelecek bi-sikletini çalanları ve gözyaşlarına vurdumduy-maz tavırlarıyla aldırış etmeyen polisleri yere serecekti. Heyecanla girdiği spor salonunda ilk boks hocası Joe Elsby Martin’le tanıştı. Ye-teneği, azmi ve sabrıyla kısa sürede diğer ço-cukların arasından sıyrılmayı başaran Cassius eyalet çapında kazandığı ödüllerle adından söz ettirmeyi başarıyordu.

Yıl 1960. 18 yaşına geldiğinde Cassius’un ünü ülke sınırlarını aşmıştı. Öyle ki Roma olim-piyatlarına ülkesini temsilen katılacaktı. Katıla-caktı fakat bir problem vardı. Ringlerde kelebek gibi uçan arı gibi soran Cassius uçaktan korku-yordu. ntrenörü Joe Martin’in uzun ısrarlarıyla ikna olan Ali uçağa ancak bir paraşüt alıp gi-yerek binebildi. Yolculuk boyunca paraşütü sır-tından çıkarmayan Ali’nin kan ter içinde dualar ederek Roma’ya gitti. Ve Roma olimpiyatların-dan altın madalya ile dönmeyi başardı.

Yıl 1964. Cassius olimpiyat şampiyonu bir boksördü ve ünü her geçen gün artıyordu.

Gözünü Dünya ağır siklet boks şampiyonlu-ğu ünvanına dikti. Halihazırda şampiyon olan Sonny Liston ile karşılaştı ve onu adeta ringe gömdü. O tarihte Müslüman olmaya karar ve-rerek Nation of İslam (İslam Milleti) örgütüne katıldı. Ve Malcolm X ile tanışıklığı başladı. Malcolm X, adeta Muhammed Ali’nin rehberi oldu. Malcolm X ve ailesi, yaz tatilini Muham-med Ali’nin Miami’deki evinde geçirecek kadar yakınlaştılar. Muhammed Ali’nin Sonny Liston ile karşılaştığı maçta Malcolm X, Miami Kapalı Salonu’nun 7 numaralı koltuğunda oturuyor-du. Amerika’yı kitleyen bu maçta Muhammed Ali’nin en büyük destekçisiydi. İslam Milleti örgütü Amerika’da beyazların dini hristiyan-lığa karşı siyahilerin dini olarak İslam’a sarı-lanların örgütüydü. Adem aleyhisselamdan beri varolan tevhid inancına aykırı bir tutum sergiliyor ve örgüt lideri Elijah Muhammed yarı peygamber olarak görülüyordu. Örgütün programı, Siyah Amerikalıların ayrı bir ulus ve Siyahların Allah’ın seçkin kulları olduğunu ön-görüyordu. Malcolm X hacca gidip beyaz Müs-lümanlar ile siyahi Müslümanların bir kıbleye doğru bir Allah’ın huzurunda birlikte cem ol-duklarını gördüğünde beyazlara karşı kurgula-dığı ırkçı fikirlerinden uzaklaştı ve tevbe etti. Amerika’ya döndüğünde o artık, gerçek İslam’a ulaşmış olan “Malik El-Şahbaz”dı. “İslam Ulu-su” örgütünden ayrılan Malcolm X, 1965’de bir konferans vermek üzereyken silahlı saldırıya uğrayarak şehit edildi.

Malcom X, Alex Haley tarafından kaleme alınan otobiyografisinde ondan şu sözlerle bahseder:

“Nerede bir konuşma yapacak olsam, yeti-şebileceğini aklı kesince, yüzde yüz hazır bu-lunmak istiyordu karşımda. Severdim kendisi-ni. Herkesçe sevilen bir takım nitelikleri vardı, bu nedenle de evimde ağırladığım sayılı kişi-lerden birisiydi. Betty de çok severdi kendisini. Hele çocuklarımız, çılgına dönerlerdi onu gö-rünce. Cassius sevimli, cana yakın, yakışıklı ve olumlu düşünebilen bir delikanlıydı.”

Yıl 1967. Birleşik devletler fesadı yaymak için Vietnam’ı işgal etme girişiminde bulunu-

24 • Temmuz’16

Gündem

Page 27: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

yor, Muhammed Ali askere alınmak isteniyor-du. Muhammed Ali askere gitmeyi reddetti. Birleşik devletler onu lisansını iptal etmekle tehdit edince Muhammed Ali tarihe geçen şu efsane konuşmayı yaptı;“Louisville’de insanlar hâlâ ‘pis zenci’ diye çağırılıp köpek muame-lesi görüyorken ve en basit haklarından bile mahrumken benden üzerime bir üniforma geçirip 10000 mil ötedeki bir ülkede bomba atıp kurşun sıkmamı nasıl beklerler? Hayır, 10000 mil öteye gidip beyaz köle efendilerinin beyaz olmayan başka bir millet üzerine bas-kı kurmalarına, onları öldürmelerine, evlerini yakmalarına yardımcı olmayacağım. Gün böy-le kötü işlerin sona ermesinin günüdür. Böyle bir tavır içinde bulunmanın bana milyonlarca dolara mal olacağını söylediler. Daha önce de söyledim ve yine söylüyorum: Benim halkımın gerçek düşmanı burada, Amerika’da. Kendi öz-gürlüğü, kendi adaleti ve eşitlik için savaşan o insanları köleleştirmede kullanılan bir maşa olmayacağım. Dinimi, halkımı ve kendimi kü-çük düşüremem. Eğer bu savaşın benim 22 milyonluk halkıma özgürlük ve eşitlik getire-ceğini düşünseydim kendim gidip orduya katılırdım. Kendi inandığım değerler için direniyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Beni hapse atacaklarmış, ne olmuş sanki? Zaten 400 yıldır hapisteyiz.”

Muhammed Ali askere gitmeyi reddettiğinde en ağır şekilde ceza-landırıldı: 5 yıl hapis cezası, 10.000

dolar para cezası, pasaportuna el konulması, lisansının iptal edilmesi, şampiyonluk ünvanı-nın geri alınması. Muhammed Ali karara itiraz etti. Bu arada uyduruk bir trafik cezası kayıt-lardan çıkartıldı ve Ali tutuklandı. 10 günlük hapis cezasını çekmek üzere Miami Dade İlçe Hapishanesi’ne gönderildi. Parmak izi alındı, hapis kıyafeti verildi ve hücreye konuldu. Bu, aklını başına alması için Muhammed Ali’ye ve-rilmiş gözdağıydı. Kariyerinin zirvesindeyken 3 yıldan fazla süre sürgün hayatı yaşamak zo-runda bırakılan Ali haklı bulununca, lisansı ve pasaportu iade edildi. Yeniden ringlere döndü. Muhammed Ali’nin bir Müslüman olarak ringin dışında daha “tehlikeli” bir rakip olduğu tecrü-be edilmişti.

Tarihler 8 Mayıs 1971’i gösterdiğinde ise ‘Asrın Dövüşü’ olarak adlandırılan maçta Mu-hammed Ali, Joe Frazier’a karşı ringe çıktı. Üç buçuk yıllık aranın ardından yalnızca iki raki-biyle karşılaştıktan sonra bu maça çıkan Ali, 15’inci raund sonunda maçtan yenilgi ile ay-

rıldı. Efsane boksör, böy-lelikle profesyonel ka-

riyerinde ilk kez bir maçı kaybetti. Söy-lemleri ve duruşu ile Amerikan sis-temi için rahatsız edici olan Ali’nin si-linip gitmesini arzu edenler bir hayli

Temmuz’16 • 25

Gündem

Page 28: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

sevinecektir. Hâlbuki Muhammed Ali düşman-larının o gece görüp görecekleri bir seraptan fazlası değildir. Ali 1974’te Frazier’dan rövanşı alacaktır. Üçüncü ve son maçta da galip gelen yine Ali olacaktır.

1974 yılının 30 Ekim gecesi Afrika’nın orta yerinde, Zaire’nin başkenti Kinşasa’da 5 mil-yon dolarlık kıtalar üstü dev bir organizasyon sonucu Goerge Foreman ile Muhammed Ali karşı karşıya geldiklerinde dünya, savaşlar dâhil en büyük meselelere ara verip gözünü ringe dikmişti. Sanırız en az bir milyar kişinin gözü-kulağı ordaydı.

Ali, hayatı boyunca karşılaşacağı en genç, en güçlü ve o tarihe dek en yüksek nakavt yüz-desine sahip rakibi karşısında kesinlikle favori gösterilmiyordu. Kariyerinin sonlarına yaklaş-mıştı ve yenilgiler almıştı. Bahisler Amerika’da dörde bir, Avrupa’da üçe bir, çok popüler olduğu Tokyo’da bile üçe bir olmak üzere aleyhineydi. Gazeteler Ali’nin işinin zor olduğunu hatta ha-yatta kalmak için mucizeye ihtiyacı olacağını yazıyorlardı. Ali’nin meydan okuduğu, şampi-

yonluk ünvanını elinde bulunduran George Fo-reman harbiden, öyle böyle bir boksör değildi! 1973 yılında Jamaika’da Ali’yi yenmiş olan Joe Frazier’i toplamda 6 defa yere indirerek 2. ra-untta feci şekilde mağlup etmişti. Bir yıl son-ra da Venezuela’da yine Ali’yi yenme başarısı göstermiş Ken Norton’u 2. rauntta perişan et-mişti. Uzun boylu, dev cüsseli 24 yaşındaki bu adam Ali’nin karşısına çıkana dek “dosta gü-ven, düşmana korku salan” bir kariyere sahip-ti: 37’si nakavtla sonuçlanan 40 galibiyet. Sıfır yenilgi. Son 8 maçını da 2. rauntlarda kazan-mıştı. Hep acelesi olan bir gençti. Ortalama 3 raunttan öteye ringde kalma gereği duymadan rakiplerin işini bitirmekle ün yapmıştı. “Facing Ali” adlı belgeselinde boksör George Chuvalo, “Foreman’ın size vurması 60’la giden bir kam-yonun çarpmasına benzer” der. Gerçekten de o dönem Foreman’ın, ringlerde “terör estiren” Mike Tyson’dan aşağı kalır yanı yoktu. Ali, “ha-yatta ne istediysem, rinde bu gece ya hepsini kazanacağım ya da hepsini kaybedeceğim” dü-şüncesine sahipti. Ne var ki büyük müsabaka öncesi tarzı olduğu üzere, hayli çılgın ve iddialı konuşmalarına ara vermeden devam ediyor-du: “Ben tehlikeliyim, ağaçlar devirdim, bir timsahla boğuştum, balinalar tuttum, yıldırı-ma kelepçe taktım, gök gürlemesini hapse at-tım. Geçen hafta bir kayayı öldürdüm. Çok hız-lıyım, çok. O kadar hızlıyım ki, dün gece yatak odamda ışığı kapadım ve daha ışık sönmeden yatağıma yattım!”1

Yıl 1976. Muhammed Ali dönemin Milli Se-lamet Partisi lideri Prof. Dr. Necmettin Erba-kan tarafından Türkiye’ye davet edildi. 24 saat

süren ziyaretinde Sultanahmet Camisinde kıldığı Cuma namazı sonrası onbinlere

26 • Temmuz’16

Gündem

Page 29: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

hitap eder. Topkapı Sarayı ve boğaz gezisinin ardından ülkeden ayrılan Muhammed Ali ziya-retinin ardından şu sözleri kayıtlara geçirmiş-ti; “benimle kucaklaşan ilk beyaz lider Sayın Erbakan’dır”

1978’de boksu Şampiyon olarak bıraktı. 1984 yılında Muhammed Ali, Parkinson has-talığına yakalandı fakat bunu kamuoyundan sakladı. Hastalığını gizli tutmasının nedeni, teklif edilen yüksek paraları geri çevirmeyerek dövüşlere devam etmesiydi. Larry Holmes’e, Trevor Berbick’e yenildi. Ali’nin bu hastalığı ilerleyen yıllarda duyuruldu.

Berbick yenilgisiyle kariyerini noktalayan Muhammed Ali, 61 dövüşün 37’sini nakavt, 19’unu hakem kararıyla kazandı. Sadece beş kez yenildi. Ali’nin bu hayatı beyazperdeye de uyarlandı. 2001 yılında çekilen ‘Ali’ adlı filmde Muhammed Ali’yi Will Smith canlandırdı.

Kariyeri boyunca birçok ödül alan Ali, son olarak 2012 Aralık’ta Dünya Boks Konseyi ta-rafından ‘Boksun Kralı’ ilân edildi.

1989 yılında Hakan Albayrak Çete der-gisinde Muhammed Ali ringteyken hocası bunduni’nin kenardan ona seslenişini çevir-mişti.

“Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et. Çocuklar için salla yumruklarını.

Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et. Şu alçağın işini bitir!

Meyhanedeki ayyaşlar için dans et şam-piyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terkettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!

Şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin. Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fa-hişeler için…

Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yal-nızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!

Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin is-tasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için. Savaş onlar için şampiyon. Otellerde ya-takları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük oda-cı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin!

Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değil-di, başkan değildi. Sokaktaki insanlar kurtardı seni. Şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin!

Bu ring ikinize fazla. Hadi bitir işini, suratını paramparça et. Yoksullar adına şampiyon, yok-sullar adına!

Hadi yavrum salla yumruklarını! Muham-met Ali’yi hiçkimse yenemez, hiçkimse. Sade-ce Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil.

Dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!2

Uzun süre tedavi gördüğü parkinson hasta-lığına bağlı solunum yetmezliğinden 3 Haziran 2016 tarihinde tedavi gördüğü hastanede rah-mana kavuştu.

Allah rahmet eylesin.

Dipnotlar1 https://mehmetalibasaran.com/2015/01/07/muham-

med-alinin-portresi-1/2 http://www.afilifilintalar.com/dans-et-sampiyon

Temmuz’16 • 27

Gündem

Page 30: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

1993 yılında Sivas’ta ki Pir Sultan Abdal Şenlik-

leri için Sivas’a gelen bazı yazarlara saldırı dü-

zenlenmiş, kaldıkları otelin camları kırılmış ve

ateşe verilip yakılmıştır. İslamcıların üzerine

leke gibi yapışmış, Türkiye’yi karıştırmak için

ortalığa salınmış birkaç provokatörün saldır-

masıyla bazı dengeleri değiştirmek, Türkiye’de

büyük çoğunluğa sahip bir kesimin sindirmek

ve bölgede kardeşçe yaşayan Alevi ve Sünniler

arasında bir kavga çıkarmak hedeflenmiştir.

Eğer biz, bu olayı doğru bir şekilde öğrenmek

istiyorsak, sistematik yörüngede belli etkenleri

göz önünde bulundurarak incelememiz daha

uygun olur.

SİVAS

Anadolu’nun yüzyıllardan beri süregelen

muhafazakarlığı, birçok şehirde olduğu gibi

Sivas’ta da vücut bulmaktadır. Müslümanlı-

ğın, Anadoluluk kimliğiyle buluşması, bölgede

kendine has bir etnik yapının, sosyal kimliğin

oluşmasını sağlamıştır.

Bu kimlik, Sivas’ın sadece muhafazakar ol-

masını değil, konumu itibariyle de bazı konu-

larda bazı şeylere karşı tepki koymasını doğal

hale getiriyor. Dolayısıyla halkı, İslamı ilgilen-

diren bir konuda toplumsal eleştiri yapmaya

çağırmak böyle bir bölgede pek zor değildir.

1993 yılında Sivas’ta Refah Partili Belediye vardır. 1989 tarihinde Belediye Başkanı ola-rak seçilen Temel Karamollaoğlu, 1996 yılına kadar bu görevi yürütmüştür. Dönemin Sivas Valisi ise Ahmet Karabilgin’dir. 1992 yılında atanmıştır.

DÖNEM SİYASETİ

Her ne kadar, o dönemde DYP (Doğru Yol Partisi) ve SHP (Sosyaldemokrat Halkçı Par-ti) koalisyon hükumeti olsa da siyasi arenada farklı bir çıkış vardı. Prof. Dr. Necmettin Erba-kan liderliğinde 1983 yılında kurulan Refah Partisi, 1991 seçimlerinde büyük bir çıkış ya-kalamış ve yaklaşık %17’lik oy oranıyla meclis-te yer almıştı.

Refah Partisi’nin bu çıkışı için çeşitli teori-ler ortaya atanlar var. Dönemin siyasi bozuk-luklarından kurtulmanın yolunun RP olduğunu düşünenler var. Türkiye’nin artık İslami düs-tura göre yönetilmesi gerektiğini düşünen-ler var. RP’nin sunduğu adil düzen projesinin Türkiye’nin kurtuluşu olduğunu düşünenler var. Ve tabii bir de bu hareketi dava olarak gören kesim kemikleşmiş bir şekilde her zaman var.

Ne dersek diyelim, hangi teoriyi baz alırsak alalım Türkiye, ’91 seçimlerinde, bu zama-na kadar hiç destek vermediği kadar (gerek

SİVASMADIMAK OLAYLARI

Ahmet Semih ŞENLİKOĞLU

28 • Temmuz’16

Tarih

Page 31: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

MSP’ye gerek MNP’ye) Milli Görüş’e destek vermiş, Meclis’te sözü geçecek bir şekilde bu-lunmasını sağlamıştır.

DERİN SİYASET

Türkiye’de her on yılda bir darbeye sebep olan, istediklerini getiren istemediklerini in-diren bir yapı bulunmakta. Henüz tam olarak çözülememiş bu yapı, Türkiye’de ki dengeleri sarsma konusunda uzmanlaşmış. Madımak olayında da yine derinlerde bu yapının parmak izlerini bulabiliriz.

Türkiye’de, iktidarda olan ve Anadolu’ya yö-nelen her siyasi parti, bu yapıdan ya ambargo yemiş, ya da belli bir süre sonra iktidardan in-dirilmiştir.

’91 seçimlerinde ise, iktidara gelme sinyal-leri veren ve bu yapıya benzer yapılara karşı hiç açık kapı bırakmayan, tüm yollarını kesen söylemler, en önemlisi de benimsediği ideolo-ji, derin yapının RP’ye karşı duruşunu çoktan belirlemişti. Yapı için, RP’nin iktidara gelmesini engellemek de, artık en önemli görevlerinden biri sayılırdı.

Bu engelleme, en kolay yoluyla RP’nin de belirlediği ideoloji de olan İslamın kirletilme-ye çalışılması ve halkın nezdinde korkulacak bir kavram olmasını sağas olaylarını planladı. Her şey kusursuz işlemeliydi ki planları tutsun, Alevi-Sünni kavgası başlasın ve RP iktidara ge-lemesin.

Her şey ayarlandı. Valiliğe talimat verildi.

Emniyet şehirden çekildi. Cuma namazının he-

men bitiminde Cuma namazına bile gitmeyen

provokatörler, caminin önünden geçerken rol-

lerini oynadılar ve amaçlarına ulaşıp kalabalık

bir kitleyle yazarların kaldığı Madımak oteline

doğru sloganlarla yola çıktılar. Biraz daha slo-

gandan sonra, provokatörler otelin camları-

nı kırıp, oteli ateşe verdiler. Tabii tüm bunlar

olurken, valilik hiçbir şekilde olaylara müdaha-

le etmedi. Emniyetin asli görevlerinden olan

kamu düzenini sağlama görevini emniyet yeri-

ne getirmedi. Sanki bir yerlerden alınan emirle

şehirdeki kolluk kuvvetleri, izne çıkmıştı. Sade-

ce RP’li belediye ekipleri müdahale etti ancak

onlarda yeterli olamadılar.

Kurdukları plan çok iyi işliyordu. Kusursuz

bir şekilde hayata geçirilen planda hesap ede-

medikleri tek bir nokta vardı. Otelin arkasın-

daki BBP İl başkanlığı binasındaki BBP’liler,

oteldeki yazarlara yardım etti ve tahliye edil-

melerini sağladı. Bunu hesaba katmamışlar-

dı. Hemen farklı bir plan uygulandı ve birileri,

yangının öldüremediği yazarları gidip silahla

öldürdü. Olaylarda 37 kişi yaşamını yitirdi.

Her ne kadar aksaklıklar olsa da, medya

gücüyle bu olay İslamcıların üzerine yıkılmıştı

bile. Amaçlarına ulaşmışlardı. Oraya gönder-

dikleri yazarları, yangın çıkartarak ya da silah-

la öldürmüşlerdi.

Kurdukları plan çok iyi işliyordu. Ku-sursuz bir şekilde hayata geçirilen planda hesap edemedikleri tek bir nokta vardı. Otelin arkasındaki BBP İl başkanlığı binasındaki BBP’liler, otel-deki yazarlara yardım etti ve tahliye edilmelerini sağladı. Bunu hesaba katmamışlardı. Hemen farklı bir plan uygulandı ve birileri, yangının öldüre-mediği yazarları gidip silahla öldür-dü. Olaylarda 37 kişi yaşamını yitirdi.

Temmuz’16 • 29

Tarih

Page 32: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Türkiye, bu olay sonrasında kaos ortamına itilmek istenmiş ve yine aynı yapının senaryo-suyla Başbağlar katliamı düzenlenerek kendi eylemlerine yine kendileri misilleme yapmış-lardır.

Her ne kadar, RP’yi yıpratmak, ülkedeki İs-lamcıları sindirmek ve Alevi-Sünni kavgası çı-kartmak için bu tür provokatif eylemlere gir-seler de, ’94 yerel seçimlerinde RP 9 puanlık oy artışıyla seçimlerin en büyük kazananı ol-muştur. Bir yıl sonraki ’95 seçimlerinde ise en yüksek oy oranıyla birinci parti olmuş ve DYP ile koalisyon hükumeti kurmuştur. Yani yapı, yıpratmak istemiş ancak oy oranındaki artışı engelleyememiştir.

Tabii yapının planları bu kadarla sınırlı değil-di. İktidardan indirme planları devreye girmiş-tir ve 28 Şubat sürecini başlatarak, hukuksuz bir şekilde iktidarın devrilmesini sağlamıştır. Sivas-Madımak olayları, 28 Şubat sürecine gi-den en önemli virajlardan birisidir.

EMNİYET VE YARGILAMA

Emniyet, olaylara yerinde müdahale etme-diği gibi olaylar sonrasında ise olayların mü-sebbibi olarak suçsuz, sadece sloganlarla pro-testo etmiş Müslüman vatandaşları seçerek, onların yargılanmasını sağlamıştır. Tamamıy-la danışıklı dövüş ve amir-memur ilişkisi gibi emir alıp uygulamıştır.

Emniyet, hiçbir delil göstermeden vatan-

daşlara suç isnat etmiş, olayların bir parçası ol-

duğunu açıkça belli etmiştir. Haksız yere birçok

vatandaş bu ölümlerden sorumlu tutulmuş ve

yargılamada haklarında idam cezası istenmiş-

tir. Üstüne üstlük bazı vatandaşlar sorgulama

esnasında biz suçsuz yere burada tutuluyoruz

dedikleri halde, emniyet görevlileri, siz olaylar

esnasında Sivas’ta olmasanız bile sizi tutuklar-

dık denilerek emniyet, bir kez daha bu olaylar

sırasında kimin için çalıştığını ifade etmiştir.

SONUÇ

Türkiye, 28 Şubat’ı yaşamaya mahkum edil-

mişti. Ancak bunu sağlam zemine oturtmak

gerekmiş ve bunun içinde Sivas olayları güçlü

temel oluşturmuştur.

Türkiye’de Alevi-Sünni kavgası çıkartılmak

istenmiş, Sünni kesimin zalim, Alevilerin mağ-

dur olduğu algısı zihinlere yerleştirilmek isten-

miştir. Tabii bu roller bir süre sonra Başbağlar

katliamında değişecek ve Alevilerin zalim, Sün-

nilerin mağdur olduğu algısı yerleştirilecekti.

Yapılan tüm bu eylemlerde amaç Türkiye’de

süregelen kardeşlik ortamını yıkmak ve Müslü-

manları kirletip birbirine düşürmektir. Umuyo-

ruz ki, Türkiye bir daha hiçbir zaman böyle kirli

ve karanlık günleri yaşamaz ve 28 Şubat gibi

talihsiz süreçleri bir daha görmez.

Türkiye’de Alevi-Sünni kavgası çıkartılmak istenmiş, Sünni kesimin zalim,

Alevilerin mağdur olduğu algısı zihinlere yerleştirilmek istenmiştir. Tabii

bu roller bir süre sonra Başbağlar katliamında değişecek ve Alevilerin za-

lim, Sünnilerin mağdur olduğu algısı yerleştirilecekti. Yapılan tüm bu ey-

lemlerde amaç Türkiye’de süregelen kardeşlik ortamını yıkmak ve Müslü-

manları kirletip birbirine düşürmektir. Umuyoruz ki, Türkiye bir daha hiçbir

zaman böyle kirli ve karanlık günleri yaşamaz ve 28 Şubat gibi talihsiz

süreçleri bir daha görmez.

30 • Temmuz’16

Tarih

Page 33: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Matlaından kim hilal-i rûze nûr-efşan olurHer sabah u şamî kadr ü îd-i ins ü can olur.1

“Biz o (Kur’ân’ı) Kadir gecesi indirdik.Kadir gecesi nedir, bilir misin sen? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Meleklerle Ruh o gece Rabblerinin izniyle her iş

için iner de iner. Tam bir esenlik ve selâmettir o gece, tâ tan yeri

ağarıncaya kadar.” 2

Kadir gecesi Ramazan’ın özüdür. Allahu teala nın insanları bağışladığı, lütuflandırdığı bir gecedir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) Şa’ban ayının son günü bir hutbe irâd ederek ashâbını Ramazan’a şöyle hazır-lamıştır:

“Ey müslümanlar! Büyük ve mübârek bir ayın göl-gesi üzerinize düştü. Bu ay, içinde bin aydan daha ha-yırlı olan Kadir gecesinin bulunduğu bir aydır…”

Kıymet, şeref ve üstünlük gecesi demek olan Leyle-i kadir aynı zamanda hüküm gecesidir. Kaderi-mizin belirlendiği gecedir. Kadir gecesinin Ramazanın son on gecesinde oluğuna dair rivayetler olmakla bir-likte son on gecesinin tek günlerinde olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadir. Yine bazı rivayetler 27. Gecesi olduğuna işaret etmektedir. Kadir gecesinin Ramazanın hangi gecesi olduğu tam bilinemediğin-den kaderimizin belirlendiği, günahların bağışlandığı bu mübarek geceyi kaçırmamak için son on gününü değerlendirmek, mümkünse itikafa girmek İslam alimlerince tavsiye edilmektedir. Ki bu tavsiye günü-müzde orta düzey din eğitimi alan herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Ancak bu gerçeği bilmemiz kadir gecesini hakkıyla değerlendirmemize yetmiyor.

Her türlü sorgulama ve geleneğe itirazlardan mübarek gün ve geceler de nasibini fazlasıyla aldı-ğından mıdır bilinmez, insanımıza mübarek bir ge-ceyi ihya etmek çok cazip gelmiyor. Zira Allah’a olan bağlılığımız 5 vakit namaz kılarak, Ramazan’da oruç tutarak, Kuran okuyarak yeterince sınandığından bunun üstünde bir gayrete lüzum görmüyoruz. Zik-redilen ibadetlerin dışındaki zamanlarda herkes gibi hayatımız normale dönüyor.Yaptığımız ibadetler; bizi bu ibadetleri yapmayanlardan ayıracak manevi bir ortama, ahlaki örnekliğe götürmüyor. Namazımızı kılalım, orucumuzu tutalım, hayatımız olağan seyrin-de devam etsin istiyoruz. 10 gece boyunca ‘belki bu gecedir’ ümidiyle ibadet ederek Allahu teala nın lut-funa, affına mazhar olmak yerine sosyal hayatımıza devam etmeyi, iftar davetlerini, seminerleri, aylardır görüşemediğimiz arkadaşımızla bir fincan kahve iç-meyi tercih ediyoruz ne yazık ki...

Bu ramazan kadir gecesini değerlendirmek için bayram temizliğini , iftar buluşmalarını, tez çalışma-larını hatta bütünleme sınavlarını, dil sınavı hazır-lıklarını bir kenara bırakıp kadir gecesini değerlen-dirmeye çalışalım. Bakalım kaderimizin belirlendiği kadir gecesinde dünyalık işleri bırakıp ahirete yönel-meye ne kadar muktedir olacağız?

Sözlerimi Kâmî nin beyti ile bitirmek istiyorum: Bilelim kadrini savmın gece kâim olalım

Olmaya göz göre kadri gözümüzden pinhân

Dipnotlar1 Şair Nazım Ramazaniyye2 el -Kadir 1-5

Kadir mi, Kader mi? Fatma Betül YILDIZ

Temmuz’16 • 31

Gündem

Page 34: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

İ slam dünyasının ve özelde Türkiye’nin nasıl bir durumda olduğuna dair bir özete ihtiyacımız

yok, zaten hepimiz akşam yemeğini yerken Ha-lep’teki bebelerin nasıl katledildiğini, Gazze’nin nasıl yerle bir edildiğini, Mısır’daki kardeşle-rimizin nasıl sırayla her gün idama mahkûm edildiklerini, Irak’taki mezhepçiliğin canlı bom-balarla her gün kaç can aldığını, Türkistan’daki

gençlerin cezaevlerinde her gün nasıl en ağır işkencelere maruz kaldığını, Afganistan’da-ki sonu gelmez savaşın ne menem sonuçları olduğunu, Arakan’da, Somali’de, Nijerya’da, Patani’de Müslümanların nasıl bıçak sırtında korku içinde bir yaşam sürdüklerini izliyoruz. Sonra sunucu “hepinize iyi akşamlar diliyoruz sayın seyirciler” demeden araya kadın vücudu-

Age Of 2 veTeolojik Kavgamız

Dücane DEMİRTAŞ

32 • Temmuz’16

Gündem

Page 35: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

nun baştan aşağıya teşhir edildiği bir soda ya da yoğurt reklamı giriyor, sonrasındaysa ülke-deki durumunun ne kadar kaotik ve çıkmazda olduğuna dair analizlerin gece yarılarına kadar yapıldığı programların karşısına çerezlerimizle birlikte geçiyoruz. Haber spotları televizyonun altından hızlıca geçiyor, “Halep’e ağır bombar-dıman 57 ölü, Can Dündar MİT tırları davasın-dan tahliye edildi, Irak Merkezi Yönetim İran ve ABD ile birlikte büyük Musul operasyonuna hazırlanıyor, Şırnak’ta PKK saldırısı 2 asker şe-hit, ABD sözcüsü: Rakka’yı Kürtlerin almasını tercih ederiz, Bursa Ulu Cami’ye canlı bomba saldırısı, IŞİD yine Kilis’e roket attı:2 ölü, Zabı-talardan kaçarken Metrobüsün çarptığı seyyar satıcı Hasan Kaya hayatını kaybetti, Taksim’de LGBT yürüyüşü: Alışın biz her yerdeyiz, Mehdi Eker: Dünyada 800 milyon obez, 500 milyon aç var, Cumhurbaşkanı: Paralel yapı, Asala, PKK ele ele, Rus uçakları İdlib kırsalındaki mülteci kampını bombaladı: 28 ölü, Ergenekon sanık-ları tahliye oldu, 5 ilde paralel yapı operasyo-nu: 42 gözaltı, Başbakan 22 Mayıs’ta kongreyi toplayacak: aday olmayacağım, Bosna sava-şında yıkılan cami restore edildi…” Deyü de-vam ediyor, neyse zaten çerezinizde bitmiş va-ziyette. Bütün bu boş ve anlamsız gündemleri unutmak ve daha önemli mevzulara kafa yor-mak için hemen kanepenin yanı başında duran dergiyi alıyor ve okumaya başlıyorsunuz “Hz. İsa gelecek mi, Mehdi inecek mi?”. Sonra bir televizyon kanalında Doğu Perinçek-Ertuğrul Kürkçü modunda kavga eden iki grup karşını-za çıkıyor, konuysa “Kabir azabı” ya da pardon “Kader” veya “Şefaat”. “Ben Kuran’dan başka kaynak kabul etmem”, “Sen hadisleri inkar mı ediyorsun!”, “darabenin otuz ikinci manası ayırmak anlamına…”, “Ben demiyorum, Kuran diyor!”, “Efenim hadislere göre kişi ölünce…”, “Ya bırak Allah aşkına hocam bana Kuran’dan delil göster, bak Allah Araf suresinde ne di-yor…” benzeri diyalogları işitiyorsunuz. Şimdi neden Allah’ın üzerimizdeki pisliği kaldırmaya-cağına dair değerlendirmeye geçmeden önce

kafamızda ciddi bir arka plan oluşmuştur sa-

nırım.

Öncelikle kafamızda dinin ne olduğuna dair

taşları dökelim. Din hakikatten, yeryüzünde

Allah’ın kurguladığı, ölçüp biçip kurumsallaş-

tırdığı, içerisinde bolca teolojik dokümanın

tartışmaya açılmayı beklediği, “kaz anam kaz”

mantığıyla her gün yeni manaların içinde bit-

tiği, bizlere atomun bileşimlerinden tutunda

Big Bang patlamasına değin ya da -şimdilerde

at pazarı kavram literatüründe bi’ hayli kul-

lanılan- insanın varoluşuna dair bir şeyler mi

söyler? Eğer böyleyse doğal olarak gündemi

de at pazarı gündemi olmalı. Yoksa dine dair

başka bir yorum yapabilir miyiz? Onun Allah

için değil insan için olduğunu, bütünüyle in-

sanın sosyolojiyle ilgilendiğini, her türlü ku-

rumsallaştırmadan uzak, teolojik kavgaların

gürültüsünü içinde barındırmayan, basit, sade

ve kavgasının da net bir şekilde görülebilir

olduğunu söylesek yanlış mı ederiz? Peki ha-

lihazırda tartışmalarından muhteşem bir haz

kotarılan bu teolojik kavgalar değilse Allah’ın

gündemi nedir? Ne gariptir ki bu sorunun ce-

vabı uğruna inen koca bir kitap maskara hali-

ne getirilmiştir. Bize göre Allah’ın gündemi en

başından sonuna kadar yeryüzünde akan maz-

lum kanı, çığlığı ve feryadıdır, bunun yanında

en aşağıdan en tepeye değin adaleti hissedi-

lebilir kılmak, toplumun sorunlarıyla hemhal

olmak, insanları birbirlerinin hukukuna geç-

meksizin yaşamaya sevk etmek, en basitinden

Temmuz’16 • 33

Gündem

Page 36: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

merhametli bir baba, anlayışlı bir eş, çocukla-rına ahlakı ve erdemi öğreten birer ebeveyn, mahallesini başıboş bırakmayan bir ağabey, en ötesiyse halkına doğru yolda rehberlik eden bir yönetici, mazlumun hakkını savunan, ga-ribin yanında mütevazi zalimin yanında kibirli bir lider olmaktır. 1400 yıldır bitmemiş ve kı-yamete kadarda neticelenmeyecek gereksiz ve sonuçsuz hiçbir tartışmaya girmemek bize göre kaderi savunmak yahut savunmamaktan bizi daha fazla Müslüman yapar. Allah’ın nez-dinde beş para etmez mevzuları temcit pilavı gibi insanların ayrılık noktası haline getirmek İslam dünyasının başındaki e büyük fitnedir. Allah rızası için, içinizde tutamayıp illa da sal-mak istediğiniz bir tekfir duygusu varsa lütfen Musa’ya inen on emir üzerine hizipleşelim.

İslam beldelerinin özellikle Mısır ve Hindis-tan eksenli sömürgeciliğe ve yenilgiye karşı bir tepki olarak doğurduğu hareketler bugün ra-yından çıkmış ve basbayağı İslami Protestanlık modunda, bir taraflara cici ve uslu bir rol mo-del olarak sunulmaktadır. İslam’ın aslında öyle değil de böyle olduğunu, aslında Kuran’ın için-de 1400 yıl sonrasına hitap eden ne kadar da bilimsel mucizeler taşıdığını, aslında onun hep

birileri tarafından yanlış yorumlandığı, gerçek İslam’ın aslında tam da bazılarının istediği gibi olduğunu “Müslümanlar 1400 yıldır sapkınlık içindeydi ta ki ben keşfedinceye dek” kafasın-da aktarmak sadece bir kompleksin ürünüdür. Dinin gayesinin ateizmle savaşmak olduğunu zanneden bu kesim doğal olarak dinlerinin bi-limsel verilerle örtüştüğünü ispat gayretinde, sonuç olarak da siz karşınızda “hop bi dakka nolcak garibin gurabanın hakkı, yeryüzünde şerefsiz yapıp kan dökmeyin, zalimlerin alayını cayır cayır cehennemde yakacağız!” timsali in-miş bir kitabı aslında güneş sistemine dair şif-relerin içinde barındığı, biyolojik olarak insan türünün nasıl var olduğunu modern normlarla izah eden yahut matematiksel kuramların Al-lah tarafından “bi zeki çıksın da keşfetsin” diye içine yerleştirilmiş bir kitap buluyorsunuz. Ve işte o zeki çıkarak gerçek İslam(!)’ı tanımadı-ğı için ateist olan ümmetin kayıp çocuklarını(!) yeniden sevgi, barış ve müsamaha dolu, içinde insanın varoluşsal bilincine(!) vardığı İslam’a kavuşturuyor. Doğal olarak bu kafaya “neden IŞİD var?” sorusu sorulduğunda ABD ve İran destekli merkezi Şii yönetiminin Sünnilerin yıl-lardır canına nasıl okuduğunu hiç bilmeksizin

34 • Temmuz’16

Gündem

Page 37: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

şak diye cevabı yapıştırıyor : “Çünkü mezhep kitapları var”. Bu kadar pespaye bu kadar ke-paze bir din anlayışı olabilir mi? Kendi milleti-nin ve ümmetinin sorunlarından fersah fersah uzak olan böyle bir dindarlık anlayışı başımız-daki en büyük belalardandır. Peygamberin sü-müğüyle idrarıyla din devşiren güruh ne kadar tehlikeliyse doğruluğu yahut yanlışı İslam için beş para etmez teolojik mevzuları tartışmak-tan bitmez tükenmez bir haz alan güruhta o kadar tehlikelidir. Bu ümmetin her ramazan geldiğinde imsak vaktini imanın şartı gibi tar-tışacak ilahiyatçılara değil orucun çiş tutar gibi akşama kadar aç kalmak değil yemediğin öğününü fakir fukarayla paylaşmak olduğunu anlatacak ilahiyatçılara ihtiyacı var. Ramazan Kayan’ın dediği gibi yemişim kabir azabının var olup olmadığını Müslümanlar bu dünya da zaten kabir azabını yaşıyor. Hz. Adem’ in babasını bulmak, Hz. İsa’nın inmeyeceğine, Mehdi’nin gelmeyeceğine inanmak bizi daha fazla Müslüman yapmaz ve dahi iddia edilenin aksine Müslümanların geri kalmışlığının sebe-bi bu ve buna benzer hiçbir bilimsel ilerleme tezlerine aykırı mevzulara kulak vermemele-rinden değildir. Zira bilimin dinle ilişkisi yoktur, bilimsel olmanın dindar olmakla olmadığı gibi. Müslümanlar Puvatya’ya ki Paris’in 100 km yakınındadır yahut Viyana’ya dayandıklarında da mehdi/Mesih yahut bugünkü mevzular hak-kında farklı düşünmüyorlardı. Dünyanın düz olduğuna inanmakla yahut dünyanın öküzün boynunda olduğuna inanmak onları ne daha az ne de daha fazla Müslüman yaptı. Tüm bu yorumlar bize göre asıl probleme eğilmemek için sadece bir kaçamaktır. Gelin hep birlikte dünyanın düz yahut öküzün boynuzunun üs-tünde olduğuna inanalım ama problemin kay-nağına inip dinin “bu konuyu gündem yapın” dediği şeyi yani mağlubiyetimizin sebebi olan pişkinliğimizin ve sorumsuzluğumuzun yarattı-ğı yıkımın nasıl ortadan kaldırılabileceğini ko-nuşalım. Artık Kuran’ın ne dediği değil aslında ne demek istediğini, Allah’ın yeryüzündeki rü-

yasının ne olduğunu düşünüp, Müslümanların

siyasal kaderleri üzerinde kafa yorup, kendi

toplumumuzun sosyolojisi üzerinde çalışalım.

Musa’ya inen on emir dışında aramızda ayrılık

noktası çıkartıp kendimiz fırka-i naciye ilan et-

mek yerine yahut “yaa demek sen Hz.Adem’i ilk

insan zannediyorsun” (ukalaca bıyık altı sırıtıp)

“o konu öyle değil, ayette şöyle diyor” manta-

litesinde İslam dünyasının çözümsüz prob-

lemlerini bi’ iki kelamla “mission completed”a

bağlamış Luthercilik oynamak yerine Allah’ın

“birbirinizin ağzını burnunu kıracaksanız bu-

nun için kırın” dediği değerleri ayrılık noktamız

haline getirelim.

İslam’ın yeryüzündeki kavgasını anladığı-

mız vakit, karşımızda bizi birbirimize düşürün,

her grubun içindeki ayetlerden delil getirerek

diğerini tekfir ettiği bir Kuran yerine karşımız-

da bizi “bünyan-ı mersus” kılacak, ihtilafa de-

ğil ittifaka, hizbe değil vahdete çağıracak bir

Kuran çıkacak. İşte o Kuran, birilerinin “ger-

çek İslam bu değil” diyerek daha cici ve uslu

gösterdiği şeye karşı yine onların deyimiyle

“siyasal bir simge ”ye dönüşüp Müslümanla-

ra Patani’den Fas’a vaat edilmiş topraklarını

gösterecek. Hala bu konuları din diye konuşan

arkadaş ve hocalara önerim gelin bi iki el age

of ya da counter kasalım, bilen varsa middle

earth’da oynayabiliriz, küçük kardeşim İsa’nın

yanına bi bot koymaktan iyidir, ilk yarım saat

saldırmak yok zaten, herkes kendi madenlerini

kullanacak ticaret arabalarına saldırmak yok,

ha bi’ de hemen sur çekip kale kurmak yok ha

dibimize…

Temmuz’16 • 35

Gündem

Page 38: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Erzincan’dan haber geldi.Dediler: “kanlı borasar!” Gariplere oldu mezar, Vay yiğidim, vay mazlumum vay!

E n karanlık yıldı 1993. Bitmek bilmedi adeta. Şüpheli ölümler, suikastler, katli-

amlar, faili meçhullerin gerçekleştiği 1993 yılı tüm çarpıklığı ile gizemini halen koru-yor.Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mum-cunun bombalı bir araçta öldürülmesi, eski Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin şüpheli bir trafik kazasında ailesi ile birlikte hayatını kaybetmesi, jandarma genel komutanı Eşref Bitlis’in şüpheli helikopter kazasında vefa-tı, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü iddaaları, Sivas Madımak otelinde dumandan zehirlenerek öldürülen yazarlar, Jitem grup komutanı binbaşı Ahmet Cem Erseverin ölümü gibi hadiseler 1993 yılını en uzun ve en karanlık yıl olarak tarihe geçti.

Bu karanlığın en can yakıcı sahnelerin-den biri de 5 Temmuz 1993 tarihinde akşam namazı vakti Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin Başbağlar köyünde sahnelenmişti. Cumhur-başkanlığı makamında Süleyman Demirel, Başbakanlık makamında Sosyal Demokrat Halkçı Parti lideri Erdal İnönü bulunuyordu.

PKK terörü ile mücadele hız kesmeden sürü-yor, bir yandan da kontrol edilemeyen kont-gerilla yapıların cinayetleri hız kesiyordu. Üç gün önce Madımak otelinde Pir Sultan Abdal şenlikleri vesilesiyle biraraya gelmiş sos-yalist yazar ve müzisyenlerin Aziz Nesin’in tahriklerine kapılan halk tarafından öldürül-mesi ülkede gerilimi iyice artırmıştı. Türkiye laik- antilaik, sünni-alevi ve Türk-Kürt olarak kutuplaştırılmış durumdaydı.

Katliam nasıl gerçekleşti?

5 temmuz 1993 akşamı, Başbağlar köyü-ne gelen 60’a yakın Pkk’lı terörist, köyü üç koldan kuşattılar.

Saat 20:00 civarında köyün erkekleri akşam namazı için camiye gitme hazırlık-ları yapıyordu. O sırada 20 kişilik ilk terö-rist grubu köyün girişini tuttu ve yardımı engellemek için telefon kablolarını kesti. 3’ü kadın 40 kişilik bir terörist grubu ise köyün içine girdi. Caminin hocası akşam ezanına yeni başlamıştı ki, iki kadın saldır-ganın silahlarını ensesinde hissetti ve eza-nın devamını getiremeden dışarı çıkarıldı. Teröristler köyün içine doğru dağıldı ve kö-yün bütün erkeklerini köyün üst kısmındaki tepede topladılar. Köyün kadınlarını ise kö-yün aşağısındaki derede topladılar. “Sadece

HafızalardanSilinmek İstenen Katliam:

“Basbaglar”Yavuz Selim SANCAK

36 • Temmuz’16

Tarih

Page 39: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

konuşma yapacağız” diyerek muhtemel bir direnişi önleyen teröristlerin bir kısmı, elle-rinde yanıcı madde ve fitillerle köyün içinde bekliyordu. Bu grubun görevi katliamın ar-dından köyü ateşe verip evleri ve camiyi yak-maktı. Köyün erkekleri tepe önünde tek tek sıraya dizildi. Teröristler önce onlara örgüt yanlısı bir konuşma yaptı, ardından ellerinde-ki uzun namlulu silahlarla üzerlerine kurşun yağdırdılar. 28 kişi orada hunharca katledildi. Ardından köyün içindeki saldırganlar evleri ateşe verdiler. 5 kişi de yakılan evlerde alev-lerle can verdi. Köydeki 69 ev, cami ve 4 ara-ba yakıldı.

PKK’lılar tarafından köyün aşağı tara-fında toplanan kadınlar, köyün erkeklerini ve eşlerini kurtarmak için ziynet eşyalarını toplayıp teröristlere verdiler fakat katliama engel olamadılar.

Faşist katiller katliamı gerçekleştirdikleri yere “Sivas’ın intikamı alındı” yazılı bildiriler bırakarak köyü terk ettiler. Dışarıyla iletişim-leri tamamen kesilen köy halkı, katliamı an-cak ertesi gün haber verebildi.

Olay sırasında kurşunlanan ve öldü diye bırakılan Muhtar Ali Akarpınar, Türkiye Gazetesi’nden İrfan Özfatura’ya o gün yaşa-dıklarını şöyle anlatmıştır:

“Böylesi bir temmuz günüydü. Başbağlar sabah mutlu uyanmıştı. Gurbetteki hemşe-rilerimiz gelmişlerdi, kucaklaşmışlardı. Hat-ta Almanya’dan bir minibüs yollamışlar, ni-hayet köyümüzün bir arabası da olacaktı. O zamanlar Başbağlar kıpır kıpırdı. Hayvancılık hızlıydı, ekinler boylanmıştı. Akşam namazı camideydik. Eli silahlı militanlar geldi, çok gençtiler, bizi köyün yukarısına çıkardılar. Doğrusu itmediler, kakmadılar, zorlamadı-lar. Kadınları da kuru bir dere yatağına top-lamışlar. Takriben yarım saat, belki üç çey-rek örgüt propagandası yaptılar. Meğer bizi oyalıyorlarmış, aşağıda evleri talan ediyor, yağma yapıyorlarmış o anda. Ne zamanki kesif bir duman yükseldi köyün yakıldığını anladık. Zaten evlerimiz ahşap ve bitişik ni-

Muhtar Ali Akarpınar

“Hadise mahallinde 565 kovan top-lanmış, demek üzerimize en az 20 Kaleşnikof şarjörü boşaltmışlar. 5 köylümüz de evlerinde yanarak şe-hit oldular. Sabah komşu köylerden geliyorlar, beni iptidai bir sedyeyle taşımışlar. Köye itfaiye hiç gelme-miş, ben 2 ay sonra döndüm enkaz için için yanıyordu hala. İnanır mısı-nız buraya bir sene kuş gelmedi, kedi köpek kalmadı ortalıkta.”

Temmuz’16 • 37

Tarih

Page 40: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

zam. Üstü ot, altı ahır, Nasıl berbat bir koku anlatamam. Bak, hayvanların çığlıkları hala kulaklarımda.”

“Zor, zira ağaç diplerinde gölgeler vardı. Biz 40 kadar militan saydık ama istihbarata sorarsan 100 kişi civarındalar. Birden ateş emri verildi, ilk kursunu göğsümden aldım, koltuk altımdan çıktı. Düşmüş bayılmışım herhalde beni öldü sandılar. Bir ara gözümü açtım köy alev duman. Yanımda Kamil Akpı-nar yatıyor yaralı. İçim yanıyor diye sızlandı, kıpırdayamıyorum ki su bulsam ona. Rah-metli çıkamadı sabaha. Başpınar nahiyesi 30 km kadar uzakta. Orada karakol var. Yu-karı Mutlu köyü çok yakın yetkililer aramış olmalılar. Hadise mahallinde 565 kovan top-lanmış, demek üzerimize en az 20 Kaleşni-kof şarjörü boşaltmışlar. 5 köylümüz de ev-lerinde yanarak şehit oldular. Sabah komşu köylerden geliyorlar, beni iptidai bir sedyeyle taşımışlar. Köye itfaiye hiç gelmemiş, ben 2 ay sonra döndüm enkaz için için yanıyordu hala. İnanır mısınız buraya bir sene kuş gel-medi, kedi köpek kalmadı ortalıkta.”1

Kim gerçekleştirdi?

Katliamı PKK terör örgütü saldırıdan sonra üstlendi. Fakat katliamın PKK içinde yansımaları oldukça şiddetli oldu. Katliamı gerçekleştiren grubun başındaki PKK sözde Dersim eyalet komutanı Dr. Baran kod adlı Müslüm Durgun “Öcalan’a muhalefet etmek,

örgüt talimatlarına uymamak” gerekçesiyle PKK lideri Öcalan’ın emriyle boğdurularak öldürüldü. PKK ise kendi içinde hadiseyi in-tihar olarak lanse etti. Katliam sonrası ör-güt içinde de bir alevi-sünni gerginliğinin yaşandığını CHP Tunceli Milletvekili amansız İslam düşmanı Hüseyin Aygün makalesinde şöyle anlatıyor; “Dersim ‘Dersim’ olmaktan çıktı, Baran gelmişti, savaşmıştı, ölmüş-öl-dürmüştü, ama Botan’ı, Zagros’u, Zeli’yi, oranın havasını, dilini, kültürünü getirmişti Dersim’e, Baran Dersimliydi, ailesinin tümü burada yaşıyordu, ama onun yaşamını ada-dığı örgütünün konuştuğu dil Kırmancki-Kır-daşki değildi, PKK’nin milli tarihinde iki yüzyıl evvelin Ubeydullah’ı, ‘Hıristiyan öldürmeyi zevk edinmiş’ Botan Beyleri, bir yüzyıl evvel ‘Kızılbaş kanı dökmekten bitap düşmüş’ bazı Hamidiye Alayları komutanları, her siyasi İs-lamcının idolü Said-i Nursi -adı değiştirilerek ‘Said-i Kürdi’ olarak- vardı, ama Hamidiyenin katlettiği Varto ve Hınıs’ın Hormekanlıları, Varto’daki Çê Serêler, Koçgirinin Alişan beyi, Rayver’in vahşice kıydığı Zarife Hatun ve Ali-şer efendi, Kayseri’ye sürgüne gidip dayana-mayıp ‘memleket hasretinden’ bir gece yarısı gizlice geri dönen ve Aliboğazı’nda bir pusu-da kızlarıyla birlikte katledilen Qopo Hüseyin, bir yıldızsız geceyarısı Buğday Meydanı’nda ipte sallanan Cıvrail Ağa, Fındıq, Seyit Rıza, Uşene Seyid yoktu, ‘Dersim’in ruhu’ Sey Gaji örgütün dilinde, Davur Sulari’nin adı tambu-runda geçmiyordu, PKK bunları tanımıyordu, Baran’ın gelişinden sonra geçen bir-iki yılda Dersimliler PKK içinde ve politikasında var olan bu ‘yabancılığı’ hemen anladı, örgüte destek hızla düştü, Baran da durumu anladı: Askerlere ve halka dönük örgüt politikasını değiştirmeye çalıştı, eylemler azaldı, ‘mak-buzlar’ kesildi, devlet de dahil her kesime daha farklı bir tutum aldı, bu arada devle-tin ordusunun en üstteki komutanı Çillioğlu makamında başından vuruldu, resmi açık-

38 • Temmuz’16

Tarih

Page 41: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

lama ‘intihar’ oldu, çocukları hiç inanmadı, ‘Yeşil’in işlediği bir cinayet’ olduğu araştırılı-yor bir kaç yıldır, PKK Güney’den ve durma-dan ‘daha fazla eylem’ talimatı gönderiyor, ancak Baran sessizce ve pratik olarak ‘az ey-lem’ karşılığı veriyordu, Baran’ın halkın sesi-ne kulak veren tavrına rağmen PKK’ye tepki çok büyüktü, örgüt başarısızdı, ‘Dersimli bir komutan’ var olsa da PKK Dersim’e fersah fersah uzaktı, bu apaçık siyasi bir yenilgiydi, Baran’ı ‘güneyden’ Dersim’e gönderenlerin projesi iflas etmişti, olan oldu: Fatura yine bir Dersimliye, Baran’a çıktı, nasıl oldu hala sırdır: Aliboğazında kaldığı örgütün en sıkı korunan sığınağı olan bir mağarada belinde-ki el bombası birden patladı, Baran hemen öldü, örgüt ‘intihar etti’ dedi, ailesi de, hal-kı da, hatta çok sayıda PKK’li de inanmadı, cesedi hala orada bir yerde, belki de Qopo Hüseyin’in yanıbaşında bir rüzgarlı vadi-de gömülüdür, eşi ve yakınları almak ister, yıllardır verilmez, ne bir savcı gider oraya, ne de orada dolaşıp duran PKK’liler kazıp çıkarıp verirler gözü daha yaşlı olan aileye, 1994’ten geldik bugüne, neredeyse yirmi yılı devirmişiz.”2

Murat Karayılan “Kürdistan’da bir savaşın anatomisi” isimli kitabında katliamın örgüt tarafından gerçekleştirildiği ırkçı sözlerle ifa-de ediyor; “Yer yer hedeflerin doğru tespit edilememesi sonucu sivil kayıplar ya-şandı. Özel-likle Dersim eyaletinde M a d ı m a k Oteli kat-l i a m ı n a “ m i s i l l e -me” olsun

diye Erzincan’a bağlı Türk kökenli faşist bir köyün vurulması olayı yalanmıştı. Ardından aynı yörede başka bazı sivil hedeflerin de vu-rulması bize zarar vermişti. Erzincan Tercan alanlarındaki tüm Türk köyleri silahlandırıl-dı.”

(Karayılan’ın bahsettiği “sivil faşist” köy Başbağlar. 5 Temmuz 1993 günü basılan köyde 33 kişi öldürülmüş, köy ateşe veril-mişti)”3

Yargılama süreci

Gerek yargılama sürecinde, gerekse daha sonraki anma yıldönümlerinde 2 Temmuz Sivas olaylarının gördüğü ilginin çok azı bile Başbağlar katliamı ve mağdurlar için gös-terilmedi. Köylülerin yakılan evlerinin ona-rılmasından başka devletin Başbağlar’a yö-nelik hiçbir ilgisi olmadı. Ne medya, ne sivil toplum kuruluşları Başbağlar’a yönelik gözle görülür ve kitlesel çapta bir ilgi gösterdi.

Başbağlar’da gerçekleştirilen, 33 kişinin öldürülmesine ilişkin dava Erzincan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden İzmir Devlet Gü-venlik Mahkemesi’ne nakledilirken, mağ-durlar ve avukatları bunun bir “sürgün” olduğunu söylediler. Katliamın yaşandığı Erzincan’da DGM varken, dava ne 363 kilo-

metre mesafedeki Malatya’ya, ne de 440 kilo-metre mesa-fedeki Kay-seri DGM’ye a l ı n m a y ı p , 1263 kilo-metre uzak-taki İzmir D G M ’ y e h a v a l e ed i lmiş , mağdur-lar tam

Temmuz’16 • 39

Tarih

Page 42: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

anlamıyla işkenceye maruz kaldı.Dava avukatı Cüneyt Toraman katliam

davasını şu şekilde anlatıyor; “Başbağlar katliamının mağdurlarının bu ısrarlı taki-binden rahatsız olanlar, davanın naklini ge-rektirecek hiçbir sebep olmadığı halde, Er-zincan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki davayı, İzmir’e nakletmişlerdir. İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi, bu olayın mağdurları-na, gizlemeye bile gerek görmeden hasma-ne bir tutum sergilemiş, mağdurları azarla-mış, duruşma salonundan çıkarmıştır. Dava devam ederken, ‘pişmanlık yasası’ çıkması, ortadan kaybolan faillerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Başka mahkemelerde, baş-ka suçlardan tutuklu bazı sanıklar, yasadaki indirimden yararlanmak için, mahkemelere müracaat ederek ‘Başbağlar katliamına ka-tıldıklarını’ itiraf etmişler, olayları, başından sonuna kadar ayrıntılı olarak anlatmışlar, katliama kimlerin katıldığını isim isim be-lirtmişlerdir. İtirafçı sanıkların itiraflarının birbiriyle örtüşmesi, hazırlık soruşturması sırasında serbest bırakılan sanıkların ifade-leriyle de tamamen örtüşmesi, ‘bu itirafların gerçek olduğunu’ ortaya çıkarmıştır. Sanıkla-rın bu itirafları karşısında, mağdurlar, büyük bir sevinç yaşamışlardır. Müdahil vekilleri olarak bizim de mahkemeye müracaat ede-rek, ‘katliamı gerçekleştirdiklerini itiraf eden bu sanıkların davaya dahil edilmeleri’ talebi-miz, mahkemece, ‘talebimizin davayla ilgisi olmadığı’ gerekçesiyle reddedilmiştir. Mağ-dur avukatlarının topluca istifasından sonra, mahkeme, ‘sözde bir yargılama’ sonunda, 20 sanıklı davada, 18 sanığın beraatine, 2 sanığın mahkumiyetine karar vermiş, dos-yayı kapatmıştır. Başbağlar köyünde gerçek-leştirilen katliamla ilgili olarak, göstermelik bir yargılama yapılmış, gerçekte, bu olayın yargılaması hiç yapılmamıştır. Dava dosyası, büyük bir katliamın nasıl örtbas edildiğinin delilidir. Esasen, bu olayın tetikçileri de, te-

tikçilerin arkasındaki güç de bellidir. Sivas

olaylarını kışkırtmakla görevlendirilenler,

Başbağlar’a doğru yola çıkmışlar ve bu kat-

liamı organize etmişlerdir. Bu elemanları

görevlendirenler, olaydan kısa bir süre son-

ra, tetikçiler yakalandıktan sonra tetikçileri

serbest bıraktıranlar, mağdurların davayı

takip edememesi, davanın peşini bırakma-

sı için İzmir’e nakledenler, bu olayın failleri

itirafta bulunduğu halde, bu tetikçileri dava-

ya dahil etmeyenler, yargılama komedisini

Yargıtay’da onaylayanlar, hepsi bu çemberin

içindedir. Bunların üstüne gidilirse, bu olayın

kimlerin projesi ve eseri olduğu da ortaya çı-

kacaktır. Başbağlar köylüleri, tam 20 yıldır,

bu olayı organize edenlerin, tetikçilerin orta-

ya çıkarılmasını ve cezalandırılmasını istiyor.

Bunun için, her yıl anma toplantıları düzen-

liyor ve bu isteklerini tekrarlıyorlar. Tetikçi-

lerin bile yargılanmadığı bir davaya ‘yargıla-

ma’ denilebilir mi? O dönem Devlet Güvenlik

Mahkemesi’ndeki dava ve yargılama ‘tama-

men geçersiz sayılmalı’, bu dava yeni baştan

görülmeli, bu olayı tertipleyenler, soruştur-

maya ve davaya müdahale edenler de hesap

vermeli, yargılanmalıdır.””4

Tüm yönleriyle ırkçı, mezhepçi bir katliam

olan Başbağlar katliamı bugün çok kısıtlı bir

kitle tarafından hatırlanıyor. Çünkü kimse bu

katliamın anılmasına ve hatırlanmasına kat-

kı sunmuyor. Hiç olmamış gibi davranılarak

Madımak katliamı öne çıkartılıyor ve toplu-

ma sünni-islamcı nefreti pompalanmaya de-

vam ediliyor.

Allah rahmet eylesin.

Dipnotlar1 www.basbaglar.org2 h t tps : / /www. facebook . com/husey inaygun62/

posts/6565868110369303 Bir savaşın anatomisi: Kürdistan’da askeri çizgi Mezopo-

tamya Yayınları, 20134 http://www.haksozhaber.net/basbaglar-katliaminin-

yaralari-sarilmadi-30746h.htm

40 • Temmuz’16

Tarih

Page 43: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Erenköy

B ir zamanlar üzüm bağlarıyla ünlü bu kö-yün geçmişi, Orhan Gazi döneminde böl-

geye yerleşen akıncılara ve savaşçı dervişlere uzanıyor. Burada oturan ve halk tarafından çok sevilen Eren Baba; çevresindekilere bilgeliğini, semte ise adını bahşetti.

1800’lerin sonunda Haydarpaşa-İzmit de-miryolu Bostancı’ya uzatıldığında ise istasyo-na göre içeride kalan asıl Erenköy, İçerenköy adını aldı.

Feriköy

Buranın adı hakkında da rivayetler muhte-lif. Ermenicedeki “veri”, yani “yukarı” kelime-sinden Yukarıköy anlamına geldiği söylenirken, bir başka hikâyede İstanbul’un ünlü Levanten-lerinden Mösyö Ferry karşımıza çıkıyordu. Burada bir köşk yaptıran Mösyö Ferry, civarda avlanırken attan düşüp ayağını kıran Sultan III. Ahmet’in yardımına koşunca bölge bu ismi almıştı.

Bir diğer söylentiye göre de, Abdülme-cit tarafından, bugün semtin bulunduğu yer Madam Feri’ye bağışlanmıştı ve semtin ismi buradan geliyordu.

Yazı Dizisi

İstanbul’un Köyleri-2Ömer ZİYA

Temmuz’16 • 41

Yazı Dizisi

Page 44: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Hadımköy

Semt adını, bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Hadım Baba ismindeki bir hadımağasına bağışlanan topraklara kurul-masından; bir diğer rivayete göre ise “hizmet eden” anlamına gelen hâdim kelimesinden alı-yor. Bu sefer karşımızda Hâdim Baba vardı ve o bir hadımağası değildi. Kendi adını taşıyan caminin avlusundaki türbesinde yatan bu zatın kim olduğu ise hâlâ bilinmiyor.

Hasköy

Haliç kıyısındaki Hasköy de ismiyle ilgili muhtelif rivayetlerin döndüğü yerlerden biri. Kimine göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığı zaman otağını buraya kurmuş ve bu yüzden buraya “hükümdara özgü olan mana-sında” has denilmişti. Böylece Hasköy adını almıştı.

II. Selim döneminde yaptırılan has bahçe-lerden geliyor, ikinci bir rivayete göre buranın adı. Son rivayet ise Aya Paraskevi Kilisesi’nden ötürü uzun yıllar semte “Parasköy” denilmiş olması; bu isim zamanla Hasköy’e dönmüştü.

Kadıköy

Semtin tarihi epey eski. M.Ö. 1000 civa-rında Fenikeliler, Fikirtepe civarına Harhadon isminde bir ticaret kolonisi kurdu. Daha sonra Moda civarında “Bakır Ülkesi” anlamına gelen Halkedon (Kalkedon) tarih sahnesindeydi. M.Ö. 658’de Sarayburnu’na yerleşen Bizanslılar Kadıköy’ü Khalkedon (körler ülkesi) diye nite-lendirdiler. Bugünkü Tarihi Yarımada bırakılıp da karşıya yerleşilir miydi hiç?

Fatih Sultan Mehmet, Nasrettin Hoca‘nın kızının torunu olan ilk İstanbul Kadısı Celalza-de Hızır Bey‘i buraya yerleştirince semte ön-celeri Kadıköyü, sonra ise Kadıköy denildi.

Karaköy

Burasının eski adı Karayköy’dü ve bölge-nin ilk ahalisi Fatih Sultan Mehmet zamanında semte yerleştirilen Karai Musevileriydi.

Kırım’dan gelen ve Tatar Türkçesi konu-şan Karailer, Yahudi din yasalarının teme-li Talmud’u ve Tevrat tefsirlerini mukaddes metin saymıyorlardı. Sadece Tevrat’ı kabul ediyorlardı. Bu yüzden İbranice “kitapçı” “oku-macı” anlamına gelen Karâî ismini almışlardı. Tahmin edileceği gibi Karayköy zaman içinde Karaköy’e döndü.

42 • Temmuz’16

Yazı Dizisi

Page 45: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

MecidiyeköyÇok değil, bundan 50-60 yıl önce bile

dutluklarıyla meşhur Mecidiyeköy, mu-hacirlere toprak vererek semti yerleşime açan Abdülmecid’den alıyor adını. Çünkü Abdülmecid’in saltanatı sırasında, 1839-1861 yıllarında Osmanlı’nın sınırlarındaki yerleşim-lerden göçenler İstanbul’a sığınmıştı. Onlara yer göstermek için de bu bölge seçilmişti.

Merdivenköy

Göztepe civarındaki Merdivenköy’ün eski adı Bizans döneminde Kutsal Anneler Ülkesi anlamına gelen Aya Mamanos’tu. Semt, Fatih Sultan Mehmet zamanında sarayın süt, peynir, yoğurt ihtiyacını karşıladığı için Mandıra diye de anıldı.

Bugünkü ismi ise halkının çoğunun Alevi-Bektaşi olmasından ötürü “imanına güvenilir” anlamına gelen “merdi iman”dan geliyor.

Ortaköy

Antik çağda Arkheon (Argion) diye anılan semt, yeni ismini Bizans’ta I. Basileios döne-minde yaptırılan Ayios Fokas Manastırı’ndan aldı ve balıkçı köyü oldu.

Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Sü-leyman zamanda yerleşimin başladığı köye, dere vadisinin ortasında olmasından kaynaklı Ortaköy adı verildi. Bir zamanlar köyün göbe-ğinden geçip denize dökülen dere ise Derebo-yu Caddesi’ne dönüştü.

Polonezköy

Polonezköy, 1830 Polonya Ayaklanması’nda hükümet başkanı, sonra da Polonyalı sürgünle-rin lideri Prens Adam Czartoryski tarafından 1842’de kuruldu. Kurucusundan ötürü önce Adampol adını aldı.

Başta, Saint Benoit Fransız Lisesi’ni yöne-ten Lazarist rahipler tarafından çiftlik olarak düzenlendi. İlk zamanlarında 12 kişinin otur-duğu bu Polak köyü zamanla kalabalıklaştı. Şimdilerde ise ünlü kahvaltıcıları ve yemyeşil doğasıyla kentin arka bahçesine dönüştü.

Temmuz’16 • 43

Yazı Dizisi

Page 46: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Cuma ERTAŞİstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı

Bozlakların Efendisi

Neşet Ertaş

44 • Temmuz’16

Atölye

Page 47: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Bin dokuz yüz otuz sekiz cihanaKırşehir’in Kırtıllar Köyü’nde geldin dedilerBabama Muharrem anama Döne Dediysen atayı bildin dediler Babasına sordu. Yoksulluğu, derdi, çileyi

bilen bir edayla sordu. Biz kimiz baba ? Biz garibiz oğlum dedi Muharrem Usta. İşte garip Neşet Ertaş’ın hikayesi bir ayrılık bir yoksulluk birde ölüm. Horasan’dan göçen bir kabilede abdallar sülalesinin mensubu olan Muharrem Ertaş’ın oğlu Neşet Ertaş hayata böyle başladı. Mısralarında da dile getirdiği gibi babasından öğrendi saz çalıp söylemeyi. Daha küçük yaş-larda ise anayı kaybetmenin derdini çocukça bir üslupla dizimdeki sızı diye niteledi.

Dizimde sızıydı anamın derdiTokacı saz yaptı elime verdiDaha yeni bitirdiydim üç ile dördüSende baban gibi sazcı oldun dedilerBabasından öğrendiği saz ona kader yoku-

şunda kimi zaman yük kimi zaman ise sırtın-dan itekleyen bir el bir kuvvet oldu. Düğünler-de babasıyla birlikte hem çalıp hem söyledi. Yoksulluk Neşet Ertaş’ın hikayesini oluşturur dedik ya hani işte bu kez de o yoksulluk Ne-şet Ertaş’ı meydanlarda köçek gibi oynatmaya mecbur kıldı.

Zalim kader devranını dönderdi Tuttu bizi İbikli Köyü’ne gönderdiParmağıma ziller taktı dönderdiOynadım meydanda köçek dedilerTürkülerin kederli iniltisinde, babasının yas-

lı gölgesinde gün geçtikçe büyüyen bir gencin bir an evvel kalbinde aşkın yeşermesi en ola-ğan bir durumdur zannımca. Bir kızı sever la-kin garibe bu da zor bu da çilelidir.

Yârin aşkı ile arttı hep derdimBabamı bir yâre dünür gönderdimBaşlığı çok istemişler haberin aldımİstemiyor seni yârin dediler

Sevdiğini de alamayan Neşet Ertaş anasını kaybettiği günden beri çekmeye başladığı gam yükünü bu kez ıslatılmış bir kumaş gibi daha yüklü daha ağır hale getirir oldu kendi içinde. Babasından ayrı kendi başına düğünden düğü-

ne dolaşmaya, artık kendi türküleri ile kendi sa-natını yaratma gayreti içinde olmaya başladı. Düğünlerde toplu halde bulunmayan, oda oda bölünen halk olmasın ötürü, tek tek dolaşıp da söylemek bir sanatçı için oldukça zor olsa ge-rek. Böylesi bir vaziyet Neşet Ertaş’ı belki de ilk defa kendi türküsünü irticalen söylemeye mecbur bıraktı. Odadan birine çağrılan Neşet karşısında hasta bir çocuk ve başucunda ağla-yan bir anneyi görünce ben burada düğün ha-vası nasıl çalarım dedi ama parayla söylemek bir nevi kula kulluk yapmaktı karşı çıkamadan oturduğu gibi başladı ilk türküsünü söylemeye o yatakta yatan gencin diliyle.

Anam ağlar başucumda oturur Derdim elli iken yüze yetirir Bu dert beni yiye yiye bitirirEl çek tabip el çek benim yaramdanÖlürüm kurtulmam ben bu yaradanOlmadık anda birden söylenen bu türkü bir

bakıma Neşet Ertaş’ın bu ellerden gidip kade-rini yeniden çizebileceği, alnının teriyle para-sını kazanan bir sanatçı olabileceği düşünce-sini uyandırmıştı adeta zihninde. Evet artık bu gövde bu gömleğe dar geliyordu. Gitmeliydi bir an evvel evde zaten artık Neşet Ertaş’a yabancılaşmaya başlamıştı. İlk olarak Ankara, varır varmaz da bir şekilde İstanbul’a gitmek ilk plandı şimdilik.

Kırşehir’de yedi sene kalıncaDüğün düzgün hepsi bize gelince Ne yapsın arkadaşlar yer daralıncaAnkara’ya gider yolun dedilerGarip omzuna sazını attıktan sonra tuttu

Ankara’nı yolunu ilerde kendisini bekleyen bir sürü olaylardan habersiz sus pus öylece ayrıl-

Temmuz’16 • 45

Atölye

Page 48: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

dı baba yurdundan ana vatanından. Ankara’ya gelir gelmez otogara attı kendini usta, şimdi asıl mesele cebinde beş kuruş para olmadan nasıl İstanbul’a gidiceğiydi. Bir muavinle ko-nuştu saz çalarım param yok İstanbul’a götür beni gardaş dedi. Muavin yolculuk boyunca saz çalıp söylemesi karşılığında garibi götürmeye karar verdi. Sabaha kadar çalıp söyledikten sonra İstanbul’a vardı Neşet usta. Günlerce aç susuz sokaklarda dolaştı ve en son artık çareyi Unkapanı plakçılarına gitmekte buldu. Girdiği ilk dükkana selam verip ben türkü çalar söylerim ekmek param yok deyince Şençalar Plakçılık’ın sahibi Kadri Şençalar hemen otur söyle dedi. Babasının bozlağı olan neden garip garip ötersin bülbülü söyleyince Kadri Bey ağ-layarak kardeşi Hüsnü Şençalar’ın yanına koştu ve hemen ona da dinletti bu bozlağı. Kadri Bey garibe bir gazinoda iş buldu. Hemen bir yaşlı teyzenin yanına da kiracı olarak verdi Neşet’i. Usta bu gazinoda her akşam çalıp söyleyecek güzelde bir para alacaktı ve bu onun gibi alçak gönüllü bir insan için nimetlerin en büyüğüydü. Gazinoda çok geçmeden orada sahne alan bir kız sanatçı ile tanışmıştı. Adı Leyla ah neden bu sonraki Leylalar Mecnun’dan da beter eder aşıklarını. Neşet Ertaş Leyla’m demişti bir kere ona, dönüşü yoktu elbet hemen babasına ha-ber edip bir kız var gel gör evlenmek istiyorum diyerek İstanbul’a çağırdı. Muharrem Ertaş Leyla’yı görmüş, Neşet oğlum bu ne sana eş ne de bize gelin olur gel babanın sözünü dinle alma bu kızı deyince bir ruhun iki ayrı bedeni-

yiz dediği babasının ilk defa sözüne karşı ge-lerek evlenmeye karar verdi. Bir zaman sonra Leyla İle Neşet evlendiler ve çocukları olmaya başladı. Üç çocukları olmuştu bile daha evlilik-lerinin altıncı yılında. Leyla sahne almaya de-vam ediyordu gazinoda bu durum ise Leyla’yı halk arasında tanınır hale getirmişti. Güzel bir hanımda olması onu dinlemeye gelenlerin göz koymasına çoktan yetiyordu. Bir mendil vardı Leyla’nın Neşet’e ördüğü birbirlerini bir yere çağırdıklarında bu mendili gönderiyorlardı bir-birilerine. Tabi şunu da hatırlatmak gerekir ki Neşet Ertaş artık Türkiye’de fırtına gibi esiyor TRT radyolarında sesini milyonlara duyuruyor-du. Onun türküleri işsiz, dertli ve aşkını içinde saklayan milyonların bir bakıma tercümanı oluyordu. İşte Neşet Ertaş’ın radyolardan dü-ğünlere oradan da gazinolara koşturduğu bir dönemde mendili kaybolmuş lakin bununda farkına varamamışlardı. Leyla’ya göz koyan-lar mendili çalmış ve artık Leyla’yı kaçırmanın planlarını yapıyorlardı. Ustanın evine giden kötü adamlar kapıyı açan Leyla’ya mendi-li uzatıp Neşet ustamız seni bekliyor deyince Leyla’da hemen çıkıp adamların arabasına bin-di olacaklardan zerrece haberi olmadan. Yolda giden araba birden yön değiştirdi ve artık Ley-la başına geleceklerden Neşet’e neler edece-ğinden az çok haberi olmuştu. Tenha bir yerde duran arabadan çığlıklar içinde zorla ite kalka çıkarılan Leyla iki kişi tarafından vahşice hiçbir insan vicdanın kaldırmayacağı şekilde tecavüz edildi. Ah ah bu nasıl bir acı bu nasıl bir kader diyemeden geçemiyor insan. Leyla yangınlar, tarifsiz kederler, tutunacak bir dalı bile kal-mamış tükenmiş umutlar içinde geldi Neşet’in yanına söyledikleri söz desen değil ateş de-sen ateşler bu kadar da yakamaz ki insanı kar, buz, su desen onlarda bir baharı bir cemre ye-miş toprağı bu kadar kış içinde bırakamaz ki. Neşet’im beni kirlettiler, namusuna el sürdüler gayrı benden sana yar olmaz hakkını helal et çocuklarım sana emanet ben gitmek zorunda-yım. İşte bunlar döküldü Leyla’nın dudakların-dan bir çırpıda. Varsa lügatinizde bu sözlerin bir aşıkta bıraktığı yarımlığı, yanmışlığı anla-

46 • Temmuz’16

Atölye

Page 49: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

tan kelimeler siz söyleyin. Neşet yine de gitme, etme dediyse de nafile gidecekti Leyla.

Doyulur mu doyulur mu Canana da kıyılır mıCananına kıyanlarHakkın kulu sayılır mı Böyle dedi Leyla’nın gidişi üzerine Neşet

Usta. Türküsündeki canan kelimesi birçok ki-şinin anladığı gibi sevgili anlamında değil en küçük kızları olan Canan içindi. Bana kıyıyor-sun beni öylece bırakıp gidiyorsun hiç değilse Canan için kal demenin bir başka yoluydu ama Leyla gitmişti çoktan. Ve aşağı yukarı herke-si bildiği o meşhur türkü Leyla’nın bu gidişine yazılacaktı.

Yazımı kışa çevirdinKarlar yağdı başa LeylamViran oldu evim yurdumNe söylesem boşa Leylam

Her an gözümde perdesinNere baksam sen ordasınMevla’m ayrılık vermesinGökte uçan kuşa Leylam

Yardan ayrı kalmak ölümSöyle ne olacak halımBöyle kader böyle zulümGelir garip başa LeylamArtık bambaşka bir hayat başlıyordu Neşet

Ertaş için Leyla’sı gitmiş biçare kala kalmıştı ortada. Sabahları bir bardak sek rakı içmeden uyanamıyordum dediği bir döneme giren garip aslında bir nevi gem vuramadığı duygularının esiri sarhoşu haline geliyordu. Yine gazinoda çok içtiği bir akşam çalıp söylerken birden sa-zın perdelerine basan sol eline felç girdi. Tür-küyü yarıda kesen Neşet usta tekrar sazı eli-ne almaya çalıştı ama yapamadı. Apar topar hastaneye kaldırıldı ama ikinci bir darbeyi de felç yüzünden yedi. Doktor bu şartlarda bağla-ma çalamayacağını söyledi. Neşet bu durum-da hemen Almanya’daki abisini aradı ve orda tedavi olmak için yanına geleceğini söyledi. Ve otuz beş yıl sonra döneceği vatanından ayrıl-mak zorunda kaldı. Almanya’da iki yıl tedavi-

den sonra tekrar sazı çalmaya başlaması onu tekrar vatanına dönme şöhretine kaldığı yer-den devam etme fırsatı sunabilirdi ama Neşet Ertaş çoktan unutulmuşumdur hem çocuklar burada okusun diyerek gitmekten vazgeçti. Otuz beş yıl boyunca plaklar doldurduğu gibi düğünler için ülkeleri gezmeye devam etti. Bir gün iki sanatçı arkadaşı ile Yugoslavya’ya dü-ğüne gitti ama iki arkadaşı kavga edince şo-förlük bilmeyen Neşet Ertaş tek başına arabayı sürmek zorunda kaldı ve çok geçmeden kaza yapınca ehliyetsiz araba kullanmaktan polisler garibi hapse attı. Üç ay boyunca konsolosluk-lara yazı göndermesine rağmen kimseden bir geri dönüş alamadı. Sadece Yahya Kemal kita-bını gönderip girişine Merhaba Bozkırın Teze-

nesi diye not ekledi. Bu süreç boyunca Neşet Ertaş “Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Hapis-hanelere Attım Postumu, Neredesin Sen” gibi birbirinden değerli türkülerini yazdı. Özellikle Neredesin Sen türküsünü kalemi bittiği için kibritin ucundaki barutu diliyle ıslatarak kağıda yazdı. Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan göz-lüm/ Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen di-yerek Leyla’yı öylesine delice özlüyordu.

Hayatı boyunca siyasi çekişmeler ve kav-galarda bulunmayan usta sanatını bir defalığa mahsus asılan Başbakan Adnan Menderes için öyle acıklı öyle içten konuşturmuştur ki türkü-sünde adeta asılan bir insanın can yakan fer-yatlarını duyarsınız.

Temmuz’16 • 47

Atölye

Page 50: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Toplanmış hakimler dediler idamÜç ağaç içinde yetiyor vademBeni kurtarmaya da yokmuş adam Asıyorlar kara gözlüm gel ağla

Senin kaderinde benim tecellimHapis damlarında yetmiş ecelimSehpaya da çıkmaya yoktur mecalimAsıyorlar kara gözlüm gel ağlaAslında bu sözler bir siyasi bir düşünceden

ziyade günahsız bir insana karşı duyduğu derin bir üzüntünün göstergesidir. O, gönülden anla-yan halden bilen bir sanatçı, onun bir yarada kan ve etten fazlasını görmesi onun acıyla hem hal oluşundan geliyor galiba.

Yıllar sonra ise henüz Leyla’nın acısı tam anlamıyla geçmemişken Antalya’da Leyla’nın fuhuş çetesinin başında yakalandığı haberini alınca Leyla’nın bu haline mi yoksa Babasının sözünü çiğnediğine mi yanacağını bilemez oldu Neşet Usta. O acıyla türküsünde Leyla’ya bir kez daha seslendi.

Niye çattın kaşlarınıBilmiyorum yar suçlarımıÖlürsem ben saçlarınıYolma gayrı yolma leyli leyli

Ben yandım aşkın narınaMeyletmem dünya malınaÖlürsem ben mezarımaGelme gayrı gelme leyli leyli

Bir garibim düştüm dileGerçeklerde olmaz hileZalimler elinden bileAlma beni alma leyli leyli

Çekilen o acının tarifini biraz olsun bu di-zeler anlatır gibi oluyor ister istemez. Gitme! Kurbanın olayım gitme! Bu sözlerle sevdiğine yalvaran bir insanın şimdi ise mezarıma bile gelme diyerek sitemler etmesi, soruyorum siz-lere hangi duyguların dile gelişidir. Aşık olan bir babanın da bu olay üzerine oğluna sözleri türküyle söylemesi icap eder.

Temiz ruhlu saf kalplisin şöhretsinHakkın vardır evlenmeye evladımMevla’m sana yapanları kahretsinAslı bozuk alma dedim evladım

Dokunsalar nazik tene kir gelirBizden önce ceddimize ar gelirKöle olmak şanımıza zor gelirSen aklını yitirmişsin evladım

Küsmedim Neşet’im kahrettim sanaBaban değil miydim sormadın banaOlan olmuş yavrum ne deyim sanaAslı bozuk alma dedim evladım

Bu türkü üzerine bir evladın mahcup ve piş-man olmaması elde değildir lakin Aşık olan ev-ladın da bir çift sözü vardır elbet.

Aşkı kimden aldın sevgiyi kimdenAslı bozuk deme gel şu insanaSoracak olursan eğer ki bendenAslı bozuk deme gel şu insana ya dost

Yazımızı felek yazdı Mevla’dan değilSenin dediklerin evladan değilHer hata suç bende Leyla’dan değilAslı bozuk deme gel şu insana ya dost

Ulu arıyorsan analar uluSevmişiz gönülden olmuşuz kuluAnalar insandır biz insanoğluAslı bozuk deme gel şu insana ya dost

48 • Temmuz’16

Atölye

Page 51: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Allah’ım bu nasıl bir aşk bu nasıl bitme-yen bir sevgi bu nasıl bir saygı. Kal demesine rağmen bir başına koyup giden bir insana bu neyin hoşgörüsüdür. Adı kirli bir çetenin ba-şında anılmasına, alem içinde boynunun bü-kük bırakılmasına rağmen her hata suç ben-de Leyla’dan değil demek hangi yaralı gönlün altından kalkacağı bir iştir sorarım sizlere. Ve türkünün son kıtasında Neşet Ertaş’ın altını çizdiği yer kadınlık ve kadına saygı konusunda çok önemlidir. Analar insandır biz insanoğlu diyerek aslında itham edilenin eski karısı ol-masından ziyade bir kadın bir ana olduğunun üzerinde kararlılıkla durması takdire şayan bir harekettir benim kabulümce. İşte Neşet Ertaş olmak budur. Yazımın başından beri anlatma-ya çalıştığım mesele bir derdin insanı nasılda güzelleştirdiği, bir acının insanın el değmemiş yanlarını nasılda yoğurduğudur. Bekleyişin üzümü şarap yapan bir edayla nasılda bir in-sanın sözlerini damaklarda hoş bir tat bırakan hale getirmesidir. Çok geçmeden içi kırgınlık-larla dolu babasını toprağa vermek usta için vahim bir durum olmuştu. Bir ruhun iki ayrı in-sanıyız dediği babasının böyle gidişi bir evladı nasıl perişan eylemez.

Garibin dünyada yüzü gülemezHer zaman işleri zordur garibinSever sever sevdiğini alamazBülbül gibi işi zordur garibin

İniler arı gibi kendinden geçerHer çiçek bağrına bir yara açarBir bina yapsa da çabucak uçarBöyle kara bahtı vardır garibin

Garibin yüzüne gülen bulunmazGül olsa pazarda alan bulunmazGaribin derdinden bilen bulunmazDünyası başına dardır garibin

Artık bunca acıdan çilelerden sonra tek bir iş kalmıştır geriye oda türküler yazıp sanatı-na yeni değerler katmaktır. Öyle de olur zaten ilerleyen yaşın getirdiği bir dünya görüşü ve acılarla bezenip bu hallere gelmek yeni tür-külerinde muhteva açısından bariz bir şekilde kendini gösterir. Dünya’ya, insanlığa, kardeşli-ğe, birliğe ve bütünlüğe öyle anlamlı öyle cana yakın mesajlar verir ki Neşet Usta, türküleriyle kötülüğe savaşlar açar adeta.

Temmuz’16 • 49

Atölye

Page 52: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Bir anadan dünyaya gelen yolcu Görünce dünyaya gönül verdin mi? Kimi büyük kim böcek kimi kul Bunlar neden nedenini sordun mu?

İnsan ölür ama ruhu ölmez Bunca mahlukat var hiç biri gülmez Cehennem azabı zordur çekilmez Azap çeken hayvanları gördün mü?

Garip bülbül gibi feryat ederiz Cehalet(cahiller) elinde küskün kederiz Hep yolcuyuz böyle geldik böyle gideriz Dünya senin vatanin mi yurdun mu?

TRT radyoları garibi çoktan öldürmüştü bile. Onun türkülerini çalmadan evvel rahmetli Neşet Ertaş diye söze başlıyorlardı. Kendi ül-kesinde ölmeden öldürülmek tekrar vatanına dönme hevesini kursağında bırakmaktan baş-ka bir şey değildi garip için. Ama ikna edilme-li vatanına tekrar getirilmeliydi. Arz-ı endam etmeliydi türküleriyle milyonların gözü önün-de ve son bir defa ben daha ölmedim deme-liydi var gücüyle. Birileri için artık bu du-rum can sıkmış ve Neşet’i ikna etmek için Almanya’ya seferler başlamıştı. Bayram Bilge Tokel’in büyük çabaları sonucunda usta ikna edildi. Hasan Saltık ise türkü-lerinin telif hakkı için var gücüyle çalış-tıktan sonra olması gerektiği gibi türküler asıl sahibine verildi. Artık her şey hazırdı ama usta beni çoktan unutmuşlardır di-yerek endişeliydi bu dönüşten. Harbiye’de binlerce kişinin katılacağı bir konser hazırlı-ğı çoktan başlatılmıştı. Neşet Ertaş dönmüş-tü öz yurduna ve ertesi günü konsere çıkacak-tı. Evine gelenler konser ücretini uzattıklarında bizim Abdalların parası yoktur içeri giremezler bu parayı onların bilet parası diye sayar-sınız dedi. Neşet Ertaş dünya malının dünyada kalacağını asıl olanın insanlık olduğunu yine öyle güzel anlat-mıştı ki verdi-ği bu ders-

le parmak ısırmamak mümkün değildi. Konser gerçekleşmiş dolu dolu bir program olmuşta fakat asıl önemli olan garibin bunca zaman sonra bu kadar içten gülmesiydi. O unutulma-mıştı. Devrin Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in kendisine devlet sanatçısı unvanını vermeyi teklif ettiğinde ben halkımın sanat-çısıyım kabul edemem demesi aslında onun halkına nasıl bir sevgi ile bağlı olduğunu gös-teriyordu. Böylesi bir gururu yaşamak yerine o halkın gönlünde yer edinme gayesiyle ça-balıyordu. Konserler, televizyon programları artık hayatının geri kalanında onun için en ke-yifli durum haline gelmişti. Yıllar ilerliyor artık gittikçe yaşlanıyordu usta. Eskisi gibi artık sık sık konserler verememeye başladı. Televizyon programları ise artık onun için yorucu hale geliyordu ister istemez. 2012 yılının Ağustos sonlarına doğru konulan kanser teşhisi üzeri-ne hastaneye yatı- rılan usta artık az çok

50 • Temmuz’16

Atölye

Page 53: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

sezmişti ölümün kapıyı çaldığını. Yeni şeyler söylemek lazımdır her vakit ölüm gelip kapıya dayansada. Garip alır eline kalemi derme çat-ma bir yazıyla sözlerini yazar türkünün, sazını çalamayacağını adı gibi biliyordur.

VEDATükendi ömrümün çoğu gidiyor Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi Sevdiğim uzaktan seyir ediyor Beni görüp bakınıyor el gibi

Geçti günler, yıllar, ömürse doldu Giden gitti bilmem geri ne kaldı Ömrümün baharı sarardı soldu Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi

Veren, geri almak için gözlüyor Her an her saniye beni izliyor Garip bağrım için için sızlıyor Sazımda inleyen sırma tel gibi

Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum Ne kimseye küskün ne de dargınım Bir ahu gözlüye candan vurgunum Garip gönlüm kapısında kul gibi12 Eylül 2012. Ölüm ne garip bir şey giden

öyle bir gidiyor ki sessiz, soğuk kış gecelerinde yürüdüğü karda bırakarak izini ama ardına bile bakamadan usul usul gidiyor. Peki ya kalan na-sıl kalıyor geride asıl zor olan mesele bu değil mi? Gidenler özlüyor mu? Yerinden memnun mu bilmem ama kalanın ne özlemi bitiyor ne de gideni mum ışığıyla araması. Neşet’im eylü-lünün ortasında giden bir yaz gibi sıcağı, sami-miyeti ve acıyla karışık gülüşü aldı gitti bizden. Dediği gibi yorulmuştu garip öyle küskünlük, dargınlık taşıyacak bir yüreğide yoktu ki ama hala vurgun hala sevdalıydı vefasız sevdiğine son nefesinde bile. Toprağa verilirken mezarı-ma bile gelme dediği Leyla ordaydı. Allah gani gani rahmet eylesin. Makamı âli mekanı cen-net olsun.

Günümüzde pek çok televizyon program-larında ve söyleşilerinde Neşet Ertaş’ı mahalli bir sanatçıdan öte görmemeleri başta garip

olarak biz sevenlerini ziyadesiyle üzmektedir. Bu tip söylemler muhatabının başta kişiliğine, emeğine ve kültürümüze katkıda bulunan bir sanatına büyük bir saygısızlıktır. Söylediklerim mahalli sanatçıları küçümseme niyetinde asla değildir ama eğer ortada bir mahalli sanatçı-lıktan çok kültüre, sanata ve maneviyata yöne-lik eylemler varsa biz sevenleri olarak Neşet Ertaş’a hak ettiği değerin verilmesi için bu gibi söylemlerde ve savunmalarda bulunmak zo-rundayız. Dadaloğlu gibi halk şairi ve aşığı ile aynı kabileye mensup bir insanı düğün çalgıcısı gibi görmek kimin haddidir. Zamanın getirdiği koşullar yüzünden Neşet Ertaş’ın daha önce-ki aşıklar ile bağdaşmayan eylemlerde bulun-duğu için onlardan soyutlar hale getirmek bu kültürün dönen çarkına çomak sokmaktır. Her ne olursa olsun ekmek parasından başka hiçbir gaye gütmeden televizyonlarda, gazinolarda ve düğünlerde türküler söylemek ötekileştiri-lecek bir durum değildir. Bu cümleleri yazar-ken de aklıma köyümdeki onu yakından gören ve tanıyan Ferhat amcamın dedikleri hatırıma geliyor birden. Neşet Ertaş’ı bilmeyenler türkü söyler sanır yeğenim demişti bana. Çok güzel özetliyor durumu bu cümleler, evet her deni-lenler onu bilmemekten kaynaklanıyor. Onda Anadolu insanının hayatının her bölümünde yaşadığı ve yaşayabileceği dertler var, o garip, mahzun, mahcup ve en çokta bizden birisi. Yer sofrasında bölünen bir ekmeği yiyen, köydeki, şehirdeki garip Ahmet Emmi, Mehmet Emmi gibi uzun Samsun sigarası içen, üç kuruşu Allah’tan gelen bir rızık diye kabul edip mut-luluğun parada olmadığını bilen birisi Neşet Ustam. Gönüller yapan, kalplerin arasında gizli bir yol olduğunu savunan ve hayatı boyunca bu yolu arayan, ayaklarınızın turabı gönüllerinizin hizmetçisiyim diyen bir gönül ehli.

Dost elinden gel olmazsa varılmazRızasız bahçenin gülü derilmezKalpten kalbe bir yol vardır görülmezGönülden gönüle giden yol gizli gizli.

Temmuz’16 • 51

Atölye

Page 54: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

B olu’nun ulu dağları ve o dağların dorukla-rında özgürlüğün mükemmel senfonisi do-

ğayla bütünleşmiş bir şekilde sanki bir çiçekte sembol bulmuş gibiydi. Tek başına özgürlüğün ve arınmanın doruklarında köklerini dağların derinliklerine salmış bir çiçek... Bu nasıl bir koku böyle; aşkın kokusu onda gibiydi, ah çöl-lerin kokusu; arayışın ve arzuların kumlandığı o çöller, içinde ne zorluklar barındırıyor, ölüm ne ki? Ondan daha büyük ve soylu zorluklar, öl-mek için yaşama zorluğu, hayatı sadece ölümü hak eden biri gibi yaşamak.

Çöllerdeki kumlar kayanın güneşin sıcak-lığındaki feryatlarının parçalanışı gibidir. O devasal kayaların güneşin sıcaklığı ve ay’ın eşliğindeki gecenin soğukluğuyla yürekleri parçalanır. Güneşin aşkı sıcaklığıyla kayanın yüreğine gerilimi sokar, onun yüreğini tüm sı-caklığıyla doldurur. Onun her parıltısı kayanın yüreğinde hapsolan ateşin yani özünün -mag-masının- tekrar kaynamasına sebep olur. Bu nasıl bir kaynama böyle ki, onunla baş edile-bilecek gibi değil. Çünkü onun güneşe duydu-

ğu sevgi , ona özündeki gerçeği göstermeye başlar fakat ne o ateşe ulaşabilmekte, ne de güneşe.

Zavallı kaya çölün ortasında yapayalnız tüm gerilimleriyle; derken güneş gökyüzünde kay-bolur, kaya ondan aldığı sevgiyi tekrar tekrar kaybeder. Güneş ondan bakışını esirgediğinde onu karanlıkla baş başa bırakır. Ve derken kaya gökyüzünde tüm ihtişamı ve çekiciliğiyle ay’ı görür, onu güneşe benzetir ve tekrar güneşi hatırlamaya başlar. Fakat güneşin olmayışın-dan kaynaklanan soğukluk ay’ın o bakışlarıyla birleştiğinde içindeki aşkın sıcaklığı ve umut-suzluğun soğukluyla olan bu zıtlık bir an onun paramparça olmasını sağlar ve o uçsuz bucak-sız çöllerde parçalar halinde diğer kumlara ka-rışan bir kum kümes olur.

Derken bir rüzgar... Gelir ve alır onu ve de-nize teslim eder. Deniz; sonsuzluğun ufkunun bir serabı olan deniz, onu daha fazla tutama-yıp başka bir karaya bırakır. Ve sahile vurmuş bu kum tanelerini rüzgar alır, bu sefer dağların doruklarına çıkartır. Çıkmasına çıkar fakat bu

Abant Gölünün Gerçek HikayesiAsım BEKİR

52 • Temmuz’16

Hikaye

Page 55: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

serüvende tek bir kum parçası olarak hayatta kalabilmeyi başarır sadece ve tek başına kalan kum tanesi dağın tepesine yerleşir.

Aradan belli bir süre geçer ; doğa elbisesini çıkartır ve doğa elbisesini giyer, tekrar güzellik uykusundan kalkar ve bir gün üzerine düşen bir tohumla kum tanesi o tohumun köklerine yer-leşir. Bunu duyan deniz, onu belli bir zamanda umudun serabında taşıyan deniz, mutluluktan kabarmaya başlar, onun bu kabarışını gören güneş de neşelenir ve ondan aldığı su tane-lerini bulutlarla paylaşır. Bulutlar rüzgarında eşlik etmesiyle o yüksek dağların doruklarına gelirler ve tohumun olduğu yerde bir zaman-lar kayanın yaşadığı o hüzünlü hikayeyi kuşlar-dan işitirler. Bu hikayeyi dinleyen bulutlar da-yanamazlar ve ağlamaya başlarlar, onlardan toprağa akan her damla tohumun canlanma-sını sağlar ve canlanan tohumun içindeki kum tohumla birleşir ve onun toprağı olur, onun bir parçası olur ve onunla açar, açarken bir de ne görsün, bir zamanlar içini boşluk bırakma-dan dolduran aşk sıcaklığından ve karamsarlık soğukluğundan kendisinin parçalanma-sına sebep olan gü-neş ona gülümser ve ona ışığını cö-mertçe gönderir.

Fakat bu ışık çok farklıydı, sanki çiçek için özeldi ve sanki o çiçek özgürlüğün kokusunu, dağların

doruklarında güneşten aldığı sevgiyle yüre-ğini harekete geçiren yeniden dirilişin vermiş olduğu ilahi hediye olan kokusunu, cömertçe rüzgarla paylaşır. Ve rüzgar onun kokusunu dünyanın dört bir yanına yayar ki herkes şunu anlasın; sevgi umutsuzluğu yendi ve çöllerdeki sert kayayı dağların doruklarındaki güzel ko-kulu bir çiçeğe çevirdi.

Ve çiçek ölmek üzereyken , güneş bunun ol-maması için ona daha çok sevgisini gönderme-ye çalıştı, fakat her gönderişinde yeryüzü bi-raz daha ısınıyordu. Lakin nafile çiçek ölecekti, onun solan yaprakları bunun bir göstergesiydi. Bundan dolayı güneş öyle bir acı çekti ki, onun çektiği acının sıcaklığı yeryüzünü o kadar ısıttı ki, denizler sularını kaybederek çıplak kaldılar, göller kurudu, bulutlar güneşin bu acısından dolayı gözyaşıyla doldular. Ve dağların ete-ğinde başladılar hüngür hüngür ağlamaya, o kadar çok gözyaşı döktüler ki, dağların eteğin-deki çukurda bulutların gözyaşları birikmeye başladı ve bir göl gibi dağın eteğini kapladı.

Çiçek ölmüştü fakat dağın eteğin-de oluşan gölde yeni bir hayatın

başlamasına sebep olmuştu.İşte Abant gölünün gerçek

hikayesi. Bu hikayeyi bu zamana kadar kimseden duymamışsınızdır. Çün-kü ben bu hikayeyi dağın tepesindeki rüzgarlardan

öğrendim. Bir sır gibi kula-ğıma fısıldadılar.

Temmuz’16 • 53

Hikaye

Page 56: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Ye, Tüket, Sev!Osman Zinnur AKSU

T hey Live (Yaşıyorlar), ünlü yönetmen John Carpenter’ın 1988 yılında çektiği, başyapı-

tı denemeyecek olsa da sistem eleştirisi olma-sı yönüyle en “dikkat çekici” filmi sayılabilecek film. Filmin senaryosu, Ray Nelson’ın 1963’te yazdığı “Eight O’clock in the Morning” (Sabah Saat Sekizde) adlı kısa hikayeden alıntılanmış-tır ve büyük ölçüde paralellik gösterir. Filmin konusu kısaca şöyle;

Güreşçi Roddy Popper’ın can verdiği karak-ter John Nada; Los Angeles’ta yaşayan işsiz, vasıfsız, evsiz barksız, meteliksiz bir insandır. Uzun arayışlar sonunda kendine bir şantiye-de iş bulur. 80’lerin Amerika’sı -şimdiki TOKİ mantığıyla her boş bulduğu arsaya “İnşaat ya Resulallah” demişçesine büyük binalar ve betonarme siteler döşeyen Türkiye gibi- top-lu bir şantiyeler lobisidir. Her köşesinde bir inşaat, bir şantiye görülebilir Los Angeles’ın. Tabi ki büyük resimde bu gökdelenlerin, ihti-şamlı yapıların ardında kendine yer bulmaya çalışan küçük derme çatma gecekondular ve favelaları andıran fakir mahalleleri de görüle-bilir, Carpenter da filmde bunlara dokunma-

dan edemez elbet, Nada şantiyeden tanıştığı arkadaşı Frank aracılığıyla evsiz ve işsizlerin yaşadığı “Shantytown”da (Türkçesiyle gece-kondu mahallesi) kendine kalacak bir ev bulur. Bu mahallede işçiler bir televizyon izlemekte-dir ve televizyonda sürekli dönen konut proje-leri, mutlu ve zengin insan portreleri, ihtiyaç-tan(!) doğan harcama yönlendirmeleri temalı reklamların arasında birinin “Sizi kandırıyorlar, buna inanmayın, otoriteye başkaldırın.” temalı gidip gelen ve mütemadiyen karıncalanan ko-nuşmalarını görür. Ayrıca yaşadığı yerde bir kilisede tuhaf şeyler yaşandığını da hisseder. Derken bir gün söz konusu kilise polis tarafın-dan basılır ve tarumar edilir, devlet faşizminin en çirkin şekilde sergilendiği bu sahnede po-lisler sistem karşıtı yaşlı bir dayı ve kilisenin papazını marazlamaktan da imtina etmezler. Nada bu kilisenin enkazı arasında dolaşırken bir güneş gözlüğü görür. Bu güneş gözlüğünü takarak şehre indiğinde Nada’nın adeta kalp gözü açılmıştır artık. Meşhur sahnede Nada gözlüğünü takmadan önce normal reklamları gördüğü billboardlarda gözlüğü taktığı anda

54 • Temmuz’16

Sinema

Page 57: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

OBEY (itaat et), CONSU-ME (tüket), WATCH TV (televizyon izle), WORK 8 HOURS SLEEP 8 HO-URS PLAY 8 HOURS (8 saat uyu 8 saat oyna 8 saat çalış), BUY(satın al), MARRY AND REP-RODUCE (evlen ve ço-ğal), NO THOUGHT (düşünce yok) gibi slo-ganlar yazdığını görür. Şehrin her yanındaki reklamlar adeta insan-ları boğarak alttan alta bu mesajları vermekte-dir aslında. Bu slogan-ların en çarpıcı olanıysa elbette paraya bakınca gördüğü THIS IS YOUR GOD (Bu sizin Tanrı’nız) ifadesi olsa gerektir. Gözlüğün etkisinde in-sanlara baktığında bazı zenginlere baktığında kurukafa görür Nada ve bunlardan birkaçıyla tartışır, buradan sonra film basit bir Amerikan bilimkurgusuna ve uzaylı istilasının Amerikan bir başkahramanca yenilmesiyle Dünya’nın kurtulmasına bağlansa da buraya kadar yapı-lan sistem eleştirilerini tahlil etmek için ayrı bir paragraf açmak elzemdir.

Filmin marksist anlayışla patron-işçi çatış-masından ve işçilerin sömürülmesiyle düze-nin sürdürülmesinden bahsettiği söylenebilir. İşçilerin lümpen ve alaycı bir tavırla onları ilk uyarmaya çalışan papazı dikkate almamaları da Marks’ın işçi cehaleti konusundaki fikirleriy-

le bağdaşlaşsa da film,

tek kadın karakterin her

fırsatta Nada’yı sırtın-

dan bıçaklaması ve ade-

ta bir şeytan gibi temsil

edilmesiyle çoğunluğu

marksist olan 2. Dalga

Feministleri tarafından

yoğun eleştirilere ma-

ruz kalmıştır.

Carpenter film hak-

kındaki görüşlerini o

yıllarda verdiği bir rö-

portajda şöyle anlata-

caktı: “Tekrar televizyon

seyretmeye başladım.

Ve hemen gördüğümüz

her şeyin bize bir şey

satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün

istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek is-

tedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit

Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişler-

di.”1

Film, her ne kadar 18 yıl önce çekilmişse

de bugünlere bir ışık niteliğinde olabilecek ve

doğru okunduğu takdirde sistemin ana alter-

lerini net bir şekilde ortaya koyarak izlenmeyi

hak eden bir film olma niteliği taşımaktadır.

Dipnotlar1 http://www.odasanat.org/index.php/2009/02/they-

live-onlari-yasatanlar-biziz/

Temmuz’16 • 55

Sinema

Page 58: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Radiohead şeriata karşı mı?İsmail Kılıçarslan

Yeni Şafak - 19 Haziran 2016

S özgelimi Türkiye şeriatla yöneti-len bir ülke olsa Ramazan ayında

ya da bir başka ayda sokakta açıkça içki içen ya da zina eden birilerini gör-düğünüzde onlara fiziki müdahalede bulunma hakkınız, modern hukukun bireye verdiği haktan daha fazlası de-ğildir. Yapmanız gereken şey, bu du-rumu ilgili makama bildirerek tedbir alınmasını, ilgili hukuka göre faillerin cezalandırılmasını sağlamaktır.

Türkiye şeriatla yönetilmediğine, siz de şeriat polisi olmadığınıza göre buğz etmekten, yanlış bulduğunuz bu fiili dilinizle telin etmekten gayrısını yapamazsınız.

Gelelim ilgili örnekte olduğu gibi ilgili fiilin kapalı bir mekanda yapıldığı durumlara. İslam’ın hassasiyetle üze-rinde durduğu husus ‘tecessüs’tür. Bir evde ne yapıldığı, neler olup bitti-ği ile ilgilenmek haramdır. Evin mah-remiyeti vardır. İçinde ne olup bitti-ğini merak etmek kimsenin haddine değildir.

Sadece ‘ağır şüphe’ durumların-da hukuk makamlarının yetkisi söz konusudur. Siz ‘zanla’ hareket ede-mezsiniz. Zira zanla amel etmek de haramdır.

Örneği netleştirelim. İçinde zina edildiğini düşündüğünüz bir evin du-varlarını dinleyemez, o evi gözetle-yemezsiniz. Böyle yaptığınızı anladığı an şeriat mahkemesi sizi cezalandırır.

Dahası da vardır. Mesela kendisi-ne zina isnat ettiğiniz birinin bu su-çunu sabit kılmak üzere kendinizden başka 3 şahit daha getiremezseniz yine cezayı alan taraf siz olursunuz.

‘Bütün bunların Radiohead kon-seriyle ne alakası var?’ diye sormayın

lütfen. Zira çok alakası var. Bir grup insan oruç tutmamayı, Ramazan gün içki içmeyi tercih edebilir ve siz bu-nun için hiçbir şey, evet, hiçbir şey ya-pamazsınız. Yaptığınız her şey İslam hukukuna aykırı olur.

Bence o mekanı basan insanlar bir provokasyonun tarafıdırlar. De-ğillerse, meselenin İslam’la bağını bilmeyen, dinin böyle meselelere nasıl yaklaştığından habersiz bir kit-ledirler.

Gençler neyi nasıl okumalı?Faruk Beşer

Yeni Şafak - 17 Haziran 2016

G ençlerin okumalarındaki temel prensip şu olmalı: Dinin sabi-

telerini, olmazsa olmazlarını; yani Resulüllah’ı ve Kuranı kerimin temel konularını, imanın ve İslam’ın şartla-rını tam öğrenmeden, bu konularda istikrar bulmadan tartışma alanına giren felsefi kitaplar, hatta tasavvufi kitaplar okumamalı. Elbette felsefe de tasavvuf da gerekli, ama denize ancak yüzmeyi öğrendiğimiz zaman açılma-lıyız. Yoksa boğulma tehlikesi yüksek.

Bazıları buna, felsefe ve tasavvuf neden gerekli diye itiraz etmişler. Onu başka bir vesile ile cevaplamaya çalışırız. Ama bendeniz bu görüşüm-de ısrarlı ve kararlıyım. Müslümanın sabit doğruları vardır. O her şeyi ye-niden keşfetmez. Dinlerin felsefeden farkı da budur. Dinler hep birbirini tamamlayarak, felsefe ise bir önceki-ni yıkarak gelmiştir. Bu sebeple eğer bizim gayemiz iyi bir müslüman ol-maksa kesinlikle önce sabitelerimizi öğrenip, imanımızı ve amelimizi sağ-lama almalıyız. Bilginin kötüsü olur mu, öğren de ne öğrenirsen öğren diye düşünmek çok şeytani bir de-

sisedir. Kişiliği iman belirler. İman bizim için tartışılmayan doğrular-dır. Tartışılamaz olması, uzun tartış-malardan sonra değiştirilememiş ol-masındandır. Yani tartışsanız da yine aynı noktaya gelmiş olacaksınız. Eğer İslam diye bir yolun doğruluğuna inanmışsanız ilk, orta, hatta üniver-site seviyesindeki öğrencilere İslam’ı felsefe ile Mesnevi ile Mektubat ile Fusûs’la, Risalelerle anlatamazsınız. Anlatırsanız ümmeti bölersiniz. Böyle deyince her iki uçtan hücuma uğru-yoruz Felsefe putuna kötü söylediği-miz ve ‘bizim kitabın’ saltanatına söz ettiğimiz için.

Mozart’ın beğendiğim bir sözü vardır: “Bekâr insan benim nazarım-da yarımdır. Bu konuda çok düşün-düm, fakat inancımı değiştiremedim” der. Ben de bizi bu konuda hesaba çekmeleri üzerine çok düşündüm, ama bu kanaatimi değiştiremedim. Tefekkürü bizden bir ibadet olarak isteyen bir dinin saliki olarak felsefe olmasın diyecek kadar düşünemiyor değilim, Gazalî’nin felasifeyi tekfir ederken bile bunu yine felsefeyle yaptığını da biliyorum. Ama burada iki önemli nokta var. Birincisi, felsefe ile tefekkür aynı şeyler değildir. İkin-cisi, müslüman bir öğrenci, müslü-man olarak varoluşunu tamamlamak için,tefekkürün temel meseleleri ha-riç, lisans sonuna kadar sadece doğ-ruluğu kanıtlanmış bilgilerle yetiş-melidir. Bunu tamamladıktan sonra ancak felsefi okumalar yapabilir.

İEL’yi kim teslim aldı?Mehmet Fatih Kacır

Star- Açık Görüş - 18 Haziran 2016

A slında gözlemim ve düşüncem o ki, İEL öğrenci ve mezunlarının

da büyük kısmı bu kadar tektipçi, ja-

Basından Yansıyanlar

56 • Temmuz’16

Medya

Page 59: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

koben değiller. Fakat her nasılsa, bir şekilde teslim oluyor okulların iklimi bu bağnazlığa. “Die Welle/Dalga” diye bir kitap okumuştuk ortaokulda. Bir okul örneğinden hareketle tektipçi-liğin nasıl hızla hakim kültür haline geldiğini anlatıyordu. Hep o gelir, bu konuyu düşününce aklıma. Her halde diyorum, öyle bir dönem geldi geçti memlekette. Baskıcı, totaliter bir dö-nem... Birkaç da askeri darbe... Sindi, kaldı buralarda ağır baskıcı havası o dönemlerin.

Ama artık herkesin farketme-si lazım bazı şeyleri. Bu bağnazlığın İEL ve benzeri okulların toplumdaki itibarını yerle bir ettiğini, marjinal-leştirdiğini görmesi lazım herkesin. Ülkede kendi mecrasında muhalefet yapmayı beceremeyenlerin, hemen okulun adını nasıl da siyasal amaç-ları için kullandıklarını, anamuhale-fetin başındaki biçare şahsın hemen tweet’e neden sarıldığını, marjinal, uç bilimum siyasal akımın hemen nasıl da buradan taban tutturmaya çalış-tığını ve bütün bunların neticesinde zarar görenin ve görecek olanın İs-tanbul Erkek olduğunu görmesi lazım herkesin.

Sadece İstanbul Erkek’te değil, başkaca okullarda da birilerinin okul-ların logolarının basılı olduğu kağıt-larla bildiriler yazınca okulların sahibi olduklarını zannettiklerini, bir okula sahip çıkmakla o okulun tek sahibi ol-duğunu zannetmek arasında önemli bir fark olduğunu görmeli artık her-kes.

Okulların mezunlar derneklerinin yöneticileri de asli vazifelerinin siya-set yapmak değil, tüzüklerinde yaz-dığı gibi okullar ve mezunlar lehine gerçek çalışmalar yapmak olduğunu, öğrencilere destek olmanın yolunun ise onları siyasi bir taraf haline ge-tirip kışkırtmaktan değil, akademik ve sosyal alanlarda desteklemekten geçtiğini, mezunlarının arasında her

görüşten insanın varlığının doğal, kıymetli ve saygıdeğer olduğunu hep akıllarında tutmalılar.

Kendilerinden olmayan fakat halkın teveccüh gösterdiği her güçlü lidere sivil diktatör iftirası atanlar ve memlekette bir çoğunluk tahakkümü olduğu yaygarası koparanlar ise lise-lerde, üniversitelerde sözde çağdaş-lık adına kurulmak istenen mahalle baskısını iyi okumalılar. Yıllarca ileri demokrasi sevdalısı zannedilen libe-raller ve sosyalistlerin pek çoğunun tek önceliği mevcut iktidardan ve Sayın Erdoğan’dan demokratik olma-yan yollarla da olsa kurtulmak haline geldi. Bundandır göremiyor oluşları hakikatleri.

Sekiz senem geçti İstanbul Erkek’te. Sirkeci yokuşundan çıkar-ken kafamı her yukarı kaldırıp baktı-ğımda, 11 yaşımda babamla birlikte kayıt yaptırmaya giderken okulu ilk gördüğüm an gelir aklıma. Nice güzel insan yetiştirdi bugüne kadar İstan-bul Erkek, daha nice güzel insan da yetiştirecek. Okul üzerinde tahakküm kurmaya çalışan bu bağnazlara rağ-men.

Her ağacın kurdu özünden olurYıldıray Oğur

Türkiye - 27 Mayıs 20162014 yılında tümüyle kendisini ve ailesini hedef alan iki büyük badire-yi halk mitingleri ve yerel seçimlerle bertaraf ettikten sonra Cumhurbaş-kanlığı seçimlerinde aday olan Er-doğan, kendisi için yapılan Dombra şarkısını bile uzun bir süre kabul et-mediğini partinin seçim kampanya-larını yürüten Erol Olçak şöyle anlat-mıştı:

“Sonra Sayın Erdoğan beni yanı-na çağırdı. Özel olarak kulağıma bu şarkının çok kişisel olduğunu isminin çok geçtiğini ve bu şarkıyı kullan-manın doğru olmayacağını söyledi. Hatta biraz itikadi problemlerden de

bahsetti. Ve ‘bu şarkıyı kullanmak için acele etmeyelim ben iki gün dü-şünmeliyim’ dedi”

AK Partililer “dava” derken neyi kastediyor, tam bir tarifi yapılmadığı için bilmiyoruz. Ama bugüne kadar AK Parti kadrolarını oylarıyla Ankara’da iktidar yapan büyük kalabalıklar için davanın kısa hikâyesi böyle. Pek çok hatayı, ayıbı görmezden gelip 14 yıldır bu ‘dava’nın üzerinde titreme-lerinin sebebi de bu. Hamaset değil sahiden “yerli ve millî” demokrasi ve hürriyet mirasını omuzlarında ta-şıyan dünyadaki başka hareketlere örnek olmuş böyle bir tecrübenin bu kadar büyük badire atlatıldıktan, bun-ca kazanım elde edildikten sonra ge-riye sarıyormuş hissi verecek olaylar-la ve görüntülerle anılması da en çok bu partinin Türkiye’nin yarısı demek olan seçmenlerini endişelendirir.

Hazreti Ömer’e adaletten sapar-san seni kılıcımla düzeltirim diyen sahabi kıssalarıyla, Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker kültürü içinde yetişmiş insanları, her eleştirilerinde ihanet kılıcıyla tehdit edemezsiniz.

Hele bir kitle partisinin med-yasında yazdığını unutup minik sol gruplardaki tasfiyeci politbüro şefleri gibi hain üretme makinesine dönen-lerin kendi davaları dışında herhangi bir davaya hizmet ettiklerini herhâlde kimse düşünmüyordur.

“Endişeli AKP’liler” diye dostlar-dan düşman üretmeyi teşhis sanıp, zengin evin mirasyedisi gibi herke-se kapı göstererek, baba parasıyla hovardalık yapma hakkını maalesef siyasette kullananlar sadece tarihte kendilerini bir tarafında Aliya’nın bü-tün haşmetiyle durduğu bir hikâyede gülünç duruma düşürmüş olurlar.

Çünkü her ağacın kurdu özünden olur.

Temmuz’16 • 57

Medya

Page 60: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

İslam CoğrafyasındanHaberler

Fetih Ordusu’ndan Halep’te Esed’e ve İran’ın Şebbihalarına

Darbe!

Suriye’nin Halep şehrinde, muhalif grupların çatı oluşu-

mu Fetih Ordusu ile İran/Rusya destekli Esed rejimi arasında yaşanan çatışmalarda rejim saflarında çok sayıda İranlı mili-tanın öldüğü aktarıldı.

Suriye’nin Halep kentinin güney kesimlerinde bulunan Halasa,Karasi,Bernah ve Zey-tan köyünü ele geçiren Fetih Ordusu’na bağlı birliklerin rejim güçlerine ağır darbe vurdukları bildirildi.

Muhaliflerin yayınladıkla-rı video görüntülerinde, rejim güçleri saflarında savaşan İran destekli mezhepçi militan-lardan ve Afgan Fatimuyyum komutanlarının da arasında bulunduğu çok sayıda kişi çatış-malarda öldürüldü. Öte yandan rejim güçleri öldürülen militan-larının cesetlerini alamadan bölgeden kaçarken bazıları da Fetih Ordusu tarafından esir alındığı ifade edildi.

El-Kaide Lideri Zevahiri’den Taliban’a Bağlılık Sözü

E l- Kaide örgütünün lideri Zevahiri’nin yeni Taliban

lideri Akunzade’ye bağlılık sözü verdiği bir ses kaydı yayınlandı.

El-Kaide lideri Zevahiri yayınladığı bir ses kaydında yeni Taliban lideri Haybatullah Akunzade’ye bağlılık yemini etti.

14 dakikalık ses kaydında Zevahiri, “ Cihadımız için ben El- Kaide örgütünün lideri ola-rak Usame’nin İslam Emirliği’ni desteklemek için tüm Müslü-man ulusu davet ediyorum ve bir kez daha bağlılık sözü veri-yorum” dedi.

Ses kaydının orjinal olup ol-madığı henüz doğrulanmadı.

Geçtiğimiz ay, ABD’nin Pakistan’da insansız hava ara-cıyla düzenlediği saldırıda öl-dürülen Afganistan İslam Emir-liği (Taliban) lideri Molla Ahtar Mansur’un yerine Molla Hayba-tullah Akundzade’nin geçmişti.

El-Kaide lideri Usama Bin Ladin’in öldürülmesinin ardın-dan yeni lider seçilen Eymen el-Zevahiri’nin Pakistan-Afga-nistan sınırında saklandığı iddia ediliyor.

Gazze’de Fabrikaların %80’i Kapılarına Kilit Vurdu

Kuşatmaya Karşı Halk Direnişi Komitesi Başkanı Cemal El-

Hudari, Gazze’deki inşaat, gıda, maden, dikiş, giyim, mobilya ve diğer sektörlerin ham madde kıtlığı ve üretilen malların ihraç edilememesi yüzünden büyük bir durgunluk yaşadıklarını söy-ledi.

Konuyla ilgili bugün (28 Ma-yıs Cumartesi) açıklama yapan bağımsız milletvekili El-Hudari, kuşatma, kapıların kapatılması, ihracat ve ithalatın engellen-mesi ve işgal rejiminin on yıl içinde üç kez savaş açması yü-zünden sanayinin ciddi mana-da zarar gördüğünü belirterek, fabrikaların %80’inin kapılarına kilit vurduğunu ifade etti.

El-Hudari yaptığı açıkla-mada ayrıca, on yıldır devam eden kuşatma sürecinde bölge-ye karşı sürdürülen düşmanca politikalarla açılan savaşların Gazze’de fakirlikle işsizliğin art-masına neden olduğunu hatır-lattı.

Gazze’de kişi başına düşen günlük gelirin iki dolar olduğu-nu ve bunun oldukça düşük bir rakam olduğuna dikkat çeken El-Hudari, bir milyondan fazla insanın UNRWA ve diğer kuru-

58 • Temmuz’16

İslam Dünyası

Page 61: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

luşların yardımlarıyla geçindik-lerini kaydetti.

El-Hudari, kuşatma nede-niyle Gazze’de durumun felaket boyutuna ulaştığını, çözümün ise ekonominin nefes alma-sı, sanayi ve inşaatın harekete geçmesi için kuşatmayı tama-men kaldırmada olduğunu söy-ledi. FİEM

‘Esed’e Daha Saldırgan Bir Yaklaşımı Destekliyoruz’

Resmi temaslarda bulun-mak üzere yardımcı Veliaht

Prens Muhammed Bin Salman ile birlikte Washington’ı ziyaret eden Cübeyr düzenlediği basın toplantısında ülkesinin Beşar Esed’e karşı daha saldırgan bir yaklaşımı desteklediğini söyle-di.

Muhaliflere karadan havaya füze verilmesi ve uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi adımla-ra destek vereceklerini kayde-den Cübeyr, “Eğer Beşar rejimi bu çıkmazın böyle devam ede-ceğini ve sonunda kazanacağını düşünüyorsa, bu Suriye’de bir geçiş dönemini hayata geçir-mek için gerekli adımları atma-ya niyetleri olmadığını gösterir” dedi. Kaynak: Al Jazeera

Baskılar Sonuç Verdi, İran

Kapatılan Sünni Camiyi Açmak Zorunda Kaldı

E sediye Camisinin kapatılma-sından sonra caminin dışa-

rısında teravih ve cemaat na-mazı kıldıran cami imamı “Bu kıyafetler bizim kefenimizdir,

kimse bizi ölümden korkutma-sın” demiş baskılara sert tepki göstermişti. bu konuşmadan sonra halk barışçıl bir şekilde cami kapatan Şii yönetimi pro-testo etmişti.

Protestoların sonuç verdiği ve caminin tekrar açıldığı belir-tiliyor.

Bölge halkı olayın yatış-masından sonra İstihbarat ve güvenlik güçlerinin protestoya katılanları Vahabi suçlamasıy-la cezalandırmaya hazırlandığı belirtiyor. İran genellikle Sünni halkının protestolarını Vahabi-lik ve bölücülük suçlamasıyla bastırıyor.

Şii din adamları tarafından yönetilen İran bundan önce defalarca Beluçistan, Horasan, Türkmensahra ve Tahran’da Sünni Müslümanlara ait cami ve mescitleri dozerlerle yok et-mişti.

Horasan Sünni Müslümanla-rının merkezi haline gelen Feyiz Camisi yıkılan camilerden biri. İranlı Sünniler tarafından Şehit Cami adı verilen caminin İran’ın dini lideri Hamaney’nin emriyle yok edilip onun yerine park inşa edildiği belirtilmişti.

İran Sünni Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı Kürt, Türkmen, Beluç, Fars ve Arapla-rın bulunduğu bölgelerde cami işine pek karışmasa da azınlık ve bir kitle olarak yaşadıkları bölgelerde onların cami yap-masına izin vermiyor.

Nüfusu bir milyon üzerinde olduğu tahmin edilen Başkent Tahran Sünnileri ise cami izni

alamadıkları için evleri kirala-yıp mescit olarak kullanıyor-lar. Devlet ise böyle mescitleri anında kapatıyor.

Almanya’dan Sisi Cuntasına 112 Milyon Euroluk Destek

M ısır’da Sisi Cuntasının Uluslararası İşbirliği Baka-

nı Seher Nasr, yaptığı açıklama-da, Almanya ile 47 milyon avro değerinde kredi anlaşması, 65 milyon avro değerinde de hibe anlaşması imzaladıklarını be-lirtti.

Nasr, imzalanan anlaşma-larla tüm sektörlerde gençlerin yeteneklerini geliştirme, Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme-lere (KOBİ) destek verilerek bir çok önemli projenin finansma-nını sağlama, kenar mahaller-deki çarpık kentleşme sorun-larına çözüm bulma ve kamu hizmetlerinin iyileştirilmesinin hedeflendiğini ifade etti.

Almanya’nın Kahire Büyü-kelçisi Julius Georg Luy da “iki ülke arasındaki ilişkileri güç-lendirmek amaçlı imzalanan anlaşmaların, Kahire ile Berlin arasındaki mevcut stratejinin boyutunu da ortaya koyduğu-nu” kaydetti.

Ülkesinin Mısır turizmine destek verdiğini belirten Luy, Rus yolcu uçağının düşmesinin ardından birçok ülkenin aksine turistik bölgelerden Şarm eş-Şeyh’e seyahat yasağı koyma-dıklarını hatırlattı. AA

Temmuz’16 • 59

İslam Dünyası

Page 62: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Algı Yönetimi ve Manipülasyon, Mücahit Gültekin, Pınar Yayınları

İ çinde yaşadığımız modern şehir hayatında, bir yandan görevler ve zorunlu ilişkiler içinde boğulurken, diğer yandan algı yöneticilerinin manipülasyona dayalı kandır-

ma teknikleriyle baş etmeye çalışıyoruz. Zira gerçekle aramıza giren manipülatörler; gördüklerimizi, duyduklarımızı ve hatta dokunduklarımızı nasıl yorumlayacağımızı belirlemek için profesyonel bir çaba gösteriyor. Neticede algı yöneticileri kolaylık-la verebildiğimiz “hayır” deme ve itiraz etme tepkisini ortadan kaldırarak insanları edilgen hale dönüştüren uzman lık kodlarından yararlanmakta son derece mahir-dirler. Oysa bu teslimiyetçi durum aile, siyaset ve bilim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal alanın farklı katmanlarında bizi türlü yalanların kurbanı haline getirebilir. Peki, algı yöneticilerinin manipülasyonları karşısında “hayır” demek hepimize neden bu kadar zor gelir? Usta yalancıların yönettiği bir dünyada yaşadığımızın farkında mıyız? Onay lamadığımız düşünceleri onaylar görünmek pahasına, bizi başkalarına uyum sağlamaya iten nedir? Dahası kandırmanın başarılı olmasında “niçin?” soru-sunu sormayışımızın etkisi ne düzeydedir? Kampanyalar ve sürekli tekrar bizi nasıl yönlendirir? Manipülasyonları başarılı kılan unutkanlık, duy gusallık ve düşüncesiz-lik zaaflarından kurtularak algı yöneti cilerine karşı direnmeyi nasıl başarabiliriz? Mücahit Gültekin, Algı Yönetimi ve Manipülasyon’da kanmanın ve kandırmanın psikolojisinin nasıl işlediğini çeşitli örneklerle gözler önüne seriyor. Örnekler sağlık, eğitim, bilim, siyaset, sinema, ticaret ve İslam tarihi gibi farklı alanlardan seçilmiştir. Elinizdeki kitap manipülatörlerin tekrara dayalı kandırma süreçlerini sekteye uğratmak için her daim eleştirel düşün menin gerekli olduğunun altını çiziyor. Gerçeğin peşinden sabırla yürüyerek yalanı, yalancıyı ve yalana maruz kalanı inceleyen yazar, algı yöneticilerinin operasyonlarına karşı direnememenin sebep olduğu sıkıntılardan kurtulmayı vaat ediyor.

Ortadoğu; Hz. İbrahim’in Ayak İzlerinde, Altan Tan, Çıra Yayınları

D ini, dili, mezhebi ne olursa olsun, Ortadoğu’da yaşayan Arap, Pers, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Maruni, Kıpti, Süryani, Ezidi, Sünni, Şii, Alevi.. herkes yeni

bir Ortadoğu için el ele vermelidir. Tıpkı Avrupa Birliği gibi bir üst ‘Ümmet’ pro-jesine ihtiyaç var.

Nasıl ki Avrupa Birliği kendi içinde aynı kültüre sahip onlarca inanç, dil ve mez-hebi barındıran Judeo-Grek-Hristiyan bir ‘Ümmet’ projesi ise Ortadoğu’da yaşa-yan Arap, Pers, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Maruni, Kıpti, Süryani, Ezidi, Sünni, Şii, Alevi... Herkesi içine alan; Ortadoğu’nun kendi tarihi ve medeniyetine dayanan yeni bir ‘Ümmet’ projesi. Çatısı hukuk olacak bir proje. Sözün özü; Ortadoğu’ya ya barış ve kardeşlik egemen olacak veya Allah göstermesin kıyamete kadar kan ak-maya devam edecektir. Amerikalı Thomas Freidman’ın ‘Ortadoğu’yu tartışmaya başlayınca insanlar geçici bir süre için delirirler’ sözü müthiş! Cenab-ı Allah akılla-rımıza mukayyet olsun! Allah dostu İbrahim Halil’in Çocukları’nın; onun bereketli sofrası etrafında; en kısa bir zamanda kardeşçe toplanmaları dileğiyle...

Kitaplık

60 • Temmuz’16

Kitap

Page 63: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Satranç, Stefan Zweig, Can Yayınları

N ew York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulu-nan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’e, ücreti karşılı-

ğında, bir parti satranç oynamayı teklif eder. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı bir göçmen, Dr. B., oyun sırasında kendini tutamayıp onlara karışınca şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine. Gestapo tarafından bir otel odasına kapatılan ve uzunca bir süreyi bu odada, tek başına ve oyalanacak hiçbir şeyi olmadan geçiren, yalnızca sorgulama için odadan çıkarılan Dr. B., bir gün rastlantıyla eline geçirdiği bir satranç kitabı sayesinde bu oyunun inceliklerini öğrenmiştir. Satranç tahtası ve taşları olmamasına rağmen, önce ekmekten yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle zihninden oynayarak kuramsal bir satranç ustası olup çıkar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizine, beyin ateşine yakalanır. Tedavi olur, arkasından da serbest bırakılır. Yirmi yıldır eline satranç taşı almamış olsa da, Dr. B., gemide sat-ranç şampiyonuyla oynadığı oyunu inanılmaz bir biçimde kazanır. Kendini olayın heyecanına kaptırarak maçın rövanşını oynamayı isteyince şaşırtıcı bir son bekler onu. Stefan Zweig’ın büyük bir ustalıkla kaleme aldığı kısa, ama yoğun romanı Satranç, gerilimli kurgusu, kahramanının ruhsal gelgitlerinin incelikle işlendiği dokusuyla bir solukta okunuyor.

Medeniyetler ve Şehirler, Ahmet Davutoğlu, Küre Yayınları

Ş ehirlerin kaderi, tarihî akış içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu bağlamda medeniyetler ile şehirler arasındaki ilişkiyi ele alan

elinizdeki kitabın temel kavramı eksen şehirlerdir. Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturan bu şehirler, bazen mimari form-da veya musikinin ritminde, bazen entelektüel geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de politik düzenin merkezinde durarak medeniyet parametrelerinin tarihî gerçeklik içinde za-man ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen şehirler diğer tas-niflerin tamamına yol gösterir: “Medeniyete Öncü Kurucu Şehirler”, “Mede-niyet Tarafından Kurulan Şehirler”, “Aktarılan Şehirler”, “Hayalet Şehirler”, “Tasfiye Edilen Şehirler”, “Etkileşim Şehirleri”, “Dönüşen/Dönüştüren Şehirler”. Medeniyetler ve Şehirler’in ilk bölümü, ilerleyen bölümlerindeki teo-rik tahlillerin arkaplanını oluşturan, daha önce gidip gördüğüm ve biz-zat tecrübe ederek hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini yansıtmakta-dır. İkinci bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir tarihi yazımının kritik bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Üçüncü bölüm-de aynı zamanda kitabın da adını taşıyan “medeniyetler ve şehirler” arasında-ki ilişki yukarıdaki tasnif çerçevesinde dokuz başlık altında incelenmektedir. Her kitabın kendine has bir zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başla-yan, sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kav-ramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da kelama/yazı-ya dökülen bir zihnî serüven. Medeniyetler ve Şehirler, böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşacaktır.

Temmuz’16 • 61

Kitap

Page 64: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

AB fon destekli LGBT’li örgütler 20-26 Haziran arasında İstanbul’un çeşitli

yerlerinde 6 gün sürecek toplamda 57 etkin-liğin programını geçtiğimiz günlerde açıkladılar.

Sırtlarını kimlere dayadıkları gayet ayan beyan

ortada olan bu ifsatcı örgütlerin yürüyüşlerine

Müslüman Anadolu Gençliği müsaade etmeyece-

ğini açıklamış ve hemen ardından da medya ve

birçok sivil toplum kuruluşu tarafından hedef ha-

line getirilmiştir.

Bu durum bize ar-

tık şunu gösteriyor

ki, Türkiye, üniversite

salonlarında PKK kut-

lamaları, kürsülerinde

terör örgütü seviciliği

yapılabilen, inançlı in-

sanların kolayca hedef

haline getirilip kötü

çocuk ilan edildiği, ah-

laki yozlaşmaya karşı

durmanın cezasının itibarsızlaşmayla ödendiği

fakat fesat ve ahlaksızlığın birileri tarafından el

üstünde tutulup göz yumulduğu bir ülke haline

gelmiştir. Her yıl milyonlarca dolarla sadece Türkiye içerisindeki etkinlik sahalarını ge-nişletmeleri için AB tarafından desteklenen hukuken legal fakat ahlaken illegal olan bu örgütlere maalesef sürekli olarak bazı ke-simlere mahcup olmamak ya da bazı çıkar dengelerini gözetmek pahasına göz yumul-makta.

Özellikle son dönemlerde “eşcinsel hakları”

diye fasulyeden bitme, uydurulmuş bir kavramın

etrafında bazı malum belediyelerin, Türkiye’de bu

konu üzerine yoğunlaşması için yabancı fonlar-

dan beslenen STK’lar ile sıkı fıkı bir ilişkide olduğu

da herkesin malumu.

Öncelikle, eşcinsellik tedavi edilmesi ge-reken bir hastalıktır. Fakat öyle gözüküyor

ki, hem toplum sağlığı hem de biyolojik olarak

insan sağlığı için bir tehdit olan bu hastalık son

günlerde kasıtlı olarak bu millete bulaştırılmak

istenmekte. Maalesef Türkiye’de “eşcinsellik” et-

rafında ahlaki yozlaşmanın ve genel ahlaksızlığın

merkezini oluşturan

çevreler, fütursuzca bu

toplumun değerlerinin

üstüne pislemelerine

rağmen kasıtlı olarak

her fırsatta “mazlum”

ve “cici çocuk” olarak

resmedilirken kendile-

rine karşı her türlü ses

linç edilmekte.

Denilebilir ki, biz

kesinlikle Avrupa me-

deniyetinin bir parçası değiliz. Biz, Genç Öncüler Gençlik Hareketi olarak, değil AB uyum yasa-

ları çerçevesinde eşcinsel evliliğin yasallaşması

veya batıya uslu çocuk gözükmek için eşcinsel

belediye başkanı seçilmesini hoş görmek; bill-

boardlar, reklamlar ya da medya araçları yoluyla

dahi toplum binamızı ayakta tutan ahlaki değer-lerimizi “eşcinsellik” söylemleriyle dinamit-leyen bu tür girişimlerin hepsinin karşısın-dayız.

Eşcinsellik hak değil hastalıktır ve birta-kım çevreler tarafından bilinçli bir şekilde sal-gına dönüştürülmeden önce bunu önleyecek politikalar her şeyden önce beklentimizdir.

Genç Öncüler Gençlik Hareketi

KAMUOYUNA DUYURULGBT Sapkınlığına Karşı

BİR ŞEY YAP!

62 • Temmuz’16

Duyuru

Page 65: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Beyzanur Yaşaroğlu

Temmuz’16 • 63

Fotoğraf

Page 66: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

1437 ramazanını idrak ediyoruz. Bütün

günahların affedileceği, pisliklerin temizle-

neceği şu zamanlarda oruç tutarak Allah

için aç kalmış olmanın tokluğunu yaşamaya

çalışıyoruz, kardeşlerimiz ile sofralarımızı

paylaşıp Allah’ın rızasını görmeyi umuyo-

ruz. Genç Öncüler ailesi olarak bu halis ni-

yetimizle geleneksel aile iftarımızı gerçek-

leştirdik. İftarı vesile kılarak uzun zamandır

görüşemediğimiz kardeşlerimizle hasbihal

etmek ve aynı sofrayı paylaşmanın mut-

luluğunu bir kez de beraber yaşamak için

14 haziran Salı günü 500 kardeşimizle bir

araya geldik. Kur’an-ı Keri tilaveti ile baş-

layan programımız yaptığımız çalışmaların

tanıtım slaytı ve duanın ardından Fatih Razi

ağabeyimizin yaptığı konuşma ile Peygam-

ber efendimizin müslümanlar arasında kur-

duğu kardeşlik emanetini, ensar muhacir

olma bilincini, geçip giden zamanda kendi-

mizi, neslimizi, yakıtı insan olan cehennem

azabından korumak için çokça çaba harca-

mamız gerektiğini bir kez daha hatırlamış

olduk. Nice Ramazanlar ’da beraber olabil-

mek duası ile ayrıldık.

Genç ÖncülerAile İftarında Buluştuk!

64 • Temmuz’16

Etkinlik

Page 67: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla
Page 68: Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

“Birhayatımız

var,yakında

geçmistekalacak;yalnızca

Allah içinyaptıklarımız

sonsuza dek

kalacak...”

Ali

muhammed