84
HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE RÜYA DOSYA: İNSANLIK DRAMI : GÖÇ ŞİİR: FAZLA ŞİİRDEN eğitim-kültür-sanat dergisi temmuz - aralık 2016 RÖPORTAJ: İLHAN KOMAN VE GEÇMİŞ ZAMAN GEZİ: İLK GÖRÜŞTE AŞK: LJUBLJANA ELEŞTİRİ: KABİL’İN SULTANLARI

FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

  • Upload
    others

  • View
    14

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

PB 1

HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE RÜYA

DOSYA: İNSANLIK DRAMI : GÖÇ

ŞİİR: FAZLA ŞİİRDEN

eğitim-kültür-sanat dergisi

temmuz - aralık 2016

RÖPORTAJ: İLHAN KOMAN VE GEÇMİŞ ZAMAN

GEZİ: İLK GÖRÜŞTE AŞK: LJUBLJANA

ELEŞTİRİ: KABİL’İN SULTANLARI

Page 2: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

2 3

Bu şehirden gidiyorum Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi Gururu yıkılmış soyatlar gibi Bu şehirden gidiyorum.

İnsanlar taş gibi bana yabancı Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarda Bir tanbur bir yalnızlığı anlatıyorsa O ışıksız pencereden Ben onu duymuyor gibiyim Bir ağaç ölüyorsa kapınızın önünde Ben onu bile duymuyor gibiyim.

Bu şehirden gidiyorum Gömerek geceyi içime Sabahın hüznünü beklemeden Gidiyorum bu şehirden.

Erdem BEYAZIT

VEDA

Leve

nt T

OSU

N (H

asan

Rıza

G. S

. L. R

esim

Öğr

etm

eni)

Page 3: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

2 3

“Vatan sevgisi, ruhları kurtaran en kuvvetli rüzgârdır.”

Page 4: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

4 5

İÇİNDEKİLER

08

16

24

36

41

44

SESSİZLİK

FAZLA ŞİİRDEN

KARANLIĞIN PARMAK İZLERİ

CEHALET KAN KOKULU BİR ZEHİR

İLK GÖRÜŞTE AŞK: LJUBLJANA

SESLENİR HAZRET-İ MEVLÂNÂ BANA

BİR VARMIŞ BİR ÇOKMUŞ

SARDUNYALI BALKON VE RÜYA

İLHAN KOMAN VE GEÇMİŞ ZAMAN

ARİF’İN EMANETİ

HAYATA TUTUNMAK

TASMA

BEN BİR ÖĞRETMENİM

DOSYA: İNSANLIK DRAMI : GÖÇ

TEVAFUK

GÖÇ BAŞLADI

GÖÇ DURSUN

KUTLU YOLCULUK

YENİ BİR HAYAT

YİTİRİLEN ÇOCUKLUK

08

11

12

14

16

20

21

22

24

28

30

32

34

36

38

40

41

42

43

44

32

Page 5: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

4 5

45

50

58

60

66

74

78

45

46

48

50

52

54

55

56

58

59

60

62

64

65

66

68

72

74

76

78

KANATLARIMDA YENİ KENTLERİN ÖYKÜSÜ

GÖÇ ŞİİRSELİ

BENİ UNUTMA OLUR MU?

SPEKÜLATİF BİR GÖÇ VAKASI (MI?)

CENDERME HASAN’IN HİKÂYESİ

DÜNDEN BUGÜNE GÖÇ

GÖÇ EDEN YÜREKLER

HAYAT BİZİZ

BÜYÜDÜN ÇOCUKLUĞUM

HAYAT VE GÖÇ

GÖÇÜYORUM

GÜNEŞ YÜKSELİRKEN

İNSANLIĞIN GÖÇÜ

İNSANLIKTAN GERİYE KALAN

SON BAKIŞ

TARİHSEL SÜREÇTE BEYİN GÖÇÜ VE TÜRKİYE

YÜREĞE DOKUNABİLMEK?

YAĞMURUN DÜNYASI

İNSANLIK İDAM EDİLİYOR

UÇURTMA AVCISI: KABİL’İN SULTANLARI

Page 6: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

Nis

a KA

RACA

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 7: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

editördenarzu ulaşdır

80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni

İmtiyaz Sahibi:Hüseyin ÖZCANEdirne İl Milli Eğitim Müdürü

Genel Yayın Yönetmeni:Filiz SUGÖZLEYENZübeyde Hanım Anaokulu Müdürü

Editör:Arzu ULAŞDIR80. Yıl Cumhuriyet Anadolu LisesiTürk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni

Yayın Kurulu:Elif ACAREdirne Anadolu İmam-Hatip LisesiTürk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni

Filiz MANDACIEdirne Anadolu İmam-Hatip LisesiTarih Öğretmeni

Nilgün ISSIGÜN80. Yıl Cumhuriyet Anadolu LisesiTürk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni

Şadi KULOĞLUE.Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat OkuluTürk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni

İsmail KASAPOĞLUEdirne Mesleki ve Teknik Anadolu LisesiTarih Öğretmeni

Genel Sanat Yönetmenleri:Nadide Dilek ALTAYEdirne Lisesi Müdür Yardımcısı

Levent TOSUNEdirne Güzel Sanatlar LisesiGörsel Sanatlar Öğretmeni

Tasarım: Çivi Yaratıcı Fikirlerwww.civi.com.tr+90 (482) 290 23 38

Basım: Seçil Ofsetwww.secilofset.com+90 (212) 629 06 15

Yönetim Yeri:Edirne İl Milli Eğitim MüdürlüğüVilayet Binası EDİRNE

İletişim:Tel: (284) 225 30 75 – 225 16 32Web: edirne.meb.gov.trE-posta: [email protected]

Edirne Valiliği İl Özel İdaresiTarafından Bastırılmıştır. Temmuz - Aralık 2016

Temmuz - Aralık

eğitim-kültür-sanat dergisi

*Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların sorumluluğu sahiplerine aittir. Yazılar ve fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

Değerli Edirne Eğitim Okurları,

Bir eğitim-öğretim yılını daha uğurlarken yeni sayımızla sizlerin karşısındayız. Daha önceki sayılarımızda Edirne ve Balkanlara yönelik konuları ele almıştık. Bu sayımızda konumuzu biraz daha genişletmek istedik.Bu sayımızın dosya konusu, insanlık dramı olan göç. Dosya konumuza sizlerin teveccüh göstermeniz; bizlere birçok hikâye, şiir, deneme, makale ve resim göndermeniz inanın bizi çok mutlu etti. Bizleri üzen ise çok sayıda değerli eserden bir kısmını kullanamamak oldu. Teveccüh gösterip emek vererek bizlere eser gönderen ama-malumu olduğunuz üzere-sayfa sınırlaması nedeniyle dergimizde yayımlayamadığımız eserlerin saygıdeğer sahiplerinden affımızı rica ediyoruz.

İnsanlık tarihinde birçok ulusun göç hikâyesi vardır. Bizler de Orta Asya’nın bozkırlarında at üzerinde göç eden atalarımızdan başlayarak tarihimizin birçok döneminde göç etmiş, gâh muhacir gâh ensar olmuşuz. Ensar olduğumuz süreçlerde bize sığınan mazlumların diline, dinine, ırkına, rengine bakmamış; kapımıza geleni geri çevirmemiş ve tüm mazlumlara adaletle, merhametle ve hoşgörüyle davranmışız. Osmanlı İmparatorluğu’nun Yahudilere, Macarlara, Polonyalılara, Çerkezlere, Çeçenlere kucak açması; Türkiye Cumhuriyeti’mizin önce Bulgaristan’daki soydaşlarımıza günümüzde de komşumuz Suriye’den göç eden milyonlarca mülteciye kol kanat germesi tarihimizdeki onurlu emsallerden sadece bazılarıdır. Mazisi şerefle, hoşgörüyle, adaletle örülen ulusumuz; bu özellikleriyle ilelebet yaşayacak ve her zaman Batı’ya örnek olacaktır.

Bu sayımızın hazırlanmasında bizlere maddi ve manevi desteğinden dolayı İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Hüseyin Özcan’a şükranlarımı arz ediyorum. Dergimizin hazırlanmasına büyük emek veren dergi ekibimize; eserleriyle dergimize değer katan saygıdeğer öğretmen ve öğrencilerimize minnetlerimi sunuyorum. Dergimize genç bir soluk getiren, dergimizin her aşamasında heyecanla ve şevkle çalışan, geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi emin ellere emanet edeceğimizi bizlere bir kez daha gösteren değerli aday öğretmenlerimiz Nilay Gülçek ve Handan Yalçın’a da çok teşekkür ediyor ve meslek hayatlarında başarılar diliyorum.Yeni sayımızda görüşmek dileğiyle… Hoşça kalın.

Kapak Görseli: Birol ÖZERHasan Rıza GSL Resim Öğretmeni

Page 8: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

8 9

GÖÇÜN MAZİMİZDEKİSERENCAMI

Göç; insanın doğumdan ölüme, dünyadan ukbaya hareketi. Göç; insanın zulmetten nura, vahşetten merhamete yolculuğu. “Terk-i dünya”, “terk-i ukba”, “terk-i terk” üçlemesiyle tasavvuf da metafiziksel bir göç. Dolayısıyla sadece fiziksel değil, zihinsel bir değişim ve gelişim; belki de savrulma…

Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten dünyaya göçüyle başladı insanların yolculuğu. Asırlar sonra ise insanlık tarihinin en kutlu göçü gerçekleşti: Hicret. Bu yolculuklar hep iç burktu, hep hüzün taşıdı. Bazen iman, bazen inkâr, bazen hırs, bazen zorunluluk, bazen kin, bazen sevda… Belki inançlarımızın, sevgilerimizin, nefretlerimizin, zayıflıklarımızın sebebiydi veya sonucu... Sebebi ve sonucuyla insana, mekâna, topluma damga vuran bir olgu oldu göç.

Kül Tigin’in, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese Türk milletini, ilini kim bozabilir?” sözlerinin taşa ve zihinlere kazındığı Orta Asya bozkırlarında atalarımız göçebeydi. Altay Dağları ve Tanrı Dağları; Ötüken, Kaşgar ve Semerkant şehirleri yaylak ve kışlaklar arasında göçen Türklere şahitlik etti. Tek olan Göktanrı’ya tapan göçebe atalarımız; asırlar sonra Hakk’a tapacak, göç eden mazlumlara da kucak açacaktı.

Bereketin ve rahmetin sembolü olan Anadolu; Trak, Sümer, Asur, Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu ve nihayetinde Osmanlı gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yaptı. Bu cömert ev sahibi, asırlarca da göçlere şahitlik etti. Gâh yolcu etti insanlarını başka diyarlara, gâh kucak açtı mazlumlara. Kuzeyden, güneyden, doğudan, batıdan; her dinden, her dilden, her renkten insanı bağrına bastı.

Hüseyin ÖZCAN / Edirne İl Milli Eğitim Müdürü

Page 9: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

8 9

Genç Türkiye’nin ayakta kalmayı başardığı ancak yeterince güçlenemediği 1950’li yıllarda “milletin efendisi” olan köylü, daha müreffeh bir hayat için şehre özellikle de “taşı toprağı altın” olan İstanbul’a doğru çıktı yola. Bu sefer göç, içerideydi; köyden kenteydi. Köyden kente, gelenekten moderne geçişte gecekondular beliriverdi şehirlerde. Gönlü köyünde kendi şehirde olan, köyle kent arasına sıkışan bu insanlar; “öteki”ydi şehirliler için. İstanbul’da doğup İstanbul’da ölen ama denizi hiç görmeyen insanlarla İstanbul’a ve Boğaz’a sevdalanan şairler aynı şehirde nefes alıp verdi. Zamanla şehre ayak uyduran, şehri de kendine uyduran insanlar; İstanbul’a da yeni bir çehre çizdi.

Tarihler 1960’lı yılları gösterdiğinde para biriktirip vatanına dönme hayaliyle insanlar Almanya’ya yöneldi. Çok sürmeyecekti bu ayrılık, para biriktirilip dönülecekti vatana. Ülkesinde “Alamancı”, Almanya’da “yabancı” olan binlerce gurbetçi; para biriktirdi belki ama dönmedi vatana. Sılada bekleyenlerin acısı, gâh filmlerde gâh şarkılarda dile geldi:

Hasretinle yandı gönlümYandı yandı söndü gönlümEvvel yükseklerden uçtuDüze indi şimdi gönlüm…Aramızda karlı dağlarHasretin bağrımı dağlarÇaresizlik yolu bağlarYokluğundan öldü gönlüm

20. asrın sonları Bulgaristan’da yaşayan Türkler için çok zor geçti. Ana dilini konuşamayan, camileri kapatılan, cenazelerini istedikleri gibi defnedemeyen, çocuklarını sünnet edemeyen, kendilerine zorla Bulgar adı verilen soydaşlarımız; zulmün karanlığında kaldı. Suçu; Türkçe konuşmak, sünnetli olmak ve Bulgar adını kabul etmemek olan yiğitler; Belene Kampı’nda insanlığın yüz karası olan eylemlere maruz kaldı. Mazisi, adalet ve hoşgörünün sayısız emsalleriyle dolu olan Türkiye Cumhuriyeti; 1989’da 300.000’den fazla soydaşına kucak açtı. Türkiye’ye yapılan bu göç, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yaşanan en büyük göç olarak tarihe geçti. Ve bugün… “Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” hadis-i şerifinden ilham alan Türkiye Cumhuriyeti, komşusundaki yangına yine duyarsız kalmadı. İç savaşla yanan Suriye’den 3 milyon göçmene hiç tereddüt etmeden; ırkına, dinine, diline, rengine bakmadan kapılarını açan; Türkiye Cumhuriyeti oldu. Sömürdüğü ülkelerin kaynaklarıyla zengin olan ama insanlıktan nasibini almayan hodkâm Batı, söz konusu Suriye’deki insanlık dramı olunca üç maymunu oynamayı tercih etti.

Mevcudiyetinde bulundurduğu onlarca etnik kökene, dine, dile rağmen şuursuz ve iradesiz bir yığın değil, bir millet olmayı başarmanın sırrı; insanlara zor günde ana merhametiyle kucak açmak, onlara birer ana yurt olabilmek ve hoşgörü göstermektir. Camilerin, sinagogların ve kiliselerin yan yana olduğu; her kökenden, her inançtan insanın bir arada yaşadığı, adalet ve hoşgörüye dayanan engin bir tarihsel tecrübeye sahip olan Türkiye Cumhuriyeti; mazisinde bulunan sayısız emsalle gücünü tarihsel ve kültürel zenginlikten aldığını tüm dünyaya gösterdi ve göstermeye devam edecektir.

Öncesi belki kargaşaydı bu göçlerin ama sonrası ebemkuşağı gibi farklılıklardan oluşan bir güzellik, farklı seslerin çıktığı bir senfoni…

İslamiyet’le müşerref olan atalarımız, asırlarca dünyaya hükmedecek bir imparatorluk kurdu. Dünyaya adaleti, hoşgörüyü getirirken dinine, diline, rengine bakmaksızın kapısına geleni geri çevirmedi. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed, İstanbul halkına adaletle davrandı; Hristiyanların kendi hukukuna göre yargılanmalarına, ibadetlerini özgürce sürdürmelerine izin verdi. Ortodoks Patriği de Ermeni Patriği de Yahudi Hahambaşısı da Fatih Sultan Mehmed’den imtiyazlar aldı. Böylelikle İstanbul’un fethi zalimliklere, zorunlu göçlere değil; adalete ve hoşgörüye sahne oldu. İstanbul’un fethinden yarım asır sonra ise Portekiz ve İspanya’daki engizisyondan kaçan on binlerce Yahudi, Osmanlı Devleti’nin adaletine sığındı. Osmanlı Sultanı II. Beyazıd, eyalet yöneticilerine, “İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun tam bir içtenlikle karşılanmalarını, aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılmalarını” emretti. Bunun bir benzeri de 19. asrın ilk yarısında yaşandı. Macar İhtilali’nin Rus ve Avusturya orduları tarafından bastırılmasından sonra Macar Kralı başta olmak üzere birçok bakan, üst düzey asker, sivil yönetici ve onlarla birlikte birçok Polonyalı; Osmanlı Devleti’ne iltica etti. Rusya’nın ve Avusturya’nın mültecilerin iadesi konusundaki ağır baskılarına, hatta çıkabilecek bir savaşa rağmen Sultan Abdülmecid, tarihe geçecek bir bildiri yayımladı: “Tacımı veririm, tahtımı veririm fakat devletime sığınanları asla vermem.” İşte, bu gelişmeler belki de göç kavramının tersten okunuşuydu ve Osmanlı’yı asırlarca ayakta tutan güç; hoşgörü ve adaletten ileri gelmekteydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı olan 19. asır, 93 Harbi’ne ve Kuzey Kafkasya’da Rus saldırılarına tanıklık etti. İnsanları dilleri, dinleri ve ırklarına göre sınıflandırmayan Osmanlı Devleti; bu acı yıllarda Türk, Çeçen ve Çerkez yaklaşık 2 milyon insana kucak açtı.

Bu uzun yüzyıldan sonra çözülmelerin yaşandığı 20. asırda ise Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı yaşandı. Bu savaşlar, Balkanlarda yaşayan 1,5 milyona yakın insanın yurtlarını bırakmasına ve Osmanlı topraklarına göç etmesine neden oldu. Belki de o yıllarda bir türkü terennüm edildi dudaklarda:

Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda.Elinde bir deste gül var, hasret koynunda…Doğru söyle göçmen kızı, annen var mıdır?Ne annem var ne babam var, kalmışım öksüz. Asırlarca süren göç, Türkiye Cumhuriyeti’nde de durmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk göçü, Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi oldu. Dinlerine göre zorunlu göçe tâbi tutulan mübadiller; doğdukları topraklara yıllarca hasret çekti, binlercesi de bu hasretle hayata gözlerini yumdu. Gazi Mustafa Kemal’in doğumuna şahitlik eden Selanik’ten, Gazi Evrenos Bey’in vatan yaptığı Vodina’dan, beş asır bizim olan Yanya’dan, Drama’dan, Kavala’dan gözyaşlarıyla geldi kadınlar, çocuklar. Göç yolculukları da göç sonrası da birer dramdı. Yaşadıklarıysa tam bir “insan ziyanlığı”…

Page 10: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

10 11

Tuba YAVUZ / Edirne Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Güm güm güm, güm güm güm!Galiba delirdim. Kalbimi yerinden söksem duracak.

SESSiZ

I.Güm güm, güm güm, güm güm!

Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor derinlikten. Garip bir ses kara çukuru delip kulağıma değiyor. Güm güm, güm güm, güm güm! Merak edip eğiliyorum. Binanın ortasındaki bu çukur asansör boşluğuna benziyor. Koca ağzını açıp insan yutan, çocukluğumda korktuğum kötü canavarlar gibi ürkütüyor beni. Ses devam ediyor. Merakıma yenilip, elimi çukura uzatıyorum. Soğuk nem parmaklarımı yalıyor. Çukurun kenarlarından destek alıp başımı aşağı sarkıtıyorum. Her yer simsiyah. Buz gibi keskin nem yüzüme değiyor ve ses artarak devam ediyor.

Güm güm, güm güm, güm güm!

Ne sesi bu? En iyisi çukura inmek, ayağımı uzatıyorum vekendimi boşluğa hızla bırakıyorum.Uçar gibi, düşer gibi aşağıya yuvarlanıyorum. Boşluktayım. Ellerim titriyor. Her yanım küflü bir ıslaklıkla sarsılıyor. Aralık kapıdan sızan koridorun mavi gece lambası ve kulağımdaki sesle rüyada mıyım gerçek mi çözemiyorum. Çukura düşüp düşmediğimi anlamak için gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum. Evet, uyanmışım. Badanası islenmiş tavana bakarken, uykudan yarısı kapanmış gözlerim iyice açılıyor. Ama kulağımdaki ses devam ediyor. Bedenim nemsiz.

Page 11: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

10 11

Kalkıyorum hızla. Pencereye koşuyorum. Sokakta intizamla dizilen evler asker gibi beni karşılıyor. Ne kadar da aynı görünüyor evler! Hiçbirinin ışığı yanmıyor. Saat, sabahın beşi. Sokak lambası bizim apartmanın önünde. Garip bir ışık huzmesi sarılık gibi caddenin yüzünü yalıyor. Detayları gizlemeyen bu kaldırım taşlarını çok iyi tanıyorum. Canım sıkkınken sigaramı alıp balkonda kaldırımın gri taş oyuklarını karımın vücuduna benzetip hem karımdan hem kaldırımlardan iğrendiğim vakitleri hatırlıyorum. Midem bulanıyor. Sokağı bu odadan izlediğimde karşı apartmanın üçüncü katındaki perdesiz evi görüyorum. Yine onu çöp eve benzetip hüzünleniyorum. Çöp biriktiren insanların anı biriktirdiklerini inanıyorum. Çöp evin de ışıkları kapalı diğer evler gibi…

Güm güm, güm güm, güm güm!

Ses dışarıdan gelmiyor. Yine de emin olmak için sessizce camı açıp kafamı uzatıyorum. Sokağın başına kadar dikkatlice gözlüyorum: Kimseler yok, evler uykuda, sessizliği işaret ediyor her şey. O halde ses odadan geliyor olmalı.

Güm güm güm, güm güm güm!

Karımla üç yıldır ayrı yataklarda yatıyoruz. Odanın bir ucunda onun, diğer ucunda benim yatağım var. İnsan belli bir yaştan sonra yanındaki bedeni huzursuzluk ve uykusuzluk sebebi görüyor galiba. O bana ben ona; yok terliyorsun, yok horluyorsun, yok yorganı çekiyorsun… Yirmi beş yıl evvel ne horultusunu ne terlemesini duyardım. O da ben olmadan yatağa giremezdi, üşüyorum yaz da olsa sensiz derdi. Şimdi birbirimizden üşüyoruz. Evlilikte bedenler birbirini ittikçe gönüller daha sıkı bağlanıyormuş anladım. Konuşmadan birbirimize bakmadan hatta birbirimizi görmeden de anlaşıyoruz. Ne dediğimizi, neye kızdığımızı böyle iyi bilmek için çok münakaşaları yedik, yuttuk. Şimdi odanın bir köşesinde bedeni bana yabancı ama içini avucumdaki çizgiler gibi bildiğim karım, hırpalandığım hayatımın yaması gibi uyuyor. Nefes sesi kulağımdaki sesi yenemeden…

Güm güm güm, güm güm güm!

Sesin nereden geldiğini bulmadan bana uyku haram bu gece anlaşılan. Acaba şu karşıdaki gardırobun içinde saat filan mı var? Salondan sonra evin en büyük odası burası. İki yatak ve kocaman gardırop başka odaya sığmazdı ki. Nazan hiç kıyamaz eski eşyaları atmaya. Hele de bunlar kendi giysileriyse. Gardırobu odaya göre yaptırdık, kendimizi de eve göre. Eşyalara uymak için yaşar gibiyiz bu evde. Bir duvardan diğerine ve tavana kadar. Aman boş yer kalmasın! Benim iki gömlek üç pantolonuma bile söyleniyor, hâlbuki kendi giysileri, fularları, takıları, çantaları… . Eşyalardan bize yer kalmaz hâle geldi. Önceleri duvarlardan dışarıyı göremiyoruz diye yakınırdık, şimdi eşyalardan duvarları göremez olduk. Gardırobun kapısını açmaya da çekiniyorum. Nazan uyanırsa tadımız kaçar. Sabahları hele de bu saatte uyandırılmak onu asabileştiriyor ve tüm gün gerginliğine katlanmak istemiyorum. Parmak ucumda yürüyerek önce gardırobun kapısını dinliyorum, sesin şiddeti hiç değişmiyor. Buradan gelse kulağımı dayadığım kapaktan daha şiddetli hissedilmez miydi?

Yine de bakmalı. Kapıyı açıyorum. Sessizliği bıçak gibi delen dolap gıcırtısıyla Nazan kımıldayarak yorganı üstünden atıyor, nefesimi tutuyorum, şükür hâlâ uyuyor. Önce askıdaki elbiseleri ellerimle yoklayarak ceketlerin ceplerine hızla bakıyorum, alt taraftaki çorap çekmeceleri, sepetlerdeki çamaşırlar, etekler, gömlekler… Yok, yok yok! Ses buradan da gelmiyor.

Güm güm güm, güm güm güm!

Acaba şuan rüyada mıyım? Yok canım daha neler filmlerde olur böyle rüya içinde rüya görenler. Düşünerek yatağa oturuyorum. Saat beş yirmi. Başım ağrıyor. Sesten olmalı. Odanın kapısı aralık. Usulca çıksam mutfağa baksam… Hem bu odadan geliyorsa ses buradan çıkınca rahatlarım. Karım neden duymuyor. Amma da yorulmuş, hafiftir halbuki uykusu, dün misafir ağırladı tabi yaşlandı eskisi gibi genç değil. Nazlı da hiç yardım etmez ki annesine. Aman sen oku kızım, başka şeyle meşgul olma, diye diye çocuğu tembel yaptık. Şimdi de iş yaptıramıyoruz. Sessizce parmak ucumda kapıyı açıyorum. Ses hâlâ aynı şiddetinde.

Güm güm güm, güm güm güm!

Koridoru hızla geçerek salona girip duvardaki saate bakıyorum, yok buradan da gelmiyor ses. Yine de duvardan saati alıp pilini çıkarıyorum. Bir umut! Hayır, seste bir değişiklik yok. Çocuklar odalarında, kapıları kapalı. Vitrini, kanepelerin altını, pencere kenarlarını kontrol ediyorum sessizce, parmak uçlarıma basarak. Salonda bakmadığım yer kalmadığına emin olunca mutfağa giriyorum: ocak dolaplar, balkon çöp, kaşıklık…

Güm güm güm, güm güm güm!

En iyisi uyumak saat altıya geliyor. Uyuyabilirsem sabaha her şey geçecek. Kaç gündür yorgun ve uykusuzum, muhtemelen aklım bana bir oyun oynuyor. Kazanmasına izin veremem, uyuyacağım ve sabaha hiçbir şey kalmayacak.Salondaki koltuğa uzanıyorum. Sağıma dönüp elimi kulağımın altına sıkıştırıp büzüşüyorum. Gözlerimi kapıyorum. Uyumalıyım, uyumalıyım, uyumalıyım…

Güm güm güm,güm güm güm!Uyumalıyımmm.Güm güm güm, güm güm güm!

Sola dönüyorum. Sakin olmalıyım. Yılların emlakçısı, esnafı, kurdu Mithat bir sese mi mağlup olacak! Asla! Evvela sesin neye ait olduğunu anlarsam daha rahat çözerim sorunu, evet. Nefesimi tutup oturuyorum. İyice dikkat kesilip sesin ne olduğunu bulmalıyım. Gözlerim iyice irileşiyor.

Güm güm güm, güm güm güm!Güm güm güm, güm güm güm!

Buldum, evet buldum! Bu kalp sesi. Stetoskopla doktorların dinledikleri kalp ritimleri gibi. Güm güm güm, güm güm güm! Evet. Acaba benim kalbim mi? Başka kimin olacak ki! Allah’ım kulaklarımda mı sorun var yoksa hayal mi? Off. Çıldıracağım. Hızla kalkıp elimi yüzümü yıkıyorum. Karım uyandı galiba.

Page 12: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

12 13

“Mithat ne oldu hasta mısın? Ne zaman kalktın, duymamışım.” “Yok iyiyim, uykum kaçtı sadece. Yat sen.”“Daha saat altı. Sen de yat ben sekizde kaldırırım seni yetişirsin. Sen bu işi stres yaptın bence ama boş ver olmazsa da aç değiliz açıkta değiliz, uyumana bak”.

Nasıl anlatacaktım ki karıma. Deli derler insana. Nazan ben kalp atışlarımı duyuyorum da ondan uyuyamadım, diye. Allahtan fazla üstelemedi ama onun da uykusu kaçtı. Banyoya girdi. Nazan yarım saatten fazla kalır duşta. O çıkana kadar sesi nasıl susturacağımı düşünmeli ve bu meseleyi çözmeliyim. Acaba o da işitti mi? Nazan kalp atışlarımı duyuyor musun, desem alay ettim sanır, Nazan stetoskop kulağıma kaçtı desem delirdim sanır, rüyamdaki ses uyanınca beni bırakmadı desem, olmaz…

Güm güm güm,güm güm güm!

Ya ölene dek geçmezse! Kalbim durunca mı duracak bu ses?Nazan ne zaman duştan çıktı, ne ara karşıma oturdu, ne kadardır beni gözlüyor bilmiyorum.

“Neyin var Mithat? Tansiyonun mu çıktı? Ölçeyim mi? Kımıldamadan bir saattir aynı yerde duruyorsun?”Kulağım seste ve cevap verecek cümleyi toparlamaya çalışıyorum.“Ellerin titriyor, iyi misin?”

Biraz kekeleyerek bir şey yok demeye çalışıyorum, sonra hızla kalkıp banyoya giriyorum: pamuk! Pamuk tıkasam kulaklarıma… Daha evvel nasıl düşünemedim. Hemen çekmeceden pamuk alıp hınçla kulağıma tıkıyorum. Olmadı, olmuyor. Ses aynı yerde duruyor.

Güm güm güm,güm güm güm!

Galiba delirdim. Kalbimi yerinden söksem duracak. Hızla giyinip Nazan’ın endişeli bakışlarına, art arda sıraladığı sorulara, çocukların meraklı ve telaşlı gözlerine tahammül edecek durumda değilim. Ses giderek sinirlerimi bozuyor. Başıma çekiçle çivi çakıyor gibi. Bir kamyondan düşüp yuvarlanıyormuşum gibi… Ellerim titriyor, ağzımın kuruması konuşmama mani oluyor. Nazan omzumdan tutup beni sarsacak oluyor ama nafile! Hızla dışarı atıyorum kendimi.

Güm güm güm,güm güm güm!

Bu ses kemirgen bir yaratık gibi kulaklarımdan beynime, oradan da tüm vücuduma yayılıyor. Gözlerimden siyah noktalar geçiyor. Başım dönüyor. Yer ayaklarımın altından kayıyor. Merdivenden düşe kalka zor iniyorum.

Doktora mı gitsem? Kim bakar ki nöroloji mi psikiyatri mi?.. Deli miyim ben daha neler? Ah Mithat deli değilsen bu ne?

Güm güm güm,güm güm güm!

Hangi sokaktaydı bürom. Ses devam ettikçe bilincimi de esir alıyor. Kayboldum galiba. Hangi sokağa saptım. Burayı daha evvel neden görmemiştim. Şu ağaç…

Güm güm güm,güm güm güm!

Off! Bu kadar uzak mıydı ev ile büro arası. Yok, uzak değildi on dakikada varıyordum. Arabayla gidince Nazan kızardı. Evet, arabayı bulup onunla gideyim.

Güm güm güm,güm güm güm!

Araba kullanamam bu halde. Allah’ım sustur bu sesi! Kayboldum. Bu bizim sokak değil. Bu bildiğim kaldırımlar değil. Yer kayıyor. Ayaklarım dermansız.

Güm güm güm,güm güm güm!Güm güm güm,güm güm güm!

Çok hızlandı. Ellerim uyuşuyor. Bayılacağım, delireceğim… Kulaklarımı delsem, sağır etsem, kessem geçer mi? Kalbimi durdurmalıyım…

Güm güm güm,güm güm güm!Güm güm güm,güm güm güm!

II.Şehrimizde dün sabah işe gitmek için otobüs durağında bekleyen insanlar garip bir intihara şahitlik ettiler. 55 yaşındaki M.K. “Yeter, sus artık!” diye bağırarak kafasını parçalarcasına, defalarca otobüs durağının demir levhalarına vurdu. Görgü tanıkları engel olamaya çalıştıklarını fakat çarpmanın şiddetinden ve hızından ötürü mani olamadıklarını belirttiler. Kendinden geçene kadar, çığlıklar atarak kafasını demire vuran 55 yaşındaki M.K. yaralı olarak kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.

Page 13: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

12 13

Bir Sabahattin Ali kitabında tattım aşk duygusunuOnun hikâyelerinde gördüm imkânsız aşkların dahi bu denli güzel olduğunuBir Nazım Hikmet şiirinde doldurdu memleket sevgisi içimi Ve yine bir Nazım Hikmet şiirinde inandım güzel günler göreceğimizeBir Mehmet Akif Ersoy şiirinde gördüm Türk’ün kahramanlığınıBir Özdemir Asaf dizesinde rastladım yalnızlığa ve hissettim ta en içimdeBir Oğuz Atay kitabında tutunamadım hayataBir Kafka mektubundaydı aşkın imkânsızlığı,Ve bir Kafka kitabındaydı dışlanmışlığın, ezikliğin tüm haliTurgut Uyar şiirlerinde gördüm umutsuzluğu çokça Ve Turgut Uyar şiirinde öğrendim göğe bakınca sevinmeyiBizlere fazla şiir bırakan şairler, fazla şiirden öldüler…

FAZLA ŞİİRDENGülsüm TÜRK / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Öğrencisi

Page 14: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

14 15

KARANLIĞINPARMAK İZLERİ

Elçi

n Cİ

GAR

A (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 15: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

14 15

Düşüncelerin ağırlığıyla başını eğdi, kesik kesik aldığı nefesler tutuk bir tabancayı andırıyordu. İçindeki tek taraflı muhakemeyi bir sonuca erdirecek, sükûtuyla sağır olduğu savaşı bitirecek bir rüzgâr esmesini diledi. O an geldiğinde nefret kokan tüm sözcüklerin kemiklerini kıracak ve onların aciz birer ruha dönüşmelerini izleyecekti. Kim bilir belki onun da ağzı insanlar gibi kan kokardı.

Kısacık boynunun el verdiği kadarıyla ardındakileri kontrol etmek istedi fakat boşluktan başka bir şey bulamadı. Fazla ilerlememiş olmalarını umarak yoluna devam etti. Kafasında çarpışıp duran düşüncelerle birlikte akrep ve yelkovanın gölgesi altına biraz daha sokuluyor, attıkları her adımda omuzlarındaki yükleri çoğalan saniyeler görünmez bir el tarafından kamçılanıyordu. Böyle olmamalıydı, diye söylendi sessizce.

Duyguları, bir fahişenin iki yakası gibi hiçbir zaman bir araya gelmeyen, düşünceleri zamanla çamurlaşıp bencilleşen bir canavardan kaçıyorlardı. O ve diğerleri çıktıkları bu amansız yolun canavarın avuçları arasında yok olup gideceğini biliyorlardı. Mermisi olmayan bir askerin savaşmaya devam etmesi kadar onurlu ve bir o kadar da ahmakçaydı bu yaptıkları.

Attığı birkaç adımdan sonra gördüğü şeyle yerinde kalakaldı, kanın teninin altında kaynadığını hissediyordu. Yolun kenarına geçip kendine güvenli bir yer buldu ve dünyadaki en güvenli yer olan kabuğuna çekildi. Diğer arkadaşlarının ne durumda olduğunu merak etse de şu an bunu düşünmemeye karar kıldı. Biraz sonra içinde merak tomurcukları yeşermeye başladı, bu uzun yolculuklarında gördüğü ilk düşmanın neye benzediğini görmek istedi.

Kafasını usulca uzatıp onu izlemeye koyuldu. Sakalları yüzünün büyük bir bölümünü kaplayan, gözlerindeki bilinmezlik sesine de yansımış bir adamdı karşısındaki. Söylediği şeylere kulak verdi fakat bu anlamsız bir çabaydı, onu anlaması imkânsızdı. Bu adamda, onun daha önce defalarca gördüğü bir şey vardı; eski bir dostunun kürkü. Sığınacağı tek liman olan kabuğunun bir gün ondan çalınacağı fikri düştü aklına. İçindeki korku ona birkaç adım daha attırdı, aceleciydi. Oysa biri kulağının hemen dibinde, “Henüz vakit erken!” diye bağırıyordu.

Attığı her adımda ayaklarının altına bulaşan kir, insanların zulmüyle beslenen bir canavar gibi karşısına dikiliyordu. Biraz ileride, dalları göğü delmeye çalışan bir ağacın eteklerine tutundu. İnsanların, ellerinde tuttukları kâğıt parçalarının çokluğuyla birbirlerine üstünlük taslamalarını büyük bir hayret ve nefret içinde izledi.

Bu zamana kadar insanlar onu nerede istediyse orada yaşamıştı. Hatta bazen gideceği yoldan geri döndürülmüş, teninde faili belli bir cinayetin gizlenmiş kanıtları işlenmişti. Demir parmaklıklar ardında gördüğü birkaç gülen yüzü hafızasına iyice kazımış, hayal gücünün duvarlarında onu resmetmişti. Aldığı darbeler yüzünden çatlayan kabuğu her sızladığında oturup saatlerde resmi inceliyordu.

Gök kubbe beyaz bir çarşaf örtündü üzerine. Hemen sonra birkaç silah sesi duyuldu; pusun ardında gizlenmiş canavarlar, ışığın çehrelerini aydınlatmasına izin verdi. Derilerinin altında et parçası değil de hırs ve nefretten yapılmış bir zırh taşıyorlardı sanki. Son kez basıldı tetiğe fakat bu ardından geleceklerin öncüsü oldu ve hiçbir zaman susmadı; çarşaf, kırmızının en koyu tonuna boyandı. Nitekim daha sonra gökyüzünün her gün kefen değiştiren bir ölüden farkının olmadığını anladı.

İbadet eder gibi uzandıkları silahları, taşları ve nefretleri; kabuğundan başka sığınacak bir yeri olmayan sıradan bir kaplumbağanın soluk nefesini keskin bir bıçak gibi kesiyordu. Bazen bir insan gibi konuşabildiğini hayal ediyor, henüz hiç kimsenin duymadığı sesiyle zulmü sona erdirecek dualar fısıldıyordu. Fakat bu hayal üstünkörü okunmuş bir kitap gibi henüz anlamını bilmediği kelimelerden ibaretti.

Tanrı, siyah geceliğini çıkarıp uyurken yere dökülen yıldızları birer birer topladı. İnsanlar bir mum gibi söndürdüler sokağın sonundaki koca lambayı. Dünya, kör bir adamın avuçları arasına düştü, nitekim renkler sadece rüyalarda gerçek oldu. Sırtında, Demokles’in kılıcından izler taşıyan kaplumbağa, güneşin dahi aydınlatmakta yetersiz olduğu karanlığa son kez fısıldadı.

“Unutmayın; bu biz değiliz, bunlar bizden geriye kalanlar.”

“Vakit geldi, toplayın bavulları! Şehrin yanan tüm ışıklarını söndürün, kelimeler karanlığı bir nefeste içlerine çeksinler. Sessizliğe ihtiyacımız var.”

Zeynep ŞAHİN / Edirne Lisesi Öğrencisi

Page 16: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

16 17

Meltem ÇELİK / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Öğrencisi

“Ayağımda kendine mıhlanmış bir resim var. Cehalet, boylu boyunca uzanıp etrafta kol geziyor. Kartal gibi kanatlarını açan bilgeliğin sonsuzluğunda kaybolmak istiyorum. Ama olmuyor. Çıtkırıldım bacaklarım yarı yolda yorulunca durmak zorunda kalıyorum. Zihnimde çürüyen onlarca sesin arasındaki kokuşmuş nefeslerin sesleri giriyor bendime. Çekip çıkartamıyorum…”

Yorulmama neden olacak bir uyku apsesi gelip giriyor bedenime ve nedenini bilmediğim bir kuvvet, durmadan bir ağırlık yüklüyor omuzlarıma. Tam üzerimden atacakken neye benzediğini dahi bilmediğim asalağa “Dur!” diyorum. Bir şeyler öğrenmek için çabalayan fıçının içindeki zatı düşün - Ne kadar çabuk pes ediyorsun öyle?- Arkamdan gülüşen sesleri duyuyorum. Homurtuları bana kadar geliyor. Kendi elleriyle yaptığı zehri için Sokrat’ın kan kokan soluğu dolduruyor odamı. Ürperiyorum…

Nereden geldi bu uyku? Gözlerim neden büyük bir acıyla açılıp kapanıyor? Yanımda duran roman neden yüzüme bakmakta bu kadar korkak?

Bilgisiyle övünen cahillerin sesleri geliyor kulaklarıma. Uyuyorum... Yalandan da olsa yine büyük bir acıyla kapatıyorum gözlerimi. Yanımdan uzaklaşmaları için elimden gelen tüm çabayı gösteriyorum, inanın!.. Onların sahte bilgilerinin arkasındaki karanlık nokta olmak istiyorum.

Her sözlerinin arkasına bir “Evet” sıkıştırıp cehaletlerinin arkasında konuşmak… Yok, böyle olmayacak. Cehalet, kendini bilmezlerin bilerek girdikleri bir barınakken ben, onların kapılarının önünde bekleyen Kerberos olmayacağım.

KAN KOKULU

Nereden geldi bu uyku?Gözlerim neden büyük bir acıylaaçılıp kapanıyor? Yanımda duran roman nedenyüzüme bakmakta bu kadar korkak?

CEHALET,BiR ZEHiR

Page 17: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

16 17

Açlığının farkında olan bir adam önce yemeğe saldırır, suya değil. Aynı şey susamış bir için de geçerli. Peki, ya cehalet? O ise aç olduğunu bile bile ağzını musluğa dayamak gibi bir şey. Hem saçma hem de gülünç - Kahkahaları bana kadar geliyor.

Bir yazarın da dediği gibi “Sizi bilmem ama ben dünyada en çok cehaletten korkarım. Çünkü cehalet kendi bildiğinin dışında bir bilgi ve düzey olduğunu fark etmeyen bir kör karanlıktır. Zehirli tutkular ve fanatik öfkeler üretir. En kötü yanı da cahilin cahil olduğunu bilmemesidir.”

Öğretenin öğretilenden daha çabuk kaybolmaması düşüncesindeyim. Ona hayat verenlerin - gerçekte olmasa da - dimağının bir köşesinde bulunması gerekmeli bence.

Yağlı boyayla yapılan bir elma tablosu değil ki herkesin aynı şeyi görebileceği. Yaşanmışlığın içinde saklanan bir hayat... Hayatın arasına karışan bir vaha gibi bir şey… Ne tam olarak “bu” diyebilirsin ne de “değil”. Gitgeller arasında koşuşturan dengesiz bir medcezir… Amaç en güzel cümleyi kimim kurduğu değil, asıl gaye hayatının devamındaki boşluklara hangi işaretleri koyacağındı. Nokta mı, virgül mü? Öğrenmek bunu gerektirir.

Leve

nt T

OSU

N (H

asan

Rıza

G. S

. L. R

esim

Öğr

etm

eni)

Page 18: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

18 19

Page 19: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

18 19

Özlem GÜZELHARCAN / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi İngilizce Öğretmeni

Siz de trafikten, kalabalıktan,gürültüden bunaldığınız bir anda uçağa atlayıpbu küçük ama çok şey vaat edenhuzurlu ülkeye gelebilirsiniz.

İLK GÖRÜSTE LJUBLJANA

Page 20: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

20 21

Sıcak bir temmuz öğle sonrası… Avrupa’yı karış karış gezmeye alışkın turuncu sırt çantam ve ben İstanbul’un tipik karmaşası ve kalabalığı içinden sıyrılarak Atatürk Havalimanı’na ulaşıyoruz. Slovenya’ya, ismi zor telaffuz edilen ama sevilen gibi güzel bir kelimeye karşılık gelen o şehre gideceğiz: Ljubljana. Elimde pasaportum, biletim ve Paulo Coelho’nun o ünlü romanı var: Veronika Ölmek İstiyor.

Genç ve güzel Veronika, Ljubljana’da yaşamaktadır. Hayattan bıktığı bir anda banyodan çıkıp en güzel elbisesini giyer, yatağına uzanır, birkaç kutu hap yutar ve eline bir dergi alıp ölüm vaktini beklemeye başlar. Dergideki ilk yazıda karşısına çıkan ilk cümle şöyledir: “Slovenya nerededir?”

Veronika’nın içinde ölmek istediği Ljubljana, Alpler’in eteğindeki Slovenya’nın küçük, az nüfuslu başkenti ve aslında tam da bir huzur kenti. Şehrin ortasından süzülerek geçen Ljubljanica Nehri’nin çevresinde pek çok Barok bina, şirin kafe ve restoranlar var.

Nehrin üzerindeki Ejderha Köprüsü, şehre diğer Avrupa kentlerinden ayrı bir hava katmaya yetiyor da artıyor bile.Açılmış kanatları ve sivri dişleriyle görenleri tatlı tatlı huzursuz etmeyi başaran bu yeşil ejderha, aslında şehrin her yerinde; bayrakta, futbol takımlarının formalarında, nehir duvarlarında, köprü motiflerinde…

Ejderhalarla ilgili çeşitli efsaneler var. Biri şöyle: Kral Aeetes’ten kaçan Yunan kahraman Jason, Ljubljanica Nehri’nin yatağına gelir. Jason, yaşadığı topraklardan kaçarken kralın kızı Medea’yı da kaçırmıştır ve elbette ki kral bu işe çok kızmış, ona tamamlaması için üç görev vermiştir. Jason ve altın arayıcı dostları Argonotlar, görevlerini tamamlarken bir ejderha ile karşılaşırlar. Jason, ejderhayı öldürür ve oraya yerleşerek büyük aşkıyla birlikte Ljubljana şehrini kurur. Bir başka hikâyede ise Jason aslında Yunanistan’a gitmek isterken yolunu kaybetmiş, buraya gelmiş, burada bir canavarla kahramanca savaşmış ve yerleşmeye karar vermiştir. Bazı düşünürlere göre de bahsedilen ejderha ve savaş Orta Çağ’ın karanlık düşüncelerini sembolize etmek için uydurulan bir hikâyeden başka bir şey değildir.

Slovenyalılar masalları seviyorlar ve bu minik Avrupa ülkesine de masallar gerçekten yakışıyor. Ben de ejderhalara ve şehrin meydanındaki kaleye başımı kaldırıp da baktığımda kendimi bir an için Game of Thrones dünyası içinde hissetmedim değil!Alın size bir başka efsane!

Ejderha Köprüsü’nün yanı sıra şehirde kaçırılmaması gereken diğer yerler Üçlü Köprü (Tromostovje), Belediye Binası, Aziz Nikolaja Kilisesi, Ursulinka Kilisesi, Ulusal Kütüphane, Preseren Meydanı, Tivoli Parkı, Metelkova, Ljubljana Kalesi, açık pazar, ekmek dükkânları, balık pazarı, çiçek pazarı ve elbette ki Ljubljana Kalesi. Tüm bunları kaçırmanız imkânsız zira hepsine yürüyerek kolayca, hızlıca ulaşabiliyorsunuz.

Slovenya Ljubljana ve Bled Gölü

Page 21: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

20 21

Otelime yerleştikten sonra öncelikle kısa bir gece turu yaptım şehirde. İnsanlar meydanlarda dolaşıyor ve çalan müziklere eşlik ediyor, üniversite ve bir hayli fazla olan Erasmus öğrencileri de nehir kenarındaki kafe-barlarda eğleniyorlardı. Bazı turistler bot turunda, bazıları da bizim gibi bu Venedik’e yalnızca iki saat uzaklıktaki şehirde lezzetli pizza yeme heyecanı içindeydiler!

Ljubljana her şeyi bir arada barındıran ilginç bir şehir. Bir yanıyla Balkan, bir yanıyla Avrupalı, bir yanıyla da Akdeniz... Geceleri şehri aydınlatan loş ışıklara ve Arnavut kaldırımlı dar sokaklara girdiğinizde kendinizi İtalya’da sanmanız çok olası. Hele o muhteşem lezzetteki pizza ve dondurmalarını yerseniz, üzerine de espressonuzu içerseniz sizden mutlusu olamaz!

Gündüz ise Barok binalarla bezenmiş tertemiz caddelere, bisikletleriyle sakince işe giden çalışkan insanlara bakarsanız kendinizi Batı Avrupa’nın göbeğinde sanabilirsiniz. Bir meydandan gelen akordeon sesi ve köşe başında satılan bürek (börek benzeri bir yiyecek) ve bal ise sizi bir anda Balkanlara götürebilir. Hatta karşınıza -bize olduğu gibi- Kovboy dansı yapan gençler bile çıkabilir, şaşırmayın. Alpler’in eteğindeki bu minik şehir, misafirlerine kendini hiç yabancı hissettirmemeye kararlı; hepsinin sebebi bu!

Ljubljana’daki ikinci günümüzde meydanları, pazarları gezdik. Ünlü Sloven mimar Plecnik şehre pek çok eser kazandırmış ve çok sevilen bir şahsiyet. Slovenyalıların bir diğer sevgilisi de şair France Preseren. Paralarının arkasını süsleyen, yazdığı şiir Zdravljica ülkede milli marş olarak bestelenen şairin oldukça hüzünlü bir hayat hikâyesi olduğu, çok sevdiği aşkı Julija’ya kavuşamadığı söylenir. Şehir merkezindeki meydana ismini veren Preseren’in heykeli karşı binadaki bir başka kadın heykeline taş soğukluğunda bakar. “Mutlu aşk yoktur” demiş ya Aragon, belki de gerçekten öyledir.

Ljubljana’da o pazar senin, bu galeri benim gezerken yorulursanız eğer feniküler ile kaleye çıkıp oradaki restoranlarda şahane yemekler yiyebilirsiniz. Biz öyle yaptık. Aynı zamanda kaleden şehri kuşbakışı izleyebiliyorsunuz.

Şehrin ilginç başka noktalarından biri de Metelkova.Bir zamanların Yugoslavya ordu kışlası, şimdilerin hippi öğrenci mekânı! İçinde pek çok kafe, bar, stüdyo, galeri bulunan bu mekânı uzun uzun incelemek, o gitar çalan gençlerin arasına karışmak, onlarla birlikte sanat yapmak, hayatı tartışmak lazım. Velhasıl tekrar öğrenci olmak lazım yoksa bu kıskançlıkla hayat geçmez!

Eğer Ljubljana’ya yolunuz düşmüşse mutlaka Bled Gölü’nü de görmeniz gerekir. Şehre 45 km uzaklıktaki Bled kasabası, gelenlere cenneti vaat ediyor dersem hiç de abartmış olmam. Bahçesinde rengârenk çiçeklerin olduğu müstakil evleri; içinde yüzülebilen, kano ve yelkenli yapılabilen, etrafında bisikletle dolaşılabilen gölüyle Bled kasabası rüya gibi bir yer.

Gölün yukarısındaki kaleye çıktığımızda bir düğünle karşılaştık ve öğrendik ki burada evlenmek pek hayırlıymış, eğer damat gölün ortasındaki o minik adacıkta bulunan kiliseye gelini kucağında taşırsa harika bir evlilik hayatları olurmuş.

Gelecekte Bled’e gelmek için bir sebep daha! Bled’e trenle, otobüsle veya araba kiralayarak gidebilirsiniz.

Rehberimizin söylediğine göre bazı çılgın Ljubljanalılar, bisikletlerle bile buraya gelip gidiyorlarmış hafta sonları.

Bled’e gelmişken biraz daha yukarı tırmanıp Vintgar Gorge’ye gidebilir, Triglaski Marodni Ulusal Parkı’nda Slovenyalı ailelerin çoluk çocuklarını alıp yaptıkları gibi kanyon yürüyüşü yapabilirsiniz. Buz gibi suları, kuş sesleri, muhteşem doğası ile park en az Bled Gölü kadar insanı büyülüyor.

Ljubljanalılar, hiç üşenmeden hafta sonları buraya gelip ailecek yürüyüş yapıyorlar. Zaten şehirde spor yapmayan insan yok. Kışın kayak, yazın bisiklet, yürüyüş, hiking derken ortaya sağlıklı ve mutlu, hayattan zevk alan bir toplum çıkması şaşırtıcı değil elbette.

Yüzölçümünün yarısından fazlasının ormanla kaplı olduğu bu ülkede herkes dışarıda, doğada, hayatla ve kendileriyle barışık, sakin, huzurlu bir şekilde yaşayıp gidiyor. Bize de iç çekmek düşüyor! Siz de trafikten, kalabalıktan, gürültüden bunaldığınız bir anda uçağa atlayıp bu küçük ama çok şey vaat eden huzurlu ülkeye gelebilirsiniz.

Hem Veronika da ölmekten vazgeçti zaten. Yaşamak güzel. Gezmek, en güzeli…

Page 22: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

22 23

Mesnevî-i Manevî kiOndan seslenir Hz. Mevlânâ bana

Bak der o insana Baştan başa manaDer Hazret-i Mevlânâ bana

Mesnevî-i Mânevî kiOndadır her nevi sevi hem her manaDer Hazret-i Mevlâna bana

Fîhî Mâ Fîh ne der nedir manaSendedir sende her ne varDer Hazret-i Mevlânâ bana

Her meclisi bin bir Dîvân-ı KebîrOndan hala seslenir Hazret-i PîrKulak ver der gönülden o lisanaDil dil seslenir her insanaDer Hazret-i Mevlânâ bana.

SESLENİR HAZRET-İ MEVLÂNÂ BANAM. Nezir BİLİK / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni

Page 23: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

22 23

ŞBİR ÇOKMUŞBİR VARMIŞ

Ömür dediğimiz şey, hiçbir zaman tekdüze olamaz. İnsanın doğası gereğidir bu. Yaşamın boyunca, bodrum katını da görürsün, gökdelenin tepesini de... Yaşam sevincinin seni terk ettiği durumlar vardır hani, en olmadık zamanlarda… Belki bir de kendi yarattığın başarısızlık yığınları… Susuzluğun içinde bir yerdesindir, en sağanağından bir yağmurun altında sırılsıklamken bile… Kendi elinde biten dikenlerle yine kendi sırtını taşıdığın olur bazen. Keşkelerle o dikenlerin yaralarını kapatırsın.

Bir teselli çıkagelir karanlığına, en genç ve geç zamanında… “İyi ki…” dediğindir o, öğretmenindir! Bu evrende, yürüyen bir keşke olmaktan seni kurtarandır. Yürütmeyi bir kenara bırak, senin mehteranındır o, en görkemlisinden… Elbet öğrenilecek çok şey olduğunun farkındasındır artık çünkü “Sebzelikte patlıcan yoksa musakka yapmayı öğrensen ne olur?” soruna cevaptır öğretmen! Kapısı kilitli odana, pencere açandır öğretmen! Sana pencereden bakmayı değil de pencereden baktığını görmeyi öğretendir.

Öğretmen bir “var”dır yaşamında, bir “yok değil”dir ve sen artık, yemek yapmak için gerekli tüm malzemeye sahipsindir. Doludur dolabın. Bir şeyler karalamak yazmak istersin. “Ah!” çektiren şiirler mesela ya da hasar almış öyküler… Duvarları yumruklayan şarkılar belki… Şiirine kalem olur öğretmen, kalemine mürekkep… Şarkına gökyüzü olur öğretmen. Yaz ile kış arasına sıkışıp kalmış, son ve ilkbaharın akraba evliliğinden genetiği bozuk doğmuş gecelere inat, aydınlık ve duruluğu eritip ruhuna biçim veren bir gökyüzün vardır artık. “Öğretmenin” vardır. Söylemeye değer bir şarkın vardır hem… Biraz kırgın, biraz buruk; çokça sevgi ve eser miktarda kızgınlık içeren türkülerin… Bir caz müziği gibi doğaçlama engellerin… O kadar çabuk ve o kadar kısadır ki artık engellerin, değer hayatına ve geçer gider. Çünkü öğretmen girmiştir artık ömrünün içine. Kendi yok olsa bile küllerinden seni doğuracaktır zaten ve keşkelerini kapadığın sandığın kilidi olacaktır öğretmen!

Öğretmen… Bir göğün yüzü, pencereni açtığında ciğerlerine dolan… En önemlisi de baktığında, dışarıyı da kendini de görebilen bir mucize pencerenin ta kendisi...“Çok” tur öğretmen!

Cansu ÇOLAKOĞLUEmel Özgür Subaşıay Mesleki veTeknik Anadolu Lisesi

Bir teselli çıkagelir karanlığına,en genç ve geç zamanında… “İyi ki…” dediğindir o, öğretmenindir!

Hüly

a YA

YLA

TOSU

N (H

asan

Rıza

GSL

TDE

Öğr

etm

eni)

Page 24: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

24 25

BALKONve RüyaSARDUNYALI

Aley

na K

ANAR

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 25: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

24 25

Bordo kapının loş açıklığında karşılıyor beni. Gözlerini sevgiyle küçültüyor. Üzerinde dökme çiçeklerin serpildiği viskon elbise. İnce bileğinde neredeyse hiç çıkarmadığı elmas taşlı ipli bileklik… Kollarını açıyor... Hoş geldin, diyor. Hoş buldum, diyorum. Sabah sabah bu ne diri bir karşılama. Şaşırıyorum. İçimden maşallah diyorum, hep böyle olsun. Ne de olsa artık yetmişine geldi sayılır. Öyle hevesli çağırdı ki bu sefer gelmeden edemezdim.

Elimden tutuyor, günlerdir telefonda anlatıp durduğu sardunyalarının yanına sürüklüyor beni. Kızarmış ekmek ve taze demlenmiş çay kokusu eşliğinde geldiğimiz yerde “Bak!” diyor, “Ne oldu burası, yalancı cennet!” dediği kadar var. Parçalı camla kaplanmış üç dört metrekarelik nohut balkonun neredeyse yarısı çiçeklerle dolu. Bir minik masa, üç sandalye konulabiliyor aralara, o kadar. Çiçeklerin arasına oturuyoruz. Yola bakıyorum. Akşamdan park edilmiş arabaların üzerine çıkmış, birinden diğerine sıçrayan tekir kedi oyun oynuyor. Yolun girişinde simitçi çocuğun el arabası duruyor. Kendisi de bir evden çıkıyor elinde çubuğu, dilinde “Simitçiiiii!” nidasıyla. Burada olmayı, mahalle sıcaklığını yaşamayı seviyorum.

Balkona sabah güneşinin taze ışıkları vurmuş. Kırmızısı, sıklameni, pudrası, akşam güneşi renklisi... Hepsini çocuk sever gibi dokunarak, konuşarak seviyor; anlatıyor. “Nasıl bakıyorsun bunlara?” diyorum “Bu kadar coşturmuşsun.” Güneşi ve sıcağı çok seviyorlarmış. Fazla sulamıyormuş. Evlerinin yakınındaki ormandan ağaç diplerini eşeleyip çürümüş yapraklı, yumuşak toprak getiriyormuş onlar için. Sonra meyve ve sebze kabuklarını atmıyor, sardunyaların diplerine gömüyormuş. E sonuç ortada. “Elinden de mi oluyor senin nedir?” diyorum. “Evet.” diyor. “Anneannene çekmişim, onun çiçeklerini hatırlarsın.” Kim hatırlamaz ki! Unutulmayacak şeyler vardır şu hayatta. O da öyle. Köyde dillere destan bir bahçesi vardı rahmetlinin. Kasımpatılar, kadife çiçekleri, aslanağızları... Yanı başlarında tulumbalı bir kuyu… Çiçekliklerin arkasında sebze ekilen bölümler. En dışta çit yerine zerdali, erik, kayısı, incir ağaçları.

Çiçeklerin ve çiçekli anıların rehavetine kapılmış gidiyorken gözüm masadaki beyaz orkideye ilişiyor ki annem gerçek kimliğine dönüveriyor birden. “Dün akşam seni gördüm rüyamda Zeynep.” diyor. Rüyalarını tüm ayrıntılarıyla uzun uzun anlatmaya bayılır. Babamın sabırlı bir insan olması da onun şansı.

“Yeşillikler içinde bir köşkün önündeyiz.” “Nasıl görünüyoruz?” “İkimiz de iyi görünüyoruz; temiz, sade giysiler içindeyiz.

O evin anneannenin evi olduğunu söylüyorsun.” diyor, duruyor. Hayırdır inşallah, dememi istiyor. Diyorum.

“Anneannemi gördün mü peki?” “Hayır.” “Çok özlemiştim aslında, görseydim keşke.” Gözleri doluyor...

Duygu yoğunluğundan uzaklaşsın diye yeni sorular soruyorum. “Ne konuşuyoruz seninle sonra?” “Bir cemiyet toplanmış anneannenin evinde. Sen de

oradaymışsın. Üzerinde çok güzel bir elbise varmış anneannenin, başında aynı renkte bir yazma. Anlatıyorsun bana.”

“Sonra?” “Yürüyoruz seninle sonra, sağlı sollu yemyeşil tarlaların

arasındaki bir yolda.” Şimdi tam olarak kendi benliğine bürünüyor. Diyor ki “Zeynep,

ben bu rüyayı çok olumlu gördüm. Anneannen biliyorsun diğergam bir kişi, karıncayı incitmekten sakınan kanatsız bir melekti.” Başımla, gözlerimle söylediklerini onaylıyorum. Bakalım işin sonu nereye varacak. “Sen!” diyor, “Anneannenden haber getirdin rüyada, elçilik ettin. Belki diyorum hayırlısıyla...” Kalkıyorum yerimden “Anne!” diyorum. “Ben de evlenmesem olmuyor mu yani. Sosyolojinin tek buluşu bu mu? Bir farklılık olsun. Benim gibi yalnız ve mutlu insanlar da yaşasın dünyada.”

Yüzünde sabahleyin beni karşılarken var olan o dinginlik gidiyor, yerini derin bir kaygı hali alıyor. “Dünyada ölüm var.” diyor. “Biz göçünce yalnız kalacaksın.”

“Gerçeklerimle yüzleşmeyi de yalnız yaşayabilmeyi de öğrendiğimi biliyorsun.”

Susuyoruz... Uzun bir sessizlik oluyor. Hava ağırlaşıyor. Annemin elleri karnında bağlı, yüzünde bir kabahat işlediğimde takındığı ifade. Birbirimizin gözüne bakmadan yolu izliyoruz bir süre. Nihal abla el sallıyor anneme karşı balkondan. Yarın çaya bekliyorum, diyor. Babam uyanıyor. Ortamın havası değişiyor, düzeliyor yeniden.

Birlikte tıpkı çocukluğumda olduğu gibi konuşmalı, gülmeli, gürültülü bir kahvaltı ediyoruz. Bir ara annemle ikimiz aynı anda buzdolabı kapağında ona Şirince’den getirdiğim nazarlıklı beyaz hayat ağacı magnete bakıyoruz. Ağacın üzerinde “HAYATIMDA OKUDUĞUM EN GÜZEL KİTAP ANNEMDİR.” yazıyor. Beni bakışlarıyla ödüllendiriyor. İçimde sevgi ırmakları çağıldıyor. Böyle saatler geçiyor sanki. Akşam oluyor. Artık yola çıkmam gerekiyor. Başka hiçbir evden ayrılırken yaşamadığım o duygu yine sarıyor tüm hücrelerimi. Gitmek istemiyorum. Her gelişimde bu evde yeniden aslıma rücu ediyorum.

Kapıda annem kulağıma eğiliyor: Bütün dualarım kabul oldu; bir bu olmadı, diyor. Ama eninde sonunda olacak, diye de ekliyor. Babamla bakışıp gülüşüyoruz.

İnsan yaşlanınca daha mı inatçı oluyor?

Sibel DİNÇER Edirne Sosyal Bilimler Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Bir düşün içeriğini oluşturan tüm malzeme,bir biçimde yaşantıdan türemiştir.

Düşlerin Yorumu-S.Freud

Page 26: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

26 27

İlhan Koman’ın sanatla ilgili çalışmaları olduğu gibibilimsel çalışmaları da var. Onun denizaltı çizimleri de var.Ressam Renoir böyle değil. O, sadece resim yapmış.Koman’ın, Vinci’nin bilimsellikleri var.

Öncelikle bizimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Bize kısaca kendinizden ve ailenizden bahsedebilir misiniz?Ocak 1926 doğumluyum. Babam Doktor Fuat Koman. Kendisi kuak, boğaz ve göz ihtisası yapmış. İki ihtisasa sahip bir tıp doktoru. O zamanlar birden fazla ihtisas yapılabiliyormuş. Aynı zamanda bir Jön Türk. Çanakkale Savaşı’na katılmış, fotoğrafları da var. Çanakkale Savaşı’nda göstermiş olduğu yüksek hizmetten dolayı padişah tarafından taltif edilmiş bir kişiydi.

Annem Leman Sevinç Koman. Edirne mebusu Mehmet Şeref Aykut’un kızı. Mehmet Şeref Aykut; Milli Mücadele zamanı Atatürk’le fikir arkadaşlığı yapmış, I. Meclis-i Mebusanda bulunmuş, bütün hayatı sürgünlerde geçmiş,Trakya-Paşaeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetini ilk kuran kişidir. Annem, Notre Dame De Sion ve Alman mektebinde eğitim almış. Beş yaşındayken eğitim için Fransız sörlerine götürülüp teslim edilmiş. Annem, çok güzel Fransızca ve Almanca konuşan, çok güzel piyano çalan, Avrupa standartlarında yetiştirilmiş bir Türk kadınıydı.

İLHAN KOMANVE GECMİS ZAMAN

Ece BOZKURT / Edirne LisesiTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Page 27: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

26 27

Üç çocukları olmuş. İlhan, Korhan ve Gönül.Ben en küçükleriyim. İlhan Koman dünya çapında bir heykeltraş.Korhan Koman Edirne’de yaşamış, hiç evlenmemiş.Ben, Edirne Kız Enstitüsünü bitirdikten sonra Ankara Kız Teknik Yüksekokuluna, şimdiki Gazi Üniversitesine, gittim.Çiçek ve moda bölümünden mezun oldum. Çektiğim kura sonucu Diyarbakır’da moda ve çiçek öğretmeni olarak göreve başladım. Diyarbakır’dayken eşimle tanıştım ve evlendim.

İlhan Koman’ın çocukluğundan biraz bahsedebilir misiniz?Çok başarılı bir öğrenciydi. Edirne Lisesinin favori talebelerindendi. Yaramaz bir çocuk değildi. Korhan ağabeyim daha yaramazdı. İlhan ağabeyim hep bir şeyler yapardı. Annem anlatırdı. Bir gün bir çiftliğe misafirliğe gidiyorlar. İlhan Koman o zamanlar çok küçük. Beş yaşlarında falan. Çiftlikte akan bir su varmış. Ağabeyim oradaki söğüt dallarından bir su türbünü yapıyor. Çocukluğundan beri el becerisi yüksek, yaratıcı bir insan. Hayatını dedemiz Mehmet Şeref Aykut’la geçirirdi. Çünkü dedem ona, o dedeme çok düşkündü.

İlhan Koman çok başarılı, zeki bir insan. Birçok konuda da yeteneği var. Biz böyle insanları biraz farklı görür, onlara farklı yaklaşırız. Onlar biraz çizgi ötesidir. Onun hakkında böyle düşünülür müydü?İlhan Koman uçta yaşayan bir insan asla değildi. 1949 senesinde babam, İngiltere’den Massey Ferguson marka bir traktör getirtti. Traktör parçalar halinde geldi ve ağabeyim o parçaları birleştirdi. Çiftlikte hala bir gazlı Massey Ferguson traktörümüz var. Edirne’nin ilk traktörlerindendir. Babam, traktörden sonra İngiltere’den yine aynı marka bir biçerdöver getirtti. Biçerdöver parçalarını da yine ağabeyim birleştirdi. Divan Edebiyatı’nı da çok iyi bilirdi. Matematiğe, geometriye - özellikle uzay geometrisine- vakıftı. Çok okurdu, klasik müzik dinlemeyi çok severdi. O dönemde Edirne Lisesinden yetişen öğrencilerin alt yapısı çok sağlamdı. Çok iyi yetişiyorlardı. Annem Edirne Lisesi için şöyle derdi: “Edirne Lisesi Türkiye’nin sayılı liselerindendir.”

İlhan Koman’ın Türkiye’de en fazla tanınan eseri kuşkusuz, “Akdeniz”dir ve günümüzde bir çok yeri dolaştıktan sonra, en son olarak Yapı Kredi Sigorta Genel Müdürlüğü’nün Levent’teki Merkez Binasının önünde sergilenmektedir.

Bir Evliyaİlhan Koman ki tıraşsız heykeltıraşUçmaya doğru sakallıElinde bombalarla bebeklerHeykel gibi olmayan heykellerTaşınırdı garip maacirGüneyinden Kuzeyine Kutupların Battı batacak teknesiyleVarmak için Edirne’ye Selimiye’ye…

CAN YÜCEL

Page 28: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

28 29

İlhan Koman, ilk önce resim bölümünü tercih etmiş, sonra da heykel. O dönemde yaptığı bu seçimler nasıl karşılandı?Ağabeyimin en büyük hedefi gemi inşaat mühendisi olmaktı fakat hastalandı. Tüberküloz başlangıcı, dediler. Tedavi süreci esnasında canı sıkıldığı için doktoru ona resim çizmesini tavsiye etti. Hatta vakit geçirmesi için eski Güzel Sanatlar Akademisi, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi, resim bölümüne gitmesini, orada oyalanmasını istedi. Ağabeyim orada, resim atölyesinde, resimler çiziyordu. Bir gün öğretmeni gelmeyince heykel atölyesine geçiyor. Heykel atölyesinde bir el çalışıyor. Eli bırakıp çıkıyor. Atölyenin hocası Hadi Baran geliyor ve heykeli kimin yaptığını soruyor. Resim atölyesindeki misafir öğrencinin yaptığını söylüyorlar. O öğrencinin hemen bulunmasını istiyor. Ağabeyimin heykel atölyesine geçişi böyle oluyor.

Bu arada annemin de muazzam el becerisi vardı. Ağabeyimin bu sanatsal el becerisi annemden geliyor. Annem inanılmaz panolar yapardı, nakışlar işlerdi. Küçücük bir kumaştan harikalar yaratırdı. İlhan Koman Evi’ndeki her şey anneme aittir. Perdeler, abajurlar...

Yurt dışı macerası nasıl başladı?Paris’e önce burslu olarak gitti. Paris’te Abidin Dino’yla,Fikret Mualla’yla tanışıyor. Paris’ten döndükten sonra üniversitede hocalık yapıyor. Bir ara yine Fransa’ya geçti ama nedenini hatırlayamıyorum. Oradayken bir hafta sonu İsveç’e geçiyor. İsveç’i çok beğeniyor ve orada ikinci eşi Kerstin’le tanışıyor. Kerstin çok hoş bir kadın ve ona aşık oluyor. Evleniyor, üç çocuğu oluyor. Elif, Defne ve Korhan.Çocuklarıyla görüşüyoruz.

Page 29: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

28 29

İlhan Koman, yirmi yıl boyunca “Hulda” adlı bir teknede yaşamış ve aynı zamanda bu tekneyi atölye olarak kullanmış. Yaşam alanı olarak bu tekneyi seçme sebebini sizlerle hiç paylaştı mı?Eşi Kerstin denizi, gemileri çok seviyor. O da Kerstin’i çok seviyor. Bir gemi alıyorlar ve daha sonra gemiyi eve çeviriyorlar. Gemide çok da büyük bir kütüphanesi var.Okuduğum bir yazıda İlhan Koman’ın en büyük hayalinin teknesi ile bir Akdeniz yolculuğuna çıkmak olduğunu fakat bunu gerçekleştiremediğini öğrendim. Bu istek ölümünden yıllar sonra gerçekleşmiş. Bu isteği kim tarafından gerçekleşti?Büyük oğlu yani ilk eşinden olan oğlu Ahmet gerçekleştirdi. Ahmet’in, babasının isteğini yerine getirmesi çok güzel bir şey. Doğup büyüdüğü şehre, Edirne’ye, sık sık gelir miydi?Türkiye’ye ne zaman gelse Edirne’ye muhakkak gelirdi. Çiftliği çok severdi.

İlhan Koman, 165 yıldır çözülemeyen bir matematik bilinmezi “Bakülgen Poliedr Teoremi” sorunun çözmüş. Siz bu konu ile ilgili bize neler söyleyebilirsiniz?Bu bilinmezi çözdü, ispatladı. Ayrıca uzayın sonsuz olmadığına dair bir teorisi ve çalışmaları var. Buna ek olarak da NASA tarafından kendi adına tescil edilmiş bir yakıt deposunu dizayn ediyor. Yakıt deposunun için doldurulduğu zaman hacim oluyor. Boşaltıldığı, tüketildiği zaman yüzey oluyor. Hacimden yüzeye geçiyor. Bu uzay teknolojisinde çok önemli bir şey. İlhan Koman’ın sanatla ilgili çalışmaları olduğu gibi böyle bilimsel çalışmaları da var.

İlhan Koman’ın sanat hayatı üç dönemdir. Üçüncü dönemde yapmış olduğu eserler matematiksel ve geometri-fizik açısından çözümlenmesi gereken eserlerdir. Bu dönem, bilimle sanatı birleştirdiği bir dönemdir. Bu sanatçılarda nadir olan bir şeydir. Leonardo da Vinci’nin anatomiyi çok iyi bilmesi gibi. Ayrıca onun denizaltı çizimleri de vardır. Ressam Renoir böyle değil. O sadece resim yapmış. Koman’ın, Vinci’nin bilimsellikleri var.

Dünya çapında bir üne sahip olan İlhan Koman, maalesef kendi ülkesinde hatta doğduğu şehirde yeterince tanınmıyor. Bunun sebebi sizce nedir?Bir ülkenin sanat ve kültür değerlerini anlayabilecek kitleler yetiştirmemiz, eğitim düzeyini yükseltmemiz gerekir.Böyle olursa sanatçılarımızın değeri daha iyi anlaşılacaktır.

İlhan Koman, Anıtkabir’in büyük rölyeflerinden doğu kanadını yapmış. Bu eserin onun için ne anlam ifade ettiği hakkında bir bilginiz var mı?Hadi Baran Hoca ile beraber yaptı. Ailecek hepimizde büyük bir Atatürk sevgisi var ve bu çok onurlandırıcı bir durum.

İlhan Koman Evi’ni müze yapılması için bağışlamışsınız fakat bugüne kadar müze yapılmamış. Bu durumla ilgili neler söyleyebilirsiniz?Emre Kongar Bey Kültür Bakanı olduğu zamanlar burasının müze yapılması için emir vermişti. Emre Bey görevden ayrıldıktan sonra orası devlet dairesi oldu. Bu durumda olması tabiki çok üzücü.

Sizi tanımak, sizinle sohbet etmek büyük zevkti. Bize evinizi açtığınız, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

lhan Koman, 1958 yılına kadar İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Öğretim Üyeliği yaptıktan sonra yaşamının son 20 yılını İsveç’te ailesiyle birlikte, aynı zamanda atölyesi olarak da kullandığı “Hulda” adlı teknesinde geçirmişti.

Page 30: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

30 31

AKİF’İNEMANETİ

Muhammed DALKILIÇ / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Öğrencisi

Yeri geldiğinde cephede nefer, camide hatip,dergâhta şair, Ankara’da milletin vekiliydi.Mevkiinin yoktu bir ehemmiyeti, bu davadanefer olmaktı niyeti…

Page 31: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

30 31

Tarihler, 1873 Aralık’ını gösteriyordu. Fatih semaları İstiklal Şairi’nin doğuşuna şahitlik ediyordu. O, Tahir Efendi ve Emine Hanım oğlu Mehmet Ragif, o Buhara’nın Suşisa’sının can bulduğu yiğitti. Bu muhitte oturan ahali ona “Akif” demeyi yeğledi ve Tahir Efendi vefat ettiğinde on beşinde yetimdi. Artık Akif’ti o. Akif, medresede Arapça ve Farsçayı ileri düzeyde öğrenmişti. Şiirdeki eşsiz kalemi, onu farklı kılan bir diğer vasfı idi. Ders notları onun baytar olmasına yetiyordu lakin bununla yetinmeyip okul birinciliğini gayrimüslimlere bırakmayacaktı. Mesele tabii ki birincilik değildi, milli olmaktı. Öz yurdunda parya olmamaktı. Agop’u güreşte alaşağı eden Akif, şimdi derslerde devirmenin hazzını yaşıyordu.

Gün gelecek; bıyıkları terleyen o çocuk, dinin ve milletin bekası uğrunda sakallarını ağartacaktı. İslam âlemi, gaflet deryasında yüzerken yükseldi gür bir seda Dergâh-ı Taceddin’den:

“Bu ezanlar ki şehadetleri, dinin temeli,Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli…”

Üstat, dertliydi. 600 senelik İslam çınarının 20. asrın buhranında çöküşe sürüklendiğinin farkındaydı. Dinin ve milletin bekasının Milli Mücadele’den geçtiğini biliyordu. Halka vaaz ediyor, halkı Milli Mücadele’ye desteğe çağırıyordu. Zira ahval, hiç iç açıcı değildi. O, yola çıkmıştı bir kere… Ya heder edecekti onu bu dava ya da dinmeyecekti ezan, inmeyecekti bayrak. İstanbul’da bazı kesimler manda isterken Akif’in kalbi, Marş’ı yazacağı Ankara’da atıyordu. Zira Milli Mücadele’yi her yerde haykırıyordu. Onun dava adamlığına eşraf kesilirdi “lal”. Akif, Batıcı değildi. O Batı’nın tekniğine hayrandı ancak İslam âleminin bu denli uykuda olmasına da isyankârdı. O, Doğu ve Batı’nın sentezinin bir tezahürüydü. Üstat, kurtuluşu milli ve dinî benliğimize dönerek ve teknik alanda terakki ederek sağlanacağına inanıyordu. O; Emir Buhari Medresesinin koridorlarında koşan çocuk, şimdi İstiklal Mücadelesi’nde cepheden cepheye koşuyordu. Akif’te yoktu enaniyet namına bir kırıntı. Yeri geldiğinde cephede nefer, camide hatip, dergâhta şair, Ankara’da milletin vekiliydi. Mevkiinin yoktu bir ehemmiyeti bu davada nefer olmaktı niyeti… Vatan, İtilaf kanserinden kurtulmuş; Meclis yenilenmişti. Akif, artık mebus değildi. Ona hatıra kalan İstiklal madalyasını son nefesine kadar gururla saklayacaktı. Mısır’da kaldığı dönemde susmuştu davanın yılmaz sözcüsü. Onun susması bile bir mana idi, bir sırdı millete.

Aruzla cambaz gibi oynayan üstadı fena bir maraz yakaladı: “Ben topraklarımda öleceğim.” dedi. Ne kadar ırak kalsa da âşık maşukuna kavuşuyordu işte. Ciğerlerini deşen bu zehir, derinden derine kemiriyordu koca şairi. Mısır Apartmanı’nın soğuk odalarında sönüyordu bir İstiklal feneri. Bir ömrü bir davaya adanışıydı Akif’inki. Garip gelmişti bu dünyaya ve göçüp gidiyordu mahzun edasıyla. Lakin epey insanı tedavi etmişti fikriyle, gönlüyle ve diliyle… Sarıgüzel Mahallesi’nde başlayan hikâye, Mısır Apartmanı’nda bitiyordu.

Bayezid Camisi’nin avlusuna bir tabut geldi. Cılız bir kalabalık. Kim derdi ki bu bir İstiklal Şairi. Üniversiteli gençler üstada son görevlerini yapıyorlardı. Diri omuzlarda kaldırılan ulu şair, eserleriyle kavgasını da bırakıyordu âtînin nesline. Bundan böyle Akif’in davası Asım’ın nesline emanetti. Ona hiç tasmalık etmemişti altın lale. Tertemiz uzandı ebediyyete…

Asrın

MEN

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 32: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

32 33

Mel

ih C

AN (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 33: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

32 33

Bir hafta öncesinden başlamıştı heyecanım. Bugüne gelene kadar unuttuğumdan değil aklıma geldiği an korktuğumdan düşünmemeye başlamıştım. Evet, ders anlatmak bir korkuydu benim için. Küçükken hep karşılaştığımız o soruya “Büyüyünce ne olacaksın?”a bende alternatif dahi yoktu. Hep öğretmen olmak istemiştim. Peki, neden korkuyordum? Sonradan ortaya çıkan bir fobiydi galiba bu. Belki de yetiştirilmeyi bekleyen fidanların sorumluluğunu hissetmek, öğretmenlik mesleğini hakkıyla yerine getirebilme telaşı... Bir hafta boyunca ilk dersimi kafamda binlerce kez kurguladım. Hayali öğrencilerime binlerce kez anlattım. Danışman öğretmenim ve aday öğretmeni arkadaşımın kafasını şişirdim. Öğretmenler odasındaki tüm öğretmenlerden rahat olmam konusunda tavsiyeler aldım. Onların ilk ders tecrübelerini dinledim. Sonunda bir sunum yapmaya karar verdim. Öğrencilerin derse katılımını sağlamak ve onların dikkatini çekebilmek için çokça uğraştım. Ben bir öğretmendim ve bu benim ilk dersimdi, özel olmalıydı, güzel olmalıydı.

Zaman akıp geçiyordu, imkânı yok durduramıyordum. Ders saati gelip çattığında yüreğim ağzımdaydı. Herkes şans diliyordu ama ben orada değildim. Söylenenler boş bir levhaya çarpıp geri dönüyor; “bir kelime bulutu olmuş havada asılı duruyordu. Danışmanım: “Hadi!” deyince annesinin arkasından eteğini çekiştirerek giden yaramaz çocuklar gibi sınıfın yolunu tuttum. İşte, sınıfın önündeydim. Danışmanım, benim ders anlatacağım haberini sınıfa uçurmuş. Öğrenciler beni gülümseyen meraklı gözlerle karşıladılar. Daha önceden ders izlenimleri yaptığımdan sınıfa aşinaydım. Ama bu başka bir şeydi, şimdi sınıfla baş başaydım. Herkes ağzımdan çıkacak bir kelimeye bakıyordu. O an heyecanım erişebileceği en yüksek seviyeye ulaşmıştı. Sınıfı selamlayıp onlara anlatacağım konudan bahsettiğimde heyecanımın sesime mimiklerime yansıdığını hissedebiliyordum. Bir an elimde tuttuğum kalemin titrediğini gördüm. Etkileşimli tahtaya yanlışlıkla dokundum. Birkaç sayfa birden ilerlemişim.

Geri dönemiyordum. Tehlike çanları! Neyse ki bir öğrencim imdadıma yetişti. Gelen Emir Ali’ydi. Ders izlenimlerimde onu gözlemleme şansını yakalamıştım. Yere göğe sığamayan sınıfın haylaz ama sevimli çocuğu Emir Ali… Arka sıralarda oturmayı tercih ederdi. Ders izlemelerimde onun yanı boş olur, ben de oraya otururdum. Bir derste danışmanım öğrencilerden şiir yazmalarını istedi. Emir Ali sıkılmıştı, bu hiç ona göre değildi. Bir de konu aşk seçilince Emir Ali başka rüyalara daldı. Onun şiir yazmasını sağlamaya çalışmalıydım. Bir gayret “Hadi sen de yazmalısın. Her derste böyle misin? İlgini toparlamasın.” dedim. Verdiği cevap tam da ona göreydi. “Arzu hocayı sevdiğimden derslerine katılıyorum, beni bir de başka derslerde görün. Yazarım ama siz de yardımcı olun.” dedi. “Tamam, kime aşkımızı anlatacağımızı sen bul. İlla gerçek biri olacak diye bir şey yok, her şeye aşkını anlatabilirsin.” dedim. Şiirinin ilk dizeleri hâlâ aklımda: “Ah Monster, neden bu kadar pahalısın / Sana ne zaman kavuşacağım?” Monster? Dünyanın en pahalı oyun bilgisayarıymış.

Bizim Emir Ali’nin meğerse en büyük aşkı buymuş.Âlem çocuk vesselam… O gün benim kurtarıcım ve aday öğretmenliğim sırasında unutamayacağım öğrencilerimden olmuştu. Emir Ali ıstırabıma son verince dersime kaldığı yerden devam ettim. Çokça uğraştığım sunum da işe yarıyordu, örnek cümlelerime Emir Ali dâhil tüm öğrencilerden şakır şakır cevaplar geliyordu. Zaman ilerledikçe, öğrencilerle diyaloglarım artıkça kendimi dersin daha da içinde hissedebiliyordum.Tüm bunlar göz açıp kapanıncaya kadar gerçekleşti. Ders bitmişti, yüzümde anlamsız bir gülümse belirdi. “Nasıldı?” diyenlere biraz rahatlamış biraz şaşkın bir ruh haliyle iki elimi yana açarak cevap verdim. Karşıdan gelen tepkilerden kelime bulutlarıma yenilerini ekledim. Ne yaptığımı bilmiyordum ama orada olmaktan mutluydum. Kendime geldiğimde bu durumu neden bir fobi haline getirdiğimi anlamlandıramadım. Anlamlandırabildiğim tek şey: Ben bir öğretmenim ve olmak istediğim en muhteşem yer öğrencilerim yanı yani sınıflardı.

Şimdi asıl atandığım yerdeki ilk dersimi ve öğrencilerimi heyecanla ve sabırsızlıkla bekliyorum.

BEN BİR ÖĞRETMENİMNilay GÜLÇEK / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu LisesiTürk Dili ve Edebiyatı Aday Öğretmeni

Aman Allah’ım bu ne heyecan? Dizlerimin bağı mı çözüldü demin?İlk ders unutulmazmış.Ne hatırlıyorum ki unutayım? Hayatımda hiç bu kadar heyecanlandığımı bilmiyorum.

* Edirne İl Milli Eğitim MüdürlüğüAday Öğretmenler Anı Yarışması 1.’si

Page 34: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

34 35

Mel

ih C

AN (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Onca okulun arasından bu ortaokulun gelmesi bir tesadüf müdür? Tesadüflere inanmayan ben, bunun bir tevafuk olduğunu düşünerek heyecanla işimin ilk gününde yerimi almıştım okulun koridorlarında. Tereddütlerim heyecanımı hiçe sayarken hakkında en ufak bilgimin olmadığı danışman öğretmenim yakaladı beni. Katı kuralları olan, otoriter birini beklerken sımsıcak gülüşü içimi ısıtmıştı adeta. Okulu gezdirmekle başlamıştı işe ve ben her adımımızda şaşırıyordum. Öğrenciler etrafını sarıyor, kimisi ona sarılıyor ve hiçbiri selam vermeden geçmiyordu. Hiçbir zaman böyle bir öğretmen olamam diyordum kendi kendime. İç sesimle ben boğuşurken Müdür Bey geldiler.

Aslı AYDIN / Atatürk Ortaokulu Aday Öğretmeni

Tecrübelerinden kendime ders çıkardığım, uygulamalarından feyz aldığım değerli insanlar... Rabb’ime binlerce kez şükürler olsun, böyle bir fırsatı bana verdiği için ve en samimi duygularımla teşekkür ederim bu güzel okula bana kucak açtığı için.

YÜREĞE DOKUNABİLMEK!

Page 35: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

34 35

İlk bakışta anlayabiliyorsun ne kadar insancıl olduğunu ve ses tonuyla adeta yardıma ihtiyacın olduğunda ben buradayım diyor. Eğitim hayatım boyunca karşılaştığım hiçbir idareciye benzemiyor. Korkularımın ne kadar gereksiz olduğunu düşünüp kendimden utanmaya başlamıştım bile. Okul hakkında verdiği bilgiler, hayatından anlattığı kesitler ve kulağıma küpe olabilecek pek çok şey… Hoş geldim Müdür’üm, hoş buldum mükemmel ortaokul…

Belki de öğretmenlik sana göre değil, sen hiçbir zaman öğrencilerle bu denli samimi olamazsın… Danışman hocamla sınıfa girerken iç mahkememde kurup kurguluyordum. Can kulağıyla dinlemeye hazır öğrenciler; dur dur bir dakika ben böyle olacağını düşünmemiştim açıkçası. On üç yaşındaki bireyler için alışılmadık bir durum değil mi? Kısa bir tanıştırma faslından sonra ders olağan akışında devam etti. Başta benden çekinip böyle davrandıklarını düşünmüştüm ama hayır; ben bir rüyada değilim gördüğüm, yaşadığım her şey gerçek.

Saçmalık diye geçirirken içimden, sesli düşünmüşüm sanırım: “Saçma olan nedir?”’ dedi danışman öğretmenim.Biraz utanıp sıkılmakla birlikte nasıl olur dedim, nasıl olur? Kendinizi hırpalamadan dersi işlediniz ve her biri can kulağıyla dinleyip derse katılmaya çalıştı. Gülümsedi: “Olması gereken bu değil mi?” Her öğrenci öğrenebilir doğru zamanda ve doğru anda ona ulaşabilirsen. Mesele derste sus pus oturup beklemesi değil, mesele öğrencilerinin yüreğine dokunabilmek. İmreniyordum ve belki de kıskanmıştım. Sahi olabilir miydim danışmanım gibi? Yapabilir miydim onun yaptıklarını? Sen nasıl bir insansın, sana hayran kalmamak elde değil. Ağzından çıkan her söz, gerek okulda gerekse sınıf içerisinde yaptığın her davranış kendime getirdi beni. Belki düşüncelerim yüzünden utanıp sıkıldım ama şunu biliyorum; hiçbir şey için geç değil ve ben de öğrencilerimin yüreklerine dokunabilirim.

Gel zaman git zaman her öğrencime selam vermeye

başladım, iletişim kurmaya çabaladım. Yüzü asık olana derdini sordum ve ağlayana çözüm bulmaya çalıştım. Gülenle gülümsedim, top oynayanlara eşlik ettim. Şunu belirtmeliyim ki ben bu okula aitim. Ben öğrencilerim varken mutluyum. Bunu söylerken gözlerim doluyor ama artık okula adım attığım gibi bana da sarılıyor kimisi, halimi hatırımı sormadan geçmiyor hiç biri. Dersime büyük bir heyecanla geliyorlar, bunu bana en güzel şekilde hissettiriyorlar. Bu okula adım atarken ki tereddütlerim, korkularım artık yerini sadece masum öğrencilerimin gülüşlerine bıraktı diyebilirim. Elbette ki yoruluyorsun, boğazın ağrıyabiliyor kimi zaman ama her şey bir öğrencinin gelip sana gülümsemesiyle bitiyor.

Bu okulda göreve başladığım için, böylesine bir idareciye sahip olduğum için ve sen sevgili danışmanım; danışman öğretmenim olduğun için kendimi öyle şanslı hissediyorum ki.

Ders süremi tamamladıktan sonra, diğer öğretmenlerinde dersinde bulunabilir miyim diye bir fikir tartışması yapmıştık danışmanımla. Faydalı olabileceğini düşündüm ki büyük bir zevkle heyecanla ısındım bu fikre. Görünüşü çok sert belki ve dahası öğrencilerin biraz çekindiği bir öğretmen.

Bir öğretmenden hem bu kadar çekinip, hem de onun peşinden hiç ayrılmamak dönemin başından beri dikkatimi çekmişti. Sevilmeyecek biri değilsin ki be öğretmenim. Öylesine temiz yüreğin var ki ve öylesine ustasın ki mesleğin konusunda. Okulumun fen bilimleri öğretmenlerinden olan kıymetli öğretmenim; ilk tanıştığımızda gerçekten sizden korkmuştum ama ben sizden, deneyimlerinizden o kadar çok şey öğreneceğim ki… Derslerini izlerken dikkatimi çeken en önemli husus, her öğrencinin seviyesine inebilmesi olmuştu. Feyz aldım, “Ben de yapabilirim.” dedim. Bir öğretmenin her konu hakkında yorum yapabilmesi gerektiğini de bana kazandıran isimsiniz evet. Ve bir kez daha teşekkürler bu güzel ortaokula.

Bir okulda sadece idareciler, öğretmenler ve öğrenciler yok tabi ki. Okulda her türlü işe koşturan birbirinden değerli abla ve ağabeyler tanıdım ben. Hizmetli demek istemiyorum o güzel yürekli insanlara çünkü bana yeri geldi anne de oldular baba da. Belki de öğretmenler odasında eğlenmedim, onlarla sohbet ederken eğlendiğim kadar. Sohbetlerine ortak ettikleri yetmiyormuş gibi kahvelerini de, çaylarını da, kimi zaman dertlerine de ortak ettiler beni. Bir Yaşar ağabeyimiz var ki okulun demirbaşı, kafamı nereye çevirsem hep çalışırken görürüm onu. Yaşına inat, gözlerindeki yorgunluğa inat harıl harıl… “Koca kızım, günaydın!” demesi bu dünyadaki her şeye bedel zaten.

Okulda bir şeyler oluyor. Beni gören öğrenciler fısıldamayla başlayıp kahkahayla bitiriyorlar muhabbetlerini. Birkaçını köşeye çeksem de yok hayır laf alamadım ağızlarından. Her neyse şiir dinletimiz için provalarımız var, çalışmalıyım. Işıklar sönük salonda, perde kapalı sahi öğrenciler nerede?Bir ses duyuldu perdenin arkasından; yine aynı kıymetli öğretmenim şiir okuyor, belirli bir noktadan sonra çocuklar eşlik ediyor. Ağladım ağlayacağım, öylesine dokunaklı şiir. Yanlış mı duydum? Adım mı geçti benim o şiirde? Aman Allah’ım bu şiir bana mı yazılmış, inanamıyorum! Perde açıldı, tüm öğrencilerim ile Evren öğretmenim oradaydı. Tabi ki danışman öğretmenim fotoğraf makinesiyle anı yakalamaya çalışıyordu ve ben gözyaşlarına boğulmuştum çoktan. Hayatım boyunca unutamayacağım, heyecanla öğrencilerimle ailemle ve arkadaşlarımla paylaşabileceğim mükemmel bir doğum günü yaşattınız bana. Boynuma sarılışlarınız, gözyaşlarımı silişleriniz, bana şarkı söyleyişiniz ve benim için şiir yazışınız. Hepinize çok teşekkür ederim, sizi çok seviyorum.

Evet… Ben bu üç aya, unutulmaz anılar sığdırdım. Tecrübeler edindim, mesleğime hazırlandım ve mükemmel insanlar kazandım. Öğretmen olduğum için asla pişman olmadım, hep “İyi ki”leri dileme doladım. Öğrencilerimin yüreğine dokundum, kimisine idol oldum belki de kimisini kızdırdım. Dilimden de gönlümden de düşürmeyeceğim değerli meslektaşlar kazandım. Tecrübelerinden kendime ders çıkardığım, uygulamalarından feyz aldığım değerli insanlar... Rabb’ime binlerce kez şükürler olsun, böyle bir fırsatı bana verdiği için ve en samimi duygularımla teşekkür ederim bu güzel okula bana kucak açtığı için.

YÜREĞE DOKUNABİLMEK!

* Edirne İl Milli Eğitim MüdürlüğüAday Öğretmenler Anı Yarışması 2.’si

Page 36: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

36 37

HAYATATUTUNMAK

İ.Bur

ak G

USİ

NAL

I (Gö

rsel

San

atla

r Ada

y Ö

ğret

men

i)

Page 37: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

36 37

Kendimi bildim bileli öğretmen olmak istedim. Bir edebiyat öğretmeni... Çünkü bu dünyanın kelimelerle inşa edildiğini biliyordum. Sözün o muazzam gücüne inanıyordum. Kitaplardaki büyüleyici evren, okumaya başladığım günden beri beni içine çekiyordu. Paylaşmalıydım, paylaştıkça büyüyen bilgi ve sevgi çemberinin bir parçası olmalıydım ben de.

Belki çalışmamak için birçok nedenim vardı ama ben çalıştım. Bütün güçlükler beni her yanımdan çekerken, pes etmek için mazeretim çokken ben inandım. Çünkü biliyordum Rabbim gönülden edilen hiçbir duayı reddetmez. Hani derler ya; “zifiri karanlıktır şafağa en yakın nokta” gücümün ve azmimin tükendiği yerde emekle yetiştirdiğim o fidan çiçek açtı ve duam hayatım oldu.

Hayatıma pek çok güzelliği getiren şehirlerin sultanı Edirne’de başladım mesleğime. Bu şehirde öğretmen olmak düşlerime sığmayacak kadar büyüleyici… Bu durum aynı zamanda göçebe bir yaşamın başlangıcıydı benim için. Yaşadığım şehir olan Hayrabolu’dan ayrıldım. Mesleğinde temeyyüz etmiş öğretmenlerden daha çok tecrübe biriktirerek bu kutsal mesleğe adım atmak için tercih ettim bu şehri.

Uzun, sancılı bir bekleyişin ardından o gün geldi çattı. Adaylığımı geçireceğim yer belli olmuştu: 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi. Heyecandan günlerce uyuyamadım. Acaba danışman hocam nasıl biriydi, okul nasıldı, öğrenciler beni nasıl karşılayacaktı? Kafamdaki sorular, atanmış olmanın verdiği mutluluğu gölgeliyordu. Kalbim kafesine sığmıyordu.

Baharın başladığı gün benim için de yeni bir başlangıçtı. Heyecan içinde girdim okulun bahçesinden. Yeşillikler arasında yer alan bina kocaman, titreyen ben küçücüktüm. Nilgün hocam beni güler yüzle karşıladı, onun gülümseyişiyle kalbimdeki buzlar eridi. Heyecanım yerini büyük bir meraka bıraktı. Bundan sonra süreç nasıl işleyecekti?

Okula benimle birlikte başka bir aday öğretmen de atanmıştı. Ne büyük şans ki o da edebiyat öğretmeniydi. Bizlere insan sevgisi ve çalışkanlıklarıyla örnek olan danışman öğretmenlerimizle birlikte çok güzel bir uyum yakalayacak,

aramızda aday-danışman ilişkisi dışında kocaman bir gönül bağı oluşacaktı. Hayata ve öğretmenliğe dair birikimlerini sundular bu uzun yolun başında olan bizlere.

İlk gün öğleden sonra Milli Eğitim Müdürlüğü binasında evvelce de takip ettiğim ve çok beğendiğim Edirne Eğitim dergisinin toplantısı vardı. Danışman öğretmenlerimiz dergide görevli olduğu için bizler de onlarla birlikte toplantıya katıldık. Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Kemal Soytürk başkanlığında başladı toplantı. Derginin bir önceki sayısının değerlendirmesinin ardından çıkacak olan sayının konuları belirlendi. Toplantı esnasında konuşulanları dinlerken acaba rüyada mıyım diye düşündüm? Ama hangi rüya bu kadar güzel olabilirdi ki? Benim gibi danışmanıyla gelen başka aday öğretmenler de vardı. Müdür Bey, “Bir şeyler yazıp çizen var mı?” diye sordu. “Ben…” dedim “Öykü yazıyorum ama sınavlar, hayat mücadelesi açtı aramı kalemimle.” Müdür Bey, “Bundan sonra yazarsın. Dergimizde sizler gibi genç öğretmenlerin yazılarını görmek istiyoruz.” O akşam heyecanla gittim eve. Ne yazmalıydım? Dosya konusu “Göç”tü ve diğer dosya dışı konular. O gece oğlumu uyuttuktan sonra okudum, okudum ama yazamadım.

Aradan bir müddet geçtikten sonra gelen yazıları değerlendirmek için tekrar toplandık. Savaştan kaçan Suriyeli bir çocuk olduk, mübadelede kardeşlerini kaybeden “Cenderme Ünniver Hasan”. Hepimizin gözleri doldu göç ettiği yere alışamayıp da kendini ölümün kollarına bırakan kızın hikâyesini dinlerken.

Tecrübe biriktirdim adaylık sürecimde. Bir metin nasıl incelenir, bir dergi yayıma kadar hangi süreçlerden geçer bunları görme imkânı yakaladım. Mesleğimi yapmaya başladığımda sözcüklerden kurulu edebiyat penceresinden seyretmek ve seyrettirmek olacak gayem.

Artık kalemim de barıştı benimle. Kalbimi, zihnimi dolduran cümleler vücut bulabiliyor sayfalarda. İnsan nasıl hayata tutunmaz ki her doğan gün yeni umutlara gebeyken.

Her gece atanacağım okula gidince yapacaklarımın hayalini kuruyorum. Kitapların büyüleyici dünyasını öğrencilerime de tanıtmalıyım. Onlarla yürümeliyim Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ından, Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı’nda beklemeliyiz birlikte; Cahit, “Haydi Abbas, vakit tamam” dediğinde yeni başaklar yetişmeli öğrenmenin ve öğretmenin bereketli topraklarında. Ellerimle bırakmalıyım toprağa Asım’ın neslinin tohumlarını.

Handan YALÇIN / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Aday Öğretmeni

Bir dua ile başladı her şey. Bir dua, bin emek… Bir kere gönlüme düşmüştü bu dilek. Ne yapsam aklımdan, kalbimden çıkaramıyordum. Bütün yollar oraya çıkıyordu; öğretmenliğe.

* Edirne İl Milli Eğitim MüdürlüğüAday Öğretmenler Anı Yarışması 3.’sü

Page 38: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

38 39

Her gün olduğu gibi bugün de gözlerimi yuvamın dışındaki hayata bakarak açtım. Boynumdaki tasmayı çıkarmak istedim ama yuvamın dışındaki insanoğlunun yaşadığı hayat tehlikeliydi. Kabımdan su içtim, sahibimin tuvaletimi yapmam için beni gezdirmeye çıkarmasını beklemeye başladım. Ama beklerken buraya nasıl geldiğimi anlatmak istiyorum yani boynuma tasmayı takmadan önceki hayatımı.

Gecekondular arasında geziyordum. Tan vakitlerinde mülteci çocuklar vardı girdiğim evlerin birinde. Çöpten buldukları bozulmuş yumurta kokan bir battaniyeye sarılıyordular. Dört kişi koyun koyuna… Beni gördüklerinde titreyen elleriyle yaklaştı bana içlerinden biri. O kadar çok üşümüştüm ki tepki veremedim. O eski yamalı battaniyenin altına aldı beni de. Gecenin karanlığında daha umutsuz bakıyordu hepsinin gözleri. Sahi ne olacaktı bu çocukların hayalleri? Beynimin bana sunduğu ihtimallerden sıkılarak ayrıldım dört masum çocuğun yanından.

Gün doğmaya yakındı. Gördüğüm ilk çöp kutusuna yaklaştım. Ekmek kesin bulurdum. Dünyada ekmek alamayan binlerce aç insan varken çöp kutularında yığınla ekmek bulunuyordu. Çöp kutusunun içinden bulduğum ekmekleri yerken bana doğru bakan bir dostumu gördüm.

TASMAGül GÜNGÖR / Edirne Lisesi Öğrencisi

Yüzlerce araba, arabaların kırmızı ışığıve berbat korna sesi...İnsanoğlu ne kadar da aceleci!Neye yetişmeye çalışıyorlar?

Page 39: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

38 39

Açtı sanırım. Yeşil gözleriyle gri gri bakıyordu. Gelmesini istedim ve paylaştım yiyeceğimin yarısını kedi dostumla. Çünkü paylaşmalıydım tüm malımı, dünyada hepimize yetecek kadar vardı. İnsanlar gibi olmamalıydık bizler. Bizleri yıllarca sirklerde, tarım yaparken ağır işlerde kullanan insanoğlundan farkımız olmalıydı. Bizler eşittik.

Ana caddeye çıktığımda gördüğüm ve duyduğum şeyler korkunçtu. Yüzlerce araba, arabaların kırmızı ışığı ve berbat korna sesi... İnsanoğlu ne kadar da aceleci! Neye yetişmeye çalışıyorlar? Tüm günleri ofislerde, fabrikalarda geçirmeye çalışmak mı diyorlar? Emekli olma hayalleri kurup öğlen molalarını geçirecekler. Gri duvarlar arasında yeşilliği getirecekler gözlerinin perdesine. Evin mutfak masrafı, borcu ödenmediği için kesilen doğal gaz, çocuğun okul masrafı, faturalara yetmeyen ve gecikmeli ödenen maaş gibi bir sürü şey gelecek akıllarına, düş kurmayı bile unutacaklar belki de. Ama hepsinin aklında olacak bahçesinde fesleğen yetiştirebilecekleri deniz kıyısında sakin bir ev.

Daha sonra arsaya düşüyor yolum. Koskoca arsa bomboş. Ya da durun, bu ses de neyin sesi? Bir çığlık duyuyor gibiyim. Yaklaşıyorum çığlıkların geldiği yere doğru. Bir kadının kocası olduğunu hissettiğim bir erkek tarafından kalbine bıçak darbeleri aldığını görüyorum. Bir zamanlar kocası için atan kalbine… Tüylerim ürperiyor, erkeğin üstüne atıyorum kendimi kadını korumak için. Bıçak darbelerini ben yiyorum bu kez. O kadar çok canım yanıyor ki gerisini hatırlamıyorum.

Belediye ekipleri tarafından kadın cesedinin yanında bulunmuş yaralı bedenim. Veteriner tarafından ameliyat edilmişim, yaralarım dikilmiş ve yaklaşık 10 gün boyunca uyumuşum. Uyandığımda barınaktaydım ve duyduğuma göre artık bir sahibim vardı. Beni insanın kötülüğünde koruyacak bir insan… Tezattı ama yine de güvende hissettiriyordu. Yeni evime, yeni aileme bu şekilde kavuştum. Bir gün içinde yaşadıklarımı bir daha yaşamamak için tasmayı yeğlerim…

Erdem SEVİMLİ (Hasan Rıza GSL Öğrencisi)

Page 40: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

40 41

Kübr

a U

LE (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 41: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

40 41

DOSYA:İnsanlık Dramı:GÖÇ

Page 42: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

42 43

Yağmur herkesin anlayacağı bir dilde yağıyor. Avuç içi kadar huzur, parmak uçlarından damlayan hüzün misal yağıyor. Bir zamanlar okuduğum bir şiirde yağmurun açtığı yaraların, çocuklarda kapanmadığı yazıyordu. Yağmur açılan yaraların, kapanan izlerin şifası olmaya çırpınıyor usanmadan. Üzgün belki ama bizden mutmain. Çocukluk, yağmur kadar berrak; yağmur gibi bereketli…

Çocuktuk bir zamanlar. Güneşi yakıp söndüren de bizdik, geceden korkan da… Ortaokuldaydım. Evde bir annem “Allah!” derdi. Ben O’na inanırdım. Sabahın karanlığını annemin aydınlattığını düşünürdüm. Şikâyet etmeyen, şükreden, bembeyaz yüzü, pembe yanakları ve telaşlı bakışlarının süslediği teslimiyeti, ilmek ilmek işleyen annemdi. O hem babama hem bize adaleti, şefkati, koşulsuz sevgiyi öğretirdi her tavrıyla…

Annem İstanbul kokardı; İstanbul burcu burcu inanç olup dolardı ciğerlerime. Biz olmanın, bir olmanın ne olduğunu o kokuyu takip ederek öğrendim ben. Ramazan’ın bereketini de o yaşlarda öğrenmiştim. Huzurun kokusunu ilk o zaman duymuştum. Soframız bereketliydi, neşemiz bereketliydi, duamız bereketliydi: “Rabb’im aç olanlara, kimsesiz olanlara, hasta olanlara yardım et!” Biz özgüvenden önce merhameti öğrenen neslin devamıydık çünkü.

Mahallede kimin neye ihtiyacı varsa aşikâr etmeden yardım eden komşu teyzeler, köşe başında bekleyip okula giden çocukların ceplerine harçlık sıkıştıran beyaz sakallı dedeler, uzak memleketten göç etmiş ailelere bu da benden olsun deyip pide ikram eden fırıncılar, bir yer edinmeye çalışan ürkek bakışlı çocuklara horoz şekeri veren sokak şekerlemecileri… Hepsi merhametin vücut bulmuş haliydi. Çocuktuk o zamanlar ve dünya ne güzel bir yerdi!

Çocukluğumun o günahsız günlerinde olmayı diliyorum bir an. Anneannemin bir komşusu, “Çocuklar melektir.” derdi. Onların duası da ibadeti de bizimkilerden daha makbul. Çocuk kadar günahsız olmayı diliyorum. Mavi bir sabahlıkla kıldığım ilk sabah namazını hatırlıyorum. İlk duamı: “Allah’ım, ailem benden önce ölmesin!” O çok sevdiğim mavi geceliğimi. Uyumadan önce saçlarımı okşasın dizlerine yattığım dedemi. Mavi kurdelelerimi -Draman’daki Yahudi tuhafiyeciden aldığımız- bir de… Anneanneme “Sabah şeriflerin hayr olsun hemşire hanim, bu küçük kiz torunun olur?” diyen adamın mavi gözlerindeki şefkati. Sonra başımı kaldırdığımda gözlerime dolan mavi göğü... Bulutların bu mavilikte nasıl olup da beyaz kalabildiğini düşündüğümü... Beyazın ve mavinin umudu çağrıştırdığını. Gördüklerimin bulut mu kuş mu olduğunu anlamak için dakikalarca göğe baktığımı da…

Bir gün televizyonda Ramazan ayında bomba yağdırılan Gazze’yi görünce çocukluğumun kokularını hatırladım ama bir farkla. Bu kez koku başka bir anlam kazandı sözlüğümde. Üşüdüm. Titredim elimde olmadan. Kesif… Toz duman bir ölüm kokusu... Bir bardak suya, bir avuç umuda muhtaç insanlar, kanı elimize bulaşan ekrandan öyle bakıyorlardı bize. Boğazıma düğümlenen sözcükler değil o çocukların ellerine bulaşan toprak, kan. İçimde yanan ateş, karşıdaki caminin tüm mahyalarını yakacak kadar güçlü. En fazla on yaşındaki çocuklar hayatlarında en az üç savaşa şahit olmuşlar. O kocaman gözlerinde hayret konaklamış. Anlamıyorlar, bunca hırpalanmaya, bunca ölüme neden şahit olduklarını anlamıyorlar. Ruhları bedenlerinden büyük; gözlerinde görebiliyordum. O toprak bulaşmış minicik ellerinde kan ve gözyaşı birleşmiş. Kalbim sıkıştı o çocukların göz bebeklerinde. O çocukların mavi gökyüzündeki beyaz bulutların kanadına takılacak güçleri var mı?

Birkaç yıl önce de Suriye ve çocuklar ekranlardan dokunup dokunup kaybolmuştu gözlerimde. Buğzetmekten gayrı bir şey yapamamanın sancısıyla susmuştum öyle. Suriye yönetimi kendi çocuklarını misket bombasıyla öldürüyor. “Kelimeler... Kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor.” Tam da öyle işte…

İstanbul’a son gittiğimde yere bir mukavva parçası koymuş, üzerine kargacık burgacık Allah rızası için yazılmış bir başka mukavvayı elinde tutan bir adam görmüştüm. Alnındaki çizgiler hayatının özeti gibiydi. Suriye’deki zulümden kaçanlardandı. Mağazalardan birinin önünde, yanından yöresinden geçen, tiksinen bakışlara aldırmamaya çalışarak; gözleri yerde… Yanında bir küçük oğlan... Kapkara, yumuk yumuk bir şey... Ayakları çıplak. Küçücük parmakları yara içinde. O da ülkesinin toprağını, kanını getirmiş tırnaklarında. Adamın yanından geçerken pek yapmadığım bir şey yaptım.

Boğazıma düğümlenensözcükler değilo çocukların ellerine ulaşan toprak, kan.

“Çocuklar; Baharın yağmurları, ümidin başakları...Siz derin hayatımızdaki verimli tohumlarsınızSiz yenilgiyi yenecek olanlarsınız” Nizar Kabbani

TEVAFUK

Meltem Ayşe KADER/ Kırkpınar Ağası Alper Yazoğlu Ortaokulu Türkçe Öğretmeni

Page 43: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

42 43

Cüzdanımı açıp elime ilk gelen kâğıt parayı adama uzattım. Parayı alınca gözlerini bana dikip öyle bir “Allah razı olsun!” demişti ki; Allah’ın benden razı olduğuna inandım o an. Sonra çocuğa baktım. Eline sıkıştırılmış birkaç bozukluk; öylece duruyor. Kalbim sıkıştı o küçük çocuğun avuçlarında. Aklıma o an ayağı sakat olduğu için bir türlü minibüse binemeyen bir meczup geldi. Zaman onun için hâlâ çocuklukta işliyordu. Elleri ufacık. Gözleri kocaman. Her daim yağacak bir bulut gibi gözleri. Yardım etmeye kalkınca hırıltıya benzer bir ses çıkarırdı. Ailesiyle zulümden kaçmış derlerdi. Yazık; yitirmiş aklını, sevdiklerini yitirince. Zaten akıl ne işe yarar ki sevdiklerin olmayınca…

Sonra yine gözümün önüne o çocukların gözleri geliyor. Savaşın, yokluğun, çaresizliğin kor olup bizleri de yaktığı gözleri… Borcunu ödemediği için bir bodrum kata kapatılıp işkence edilen genç de çocuktu bir zamanlar. Göç etmek zorunda kaldığı memlekette başına bu işler geleceğini bilir miydi acaba, arkadaşlarıyla futbol oynarken? Üç kuruş para için başı kesilen çocuk bilir miydi, taşın bile insafa geldiği topraklarda insafsızların elinde can vereceğini? Belki ülkesindeki son bayramı hatırlamıştı o parayı cebine koyduğunda… Çocuk parkında çocukluğunu tekrar hatırlamaya çalışan bir masuma gökyüzünü delen uçak sesi bombaları hatırlatsın diye çabalanıyorsa “Bu dünyayı çocuklara bırakamadık ey büyükler!” diye haykırmak geliyor içimden.

Çocukların masumiyetinin toprağa gömenlerin yok olmasını diliyorum çocukluğumu hatırladığımda. Savaşın çocuk dilinde bir karşılığı yok. O kocaman gözlerde koca bir yoksunluk o kadar. Kirli siyasetin, onların lügatinde hiçbir anlamı yok. Parçalanmış ömürler, yitirilmiş anneler, babalar, kardeşler. Hatıraları taş yığınlardan, çığlıklardan, gözyaşlarından ibaret. Bir de dili damağı kurumuş bir umut. Namütenahi...

Tüm düşünceler, hatıralar, hisler ardı ardına zihnimde geçit resmi yaparken ezan okunmaya başladı. Tam o esnada ezan sesine karışmış bir ses duydum. Çığlık mı haykırış mı yakarış mı tam anlaşılmıyordu. Pencereden baktım. Üstü başı perişan bir adam, karşı kaldırımda oturmuş sesinin yettiğince bağırıyordu:

“Allah var!.. Allah var!..”

Engi

n İm

ran

DOĞ

AN (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 44: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

44 45

İrem GUDEN / Havsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi

Bizim buralarda göç başladıAnaların gözünde yaş kalmadıHerkesin yüreği dağlandıBizim buralarda göç başladı

Çocuklar ve yaşlılarHepsi köyünden yollanmışEvini bırakamayanlarEziyete katlanmış

Cıvıl cıvıl köyümdeŞimdi göç başlamışO neşeli sokaklardaHiç ses kalmamış

Mutlu evlerin camlarındaŞimdi ışık yokKoyunların melediği çayırlardaŞimdi o neşe yok

Kuşlar bile göç etmişBu güzel diyardanHiçbir kıpırtı kalmamışBu güzel ovalarda

GÖC BASLADI

Engi

n İm

ran

DOĞ

AN (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 45: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

44 45

Göç dursun insanlar gitmesinKüçükler ölmesin,İnsanlar yurdunu bırakıp gitmesinUzun yollar yürümesinGöçün nedeni savaşSavaş dursun,Göç dursun!Köyler terk edilmesin Evlerde ışıklar yansınSessiz evler insan sesiyle dolsunSavaş dursun,Göç dursun!Dünya göç etmesinHer yer sevinç dolsunİnsanlar çocuklarınınElini tutsun, Göç dursun!Küçükler ölmesin,Artık kimsenin canı yanmasın.

GÖÇ DURSUN

Gülce KURT / Meriç Subaşı Ortaokulu Öğrencisi

Şahe

ste

Kevs

er N

URA

Nİ (

Hasa

n Rı

za G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 46: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

46 47

Hep böyle mi gider sandın ey Âdem?Yok mudur bu dünyanın ötesi?Kurulmaz mı teraziler?Açılmaz mı defterler?..

Hiç arkaya bakmadan yola koyulabilmek… Bakamazsın… Çünkü çevirirse insan bakışlarını maziye, atamaz ki adımını geleceğe, ümide… Ne büyük bir imtihandır bu… Ne büyük bir çile… Ne büyük bir terbiye…

Deseler ki bana: “ Gideceksin bu diyarlardan, al değerlilerini yanına, at çantana hatıraları!” Annemi koyarım sağıma ve tabii ki babacığımı soluma. Kuran’ımı da asarım sırtıma. Kuşlarım, yumuşacık yaradılışlarıyla her daim bana Rabb’in merhametini hatırlatanlarım… Salıversem dışarıya, onlardan büyükler var semada yemek için fırsat bekleyen; salıversem dışarıya, doymayan açlar var iki hamlede pençelerinin arasına almaları hiç de zor olmayan… Bırakabilir miyim hiç onları, alırım kafesimi de bir elime. Zira sevdiğini taşımak sevene zor gelmez bu dünyada.

Sonrası… Kitaplarım var benim; baba parasının kokusunu taşıyan, içindekilerin bende buharlaşmasıyla öğrencilerime ulaşan. Onları nereye koyarım, nereye sığdırırım? Sevdiklerim var benim; amcam, yengem, dayım, teyzem, mevta olmuş dedem ve ninem… Komşularım, gözümü açtığımdan beri ekmeğini yediğim fırınım, başka bir mekânda dahi görsem “Bu, benim insanım.” diye gözlerimin dört açıldığı yoğurtçu Mehmet’im, Galatasaraylı Üner Abim… Ya Selimiye’m; her bir metrekaresini adımlarımla imzaladığım, şerefelerinde turlarken kendimden geçtiğim, üç tekerlekli bisikletimi şadırvanında eskittiğim… Kol çantamın neresine sığar şehadete çağıran dört minarem…

Hep öyle olmamış mıdır insanoğlunun hikâyesinde… Güçlüysen nefes almasın başka insanlar bu âlemde. Varsa teknolojin çocukları sallanmasın salıncaklarda, kuşlar konmasın pencerelerinin pervazlarına. Varsa indirilecek bombaların; yağmasın onların bahçelerine yağmur, yetişmesin tarlalarında domates, açmasın bahar kiraz ağaçlarında ve çitlemesin evlatları çekirdek dinlenirken bir futbol topunun başucunda…

Lakin… Hep böyle mi gider sandın ey Âdem? Yok mudur bu dünyanın ötesi? Kurulmaz mı teraziler? Açılmaz mı defterler?.. Sorulmaz mı sandın yetimlerden? Sorulmaz mı sandın yolcu kıldığın minik seyyahlardan, anaların çektiklerinden, babaların çaresizliklerinden, ummanlarda can verirken meleklere şahit olan nice masumlardan…

Ne demişti Varaka Hazretleri Kutlu İnsan’ın (sas) ve Kübraların Hatice’sinin mübarek yüzlerine bakarken: “ Hiçbir nebi yoktur ki yurdundan edilmesin!”

Mazlumun göçü… Sanki peygamberler kaderi… Ne kutlu bir

yolculuktur bu, hem hüzün hem de bir ümit… Ne muhteşem bir ibadettir bu, hem sabır hem de teslimiyet… Ne bereketli bir yürüyüştür bu, hem cennet hep cennet…

YOLCULUKNagihan ÇENGELCİ / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni

KUTLUŞa

hest

e Ke

vser

NU

RAN

İ (Ha

san

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 47: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

46 47

Ben bir mülteci olarak Türkiye’ye geldim. Nasıl? Neden? Ne zaman?Hiçbir fikrim yok.

Ben bir mülteci olarak Türkiye’ye geldim. Nasıl? Neden?Ne zaman? Hiçbir fikrim yok. Eskiden hayatım akıp giderken o

güzel hayatı yaşarken… Birden her şey değişti. Okula gidemedim savaş yüzünden arkadaşlarımla konuşmadım, görüşmedim. Birden kendimi başka bir evde buldum. Çünkü evimiz hasar görmüştü. O zaman daha küçüktüm. On yaşındaydım. Hiçbir şey anlamamıştım sonra o gittiğimiz yeni ev de hasar görmüştü, oradan da taşındık.

En sonunda Türkiye’ye gelme kararı verdik. Ama nerede yaşayacağız? Hiçbir fikrim yok. Türkiye’ye yola çıkmadan önce annem bana şöyle demişti: “Merak etme, bir iki aya geri geleceğiz.” Gezmeye gidiyoruz sanıp mutlu olmuştum. Ama öyle değilmiş. Üç yıl oldu fakat hâlâ vatanıma kavuşamadım. Ama yine de çok şanlıyım. Bazı çocuklar okula bile gidemiyorlardı. Onlar için çok üzülüyorum. Keşke elimizden bir şey gelse!..

Ben Türkçeyi hocalarım sayesinde zevkle öğrendim. Türkiye’de çok iyi insanlarla karşılaştım. İlk olarak hocalarım bana çok yardım ettiler. Ben onların sayesinde bu duruma geldim. Onlar olmasaydı ben bunları başaramazdım. İkinci olarak arkadaşlarım, bana her konuda yardımcı oldular. Beni yalnız bırakmadılar.

Saaed M. JAWAZ / Özel Edirne Lale Ortaokulu Öğrencisi

Hepsine sevgilerle…

YENİ BİR HAYAT

Çiğd

em U

LUÇ

(Has

an R

ıza G

SL M

üzik

Öğr

etm

eni)

Page 48: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

48 49

Acı… Başka bir kelimeyle tarif edilemez bu vahşet… O da istiyordu şımarmak, gülmek, oynamak ama yazgısı güzel yazılmamıştı çocuğun. Belki yaşadıklarına henüz anlam veremiyordu ama bildiği tek bir şey vardı: acı. Annesinin gözleri önünde öldürülüşünü izledi. Karnı açtı, bulduğu bir kırıntıyı ağzına götürürken gözyaşlarını sildi. O yaşlar aktı, aktı, avuçlarına damladı. Gözleri, annesini aradı. Çaresizdi çocuk, kimsesizdi. Çünkü küçük yaşta yalnızlığı tatmıştı… Bomba sesleri, katliamlar, vücutlarını çocuklarına siper eden anneler, babalar… Genç yaşta toprağa verilen canlar… Bu vahşet bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinden çocuğun. Küçük kalbi yorulmuştu, gözleri onu sahiplenecek bir el arıyordu. Kapadı kulaklarını seslere, vahşete. Buruşturdu yaşlı gözlerini ve iki damla yaş aktı. Eğildi olduğu yere, “Annem!..” dedi. Annesini bekledi, gelemezdi ki… Gözleri hep onu bekledi. Çocuk, “ölümü” nereden bilebilirdi ki?..

Soğuktu her yer, çok soğuktu… Buz gibi bir ölüm sarıyordu çaresiz bedenleri. Feryatlar boşunaydı.Akan yaşlar sokakları ıslattı. Feryatlar tüm dünyada çınladı. Bir çocuk babasının başında saatlerce ağladı. Anne, kanlar içindeki yavrusunu bağrına bastı. Daha yirmilik iki genç, gözleri gözlerine kenetlenmiş el ele gittiler ölüme… Yarım kalmış hayaller, mutluluklar, yaşamlar bir çığlık gibi yükseldi sokaklarından.Çocuk, bekliyordu…

Koştu silah seslerinden ürkerek. “Annem!” diyerek sokakları çınlattı ama hiç kimse çocuğu duymuyordu. Ve tek bir kurşun her şeye son verdi… Umut dolu, korku dolu ve en önemlisi “Anne!” diye haykıran o çaresiz kalp bir anda acıyı hissetti. Eğildi, dizleri üzerine düştü çocuk. Bu acı fazlaydı aciz bedenine… Düştü ve gözleri gökyüzüne dikildi. İki damla yaşın sıcaklığını hissetti. Işıkta annesini gördü, ellerinden tutmuştu. Gözleri kapandı. Evet! O sadece annesini bulmuştu, ölmemişti…

Düştü ve gözleri gökyüzüne dikildi.İki damla yaşın sıcaklığını hissetti.Işıkta annesini gördü, ellerinden tutmuştu.

Hilal YAMAN / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Öğrencisi

ÇOCUKLUKYİTİRİLEN

Elçi

n Cİ

GAR

A (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 49: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

48 49

Ağaç kuruyunca yaprağı dökülür mü?Bir insan savaş uğruna toprağından sökülür mü?Yaşamak gerek aynı bayrak, aynı toprakta,Yaşamak gerek zulme karşı tek vücutta.

Geride bırakılan küllenen ateşler,Ve susturulmuş masum çocuklar, anneler…Devrildi ne ocaklar ne çadırlar seher vakti.Usulca uyandırıldı çocuklar biliyormuş gibi sanki.

Küçücük yürekler tutundu annelerine,Umutlar tükendi, kuşlar gibi özgür olmaktı hayalleri.Çocukların kanatları ırmaklardan, denizlerden,Ama konamadılar bir ağaca kaçamadılar rüzgârdan.

Gitme zamanı geldiğinde çığlıklar yükseliyor,İlerledikçe kuşlar bulutlar selamlıyor.Gözlerinde umut ışığı, özlem ışığı,Geçilen her yolda hikâyelerin sırrı.

Zalimlerden geçit vermez dağlar,Ağıtlar saklı, umutlar saklı dağlar,Ne AYLANLAR yitirildi masmavi denizlerde,Hey dünya senin VİCDANIN NEREDE?

Miray KARAGÖZ / Keşan Dr. Rıfat Osman Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

YENİ KENTLERİN ÖYKÜSÜKANATLARIMDA

Betü

l ÇEK

İRDE

KOĞ

LU (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 50: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

50 51

Yaban ellerde yaşamak zor olsa daSevgiyi, huzuru, mutluluğu bulmak gerekBazen çok zordur en büyük acıdır göçVatanını sevdiklerini geride bırakıp gitmekDuyun sesimi ey dağlar, ovalar, denizler,Yalnızım bu dünyada yorgun bir göçebe.

Yurtsever insanToprağını bırakıyorGöç ederek buradanGidiyor, gidiyor…

Arkasına bakmadan,Dağ taş demeden,Gidiyor…Elinde azığıyla,Giderken buradan,Bir gözyaşı sel olur,Uzaklaşınca oradan.Yağmur yağıyor,Kar yağıyor,Önüne bakıyor,Dağılmıyor!..

GÖÇ ZAMANI GÖÇ

Berke CANHavsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi

Açelya KULAHavsa Atatürk Ortaokulu Öğrencisi

Page 51: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

50 51

Ben bir Suriyeli çocuğumSavaş yüzünden göç ettim evimden.Her şeyimizi bıraktık gerideBen bir Suriyeli çocuğum.

Vatanım harap oldu şimdiBu savaşlar yüzünden.Göçebe kuşlar gibiSavrulduk birdenbire.

Dünya seyirci kaldıVatanımdaki savaşaKimse el uzatmadı Göçen bu halkıma

Şimdi bir göçebe çocuğumAilemle birlikte düştüm yollaraNe zaman döneriz bilmemÇok sevdiğim güzel vatanıma.

Renkler, diller ayrı ayrıGözyaşının rengi hep aynıNeden onlar savaşa açgözlülerAsıl aç olanlar sabrediyorlar

Geldi ülkemize sayısız misafirKimi kadın, kimi erkek, çoğu çocukKimi Iraklı, kimi Suriyeli, kimi FilistinliAsıl önemlisi hepsi de benim kardeşimdi

Denizde öldü yarısı yaşama giderkenAna, baba, sevgili nedir bilmeden?Dünya seyirci kalıp izlediKimse bu zulme dur demedi

Soğuktu geceler, onlar sokakta idilerBomba yağan şehirlerden hicret ettilerGünyüzü görmeden gözyaşı döktülerTürkiye’de sevgiyi merhameti buldular.

GÖÇEBE ÇOCUK ÜLKEME GÖÇ

Gözde KARAKAYASüloğlu İlkokulu Öğrencisi

Sevde Nurcan VATANKORURSüloğlu İlkokulu Öğrencisi

Page 52: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

52 53

Yine her yeri korku sarmıştı. Art arda gelen ürkütücü bombalar... Etraf sis duman. Havada uçuşan belirsiz cisimler vardı. Penceremin dışındaki o vahşet dolu anları korkuyla izliyordum.

Annem içeri girdi. Belli, gözleri dolmuştu ama dimdik ve kararlı duruyordu, korkmayayım diye. Yanıma geldi. Buradan gideceğimizi söyledi ve sımsıkı sarıldı bana. Sarıldığı an birdenbire bir korku sardı bedenimi. Sevdiğim insanları kaybetmekten korktum o an. Öfke doldu içime. Neden diye soruyordum kendi kendime. Sorularıma cevap ararken içimde, annem birden sarstı omuzlarımı. Ama o içimdeki korku ve öfke bu sarsılmayla geçecek bir şey değildi.

‘’Eşyalarını toplamaya başla.’’ dedi ve odamın kapısını yavaşça aralık bırakıp gitti.

Artık pencereye yaklaşmak dahi istemiyordum. Perdemi sonuna kadar aralayamıyordum. Hatta sımsıkı örtmek istiyordum o perdeyi; elimden gelse duvara çivilerdim. Çaresizdik. Kulaklarını o küçük ellerine ağlayarak gömen çocuklar annelerinin göğsünde bu felaketin dinmesini bekliyorlardı.

Artık buradan gitmemiz gerekiyordu. Belki de dünyanın bir ucuna. Etrafın sessizliğe bürüneceği vakti bekledik. Etraf sakinleşince de acele edip çıktık. Bizim gibi çoğu insan da gitmek için hazırlanıyordu. Bunca yaşanan yetmezmiş gibi. Burada bıraktıklarım geldi bir an aklıma: çocukluğum, küçük oyunlarım, anılarım, arkadaşlarım, okulum... Hepsini çok özleyecektim. Bu canımı öyle acıtmıştı ki göğsüme bir şey saplandı sanki. Nefes alamaz oldum. Zorlanarak atıyordum adımlarımı. Minicik bir hayattan geriye sadece bir anne ve bir baba kalmıştı. Onlar yanımdaydı. Onlar için de çok zordur, anlıyordum.

Babamın işi için uzun zaman önce umutlarla gelmişiz buralara, öyle derdi annem. Şimdi büyük bir umutsuzluğa boyun eğmiş bu şehri koşar adımlarla terk ediyorduk. Çok alıştığımız bu yerden gidiyorduk artık. Bu felaket, bu sis perdesi, bu kurşun sesleri, bu şehri terk edene kadar dönmek de istemiyordum buraya.

Bir an derinden düşündüm. Gidiyorduk; ama gittiğimiz yerde nasıl yapacaktık, nasıl başlayacaktık hayata; kimseyi tanımadan etmeden? Zor bir hayatın içine bir anda nasıl atlayacaktık. Babamın: ‘’Hadi biraz çabuk ol.’’ diye seslenmesiyle irkildim. Düşünmeden de edemiyordum. Ya arkada bıraktığımız insanlar ne olacaktı? Onca insan... Biz buradan gidiyorduk, yani eğer gidebilirsek. Peki ya onlar, onlar ne yapacaktı?

Artık sona ersin bu savaş, kapansın bu kurşun yaraları diye haykırdım içimden. Yine öfkeleniyordum. Otobüse adım atmadan önce iyice baktım arkama, yıllarımın geçtiği yere. Sanki bir adım daha atınca hiç dönemeyecekmiş gibi hissediyordum. Özlediğim her şey gözyaşı oldu, bir güzel göz bebeklerime doldu. Çocukluğum film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Yeni bir hayata gidiyorduk. Arkamda bıraktığımdan ne kadar farklı olacaktı bilmiyordum… Ama ben yine de gideceğim yerde ne zorluk olursa olsun mücadele edeceğime dair söz verdim kendime.

Ve biliyordum…Ne yürüdüğüm yollar, sokak lambalarım,yere çizdiğim seksekler ne evimin duvarları,ne de gece baktığım yıldızım…

Neslican ÖZEL / Hasan Rıza Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi

BENİ UNUTMAOLUR MU?

Page 53: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

52 53

Ailem yanımdaydı her şeyden önce. Bu yüzden biraz da olsa içim rahattı. Annem ve babam kollarına alıp sımsıkı sardılar beni. Şoför otobüsün kalkacağını işaret ediyordu. Gitme vakti gelmişti artık. İçimde bir burukluk vardı elbette. Kolay değildi böylece bırakmak her şeyi. Dumanların içinde sisle kaplanmış, karanlıklarla boğulmuş evimizi görüyordum camın aralığından. El salladım ona son bir kez. Ve içimden şöyle fısıldadım: ‘’Beni unutma olur mu?’’ Yıllar sonra buraya tekrar geleceğim. Büyük,

kocaman bir kadın olup evimin duvarlarına dokunacağım, patika yollarında tekrar koşacağım. Ama şimdi gitmeliyim.

Ve biliyordum… Ne yürüdüğüm yollar, sokak lambalarım, yere çizdiğim seksekler ne evimin duvarları, ne de gece baktığım yıldızım… Hiçbiri beni unutmayacaktı. Uzun uzun baktım son kez. Sonra o boğulmuş karanlıkların içinden savrulduk yeni bir hayata.

Çiğd

em U

LUÇ

(Has

an R

ıza G

SL M

üzik

Öğr

etm

eni)

Page 54: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

54 55

Özge BOZKURT / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni

GÖC VAKASI (MI?)SPEKÜLATİF BİR

Çiğd

em U

LUÇ

(Has

an R

ıza G

SL M

üzik

Öğr

etm

eni)

Page 55: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

54 55

Göç, sonuçları itibarıyla hem göç edenler hem de göç alan bölgenin sakinleri için derin psiko-sosyal etkileri olan bir olaydır. Bu yazıdaki göç olayına konu olanlar, tarihte pek çok kez yaşadıkları yerlerden başka ülkelere gitmek durumunda kalan Yahudilerdir. Bu keyfiyet, yani aynı milletin-din mensuplarının birçok defa neden aynı akıbete uğramış oldukları meraka şayan olmakla birlikte bu yazıda yalnızca Yahudilerin İspanya’dan Osmanlı topraklarına yaptıkları göç ele alınmıştır.

İspanya, MÖ 202 yılından itibaren Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girmiş ve bu andan itibaren burada Hıristiyanlık yayılmaya başlamıştı. MS 375’te Kavimler Göçü sürecinde burayı istila eden barbar kavimler de Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. 711’de Emevilerin fethettiği İspanya’da bu defa da Müslüman Arap hâkimiyeti başlamıştı. Bu süreçlerde Yahudiler görece sorunsuz yaşıyorlardı. Ama İspanya Yahudileri için her şey İber Yarımadası’ndaki Müslüman-Arap hâkimiyetinin sonlanmasıyla başladı. Kastilya Kraliçesi İzabella ve Aragon Kralı Ferdinand yaptıkları siyasi evlilikle güçlerini birleştirdiler. Burada son Müslüman-Arap devleti olan Beni Ahmer’i yıktılar ve böylece “reconquista”yı gerçekleştirdiler. Bu sırada yıl 1492’ydi.

Tam da bu noktada İspanya Yahudilerinin durumuna geri dönebiliriz. Buradaki Yahudilerin bir kısmı aslında daha evvelden, Hıristiyan çoğunluğun olduğu İspanya’da daha rahat yaşamak için Hıristiyanlığa geçiş yapmışlardı. Ancak bunlar samimi birer Hıristiyan değillerdi ve aile içinde kendi inanış ve ibadetlerini sürdürüyorlardı. Toplumsal alanlarda kullanılan Hıristiyan isimleri, kapalı kapılar ardında yerini Yahudi isimlerine bırakıyordu (Kripto Yahudi veya Konverto). Bu keyfiyet, öteden beri Hıristiyanlar tarafından biliniyordu. Ama ne olduysa oldu, İzabella ve Ferdinand evlendikten sonra bu duruma tepkiler gelmeye başladı. Ve çanlar, yine Yahudiler için çalıyordu. Bu tehlike çanlarını ise adaletsiz yargılamaları ve korkunç işkenceleriyle maruf Engizisyon Mahkemesi çalıyordu.

İspanya, ismi bile insanların yüreklerine korku ve endişe salmaya yeten engizisyon mekanizmasının en etkili olduğu ülkeydi. Rahipler Alfonsa ve Espina, Papadan izin kopararak engizisyon mahkemesini kurdular. Ve böylece Konverto avı başladı. Yahudilere iki seçenek sunuldu: Ya vaftiz ol ya terk et. Ünlü ve zalim engizitör Thomas de Torquemada zamanında olaylar daha da kötüleşti. İşte engizisyon mahkemelerinde Konverto Yahudilerin maruz kaldığı işkencelerden küçük bir potpuri: Kol ve bacakları bağlayıp olabildiğince germek suretiyle eklemleri yerinden çıkarmak, bol su içirmek ve ardından karın bölgesine şiddetli baskı uygulamak, ayaklara acı hissini artıran bir krem sürerek ateşe yaklaştırmak. Yahudi kökenli Engizitör Diego Deza ile birlikte işkenceler daha da şiddetlendi. Bazı zengin Yahudiler yönetici sınıfına para teklif ederek engizisyon ve zorla göç sürecini durdurmaya çalıştılar. Ama bundan sonuç alınamadı. Engizisyon mahkemelerinden sağ çıkan Yahudiler de oluyordu. Ama bu Yahudilerin de tüm mallarına el konuluyordu.

Tüm bu olaylardan önce Yahudilerin refah düzeyi Hıristiyanlardan çok daha iyiydi ve bazı önemli mevkiler Yahudilerin elindeydi. Yahudilere karşı başlatılan bu antisemitik harekette bu keyfiyetlerin önemli bir rolü vardır. Hadiselerin spekülatif yanına bu noktada değinebiliriz. Buna göre Kastilya Kraliçesi İzabella, Aragon Kralı Ferdinand, önemli ve kilit mevkilerde bulunan devlet adamları ve hatta din adamları Yahudi asıllıydılar. Hatta bu yüzden kripto Yahudiler (Hıristiyan gibi görünen gizli Yahudiler) Kastilya ve Aragon’un birleşmesini sevinçle karşılamışlardı. Tüm bunlar doğruysa soru şu olmalı: Aslında kendileri de Yahudi asıllı olan bu kişiler neden dindaşlarına kendi elleriyle böyle bir akıbet hazırladılar?

“Çünkü bazen ulus olarak yok olma derecesine kadar asimile olmalarını önlemenin tek yolu, budur.” (Tora)

Yani Yahudiler, İspanya’da, Hıristiyanların içinde asimile olma tehlikesi içindeydiler. Asimile olmak ise bir ulusun yok olması demekti. Bu yok oluştan kurtulmak için de kök saldıkları topraklardan sürülüp acılar içinde dünyanın dört bir yanına dağılmaları gerekiyordu. Ve çektikleri acılar ne kadar büyük olursa o kadar iyi olacaktı. Bu sayede kim olduklarını bir kez daha hatırlayacaklardı. Daha da önemlisi bekledikleri yüce kurtarıcı nihayet gelecek ve onlara çektikleri acının bedeli olarak “vaadedilmiş toprakları” bahşedecekti.

Sebebi ister Hıristiyanların kendilerinden daha iyi durumda olan Yahudilere özellikle de gizli olanlarına duydukları öfke olsun ister “vaadedilmiş topraklar”a ulaşma yolunda çekilen acılar olsun Yahudilerin bir kısmı bu olaylar sırasında kurtuluşu Osmanlı topraklarına sığınmakta buldu. Zulümden kurtarılmayı bekleyen Yahudilerin bir kısmı, benzer olaylara maruz kalan Müslümanlarla birlikte II. Bayezid’in görevlendirdiği Kemal Reis’in kadırgalarına bindirler. Yahudiler genellikle Edirne, İstanbul, İzmir, Manisa, Manastır ve Selanik gibi Osmanlı şehirlerine yerleştiler. Göçle gelen Yahudiler, Osmanlı Devleti’nin derin hoşgörüsü ve istimalet politikası içinde hayatlarını yeniden kurdular. Osmanlı Devleti’nin de teşvikiyle yerleştikleri Osmanlı şehirlerinde ekonomik iş kollarında büyük ilerleme kaydettiler. Bu bağlamda şu sözün Sultan II. Bayezid’e ait olduğu söylenir: “Kral Ferdinand için akıllı derler. Ama o kendi ülkesini yoksullaştırırken benimkini zenginleştiriyor.”

Dönemin en güçlü devleti olmanın ve İslam hoşgörüsünün gereğini yerine getiren Osmanlı Devleti, bunu yaparken ne Yahudileri farklı dinlerinden dolayı toplum dışına itti ne de onları din değiştirmeye zorladı. Göçle gelen Yahudilere hem ibadetlerini özgürce yerine getirmeleri ve hem de refah içinde yaşamaları için tüm imkânlar sağlandı. 1800’lü yıllarda şiddetli esen milliyetçilik rüzgârlarına kapılan bazı Yahudi vatandaşlarıyla Osmanlı Devleti’nin ilişkileri boyut değiştirse de Osmanlı Devleti daima döneminin hoşgörü anlayışının ötesinde bir yaklaşımla farklılıkları bir arada tutmayı başardı ve bu sayede dünyanın en uzun süre ayakta kalan devletlerinden biri oldu.

“Çünkü bazen ulus olarak yok olma derecesine kadar asimile olmalarını önlemenin tek yolu, budur.”

Page 56: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

56 57

Cihan İmparatorluğu’nun son yılları, milliyetçilik akımlarının alevlendirilip Balkanlardaki topraklarımızın isyan ve savaşlarla koparıldığı Balkan Savaşları… Şimdiki Bulgaristan’ın Şumnu ilinde Işıklar köyünde bir gece vakti, -o zamanlar yedi sekiz yaşlarında olan dedemin hatırladığı kadarıyla- kızılca kıyamet kopuyor. Komitalar, herkesi ayağa kaldırıp alabildikleri eşyalarla sağ salim güvenli topraklara götüreceklerini söylüyor ve çevre köylerden toplanan diğer köylülerle beraber yayan yola çıkarıyorlar. Dedemin babası Satılmış -Anadolu’da Allah yoluna adanmışlara isim olarak verilir-, annesi Hatice, dedem, Hüseyin, Zale ve isimlerini bilemediğimiz -muhtemelen bebek olan- iki küçük kardeşleri ile beraber Meriç kenarına kalabalık bir kafile olarak getiriliyorlar.

Osmanlı askerlerine önce çocuklar teslim ediliyor; sonrası tam bir acımasızlık, insanlık adına yüzkarası… Anne ve babaları gerisin geriye köylerine götürülüyor, sadece yirmi otuz arası yetişkine izin veriliyor. Nehir kenarındaki korkunç izdihamı ve feryatları hatırlardı dedem. Anne ve babasını her hatırladığında sakalları gözyaşları ile ıslanırdı. Bazen büyük dedem ve büyük ninem aklıma gelir. Allah’ım nasıl dayandılar böyle bir yürek yangınına? Nasıl bir acıdır bir ana babanın evladından bu şekilde ayrılması ve bir daha asla onları görememesi?

Ölene kadar annesini sayıklayan, hasret çeken, doğduğu topraklardan, anasından, babasından kardeşlerinden koparılmış insanlık dışı bir göçe tâbi tutulmuş yüz binlerce göçmenden biri olan, torunu olmaktan gurur duyduğum Hasan Ünner’in öyküsüdür.

Deniz ÜNNER TOPRAK / Akmercan Anadolu İmam Hatip Lisesi Coğrafya Öğretmeni

CENDERME HASAN’INHİKÂYESİ

Page 57: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

56 57

Yetişkinleri ve çocukları geldikleri köylerine göre gruplayıp Anadolu’daki vilayetlere gönderme kararı alınır. Dedem, kardeşi Hüseyin ve Zale Ankara’ya giden bir grubun yanına verilir. Diğer iki kardeş ise süt verebilen annelere teslim edilirler. Ankara’ya giden grup Haymana’ya yerleştirilir. Dedem sekiz yaşında büyük bir sorumluluk alır, kardeşlerine bakar. Delikanlılığa adım atar atmaz askere alınır. Çok büyük bir kısmı Yemen’de geçen ve on yıl süren bir askerlik görevi başlar. Ulaklık yapar, posta alır, götürür. Komutanları,

“Hasan, falancayı ünneyiver, filancayı ünneyiver!” diyerek sürekli çağırır, emir verirler. Ünnemek, çağırmak anlamındadır. Jandarma olduğundan mahkûm getirip götürürken Ankara’da Gölbaşı’ndaki karakolda yoldan geçen Çerkez kızını görür. Muhtarın kızı olan Lale’yi görünce askerlikten firar edip evlenir ve Ankara’ya yerleşir. Cumhuriyetin ilanından sonra yine askere alınır. Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ün ulaklığını yapan erlerden birisi olur. Köşk’te bahçıvanlık, ulaklık derken dört yıl daha askerlik yapar. Dedem Atatürk’ü çok severdi.

Atatürk; her sabah erken kalkar, bahçeyi dolaşır, askerlerin hatırını sorar, gönüllerini hoş tutarmış. Gözlerinin sanki ışık saçtığını söylerdi dedem…

Soyadı Kanunu çıkarıldığında dedem yıllarca zihnine işleyen “Ünner” -çağıran kişi- soyadını alır. Diğer iki kardeşi de baba gibi gördükleri dedemin bu soyadını kabul ederler. Yıllar sonra kayıp iki küçük kardeşten büyük olanın izi Balıkesir’in Gönen ilçesinde bulunur ve kız alıp vererek akrabalık bağları tekrar oluşturulur. En küçük kardeşin -bebeğin- Antalya Korkuteli’ne gittiği öğrenilir ama izine rastlanılamaz.

Bu öykü; Ankara Gölbaşı Oğulbey köyünden ama aslı Şumnu Işıklar köyüne dayanan, lakabı Jandarma (Cenderme) olan Hasan’ın öyküsüdür. Ölene kadar annesini sayıklayan, hasret çeken, doğduğu topraklardan, anasından, babasından kardeşlerinden koparılmış insanlık dışı bir göçe tâbi tutulmuş yüz binlerce göçmenden biri olan, torunu olmaktan gurur duyduğum Hasan Ünner’in öyküsüdür. Dedemin ve vatanlarından koparılmış diğer göçmenlerin ruhları şad olsun…

CENDERME HASAN’IN

Leve

nt T

OSU

N (H

asan

Rıza

G. S

. L. R

esim

Öğr

etm

eni)

Page 58: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

58 59

Öyle bir an gelir ki gözünüz yaşlı, eliniz boş, hiçbir şeysiz göçün tozlu yollarında bulursunuz kendiniz. Hal böyle iken insanların ciğerleri sökülür adeta yerinden derinden hissedilen acıyla. Bir de göç ettiğiniz yere alışmak. Yörenin yetim çocukları oluverirsiniz kendi yaşanmışlıklarınızın hiçbir anlamı kalmadan. Orada gördüğünüz eşya veya orada tanıştığınız insanlar, her an size evinizi kendi yurdunuzu anımsatır. Göç edenlerin ellerinde birkaç eşya, sırtlarında ise koskocaman bir memleket özlemi. Yollarda çekilen acılar bir yana, memleket özlemi bir yana…

Neden göç ediyoruz? Eğitim, yaşanılan ekonomik olumsuzluklar, memleketimiz olan yerlerden sürülmek veya savaşların ortasında kalmak… Bunların hepsi, ayrı ayrı birer büyük neden. Belki devletler arası anlaşmaların kurbanı bile olunabilir tarihte örnekleri görüldüğü gibi.

Zorunlu göçlerden en acılı olanı da savaş sebebi ile olan göçtür ki bu duruma Suriye’den ülkemize doğru olan mülteci akımında tanıklık ediyoruz. Suriye’de 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanması, geçen süre zarfında bir iç savaşa dönmüş adeta halkın yükselen hareketinin ayak sesi olmuştur. Mülteci meselesi sadece Suriye’nin veya sadece Orta Doğu’nun sorunu değildir. Zorunlu göçe maruz kalan Suriyelilerin yaşadığı insanlık

trajedisi, tüm ulusların yani biz insanlığın kanayan yarasıdır. Hal böyle olunca Suriyeli mülteci krizinin çözümünü, sadece komşu ülkelerin sorumluluğu gibi düşünmek, durumu iyileştirmeyeceği gibi insanlığı insan olma duygusundan yoksun, bencil bir o kadar da sorumsuz hale getirecektir. Vatanını terk etmek zorunda kalan pek çok insan zor koşullar altında, güvenlik, beslenme, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılama arayışındadır. Başka bir deyişle hayatlarını sürdürme arayışındadır. Topraklarındaki zulümden kaçarak kendi ülkelerinde mülteci konumuna düşen halkın kaldığı kamplarda hayat durma noktasında. Isınmak için kıyafetlerin yakıldığı 35 bin kişilik kampta, soğuktan hastalanan çocuklar ölürken dünya bu duruma kayıtsız kalıyor. Onlar üşüdükleri için eşyalarını yakarken “bazıları” bir yırtıkta “At gitsin!” derler. Ama o eşyalara ihtiyacı olan insanları unutuyor, ellerindekinin değerini bilmiyorlardı. Orada insanlar üşüdükleri için ölüyor. Oysa bize anlatılan hikâyelerde ölümün çok daha tabii sebepleri vardı. Günümüzün bu çıplak gerçeği göçün bize sunduğu acılı dramı gözler önüne seriyordu.

Göçler insanların hayatlarını değiştirebilecek güçte olsa da topraklarına olan özlemleri her zaman daha ağırdır. Ne kadar yeni bir topluluk kuruluyor, yeni bir yurt ediniliyorsa da ana yurdun bıraktığı izler, edinilen kimlikler asla unutulmaz.

Mukaddes MUŞ / Lalapaşa Hacıdanişment Ortaokulu Öğrencisi

Göç edenlerin ellerinde birkaç eşya, sırtlarında ise koskocaman bir memleket özlemi.Yollarda çekilen acılar bir yana, memleket özlemi bir yana…

DÜNDEN BUGÜNE GÖC

Asrın

MEN

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 59: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

58 59

Bir insanlık göçüyordu derinden derinden,Çaresizlik yakıyordu yürekleri içerden içerden.Ne akan yaşlar bitiyor,Ne de dua için açılan eller yoruluyordu.Sadece huzurla yaşanılacak bir dünya isteniyordu.Kolay mıydı her şeyin geride bırakılması? Kolay mıydı insanın kendi benliğinden ayrılması? İnsan hiç ister mi göz göre göre yanmasını.Ama yanıyor işte!Koşup oynaması gereken minik ayaklar yanıyor,Kalem tutması gereken eller yanıyor,Bir umut uğruna denizlere dökülenO kocaman yürekler yanıyor.Bu umut bir gün sizin için doğacak.Koşup oynamayan ayak,Kalem tutmayan el kalmayacak.İşte o zaman hiçbir yürek yanmayacak.

Nazlı YURTCAN / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Öğrencisi

YÜREKLERGÖC EDEN

Göç edenlerin ellerinde birkaç eşya, sırtlarında ise koskocaman bir memleket özlemi.Yollarda çekilen acılar bir yana, memleket özlemi bir yana…

Şahe

ste

Kevs

er N

URA

Nİ (

Hasa

n Rı

za G

SL Ö

ğren

cisi

)

Page 60: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

60 61

Hüseyin BABACAN / Hasan Rıza Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi

HAYAT BİZİZ

Prof.Dr. Mustafa ASLIER

Page 61: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

60 61

Onu görüyordum. Derin soluklarla sıcağa meydan okuyordu. Telaşlı gibi görünüyordu. Çıplak ayakları kumun tozuna vura vura sekiyordu yerde. Sığınacak bir yer arıyordu. Üzerinde akamadan kalmış kanın kokusu vardı. Beyninde ise koskoca bir hayatın korkusu... Hissedebiliyordum. Bir köşeye oturup ağlıyordu. Sonra yine yürüyordu. Hiçbir şeyi yoktu yanında. Yırtık pırtık bir pantolondan ibaretti her şeyi. Bir eli hep cebinde yürüyordu. Düşündüğüm şey olmalıydı bu. Yürümeye devam etti. Elektrik direklerinin sıklaştığı yerlere kadar… Tel örgülerde daha da çok yırttı pantolonunu. Daha çok kanadı ayakları koşarken. Daha çok gözyaşı kurudu yanaklarında. Neyse ki güneş batıyordu. Ona ulaşmak için bir gece daha doğacaktı bana. Bir direğin dibine vurdu dizlerini. Ağlamaya başladı yeniden. Bütün gücümle ona sesimi duyurmaya çalıştım. Beraber oturduğumuz geceleri düşünüyordum. Belki o da düşünse beni duyacaktı. Sonra sildi gözyaşlarını, cebinden mızıkasını çıkardı. Doğum gününde almıştım ona, en sevdiği şeyiydi. Beraber çalardık. Şimdi ise tek başına üflüyordu o notaları. Sesi bana kadar uzanıyordu. Titreye titreye çaldı. Duyabiliyordum. Ona öğrettiğim bir türküyü çalmaya çalışıyordu.

Bir gece vakti dinletmiştim ona o türküyü: “Uzun ince bir yoldayım. Gidiyorum gündüz gece.” Sanki içine doğmuş. Türküyü o gece dinlerken şunu fısıldamıştım: “Hayat yıldızlardadır. Onlara iyi bak, görmek istediğin her şey orada saklıdır.” Tek istediğim o şarkı çalarken bunları hatırlamasıydı ve hatırladı. Kafasını göğe kaldırıyordu. Hayat yıldızlardaydı bana bakıyordu o an var gücümle belli etmeye çalıştım kendimi ona. Bütün benliğimle haykırdım. İçi ürperdi, hissediyordum. Yine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve ağlayarak sızdı orada.

Yine yürümeye başladı sabah. Çok zayıflamış. Sallana sallana, zar zor yürüyor; bir şey de yemiyordu günlerdir. Yine bir direğin dibine geldi şimdi. Akşam oluyordu. Bu sefer cebinden mızıkasını çıkarmadı. Bir şeyler çalmasını bekliyordum ama o bunu yapmadı. Cebinden bir kâğıt bir de kalem çıkardı. Bir şeyler yazmaya başladı. Elleri titriyordu ve korkuyordu, o korkuyu hissediyordum. Ben de yaşamıştım bu korkuyu. Çok aç olduğu belliydi. Islanmıştı, öksürüyordu. Artık hastaydı da. Sanki son gecesiymiş gibi bir şeyler bırakmaya çalışıyordu ardında. Bana mı geliyordu yoksa. Elindeki kâğıdı köşeye atıp bir an irkildi. Mızıkasını çıkardı çalmaya başladı, ayağa kalkıp etrafında dönüp bana bakıyordu ve çalıyordu. Gülüyordu, kahkahalar atıp zıplıyordu. Sonra eline bir sopa aldı. Islanmış kumlara bir şeyler yazmaya başladı. Ne yazdığını başlarda anlayamadım. Yazısını tam bitirecekti ki birden titremeye başladı. Yere düştü. O cılız bedeni serildi kumlara. Saçları savruldu yere. Ve gözleri açıktı, bana bakıyordu hala. Ellerini iki yana açmış bana bakıyordu. Sanki biliyordu. Sanki artık beni hissediyordu. Titreye titreye gözleri apaçık bana geliyordu. Sabah birileri buldu onu. Elinde yazdığı not ve yere kazıdığı harfler “Savaşın Kötü Yüzü” diye yayımlandı haftalarca.

Ufacık bir bedenin zorunlu göçe tabi tutulup yavaş yavaş ölüme sürüklenmesini yazdı bütün gazeteler. Yarım kalmış bir göçün hikâyesini dinledi herkes onun parmaklarından. Binlerce yarım kalan bir göç hikâyesi gibi. Notlarını okudu insanlar günlerce. Her okuyanın yüreği burkuldu, savaşlar kınandı. Tükürüldü insanlığın göremeyen o kör gözlerine. Notlarında şunları bırakmıştı ıslak elleriyle yeryüzüne:

“Bastırmaya çalışsam da her gece seni duyuyorum. Kan kokan ellerimi kuma buluyorum. Gövdeme uzanan cansız bedenini silmeye çalışıyorum kafamdan. Böyle söylediler, ama olmuyor. Ellerimle saçlarını sıyırdığımı, gözlerini kapadığımı; bunları unutamıyorum. Sen hep yazardın benimleyken o yüzden yazıyorum belki duyarsın beni diye. Dün gece bana aldığın mızıkayı çaldım yine. Hani bir türkü dinlemiştik.Uzun ince bir yolda bir adam vardı ya. Tam onu çalıyordum. Sonra senin fısıltıların geldi sanki kulaklarıma. Kafamı kaldırdım ve oraya baktım. İçim ürperdi. Sanki o sözleri oradan söylüyor gibiydin. Uzun zaman sonra seni hissettim. Sen öldükten sonra çok tutmadılar beni aldı iki asker kolumdan git buradan çocuk dediler. Sen de ölmeden git. Kaç dediler. Yapmak istemedim. Zorladılar. Gitmem gerekiyormuş. Daha iyi bir hayat beni bekleyecekmiş. Farklı ülkelere göç etmem gerekiyormuş.Daha çok küçükmüşüm. Ne kadar küçüğüm bilmiyorum ama çok açım. Sen olsan beslerdin beni. Bir ses duyuyorum yine şu anda. Bana fısıldıyor. Dur... Dur. Bu sensin. Evet, bu sensin. Beni duyuyorsun. Ordasın değil mi? Evet ordasın. Sana mızıka çalacağım. Bekle. Duy beni. Ordasın. Evet.”

İlk kâğıtta bunları buldular:“Beğendin mi? Titriyorum. Ama artık korkmuyorum biliyor

musun? Seni duyabiliyorum, seni hissedebiliyorum. Saçlarımı sevdiğini hissedebiliyorum. Şimdi sana bir şeyler söyleyeceğim. Yazacağım daha doğrusu, okumanı istiyorum yazdıklarını. Eğer ellerim tutarsa kocaman kocaman yazacağım.”

“Düzgün yazamadım. Ellerim titriyor. Sanırım buraya kadarım. Sadece seni çok seviyorum. Tek düşündüğüm şey bu ve gözyaşlarım gülerek akıyor üzülme benim için. Ellerimi açtım iki yanıma. Son yazılarım bunlar bu dünyaya. Saçlarımı sevecek misin yine? Okşayacak mısın beni? Beraber mızıka çalacak mıyız orada da? Bakacak mıyız uzaklara? Beni özledin mi? Hissediyorum. Daha hafifim artık. Geldi. Geldim. Bitti. Ne ayaklarım kanayacak artık ne öksüreceğim ne üşüyeceğim. Geliyorum. Yazımı oku. Yere yazdım senin için, büyük büyük. Hisset beni. Olduğum yerde ve olabildiğim kadarım.”

Islak bedenini köşeye çektiklerinde yerde yazanı okudum.Yerde kocaman şöyle yazıyordu.“Hayat yıldızlardadır anne!”

O, ufak bir çocuktu ve ona gitmesini söylemişlerdi. O da bildiği en güvenli yere gitti. Benim koynuma. Hayatın ta kendisi oldu artık. Gözümden iki damla yaş aktı. İnsanlar dünyadan bize baktı ve şöyle dediler:

“İşte bir yıldız daha kaydı.” Sonra onu gördüm karşımda. Elinde mızıkası. Koştu bana

doğru. Kulağına şunları fısıldadım:“Hayat, biziz!”

Hayat yıldızlardadır. Onlara iyi bak,görmek istediğin her şey orada saklıdır.

Page 62: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

62 63

Sana kimler dokundu, seni kimler ağlattı?Söyle çocuk, rengârenk balonlarını kimler aldı?Kimler kırdı kalbini, kim aldı elma şekerini?Söyle çocuk, nerede unuttun çocuk olmayı?

Pembeden pamuk şekerine, camdan misketlerini;Çocukluğunun sokaklarında kanayan dizleriniGözünden akan yaşları değil de çocukSöyle nerede unuttun mavi bisikletini?

Kimler aldı hayallerini, hayallerinde gizlediklerini?Unuttun mu çocuk yırtık uçurtma senindiÇocukluğunun sokaklarında seni arıyor hepsiSöyle çocuk nerede unuttun masumiyetini, sevincini?

Ver elini hadi çocuk, çık saklandığın yerdenKızmış belli ki her yerde seni arıyor annenHatırladın mı korkardık karanlık gecelerdenSöyle çocuk, zarar gelir mi insana büyümekten.

BÜYÜDÜN COCUKLUĞUMSude Nur KOÇAK / Ferah Ortaokulu Öğrencisi

Ezgi

Şey

ma

GEZ

GİN

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 63: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

62 63

HAYAT VE GÖCOnlarca, yüzlerce, binlercesi…Onlar yaşamlarını bırakıp,Belki de en önemlisi olan evlerini,Okullarını, mesleklerini, işlerini bırakıp kaçıyorlar.En güzel anılarının geçtiği yerleri,Belki de bir daha ayak basamayacakları yerleri,Bir hiç uğruna terk edipKaçıyorlar bir iç savaşın gölgesinden.Çocukların, çocukluğunu yaşayamadığı

Hiçbir şeyden habersiz, korkuyla,Kaçarak kurtulmaya çalıştıklarıBir göç, zorlu bir hayat mücadelesi onların yaşadığıBüyüdüklerinde akıllarında kalacağı,En kötü günler, ne kadar unutmaya çalışsalar bile,Unutamayacakları bir zorluk, büyük bir engel onlar içinBüyüdüklerinde, anlatacakları kötü, acı dolu bir anı onlar için.Büyük bir hayat mücadelesi onlar içinHayata, kaldıkları yerden devam edebilmeleri içinEn büyük hayallerinden vazgeçtilerBelki de kimileri doktor, mühendis, öğretmenBazıları da insanların hayatlarını koruyabilmek için asker, polis olacaktı.Kim bilir böyle günler yaşamasaydılar ne güzelHayatları, okulları, meslekleri, yaşamları olacaktıGüzel günler güzel anıları olacaktı.Büyüklerin de çocuklarına güzel anılarını anlatacaklardı.

Derya KAHVECİ / Subaşı Ortaokulu Öğrencisi

Engi

n İm

ran

DOĞ

AN (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 64: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

64 65

GÖCÜYORUMGamze IRMAK / Meriç Şehit Öğretmen Aydın Yılmaz Ortaokulu Matematik Öğretmeni

Asrın

MEN

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 65: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

64 65

1989’un bahar ayında taşındığımız bu sahil kasabasından komşularımız birer birer göç ediyordu. Yalnızlık demir atmıştı sahile. Sessizlik hüküm sürmeye başladı burada. Martı sesleri yavaş yavaş çocuk seslerinin önüne geçiyordu. Tek tük kalan komşularımızı da kaybetmemek için elimden geleni yapıyordum. Hafta içinde fabrikada çalışanlarımla balık işliyorum, hafta sonu da komşularımla balığa çıkardım. Sırf onlar bizleri burada daha yalnız bırakmasınlar diye.

Bir pazar günüydü. Tanımadığım bir genç ile karşılaşıyorum. Öğrenciymiş. İlk defa görüşmemize rağmen samimi bir selam verip bana içtenlik ile gülümsüyordu. Ne saygılı bir çocuktu. Fakat içimi bir acı kaplıyor. Sonra öğreniyorum ki o da beğenmemiş buraları. Çünkü neticede geçmiş. Büyük şehirde oturmayı tercih etmiş herkes gibi o da. Oralardan gelip gidecekmiş. Bu güzel insanlar baharda açan ve haftasına solan çiçekler gibi gelip geçti kasabamızdan. Neden bu insanlar kasabasını terk ediyordu ki? Ben onlardan fazla sahip çıkıyordum buralara.

Şimdi boş sokakları bekliyorum. Bazen sekiz bazen dokuz bazen de çalışan ile balık işliyoruz küçük fabrikamızda. Çalışanlar bayat balıkları yakalamaya çalışıyor bant üzerinde. Ben yalnızlığımı... Bakalım ne zaman yakalayacağım. Eşimi geçen sene kaybettim. İki oğlum var. Allah onları bana bağışlasın. Ama onlar da diğerleri gibi burayı sevmedikleri için benim de ziyaretime gelmiyorlar. Üç dört ayda ben gidiyorum kosaca şehirlerinde onları ziyarete. Beni de onların şehri sıkıyor. Boğuyor. Fazla kalamıyorum bu yüzden. Hemen geri dönüyorum. İçimden eşime serzenişte bulunuyorum. Ne vardı beni böyle tek başıma bırakıp da gidecek?

Komşularımızın göç etmesine aslında onlar için üzülüyordum. Çünkü cezbeden, baştan çıkaran şehir gün gelecek onları yarı yolda bırakacak. Yüzüne bile bakmayacak. Belki de en başta kültürüne yaşayışına kabul etmeyecek. Sonradan gelenleri hep dışarıda bırakacak. Kendilerini kandırsalar da hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Bunu da en güzel yastığa başını koyduğu zaman içinde kalan yaşanmamış mutlulukların dışa vurmasıyla anlayacak. Yine uslanmayacak ve kendini sabah uyanınca kandırmaya devam edecek. Çünkü bu yolu kendi seçmiştir.

Geri dönmeyi de gururuna yediremeyecek. Ve farkında olmadığı gerçek ile yıllar sonra karşılaşacak. Ne de çabuk geçiyordu hayat. Yaşlanmış olacak. Evet, hem de çok yaşlanmış. Yılların geçmesi ile olan yaşlanmak olsa amenna. Duyguları yaşlanacak. Gerçekleştiremediği hayallerinin altında ezilen duyguları paramparça olacak. Kalbini kanatacak bu duygu parçacıkları. Ama ne yazık ki hala kendini kandıracak. Yerden topladığı bu parçaları yapıştırıp hayatına devam etmeye çalışacak. Yapması da gerekiyor. Yaşaması için buna ihtiyacı var. Yaşlandığı ve ölümü koklamaya başladığı zaman çok yalnız hissedecek kendini. Bir dayanak noktası bulamayacak. Çok geç olmadı sanacak geri dönmek için. Yanılacak her zamanki gibi. Sonra gerçek göç olunca memleket mezarlığına gömülmeyi vasiyet edecek. Belki yolunu şaşıran biri olur da onun yapamadığını yapıp geri dönerse bir dua etsin diye.

Bunları nereden mi biliyorum? Çok basit. Bu benim ve ailemin hayatı. Ben de burada gurbetteyim, bu sahil kasabasını çok sevmeme rağmen bir yanım hep eksik. Şimdilerde kendi derdimi unuttum onlara üzülüyorum. Çünkü duygularımız ortak. Ne kadar mal mülk sahibi olsalar da vatan hasreti yiyip bitirecek onları.

Göç eden kuşlara özeniyordum küçük yaşlarda. Bir yerden bir yere gitmek ne kadar da kolaydı onlar için. Benim gibi küçük bir köyde sıkışıp kalmıyorlardı. Meğer o küçücük köyde ne büyük mutluluklarım varmış. İlmek ilmek sevinçlerim, ılık rüzgâr tadında heyecanlarım bazen de tatlı küçük korkularım varmış. Şimdi hepsini özlüyorum.

Bunları yazarken çok düşündüm abi. Benim derdimi anlatabileceğim kimsem yok şu an. Tanıdıklarım ya bu kasaban göç etti ya da bu âlemden. Çocuklarım desen… Neyse hiç deme! Abi ben memleketimi terk ettiğime çok pişmanım. Bu dert beni yıllar içinde yedi, bitirdi. Ve ben kanser oldum. Ölüyorum her geçen gün biraz daha. Tıpkı o kuşların baharda geri dönmesi gibi memleketimize geri dönelim. Son günlerimi seninle çocukça yaşamak istiyorum. Kaygısızca mutlu olmak... Bana bunu çok görmezsen sevinirim.

İlmek ilmek sevinçlerim, ılık rüzgâr tadında heyecanlarımbazen de tatlı küçük korkularım varmış. Şimdi hepsini özlüyorum.

Page 66: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

66 67

Deni

z ÇO

RA (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 67: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

66 67

Kırmızı çatılı evlerin üstünü siyah bir perde gibi örtmüştü gece. Kaldırımlara çarpan yağmur damlalarının sesi boş sokakları çınlatıyordu. Bazı evlerin ışıkları karanlığı yarıp ıslak yolları aydınlatıyordu. O evlerde ertesi güne hazırlık yapan aileler vardı.

Sokağın en sonundaki kapısı sürgülü, perdeleri çekili küçük evde de aynı hazırlık vardı. Mutfaktaki kap kacaklar dolaplardan indirilmiş, bohçalara ve sandıklara konulacak giysiler etrafa saçılmıştı. Salonun ortasındaysa içinde mübadele yeri ve zamanı yazılı bir mektup… Kimse bakmıyordu mektubun olduğu tarafa, yanından geçen herkes başını eğiyordu, ama bu mektubun suçu değildi ki. Bazı mektuplar özlemle beklenirdi, bazıları açıldığında mutluluk verirdi. Bu ne beklenmiş ne de mutluluk vermiş bir mektuptu. İçindeki sözcüklerin aralarına ağır bir ayrılık havası gizlenmişti. Eve bir hüzün çökmüştü. Bu çatı altında yaşanan her şey yarından itibaren bitecekti. Bir daha aynı çocukların kahkahaları çınlamayacaktı odalarda ya da aynı kişinin yemekleri pişmeyecekti mutfakta. Yarından sonra dönüşü olmayan çok zor bir yola gireceklerdi. Ev de arkalarında kalacaktı, yaşadıkları da. Mübadele, onları alıştıkları ve sevdikleri her şeyi geride bırakmaya zorluyordu. Burada doğup büyüyen, buranın dilini konuşan herkes bir bilinmezliğe gitmeye mecbur bırakılıyordu. Sevdikleri herkesi ve her şeyi bir gecede silip atmak kolay mıydı? Kolay mıydı hiç bilmedikleri bir yerde onların olmayan bir evde yeniden yaşamaya başlamak, yeni anılar yaratmak?

Bu kez kahkaha değildi evin içini dolduran; onun yerine derin sessizliğin altında ezilen ev halkı… Evin orta yerinde de geleceğin belirsizliğini taşıyan bir mektup… Küçük kızın sandığına giren rengârenk oyuncakları değil çocukluğuydu.

Yan odada abisi zarar görmesin diye kitaplarının içine koyduğu umudu dikkatlice çantasına yerleştiriyordu. Yanlarına alamayacakları eşyalarını, yeni sahipleri gelinceye kadar beklemesi için eski çarşaflarla örtülüyorlardı. Yeni sahipleri eşyaları kullanılmayacaklardı belki. Bir öksüz çocuk gibi yol kenarına koyacaklardı. Kim bilir belki de çöplüğe atılırlardı, zaten giden ailenin anılarıyla ağırlaşmış, çökmemişler miydi?

Güneşin doğmasına yakın her şey tamam gibiydi. Evin hanımı son bir kez fesleğenine su verdi. Kapının sürgüsü güneşin ilk ışıklarıyla beraber son bir kez açıldı ve eşyalar dönüşü olmayan bir yol için son bir kez dışarı çıkarıldı. Bu sırada yağmur dinmişti ve yeni günün habercisi güneş yanında toprak kokusunu da getirerek ıslak sokakları aydınlatmaya başlamıştı. Sokaktaki herkesin elinde taze ayrılık kokan mektupları, gözleri hafif yaşlı sanki bir saraymışçasına kendi küçük evlerine bakıyorlardı. Kimi dönüp son kez sevdiklerinin evlerine de baktı. Oraları hafızalarına kazımaya çalışıyor gibiydiler. Onların bu köydeki son anılarıydı bunlar. Gelecek yaratma cesaretiyle arkalarında bırakıyorlardı geçmişi ama içlerinde yine de yol korkusu vardı. Dayanabilecek miydiler acaba açlık, bakımsızlık, hastalığın harmanlandığı tozlu göç yollarına? Sevebilecek miydiler yeni insanları, yeni hayatları. Bir öyküyü bitirip başlayabilecek miydiler bir yenisine, yoksa her zaman bir yarım kalmışlık, bir boşluk hissiyle mi yaşayacaklardı?

Güneş yükselirken evler kaybolmuş, yolculukları başlamıştı. Kamyonlar kasabayı geride bırakırken tümseklere takılıyor ve tekerleklerinden çokça toz kaldırıyorlardı. Kamyonların içindeki insanlar kendilerine yeni bir gelecek kurma kaygısını, gidecekleri yerde kabul görmeme korkusunu buna rağmen orayı sevebilme umutlarıyla küçüldüler ve gittiler…

Evin hanımı son bir kez fesleğenine su verdi.Kapının sürgüsü güneşin ilk ışıklarıyla beraber son bir kez açıldı…

YÜKSELİRKENDENİZ ÇORA / Hasan Rıza Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi

GÜNES

Page 68: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

68 69

Zamansız bir gün, bizi çaresiz bıraktı,Amansız bir ayrılık tüm hayalleri yaktı,Yabancı oldu memleketin toprağı, taşıKemiğe dayandı artık bu, yaşamak savaşı.

Vatanımda yaşarken, ansızın hasret vurdu.Çoluk çocuk hepimizi yola koydu, yordu.Ah, o yollarda nice canlar soldu!Solan kaldı; kalanlar hep, hiç oldu.

Enseme vururken ayrılığın nefesi,Duyulmuyor artık huzurun kısık sesi.Ayaklar yürüyor, gönül kalmakta ısrarcıNe çare, alınır mı kale kalpteki sancı.

Dile gelse şu geçen zaman, anlatsa zorluğu,İstenen çok değil, sade karın tokluğu.Karanlık çöktü çok kez, biter gibi oldu gücünTekrar ayağa kalktın çünkü oyunuydu bu göçün.

Ötelerde bir yerde çocuklar ağlıyor,Hıçkırıkları derya olmuş, gönülleri dağlıyor.Kader denilen yazı en büyük kederi,Söyle ne kadar şimdi, insanlığın ederi?

Yine akşam oldu, güneş usul usul batmaktaGözlerden yağan yağmur bir gün duracak mı?Kim bilir hangi gözde kaçıncı defa akmaktaBilinmez, güneş bir daha öyle doğacak mı…

Bir annenin ellerinden kayıp giderken evladıKim verecek, kime verilecek bu acının hesabı?Boğar mı feleği geriye kalan titrek ellerŞimdi yarım kalan o yolcu n’eyler?

Bitmek bilmez mi insanların insanlığa olan borcu,Sarar mı kabuk bağlamaksızın kanayan yaramıYaşanılası olur mu günler eskisi gibi umutluKaybolur mu ufuktaki bu insanlık dramı?

Simay KAHRAMAN / Edirne Süleyman Demirel Fen Lisesi Öğrencisi

İNSANLIĞIN GÖCÜ

İrem

GU

DEN

(Hav

sa A

tatü

rk O

rtao

kulu

Öğr

enci

si)

Page 69: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

68 69

Aliye Işıl KARAKUŞ / Edirne Süleyman Demirel Fen Lisesi Öğrenci

Şu an pencereden baktığımda rüzgârla savrulan ağaç dallarını ve özgürce havada süzülen kuşları görüyorum. Şanslıyım, kulaklarım kuş cıvıltılarını ve uzakta devam eden hayatın boğuk dinlendirici sesini duyuyor. Şanslıyım, gözlerim sonsuzluğun anlam bulduğu gökyüzünü, önümde duran bembeyaz sayfayı görüyor. Ama bu hayatta öyle şanssız insanlar da var ki düşündüğümde önümdeki bembeyaz sayfa Picasso’nun Guernica’sından bile daha siyah, daha iç karartıcı oluyor.

Doğada her canlının birbirine saygısı var. Hatta güneşin bile. Bir tırnak ucu kadar bile geçmiyor olması gereken mesafeyi. Hayvanlar gerektiğinden fazla avlanmıyor. Peki, arada hiç istisna yok mu? Ben yalnızca bir tane biliyorum. Doğa kadar, yaratılış mucizesi kadar mükemmel bir yanı varken bir yanı da hep daha fazlasını isteyen, kendisi için her şeyi yakıp kül edecek tek bir varlık: “insan”.

Hep daha fazlasını isteyen insan, bir gün diğer insanları katletmeye başlayınca bu zehirli damla kendini şiddetle akan bir şelaleye dönüştürdü. Daha fazla güç için dünyayı görmemiş canlara kıydılar. Çığlıklar koptu; çocuklar, masumiyetlerinin hak etmediği şeylere tanık oldu. Yer gök ağladı. Orada artık kuşlar yoktu, gökyüzü maviliğini o kargaşada kaybetti. Savaş uçaklarının, topun, tüfeğin sesinden insanlığın tiz feryatlarını duymadılar. Oysaki yalvarmıştı insanlık:

“Ne olur, durun! Lütfen durun! Kalbinizin sesini duymuyor musunuz? Sizin kalbinize ne oldu?”

O canavarlar sağır olmuşlardı belli ki. Bu zehirli şelalenin suları biraz durulunca kimsenin sesini çıkarmaya mecali kalmamıştı. Zaten geriye kalan bir avuç bahtı karaydı. O kâbustan sonra bulundukları yer hafızalarda kalan o güzel vatanları değildi. Savaş hayatlarını çalamamışsa bile vatanlarını elinden almıştı işte. Artık rahat uyuyabilecekleri bir yer yoktu onlar için. Enkazın içinden buldukları birkaç parça eşyayı aldılar. Koca dünyada savaşsız neresi varsa olurdu, gideceklerdi. Bir ihtimalleri daha vardı; o da ne yazık ki ölümdü.

Şimdi onlar bir okyanustaydılar, ne kadar yol kat etseler de kara bir türlü görünmüyordu, görünmeyecekti. Ömür boyu güneşin altında yürüyecek ama hiçbir ağacın gölgesi onları serinletmeyecekti. Hayat neyi çıkarırsa karşılarına onu yaşayacaklardı. “Mazi kalplerinde bir yara”ydı, hissettikleri yaranın ateşi son nefeslerinde dahi sönmeyecekti.

Her şeyi geride bırakıp yeni bir hayat kurmak ne çetindi! Bir hayat kurmak için yeterli gücün hâlâ nefes almakta olduğunu biliyorlardı neyse ki… Tekrar maviyi görebilmek ne büyük bir mutluluktu! Kâbuslardan rahat uyuyamıyor olsalar da yurtları artık kuş cıvıltılarını duyabildikleri her yerdi.

İNSANLIKTANGERİYE KALAN

Tekrar maviyi görebilmek ne büyük bir mutluluktu!Kâbuslardan rahat uyuyamıyor olsalar da yurtları artık kuş cıvıltılarını duyabildikleri her yerdi.

Ekin

ÖZA

NCA

N (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 70: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

70 71

Celalettin ŞAŞKIN / Edirne Lisesi Müdür Yardımcısı

SON BAKIS

Çağr

ı CEN

GİZ

LU (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 71: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

70 71

Köy minibüsünde koltuğun arkasına İstanbul’a çalışmaya giden biri, içli bir not düşmüştü: “Elveda Bektaş, yine düştük senden uzağa, gurbetin kahrını çekmeye!” Gurbet, bizim en alışık olduğumuz, bizden kopmayan ve hasreti tattıran acı bir vatan. Köyünden uzaklaşmak geçici bir süre de olsa ne kadar ağır geliyor! Bektaş dediğin yer Sivas’ta bir bozkır köyü… Yüz insandan doksan dokuzu, “Burada insanlar neden yaşar ki!..” diye düşünür. Bir yeri vatan bellemek, ayrı bir şey tabii… Mekânlara, coğrafyalara anlam katan insandır. Sizin bozkır, ot bile bitmemiş dediğiniz yere orada yaşayan, kaba bir fiziki görüntüden öte anlamlar yükleyerek bakar.

İnsan, değerler üreten ve değerleri paylaşan bir varlıktır. Değerleri, fiziksel çevresinde yaşar ve paylaşır. Şarkıda da geçer ya: “Şurası göz göze geldiğimiz yer / Şurası baş başa kaldığımız yer / Buralara sık sık gelişim ondan” diye. Yaşadığımız yerlere anılarımız bizi bağlar. Galiba vatan sevgisi de böyle şekilleniyor. Bir yeri yurt edinip orayla manevi bir bağ kuruluyor.

Göç olgusu sosyolojin ana meselelerinden biridir. İnsanlar neden göç eder? Göç ile oluşan yeni sosyal durumlar nelerdir? Göç çeşitleri ve göç olgusu yeni toplumsal dinamiklere katkısı… Bir sürü kavramlar dizgesi ve genişçe bir teorik bilgiyle karşı karşıya kalırsınız. Göç konusunda yapılmış teorik çalışmalar, saha araştırmaları ile meselenin fotoğrafı verilmeye çalışılır. Göç aynı zamanda coğrafyanın da konusudur. Bilimler olayları haliyle geneller. Genellemelerin içinde küçücük insan hikâyeleri kaybolur. Uçaktan yüzlerce fit yukarıdan bir şehre baktığınızda şehrin fark edilir yerlerini görürsünüz. Dev binalar hemen gözünüze çarpar ancak içinde yaşayan insanı, hele de onun o an neler yaşadığını görmeniz mümkün değildir.

Göç olgusuna ilk tarih kitaplarında rastlarız. 375’te Kavimler Göçü başlar ve yüzlerce yıl sürer. Google Earth’ta dünyayı gezmek gibi… Hemen başlatır ve binlerce kilometreyi bir sayfada, insanlara yol aldırırız. Aklımıza gelir mi? Bu insanlar memleketlerinden nasıl ayrıldı, neler yaşadılar? Ne acılar çektiler? Tarihçinin suçu değildir tabi ayrıntılar o kadar çoktur ki bunları bilmesi de mümkün olamaz. Genel hatlarıyla ilgilenmek zorundadır.

Bilim nihayetinde duygularla olmaz. Küçük insan hikâyelerinin tarihsel gelişime ne etkisi olabilir? Makro olayların sebep-sonuç ilişkisine bakılır. Tarihi yönlendiren de makro olaylardır. Haddimize düşmez tarihçiye tarih öğretmek. Sadece tarih değil bütün sosyal bilimlerde, makro olaylardan hareketle sebep-sonuç ilişkisi bakılır. Genellemeler yoluyla da mesele vuzuha kavuşturulur. Bilimin ölçümü büyük oranda niceldir nihayetinde.

Göç ve göçmen kavramları nicel gözlemlerle tanımlanır. Var olan durumun tespitleri yapılır. Bu sebeple sosyal bir hareketlilik olan göç, onun etkileri, yerli olanların göçmene karşı tavrı ile ilgili yapılan araştırmalarla genel manzaranın ne olduğu ortaya çıkar. Göç etme sebepleri farklı farklıdır. Ekonomi, eğitim, sağlık ve en trajiği savaş sebebi ile insanlar göç ederler. Sosyoloji ilmi de bunu teferruatlı bir şekilde ele alır.

Göçmen denince akla sadece bilim nesnesi gelmez. Köyünden gurbette çalışmak için ayrılan Bektaşlı gibi onun da kendini ait hissettiği bir vatanı vardır. Bir daha belki de dönmemek üzere bir meçhule gidiyor olabilir. Göç yolları, çile yollarıdır. Toprak her şeyi içine çektiği gibi göçmenlerin acılarını ıstıraplarını içine çeker. Toprak ana da olmasa dünya acıdan geçilmezdi hani. Toprak acıyı çeker ama insanı kandırmaz. Üstünde yaşattığı insanların amansızca birbirini boğazlamasına şahit olur, sabırla izler olanları. Göç eden insanlar, memleketlerinden mi kaçar ya da insanlardan mı? Sebebi kendinden menkul… Her ayrılış, arkasında bir yaşanmışlık bırakır. Tamamlanmamış bir yaşanmışlık… Sallantıda, tam bitecekken ya da başlamışken bitmeyen, bitemeyen birçok şey… Onun için göçmen Araf’ta yaşar. Ve biraz da şizofren bakar dünyaya. Nihayetinde kendini ait hissettiği yer ile yaşadığı yer ayrıdır. Ne tarafa tercih yapsa içi almaz. Huzursuzdur. En mutlu anında bile sevinçlerini kederle iç içe yaşar. Bir gün diye başlayan beklentisi son nefesine kadar peşini bırakmaz. Bir gün doğup büyüdüğü topraklara gidecektir. Bilir hiçbir şey bıraktığı gibi kalmamıştır. Ama o inatla, hep bıraktığı haliyle hatırlar vatanını.

Belki de vatan hasretiyle ölenlere gözü açık gitti sözü bu sebeple söylenir. Memleketinden ayrılırken son bir kez doğduğu topraklara attığı son bakış. Ölüm anı fiziksel engellerin kalktığı andır. Araf’ta yaşayanlar da gözü açık ölürken gözünün önüne memleketine baktığı son bakışı gelir. Hasret ve “Neden?” diye feryat eden son bakış.

Göç yolları, çile yollarıdır. Toprak her şeyi içine çektiği gibi göçmenlerin acılarını ıstıraplarını içine çeker.

Page 72: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

72 73

İsmail KASAPOĞLU / Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Öğretmen

BEYİN GÖCÜ VE TÜRKİYETARİHSEL SÜRECTE

Page 73: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

72 73

Bugünkü nesil; küresel düşünen, objektif ve akılcı nesildir. En önemli sermayemizin iyi eğitimli, girişimci genç neslimiz/insanımız olduğunu unutmamalıyız. Küresel dünyada ayakta kalabilmenin tek yolu; iyi eğitilmiş gençlere, profesyonellere ve bilime değer verilerek başarılabilir.

Levent TOSUN (Hasan Rıza G. S. L. Resim Öğretmeni)

Page 74: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

74 75

“Beyin göçü” kavramı yeni olmakla birlikte yetişmiş bilim adamı göçü, bilim tarihi kadar eskidir. Çağlar boyunca bilhassa harp ve işgal dönemlerinde, köklü medeniyet ve rejim değişikliklerinde bilim adamları düşünce özgürlüklerini korumak, daha iyi şartlarda çalışmak gibi sebeplerle doğdukları ülkelerden göç etmişlerdir. Yine her dönemde dünyadaki düşünür ve bilginleri kendisine çeken cazibe merkezleri var olagelmiştir. Atina, Yunan uygarlığının her köşesinden bilim adamları için çekici gücü yüksek bir merkezdi. MÖ 300’den itibaren İskenderiye Kütüphanesi ve Müzesi, hemen bütün ülkelerden bilim adamlarının toplandığı bir merkez haline gelmişti. Yunan uygarlığı zayıfladıktan sonra Roma İmparatorluğu, Yunan sitelerinden beyin gücü çekerek Atina’nın yerini almıştır. Türk-İslam tarihinde de her dönem üstün beyin gücünü kendisinde toplayan cazibe merkezleri ilmin yayılmasında önemli rol oynamışlardır. II. Köktürk, Uygur, Karahanlı ve Gazneli Devletleri dönemlerinde başkentler ve ticaret merkezleri hakanların (sultanların), üst düzey yöneticilerin himayesinde bilim ve sanatta cazibe merkezleri olmuştur.

Bilim adamları ve sanatçılar korunmuş, devlet meclislerinde büyük saygı görmüşlerdir. Emeviler döneminde Şam medresesi bir ilim merkezi haline gelmiş, Abbasiler zamanında da “Dar’ül-Hikme” denilen akademilerde geniş araştırma imkânları sağlanmıştır. Büyük Selçuklular zamanında Bağdat’taki Nizamiye medreseleri döneminin en güçlü ilim merkezleri olmuştur.

Osmanlılarda Enderun, bugün bile Batılı akademisyenlerin dikkatini çeken, hem fen ilimlerinin hem de İslami ilimlerin en üst seviyede eğitiminin verildiği yer olmuştur. Etnik kimliğine bakılmaksızın en zeki ve yetenekli olan öğrenciler, bu kurumlara kabul edilmişlerdir. Özellikle Osmanlı Devleti; uyguladığı politika ile dıştan içe nüfus çekme aynı zamanda ülkenin ilgili bölgelerinin insan ile şenlendirilmesi, canlandırılması, imar edilmesi, ekonomik ve mali yönden değerlerin üretilmesi bakımından devlet tarafından önemsenmiştir. İçten dışa nüfus göçmesini de bu anlayışın yanı sıra rakip devletleri ekonomik, askeri, siyasi, idari ve güvenlik ve insan kaynağı açısından güçlendireceğinden uygun görülmemiştir.

Beyin göçü; iyi eğitim görmüş, kalifiye, nitelikli, seçkin, uzman ve yetenekli işgücünün yetiştiği az gelişmiş ve gelişmekte olan bir ülkeden gelişmiş bir ülkeye en verimli olduğu dönemde çalışmak, araştırma yapmak için gitmesi olarak tanımlanabilir. Kıt ve sınırlı kaynakları ile yetiştirdiği değerli beyinleri kaybeden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin beyin göçü nedeni ile gelişmeleri daha da yavaşlarken gelişmiş ülkelerin yetişmiş beyinlere daha yüksek ücret ve daha iyi olanaklar sağlaması ile gelişmeleri daha da hızlanmaktadır.

Kalkınma çabasındaki ülkelerin bugün eksikliğini duyduğu en önemli unsurlardan biri de yetişmiş insan gücüdür. Buna karşın söz konusu ülkelerden gelişmiş endüstri toplumlarına doğru doktor, öğretmen, mühendis, uzman, bilim adamı, sanatçı, teknisyen gibi yetişmiş insanların oluşturduğu önemli bir beyin göçüne tanık olmaktayız. İnsanların gerekli eğitimini alıp yetiştiği ülkeden temelli veya uzun süre ayrılışını ifade eden beyin göçü; gelişmekte olan ülkeler için çok büyük bir ekonomik, sosyal ve kültürel kaynak kaybıdır. Yetişmiş insan gücünün bir ülkede sonsuz miktarda bulunmadığını düşünürsek beyin göçü sonucunda ulusal kalkınma süreci az ve ya çok yavaşlayacak hatta zaman içerisinde göçün niteliğine göre gerileyebilecektir. Yetişmiş insanın göçü ile yoksul ülkelerden zengin ülkelere bir çeşit teknoloji aktarımı gerçekleştirilmektedir. Yetişmiş insan gücü üretim ve hizmet teknolojilerinin vazgeçilmez unsurudur. Türkiye, Yunanistan, İran, Pakistan, Hindistan ve Latin Amerika ülkeleri ile birlikte en fazla yetişmiş insan gücünü kaybeden ülkeler arsında yer almaktadır. Beyin göçü Türkiye’yi büyük mali zararlara sokarken bilimsel ve teknik araştırmaların eksik kalması ülke ekonomisini de olumsuz etkilemektedir. Beyin göçünden dünyada en fazla yararlanan ülkeler, endüstrisi en fazla gelişmiş ülkeler olan ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Almanya, Fransa gibi ülkelerdir. Böylece beyin göçü alan ülkeler, ailenin ve ait olduğu ülkenin birçok maddi ve manevi emek harcayarak yetiştirdiği bu kalifiye hazır, iyi eğitim görmüş, kendini yetiştirmiş, yetenekli, görgülü insanlarını alıp onlardan yararlanmakta ayrıca büyük maddi kazanç sağlamaktadırlar.

Bugün az gelişmiş ülkelerin beyin göçü diye nitelenen nitelikli insan unsurunun gelişmiş ülkelere göçmesi ile göç veren ülkelerde fert ve toplumun entelektüel, bilimsel hayatı ile algı düzeyi düşmektedir. Buna karşın göç alan ülke sosyolojik, ekonomik, askeri, stratejik ve benzeri birçok yönden avantajlı duruma yükselmektedir. Bunun sonucu olarak göç veren ülkelerin yarı veya tam sömürge haline getirilmesi, bağımlı ülke konumuna düşürülmesi de söz konusu olabilmektedir.

I.Burak GUSİNALI (Aday Öğretmen)

Page 75: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

74 75

Cumhuriyet döneminde Türkiye’den beyin göçü ülkem için üzüntü verici bir durum doğrusu. Son yıllarda yapılan çalışmalar ile ülkemizden beyin göçünün geçmiş yıllara göre biraz azaldığını ve tersine döndüğünü görmek sevindirici bir durum.

Dünyadaki gelişmeler sonucunda Türkiye dışarıdan iki dönemde önemli miktarda beyin göçü almıştır. Hitler döneminde Alman ve Yahudi bilim adamlarına kucak açmıştır. Bu bilim adamları Atatürk’ün himayesinde Türkiye’nin bilimsel ve teknolojik alanda gelişmesine önemli katkıda bulundular. Üniversitelerimizde de görev aldılar. Türkiye, Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte son yirmi yıldır Türki Cumhuriyetlerden önemli sayıda beyin göçü almıştır.

Türkiye’den beyin göçü 1960’lı yıllarda başlamış olup önce doktorlar, mühendisler ve sonra bilim adamları arasında yaygınlaşmıştır. Özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren ise Türkiye’den gelişmiş ülkelere yönelen göç akımlarının vasıfsız işçilerin göçünden ziyade yetenekli, vasıflı, eğitimli kişilerin, özellikle de araştırmacı ya da üniversite öğrencilerinin göçü şeklinde gerçekleşmeye başladığını söylemek mümkündür.

Türkiye beyin göçü en fazla olan 34 ülke içinde 24. sırada yer almakta olup maalesef iyi eğitim gören yüz kişiden 59’unu elinden kaybetmektedir. Günümüzde yurt dışına giden her 50 öğrencimizden 37’si geri dönmektedir. Türkiye dünya da yurt dışına en çok öğrenci gönderen ve okutan ülkeler arasında 11. sırada yer almaktadır.

Günümüzde Türkiye’de doğmuş olup ülke dışında yaşayan kişilerin oranı yaklaşık olarak %4. Türkiye dışında yaşayan her 100 kişiden 6 tanesi üniversite eğitimine sahip. Türkiye göç veren bir ülke fakat aynı zamanda göç alan bir ülke. Türkiye’de doğmuş olup yurtdışında yaşamakta olan, üniversite eğitimine sahip kişilerin sayısı yaklaşık olarak 176.000. Buna mukabil Türkiye de yurt dışına gönderdiği sayıya yakın sayıda yurt dışından üniversite eğitimine sahip kişiyi almış durumda. Türkiye dışında doğmuş fakat Türkiye’de yaşayanların yaklaşık %30’u Almanya’dan, %21’i Bulgaristan’dan, %3’ü ise Hollanda’dan gelmiş. Türkiye’ye gelenlerin çoğunluğunun Türk kökenli öğrenciler olduğunu görüyoruz. Örneğin 1989’daki Bulgaristan’dan gelen göçmenler olmasaydı Türkiye’nin göndermiş olduğu üniversite eğitimli göçmen sayısı aldığı sayının oldukça üzerinde olacaktı. Türkiye’de okuyan her 1.000 öğrenciden 13 tanesi yurt dışında doğmuş. Buna mukabil 29 öğrenci de Türkiye dışında yaşıyor ve orada eğitim alıyor. Türkiye’nin bu pazardaki payının da görece olarak düşük olduğunu görüyoruz. Üniversite kalitesinin yanında öğrencilerin ülkeleri tercihlerinde birtakım sosyal ve kültürel faktörler de en önemli etkendir. Türkiye’nin gelişmesi, kalkınması, ilerlemesi açısından yüksek nitelikli işgücünün öneminin büyük olduğunu görmeliyiz. Yurt dışından yüksek nitelikli kişileri çekmek istediğimiz zaman, ilk olarak akla gelen Türkiye kökenliler.

Bugün Türkiye’de bulunan yabancı doğumlu nitelikli işgücünün oranı sadece yüzde 2’dir. Sonuçta bir kalkınma aracı olarak nitelikli kişilerin ülkemize çekilmesi amaçlanıyorsa onlar için burada gerekli ortamları yaratmak önemlidir.

Türkiye’nin yetişmiş elemanlarını beyin göçü vasıtasıyla kaybetmesinin sebepleri diğer üçüncü dünya ve gelişmekte olan ülkelerin sebepleri ile benzerdir. Bunlar da gelişmiş ülkelerle mevcut olan ekonomik, teknolojik, sanatsal, kültürel ve diğer farklılıkların getirisidir. 19. yüzyılda pozitivist elitler olarak yetiştirilen, ‘milli aydın’ tipine aykırı aydınlar, ‘geleneğe’ karşı çıkarak Batı’nın ülkemizdeki gönüllü aydınlar zümresi oluşturmuşlardır. Bugün farklı görüntüleri ile devam eden bu çizgi, beyin göçünün temel psikolojik motifini teşkil etmektedir.

Yabancı liseler ve yabancı dille eğitim veren üniversiteler eski özelliklerini kaybetmiş olmakla birlikte beyin göçü açısından ileri ülkelerin kaynağı durumundadırlar. Türkiye’de yabancı dille eğitim veren kolejlerin mezunları yükseköğrenimlerini yurt dışında yapmak eğilimi göstermektedirler. Eğitim kurumlarında, ‘kitle eğitimi’ uğruna kalitenin düşürülmüş olması, eğitim kurumlarımızdan yetişen üstün vasıf ve zekâlı genç elemanlarımızı yurt dışına itici bir faktördür. Eğitimin her kademesine, araştırma çabalarını yaymak aynı zamanda bu olayı bütün ülke düzeyine yaygınlaştırmak anlamına gelir ki bu da yeni yeteneklerin ortaya çıkmasına yardımcı olur. Bilim adamlarına sunabildiğimiz araştırma-geliştirme imkânları oldukça sınırlıdır. Beyin göçünü önleyici politikanın temel ilkesi, bilim adamının çalışma ve gelişme özgürlüğünü arttırmaktır. Yurt dışındaki bilimsel temaslarını zedelemeksizin ülkeye ‘özendirici’ şartları ve kolaylıkları sağlamak olmalıdır. Aslında bütün bunların üstünde Türkiye’nin hangi alanda, ne vasıflarda, kaç tane elemana, ne kadar süre içinde ve ne kadar süre ile ihtiyacı olduğunu belirleyecek eğitim stratejisinin belirlenmesi gerekmektedir.

Bugünkü nesil küresel düşünen, objektif ve akılcı nesildir. En önemli sermayemiz iyi eğitimli girişimci genç neslimiz/insanımız olduğunu unutmamalıyız. Küresel dünyada ayakta kalabilmenin tek yolu iyi eğitilmiş gençlere, profesyonellere ve bilime değer verilerek başarılabilir.

Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerden gittikleri zengin ülkelere hibe edilen bu beyinlerin, gittikleri gelişmiş ülkelerde kendilerine verilen değerlerle akıllarından ve hayallerinden dahi geçiremeyecekleri çalışma ortamları ve olanakları gördükçe bunların ülkelerine katkıları kalmayacak ve bu gruptaki insanların yurtdışına gitmesi en değerli hazinelerin kaybedilmesi olacaktır. Yurt dışında eğitim gören ve yurda dönen yetişmiş beyinlerin de ülkemizde iyi değerlendirilmesi ve iyi olanaklar sunulması gerekmektedir.

KAYNAKÇA:ARSLAN Hüseyin - ÖZBAY Rahmi Deniz, İktisadî Ve Siyasî Etkenlerle Osmanlı’da Dış Göç, Sosyoloji Dergisi, İstanbul 2015.AYDEMİR Abdurrahman, İktisadi Açıdan Beyin Göçü, Sabancı Üniversitesi, İstanbul 2011.GENÇ, Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yay. İstanbul 2013.İMECİ Ş. Taha, Beyin Göçü ve Türkiye, Haliç Üniversitesi, İstanbul 2015. KAYA Muammer, Beyin Göçü/Erezyonu, Osmangazi Üniversitesi, Eskişehir 2003. KURTULMUŞ Numan, Gelişmekte Olan Ülkeler Açısından Stratejik İnsan Sermayesi Kaybı: Beyin Göçü, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1992.ŞAHİNÖZ Ahmet, Beyin Göçü Ve Teknoloji Sorunu, Hacettepe Üniversitesi, Ankara 1975ULUSOY Nur, Türkiye’den Beyin Göçü ve Nedenleri, İstanbul 2007.

Page 76: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

76 77

YAĞMUR’UN DÜNYASIEbru DİNÇ / Meriç Çok Programlı Anadolu Lisesi Öğrencisi

“ Bir yer olmalı, özgürlükler ülkesi gibi. Durmadan ve yılmadan çizmeye vesonunda ulaşmaya var mısın?”

İrem

KO

ÇAN

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Page 77: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

76 77

Sonra odanın içinde koşuşturmaya başladı. O sıra ayağı yatağın köşesine takılmış olsa gerek yere yuvarlanıp sırt üstü düştü. Gözlerini açtığında o gök mavisi gözler tavanda unutulmaya yüz tutmuş fosforlu yıldız çıkartmalarına takılmıştı. Gözleri dolmuştu. Yağmur’u tıpkı masmavi denizler gibi gözlerinden bir yaş süzülüverdi kırmızı yanaklarından. Kafasını çizdiği resme çevirdi. Yağmurun kafasında bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Gece uyuyamayıp bir sağa bir sola dönerken düşünüyordu. O gece düşünmekle geçecekti anlaşılan. “Özgürlükler ülkesi” neresidir?

Sabah annesinin ayak sesleriyle uyanmıştı. Gece anlamadan uyuya kalmış, daha kendine yeni geliyordu. Annesi onu masaya çağırmıştı. Gidip yüzünü yıkadı ve kendinden büyük sandalyeye bindi. Masaya dayandı ve annesini izlemeye başladı.

Oradan buraya koşuşması, telefonda konuşurken elleriyle hareketler yapması ve onunla ilgilenmemesi canını sıkıyordu. Bir of çekti içinden. Annesi önüne mısır gevreği ve süt bırakmıştı. Kulağında telefon ile tabakları oraya buraya taşıyordu. Yağmur kendi kendine söylenmeye başlamıştı. Nasılsa annesi onu duymuyordu.

Asık yüzünü, avucunun içine aldı ve diğer eli ile kahvaltısıyla oynamaya başladı. İçinden gelenleri anlatmaya başladı. Yemyeşil bir yerde bir bisiklete binsem... Düşmek diye bir şey olmasa. Buradaki toz duman olmasa ve gökyüzü özgürlüğü ile masmavi parlasa yukarlardan. Hepsinden güzel babamın yanında özgürlüğümle olsam…

İyice hırslandı. Yağmur birden dikildi ve sandalyeden atlayıp odasına koşmaya başladı. Annesi “Hey nereye gidiyorsun?..” diye bağırsa da yoğun olduğu için peşinden gidemedi. Yağmur odasına girdi ve kapıyı kapadı. Yapacaklarını kafasında kurguladı. Küçük kedili çantasına birkaç tişört, giysi ve birkaç atıştırmalık sıkıştırıp paltosunu giydi. Şapkasını kafasına çekti ve odasının kapısını hafifçe açtı. Parmak uçlarıyla dış kapıya doğru ilerledi. Tam kapıyı açıp dışarı çıkacaktı ki arkasından kapının tutulduğunu anladı ve “Nereye böyle küçük hanımefendi…” diye annesinin sesini duydu. Acındırıcı bir surat ifadesinde olan Yağmur ciddiyetle “Ben özgürlüğümü bulacağım.” dedi. Annesi Yağmur’u sakinleştirip odasına götürdü. Annesi de bu duruma üzülüyordu, kızına vakit ayıramıyordu. Yıpranmıştı ama sıkıcı bir iş hayatı vardı. Hepsi Yağmur’un geleceği içindi.

Gece olduğunda annesi Yağmur’un odasına doğru yöneldi. Yağmur, annesinin ayak seslerini duydu ve hemen yatağına koşup uyuyor taklidi yaptı. Annesi odanın kapısından içeri baktı ve Yağmur’un üstünü örttü. Yavaşça perdeyi çekti, arkasını döndüğünde kızının resimlerini gördü. Bu resimler özgürlüğün resimleriydi. Beyazıyla siyahı, esmeriyle kumralı… Herkes bir çemberde oynuyordu. Herkes el ele, birlikte olmanın mutluluğunu çıkarıyordu.

Annesine aslında bir şey anlatmaya çalışıyordu bu resimlerle Yağmur: “Özgürce yaşamanın mutluluğu…” resimlerin altında bir not yazılıydı. Okudu annesi: “ Bir yer olmalı, özgürlükler ülkesi gibi. Durmadan ve yılmadan çizmeye ve sonunda ulaşmaya var mısın?”

Yağmur, demir parmaklıklarla çevrili

penceresinin önüne konan küçük serçe kuşuna

bakarak gülümsedi o an. “Ne şanslı…” diye düşündü. İki

yana kanatlarını açıp masmavi semaya doğru yükselmek, hiçbir

şey düşünmeden uçmak, istediği yere konaklamak, tekrar havalanıp,

özgürlüğe kanat çırpmak ve yeniden yine uçmak, uçmak…

Gözlerini yumdu, küçük kollarını iki yana açtı; sağa sola sendeleyerek sessizce,

odadan, avluya çıktı. Yavaşça başını göğe kaldırdı, kollarını açıp bir o yana, bir bu yana

umursamadan sınırsızca koşmaya başladı. İşte, artık o da uçuyordu. Parmaklıklar yoktu, yüksek

duvarlar yoktu. Özgürlük böyle bir şeydi herhalde.Özgürlüğün sınırsızca yaşandığı bir yer var mı

diye düşündü. “Dünya üzerinde böyle bir yer varsa niye hala buradaydık ki!” diye sorgulamaya başladı

kendi kendine. O daha özgürlüğün tadını alamadan kapatılmıştı bir kafese. Daha uçmayı bile öğrenememişti

ki yüksek binaların istila ettiği bir şehirde oturan Yağmur’un aşağı düşmemesi için babası yıllar önce evin tüm

pencerelerine demir parmaklıklar taktırmıştı. Özgürlük sınır tanır mıydı ki!.. Buradan düşünce neler olacağını tabi ki biliyordu. “Ama benim göğümü neden engellediler ki!..” diye kendini düşünmekten de alamazdı. Düşmekten korkulmayan, sınırların kalktığı, insanlar özgürce fikirlerini uçuşturduğu bir yer olmalıydı.

Hemen odasına koşuverdi. Eline renkli kalemlerini, resim kâğıdını aldı ve başladı çizmeye. Annesi yoğun bir iş gününden sonra eve yorgun argın gelmişti. Gizlice iş yapan kızını merak etti. Onu hiç böyle heyecanlı görmemişti. Gizlice onu izliyordu, çizdiği şeyler gitgide ilgisini çeken şeylere dönüşüyordu çünkü…

İnce yeşil bir ova çizmişti. Bir yanı orman, masmavi gökyüzü üzerine pembe bulutlar ile kuşlar ve o yeşilliğin kenarında bir adam küçük bir kızın elinden tutuyordu. Birden sayfayı kopardı ve kenara bıraktı. Heyecan içinde başka resimler çizmeye başladı. Bir uçurtmanın ucundan kuşların arasına doğru uçan küçük bir kız ve yine aşağıda onu izleyen bir adam çiziliydi. Annesi iç çektiren bir bakış ile kafasını çevirmiş ve içeri gitmişti. Yağmur bir hışım ile sandalyesinin üzerine çıkıp resimlerini almış, panoya tutturmuştu ve gülümseyerek resimleri inceliyordu.

Birden sandalyeden atladı. Yatağının yanında duran battaniyesine sarıldı, boynuna ve bileklerine battaniyenin kenarlarını bağlayarak yatağın üzerinde zıplıyordu.

Page 78: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

78 79

İNSANLIK İDAM EDİLİYORSeren GÖNEM / Subaşı Ortaokulu Öğrencisi

Boş bakışlarla seyrediyoruz insanlığın idam edilişini.

Engi

n İm

ran

DOĞ

AN (H

asan

Rıza

GSL

Öğr

enci

si)

Page 79: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

78 79

Boş bakışlarla seyrediyoruz insanlığın idam edilişini.

Suriye gerçeği, insanlığın idamıdır. Bu konuyu klasikleşmiş tanımlarla açıklamak mümkün değildir. Öyle ki doğmamış çocukların hatta insanlık tarihinin katledilişi, orada yaşanan vahşet, yitirilen masum canlar… Tüm bunlar vicdan terazisiyle ölçülemez.

Evet, insanlığın idam edilişini hangi gazete manşetine, hangi haber bültenine baksak görüyoruz, duyuyoruz. Peki, hangi cümleler bize minicik bir cansız bedenin karaya vurmuş cesedini anlatabiliyor. Kaçımız o bebeğin sessiz çığlıklarını duyup sıcak denizden soğuyoruz? Kaçımız bombaların acımasız parçalayışından kurtulup bebeğini kaybetmiş bir annenin parçalanmış yüreğini hissedebiliriz? Hangi dil anlatabilir bunları? Bomba yağmurunun altında şemsiye açmaya benzemiyor mu? Kendilerine zorla diretilen ölüm kuyusundan kürek çekerek kurtulmaya çalışan insanların çabalarını bu çaresizliği nasıl anlatabiliriz? Kendilerine ölümü getirenlerin kucaklarına bir koruyucu anne gibi sarılmaya çalışmalarına ne diyebiliriz?

Asrın

MEN

(Has

an R

ıza G

SL Ö

ğren

cisi)

Acı dediğimiz o durumu iliklerine kadar hissetmiş bir toplumdan bahsediyoruz. Ağlamak, yıpranmak, yalvarmak, yardım beklemek hem de onlara bu zulmü yaşatanlardan ne kadar yetersiz kalıyor kelimeler? Bir ağacın köklerinden koparılması gibi yaşadığın dünyadan koparılmak, buna zorlanmak, horlanmak, dayak yemek, ağlamak, kaçmak, bilinçsizce nereye?.. Nasıl?.. Kime?.. Neden?.. Ve niçin?.. Neresinden tutarsanız tutun, dökülüyor koca bir gerçek ve diz çökmek, umut ışığı aramak; umutsuzca, çaresizlik içinde çare aramak; gelen bombaya, eşini kaybetmiş kadının gözyaşlarına bakmak; çiçek koklamak yerine, barut ve kan kokusu arasında kaçışmak; yıkıntılar içerisinde çocuğunu aramak, annesini aramak, babasını aramak… Tüm bu yaşananlar karşısında hissedilen duyguları, nasıl anlatabilirsin? Anlatamazsın!..

Kanla kara toprağa yazılan tarih görüyoruz. Tutup sorsanız acının, çaresizliğin, umudun ne olduğunu belki o zaman anlarız. Kim bilir bizler de insanlığın sonunu seyreden birer seyirciyiz. Boş bakışlarla seyrediyoruz insanlığın idam edilişini.

Page 80: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

80 81

Uçurtma AvcısıKABİL’İN SULTANLARI

“Bin tane iste, senin için yakalayayım!”

Ayşegül DEĞİRMENCİOĞLU / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni

Page 81: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

80 81

Afganistan’ın yaşadığı işgal ve sonrasındaki karışıklıklar pek çok insanın topraklarından göç etmesine neden oldu. Emir ve Hasan’ın hikâyesinin anlatıldığı Afganistan’ın işgaliyle başlayan göç, “Uçurtma Avcısı” adlı film de Afganistan’da başlayıp ABD’de sona eriyor.

Emir ve Hasan Afganistan’da monarşinin son yıllarında büyüyen iki çocuk. Aynı evde büyüyüp aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir, son derece duyarlı ve ufku geniş Hasan’ı arkadaşı olarak kabullenemez. Çünkü Emir, zengin ve tanınmış bir iş adamının Hasan ise onun hizmetkârı Ali’nin oğludur. Hasan aynı zamanda pek sevilmeyen bir etnik azınlık olan Hazaralara mensuptur.

Emir’in kıyafetlerini hazırlamak, sofrasını kurmak Hasan’ın görevidir. Emir okula giderken Hasan ev işlerinde babasına yardım eder. Hasan okuma yazma bilmediği için Emir, üzerinde “Emir ve Hasan, Kabil’in Sultanları” yazdıkları nar ağacının altında Hasan’a hikâyeler okur. Hasan’ın en çok sevdiği, Emir’den tekrar tekrar okumasını istediği hikâye Rüstem ve Sohrap’tır. Nar ağacının altında Hasan’a kendi yazdığı öyküyü anlatan Emir’e, Hasan bir gün “Sen ileride çok iyi bir yazar olacaksın.” der. Babasının yakın dostu Rahim Han, Emir’e doğum gününde hikâyelerini yazması için bir defter hediye eder. Böylece Emir’in yazarlık kariyeri çocukken başlar. Hasan, Emir’e sonsuz sadakatle bağlıdır. Emir ise Hasan’ın sadakatini sınamaktan ve onu küçümsemekten gaddarca zevk alır.

Kabil’de kış mevsimi gelip kar yağdığında okullar birkaç aylığına tatil edilir. Tatilde çocukların en büyük eğlencesi uçurtma uçurmaktır. Hasan uçurtmaların havadaki rekabeti sonrası uçurtmanın nereye düşeceğini sezip bütün çocuklardan önce yakalayan müthiş bir uçurtma avcısıdır. Birlikte geçirdikleri son kış mevsiminde yapılan uçurtma yarışmasını Emir ve Hasan kazanır. Emir’in mücadele edip düşürdüğü son uçurtmayı Hasan yakalamak üzere koşarken Emir’e “Bin tane iste, senin için yakalayayım.” der. Uçurtmayı yakalayan Hasan, onu daha önce de rahatsız eden Asef ve arkadaşlarının saldırısına uğrar. Hasan, uçurtmayı isteyen Asef’e direnir çünkü uçurtmayı arkadaşı için yakalamıştır. Emir ise arkadaşını kurtarmak yerine onun başına gelenleri, gizlendiği yerden izlemeyi tercih eder. Bu olay Emir ve Hasan’ın arkadaşlığında kırılma noktası olur. Emir ihanetinin ağırlığını yüreğinde daima taşır. Hasan’ın varlığı ona hep göz yumduğu olayı hatırlatır. Bu yüzden Hasan’dan kurtulmak ister ve onu hırsızlıkla suçlar. Hasan arkadaşının suçlamasını kabul eder. Emir’in babası Hasan’ı affettiğini söylese de Ali oğlunu alıp evi terk eder.

1979’da Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal eder. Emir’in babası komünizm karşıtı düşünceleriyle tanınmaktadır bu nedenle ülkeden ayrılmak zorunda kalırlar. Emir ve babası önce Pakistan’a oradan ABD’ye göç ederler.

ABD’de her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırlar.Önce devlet yardımıyla yaşarlar. Emir’in babasına bu

durum çok ağır gelir. Afganistan’da iken tanınmış bir iş adamı olarak ihtiyacı olanlara yardım ederken şimdi kendisi yardıma muhtaç duruma düşmüştür. Bir süre sonra benzin istasyonunda çalışmaya başlar. Artık devlet yardımı almak zorunda olmadığı için rahatlar.

Emir, yüksekokulu bitirir. Babasının tıp eğitimi alması arzusuna rağmen yazarlık eğitimi alır. Kendileri gibi Afganistan’dan göç etmiş olan General Taheri’nin kızı Süreyya ile tanışır ve evlenir. Bu arada Emir’in babası akciğer kanseri olur ve ilerlemiş olan hastalığın tedavisi mümkün olmaz. Ülkesinin ve Hasan’ın özlemi ile yabancı bir ülkenin topraklarına gömülür.

Emir’in ilk kitabı basılır ve olumlu tepkiler alır. Kitabının tanıtım turuna çıkmayı planlarken Rahim Han’dan bir telefon alır. Rahim Han, Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi üzerine Pakistan’a göç etmiştir. Hayatının son günlerini yaşayan Rahim Han, Emir’e şöyle der: “Yeniden iyi biri olmak mümkün.” Rahim Han, Emir’e Hasan’ın hikâyesini anlatır. Rahim Han, Emir ve babasının Afganistan’dan ayrılmalarından sonra onların evlerine göz kulak olur. Hasan ve eşini yanına alır. Hasan çocukluğundaki gibi evin bütün işlerini üstlenir. Bir oğlu olur, oğluna en sevdiği hikâyenin kahramanının adını verir: Sohrap.

Çocuklar boyama kitabı değildir onları istediğin renklere boyayamazsın zaten onlar her haliyle dünyanın en güzel varlıkları.

Hasan’la aynı memeden süt emmiştik.İlk adımlarımızı aynı bahçede,aynı çimenlerin üzerinde atmıştık.Ve ilk sözcüklerimizi aynı çatının altında söylemiştik. Benimki Baba idi.Onunkiyse Emir. Benim adım.Şimdi geriye bakınca, 1975 yılında olanların ve onu izleyenlerin kökeninde işte bu iki sözcüğün yattığını görüyorum.

Page 82: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

82 83

1996’da Taliban, yönetime el koyup çatışmalara son verince Rahim Han “Savaş bitti Hasan, artık yeniden barış olacak.” der. Birkaç hafta sonra Taliban, uçurtma yarışlarını yasaklar. İki yıl sonra da Mezar-ı Şerif’teki Hazaraları katleder.

Rahim Han tedavi için Pakistan’a gittiğinde Hasan’dan eve göz kulak olmasını ister. Bir Hazara’nın büyük bir evde yaşaması Taliban’ın dikkatini çeker. Hasan, Rahim Han için eve göz kulak olduğunu söylese de Hasan’ın evi terk etmesi istenir. Hasan yıllar önce uçurtmayı vermemek için nasıl direndiyse evi terk etmemek için de öyle direnir. Taliban tarafından o ve eşi öldürülür. Ailesini kaybeden Sohrap yurda gönderilir.

Rahim Han, Emir’den Sohrap’ı Pakistan’a getirmesini ister. Emir, bunu neden kendisinin yapması gerektiğini anlayamaz. Rahim Han yıllardır saklanan gerçeği Emir’e söyler: “Hasan senin kardeşin ve Hasan’a borçlusun.” Emir, babasının söylediklerini hatırlar: “...Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.”

Emir, yeniden iyi biri olabilmek, yıllar sonra da olsa hatasını telafi etmek için Afganistan’a gider. Yirmi yıl sonra yeniden ülkesindedir. Rahim Han’la, Hasan’ın oğlu Sohrap’ı bulmak için Kabil’e gelirler. Afganistan’ın geçirdiği değişiklik kendisini ülkesinde turist gibi hissetmesine neden olur. Taliban’ın elindeki Sohrap’ı, hayatını riske atarak kurtarır, beraberinde ABD’ye getirir. Ona bir yuva verir ama Sohrap, yaşadığı olaylar nedeniyle hayata küsmüş ve sessizliğe gömülmüştür. Emir, sabırla Sohrap ile ilgilenir.

Aylar sonra piknikte, tıpkı çocukken Hasan’la yaptıkları gibi Sohrap ile uçurtma uçururlar. Sohrap ilk kez tebessüm eder. Emir, uçurtmayı yakalamasını isteyip istemediğini sorar. Sohrap başını “evet” anlamında sallar. Emir, “Bin tane iste, senin için yakalayayım.” der ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle koşar, yeniden iyi biri gibi hisseder.

Uçurtma Avcısı; köklü ve zengin bir kültüre sahip toprakların yok edilişini, insanların ülkelerini terk etmek zorunda kalışlarını, arkadaşlığı, sadakati, baba ve oğul ilişkilerini, tarihi olaylar örgüsü içinde anlatan büyüleyici bir film.

Masasının üzerindeki bir levhada şöyle yazıyordu: Yaşam bir trendir, atla!

Page 83: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

82 83

IDamlara bakan penceresindenLiman görünürdüVe kilise çanlarıDurmadan çalardı, bütün gün.Tren sesi duyulurdu yatağındanArada birVe geceleri.Bir de kız sevmeye başlamıştıKarşı apartmanda.Böyle olduğu hâldeBu şehri bırakıpBaşka şehre gitti.

IIŞimdi kavak ağaçları görünüyor,Penceresinden,Kanal boyunca.Gündüzleri yağmur yağıyor;Ay doğuyor geceleriVe pazar kuruluyor, karşı meydanda.Onunsa daima;Yol mu, para mı, mektup mu;Bir düşündüğü var.

Orhan Veli KANIK

HİCRETG

ıyas

ettin

GEZ

GİN

(Ha

san

Rıza

GSL

Öğr

etm

eni)

Page 84: FAZLA ŞİİRDEN HİKÂYE: SARDUNYALI BALKON VE …edirne.meb.gov.tr/_belgeler/e-dergi/edirne_MEM_Dergisi_7...Sisli kara bir boşluk. Bulut gibi öbek öbek su buharı yükseliyor

84 PBFoto

ğraf

: N

.Dile

k A

LTAY