11
#evdekal Özel Sayısı Sana da öyle gelmiyor mu? #EVDEKAL Covid-19 virüsüyle mücadelede sosyal mesafelenme büyük önem arz ediyor. Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal diyor, bu zor günleri en kısa zamanda atlatmayı temenni ediyoruz.

#evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

  • Upload
    others

  • View
    11

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

#evdekalÖzel Sayısı

Sana da öyle gelmiyor mu?

#EVDEKAL

Covid-19 virüsüyle mücadelede sosyal mesafelenme büyük önem arz ediyor.

Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı.

Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal diyor, bu zor günleri en kısa zamanda atlatmayı

temenni ediyoruz.

Page 2: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

HikâyeİL

LÜST

RASY

ON

: GÖ

ZDE

MU

TLU

ER

2 3

Tuhaf ÖneriyorNe Okuyoruz? Ne Dinliyoruz? Ne İzliyoruz?

BahçeYıldırım Türker

In the Distance Hernan Diaz

The Irishman Martin Scorsese

About Endlessness Roy Andersson

2020 ModelMurathan Mungan

Have We MetDestroyer

A la folieNaive New Beaters

The Two PopesFernando Meirelles

Zaman MakinesiH.G.Wells

Barış Özcan

BozkırAnton Çehov

Kaplumbağalar da UçarBahman Ghobadi

Sürüler İçinde Sürmeli KoyunHacı Taşan

Büşra Sanay

Barış Pirhasan

Nando Salva

Unutma BiçimleriMarc Auge

John & Yoko: Above Us Only SkyMichael Epstein

GeçiyorumAylin Aslım & Ah! Kozmos

Kalben

ParçalanmaE. M. Cioran

ParasiteBong Joon-ho

Tutmuyor FrenlerRedd

Yüce Zerey

Öneri

Page 3: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

Ahmet Mümtaz Taylan: “Birader, bize bir iş vericen mi?” diyor aklın.

Hakan Günday: Dolayısıyla bu anlamda sağlıklı bir belirti.

Ahmet Mümtaz Taylan: Enerjinin boşa aktığını haber veren bir sinyal. Ve bu sinyali en iyi alanlar da çocuklar. Ne dersin?

Hakan Günday: Kesinlikle. Hatta bu durum, can sıkıntı-sının zaman algısıyla ilişkili olduğunun bir kanıtı olabilir. Çünkü biliyoruz ki çocukken zaman yavaş akar.

Ahmet Mümtaz Taylan: Can sıkıntı-sına düşünce paralel zamana geçiyor sanki insan.

Hakan Günday: Daha geç bile yaşla-nıyor olabilirsin.

Ahmet Mümtaz Taylan: Canı sıkılan geç mi yaşlanır diyorsun?

Hakan Günday: Belki de hep çocuk kalıyordur. Bir de hiç sıkılmayan yetiş-kinler var.

Ahmet Mümtaz Taylan: Olmaz mı? Üzülmüyorlar, sevin-miyorlar, bir de birbirlerine sürekli “Sıkma canını!” diyorlar. İyi bir temenni mi acaba? Hakan Günday: İyi mi bilmiyorum ama el değmemiş bir hayat olduğu kesin. Ya da hayat değmemiş bir el.

Ahmet Mümtaz Taylan: Çocukken sıkılır mıydın?

Hakan Günday: Çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Tuhaf bir öfkeyle zamanın geçmesini beklerdim.

Ahmet Mümtaz Taylan: Hakan’cığım hoş geldin.

Hakan Günday: Hoş bulduk.

Ahmet Mümtaz Taylan: Bu sefer nereleri anlatacaksın bizlere?

Hakan Günday: Seni izledim Paris’te. Daha’nın gösterimi için oradaydım. Tüm izleyicilerden sana selamlar getirdim.

Ahmet Mümtaz Taylan: Filme tepki-ler nasıldı?

Hakan Günday: Hayli yoğundu ve bir defa daha görmüş oldum ki göç-menlik meselesi asla bitmeyecek.

Ahmet Mümtaz Taylan: Hepimiz mülteci olduğumuzu anladığımızda bitecek.

Hakan Günday: Doğru… Peki sen neler yaptın ben yokken? Sıkıldın mı?

Ahmet Mümtaz Taylan: Ben 53 yıldır sıkılıyorum. Zıbın çektiklerinden beri canım sıkkın.

Hakan Günday: Belki de sıkılma kundaklanmayla başlıyordur.

Ahmet Mümtaz Taylan: Zıbından mı oldu bilmiyorum ama zıbınsız geçirdiğim yarım yüzyıldan fazla zamanda da çok canım sıkıldı. Özellikle de hiçbir şey yapmama hakkımı kullanırken çok sıkıldım. Can sıkıntısı hakkında uzun uzun konuşulabilir ama çözümü belli galiba: Bir şeyler yapmalı!

Hakan Günday: Zihin boş durmaya gelmiyor. Tansiyon gibi, ateş gibi bir sinyal aslında sıkıntı. Bir semptom.

CAN SIKINTISISIKILMAKTAN SIKILMAYACAKSIN

Ne yapacağını bulmadan önce onun sıkıntısını göğüsleyip sindireceksin. Kaldı ki bir şeyler yaparken de canın sıkılabilir.

Çünkü mesele çalışmak değil, üretmekle ilgili. Bir fabrikada, bant sisteminde, mesai boyu rutin bir hareket dizgesini icra eden insanları

düşün. İşlerinin sıkıcı olmaması mümkün mü?

Ahmet Mümtaz Taylan - Hakan Günday

Tahin & Pekmez

EĞER CANIN HIÇ SIKILMIYORSA, BIL KI BIR SAHIBIN

VARDIR.

#trumanshow #xavierdemaistre #fransızihtilali #punk4

Tahin & Pekmez

FOTO

ĞRA

F: S

ELEN

ÖZE

R G

ÜN

DAY

5

Ahmet Mümtaz Taylan:: Büyümeyi bekliyordun. Öğren-meyi, aklını kullanmayı… Çünkü belki de çocuklar hisse-diyordur. Kas gibi, çalıştırılmayan aklın da zayıfladığını hissediyorlardır.

Hakan Günday: O halde sıkıntı, aklın üretim sürecinin bir parçası diyebilir miyiz?

Ahmet Mümtaz Taylan: Babaannem ‘siftinme!’ derdi. Siftinmek, bir şey yapmadan, oradan oraya devrilme hali. Ben etrafımdakiler için iyi olacak bir şey üretmeden önce uzun bir siftinme süreci yaşıyorum. Yazı yazarken de böyle oluyor. O siftinme süreci mutlaka bir sıkıntıyı içeriyor. Ama sıkıntıya düştüğümde asıl sorduğum soru şu oluyor: “Bir şey yapmalıyım ama ne?” Can sıkıntısı bir tür arayış belki de.

Hakan Günday: Ve sıkıntıya dayanabildiğin sürece arayış devam ediyor, değil mi?

Ahmet Mümtaz Taylan: Sıkılmaktan sıkılmayacaksın. Ne yapacağını bulmadan önce onun sıkıntısını göğüsleyip sindireceksin. Kaldı ki bir şeyler yaparken de canın sıkı-labilir. Çünkü mesele çalışmak değil, üretmekle ilgili. Bir fabrikada, bant sisteminde, mesai boyu rutin bir hareket dizgesini icra eden insanları düşün. İşlerinin sıkıcı olmama-sı mümkün mü? Dünya nüfusunun çoğunluğu yaratıcılık gerektirmeyen, katı disiplin isteyen, kendini tekrar eden işlerde çalışıyor. Haftada altı gün böyle çalışıp sana ait tek günde o döngüden çıkabilir misin?

Hakan Günday: Bu durumda iki çeşit sıkıntı var. Birisi, sö-mürü ve tekrar kaynaklı bir sıkıntı. Diğeri de üretim öncesi hissedilen sıkıntı. Birinci sıkıntının ilacı tüketim, diğerinin ilacı da üretim. Yani bu dünyada can sıkıntısını geçirmenin iki yolu var: Ya tüketeceksin ya üreteceksin.

Xavier de Maistre adında bir yazar var. Fransız İhtilali sonrasında ev hapsine mahkûm olur. Hatta bir odada yaşa-mak zorunda kalır. De Maistre o kadar sıkılır ki odasındaki nesnelerin hikâyelerini anlattığı bir kitap yazar. Adını da Odamda Seyahat koyar. İnsanın sıkıntıya üretimle cevap vermesine çok iyi bir örnektir.

Ahmet Mümtaz Taylan: “Teknolojinin hayatımızı istila etmediği eski zamanlarda, can sıkıntısı bireyi üretmeye zorluyordu” diyorsun...

Hakan Günday: Tabii, çünkü bugün bize satılan her ürün can sıkıntımızı geçirme vaadiyle pazarlanıyor. Telefonlar, bilgisayarlar...

Ahmet Mümtaz Taylan: Günümüzde 'can sıkıntısını geçiştirme pazarı'na bakınca, bireyi kendi karanlığına hapsettiğini düşünmeden edemiyorum. Dikkatli kullanma-ya çalıştığım halde can sıkıntımı teknolojiyle geçiştirirken yakalıyorum kendimi. İşin kötüsü bu pazar sıkıntını geçirmi-yor; örtüyor, öteliyor. Kendini kandırmak!

Hakan Günday: Oyalanıyoruz o zaman?

Ahmet Mümtaz Taylan: Oyalanıyoruz. Tam olarak bu. 

Hakan Günday: Çocukken de canımız sıkılınca bizi oyalarlardı. Demek ki hiçbir şey değişmemiş. Elimize bir şeyler tutuşturup oyalıyorlar hâlâ. Tabii sadece televizyon

CAN SIKINTISI ENERJININ BOŞA AKTIĞINI HABER VEREN BIR SINYAL. VE BU SINYALI

EN IYI ALANLAR DA ÇOCUKLAR.

Page 4: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

Tahin & Pekmez

Ahmet Mümtaz Taylan: Arkadaşlara “Can sıkıntınızı ken-di kendinize yenin. Dışarıdan yardım almayın” telkininde bulunabilir miyiz yani?

Hakan Günday: Kesinlikle. Yoksa geldiğin hal şu: Telefo-nuna bakmadan beş dakika geçiremiyorsun. Beş dakika boş vakte tahammülün yok. Sıkılmaktan ve düşünmek zorunda kalmaktan o kadar korkuyorsun ki telefon üçüncü avcun olmuş.

Ahmet Mümtaz Taylan: Camus’de ya da Sartre’da birer cep telefonu olaydı edebiyat eksik kalacak, varoluşçu-luk diye bir akım hiç olmayacaktı belki de! (Gülüşmeler) Sonuçta, içinden devlet geçen her düzen can sıkıntısı-na karşıdır ve izin vermez. Düşünsene, Doğu Bloğu’nun canı sıkılmasa o Berlin Duvarı yıkılır mıydı? Yasaklanmış can sıkıntısı enerjisinin patlamasıdır o duvarın yıkılışının asıl sebebi. Can sıkıntısı her hareketimizi, her seçimimizi etkiliyor. Nelerin can sıktığını konuşsak buradan köye yol olur, fakat esasen 'düzen' canımızın sıkıldığını fark etmemizi istemiyor. Siyasetin yazısız kurallarından biridir; “Ahaliyle

ya da internetle değil, örneğin insanların yaşam koşullarıyla hiçbir ilgisi olmayan kimlik siyaseti gibi tamamen plastik konularla da oyalıyorlar.

Ahmet Mümtaz Taylan: Oyalama endüstrisi.

Hakan Günday: Yeter ki can sıkıntını fark etme. Fark edip de sorular sormaya başlama.

Ahmet Mümtaz Taylan: Can sıkıntısı hamur gibi. Üzerini örtünce kaybolmadığı gibi yerinde de durmuyor. İçinde şişmeye başlıyor. Ve mutlaka bir noktada sıkıntıdan patlı-yorsun.

Hakan Günday: Ama patlayana kadar da televizyonun önünde saatlerce kanal değiştiriyorsun. Düşünsene, bugün bir lokanta açacaksan, sadece tencere tava alman yetmiyor. Bir de müşterilerin çocuklarına dağıtabileceğin tabletler alman lazım. O tabletleri çocuklara dağıtacaksın ki yemek devam edebilsin. Oysa o tabletler olmasa, ebeveynler ço-cuklarla iletişim kurmak zorunda kalacak.

Ahmet Mümtaz Taylan: E Truman Show bu... Zaten çocu-ğunun sıkıldığını fark edecek durumda bile değilsin. Hatta karşındakiyle bile iletişim kuracak halde değilsin. Çünkü o sırada Twitter’dan memlekette ne olduğunu takip ettiğini zannetmekle meşgulsün.

Hakan Günday: Halbuki bıraksaydın da canın sıkılsaydı, mutlaka aklın bir üretime gidecekti.FO

TOĞ

RAF:

SEL

EN Ö

ZER

ND

AY

6

BU DÜNYADA CAN SIKINTISINI GEÇIRMENIN IKI YOLU VAR:

YA TÜKETECEKSIN YA ÜRETECEKSIN.

Tahin & Pekmez

FOTO

ĞRA

F: S

ELEN

ÖZE

R G

ÜN

DAY

7

her şey konuşulmaz.” Ahaliyle her şey konuşulamayacağı için bazı tehlikesiz konular üzerine konuşulur. Ama işte öyle işlemiyor, konuşulmayanlar once can sıkıntısına sonra patlamaya hazır tümörlere dönüşüyor. Oysa can sıkıntısı faydalı mikroplar gibi. İnsanın canı sıkılmıyorsa ne değişir ne de değiştirir.  

Hakan Günday: Çünkü her kim sıkıntısını örtüyorsa insan onun kölesi olur. Kölenin canı sıkılmaz. Çünkü vaktinin bile kendisine ait olmadığını düşünür. Eğer canın hiç sıkılmıyor-sa, bil ki bir sahibin vardır. 

Ahmet Mümtaz Taylan: Bugün seni çok provokatif gör-düm!

Hakan Günday: 30 senedir punk dinlemekle ilgisi olabilir. Ne de olsa punk, provokasyon ve çelişkinin güzel sanatlar seviyesine çıkmış halidir. O seviyeye hiç çıkabildi mi bilmiyorum ama müthiş bir 'sıkılma sanatı' olduğundan eminim.

Ahmet Mümtaz Taylan: Şu durumda, “Can sıkıntısı za-man zaman düzenin bireyi, zaman zaman da bireyin kendi kendini trollemesidir” diyebilir miyiz?

Hakan Günday: “Kendimle ne yapacağım?” sorusuna cevap aramamıza sebep olan her türlü rahatsızlık hissine can sıkıntısı diyebiliriz bence.

Ahmet Mümtaz Taylan: O halde günümüz dünyasında can sıkıntısına pek yer yok. Çünkü artık insana kendisiyle ne yapacağını başkaları söylüyor. Bak yine canım sıkıldı!..

INSANIN CANI SIKILMIYORSA NE DEĞIŞIR NE DE DEĞIŞTIRIR.

Page 5: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

İNSANI ANLAMAKHomeros, Dante, Cervantes, Shakespeare, Yunus Emre, Mevlana, Molière, Stendhal, Balzac, Flaubert, Dostoyevski, Tolstoy insanlık

için ne ifade ediyor? Daha doğrusu eğer bu yazarların kitapları olmasaydı, insanlık düşüncesi aynı noktaya gelebilir miydi?

Zülfü Livaneli

Fikir

#homeros #cervantes #einstein #donkişot

İLLÜ

STRA

SYO

N: G

ÜN

SELI

SEP

ICI

8

Fikir

Birey ve toplum, sadece bilimle

açıklanamaz. Hele emekleme döneminde

olan sosyal bilimlerin, toplumları

açıklamada yetersiz kaldığını hepimiz

biliyoruz.

Sorum şu: Atatürk’ün “hayat damarlarından biri” olarak nitelediği sanat ve kültür, hayatımızda ne kadar yer tutuyor?

Dünya edebiyatı denilen o muazzam birikimi, insanın doğayla arasına koyduğu o derinleşme çabasını, kendini tanıma mücadelesini nereye yerleştireceğiz?

Homeros, Dante, Cervantes, Shakespeare, Yunus Emre, Mevlana, Molière, Stendhal, Balzac, Flaubert, Dostoyevski, Tolstoy insanlık için ne ifade ediyor? Daha doğrusu eğer bu yazarların kitapları olmasay-dı, insanlık düşüncesi aynı noktaya gelebilir miydi?

Birey ve toplum, sadece bilimle açıklanamaz. Hele emekleme döneminde olan sosyal bilimlerin, toplumları açıklamada yetersiz kaldığını hepimiz biliyoruz.

İnsan psikolojisinin ve toplum yapılanmasının, matematik kesinlikle ele gelmeyen, formüllere dökülemeyen alacakaranlık bir bölgesi var. İşte edebiyat o bölgeyi aydınlatarak, bizim kendimizi daha iyi tanımamıza yardımcı oluyor.

Mesela Dostoyevski olmasaydı, insan psikolojisi hakkındaki bilgi ve sezgilerimiz eksik kalırdı.

19. yüzyıl Fransa’sındaki insanları, toplumun bir yere doğru akışını ve sistemi, Balzac’ın romanları kadar iyi anlatan hiçbir yaratı yoktur. Ne bilimsel çalışmalar, ne tarih kitapları, ne de üniversite tezle-ri... Balzac’ı okumadan o dönemi anlayamazsınız.

Çünkü büyük romancı, siyasal görüşleri ne kadar yanlış olursa olsun, parmak uçlarından kalemine akan müthiş bir sezgiyle, içinde yaşadığı toplumu anlatabilmişti.

Cervantes, kahraman şövalyeler çağı ortadan kalktıktan sonra hayaller içindeki Don Kişot ile bizi evrensel bir iç hesaplaşmaya sürükledi.

Ancak onun muazzam eserinden sonra hepimiz, geceleri yastığa başımızı koyup hayallere daldı-ğımızda Don Kişot, gündüzün acı gerçekleriyle karşılaştığımız zaman ise kurnaz Sanço Panza oldu-ğumuzu kavrayabildik.

Antik dönemde Sisam Adası’nda buluşan bili-madamları, filozoflar ve sanatçılar, sanat ile bilim arasındaki ilişkileri incelemişlerdi. Vardıkları sonuç, bir düzlemde, bilim ile sanatın iç içe girdiği ve aynı şey olduğuydu.

Hatta, “Matematik sessiz bir müziktir,” demişler-di o zaman.

Sanat ve bilim ilişkisini bütün büyük beyinler kavrar.

Einstein bu yüzden, “Hayal gücü bilgiden önemlidir,” diyebilmiştir. Ve o büyük beyin sanat ile bilimi öyle bir skalada seyretmiştir ki şunu da eklemiştir: “Doğru olan her formül, içinde mutlaka estetik değer barındırır.”

Page 6: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

haberi yok. İki dünya arasında, masallarda bile anlatılmayan bir kuytu yere düştün. Kendi sırrına. Işıklar söndü. Etrafına bakınmaktan vazgeç. Kendi sırrında kaybolan insanlar; kök-leri kurumaya yüz tutmuş çam ağacı, kör kedi, çırpındıkça nefesi tükenen balık ve ölmeye yüz tutmuş başka şeyler.

“Ben düşüyorum!”

Telefonda mı söyledi bunu, yoksa üst üste yazdığı birkaç mesajın arasına mı sıkıştırmıştı? Hatırlamıyorsun. Hatır-ladığın tek şey, o lafı duyduğun anda karnına saplanan

çocukluk ağrısı. Seni çok dövdükleri yere giderken peşine takılan çocukluk hayaleti. Seni orada unutup gittikleri korku tüneli. Çocukluk. Kapıları tutan bezirgân başı. Ölmüş usta. Yaralı dizler.

Düşüyorum dediği anda yanında olman gerekmez miydi? Nasıl uzadı aranızdaki mesafe? Hep oradaydı da sen mi göremedin? Duyar duymaz ayağa kalktın, odanın içinde birkaç adım attın, herkes meraklı gözlerle sana bakıyordu, kötü şeyler olduğunu gizledin odadakilerden; düşerken elini sana uzatan bir kadının acısının altında kaldın, vücudun kaskatı kesildi acıların enkazında. Onun için yapabildiğin

yalnızca bu mu? Odanın bir ucundan diğer ucuna, birkaç telaşlı, sıkıntı yüklü adım. Sen de düştün. Odadakilerin görmediği bir yere. Özrün, tesellin, sığınağın, masumiye-tin hepsi bu kadar. Birkaç adım. İçine akan birkaç damla gözyaşı.

Ertesi gün buluştunuz. O mu seni çağırdı sen mi onu çağırdın bilmiyorsun. Bunun bir önemi kalmıyor yan yana geldiğiniz andan itibaren. Yan yana geldiğiniz andan itibaren bütün ekmekler taze, bütün gelinler güzel, bütün kayıplar geri dönmüş. Yan yanasınız ve şehir bir atlıkarınca kadar göz alıcı. Yan yanasınız ve bütün çöller Leyla.

Semtin kalabalığı içinde boğulmamak için gizli gizli birbirinize tutunmuş ne yapacağınızı düşünürken, adını bile

“Neden yanımda değilsin?”

Sanki bir yandan sürekli kanayan yarasını eliyle bastırır-ken bir yandan da senden yardım ister gibi acı, çaresizlik ve hayal kırıklığı vardı yüzünde. Ayaktaydınız. Birazdan olduğu yere yığılacak kadar solgun, yorgun, dermansız bakıyordu. Akşamüstü tenhalığında, tam üç kelimelik, tahrip gücü yüksek bir el bombası düştü aranıza. Paramparça oldu yü-zün. Kulakların sağırlaştı patlamanın gürültüsünden. Ondan sonrasını göremedin, duyamadın. Ortalığı uğursuz bir sis bulutu kapladı. Aranıza suskunluk girdi. Aranıza kaçışlar girdi. Aranıza sitem, sefer saatlerine geç kalmanın huzursuzluğu, üç parça giysi, vedalar, vedalar, vedalar, nihayet-siz, bitmek bilmeyen, aranıza gücen-meler…

Arkanı dönmüş yürüyordun. Onun yüzündeki ifadeyi merak ettin. Ar-kandan nasıl baktığını. Sevdiği adam giderken, arkasından bakan üzgün kadınların yüzü; kırık ayna, soluk fotoğraf, kitap arasında kurutulmuş çiçek, yağmur yüklü bulut ve gücen-miş ve incinmiş ve dargın başka başka şeyler. Sevdiği adam giderken, kapıda kalan kadınların yüzü. Eşikte kalmış. Ne içeride ne dışarıda. Eşikte. Evin, hayatın, aşkın, öfkenin, özlemenin, hep beklemenin eşiğinde.

Kapının eşiğinde durmuş bakarken senin gittiğini sanı-yor. Sen de öyle sanıyorsun. Bindiğin vapur hareket edince git gide görünmez olan kıyıdaki evlerin ölgün ışıklarına bakarak uzaklaşıyorsun. Uzaklaşıyorsun fakat gidemiyor-sun. Kalbin orada, aklın orada, kazağa sinmiş kokun orada, birlikte söylediğiniz şarkılardan kalan sesler orada, içtiğiniz sigaraların dumanı orada. Gidemiyorsun. Çünkü aynasında yüzün var. Çünkü hâlâ bir fotoğrafın saklı kitaplığın arasın-da bir yerde. Çünkü sen… Çünkü gitmek…

Karanlık bir denizin ortasında gibisin. Nerede olduğunu bilmiyorsun. Sıkışıp kaldığın yokluk duvarlarından kimsenin

SİTEMAranıza suskunluk girdi. Aranıza kaçışlar girdi. Aranıza sitem,

sefer saatlerine geç kalmanın huzursuzluğu, üç parça giysi, vedalar, vedalar, vedalar, nihayetsiz, bitmek bilmeyen, aranıza gücenmeler…

Tarık Tufan

Hikâye

ALLAH SANA MERHAMET ETTI, NEFES VERDI, AŞK

VERDI, KELIMELER VERDI. KIYMETINI BILEMEDIN.

10 #suskunluk #kaçış #çocukluk #leyla

duymadığınız bir filmi izlemek için sinemaya girmeye karar verdiniz. Ansızın kafana esen şeyleri yapmak zor geliyor. Hayatın sihirli sandıklarına kendini bırakmaya cesaret edemiyorsun. Orada ecinniler, orada ölü hevesler, orada gençlik günahları…

Korktuğun başına geldi, kaçmak istediğin ne varsa o sinema salonunda yakalandın. İzlediğiniz filmde. Bir san-dığın içinde kilitli kalmış gibi. Sihir dağıldı. Nefes alamı-yordun. Perdeyle, perdeye vuran ışıkla aranızda duran her şey silikleşti; sanki kendi bedeninden ayrılmış, orada, yan yana iki koltukta duran ikinize bakıyordun. Sinemadan çıkmayı teklif ettin, kabul etmedi. “Ben iyiyim merak etme,” deyince, daha fazla üstelemedin, salonda kaldınız, izlemeye devam ettiniz. Onun cesaretine tutundun. Kızıl saçlarıyla, boyun damarlarından taşan haykırışlarla, ayak bileklerin-den yükselen çiçeklerle, ölüm saçan ejderhaların karşısına çıkmış şarkılar söylüyordu.

Eve döndün. Koridor duvarında asılı duran ahşap çerçe-veli eski aynanın üzerini örtmek için bir örtü bulabilmek için bütün çekmeceleri alt üst ettin. Beyaz olsun istiyordun. Buldun. Sonra elindeki örtüyle yukarıdan aşağı usulca ört-tün. Kendi ölüm merasiminden dönmüş de kendi yasını tu-tarmış gibiydin. Birkaç dakikalığına yokluğa mahkûm ettin kendini. Topu topu birkaç dakikaydı ama bitmek bilmedi. Kendini cezalandırmak istiyordun. Aynanın üzerindeki beyaz örtü. Kefen. Kendi ölümün. Ne çok tekrarlıyorsun bu ayartıcı lafı? Sonra örtüyü kaldırdın ahşap çerçeveli aynanın üzerinden. Az daha yoklukla varlık arasındaki o kıldan ince çizginin içinde kalacaktın. Ruhunu oradan kurtaramayacak-tın az daha. Sonra “Allah’ım,” dedin, iki büklüm, “biliyorum her şeyi, her şeyi biliyorum ve şimdi çok zordayım.” Allah

Hikâye

İLLÜ

STRA

SYO

N: Ç

AĞRI

OD

ABA

ŞI

11

Karanlık bir denizin ortasında

gibisin. Nerede olduğunu

bilmiyorsun.

sesini duydu. Sen kendi sesine bile tahammül edemezken hem de. Bir süre, aynadaki sanki bir başkasıymış gibi yaban-cı gözlerle baktın.

Allah sana merhamet etti, nefes verdi, aşk verdi, kelime-ler verdi. Kıymetini bilemedin.

Ne arıyorsun?

Şimdi bir mağara bul kendine. Şimdi kendine üç yüz yıllık bir uyku bul. Besili bir buzağı bul ve kurban et. Orta-sından yürüyerek geçebileceğin bir deniz. Göğe tırmanacak bir çarmıh. Karnına gizlenebileceğin bir balık. Sığınacak bir gemi.

Köpek havlamaları bir türlü kesilmiyor.

Bir şey sezmiş olmalılar.

Page 7: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

Hikâye

En sevdiği insanın mutlu olmadan yıldız tozu olmasına

içerliyordu.

13

kiler için uzağa dalan, sohbetle bağları kesilen ve ifadesine bulut inen arkadaşın zihinsel batışı belirgin bile değildir çoğu zaman.

Hava alanında büyükannesini uğurlayan genç kızın “Mer-divenlerden inerken dikkat et Nana!” diye bağırarak gözyaş-larını silmesini izlerken gözleri dolan genç bir kadın, erken yaşta kaybettiği annesini düşünmektedir. O, annesiyle hiçbir hava alanında kavuşmamış ve ayrılmamıştır. Oysa, insanların büyükanneleri bile uçağa binmektedirler.

Üniversite arkadaşlarının Avcılar’da bir çay bahçesinde düzenlenen düğün-lerinde dağıtılan plastik yemek tabak-larının estetiğiyle ilgilenirken aniden arabasına atlayıp Kalamış’a varan kadın, darbe günü evlendiği bebek yüzlü adamın koşarak sırtına yumruk attığı çarşamba sabahını hatırlamıştır plastik tabaktaki yaprak sarmalara bakarken. Kadının ilk ve son sardığı yapraklardır eski eşi.

Antakya’dan Gaziantep’e giden uzun aracın içindeki müzisyenlerden biri, kimi uyuklayan kimi telefonuna indirdi-ği kitapları okuyan, dizileri izleyen diğer

müzisyen arkadaşlarının yorgun yüzlerini incelerken onlara beslediği sevgiyle beraber eski bir grup elemanın ona attığı kazığı hatırlamış ve yüzünü buruşturmuştur: “Biz herifi Ame-rika’ya götürelim, o it uçağa kokainle binsin. Olacak iş değil!”

Sekiz yıldır birlikte olan çift, romantik akşam yemekleri sırasında denize düşen yakamozları izlerken adam kadının kulağına eğilir ve hâlâ çok güzel olduğunu söyler. Kadın ise ilişkilerinin birinci senesini aynı manzara karşısında kutladık-ları sırada adamın ona söylediklerini mırıldanmaktadır:

O bilindik, aksak kalp atışları daha yola çıkmadan başla-mıştı. Fazla alkol ve tütün tükettiği günlerin sabahında dili damağına, saçları yüzüne ve yastık yanağına yapışmış vazi-yette uyandığında da olurdu böyle. Kötü bir haber aldığında, mesela boşanmak istediği kocası tarafından yirmi yerinden bıçaklanan bulaşıkçı kadının yüzünü gördüğünde gazetede…

Gözlerine artık siyah bant koymuyorlar. Öyle alışmışız ölmeye, öldürmeye. Gizleyecek neyimiz kalmış yağmalanmış bedenlerimizde?

Eski sevgililerinden bazılarıyla karşılaştığında da olurdu. Bir türlü kapatamadığı defterler, içindeki pen-cerelerden giren esintiyle açılır, say-falar havalanır ve kalbinin duvarlarına vurup geçmişin merdivenleri arasında kaybolurlardı. Her eski sevgilisine böyle hissetmiyordu elbette. Bazılarının gidiş-leri kabul edilebilirdi. Bazılarını kendi bırakmıştı. Bazıları da işteş eylemlerin boğucu iklimlerine dayanamayıp kendi-lerini bırakmışlardı.

Yine de…

Hatıra üşüşmeleri arasında ona en ağır gelen şüphesiz babasıyla buluşma-larıydı. Ah, size bunun ne olduğunu açıklamadım henüz, de-ğil mi? Hatıra üşüşmesi, geçmekte olan günlerin tatlı ve sakin akışının bir mekan, eşya, kişi, gerçek yahut durum sebebiyle aniden aksaması…

Geçmişi, çocukluğu, yetişkinliği, sevgiyi, şefkati;

Alınan kararların bağımsızlığını;

Varılan noktanın yüksekliğini sorgulamaya sürüklenen üşüşme sahibinin ruhunda keskin bir tat kalırken etrafında-

“O, senden daha güzel diye sevişmedik ya da senden daha becerikli, seksi, özel diye… Ne olur böyle düşünme güzelim. Sadece bir kaçamaktı. Aklım yerinde değildi.”

Başarılı bir satış elemanı, aylık borçların tamamını tahsil ettikten sonra haklı gururla dinlenmek için belediye parkına gider ve bankta oturmuş, güvercinleri izlerken abisinin onu arkadaşlarının önünde kuş beyinli diye bağırarak rezil ettiği yedinci doğum gününe yolculuk eder. Pasta da çikolatalı istediği halde meyvelidir.

Her şey neden böyle olmuştur?

Bir şey değil, her şey böyle olmuştur.

Bir şey öyle olduğundan bütün diğer bir şeyler de o ilk şeye eklenmiş, devasa bir her şeye dönüşmüşlerdir. Güzel anlar, sıcak yataklar, tutkulu öpüşmeler, mutlu aile sofraları, Akdeniz tatilleri, ucuz şampanyalarla edilen kahvaltılar, maaş zamları, vergi afları, yarasız yürüyüşler, tersiz tırmanışlar, rezil olmadan dans etmeler, taş yahut ahşap boyamalar, mutfak kurslarına yazılmalar, piyano öğrenmeler imkânsızlaşmıştır. O ilk şey yüzünden kocaman hayat ters gitmiştir. Boşa gitmiştir hayat. Çöpe gitmiştir.

Ah, öyle demeseydim ne olurdu? Öyle davranmasaydım? Onu sevmeseydim? O işe girmeseydim? Risk alabilseydim ne olurdu? Risk almasaydım ya da? Beklemeyi bilseydim? Sabır-lı olabilseydim? Spor yapsaydım, avokado yeseydim, sahilde bisiklet binseydim, adalarda faytonların kaldırılması için ses çıkarsaydım, çocukların eğitim hakları için çalışsaydım?

Hatıra üşüşmesi…

Şimdi çocukluğunun beş senesinin geçtiği sahil kasa-basına yolculuk ederken aklından bugüne kadar başka

türlü olmasını dilediği tüm “bir şey”ler geçiyordu. Babasının yakamadığı kibrit... Sağ elinde duran gaz bidonu… Kırık beyaz plastiğin kokusunu, benzinden çok hatırlıyordu. Babasının hiçbir zaman hatırlamayacağı onlarca geceyi hatırlıyordu.

Annesinin ürkmüş, ufak ve güzel yüzünü…

Bütün güzel şeyleri annesi için istediğini fark etti ayçiçek-lerinin arasından geçerken otobüs.

Bu hatıraların hepsinin içine girip girip onları değiştirmeye çalışması ve geçmişe olan derin takıntısı annesine aşkından-dı…

En sevdiği insanın mutlu olmadan yıldız tozu olmasına içerliyordu. Annesi için “bir şeyleri” değiştiremediğine, onu kurtaramadığına, onunla hava alanlarında buluşamadığına, doğum günleri kutlayamadığına, düğünler ve mezuniyetler göremediğine…

Sırtı ürperdi birden. Üşümüştü düpedüz yaz günü. İçinde-ki pencereleri kapatmaya karar verdi. Eski defterlerin sayfa-ları göğsüne uçuşurken yanında oturan kızın kulaklığından yayılan şarkıya kulak kabarttı.

Silemezsin gözlerinden o filmleri,

Geçti içimizden ateşböcekleri.

HATIRA ÜŞÜŞMESİHatıra üşüşmeleri arasında ona en ağır gelen şüphesiz babasıyla

buluşmalarıydı. Ah, size bunun ne olduğunu açıklamadım henüz, değil mi? Hatıra üşüşmesi, geçmekte olan günlerin tatlı ve sakin

akışının bir mekan, eşya, kişi, gerçek yahut durum sebebiyle aniden aksaması…

Kalben

Hikâye

BÜTÜN GÜZEL ŞEYLERI ANNESI IÇIN ISTEDIĞINI FARK ETTI

AYÇIÇEKLERININ ARASINDAN GEÇERKEN

OTOBÜS.

#hatıra #geçmiş #yolculuk #çocukluk

İLLÜ

STRA

SYO

N: G

ÜN

SELI

SEP

ICI

12

Page 8: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

Pakistan’ın yetiştirdiği atom bilginleri bilim ödüllerini toplu-yorsa, bilimde tesadüften bahsedemeyiz. Keza Hindistan’ın, üçüncü dünyada seçkin bir entelektüel konum oluşturması da rastlantıyla açıklanamaz. Türkiye bu kervanın dışında kalmadı fakat önde gidenlerden olmadığımız da çok açık. Bu durumu düzeltmek için çok çalışmak gerekiyor. Bir okulda okumanın, derece almanın, doktorayı bitirmenin tek başına bir şey ifade etmediğini bilmeliyiz.

Türkiye’de insanların iyi yetişmeleri, kendi mutluluk-ları için de çok önemli. Her şeyden önce kendinize hesap

vermek zorundasınız: “Ben bunu gerçekten bilmek istiyor muyum?” sorusunu kendinize sormalısınız. Başka türlü bir tahsil insana yararlı değildir. İyi bir üniversitede istediğiniz bölümü okumadığınız takdirde, okumak anlamlı olmayacaktır.

Sevdiğiniz işi yapın: Bu marangozluk da olabilir, kuyumculuk da, ziraatle uğraşmak da… Küçük yerlere gitmekten çekinmeyin. Çünkü artık hiçbir coğrafya dünyadan izole değil. Bugün teknolo-jinin de yardımıyla en küçük yerlerde bile enformasyon ağının içinde kalmak kolay ve mümkün.

Yaşadığınız toprağı sevmek ve bilmek basit bir milli-yetçilikle açıklanamaz. Sevmediğiniz takdirde öğrenemez, öğrenemediğiniz takdirde muvaffak olamazsınız. Ülkenizin, bölgenizin ve dünyanın etnik, dini, iktisadi, beşeri ve fiziki yapılanmalarını iyi bilmelisiniz.

Aile hayatı, hayatta başarıyı yakalamak için çok önemli bir faktördür. Unutmamalı ki aile bir üretim birimidir. Ailedeki üretim biçiminin benzerini bir başka yerde görmek müm-kün değildir. Ailedeki üretim en samimi, en saf ve en verimli üretimdir. Bu sebeple aile hayatınızın önemini bilin ve buna göre yaşayın.

Gençlerimiz, kendilerini değiştirecek, hayatlarını dönüştü-recek iyi bir eğitim arayışındalar. Köylü, kasabalı, şehirli fark etmeksizin hepimiz, çocuklarımız ve gençlerimiz için aynı telaşı yaşıyoruz. Bu olumlu kaygı, günden güne oportünizm tehlikesiyle sarsılıyor; bir başkasının yerine göz dikerek yük-selmeyi hedefleyen insanların sayısı giderek çoğalıyor. Siyasi partilerimiz de bu sarsıntının önünü alacak ahlaki ve hukuki düzeni berkitmek yerine bundan istifade ederek dejeneras-yonun bir parçası oluyorlar. Gençlerimiz şunu bilmeliler: Kişi niteliğiyle var olmadığı, hakkıyla yükselmediği noktadan er ya da geç aşağı yuvarlanacaktır; bu kaçınılmaz. Her şeyden önce kendinizi iyi yetiştirmek ve nitelik-li insan olmayı öğrenmek zorundasınız.

Gençlik yıllarımda üniversite dip-loması, insana geleceği üzerinden bir güven aşılıyordu. Bugün Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ya da ODTÜ fark et-mez; diploma almak tek başına yeterli değil. Adım başı her noktada konuş-lanmış, temelsiz ve geleneksiz yüzlerce üniversitemiz var. Bina sayımız ne kadar fazlaysa, gençlerimizi yetiştirecek insan-larımız bir o kadar yetersiz. Bu durum bize gösteriyor ki, ihtiyacınız olan bilgiyi bugün var olan okulların birçoğundan alamayacaksınız.

Bir lisana hâkim olmak belki hâlâ imtiyaz sebebi, fakat kısa zaman içerisinde bu imtiyaz da ortadan kalkacak ve ikinci bir lisanı olmayan kişi diğer insanlardan ayrışama-yacak. Zannetmeyin ki İngilizler ve Amerikalılar bu kura-lın dışında kalacaklar; onların da durumu dünyanın diğer yarısından farklı olmayacak. Delhi’de gerçekleşen parla-mento kulübündeki bir konferansa davetli Rus profesö-rün konuşmasını dinlemiştim. Rusça konuşan profesörün konuşmasını çeviren mütercim tercüman, birkaç küçük hata yapınca dinleyicilerin birçoğu çeviri hatasını düzelttiler. Bir İngiliz sömürgesinde bu denli incelikli Rusça uzman kitlesi beni oldukça şaşırtmıştı. Bu durum bir göstergedir. Bugün

21. YÜZYIL GENÇLİĞİNE TAVSİYELER

Gençlik yıllarımda üniversite diploması, insana geleceği üzerinden bir güven aşılıyordu. Bugün Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ya da

ODTÜ fark etmez; diploma almak tek başına yeterli değil.

İlber Ortaylı

Fikir

BIR LISANA HÂKIM OLMAK BELKI HÂLÂ IMTIYAZ SEBEBI, FAKAT KISA

ZAMAN IÇERISINDE BU IMTIYAZ DA ORTADAN

KALKACAK.

#gençlik #diploma #gösteriş #meslek14

Fikir

İLLÜ

STRA

SYO

N: B

URA

K D

AK

Geçmişte ayıp olarak gördüğümüz birçok davranış, bugünün gençliğinin arzusu

konumunda. 15

Dünyamız için bedeli oldukça ağır çevre problemleriyle karşı karşıyayız. Çevre ile uğraşmak fuzuli bir iş değildir. Çev-recilik; cumhuriyetçilik, kralcılık, sosyalizm ya da faşizm gibi bir akım değildir. Çevre, hepimizin çevresidir ve bu sorumlu-luğu taşımak zorundayız.

Gençlerimizin lükse ve gösterişe düşkünlüklerinin arttığı-nı gözlemliyorum. Geçmişte ayıp olarak gördüğümüz birçok davranış, bugünün gençliğinin arzusu konumunda. Belki sos-yalist teorilerin o dönemki etkisinden, belki de yoksul Türki-ye’de başkalarının bizi kıskanabileceğini düşündüğümüzden, eskiden mütevazı bir ailenin çocuğu olarak sokakta pasta yemeyi bile ayıp kabul ederdik. Ailelerimiz de ekonomik durumumuzdan bağımsız olarak, bu mütevazılığı sürdürme gayretiyle yaşardı. Bugün Türkiye’de böyle ailelerin sayısı azaldı; arsızlar ve gösteriş düşkünü insanlar her yerde karşı-mıza çıkıyorlar. Çocuklar en pahalı kıyafetlerle okula gitmeye ve bu durumla övünmeye başladılar. Basit bir kuraldır: Çocuk pahalı malzeme ile okula gitmez. Çocuklarımıza pahalı değil, zevkli ve düzgün giyinmeyi öğretmek zorundayız.

İngiltere’de üniversite öğrencileri ve öğretmenler kıya-fetlerinin üzerine cüppe giyerler. Böylece ne giydiklerini göremezsiniz. Biz de, öğrenci ve öğretim görevlilerimizin gösterişten ne kadar uzak olduklarını sorgulamalıyız. Okula lüks araçla gelmek kimse için marifet değildir ve ayıptır. Bu ayrıştırıcı durumu önlemek için, üniversitelerin park yerlerini

öğrencilere yasaklamaları gerektiğini düşünüyorum. Fakat şehir dışındaki üniversiteler ısrarla yeni otoparklara yer açı-yor ve bu durumu teşvik ediyor.

Kısa bir dönem Chicago Üniversitesi’nde okudum. Okulun en önemli sponsoru Rockefeller ailesiydi. Ailenin torunları da herkesle beraber okuyordu ama kim olduklarını dahi bil-miyorduk. En gösterişçi toplum olan Amerikan toplumunda dahi durum böyleyken, üniversite öğrencilerinin kıyafetleri ve tükettikleriyle var olma çabası görgüsüzlüktür ve lüzum-suz bir meşgaledir. Gerek davranışlarınız, gerekse dış görünü-şünüzle, sınıfta oturan en yoksul arkadaşınızı özendirmekten kaçınarak yaşamaya çalışın, doğru ve ahlaki olan budur.

Page 9: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

16

Diyalog Diyalog

yaparken ise her şeyi göstermemiz gerekiyordu. Erzurum’a gittiysek, arka arkaya beş kez Cağ Kebabı yemeye gidiyor-duk. Bu hal, beyaz yakalıların yaşadığı gibi rutin bir duru-ma dönüşmüştü. Bunlardan kendini koruyunca yaptığın işten hâlâ haz alabiliyorsun. Gelir olarak bakarsak şu anda bir gelirim yok. Program yaptığımız zamanlar bir gelirim

vardı. 2009 senesinde programlardan dolayı üniversiteden ayrılmak zorunda kaldım. Çok zevk almıyordum. Çünkü formasyonum Uluslararası Ekonomi ve Politik’ti. Bu bölümde kendime bir yer bulamamıştım. Bu yüzden mera-kım olan Gastronomi’yi tercih ettim. Fakat bu işin, televizyonda program yapmadıktan sonra, benim gibi kırmızı çizgileriniz varsa, maddi gelire dönüş-tüğü söylenemez. Prensip olarak hiçbir şekilde lokantalardan para almam. Aksini yapsaydım vergi rekortmeni olabileceğimi söyleyen arkadaşlarım var. Ama bir lokantadan para alırsanız işletme sahibi beklentiye girer. Bırakın

para almayı, bedava yemek yeseniz bile beklentiye giri-yorlar. Beklenti içerisindekiler fazla eğitimi olmayan, bir yerlere gelebilmek için zamanında el etek öpmüş insanlar. Size para ödedikleri an size olan saygılarını kaybediyorlar.

Türkiye’de hem de ABD’de yaşayan biri olarak, bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz…

Son zamanlarda başta İngiltere’ye olmak üzere, inanılmaz bir beyin göçü var. Eskisi gibi vasıfsız veya vasıflı işçiler değil de ülkenin beyinleri gidiyor. Kendi açımdan bakarsam benim

özel bir durumum var. Ailem sebebiyle hem Amerika’da hem de Türkiye’de yaşamak zorundayım. Amerika’yı hiç sevmiyorum ve kendimi Amerika’da rahat hissetmiyorum. Kendimi daha çok Akdeniz ülkelerinde rahat hissedi-yorum. Türkiye de Akdeniz kültürünün bir parçası. Ama şimdi çok ciddi bir biçimde baskı altında. Bu yüzden git-mek isteyen insanları çok iyi anlıyorum. Durkheim’in deyimiyle, ülkemiz için bir anomi durumundan bahsedebiliriz; toplumu birbirine bağlayan normların ortadan kalkmasından. Amaç için her araç meşru sayılıyor. Ayrıca toplumu-muza hakim olan ciddi bir kıskançlık

duygusu var. İngilizce’de entitlement denilen, kendinde hak görme kavramına dair bizim insanımızda çok ilginç bir nokta yakaladım. Batılı ülkelerde, bu duruma Japonya’da dahil edilebilir, insanların kendilerinde hak gördüğü sağlık,

Nurhak Kaya: Günümüzde birçok insan, geleceğe dönük bir sınıf atlama arzusu taşıyor. Bu arzu yüzünden, insanlar şimdiyi yok sayıp belirli bir gelir seviyesini yaka-layacaklarına ve mutlu olacaklarına inandıkları gelecek hayalleri için istemedikleri işlerde çalışıyorlar. Sizin ise hobiniz, aynı zamanda işiniz de. Bu noktadaki tehli-ke daha vahim: İnsan sevdiği şeyin profesyoneli olduğu zaman sevdiğine de yabancılaşabilir. Siz ise sevdiğine tutkulu bir amatör olarak kalmayı öğütlüyor ve tercih ediyorsunuz…

Vedat Milor: Benim de içinde bulunduğum bir ikilem bu aslında. Korunmak için kamuya açık hayatım ve özel hayatım arasındaki çizgiyi epey kalın çizdim. Sevdiğim şeyin işim haline gelmemesine özen gösterdim. Hiçbir zaman seyahatlerime sponsor almadım. Gideceğim yerleri kendime göre seçiyorum. Örneğin; rahat şarap içemeyeceğim bir yere girmek istemi-yorum. Dikkat ederseniz sofrada içki olmadığı zaman yemek ihtiyaç için yenir ve sofradan çabuk kalkılır. Akşam yemeği için gidilebilecek yerlere gidip bunu bir hazza çevirmeye çalışıyorum. Televizyon için çekim

Bu da haysiyet ve onur gibi kavramları öne çıkaran bir insan için hoş bir durum değil. Buna karşılık benim aldığım risk, doğruları söylediğim zaman en fazla kötü mektuplar almak, hakaretlere maruz kalmak oluyor.

Haysiyetin öne çıktığı ilkelere bağlı bir yaşam, maddi kayıpların da habercisi, diyorsunuz…

Bahsettiğimiz ilkeleri çiğneyen insanların yatağa yattıkları zaman çok da rahatsız olduklarını zannetmiyo-rum. Elinizi verdiğiniz zaman kolunuzu da istiyorlar. Bu insanlarla her gün uğraşmak çok ciddi bir stres yaratır. Dışarıdan baktığınız zaman büyük sah-tekâr olarak tanımlayacağınız insanlar tahmin ediyorum ki vicdan açısından son derece rahattırlar. Çünkü hiçbir şe-kilde kendilerini sorgulama yetenek-leri yoktur. Tam tersine vicdanı olan ve etik yaşamaya çalışan insanlar daha duyarlıdırlar. Ufak bir şey yaptıklarında bile vicdan azabı çekerler.

Yapılan anketler gösteriyor ki; bilhassa üniversite öğrencileri ve üniversite mezunu gençlerimizde, yadsı-namayacak oranda Türkiye’den gitme isteği var. Siz hem

DIŞARDA BIR ZAYIFLIK GÖRDÜĞÜMÜZ ZAMAN,

KENDIMIZI IYI HISSETMEK IÇIN, O ZAYIFLIĞIN

ÜZERINE DAHA ÇOK GIDIYORUZ.

DIŞARIDAN BAKTIĞINIZ ZAMAN BÜYÜK

SAHTEKÂR OLARAK TANIMLAYACAĞINIZ INSANLAR TAHMIN

EDIYORUM KI VICDAN AÇISINDAN SON DERECE

RAHATTIRLAR.

17

FOTO

ĞRA

F: Y

UN

US

EMRE

“İLKESİZ İNSANLARIN SORGULAMA YETENEĞİ

YOKTUR”Yemeğe yaklaşımımızı kökünden değiştirmesi bir yana, ülkemizin en değerli entelektüellerinden biri o. Gezegenimizi ve insanlığı kavrayışı da yemeklere yaklaşımı gibi detaycı, felsefik ve estetik. Vedat Milor ile sinema tutkusundan çocukken yazdığı şiirlere,

Türkiye ve toplumumuz hakkındaki tespitlerine dair uzun bir sohbet gerçekleştirdik.

Nurhak Kaya - Vedat Milor

Page 10: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

eğitim ve fikir özgürlüğü gibi kavram ve ihtiyaçlar var. Bizde bunlar pek yok. Bunun yanında bizim insanımızın kendinde hak gördüğü durumlar çok garip biçimlerde ortaya çıkı-yor. Örneğin; Instagram’a bir Fransız yemeği koyduğumda “Neden Fransız yemeği yiyorsun?” gibi tepkiler alıyorum. Sanki benim Anadolu’nun her yerini gezip bütün kebapçı-ları, börekçileri ve pidecileri keşfetmek ve hepsinde yemek yeme zorunluluğum varmış gibi. Ki o zaman da sanırım yüz otuz kilo olurum. Kendi zamanımı nasıl kullanacağıma karar verme hakkını bile kendilerinde görüyorlar. İnsanlar karşıla-rındaki insanı dinlemeden cevap veriyorlar. Çünkü kendileri-ni üstün görmek istiyorlar. Ve Osmanlı’dan gelen yağ çekme geleneğinin etkileri halen daha toplumumuzda görülüyor: Bir insanı önce göğe çıkarma ve sonra hemen indirebilme dürtüsü. Eşim Türkiye’ye geldiğinde en çok dikkatini çeken gözlemlerinden biri, karşınızdaki insana sormadan ona öğüt verme ça-bası olmuştu. Mesela kendimden örnek vereyim; elimin titremesinin nedeni Tremor. Nedenini çok iyi biliyorum ve her türlü doktora gittim, tedavi olup olmamanın yarar ve zararlarını kendime göre tarttım. Fakat biri çıkıyor; hiçbir şey bilmeden beni Parkinson hastası ilan ediyor ve kendisinin ya da ailesi-nin tedavi olduğu doktora götürmeye çalışıyor. “Hayır ben Parkinson değilim” diyorum ama bir türlü ikna olmuyor. Çünkü dışarda bir zayıflık gördüğümüz zaman, kendimizi iyi hissetmek için, o zayıflığın üzerine daha çok gidiyoruz. Bu da ciddi bir empati eksikliğine tekabül ediyor. Ve başta bahset-tiğim anomiler sebebiyle, ahlak ve vicdan sorunu ülkemizde gün be gün daha çok ortaya çıkıyor. Hâlâ daha iyi ve düzgün yaşayan insanlar var ama bu tip insanlar bir türlü gün yüzüne çıkamıyor ve maalesef geri planda kalıyorlar. Ahlaki çökün-tü ve ciddi bir öfke görüyoruz. Çok iyi bir tablo çizmedim, farkındayım ama her yönüyle patlamaya hazır bir toplum gördüğümü söyleyebilirim.

Çocukken bir mektup aldığınızı biliyorum: Mektubun yazarı ise Oğuz Atay’ın yakın arkadaşı Can İrem. Sizin için “Bu çocuk farklı bir çocuk, başkalarına benzemiyor” diye

yazmış. Ve çocukluğunuzda hem şiir yazıyor hem de sinema yönetmeni olmak istiyorsunuz…

Can İrem önce dayımın arkadaşıydı sonrasında annemin de çok yakın arkadaşı oldu. Bu yüzden çok sık görüşürdük. Benimle de özel bir şekilde ilgilenmişti. Diğer büyüklerden farklı olarak bana çocuk gibi davranmadı. Her konuyu tartıştı ve onunla olan diyaloğum özgüvenimi arttırdı. Hâlâ duruyor bende o mektuplar. Can yaşasaydı çok değerli şairlerimiz-den biri olacaktı ama 27 yaşında kendi hayatına son verdi. Sinema yönetmeni olmayı her zaman istedim. Hatta televiz-yonda yemek ve gezi programlarıyla ortaya çıktığım zaman Galatasaray Lisesi’ndeki arkadaşlarım çok şaşırdılar. Çünkü

o yıllarda yemekle hiç alakam yoktu. Hayatım masa tenisi ve sinemadan iba-retti. Dünya sinemasında birçok yönet-menden etkilendim. Robert Bresson’un ise bende ayrı bir yeri vardır. Şimdiki yönetmenlerden de Haneke’yi beğe-niyorum. Lars von Trier’nin her filmini olmasa da bazı filmlerini severim. Doğu Avrupa da her zaman ilgimi çekmiştir. Tarkovski her seyredişimde yeni şeyler keşfettiğim bir adam. Kieslowski olağa-nüstü bir yönetmen ve sinema dehası. Wajda, Rossini, Fellini, Godard; hepsi beni çok etkilemişti. Özellikle İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalga akımından çok etkilendim. Gençliğim-

de şiir yazdığım doğru ama şiirle ilgili acı bir hatıram var. Şişli’de büyükbabam ve büyükannem ile büyüdüm. Dedem ben on üç yaşındayken öldü. Babaannem öldüğünde ise on altı yaşındaydım. Babaannem yazdığım şiirleri kilitli bir ko-modine koymuştu. Vefatından sonra yazdığım bütün şiirleri de kaybettim. Doğrusu büyük bir yıkımdı. Birden bıçakla keser gibi kestim şiir yazmayı. O yıllarda beni en çok etki-leyen şairin Charles Baudelaire ve Nâzım Hikmet olduğunu söyleyebilirim. Günümüz yazarlarından ise Tim Parks’ın romanlarını ve denemelerini beğeniyorum. Martin Amis’i, Wallace Stagner’i ve Robert Maxwell’i de severek okuyorum. Yazılarımı okumak ve takip etmek isteyenlere de gastromon-diale.com, mizanplas.com ve kişisel sitem olan vedatmilor.com adreslerini takip etmelerini öneririm.

SON ZAMANLARDA BAŞTA INGILTERE’YE OLMAK

ÜZERE, INANILMAZ BIR BEYIN GÖÇÜ VAR.

ESKISI GIBI VASIFSIZ VEYA VASIFLI IŞÇILER DEĞIL

DE ÜLKENIN BEYINLERI GIDIYOR.

FOTO

ĞRA

F: Y

UN

US

EMRE

18

Page 11: #evdekal Özel Sayısı - Tuhaf Dergi · Tuhaf Dergi, zorunlu durumlar dışında evden çıkmamamız için, sizlere bu özel sayıyı hazırladı. Virüs tehlikesine karşı #EvdeKal

İNSANAlbert Camus

İnsan eninde sonunda her şeye alışır.

Maksim Gorkiİnsan ne şekilde yaşarsa,

o şekilde düşünür.

Sabahattin Ali İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir

sebep lazımdı.

Oğuz Atayİnsan, kötü şeylerle ne kadar az

karşılaşırsa o kadar iyi olur.