70
draje Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi /Sayı 18/Ekim 2011 çizgili

Çizgili Draje || Draje Dergi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Ekim 2011 - Sayı: 18

Citation preview

Page 1: Çizgili Draje  || Draje Dergi

draje

Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi /Sayı 18/Ekim 2011

çizgili

Page 2: Çizgili Draje  || Draje Dergi

İpleri Görmek İçinÇoğumuzun bildiği

eski bir fıkradır: Gitmesek de

görmesek de bizim olan köylerin birinde gün gelir kuraklık baş gösterir. Köylüler her akşam televizyondaki hava durumunda şiddetli sağanak uyarısı filan bekleseler de küresel ısınma alıp başını gitmiştir bi kere... Günler, haftalar, aylar geçer ama yağmurdan eser yoktur. Meteoroloji işlerine,

devlet planlama teşkilatına, devlet su işlerine filan ne kadar dilekçe yazarlarsa yazsınlar bekledikleri yağmur bir türlü yağdırılmamaktadır. En sonunda televizyon ekranlarından başlarını kaldırıp, kendi işlerini kendileri görmeye karar verirler. Hep birlikte yağmur duasına çıkacaklardır. Komşu köylere ve kasabalara haber salarlar. “Bizleri kurtaracak olan” derler; “kendi kollarımızdır…”

Yağmur duası zamanı gelip çattığında köy meydanı mahşer yerine dönmüştür. Genç, yaşlı, kadın, erkek bir aradadır artık ve içlerinde yalnızca bir tanesi şemsiye taşımaktadır.

Gerçekçi olmak mühim şey doğrusu... Uçmalı kaçmalı saçma sapan “karikatür” kitaplarına boğulmaktan daha önemli pek çok şey var hayatta. Mutlaka çizgili bir şeyler okuyacaksak dünya atlasları şuracıkta duruyor... Dünya’ya uzaydan baktığımızda göreceğimiz sınır çizgilerinden başkasına yüz vermemek gerek çünkü. İnanmayan varsa Yuri Gagarin’e sorsun…

Evet, gerçekçi olmaktan daha güzel bir şey yoktur hayatta. Huzurunuz kaçmaz bi kere… Her zaman önünüzü net görürsünüz. Hayal kırıklığının muhitine uğramazsınız… Ayaklarınız yere basar… Hem de o kadar kuvvetle basar ki başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu düşünebilecek kadar ileri gitmemeyi, böylece saçma sapan işlerle iştigal etmemeyi de öğrenirsiniz… Sizden istenen tek şey budur… Güvenli bir gelecek için ödemeniz gereken tek bedel… Gerçekçi olunacak… Ol...

Kaçılacaksa da bizim için özenle çizilen o sınırlar etrafında dolaşmak gerekmektedir her zaman. Yağmur duasına çıkmakta bir sorun yoktur yani. Ama yanına şemsiye almak da nereden çıkıyor? Fıkra oracıkta kesilse de hepimiz, şemsiyeli adamın bütün köyde alay konusu olduğunu biliriz… Nereye gitse parmakla göstereceklerdir artık onu. Bakın bakın köyün delisi değil mi o? Şemsiyeli ruh hastası…

Çizgili Draje’de en çok çizgi romanlardan bahsetmemiz tesadüf değildir o zaman. Çünkü kargadan başka pek çok kuş tanırız ve hiçbirini kovalamak aklımızın ucundan geçmez elbette. Bütün parametrelerin -ne mutlu ki- sıfırlanamadığı bir dünyada, hayal gücümüzden başka pusulaya da öncüye de yol göstericiye de ihtiyacımız olmayacaktır. Ve betonsever gerçekçilikten bünyemizi sakınabilmek için kuşkusuz iyi beslenmek şarttır. Hem zaten Fantom’un bünyede kırk vitamin gücünde olduğunu kim bilmez? Sosyal Bilgiler ders kitaplarını sek okuyanlar bilmez. Arada gizlenmiş bir Texas cildinden mahrum kalanlar bilmez. Kargadan başka kuş tanımayanlar bilmez

İllüs

trasy

on D

emet

Özg

e A

ykan

Page 3: Çizgili Draje  || Draje Dergi

İpleri Görmek İçinEvet, gerçekçi olmaktan daha güzel bir şey yoktur hayatta. Huzurunuz kaçmaz bi kere… Her zaman önünüzü net görürsünüz. Hayal kırıklığının muhitine uğramazsınız… Ayaklarınız yere basar… Hem de o kadar kuvvetle basar ki başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu düşünebilecek kadar ileri gitmemeyi, böylece saçma sapan işlerle iştigal etmemeyi de öğrenirsiniz… Sizden istenen tek şey budur… Güvenli bir gelecek için ödemeniz gereken tek bedel… Gerçekçi olunacak… Ol...

Kaçılacaksa da bizim için özenle çizilen o sınırlar etrafında dolaşmak gerekmektedir her zaman. Yağmur duasına çıkmakta bir sorun yoktur yani. Ama yanına şemsiye almak da nereden çıkıyor? Fıkra oracıkta kesilse de hepimiz, şemsiyeli adamın bütün köyde alay konusu olduğunu biliriz… Nereye gitse parmakla göstereceklerdir artık onu. Bakın bakın köyün delisi değil mi o? Şemsiyeli ruh hastası…

Çizgili Draje’de en çok çizgi romanlardan bahsetmemiz tesadüf değildir o zaman. Çünkü kargadan başka pek çok kuş tanırız ve hiçbirini kovalamak aklımızın ucundan geçmez elbette. Bütün parametrelerin -ne mutlu ki- sıfırlanamadığı bir dünyada, hayal gücümüzden başka pusulaya da öncüye de yol göstericiye de ihtiyacımız olmayacaktır. Ve betonsever gerçekçilikten bünyemizi sakınabilmek için kuşkusuz iyi beslenmek şarttır. Hem zaten Fantom’un bünyede kırk vitamin gücünde olduğunu kim bilmez? Sosyal Bilgiler ders kitaplarını sek okuyanlar bilmez. Arada gizlenmiş bir Texas cildinden mahrum kalanlar bilmez. Kargadan başka kuş tanımayanlar bilmez

evet. Ve gerçekçi sopaları her zaman hazırdır onların…

Çizgili Draje fikrinin aklımıza ilk düşüşü Korkak Draje zamanlarına dayanır ki; şemsiyemizi hazır edip ilk başvurduğumuz isimlerin de Studio Rodeo’dan Murat Mıhçıoğlu ve Cem Özüduru olması kaçınılmazdı bizim için. Nitekim Çizgili Draje’nin kapağı, Cem Özüduru’nun çizgileri ve Caner Atakul’un renklendirmesiyle ortaya çıktı. Şemsiyemizi yanımıza aldığımız için bizi kınayacak betonsever gerçekçileri üzmek pahasına, Cem Özüduru’nun birkaç ay sonra çıkacak olan yeni kitabını müjdelemek de bize düşüyor elbette. Yatağında çizgili hayallere dalmış karakterin kim olduğunu ve Golconda isimli derginin kerametini de bu kitapla birlikte keşfetmiş olacağız... Hani nasıl derler… Pek yakında!

Drajelerimizden Tayfun Bayrakçı’nın Kenan Yarar ile ve taa Amerikalardan Çizgili Draje’ye ses veren Banu Alpençe’nin Murat Mıhçıoğlu ile yaptıkları keyifli sohbetler de ilerleyen sayfalarda sizi bekliyor. Cem Özüduru, Kenan Yarar ve Murat Mıhçıoğlu şahsında, içine tıkıldığımız şu banal âlemi renklendiren tüm hayalperestlere teşekkür etmeyi borç biliriz.

Bu satırlar bir word dosyası olarak zuhur ederken, başlığımızı Watchmen’den aşırdık ve fonda Luxus’tan “Mafyatik Romantik” çalıyordu.

SADIK DRAJE’de görüşmek üzere…

Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Genel Yayın YönetmeniErdinç Yücel

Yazı İşleri MüdürüBirkan Can Evirgen

Art DirektörSongül Yücel

[email protected]

Grafik UygulamaSongül Yücel

[email protected]

RedaktörPınar Birdane

Koordinasyon Sorumlusu - Menajerİlknur Seda Bendeş

İnternet UygulamaOnur Şevket Bendeş

Editörler• İlknur Seda Bendeş • Erdinç Yücel

• Songül Yücel

Yaratıcı DrajelerAlican Erkol • Aslı Parlak Akbaydar • Banu S. Alpençe • Caner Atakul • Cem Güventürk • Cem Özüduru • Çağla Elektrikçi • Demet Özge Aykan • Dumrul • Elmas Şölenkır •

Eren Akıncı • Eren Dal • Gizem Güvendağ • Gülden Kunter • Hayalcan İncesağır • Kronik Stajyer • Onur Ünder • Remzi Erdem • Serra

Kaya • Tayfun Bayrakçı • Utku Atalay •

Gelecek ay konsept konumuz: “SADIK DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve

diğer katkılar için bizimle [email protected] adresinden iletişime geçebilirsiniz.

[email protected]

draje

Page 4: Çizgili Draje  || Draje Dergi

muhteviyat

Page 5: Çizgili Draje  || Draje Dergi

muhteviyat

Page 6: Çizgili Draje  || Draje Dergi

6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

Page 7: Çizgili Draje  || Draje Dergi

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

7Ya

zı ve

İllü

stra

syon

: Erd

inç

Yüce

l • h

ttp:/

/tex

tape

l.org

Ressam: Leonardo Da Vinci • Mona Lisa

ÖRÜMCEK ADAMIN

EVRİMİevresinde uslu bir çocuk olarak bilinen Peter, ergenlik döneminde sapıtarak hayvanlara eziyet etmeye başlamıştı. Bir gün amcası, Peter’ı kedilerin kuyruğunu çekerken yakalayınca ona çok kızmış ve “cırmalarsa görürsün eşek sıpası”

demekten kendini alamamıştır. Amcası, Peter’ın sinek yemeğe başladığını öğrenseydi ne düşünürdü bilemiyoruz.

Taklit, insanlığın ilerlemesinde önemli rol oynayan bir davranış biçimi olagelmiştir. Örümcek Adam’ın evrimi bu konuda önemli bir örnek sayılabilir. Ünlü evrim kuramcısı Charles Darwin’e göre, Peter Parker, Polat Alemdar’dan evrimleşerek milyonlarca yıllık bir süre içinde Örümcek Adam olabilmiştir. Karakterinin oluşum süreci içinde önce salyangozları taklit eden Peter, bundan çok verim alamayınca, sırasıyla sümüklü böcekleri, karıncaları, pireleri, kurbağaları ve çekirgeleri taklit ettikten sonra, nihayet örümcekleri keşfederek karakter oluşumunu tamamlamıştır. Amcası, Peter’ı kedinin kuyruğunu çekerken yakaladığında, Peter pire aşamasına varmıştı bile.

Her ne kadar, Örümcek Adam’la ilgili yapılan bir soruşturma sırasında Doktor Octopus, Peter Parker’ın kişiliksizin teki olduğunu söylemiş olsa da bu iddianın, eklem bacaklılara dönük önyargıdan kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Aynı şekilde Batman de kafadan bacaklılara karşı pek hoş hisler

beslememektedir.

Örümcek Adam’ın kapkaççılarla ve basit hırsızlık çeteleriyle mücadele eden bir süper kahraman olması da nedensiz değildir. Aslında konunun meşhur amcayla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Peter Parker, Superman’in fakbadisi Louise Lane’i tavlayabilmek için parlak numaralar çekmesi gerektiğini gayet iyi biliyordu. Bu nedenle bir gün Louise’in tanık olacağı bir dünyayı kurtarma senaryosu hazırladı.

Buna göre bütün inekleri bir mekanizmaya bağlayarak gaz salınımlarını kontrol edecek ve devasa doğal gaz havuzları oluşturarak insanlığın enerji sorununu çözdüğü gibi küresel ısınmayı da engelleyecekti. İneklerin gerçek dünyadaymış gibi geviş getirip süt salgılamayı sürdürebilmesi için de zihinlerini Matrix adını verdiği bir simülasyon programına bağlayacaktı. Ancak işler hiç de Peter Parker’ın umduğu gibi gitmedi ve Pamela Anderson’ın kocası olan Neo isimli PETA aktivisti, bu planı bozmayı başardı. Louise Lane Örümcek Adam’dan tiksindi ve hayvani duyarlılığından çok etkilendiği için Neo’yla serbest bir ilişki yaşamaya başladı. Superman ise bu konu hakkında suskunluğunu korumaktadır.

Bu olaydan sonra Hacca gidip dünyayı kurtarmaya tövbe eden Örümcek Adam, sadece kapkaççılarla uğraşacağına yemin etti.

Page 8: Çizgili Draje  || Draje Dergi

8 “Draje Super Heroes” • İllüstrasyon: Tayfun Bayrakçı • http://valjeanjean.deviantart.com

Page 9: Çizgili Draje  || Draje Dergi

9

“Draje Super Heroes” • İllüstrasyon: Tayfun Bayrakçı • http://valjeanjean.deviantart.com

Page 10: Çizgili Draje  || Draje Dergi

12

Page 11: Çizgili Draje  || Draje Dergi

11

Yazı ve İllüstrasyon: Demet Özge Aykan • http://demetozgeaykan.blogspot.com

SEvGİLİ SEN,

Üç gündür sinirlenmeyi bekliyorum. Sırf bir şeyler yazabilmek, çizebilmek için. Bilirsin beni, ben ancak gerçek-

ten sinirlenince yazabilir ve çizebilirim. Okurun da sinirlenmesini, bir şeylerin rahatsız etmesini amaçlarım. Görülüyor ki rahatsız edebilmek için rahatsız olmak gerekir. Ama o kadar huzurlu ya da sakın ortamlardayım ki, nasıl sinirlenilir, birine sinirlenince ne yapılır, nasıl tepkiler gösterilir, na-sıl küfürler edilir, inan onları bile unutmuş durum-dayım. Kendimi saf gibi hissediyorum. Bu du-ruma daha fazla katlanamam anlıyor musun? Daha önceden biriktirdiğim sinirlerimi düşünüp düşünüp bir şeyler karalamak istedim ama o da olmadı. Kendimi, kendimi zorlarken yakala-dım. Bastım onları. Ben ve kendim anlaşmazlık içine düştüler. İşin garibi ikisi de sinirlenmeden, durumu olgunlukla karşılayarak, soğukkanlılıkla olayı kapattılar. İnanamadım. Nerede benim sinirlerim?

Canım Sen, bana etsen etsen sen yardım edersin. Geçen gün ihtimalin çok düşük olduğu bir zaman ve mekânda karşıma çıktın mesela. Astigmat ve miyobum hâlbuki ama ta uzaktan seni o koca kafandan tanıdım.(kafan da cid-den büyükmüş) Gittim, inadına karşı masana oturdum. Daha da sinir olabilmek için. Ama o da geçti. Üzerine bir de sen bana sinirlendin. Ben de sinirlenemediğimle kaldım. Kalıcı sinir bı-rak istiyorum bende. Rahatsızlık duyumsayayım istiyorum. Gerilmek istiyorum. Bunu yapabilirsin, sana güveniyorum. Daha önce yapmadığın şey mi. Ben yanından geçiyorken sağlam bir laf at bana mesela, sana bir zarar veremedim diye içime otursun. Veya beni öyle bir terk et ki, gerçekler tokat gibi çarpsın. Gecelerce senin için gözyaşı dökeyim. Ya da arkamdan konuş. Öyle bir dedikodu yarat ki, mahalledeki etkisi beş ay sürsün. O kadar büyük şeyler elimden

gelmez diyorsan da geç karşıma, sakızını sa-atlerce şişir şişir ‘Bum!’ diye patlat. Ağzını şapır-datarak yemek ye. Ben de ‘aman tanrım ne dayanılmaz bir insan’ diye düşünüp günlerce sinir sahibi olayım. Yap bir şeyler işte, ben de sinirlerimi aldırmışım gibi her olaya anlamsızca gülüp geçmeyeyim. Güya annem ‘Ne kadar hoşgörüsüzsün. Sinirlerin yıpranmış senin’ derdi, hani nerde?

Her şey kariyerim için anlıyor musun? Sanatı sinirlerim yüzünden kaybedemem. Kaybetme-meliyim. Hadi göreyim seni. Sinirlerimi geri ver bana.Kendine iyi bak, gözlerinden öperim.Sevgiler, Ben.

Page 12: Çizgili Draje  || Draje Dergi

10

“zebrahead”İllüstrasyon: Remzi Erdem • http://remzierdem.deviantart.com

Renklendirme: Gizem Güvendağ • http://gizemm.deviantart.com

Page 13: Çizgili Draje  || Draje Dergi

13

Roberto Diso’nun yarattığı ‘gelecek zaman asilzâdesi’ Şövalye Rodo, ilk macerasıyla kitapçılarda ve Kertenpelex.com’da! Hem de iki kapak alternatifiyle!

Ayrıntılı bilgi için: Rodeostrip.com

Page 14: Çizgili Draje  || Draje Dergi

14

Page 15: Çizgili Draje  || Draje Dergi

15

Page 16: Çizgili Draje  || Draje Dergi

16

“Soğuk Ölü Elim”Çizgi Hikâye: Onur Ünder • [email protected]

Page 17: Çizgili Draje  || Draje Dergi

“Güzellik Fani”İllüstrasyon: Dumrul • http://dumrul.org

17

Page 18: Çizgili Draje  || Draje Dergi

ZAMAN CASUSU

İsa’dan 1976 güneş yılı sonra, zaman makinesinin icadı gündemden düşmüştü artık. Her evde bir zaman makinesi

bulunuyordu. Orta halli aileler bile, sadece 96 ay taksit ödeyerek alabiliyorlardı bu koca makineyi. Babam bazen bana ve kardeşime anlatır, onun küçüklüğünde köyde sadece onların evinde zaman makinesi varmış. Dedem Almanya’ya gittiği zaman getirmiş. Tüm köy, akşamları babamların evine toplanır zamanda yolculuk yaparlarmış. Kulağa ne kadar hoş gelse de, ben sanırım zaman makinemizi sevmiyorum. Zaten en fazla bir gün geriye gidilebiliyor, ben dün ne yaptığımı hiç unutmam ki. Ama bazen dedem unutabiliyor. Sanırım zaman makinesi dedeler dünü hatırlasın diye yapıldı. Bazen dedemin kaç tane “dün”ü olduğunu düşünüyorum, bir milyon falan mı? Sayılarla aram kötü. Ama eskiden iyiydi. Eskiden her şey iyiydi, dünden de eskide, biz okulda çizgili defterlere “sola eğik çizgi” “sağa eğik çizgi” “harf çalışmaları” yaparken. O zamanlar en iyisiydim. Düz çizilmiş bir çizgiyi hatasız kesebilen bir tek ben vardım. El işi derslerinde etrafımda koca bir grup öğrenci toplanır ve üzerlerinde onlarca uzun, kısa, yamuk, titrek çizgi olan kartonlarını bana uzatırdı. O zaman hayallere dalar, ileride bu mesleği yapmam gerektiğini düşünürdüm. Doğru bir çizgiyi, soğuk ve keskin bir makasla takip et ve böl. Zaman makinesi beni o günlere götüremiyor. Bazen dün akşam yemeğinde hiç sevmediğim bir yemek yemişsek, babam “Haydi düne gidelim hazırlanın çocuklar.” dediğinde makinenin pillerini çıkarıp saklıyorum. Bunu o kadar çok yapmaya çalıştım ki, artık benim yaptığımı biliyorlar. Ama onlar pilleri sakladığım yeri bulana kadar ben evden dışarı çıkıp koşmaya başlamış oluyorum bile. Bunu neden yaptığımı anlayasınız diye söylüyorum, bu pek sevgili bok püsür makine onunla aynı odada olanları zaman yolculuğuna çıkarıyor. Geri kalan insanlık yerinde kalıyor, zaman aynı boyutta akıyor

onlar için. Ben bazen okuldan geldiğimde bir saatlik çizgi film izleme hakkım bittiğinde kullanıyorum zaman makinesini. Tamam, kabul o zaman işe yarıyor ama yine tam olarak değil çünkü bir saat boyunca yeniden aynı şeyi izlemek zorunda kalıyorum.Dönüp evimizin camına baktım ve pencerelerden tüm mahalleyi aydınlatan bir ışık hüzmesi patlak verdi. Gitmişlerdi. Üç saniye geçmeden aynı ışık Fikrilerin evinden de geldi. Şimdi gelir Fikri de. Ailesi zaman yolculuğundayken Fikri’yi evde bırakırdı nöbetçi olarak, dışarıdan evlerini gözetleyen bir hırsız ışığı görünce evi soymaya kalkışmasın diye. O da çıkıp benim yanıma gelirdi. Aslında Fikri’nin ailesinin bu korkusu da yersiz değildi, mahallemize taşınan İzmirli bir aile zaman yolculuğundayken biri eve gelip zaman makinesinin pillerini çıkarmış. Babama onlara ne olduğunu sorduğumda “Zamanlar arasındaki çizgide sıkışıp kaldılar.” demişti. O günden beri bunu düşünüyorum. Fikriyle bu parkta buluştuğumuzda ona zamanlar arasındaki çizgileri kesersek geçmişimizle bağlantılı ve dolayısıyla geçmişizden sorumlu olamayacağımızı anlatıyordum. O da beni dinler gibi yapıyordu. Fikri akıllı çocuktu aslında, ama âşık olmaktan ilime, bilime vakit bulamazdı. Böyle gecelerde yatağıma yattığımda, yastığın soğuk tarafını çevire çevire saatlerce düşünürdüm. Bir süper kahraman olabilirdim. Ertesi günün akşamı pilleri saklayamadım çünkü babam benden önce davranıp pilleri almayı başarmıştı. Ben yine kaçmayı başardım, onlar dünkü filmi bir daha izlemeye giderken ben de yavaşça parka doğru yol almaya başladım. Fikri çok geçmeden geldi. Ona planımı anlattım. Yarın ikindi vakti Fikrilerin evine gidecektik. Fikri verandada oturup ışığın gelmesini bekleyecek ve ışık geldikten sonra hemen pilleri çıkaracaktı. Ama hemen çıkarması önemliydi, çünkü düne gidecek olursam plan suya düşerdi. Ben

Yazı: Serra Kaya • [email protected] • İllüstrasyon: Cem Güventürk

18

Page 19: Çizgili Draje  || Draje Dergi

1919

arada kalmalıydım. Tam çeyrek saat sonra, pilleri tekrar takacaktı ve ben de cebimdeki küçük kumandanın yuvarlak yeşil tuşuna basıp Fikrilerin salonuna geri dönecektim. Sabırlı bekleyişim ve uykusuz geçen gecemin ardından zaman gelmişti. Sağ elimde Fikri’nin 98 yaşındaki kocamış ninesinin yorgan makası ve diğer elimde minik kumanda, yeşil düğmeye bastım. Midem bulanmaya başladı, ne zaman zaman yolculuğu yapsam olur bu. Bir keresinde düne gittiğimizde salonumuzdaki halıya kusmuştum, geri döndüğümüzde kusmuk hala oradaydı. Annem kulağımı koparırcasına kıvırmıştı.Tiz bir ses duydum ve etrafıma bakındım. Hiçbir şeyi seçemiyordum, karla kaplı devasa bir boşluğa bakıyor gibiydim. Sonra gözlerim yavaşça seçmeye başladı. Üzerinde durduğum şey bir cambaz ipiydi. Ama her nasılsa ben o kadar küçüktüm ve ayaklarım o kıl kadar ince ipte o kadar az yer kaplıyordu ki düşmüyordum.(Bu kısmı çift gidişli bir otoyolda duran karınca gibi hayal ederseniz daha rahat anlayabilirsiniz.) Bu makasla kesilemeyecek bir çizgiydi bu. Soluma baktım. Dünü gördüm. Bir film şeridi gibiydi, ama yerde ve bulanık görüntüsü ve su birikintisini andırıyordu. Elimi uzattım. Görünmez bir duvara çarptı. İzmirli ailenin bu koskoca ipe rahatça sığabileceğini düşünüp rahatladım birden. Zamanım daralıyordu. Zamanda sıkışmış biri olarak zamanımın daralmasını şu görünmez duvarların gitgide bana yaklaşması olarak hayal edip ürperdim. Bu sefer çizgi hizasında yürümeyi denedim ama belli bir yere kadar gitmeme izin veriliyordu. Okuduğum çizgi romanları düşündüm, bir şeyler yapmalıydım. Ben de çizgi romanlarda anlatılmaya değer bir macera yaşamalıydım. Cebimden makası çıkarıp üzerinde durduğum ipe doğru, gözümle belli bir nokta belirleyip, sapladım. Belli belirsiz su birikintisi gibi gördüğüm dün ve bugün birbirine geçmeye başladı. Ben heyecan içinde bu olayı izlerken, birden etraf yeniden bembeyaz oldu, Fikrilerin salonu göründü. Makası cebime koyarken düğmeye basmış olmalıydım. Arkadaşım ne yaptığımı sormadı bile, o merak etmezdi, istenileni yapardı (o da sadece kendisi de isterse).

Koşarak eve gittim ve odama kapandım. Çok geçmeden uyumuşum. Rüyamda beni anlatan bir çizgi romanı tüm çocukların kapışarak aldığı bir market gördüm. Kalan son çocuğa çizgi roman kalmadığında da hemen yanına gidip, çantamdan çıkardığım çizgi romanı ona uzatıyordum. Sabaha kadar uyumuşum. Kapıma vurulan yumruk sesleriyle uyandım.Babam memur beylerin anlattığı şeylerin gerçek olup olmadığını bana sorarken, üniformalı adamlar çoktan koltuk altlarımdan beni yakalayıp arabaya sürüklemeye başlamışlardı. Tahmin ettiğiniz gibi, yaptığım şey ortaya çıkmıştı. Olayın bu kadar büyüyeceğini tahmin bile edemezdim ama televizyonlarda benden “zaman casusu” diye söz etmeye başlamaları hoşuma gidiyordu. Davalarım 2 ay sürdü. Çocuk hapishanesinde 15 yıllık cezaya mahkûm edildim. Bir süper kahraman-zaman casusu-çocuk ninja neden ceza alırdı bunu anlayamıyordum. Ama hayatında en azından bir kere çok istediği şeyi başarmış her insan gibi, geceleri mutlu uyuyor ve her gece -çizgi romanı alamayan son çocuk- rüyamı görüyordum.İşin güzel yanı, yemek fişlerini kesme işini de ben almıştım. Doğru bir çizgiyi, soğuk ve keskin bir makasla takip et ve böl.Güzel zaman çizgisi yürüyüşleri dilerim sevgili

okur. Yolundan sapıp/yoluna saplama.

Page 20: Çizgili Draje  || Draje Dergi

20

‘the line between good and evil’ • Utku Atalay • http://utkuatalay.com

Page 21: Çizgili Draje  || Draje Dergi

21

‘the line between good and evil’ • Utku Atalay • http://utkuatalay.com

Page 22: Çizgili Draje  || Draje Dergi

22

Page 23: Çizgili Draje  || Draje Dergi

23Çİnİ atlaslarının sakİn ve sabırlı

İşÇİsİ:kenan Yarar

Söyleşi: Tayfun Bayrakçı • Görseller: Kenan Yarar Arşivi

Page 24: Çizgili Draje  || Draje Dergi

Draje: Öncelikle klasik soruyu birde biz soralım çizime nasıl başladınız? Çizime ilk başladığınız yıllarda sizi çizime iten en önemli şey neydi?Kenan Yarar: Herkesin eline kâğıdı kalemi ne zaman aldığı belli olmaz ama benim elime geçen ilk nesne 3 yaşındayken bir tebeşirdi ve hatırlıyorum mahallenin bütün yollarına farklı desenli seksekler çizerdim ve bütün mahalle ve yan mahalleden bütün çocuklar bu garip şekilli seksekleri bana çizdirirlerdi. O zamanlar bayağı insan mahalleden gelip geçerken bu çocuk ne acayip şeyler çiziyor şu bıcırığa bak dediklerini hatırlıyorum. Sonrası her görenin sizi ister istemez buna yönlendirdiği ve ittiği zamanlar sürekli oldu. Yani yeteneğinizi sizden önce herkes görüp o yola itiyor bu da büyük bir avantaj çocuk bile olsanız.

Draje: Yaptığınız iş dinamik bir hayal gücü gerektiriyor Kenan Yarar hayal gücünü neyle besler? Kenan Yarar: Hemen her şeyle diyeceğim ama bir elekten geçiriyorum. Benim bir hayata bakış açım, yorumlayışım, kendime göre bir ahlakım ve felsefem var. Aslında hayal gücümü asıl besleyen çizgim. Güzel çizdiğim sürece kafamda yeni kapılar açılabiliyor. Böylece arkasına sağlam bir bileği alan hayal gücüm istediği gibi at koşturuyor. Ana temalarım; insanın sersemliği, şehrin zehri, hayvan dünyası ve doğal hayat fantezileri üzerine.

Draje: Bu sıralar şu soruyla çok karşılaşıyorum. Psikoz serisi albüm olarak çıkacak mı? Yoğun bir talep olduğunu düşünüyorum. Böyle bir plan var mı acaba? Kenan Yarar: Tabii ki böyle bir plan var, bana kalsa bütün iyi çalışmalarımı birer albümde toplamam gerek, ama biraz zaman ve sabır

gerek. Gelecek ve çıkacak elbet.

Draje: Hilal karakterinizin sinemaya uyarlanması konusunda birkaç teklif aldığınızı ama bazı konularda tam bir uzlaşma sağlanamadığını biliyorduk. Kenan Yarar: Üç teklif aldım ama benim için tam kafama oturan bir sinema dili henüz oluşmadı onu perdede hiç düşünmemişim, beni bir hayli kasıyor, Hilal’i kanlı canlı bir başka kişinin canlandırıp karşıma dikileceği hissi bile kalpten gitmeme yeter de artar bile. Henüz kâğıdın dışına çıkmasına hazır değilim.

Draje: Çizgi roman ve sinemanın modern toplumdaki savaşını nasıl değerlendiriyorsunuz. Sizce çizgi roman bu savaştan yenik mi çıkacak? Kenan Yarar: Böyle bir savaş var ise şu an çizgi roman 1-0 önde. Sinema çizgi roman olmadan beslenemez eğer sorun bu ise çünkü modern toplum zaten bunun ikisinden de vazgeçemiyor ki, çizgi roman uyarlaması filmler çok tutuyor, onu böylesi farklı kılan da; yazılı bir eserde bunları yaratmak ile çizgili bir eserde yaratmanın çok farkı var, bu yüzden sinema dünyası bize muhtaç, biz ise ona o kadar değiliz...

Draje: Sizi dünyada ve Türkiye’de farklı kılan öykülerinizdeki melankolik hava ve kurgu biçiminiz. Öykülerinizi bulurken neler düşünürsünüz, nelerden etkilenir nasıl yöntemler izlersiniz?Kenan Yarar: Sadece yöntemimi söyleyeyim, zaten kopyalanamaz çünkü her yiğidin yoğurt yiyişi gibi her çizgi roman çizerinin de hikâye buluşu farklıdır. Genelde aklıma gelen takılan bütün öykü olabilecek şeyleri öyle ya da böyle bir kenara yazarım buna cep telefonunun mesaj kısmı da dâhil ki en çok

24Kenan Yarar hayal dünyamıza son on yıl içinde dâhil olan değerli

hayal emekçilerimizden biri... Çizgileriyle ilk tanıştığımız günlerden bugüne sık sık yarı kıskanç fısıltılarla kulağını çınlattığımız; pek

acayip şehir hikâyeleri, bazen tertemiz, bazen akıl karıştıran çizgileri ve elbette güzeller güzeli Hilal’le aklımızı alan takip

edilesi bir çizgi roman üstadı… Çizgili Draje için konuk etmek istediğimizde bizi kırmayan Kenan Yarar’la drajelerimizden Tayfun

Bayrakçı söyleşti. Bakalım neler konuştular…

Page 25: Çizgili Draje  || Draje Dergi

25

Page 26: Çizgili Draje  || Draje Dergi

26

oraya yazarım. Çünkü her an yanımdadır ve düzenli yazılabilir ve istenildiği zaman yine yanındadır açılıp bakılabilir. Bu küçük notlarım benim küçük tohumlarım gibidir. Aylar önce oraya attığım tohum olacak küçük öykü donesi, aylar sonra okuduğumda tamamen tamamlanmış veya ilham verici bir şekilde öyküye dönüşmüş veya dönüşmeye hazır olabilir. Bunlar gibi onlarca küçük kelime, notlar notlar notlar…

Draje: Tüm dünyada çizgi roman karikatürün önündedir yurtdışında Marvel, DC Comics gibi firmalar çok iyi kazançlarla çok fazlaca dergi çıkartıyorlar. Ülkemizdeyse durum tam tersi karikatürün çizgi roman’ı ezen bir pazarı var bunu neye bağlıyorsunuz? Kenan Yarar: Aslında bunu daha çok mizahın Türkiye’de daha iyi gittiğini düşündüğüme bağlasam da artık drama da bir hayli yaygın… Özellikle sinemada dram filmi ile mizah at başı gidiyor. Ama korku ile fantezi ise yerlerde sürünüyor yani bizim toprağımızda tüketilebilen bir yapısı yok korku ve fantezi sinemasının ama nedense yurt dışından alırken korku ve fantezi bizim için vazgeçilmez. Kendimizden bekleyemiyoruz onları. Bu yüzden çizgi roman da korku ve dram ve ayrıca fantezi ile beslendiğinden ancak mizah dergilerinin arasında güzel

gidiyor galiba. Ama bir de çizgi romancıların hala kendi dergileri yok, yani mizah dergisi adı üzerinde çizgi roman dergisi değil. Bu da gelişmeyi ve çoğalmayı engelleyen bir şey.

Draje: Yurt dışında çizmeyi hiç düşündünüz mü? Ya da teklif aldınız mı? Kenan Yarar: Tabii ki düşündüm ama burada çizmeyi seçenlerdenim. Kendi ülkem. Üstelik bunu Sezen Aksu’ya, Orhan Kemal’e, Cem Karaca’ya da sormamak gerek. Niye ki? Bu ülkenin sanatçıları niye yurt dışında üretsinler ki? Burada kim yazacak çizecek sonra? Yurt dışından burada beğendiklerini alsınlar isteyenler. “Yurt dışında çizsene” dediklerinde kendimi sürgüne yolluyorlar gibi hissediyorum. “Neyim batıyo ki” diyorum kendi kendime... Yurt dışında çizersen buraya faydası ne? Orada çizersem oradakilere çizerim, orada kazanır orada harcarım, bunun neresi faydalı buraya? Teklife gelince. Daha evvel aldım ama Super Hero tarzı kahramanlar bana hiç keyifli gelmedi...

Draje: Yurt dışında takip ettiğiniz bir çizgi roman serisi var mı? En başarılı çizgi roman sizce hangisidir. Kenan Yarar: İnternet sağ olsun hemen hemen bütün çizgi roman çalışmalarını öyle ya da böyle bulup izlerim. En başarılı

Benim bir hayata bakış açım, yorumlayışım, kendime göre bir ahlakım ve felsefem var. Aslında hayal gücümü asıl besleyen çizgim. Güzel çizdiğim sürece kafamda yeni kapılar açılabiliyor. Böylece arkasına sağlam bir bileği alan hayal gücüm istediği gibi at koşturuyor.okuttum.

Page 27: Çizgili Draje  || Draje Dergi

27

diye bir şey yok birbirinden mükemmel işler, olağanüstü bir sektör almış başını gidiyor. Hepsi güzel.

Draje: Çizgi’den kalan boş vakitlerinizde neler yapıyorsunuz vaktinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Kenan Yarar: Sinema, çizgi roman, çizgi film, özel hayat, spor, genelde ev hayatı… Şehri çekilir bulmuyorum.

Draje: En beğendiğiniz çizgi roman ve karikatür çizerleri?Kenan Yarar: Yabancılarda sayamayacağım çünkü o kadar çok ki, birçok isim var ve sonu yok bana göre ama ülkemde o kadar sayısı az ki saymaktan onur duyarım o isimleri. Kemal Aratan, Suat Gönülay, Nuri Kurtcebe, Galip Tekin, Ersin Karabulut ve daha daha bi sürü isim çok sevdiğim başarılı isimler...

Draje:En beğendiğiniz kitap ve yazarlar? Kenan Yarar: Bunun da sonu yok, daha çok kısa öyküler severim ve psikolojik kitaplar. Roman bana göre değil.

Draje: Gelecekte sizin yerinizi alacak genç ve çok yetenekli biri şuan bu satırları okuyor ona ne söylemek istersiniz? Kenan Yarar: Zor bir iş, yetenek ve bilek ve ardından da bol sabır ile şansın sizi kovalaması gerek ya da siz onu kovalarsınız bütün bunlar elinizdeyken. Ama güzel iş, keyifli iş birçok işe değişmem işimi.

http://www.kenanyarar.com/

“Yurt dışında çizsene” dediklerinde kendimi sürgüne yolluyorlar gibi hissediyorum. “Neyim batıyo ki” diyorum kendi kendime... Yurt dışında çizersen buraya faydası ne? Orada çizersem oradakilere çizerim, orada kazanır orada harcarım, bunun neresi faydalı buraya?

Page 28: Çizgili Draje  || Draje Dergi

28

“ Uygarlık Çizgisi”Fotoğraf: Alican Erkol • [email protected]

Page 29: Çizgili Draje  || Draje Dergi

29

“ Uygarlık Çizgisi”Fotoğraf: Alican Erkol • [email protected]

Page 30: Çizgili Draje  || Draje Dergi

30

VİYOLAKayalıkların az ilerisindeki su birikintisine

doğru ilerlerdi Usuki, beyaz üzerine mavi çizgili çoraplarından biri

durmadan bacağından aşağı kayıyor, sivrisineklere taze ve lezzetli kanından tatmaları için adeta bir davet sunuyordu…

Dalgalı kızıl saçları ve derin bakışlarını

babasından, minik burnunu annesinin almaktaydı belli ki. Alman çatışmasında ölen babasının tek oğluydu ve yıllardır annesinin yeni kocası ile birlikte bu köyde yaşıyordu...Elindeki bavulu çocukluğundan beri yatağının altında saklar, içine kimseye göstermeden yediği meyvelerin tohumlarını koyar, ileride büyük bir meyve çiftliğinin sahibi olup annesini

Yazı ve Fotoğraf: Elmas Şölenkır

Page 31: Çizgili Draje  || Draje Dergi

31yanına alacağına ve o adamın yanından sonsuza dek gideceklerine inanırdı… Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Zavallı annesinin durumu ağırlaşmış Usuki de 17 yaşına gelmişti. Babası el ayaktan kesilmiş sundurmada kestirirken o her şeyden habersiz odunları kesiyordu...

Uzakta görünen dağın tepesinden çıkan koyu gri dumanlar bütün gökyüzünü kaplamıştı. Birliklerin suretleri kendini dik yamaçlardan gösterdiği vakit öten boruyla tüm halk paniğe

kapıldı, pencereler kilitlendi, camlar kapandı, kapılar sürgülendi. Annelerin göz yaşları toprağı ıslattıkça titredi yerler ve toynakları sürüdü atların uzun yollar boyunca, tüm heybetiyle siyah aylar sardı kale kapılarını, intikamın kesik nefesi ile doldu ciğerler, kan gölleri ve ateşler bir medeniyetin çöküşünü izledi…

Şibumi kenti, çanların tınısını duydu boş sokaklarında, rüzgâr eserken ağaç kavuklarının boş uğultusu tüm barışı sonsuza dek uzak yerlere dağıttı, yeryüzünde esiri olunan nefretin imparatorluğu başladı kahverengi topraklarda...

Sahip olduğu tek şeyi, tahta bavulunu da alarak sessizce eşikten atladı, içinde, göğsünün üzerindeki baskıdan ter içinde kalmıştı, eliyle alnını kuruladı, dışarıdaki kargaşadan yararlanarak bir motosiklet bulup köyden uzaklaştı. Hava kararmıştı, motosikletin farları yolu aydınlatıyor, altından kayan çizgiler onu bir tür bilinmezliğe sürüklüyor ve başını döndürüyordu, sanki sonsuzluğa gittiği hissine kapılıyordu, rüzgâr gittikçe kuvvetleniyor, delik cebinden içeri dolarak tüm vücudunun titremesine yol açıyordu. Aklını dağıtmak için yeni bir köy aramak üzere toprak yola saptı, ilerideki köyün ışıklarını görür gibi oldu, yavaşladı ve geriye baktı. Doğduğu, büyüdüğü tüm köy yanıyordu,birlikler tüm kadınları bir araya topluyor erkekleri köle yapıyor çocuklardan ise sadece erkek olanları alıyor geri kalanını evlerin içine hapsederek yakıyordu. Bunca işkencenin arasında büyük bir gürültü koptu, Pompei’nin tanrısı Kalkados nefretini kusmak için bundan daha uygun bir an bulamazdı. Dedesinin anlattığı efsaneye göre Kalkados’un birliklerini yok edecek atlı süvarilerin bu dünyaya geçebilmesi için gökyüzü kapısının anka kuşunun kanatları arasında duran anahtar aracılığı ile açılması gerekiyordu.

Bunu yapabilecek tek kişi motosikletin hasır sepetinin içine koyulmuş bebekti… Theador…Usaki bunlardan habersiz Vheraki köyüne doğru sürüyordu...

Page 32: Çizgili Draje  || Draje Dergi

32

Page 33: Çizgili Draje  || Draje Dergi

33

Page 34: Çizgili Draje  || Draje Dergi

34

Page 35: Çizgili Draje  || Draje Dergi

37

Page 36: Çizgili Draje  || Draje Dergi

36

“Bay İblis”Çizgi Hikâye: Onur Ünder • [email protected]

Page 37: Çizgili Draje  || Draje Dergi

ŞARKİYAT SINIRI

Çizgi bir karakter uzantısı ve de zamanın içerisinde kaybolan bir sınır, muhalefete uzlaşmaz, olumsuza eleştiri ile seyrelen

bürokratik bir düzlem. Kâinatın bir ucundan diğer eklemlerine uzanan tüm önceden kararlaştırılmış renkler ve inançlarla çizgilerin zamanı ve zamanın çizgileri bilhassa tüm var olanlardan farklı. Bahsi geçen kronik kategorize sorunsalına tıkanıp kalmış renkler, insanlar, melodiler, ideolojiler, kuramlar, terminolojiler ve ışıkların arasında yüzyıllar boyu birikmiş, harcanılmış, yerlerde sürünmüş sonrasında “puslu kıtalar atlası”ndaki gibi şarkiyatlarında, mektuplarda boğulmuş. Denizlerin, kıtaların, atlasların değil her zaman çizgililer ve çizgiler insana özgü olan insanların kişisel yüzeysel tercihleriyle renklenebilen ya da kararmış çizgiler genetik, tarihi, evrimsel ve çevresel süreçlerden ilham aldığı çizgili ütopyada hayat bulmuş. İnsan kendini kara defterler ardında dalgalarda arar bulmuş. Kuşaklar ve yaşam mücadelesi farkıyla, çizgiler mutlu etmiş, eleştirilirken demoralize etmiş fakat temelinde çizgiliymiş. Belirli sınırsal farklılıklarla ortaya atılmış. Gözlemlerle tartışılan, içselleştirilen her ne olmuşa kabullenilmemiş. Çoğul demokrasi sorunsalı çizgiler ve ideolojilerin barındırdığı hayali ve resmedilmiş durumlarla çizgiler karşımıza çıkıyor yine. Bir bireyin kendine özgü olan karakteri zihnindeki çizgiler, yüzündeki kırışıklıklar, yara izleri ve bu çizgilerin temelinde toplumsal açıdan sınıfsal durumuyla ilişkili olan potansiyeli ayrıcalık ve farkındalıklarla ilişkilidir. İnsan her koşulda eleştirirken ayrıcalıklı olduğu ve olmadığı için cezalarını yazar kâğıtlara, rüyalarına ve belirlediği koşullarda insan çizgisini çeker. Çizgi kavram olarak, tüm

gelmiş geçmiş zamanlardan bu yana insanı, doğayı ve tüm kainatı, evreni kaplayan canlıların karşısına çıkıyor. Peki, insan çizgilerin arasında, üzerinde dolanırken nasıl yaşamalı? Bahsi geçen çizgileri tutabilse insan hangi noktada tıkanabilir ve hangi noktaya kadar tükenircesine dilim dilim parçalanabilen ve yolları tıkayan, açan çizgilerde kendi sınırlarını keşfedebilir? Dinleme ve kullanma ile ancak gözlemleyebilir insan ve de en keskin çizgi ancak sınırlarla çizilebilir. Çizgiler bakış açısıyla anlaşılmazsa eğer zamanı tutmaya çalışan kafası var olduğundan bu yana karışık olan insan kendinin yarattığı sınırlar ve çizgiler arasında hayat sadece görebilen gözlerden ibaret. Olgunluk düzeyinde zihnimizde canlanan, resim hafızalarımıza eklenen her nokta daimi birikim, zamanın dinlenebilmesi ile şarkiyat sınırı çizgilerde insanın kördüğümü olan sınıfını ağırlıklarla belirliyor.

Yazı: Çağla Elektrikçi • İllüstrasyon: Dumrul

37

Page 38: Çizgili Draje  || Draje Dergi

38

Page 39: Çizgili Draje  || Draje Dergi

39

Söyleşi: Banu S. Alpençe • Çizgi ve Fotoğraflar: Rodeo Arşivi

MURAT MIHÇIOĞLU İLE

ÇİZGİ EDEBİYAT ÜZERİNE

Tüm Draje okurlarına merhaba! Ben Ortaokul sonrasında ailesiyle ABD’ye taşınmış bir sanatçıyım (veya sanatçı adayı). Grafik Sanatlar

alanında eğitimimi de, üniversite yıllarımda ABD’de aldım. 2010 yılında Museum of Comic and Cartoon Art tarafından düzenlenen MoCCA Festivali’nde, Türkiye’den katılmış tek kuruluş olan Studio

Rodeo standında Murat Mıhçıoğlu ile sürpriz biçimde tanıştık. Yüksek lisansımla da bağlantılı bir çalışmada kullanılmak üzere

bilgiler toplamak, grafik sanatlar (özellikle çizgi roman) konusunda ABD ile Türkiye arasında kıyaslar ve iletişimler nedir gibi veriler edinmek istiyordum. MoCCA sırasında zaman bulamadığımız

uzunca bir röportajı, Mıhçıoğlu’nun Mart 2011’deki başka bir ABD ziyaretinde yapmak imkânı bulduk. Çalışmam için gerekenlerin ötesinde bilgiler, yorumlar da vardı tabii tüm röportajda. Draje

Dergi’nin çizgiye özel bir sayı yaptığını öğrendiğimde, benim katkım olarak o röportajı geniş geniş kullanmak olur mu diye düşündüm.

Eğitimimin uzunca bir dönemi halen yaşadığım ABD’de geçtiği için, bazı sorularımda yabancı kalmışlık sezebilirsiniz. Bu doğrudur. Zaten o yabancılığı gidermek için sorduğum şeyler de var. Beni

en çok ilgilendiren şeyler de grafik sanat olanaklarının bu iki ülke arasındaki kıyaslaması olduğu için, konuşmada ağırlık oralara

kaydı. Ama umuyorum ki çizgi ile ilgilenen herkese hitap edecek şeyler de çıkacaktır.

Page 40: Çizgili Draje  || Draje Dergi

40

Draje: Öncelikle, MoCCA’ya Studio Rodeo olarak stand açıp katılmanızdan başlayalım. Bu ihtiyaç nereden doğdu? Sonuçlarından memnun musunuz? Başka ülkelerle de çizgi roman konulu iletişiminiz oluyor mu, sadece ABD mi?Murat Mıhçıoğlu: Studio Rodeo, sadece farklı ülkelere yönelik çalışmalar yapabilmek üzere değil, aynı zamanda dünyanın her köşesinden yeteneği bünyesine alabilmek üzere kurulmuş bir yapı. Yani, sadece çalışmalarımızı değerlendirebilecek yayıncıları değil, birlikte çalışabileceğimiz insanları da MoCCA benzeri ortamlarda tanıma fırsatımız oluyor... Bu çok teknik bir açıklama oldu aslında, şöyle diyelim: İçinde çizgisel coşkunun olduğu her ortam, heyecan verici bir deneyim oluyor...

“Angoulême, ana akım çizgi edebiyat ile deneysel, aykırı çalışmaların dengede

durduğu, tüm bir şehri kapsamasıyla göze çarpan bir festival.”

Page 41: Çizgili Draje  || Draje Dergi

41

Tuzumuz kuru da olsaydı, yapacağımız çalışmaların takvimi dolmuş da olsaydı, yine katılmak isterdik. Hoş sürprizler oluyor öyle yerlerde, festival alanlarında. Beklenilen şey bazen olmuyor da, beklenilmeyen şey hep oluyor... Türkiye’den gelmiş, ABD’de çalışan arkadaşlarla tanıştık konuştuk, ki bu da bir şey... Ama tabii geçen yılın MoCCA etkinliğine özel ve çok net sonuçlar da oldu. İki somut projeye, o etkinlikte stand açmamız sayesinde giriştik. Ki bunlardan biri, Zombie Bomb antoloji serisine katılımımızdır. Diğerinin sonuçları biraz daha geç alınacağı için, onu şimdilik söylemeyeyim...

Draje: Diğer ülkeler peki?Murat Mıhçıoğlu: Evet, onu cevaplamayı unuttum: Studio Rodeo olarak, farklı ülkelerdeki çizgi roman etkinliklerine katılıyoruz. Stand açma imkânımız olmasa da, bu ortamlardaki çok-kültürlü hareketlilik tam aradığımız şey. En çok Angoulême’e katıldık. 2008’de ziyaretçi olarak gitmiştim, sonrasındaki üç yıl boyunca profesyonel katılımcı olarak. Hırvatistan, Kosova ve Cezayir’de de Türkiye adına katıldığımız

festivaller oldu. ABD’de ise, daha önce New York Comic Con olmuştu.

Draje: Angoulême Festivali ile ABD’deki festivalleri karşılaştırabilir misiniz? Bunu özellikle soruyorum, çünkü benim buradaki çevremde Angoulême çok kutsanan, çok efsanevi olarak anlatılan bir yer. Yani Amerikalı grafik sanatçılar, buradaki çizgi roman olaylarının, yani festivallerin, Angoulême gibi olmadığına çok eminler. Bu doğru mu? İkisini de yaşamış biri olarak yorumunuzu merak ediyorum.Murat Mıhçıoğlu: Şimdi, aslında ABD her anlamda büyüklüğün, kalabalığın, ihtişamın önde gittiği bir ülke. Çizgi roman etkinlikleri anlamında öyle olmadığını söylemek, yanlış olur. Ama şunu diyebilirim ki, Amerika’da “ana akım” şeylere gösterilen ilgi, Avrupa’da, özellikle Fransa’da, “aykırı” ve “deneysel” şeylere de gösteriliyor. Angoulême, bunların dengede durduğu bir festival. Tüm bir kente yayılmış olan bir etkinlik bir sefer ki bu çok anlamlı ve önemli bence. Çizgi romana ilginin öyle elitist veya fanatiklere has bir şey değil de, geniş tabanlı bir kültür olayı olduğunun çok açık göstergesi bu. Daha

“Aslında, gerçek ve özgün bir çizgi roman kültüründen ziyade, gerçek ve özgün olan kültürlerin anakronik bir potpurisi var Türkiye’de.”

Page 42: Çizgili Draje  || Draje Dergi

42net bir cevap vermek için şöyle diyeyim: New York Comic Con kadar ticari odaklı değil Angoulême; taşıdığı ruh itibarıyla daha çok MoCCA’ya yakın... Ama Fransız ulusal medyasında getirdiği sesle olsun, hacmiyle olsun, Comic Con’lardan de öte bir şey. Öyle bakınca, evet, Amerikan sistemi içinde fazla deneysel görülen sanatçıların daha vitrinde olabileceği bir yer tabii. Zaten var öyleleri, yani ABD’de hak ettiği ilgiyi görmeyip de Avrupa’da, Angoulême veya benzeri ortamların da yardımıyla dikkat çekenler.

Draje: Peki, Türkiye’de çizgi romana ilgi ne durumda?Murat Mıhçıoğlu: Şimdi, hemen bu örneklerin ardından Türkiye deyince, damdan düşmüş gibi olabiliriz. Yani net bir uçurum var. Fransa ya da ABD gibi yaratıcılık odaklı, eser verme odaklı bir çizgi roman kültürü değil Türkiye’deki. Daha ziyade, dünyanın başka yerlerindeki sistemler, atmosferler içinde ortaya çıkmış şeylerin okunup algılanmasıyla sınırlı. Yani aslında, gerçek ve özgün bir çizgi roman kültüründen ziyade, gerçek ve özgün olan çizgi roman kültürlerinin anakronik bir potpurisi var Türkiye’de. En azından şimdilik, mizah harici kulvarlarda durum böyle.

Draje: Bunu açalım bence... Yaratıcılık odaklı olmayan kültürden kastınız nedir?Murat Mıhçıoğlu: Farklı sözcüklerle de olsa, defalarca aldığımız bir soru bu. Şöyle anlatayım: Türkiye’de haftalık mizah dergileri

var. Ki bunlardan birinin, Uykusuz’un iyi bir takipçisi sayılırım ben de. Bu yayınlarda, kimisi sıcağı sıcağına ele alınan konuların, farklı sanatçılar tarafından yorumlanması durumu var... Daha ziyade karikatür üzerinden, yeni ifade arayışları var... Herhangi bir çizerin değişim veya gelişim sürecini, iç dünyasını dışa taşıma yöntemlerini falan, o kişinin yaratıcı sürecine paralel biçimde izlemek mümkün. Umut Sarıkaya veya Anıl Duman çok enteresan adamlar mesela, onların dünyalarına girebilmek güzel. Ve daha güzeli, o dünyaların, o tarzların oluşma süreçlerine paralel bir biçimde, sıcağı sıcağına okuyabilmek o dergiyi...

Draje: Ama mizah dışındaki alanlarda o sıcak etkileşim yok diyorsunuz?Murat Mıhçıoğlu: Yok gibi. Çok cılız yani... Benim Amerikan çizgi romanlarını orijinallerinden takip etmeye başladığım dönemde, yani ilk yıllarda, ta 1980’lerden bahsediyorum, abonelik falan gibi şeylere girme durumum ilk etapta olmamıştı. Öyle total bir para yok, olsa da nasıl gönderilir

“Çizgi edebiyatın serpilip gelişmesinde, okur ile yaratıcı arasındaki zamandaşlık

ilişkisi önemlidir. Ve bu tür iletişim, Türkiye’de bugün sadece mizah dergileri

kanalıyla yakalanabilen bir şey.”

Page 43: Çizgili Draje  || Draje Dergi

43

bilmiyorum falan, Kayseri’de ortaokul öğrencisiyim falan... Acayip ve dolaylı kanallardan da olsa, bir paralel takip imkânı buluyordum ama: İncirlik üssüne dağıtımı yapılmış çizgi romanlardan satmayanlar, iadesini geri ABD’ye yollamak çok masraflı olacağı için, kapaklarının üstü kesilerek imha edilmiş sayılıyordu, o yarım kapaklı dergileri de Adana’da Boşboşçular Çarşısı diye bir yer vardı, belki hâlâ vardır, oradaki dükkânlar alır satardı, Ankara’ya falan da çokça oradan giderdi sanırım. Ben Kayseri’deydim, gidip gelebildiğim en gelişkin şehir Ankara’ydı... Yıpranmamış, temiz temiz çizgi roman alma olayı ise şöyleydi: Amerikan Neşriyat Bürosu diye bir yer vardı, büyük şehirlerdeki belirli kitapçılara bu yayınları (Marvel, DC aylık dergileri) birkaç ay gecikmeli olarak dağıtırdı, ben de Ankara’ya gittikçe oralardan alırdım. John Byrne’ün Fantastic Four’larını, en iyi ihtimalle 4 ay geriden, ama çoğu kez de bir yıl kadar geriden takip edebiliyordum. Yani, aksamalı ve zor da olsa, yaratım sürecine paralel bir okuma, keyif alma ve biriktirme olanağı mümkündü. Amerika’daki okur, çizgi romanların hazırlanmasını takip eden ortalama bir-iki ay içinde okumuş oluyordu maceraları, çünkü dergiler aylıktı, ben ise daha geriden ve düzensiz, ama yine olayın sıcaklığından kopmadan okuyabiliyordum... Şimdi, bir periyod dâhilinde veya değil, yaratıcılar ile okurların nesildaş olabilmesi, aynı zaman dilimi içinde buluşabilmesi, önemli bir şey. Bunun yarattığı bir duygu var. Ve bu, Türkiye’de bugün sadece

mizah dergileri kanalıyla yakalanabilen bir duygu... Macera çizgi romanları için, geçmişte, Tarkan, Karaoğlan ve benzeri kılıçlı kahramanların gazete ve dergiler aracılığıyla popüler olduğu dönemde yaşanmış bir şey...

Draje: Yani Türkiye’de macera çizgi romanları konusunda, dış kaynaklı oldukları için mi, böyle bir duygu yaşanamıyor?Murat Mıhçıoğlu: Yoo, aslında gerçek ve özgün bir çizgi roman kültürü yaşanıyor olsa, yani öyle bir temel kulvar açık olsa, buna eklemlenecek dış kaynaklı eseri de o tür bir sıcaklık duygusu ile sahiplenip okumak geniş kitleler için mümkün olabilir. Mesele şu ki, Türkiye’de bu tür içeriğin okuru, çok büyük ekseriyetle, yaratıcının doğrudan hitap ettiği okur değil. Yani, X çizgi roman İtalya’da çıkıyor olsa, oradaki yayının 3 ay gerisinden Türkiye’deki yayını yapılıyor olsa, İtalya’da 20.000 kişi okurken Türkiye’de de 5.000 kişi okuyor olsa, o çizgi romanın var olmayı sürdürmesinde Türkiye’de gördüğü ilgi de etken olurdu... İşte öyle bir durumda, bir zamandaşlık ilişkisi, bir ortam paylaşımı, yaratım süreci ile okur olma durumunun birbirine (mizah dergileri örneğindeki gibi) bağlanması söz konusu olur. Fakat Türkiye’de çeviri olarak yayınlanan çalışmalar için de böyle bir reel durum yok...

Draje: Peki, macera, korku, bilim-kurgu türlerde orijinal işler yapmak açısından Studio Rodeo’nun bir istisna olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani, bu bahsettiğiniz zamandaşlığı o

Page 44: Çizgili Draje  || Draje Dergi

44türde yakalamak adına... Ben Zombistan’ı okuduğumda, açıkçası, biraz da ülke hasreti gibi şeyler hissettim. Olayların İstanbul’un bugününde geçtiğini, benim ayrılışımdan sonraki bir Türkiye’yle alakalı olduğunu da...Murat Mıhçıoğlu: Eh, öyleyse ne mutlu bize diyelim. Cem Özüduru’nun o çalışması, tamamlanmasını takip eden aylar içinde yayına hazırlandı ve özgün dilinde, yani Türkçe olarak çıktı. Evet, macera çizgi romanlarında eksikliğinden dem vurduğum

o bağı var edecek şeyler tam da bunlar zaten... Rodeo Strip isimli dergimizi yayınladığımız süreç boyunca da, o zamandaşlık hissi en önemli ateşleyicimizdi... Hatta, orada daha sıcağı sıcağına bir yansıma olduğu için, çizgi roman kültürü ile böyle bir sıcak iletişim üzerinden tanışmış kişiler oldu. Şimdilerde albümlerimizi takip eden okurların büyük bölümünü onlar oluşturuyor zaten. İçlerinde sıkça yazıştıklarımız da var.

Draje: Araya girip söyleyeyim… Benim Türkiye’den ayrılmamın hemen arkasından çıkmıştı Rodeo Strip. İlk yıllarımda burada internetten görürdüm yeni sayıları çıktı diye, ama geçen yıl MoCCA’da sizden birkaç tanesini alana kadar derginin kendisini görmemiştim. Türkiye’ye gittiğim dönemlerde bayilerde yoktular artık. Murat Mıhçıoğlu: Evet. Derginin yayını sırasında ve sonrasında paket olarak tekrar dağıtımları da yapıldı gerçi, ama en son 2007’de falan bayilerde bulunuyordu.

Draje: Türkiye’deki çizgi roman kültürüne dönelim: Bu yaratıcılık odaklı olmama durumu, veya bence aslında, “zamansız olma durumu” dışında neler söylenebilir? Olumlu tarafları da olan bir çizgi roman kültürü mü?Murat Mıhçıoğlu: Olumlu tarafı, aslında olumsuz tarafının içinden çıkıyor: Kendi özgün dinamikleri hiç olmamış, olsa da kurumsal düzeye taşınmayıp bireysel ve cılız kalmış bir kültür olduğu için, çok farklı ülkelerin çizgi romanları Türkiye’de neredeyse eşit ağırlıkta bilinir ve sevilir. Bu güzel bir şey... Ama tabii, çizgi roman dışı disiplinlerle de beslenmiş bir merak yoksa… Edebi ve sanatsal hedeflere dair yayıncılık anlayışları yoksa... Yani, özgün çizgi romanların var olmasına zemin hazırlayacak bir şekilde değerlendirilmiyorsa bu ortam, o zaman hiçbir şey olmuyor... Kendine özgü bir döngü var Türkiye’de ve o döngüyü kıracak güce sahip medya kuruluşları da yazık ki çizgi roman yapmak

“Ergün Gündüz’le birlikte yarattığım Efsun’un haklarını, başka bir firmaya devretmek durumunda kaldım. Oranın planlarına endeksli yani. Geliştirip tamamlama fırsatı bulmamız halinde, ses getirecektir.”

Page 45: Çizgili Draje  || Draje Dergi

45

isteğindeki insanlara çok mesafeli.

Draje: Nasıl bir döngü?Murat Mıhçıoğlu: Tanımlaması kolay değil... Herhalde en sağlıklısı, kendi yayıncılık deneyimlerim üzerinden gitmektir. Daha öznel bir bakışla, daha iyi açıklarım diye düşünüyorum: 2003’te Rodeo’yu kurmamızın öncesinde, zaten uzun yıllardır yayıncılık dünyasının içindeydim. Şimdi, bir yayıncılık oluşumuna, bunun bin türlü angaryasına ve belasına ne diye girer insan? Elbette ki olayı özgün bir biçimde ele almak, ileri noktalara taşımak için. Yani, eğer çizgi roman söz konusu ise, bu alanda yayıncılığa girmenin mantığı da bir açılım yaratmak, özgün bir şeyler yapmak olmalı... Kendimiz böyle düşündüğümüz için, herkes de böyle düşünüyordur gibi algılıyorduk... O sıralar, yani 2000’lerin başında, çizgi romana yönelmekte olan bir ilgi de vardı. Doğrudan yaratıcı süreçleri körükleyecek türden bir şey değildi belki. Daha ziyade, çizgi roman fetişizmi üzerinden giden, işte koleksiyonuydu, nostaljisiydi gibi şeylerle, yan unsurlarla gündeme düşen bir ilgiydi. Ama elbette, orasından tutularak da olsa, taze, gerçek ve özgün bir çizgi roman kültürüne doğru sürüklenebilecek bir ortamdı. Biz Rodeo’yu kurduğumuz yıl, sinema dergisi Altyazı’nın eki olarak Strip isminde bir yayını hazırlamaya başladık. Çeşitli anlamlarda pilot bir yayın oldu bu. 2004 Ekim’inde ise, tekâmül etmiş Rodeo Strip dergisinin ilk sayısını Türkiye standartları için yüksek baskı adetleriyle

çıkardık. İçeriğinin en az yarısı özgün çizgi romanlardan oluşacak ve yaşanacak süreçte yeni yaratıcı isimlerin parlamasına vesile olacak bir dergi olarak projelendirdik Rodeo Strip’i. Bu fırsatı iyi değerlendirebilenler için böyle de oldu zaten... Ama işte, öyle bir hedefi tek başına belirlemek, tek çiçekle baharı getirmeye çalışmak gibi oluyor. Bu bir ortam meselesi... Ve yazık ki Türkiye’de çizgi romana yönelik her ilgi, bir noktadan sonra işin kolayına kaçılmasına, hatta fırsatçılığa dönüşüyor... Önemli bölümü tekrar baskılardan oluşan bir çeviri eser pompalanması söz konusu oluyor... Biz Rodeo Strip’i çıkartırken, en başlarda, Resimli Roman diye de bir dergi çıkıyordu. Galip Tekin, Ergün Gündüz gibi isimler vardı orada... Bayide her ikisini de görmekten heyecanlandığımı, mutlu olduğumu çok net söyleyebilirim. Çünkü iki derginin bulunması, aralarındaki anlayış farkını daha netleştirip, kimliklerini daha iyi tanımlardı okur gözünde. Dahası, bir rekabet hissi olurdu, bir kıyas imkânı çıkardı insanlara falan... Sadece 3 sayı çıktı yazık ki o dergi.

Draje: Yani Rodeo Strip bayilerde yalnız mı kaldı?Murat Mıhçıoğlu: Yalnız kaldı da denilebilir ama gerçek bir yalnızlık olsaydı, o aslında avantajlı da bir şey olabilirdi. Yalnızdan ziyade, “hayal gücü ithalatı” ile türemiş yayınlar arasında “tanımsız” kaldı... Yani, nasıl ki gündelik mizahın yaygın mecrası olarak haftalık ve aylık mizah dergileri varsa, işte macera, bilim-kurgu, korku gibi türleri kucaklayan çizgi edebiyatın da böyle özgün kulvarları var gibi bir algı oluşabilirdi; bu olaylarla yeni tanışan nesillerin çizgi roman kavrayışı bunun üzerinden kurulabilirdi... Yani, başka bir aylık çizgi roman dergisi çıkıyor olsa, onunla rekabet etmenin falan da bir keyfi olur, bayideki yerleri tanımlı olur ve saire... Ama özgün içerik hedefli bir yayın Türkiye’de, yani içinde doğduğu ülkede, Amerika ve Avrupa kaynaklı çeviri çizgi romanlarla rekabet eder duruma düşüyorsa, onların sayıca ezici varlığıyla tanımlı bir kültüre yandan iliştirilmiş gibi duruyorsa, o zaman ne anladık ki bundan? Özgün bir yayın, çıktığı ülkeden aldığı sıcak tepkiye dayalı olarak ayakta kalır... Her biri birkaç yüz satarak idare edebilen onlarca çeviri yayının

Page 46: Çizgili Draje  || Draje Dergi

46arasında kaynarsa, ne okurlar onu kafasında tam konumlandırabilir, ne de dergi, ihtiyaç duyacağı on binlerce satışı yakalayacak fırsatı bulabilir...

Draje: Ama çeviri yayınların çıkmasını başlı başına bir problem olarak görülemez sanırım?Murat Mıhçıoğlu: Hayır, elbette... Neyin ne olduğunun konumlanmasından bahsediyorum... Ülkenin kendi dinamikleri içinden çıkan bir çizgi roman algısı yoksa, bir nevi hayal gücü ithalatı yapılarak ayakta tutulan şey de “gerçek” bir çizgi roman kültürü olmuyor, olamaz... Olabilecekse bile, olmasın... Öyle bir zemin üzerinden yükselmesin bu olaylar... Önce kendi dinamikleri işlesin Türkiye’nin ki, çizgi romanla kurulan ilişki bir “bağımlılık” halini almasın... Bak şöyle bir alternatif gerçeklik düşünelim: Amerikan MAD dâhil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinden mizah yayınlarının çevirileri çıkıyor olsaydı Türkiye’de, böyle onlarca dergi alınıp okunsaydı, ama Uykusuz, Penguen, Leman gibi özgün dergiler sadece bir-iki sayı çıkıp sonrasında yok olan alternatif şeyler, nadide eserler gibi kalsaydı, o durumda Türk karikatürü, Türk çizgi mizahı gibi kavramlardan bahsedebilir miydik? Bugün var olan gibi özgün ve dinamik, kendi koşullarına göre serpilip boy atmış bir mizah dergiciliği olur muydu?

Draje: Olamazdı tabii...Murat Mıhçıoğlu: Aynı şey işte. Alışmış olduğu durum, insanın kafasında bir norm oluşturuyor. Yazık ki günümüz Türkiyesi için normal olan da, çizgi mizahın yerel, taze, tanıdık olması; çizgi edebiyatın daha kuvvetli kollarının, yani macera, korku, bilim-kurgu, fantastik gibi türlerin ise, komşuda pişip bize de düşen şeyler olması.

Draje: Evet, bu son örnekle ne demek istediğinizi çok daha net anladım diyebilirim. Ama bu biraz da insanların beklentisiyle ilgili bir şey değil mi? Yani, belki bugünün Türk insanına klasik tarzdaki macera çizgi romanları çekici gelmiyordur?Murat Mıhçıoğlu: Yoo, buna hiç katılmıyorum. Popüler kültür, erken yaşlarda alışılan şeylerle, kimi zaman da yaygın medyanın dayatmalarıyla gayet alakalı biçimde serpilip

Page 47: Çizgili Draje  || Draje Dergi

47

gelişir. Toplumun geneli, belirli akıntılara doğru yönlendirilir yani... Sonra istisnalar ve sorgulayıcılık, bu genel akımın, ana akımın içinden çıkar... Ve o ilk fitili ateşlemek de, tıpkı burada olduğu gibi Türkiye’de de, büyük sermayeye sahip medya güçlerine kalmış bir şey... Dram, korku, macera, bilim-kurgu gibi alanlarda çizgi edebiyat yapılmasına yönelik bir inisiyatifin arkasında duran maddi güçler olursa, onlar da benimsenir... Sinemada macera filmi izleyen, bilim-kurgu izleyen insan, çizgi edebiyat alanında neden bu temalara önyargılı olsun?

Draje: Yurt dışından gelenler için burada Marvel, DC, Dark Horse gibi yayıncıların bir prestiji var. Çok standart süper-kahraman çizgi romanları ile olsa bile, oralara çalışmak istiyorlar. Ama benim de içinde bulunduğum ortamlarda, yani olaya grafik sanat perspektifinden bakanlar için, bu firmalar başka şey ifade ediyor. Çok orijinal, kendi imzalarını taşıyacak şeyler çıkartacakları durumda buralarla anlaşmalar yapmayı tercih ediyor sanatçıların çoğu. Oraların standart yayınları biraz da aşağılanıyor yazın ve görsellik açılarından. Türkiye’deki sanatçılar nasıl bakıyor buralarla çalışmaya?Murat Mıhçıoğlu: Aşağılanma ifadesi bence biraz abartılı ve haksız. Ana akım içinde yer alan bir çizgi romana katkıda bulunabilmek dahi, olayın gramerini, en azından alfabesini, çözmüş olmayı gerektirir. Bu da, az bir şey değil.

Draje: Ama neredeyse ezberlenmiş gibi çizilen, bazı yaşları geride bırakmışlarda hiç heyecan yaratmayıp bıkkınlık veren şeyler var. Onlara çizmek, insanı köreltir diye düşünülüyor. Ben de katılıyorum aslında buna. Para kazanabilmek için yapılan işler...Murat Mıhçıoğlu:Yani, haklılık payı olsa da bence çok keskin bir bakış o. Dünyanın her yerinden olduğu gibi, Türkiye’den de çizen insanlar olacaktır elbet bu firmalara. İnsanın hayata bakışıyla, ne yapmaktan keyif alığıyla, kariyer planlamasıyla falan alakalı bir şey bence. Senin o bahsettiğin standartlaşma, fazlaca öyle dünyalara gömülürse insan, bir çeşit körelmeye dönüşebilir, evet. Ama bunun Amerikalısı, yabancısı diye bir ayırım bence yok.

Yaygınlıkla bilinen firmaların çok stereotipik karakterlerini çizmiş olup, sonradan özgün işleriyle parlamış Amerikalılar da var. Bugününü pek sevmiyor da olsam, dünün Frank Miller’ı öyle bir adamdı. Dile getirdiğin o bakış çerçevesinde standart bir seri olan Daredevil’de harikalar yaratmıştı. Yani, bir kalıbın içine girmişti belki ama sonra o kalıbı da kendisi kırmıştı. Neden olmasın ki? İşi ezbere dökmedikten sonra, herkes sistem içinden kendi çıkışını, kendi kırılma noktasını bulabilir... Zaten, bu alanda inatçı insanlara tersini tavsiye etmek gerçekçi bir şey olmaz.

Draje: Neyin tersini?Murat Mıhçıoğlu: Yani, çok özgün şeylere imza atmak istiyorsanız Marvel’dan DC’den uzak durun, onların sistemine hiç girmeyin, onların kahramanlarını yorumlamayın diye bir şey söylenemez ki... Çünkü özgün eserine

nefes aldırabilen yazar ve sanatçılar, zaten direkt onu yapıyordur. Onu yapamıyorum diye hiç mi çizgi roman yapmasın insanlar? Antrenman gerek bu işlerde. Üstelik, standart dediğin çizgi romanları yapmak için de bir takım temel şeyleri oturtabilmiş olmak lazım... Bak, mesela Türkiye’de de bazı insanlar mizah dergilerindeki karikatürleri hakir görür... Bunlar sağlıklı bakışlar değil bence... Yerli yerine oturtursan, neyin ne olduğunu bilerek, kafanda abartmayarak bakarsan, genel manzarayı daha iyi görürsün... Zombistan’dan keyif aldığını, beğendiğini söyledin mesela. Zombistan’dan alınan türde zevki, bir mizah dergisindeki çizgi öyküden veya karikatürden zaten beklememek gerekir. İçimizdeki farklı dürtülere, duygulara hitap eden şeyler bunlar. Ruhumuzu çizgi edebiyatla besliyorsak, bunun dengesiz

“Genel geçer ve popüler seriler için çalışan bir yaratıcı açısından, temel kaygı, ideolojik olmalıdır. Eğer kim olduğuna, hangi perspektiften baktığına göre elindeki işe farklı bir soluk katamıyorsan, bu tür bir seriye çalışırken ‘senaryo memuru’ veya ‘çizim memuru’ konumuna düşersin.”

Page 48: Çizgili Draje  || Draje Dergi

48beslenmeye dönüşmesidir kötü olan. Yani, Türkiye için sorun şu: Çizgi edebiyattan bahsetmeye kalktığınıda, yaygın medya “ha, mizah mı yani?” bakışında. Burada da, senin gibi bu işlerin içinde veya kıyısında olanlar değil de, sokaktaki adam çizgi roman denilince “Yani Superman mi, Örümcek Adam mı?” şeklinde algılıyor olabilir hâlâ. Bu, o kahramanları yaratanların kabahati değil. Onları ayakta tutan sistemin tıkanmışlığıdır olsa olsa... Yalnız, madem laf oradan açıldı, güçlü Amerikan yayıncıların dünyadaki etkisiyle ilgili söyleyebileceğim enteresan şeyler var: Avrupa merkezli bir kuruluş için, eğitim amaçlı çizgi öyküler yapmıştık geçen yıllarda, Studio Rodeo olarak değil ama o yapı dâhilinde de birlikte çalıştığımız arkadaşlarla yaptık bunları... Eski Yugoslavya coğrafyasından sanatçılarla çalıştık bir kısmını. Bizim derdimiz, özgün işlerimizi ilerletebilmek için kaynak sağlamak, bunu sağlarken de yine çizgi edebiyat kulvarında kalıp, bir yandan da antrenman yapmaktı. Ki zaten, güzel işler çıktı hep. İşte o projede çalıştığımız yabancı uyruklu arkadaşlardan biri, işin ortalarında su koyvermeye

başlamıştı... Olmadık şekilde geciktiriyor, kritik bazı şeyleri yanlış yapıyor falan... Neden sonra ortaya çıktı ki, Marvel’ın bu herkesten istediği deneme sayfalarına gömülmüş arada, bana da söylemiyor...

Draje: Evet, süper-kahraman aksiyonu istiyorlar, biliyorum onları...Murat Mıhçıoğlu: Evet... Neyse işte, adam bizi zor durumda bıraktı, onun çalışmasını başkasıyla devam ettirmek zorunda kaldık... Yine o coğrafyadan bir başka arkadaş, bu sefer benim yürüttüğüm bir projede değil de, bir Fransız yayıncı için yapmakta olduğu bir işte, o Marvel deneme sayfalarını da arada çıkartayım diyerek problem yaşadı... Şimdi, özellikle 20’li yaşlardaki sanatçılar için diyorum bunu, tüm dünyada çok yaygın olarak büyük Amerikan yayıncılara iş yapmak istiyorlar. Bunu, o tip şeyleri okumayan bile istiyor. Neden? Çünkü ismini duyurup oradan yeni bir açılım yakalayabilir, zaten parası başka birçok şeye göre daha iyi ve saire... Ama bunu takıntı haline getirip, tüm çizgi roman anlayışını oralara odaklamak da istenmeyen sonuçlar doğuruyor. Bu

Page 49: Çizgili Draje  || Draje Dergi

49

bahsettiğim insanlardan, sonrasında Amerikan yayıncılara çalışmaya başlayanlar oldu. Birkaç sayı çizdiğiyle kalan da oldu, orada benimsenip hedefine ulaşan, özgün projesine kapı açan da oldu... İlginç tarafı şu ki, Amerika’ya çalışmayı sonunda başarmış olmasına rağmen aradığı tadı orada bulamayan da çok oluyor. Çünkü binlerce insanın öğütüldüğü bir çark da var ortada, onu da görmek lazım. Gerek sanatçı idealizmi açısından, gerek hayatını idame ettirebilmek açısından, adı en büyük olan yer senin için en doğru seçimdir diye bir şey yok... Aynen bizim gibi, çok az sayıda sanatçıyla ve tek editörle çalışan yerler de var Avrupa’da, bunların bir kısmı, yaratıcıların kariyer planlaması ve konseptlerin geliştirilmesi adına gerçekten muhteşem şeyler başarmış kurumlar... “Amerika’ya çalışmak” denilince, öyle akan suları durduracak bir şey illa yok yani... Tabii bence, bir yaratıcı açısından bu seçimlerdeki temel mesele, ideolojiktir.

Draje: Bunu da biraz açabilir miyiz?Murat Mıhçıoğlu: Senin bahsettiğin türden, yani yaygın ve popüler olan Amerikan çizgi romanlarının ideolojik bir konumlanışı var. Döneme ve koşullara göre kırılmalar yaşansa da, var böyle bir durum... Eğer kim olduğuna, hangi perspektiften baktığına göre elindeki işe farklı bir soluk katamıyorsan, bu tür bir seriye çalışırken “senaryo memuru” veya “çizim memuru” konumuna düşersin... Sanatçı değil de zanaatkâr oluverirsin... Kişiliğini katarak dönüşüm yarattığın ölçüde başarılısındır böyle işlerde.

Draje:Ben ideolojik tarafını düşünmemiştim. Hep sanatsal açıdan, yani çizgi roman yapmakta standart metotlar kullandıkları için mesafeli oldum o yayınlara. Sizin bu dediğinizi aslında sanatsal açıdan da kullanabiliriz bence. Yani, mutlaka bir yerde splash page kullanması, mutlaka bazı şeyleri belirli şekillerde çizmesi gereken kişi de “çizim memuru” değil midir?Murat Mıhçıoğlu: Ben onu daha farklı düşünüyorum. Bir gramere uymakla ilgili bence bu söylediğin... Doğrudur, bazı örneklerde oraya kadar inebilir belki. Bir grameri uyguluyor diye, mutlaka sanatını memuriyet mantığına indirgemiş olmak

zorunda değil... Ama bir ideolojik bakışın anlatım aygıtına dönüşürse insan, durum farklı. Benim yaklaşımım bu şekilde.

Draje:Siz göçmen asıllı mısınız? Doğu Avrupa ülkeleriyle özel bir bağınız var gibi, oralardan insanlarla çalıştığınızdan da bahsettiniz.Murat Mıhçıoğlu: Yok, hiç alakam yok. Kayseri’de doğdum büyüdüm, oralıdır ailem. Hırvatistan, Bosna-Hersek ve bazı diğer Balkan ülkelerinde arkadaşlarım var. Bu işleri yaparken tanıştığım kişiler hep. Festivallerde falan kurulmuş, sonra da birlikte çalışılarak ilerlemiş ilişkiler... İtalya ve Fransa’da da var aslında, Doğu Avrupa ile sınırlı değil yani... Ama görünen o ki, zaman içinde daha çok ABD’deki arkadaşlarla, bazı özel projeler kapsamında çalışıyor olacağız.

Draje:Totem, farklı ülkelerden sanatçılarla birlikte ortaya çıkardığınız ilk derleme mi?Murat Mıhçıoğlu: Studio Rodeo olarak ilk. Ama şu az önce anlattığım gibi, başka yerler için çeşitli projeleri daha önce beraberce gerçekleştirdiğimiz arkadaşlar vardı kitapta. Yani, oradaki herkesle yaptığımız ilk çalışmalar değildi kitaptakiler.

Draje: Ergün Gündüz’ü ben H.B.R Maymun dergisinden tanıyordum, Totem’deki çizgileri çok farklı ve bence Amerika’da da ilgi görecek türden.Murat Mıhçıoğlu: Ergün Gündüz, Gırgır’ın önemli bir dönemi dahil olmak üzere, çizgi mizahta olsun, çizgi edebiyatta olsun kayda değer işler yapmış bir sanatçı. Totem’deki çalışmalarından biri, önümüzdeki aylarda Zombie Bomb’da da çıkacak. Yani, İngilizce olarak da okuyabilirsin. Onunla beraber geliştirdiğim Efsun isimli karakteri ise, maddi zorunluluklardan ötürü başka bir firmaya devretmek durumunda kalmıştım. Şu sıralar biraz sürüncemede kalmış da olsa, önemli bir proje. Şu anki hak sahibinin inisiyatifine bağlı olarak ilerleyip tamamlanması durumunda, Efsun hayli ses getirecektir diye düşünüyoruz.

Draje: Kendi markanıza dönecek olursak: Studio Rodeo’nun Totem gibi projeleri nasıl bir kitle tarafından okunuyor Türkiye’de? Murat Mıhçıoğlu:Bizim çalışmaların takipçisi, pek öyle “kitle” tanımına girecek kadar net

Page 50: Çizgili Draje  || Draje Dergi

50

Page 51: Çizgili Draje  || Draje Dergi

51

bir ortak noktası bulunan insanlar değil gibi... Ne yaş grubu olarak, ne başka açıdan, çok da kategorize edebileceğimi sanmıyorum. Rodeo Strip döneminden takipçilerimiz var, onlar işte şimdilerde 20-30 yaş arasında olan insanlar genelde, yani senin kuşak... Ama her yaştan, farklı beğenilerden insanlar da var... Öyle çok fazla sayıda insan değil sonuçta, Studio Rodeo’yu düzenli takip edenlerin, kitaplar çıktıkça satın alanların sayısı bin civarıdır en çok. Bilinirliğimiz çok yüksek değil Türkiye’de.

Draje:Sosyal medyayı pek kullanmadığınız dikkatimi çekiyor. Oysa burada, sizinkiler gibi orijinal projeler için çok sık başvurulan bir kanaldır. Özellikle FaceBook.Murat Mıhçıoğlu: Evet, haklısın. Yakınlarda Rodeo Strip isminde (ki dergiden kalan bu isim aynı zamanda web sitemizin ismidir) bir FaceBook hesabı açtık falan. Ama web üzerinde uzun uzun bu işlerle uğraşacak pek kimse yok bizde, yazmakla çizmekle meşgul insanlarız. Ben de zaten bir sürü projeye bölünerek çalışmak durumunda kalıyorum. Her ne kadar, proje sayısının az olmasını daha sağlıklı bulsam da... Söylediğin doğru tabii, bizim bu Zombie Bomb ekibi de mesela çok aktif sosyal medyada... Er geç, o konuda bir şeyler yapmak gerekecek.

Draje: Peki, Türkiye’deki çizgi roman okurlarını nasıl kategorize edebiliriz? Genel bir bakışla yani.Murat Mıhçıoğlu: Aslında, yine aynı şeyi söyleyeceğim. Çok yüksek sayıda insandan bahsetmiyoruz. Kitlesel eğilimlerden ziyade, bireysel beğeniler söz konusudur diye düşünüyorum. Mizah dergilerini takip edenlere bir “kitle” denilebilir, en ağırlıklı olan onlar... O dergilerin içeriği sonra kitap olarak çıktığına da, kayda değer bir takipçi kitlesi buluyorlar.

Draje: Sizin daha aktif olduğunuz türde peki? Macera, bilim-kurgu, korku, fantastik... Bunları okuyanlar ne şekilde tasnif edilebilir?Murat Mıhçıoğlu: Mutlaka bir tasnif yapalım dersek, Türkiye’de çizgi roman okuyanları en net şekilde ayıran şey bence orijinalinden mi, çevirilerden mi takip ettikleridir... İngilizce, Fransızca, İspanyolca veya İtalyanca gibi,

dünya çizgi edebiyatında baskın biri veya birkaç dili konuşabilen kişiler, o dillerde çıkan şeyleri orijinallerinden takip ediyor... Aslında, Studio Rodeo ile ilgili sorunun cevabına da bunu ekleyebiliriz: Öyle bir alışkanlığı olan, yani bu dillerden biri üzerinden takip ettiği bir çizgi roman dünyası bulunan kişiler, bizim Studio Rodeo’daki çalışmalarımızı da daha düzgün bir zeminde algılıyor gibi... Türkçe dışında dil konuşamıyor olmak veya konuşsa bile, ekonomik veya başka pratik sebeplerle bu dillerde çıkan yayınları orijinalinden takip edememek durumundaki okurlar, bir anlamda çeviri yayınlara mahkûm kalıyor. Onların perspektifinden bakınca, çeviri de olsa, her çıkan kitapla yeni bir şey olmuş gibi oluyor. Özgün eserleri bu sebeple çok da ayrıştırmıyorlar sanırım. Zombistan, Eksi Seksen veya Totem çıktığında da “bir kitap çıktı”, V for Vendetta çıktığında da “bir kitap çıktı” şekilde bir algı söz konusu gibi. Özgün veya zamandaş bir eser olması, o perspektiften bakınca çok ayrışmıyor. Ki bu da, anlaşılır bir şey.

Draje: Evet. Bu algı ayrışması önemli bence. Burada, Amerika’da, çeviri kitaplar görece dar bir kitle tarafından takip ediliyor. Daha çok da, grafik sanatlarla profesyonel olarak uğraşan kişiler alıyor. İlham buluyorlar diyebilirim onlardan...Murat Mıhçıoğlu: Evet... ABD merkezli yayıncıların kurduğu sistemler içinde verilen eserler, burada baskın bir durumda... Zaten buranın bir çekim merkezi olmasını, özgün bir çizgi roman algısı olmasını sağlayan da bu.

Draje: Sizin sayenizde tanıştığım ve pek beğendiğim bir İtalyan çizgi romanıyla ilgili de bir şey sormak istiyorum.Murat Mıhçıoğlu: Dylan Dog mu? Gerçi Dark Horse da birkaç macerasını yayınlamıştı ama sen bizim edisyonlarla tanıştın galiba.

Draje: Evet, ama o değil: Benim daha çok beğendiğim Ken Parker oldu. Araştırdım, İngilizcesi yok, bulunmuyor.Murat Mıhçıoğlu: Evet. Ken Parker gerçekten de çok istisnai bir seridir.

Draje: Zarar etmesine rağmen sizin Türkiye’de bu seriyi devam ettirdiğinizi okumuştum. Bu

Page 52: Çizgili Draje  || Draje Dergi

52

Page 53: Çizgili Draje  || Draje Dergi

53

bana biraz ters geldi. Yani, ABD’de birşeyler yapmaya çalışıyorsunuz, ama bir yandan idealistçe ve romantik bir yaklaşımla kitap çıkarıyorsunuz Türkiye’de. Yani, burada sistem o tür şeylere açık değildir. Murat Mıhçıoğlu: Bizim Amerika’da veya başka bir yerde kendi çizgi edebiyat tarzımızı geliştirmek istememizin sebebi, maddi çıkar sağlamak değil. Yani, para kazanalım diye uğraşıyor değiliz bu işlerle. Tam tersine: Parayı, bu işlerle uğraşmaya devam edebilmek için kazanmak durumundayız... Yani, idealizm diye tanımladığın durumumuz her ne ise, o aslında gayet barışık olduğumuz bir şey... Tamam, zarar eden bir yayını sürdürmek hayatın gerçeklerine aykırı bir şey olabilir. Ama sanat ve edebiyat, zaten o gerçekliğe meydan okumak üzere uğraşılan şeyler değil mi?

Draje: Bence de böyledir. Ama zaten sorun da burada başlıyor ya işte. Maddi şeyleri arka planda tutarak gelişme sağlamak, buradaki sistem için konuşuyorum, imkansız.Murat Mıhçıoğlu: Türkiye’deki sistem için de imkânsız...

Draje: Peki olayın bu tarafını nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?Murat Mıhçıoğlu: Kreatif anlamda hedeflenen şeyler ortaya çıktıkça, şeytanın bacağı kırılır diye umuyoruz. Ama bu sorduğun şeyin cevabı öyle kolay bulunacak bir şey değil zaten. Çetrefilli ve uzun bir süreç... Bir de, Ken Parker para kaybettiriyor diye onu durdurmak, çizgi edebiyat yaparak geçinilmez diye ondan vazgeçmek gibi şeyler yapmaya başlanınca, zaten tamamen boşa çıkıyor her şey... Varlığımızın anlamını sorgular durumda, kocaman bir boşluk ortasında kalırız. Zorlanarak ve sıkışarak da olsa, ekonomik gerçeklikle inatlaşarak da olsa, bu böyle sürmeli gibi geliyor bana... Yine kendi kulvarımızda kalarak para kazanmanın yolunu bulmak durumunda kalıyoruz o vakit... Bir de, ben zaten bu tür şeylerin çok da insan kontrolünde olduğuna inanmam. Çok sağlam görünen, getirisi çok iyi olan işlere girişmiş arkadaşlarım da oldu. O dünyaların da ayrı riskleri var. Borsa çöktü deniyor, bir şey oluyor, en ummadığın insan da iflas edebiliyor. Kimse ekonomik

krizlerden büsbütün muaf değil ki. Zarara devam pahasına yayın yapmak dışardan bakıldığında enayilik gibi görülebilir. Ama belirli niyetlere ve hedeflere sahipseniz, bu da sizin kefaretiniz falan işte... Nazardan koruyordur belki bazı şeyler, ne bileyim... Severek yaptığın şeyi fazla kurcalamamak doğru geliyor bana.

Draje: Son bir şey: Cem Özüduru’nun yeni bir kitabının 2012’den önce çıkacağını söylemiştiniz. Çizgi roman festivallerinde ve dünyadaki yayınlarda Özüduru ismine sıkça rastlıyorum. Yani, çok alakasız yerlerde bile ismine rastladığım oluyor. Özel bir tanıtım çalışması da mı var onunla ilgili?Murat Mıhçıoğlu: Alakasız değil de, ummadığın yerlerde rastlıyorsundur diyelim. Sonuçta, madem çizgi roman alanındaki yayınlarda rastlanıyor, elbette ki çizgi romancılara odaklanılacak o yayınlarda. Özel bir tanıtım çalışması denemez. Sonuçta, birlikte çalıştığımız herkes için, ortaya çıkardığımız her eser için yapılan bir takım tanıtımlar, hatta kendi çapımızda lobi çalışmaları diyelim, iletişimde olduğumuz tüm ülkelerdeki yayınlarda yer alıyor. Ha, şunu söyleyebiliriz: Cem en yoğun çalışan arkadaşlarımızdan ve onun kariyer planlamasını yönlendirmek de olayın bir parçası, bana düşen bir sorumluluk... Bu işler salt yetenekle ve zekâ ile yürümez, performans da önemlidir... Performansıyla, adanmışlığıyla ve işini ciddiye almasıyla öne çıkan insanlar, elbette ki spotların altında olacaktır. Bir süre sonra yine Studio Rodeo’dan başka bir isme de rastlayabilirsin o tür yayınlarda... Ama şu kadarını söyleyeyim, Cem’in yeni kitabı Zombistan’a kıyasla çok daha fazla ses getirecek ve ilgi görecek.

Draje: Merakla bekliyorum o zaman. Ayrıca, ABD’deki çalışmalarınızın sürmesini, Türk yazar ve sanatçıların burada daha etkili olmasını, orijinal eserleriyle gündemde olmasını diliyorum. Çok teşekkürler.Murat Mıhçıoğlu: Ben teşekkür ederim. Senin de aradığın türde fırsatları bulmanı, o bahsettiğin etkin Türkler arasında yer almanı diliyorum.

Page 54: Çizgili Draje  || Draje Dergi

54“Skull”

Eren Akıncı • http://eren-akinci.deviantart.com

Page 55: Çizgili Draje  || Draje Dergi

57

“Skull”Eren Akıncı • http://eren-akinci.deviantart.com

Page 56: Çizgili Draje  || Draje Dergi
Page 57: Çizgili Draje  || Draje Dergi

57

ALFABETİKSIRAYLA

Mevsim kış. Hava soğuk. Hava çok soğuk. Akşamüstü, cebimde 50 lira ile eve dönerken yarın sabah

erkenden minibüse bineceğimi hatırladım. Ve sabah maksimum 3. seferini yapmakta olan şoföre uzatılan 50 liranın hoş diyaloglara vesile olmayacağını az çok kestirebildiğimden, dedim ki bozdurayım şu parayı. Buna müteakip 10 metre ilerideki gözüme kestirdiğim kuruyemişçiye girdim. Dolaptan kola alıp tezgâha koydum, parayı uzattım. O sırada başka bir müşteriyle ilgilenen kuruyemişçiden para üstünü bekledim. Bir süre bekledim. Bekledim. Fakat para üstünü alamadım. Onun yerine esnaf ciddiyetiyle “Sahte bu” cevabı geldi kasadan. Diğer çalışanlar da “sahte para” coşkusuyla paranın başına geçip sırayla paranın sahte olduğunu onayladılar. Fakat biliyordum ki para sahte değil, daha dün bankamatikten kendi ellerimle almıştım. “Nasıl olur ya? Bi’ bakayım şuna.” diyerek aldım parayı. Şimdi paranın nasıl göründüğünü betimlemek biraz zor olacak fakat şöyle izah edeyim, tahminimce 72. hamur bir kâğıda, son

derece kötü bir işçilikle basılmış, ışığa tutulunca Atatürk yerine İzzet Altınmeşe görünen, arka yüzünde Fatma Aliye yerine Yıldız Tilbe bulunan, yazılarda Comic Sans MS benzeri bir font kullanılmış bir banknot. Bunu görünce önce içimden “Hassiktir!” nidası atsam da, hiç çaktırmadım. Son derece soğukkanlı bir tavırla “Dur ben şunu bi’ kontrol ettiriyim ATM’de yea.” diyerek götüm götüm çıktım kuruyemişçiden. Ama hala aklım almıyordu, nasıl sahte olurdu amına koduğum parası. Bir süre hafızamı kurcaladıktan sonra durumu idrak ettim. Sahte banknot, o sabah binilen taksideki şoförün bokuydu.

Aynı günün sabahı, saat 7. Hava soğuk. Hava çok soğuk. Uyku halinden henüz çıkılmamış, sol göz tam olarak açılmamış bir vaziyette, 8 lira olan taksi ücretini ödemek için taksiciye 50 lira uzattım. Uzattığım 50 lira, bankamatikten çekilen gerçek banknottu. Para üstünü beklerken montumun cebindeki 10 lirayı fark ettim, “Abi bi’ saniye, şurdan alıver.” diyerek uzattım 10 lirayı. Şoför 10 lirayı aldı ve 50 lira

Yazı: Eren Dal • http://omaygat.tumblr.com/ • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

Page 58: Çizgili Draje  || Draje Dergi

verdi. İşte tam burası. “50 lirayı geri verdi” diyemiyorum çünkü şoför bir orospu çocuğu. Şöyle ki; verdiği 50 lira ona verilen değil, kendisinde bulunan başka bir banknot ve sahte.

Sahte paranın nerden geldiği idrak edebilmiştim. Yürürken cadde üzerinde bir an durdum. Yıldız Tilbe’nin aslında çirkin bir kadın olduğuna kanaat getirdim. Sahte banknotu sağ avucumun içinde sıkıştırıp yumruğumu alnıma dayadım. O dakika intikam yeminimi ettim. Ama hava o kadar soğuktu ki bu olayı kısa kesmek zorunda kaldım. Hızlı hızlı yürürken alfabetik sırayla taksicinin tüm yakınlarına sövdüm. (Kaynata dâhil)

Eve doğru yöneldim ama sokağa girmedim. Kafaya koymuştum, sahte banknotu o akşam elden çıkaracaktım. Alt caddeye inip tabelasının iki tarafını Efes Pilsen logosunun süslediği bir tekel bayiine girdim. Hemen hemen bir önceki diyalogların aynısı yaşandı. Yemedi sahte parayı vesselam. Bunun gibi caddedeki 23 dükkânda da aynı diyalogları yaşayıp her seferinde “Dur ben şunu bi’ kontrol ettiriyim ATM’de yea.” diyerek götüm götüm çıktım. Hiçbirine yediremedim parayı, her biri adeta bir Merkez Bankası çalışanı edasıyla kontrol etmişti 50 Türk Lirası’nı. Ben nasıl fark etmemişsem, mutlaka biri de fark etmeyecekti. Ama umudumu yitirmeye başlamıştım. Daha kötüsü semtteki parayı elimden çıkarabileceğim dükkânlar bitiyordu.

Bunun son denemelerimden biri olduğunu bilerek evin yakınlarındaki henüz girmediğim bakkallardan birine yöneldim. Ama bu ilk denemeler gibi değildi, denenen yerler arttıkça heyecanım da artmıştı. Üzerinde “Mısır Ekmeği Bulunur” yazan kartonun asılı olduğu kapıdan içeri girdim. Kasadaki, tipinden emekli memur olduğu tahmin ettiğim adamdan 2 litrelik kola istedim. Bakkaldaki yerleşim öyle sikimsonikti ki meşrubat dolabına kasadaki kişiden başkasının

ulaşabilmesi mümkün değildi. Emekli memur meşrubat dolabından aldığı kolayı tezgâha koydu. Dükkâna girmeden önce daha gerçekçi gözüksün diye ikinci kez avucumda buruşturduğum sahte banknotu uzattım. Emekli memur parayı iki parmağıyla alıp kasaya gelişigüzel attı. “Bu sefer oldu galiba lan!” diye umutlandım, müteakiben de heyecanlandım. Para üstünü alıp “Mısır Ekmeği Bulunur” yazan kartona doğru yöneldim. Parayı sonunda birine çakmıştım. Kapıyı açtım, adım atacakken “Bi’ dakka!” dedi memur, tam “Dur ben şunu bi’ kontrol ettiriyim ATM’de yea.” demeye hazırlanıyordum ki, 5 lira uzattı. Para üstünü eksik almıştım. Uzatılan parayı aldım, “Eyvallah.” diyerek çıktım kapıdan.

Çıkar çıkmaz bakkalın hemen yanındaki sokağa girip adımlarımı hızlandırdım. Bu hızlanma, süreç sonunda Roberto Carlos deparına dönüştü. Bunun sebebi de şuydu ki; paranın sahte olduğu fark etmesi an meselesiydi. Ve öyle de oldu. Sokağın sonuna gelmeden arkamdan “Hooooop!” diye bir çemkirme işittim. Bir an deparı yavaşlatıp arkamı döndüm, bir insan silueti sağ eli havada bir şey sallıyordu. Salladığı şey muhtemelen az önce çaktığım sahte 50’likti. Ve ben siluetten yaklaşık 100 metre uzaktım. (Teşekkürler Roberto Carlos.) Deparıma devam ettim. Bulunduğum konum ile evim arasındaki 5 sokak vardı. Ve bu 5 sokağı izimi kaybettirmek adına yolumu uzatarak, sokaklardan bir aşağı bir yukarı elimde 2 litrelik kolayla depar atarak kat ettim. Kolayı elimden atmadım çünkü panik halinde şöyle bir karar vermiştim; “Olur da yanıma kadar gelirse kolayı suratına fırlatırım, feriştahı sikilir.” Panik anında insanlar sağlıklı karar veremezler.

Uzun bir depar sonunda eve ulaştım. Üstümü çıkarıp sakinleştim. Depar sırasında sağ ayağımı burktuğumu fark ettim. Kola koydum, oturdum. Alfabetik sırayla taksicinin tüm yakınlarına sövdüm. (Kaynata dâhil)

Eren, bu epik şiirini kaleme alırken pek çok şey dinledi, sona geldiğinde ise Gevende çalıyordu. Aynı anda televizyonun da açık olduğu rivayet edilmektedir ki; Eren bizzat bunu şu sözlerle itiraf ediyor: ”O sırada Hande Ataizi ile İzdivaç vardı, kavga ediyorlardı. Kenarda

yorum yapan kel abiyle damat adaylarından biri kavga ediyordu. Böyle gece gündüz Iñárritu övüyorum ama aslında böyle şeyler izliyorum ben.”

58

Page 59: Çizgili Draje  || Draje Dergi

59

Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir!

Bu alana reklam vermek için: [email protected]

Page 60: Çizgili Draje  || Draje Dergi

60

Page 61: Çizgili Draje  || Draje Dergi

61

YOLEvet sevgili arkadaşlar hız, bir cismin birim

zamanda aldığı yoldur. Hız, vektörel bir büyüklük... Yaygın olarak kullanılan hız

birimi 1 saatte alınan yolu kilometre cinsinden ifade eden kilometre/saat’tir. Bir hareketlinin hızı, sabit veya değişen olabilir. Değişen hız ise düzgün değişen veya gelişigüzel değişen hız olabilir, artabilir veya azalabilir. Cismin ivmesi pozitif veya negatif olabilir. Klasik mekanikte momentum ise bir nesnenin kütlesi ve hızının çarpımıdır. Momentum çizgisel momentum olarak da anılır.” Sınıf sessiz, pür dikkat kesilmiş, profesörün anlattıklarını dinliyordu. Yelda bir yandan elindeki kalemi inceliyor, bir yandan da hocanın anlattıklarını düşünüyordu. Bir anda beyninde bir şimşek çaktı. Ardından kimsenin çözemediği bir problem için yepyeni bir formül bulmuş gibi, büyük bir heyecana kapıldı. Herkesin konuyu idrak edebilmesi için profesörün bu anlattıklarına hemen güzel bir örnek vermek gerekti… Formüllerle dolu not defterini hızla kapattı. Sınıftan aceleyle çıktı… Kapı ardından hızla kapandı. Arkasında kalan şaşkın bakışları tahmin edebiliyordu. Fakat aslında kimse dışarıya çıktığını görmemişti. Arabasına bindi ve büyük bir hırsla gaza bastı. Otomobil aniden silkindi. Günlerdir sanki bu anı bekliyordu. Aranan formül bulunmuştu. Hız ve zamandı ona gereken şey… ve bu iki şeyin çarpımı. Zaman ve hızın en iyi algılayabileceği yerdi

YOL… Beyaz çizgileriyle alabildiğine uzundu özgürlüğün yolları… Onu hem kendisinden, hem de geçmişinden kurtaracaktı bu beyaz şeritler… Karanlığın üzerinde parlayacaktı aydınlık yol çizgileri… O da bu çizgileri takip edecek, uzaklara gidecekti… Başka türlüsü de onun için mümkün olmayacaktı. Çünkü onu kaybettiğinden beri, günlerdir bir hayalet gibi yaşıyor; ne konuşabiliyor, ne gülebiliyor, ne de konuşulanları anlayabiliyordu. Sadece hayaller ve onların çılgın hayaletleri beliriyordu belleğinde… Sürekli iç sesini dinlediği için yorgundu. Mükemmel bir çarpışma gerekliydi şimdi ona. Bu yüzden eve doğru yol aldı. Yanına alacaklarını, kıyafetlerini toparlamalıydı…

*** Akşam oldu. Elinde valizleriyle sokağa çıktığında ilk olarak sert poyrazı ve soğuğu hissetti. Şiddetlenen rüzgâr her şeye bir hareket verdiği halde ona kıpırtısızlığı, sessizliği ve yalnızlığı getirdi. Rüzgârın savurdukları anılarına daha da yakınlaştırdı onu. Unutmak istediklerine, boşluğa doğru kayan gölgelere, insanların kalabalık adımlarına bakarken, hiçbirinin şiir okumadığına rahatlıkla yemin edebilirdi ve hiç kimsenin gerçekten sevebildiğine. Bunları düşünürken tiksintiye benzer, kirli bir duyguydu hissettiği. Neden böyle düşünüyor olduğunu, okuduğu

Yazı: Aslı Parlak Akbaydar • E Mail: [email protected]İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

Page 62: Çizgili Draje  || Draje Dergi

62onlarca kitaba rağmen neden pozitif yaşam saçmalığına hâla inanmıyor olduğunu ve Pollyanna denen roman kahramanından neden bu kadar nefret ettiğini anlatmaya çalışmak gereksizdi artık. Bildiği tek şey, mutluluğun ondan büyük bir hızla, fersah fersah uzaklaştığıydı.

Yolculuğun henüz başındaydı. Öncelikle arkadaşlarına veda edecekti. Uzun bir masaya dizilmiş, alaturka bir müzik eşliğinde yemek yiyorlardı. Yola çıkacağından habersizlerdi. Kadehini doldurdular. Bir iki yudum aldı, bıraktı. Duyduğu şarkının etkisiyle yoğun bir sisin içine girdi. Sisin ortasında bir sandalyede oturuyordu. Gözleri doldu… Tuvalete koştu. Hıçkırıklara boğuldu. Fayansların soğuğunu tüm bedeninde hissetti. Derin bir nefes aldı. Kimseye açmak istemediği kilitli bir kapının ardında olduğunu bilmek onu biraz olsun rahatlatmıştı. Yoktu artık O. Onu duyamaz, onunla konuşamaz, saçmaladığını söyleyemez, “Kendini öldürmek mi istiyorsun, delirdin mi” diyemezdi. İnsanların kahkahaları, anason kokusu, “sigaranın dumanına sarılan ve saklanan” aşkın bu kapının ardında olmayışıydı onu bu kadar acıtan. Durmaksızın haksızlıklarla boğuşmak zorunda olduğu hayata gün geçtikçe daha çok içerlemesi, onsuz kalışıydı, belki de basitçe sadece bir yazgıydı onu hapseden. Hızla ayağa kalktı ve yüzüne çarptığı suyun etkisiyle biraz kendine gelmiş bir halde yokluğunun farkında bile olmayan ve olmayacak kalabalığa doğru mağrur bir hoşça kalın selamı verdi. Paltosunu aldı ve koşarak orayı terk etti.

Soğuk havaya ve gece yarısını çoktan geçmesine rağmen biraz yürümek istedi. Yürürken bir şeyleri ardında bırakmışçasına defalarca geriye doğru bakma istediği duydu. Baktığında gördüğü hiçbir şey yoktu elbette. Bomboştu cadde. Topuklarının sesi geceyi bir kadın siluetine dönüştürüyordu, kendisinin tıpa tıp bir benzerine; ancak mutlu, evinde kocasına sarılarak rüyalar gören bir kadındı o. Çok sevdiği arkadaşları düşündüğü bunca şeyi ondan duymuş olsalardı muhtemelen şöyle derlerdi “Kendine müthiş haksızlık ediyorsun.” Ama o bunları duymayı hiç istemiyordu artık. Hayat ona haksızlık etmişti, o da kendisine yapılmış olan bu haksızlığa karşı bir isyan

besliyordu sadece. Bu da gayet normal karşılanmalıydı. Yıkmak istediği kendi hayatı değil, O’nun artık olmadığı hayattı. Bunca acı duyduğuna göre, itiraf etmeliydi, o gölgeyi bu kof hayatın içinden çıkarmak istemiyor da olabilirdi. Bu acıda hoşuna giden bir şeyler, bir kutsallık vardı ve bu duygu onda ölene dek bu mabette kalıp sonsuzluğu orada karşılama isteğini doğuruyordu. Acaba gerçekten bunu mu yapması gerekiyordu? Bu düşünce ile iç çekerek kendi kendine mırıldandı “Umutsuz vakayım.” Sonra arabadan çok uzaklaştığını düşünerek geriye döndü. Koca çantasının içinde arabasının anahtarını zorlukla bulabildi. Arabaya bindiğinde dikiz aynasına baktı. Garip bir muziplik duygusuyla arabanın kontağını çevirdi. Araba önce çalışmamakta direnince “Külüstür sen de umutsuzsun” diye söylendi. Bir iki denemenin ardından çalışan motorun gürültüsü sessizliği bozdu. Hemen bir radyo kanalını açarak yorgun ruhunu dinlendirmek istedi. Kendi sesini susturdu. Günlerce de konuşmayacaktı kendisiyle. Unutacaktı... Bu anlar unutmak, hatırlanmamak içindi. Kimseye gösterilmemek için. Ancak biri cesaret eder de yazarsa belki gün ışığına çıkabilirdi. O zaman da muhtemelen değersizleşirdi.

Gözlerini kapadı kısa bir süre için. Gözlerinin önüne gelen gözleri gördü. Kızgın gözlerdi bunlar. Onun kızgın gözleriydi... Gözlerini açtı; dikiz aynasında gördüğü karanlık gözlerinde de bir azarlama vardı sanki. Yüzünün bu halini dikkatlice incelediğinde kendisini ikinci sınıf bir drama yıldızına benzetti. Dağılmış makyaj, soğan yardımıyla sulanmış ve kızarmış gözler, pespaye bir duruş. Arkadaşları bu halini görmüşler ve arkasından türlü acıma cümleleri etmişlerdi muhakkak. Bir anda içindeki gülme isteğine boyun eğerek sinirli bir kahkaha attı. Hoşuna gitmişti bu durum. Umarsızlıkları ayyuka çıkmış ve gerçek hislerinden arınmış olan bu zübbeler ona çok acımış olmalıydılar. Yüz çevirdikleri gerçek dünyaları ile bir gün onlar da yüzleşecek, hayat bir gün onların kirpiklerinden süzülerek akışkan, illüzyonist bir boya olduğunu ustalıkla gösterecekti... yine de emin olamıyordu. Her ne ise aşkın sonu hep aynı b..tu! Değil miydi? Gaza bastı. Karanlığı delen beyaz çizgiler gözlerini alıyordu. Aşk çirkin, yol güzeldi... Boş, karanlık ve sadece onun…

Page 63: Çizgili Draje  || Draje Dergi

6359 513715http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

27

http://www.drajedergi.com

BU ALANDA SİZİN DE REKLAMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İRTİBAT

[email protected]

Pencüse...Severler dergiyi gencüse!

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

draje

Aylık Ücretsizİnternet Dergisi Sayı 15Kasım 2010

renkli

draje

Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 14 Mayıs 2010

hayvani

drajewww.drajedergi.com

Page 64: Çizgili Draje  || Draje Dergi

64 N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda

BEREKETLİ SONBAHAR

Renkli, Tembel, Kayıp derken rötarlı drajelerimize bir de Çizgili’yi eklemiş bulunduk. Ne diyelim sağlık olsun… Hayırlı uğurlu olsun… Geç olsun da güç olmasın. Yok yok geç de olmasın artık. Arayı açmayalım oturmaya da bekleriz…

Oturmak demişken, sözü durmaksızın koşturup duranlara getireceğimizi anladınız elbette. Bir şeyi de anlamasanız şaşacağım doğrusu… Eylül bitip Ekim yaklaşırken; “Çizgili Draje ne zaman çıkıyor feryatları arasında adeta kendimizi kaybettik ama güzel haberlerle aranızdayız.” Görüşemediğimiz iki aylık süre içinde aramıza muhteşem bir yaratık katıldı. Ömer Çınar… Drajelerimizden Özge Denizci ve arada sırada bizleri okuyor olmasından endişe ettiğimiz İlker Görgülü’nün ortak mahsulleri olan Ömer Çınar’ı bir an önce büyüyerek iş yükümüzü hafifletmeye davet ediyoruz.

İkinci muhteşem haberimiz ise Luxus’tan geliyor… İlk sayılarımızdan itibaren Draje’li uykusuz gecelerimizde en yakın dostumuz ve sırdaşımız olan Luxus’un ikinci albümü Bi’ Lareya 3 Ekim’de CD çalarlarımızda zuhur edecek. Kendi kendine olmayacak elbette, en yakın müzik marketten rica edilecek. Her bir emektarını gözümüzün bebeği gibi sevdiğimiz Bi’ Lareya okurumuzla, bakarımızla, yazar, çizer, fotoğrafçımızla tek tek bütün drajelerimizin arşivinde yer almayı sonuna kadar hak eden bir albüm. Ömer Çınar’ı büyümeye davet ederiz de Luxus davetsiz kalır mı hiç? Canımızın içi Luxus’umuzu, üçüncü albüm için şimdiden biraz daha tempolu çalışmaya davet ediyoruz.

Biter mi bitmez elbet… Kendisini Âşık Draje’den tanıdığımız Gökbulut, ilk kişisel albümüyle geçtiğimiz aylarda aramıza katılmış oldu. Daha önce Âşık The Bando’da solist olarak yer alan ve farklı sanat dallarının bir araya geldiği “Netame” isimli Çizgi Roman/Müzik albümünde de iki parça seslendiren Gökbulut, “BANT” isimli maxi single’ında dört şarkıya yer veriyor. Alışılmışın dışındaki şarkıları, ses renklerini ve vokal tekniklerini seven okurlarımızın Gökbulut’u dinlemekten de büyük keyif alacağını düşünüyoruz.

Ve güzel haberlerini vermekten biz yorulsak da durup dinlenmeden keyfimizi gıcırdatan Studio Rodeo’dan iki güzel haber daha… İlkine Ulusa Sesleniş’imizde değinmiştik zaten. Korkak Draje ile Çizgili Draje kapaklarının çizeri ve Zombistan’ın yaratıcısı Cem Özüduru, harıl harıl pek yakında çıkacak olan yeni fantastik çizgi roman albümü için çalışıyor. Zamanı geldiğinde, kendisine bir kez daha mikrofon uzatmak için sabırsızlanıyoruz. Studio Rodeo icraatlarına dair ikinci haberimiz ise yine Cem Özüduru hakkında ama bu kez Kuzey Afrika dolaylarından geliyor. Cezayir’in tek çizgi roman dergisi olan Bendir’in üçüncü sayısında Cem Özüduru’nun Kozalaklar isimli öyküsü Fransızca olarak yer aldı. Kırk yıl önce Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ını severek takip eden Cezayir’li çizgi-roman tutkunlarının Cem Özüduru çizgileriyle tanışmaktan son derece memnun olduklarını da söylememize gerek yoktur sanırım…

Yazı: Erdinç Yücel • http://textapel.org

(Fotoğraf: Alican Erkol) Her bir emektarını gözümüzün bebeği gibi sevdiğimiz Bi’ Lareya okurumuzla, bakarımızla, yazar, çizer, fotoğrafçımızla tek tek bütün drajelerimizin arşivinde yer almayı sonuna kadar hak eden bir albüm.

Cem Özüduru, özgün hikâyeleri ve fevkalade

çizgileriyle Türkiye’den sonra, artık Amerikalı ve Cezayirli çizgi

roman tutkunlarının da görüş alanında…

(Fotoğraf: Gülden Kunte) Gökbulut, ilk albümü

“BANT” ile müzikal yolculuğunda yeni bir

kulvara girdi.

Page 65: Çizgili Draje  || Draje Dergi

65

N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda N’Oluyo Orda

BEREKETLİ SONBAHAR

Renkli, Tembel, Kayıp derken rötarlı drajelerimize bir de Çizgili’yi eklemiş bulunduk. Ne diyelim sağlık olsun… Hayırlı uğurlu olsun… Geç olsun da güç olmasın. Yok yok geç de olmasın artık. Arayı açmayalım oturmaya da bekleriz…

Oturmak demişken, sözü durmaksızın koşturup duranlara getireceğimizi anladınız elbette. Bir şeyi de anlamasanız şaşacağım doğrusu… Eylül bitip Ekim yaklaşırken; “Çizgili Draje ne zaman çıkıyor feryatları arasında adeta kendimizi kaybettik ama güzel haberlerle aranızdayız.” Görüşemediğimiz iki aylık süre içinde aramıza muhteşem bir yaratık katıldı. Ömer Çınar… Drajelerimizden Özge Denizci ve arada sırada bizleri okuyor olmasından endişe ettiğimiz İlker Görgülü’nün ortak mahsulleri olan Ömer Çınar’ı bir an önce büyüyerek iş yükümüzü hafifletmeye davet ediyoruz.

İkinci muhteşem haberimiz ise Luxus’tan geliyor… İlk sayılarımızdan itibaren Draje’li uykusuz gecelerimizde en yakın dostumuz ve sırdaşımız olan Luxus’un ikinci albümü Bi’ Lareya 3 Ekim’de CD çalarlarımızda zuhur edecek. Kendi kendine olmayacak elbette, en yakın müzik marketten rica edilecek. Her bir emektarını gözümüzün bebeği gibi sevdiğimiz Bi’ Lareya okurumuzla, bakarımızla, yazar, çizer, fotoğrafçımızla tek tek bütün drajelerimizin arşivinde yer almayı sonuna kadar hak eden bir albüm. Ömer Çınar’ı büyümeye davet ederiz de Luxus davetsiz kalır mı hiç? Canımızın içi Luxus’umuzu, üçüncü albüm için şimdiden biraz daha tempolu çalışmaya davet ediyoruz.

Biter mi bitmez elbet… Kendisini Âşık Draje’den tanıdığımız Gökbulut, ilk kişisel albümüyle geçtiğimiz aylarda aramıza katılmış oldu. Daha önce Âşık The Bando’da solist olarak yer alan ve farklı sanat dallarının bir araya geldiği “Netame” isimli Çizgi Roman/Müzik albümünde de iki parça seslendiren Gökbulut, “BANT” isimli maxi single’ında dört şarkıya yer veriyor. Alışılmışın dışındaki şarkıları, ses renklerini ve vokal tekniklerini seven okurlarımızın Gökbulut’u dinlemekten de büyük keyif alacağını düşünüyoruz.

Ve güzel haberlerini vermekten biz yorulsak da durup dinlenmeden keyfimizi gıcırdatan Studio Rodeo’dan iki güzel haber daha… İlkine Ulusa Sesleniş’imizde değinmiştik zaten. Korkak Draje ile Çizgili Draje kapaklarının çizeri ve Zombistan’ın yaratıcısı Cem Özüduru, harıl harıl pek yakında çıkacak olan yeni fantastik çizgi roman albümü için çalışıyor. Zamanı geldiğinde, kendisine bir kez daha mikrofon uzatmak için sabırsızlanıyoruz. Studio Rodeo icraatlarına dair ikinci haberimiz ise yine Cem Özüduru hakkında ama bu kez Kuzey Afrika dolaylarından geliyor. Cezayir’in tek çizgi roman dergisi olan Bendir’in üçüncü sayısında Cem Özüduru’nun Kozalaklar isimli öyküsü Fransızca olarak yer aldı. Kırk yıl önce Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ını severek takip eden Cezayir’li çizgi-roman tutkunlarının Cem Özüduru çizgileriyle tanışmaktan son derece memnun olduklarını da söylememize gerek yoktur sanırım…

Yazı: Erdinç Yücel • http://textapel.org

Bir Özge Denizci - İlker Çınar ortak yapımı olan Ömer Çınar’ın beyaz perdede büyük ses getireceği düşünülüyor.

Page 66: Çizgili Draje  || Draje Dergi

66

Rast’Art • Fotoğraf: Erdinç Yücel - http://textapel.org

Page 67: Çizgili Draje  || Draje Dergi

67

BİR DELİNİN İNCE ÇİZGİSİ

Birden kendi kendine türeyen yazılar uçuşmaya başladılar ve durduramadım. Her yerden uçuşuyorlar

ve kafamın etrafında dönüyorlardı. Çekip bir kaçını yazmaya çalıştığımda ise, saçma sapan sıfır yenilikçi, birbirinin aynısı olmuş kalıplar halinde dökülüyor, eriyorlardı. Yaşadığım olayları düşündüm. Hep tek düze; hep aynıydı. Değiştirmeye çabaladım, daha da boka sardı. Sonra bıraktım. Biraz sessizliğe gömüldüm. Fark etmedi. Deliliğe övgü yağdırdım. Ama deliremiyordum. Eskiden bir deliydim. Ama artık deliremiyordum. Takılıp kalmıştım ve kıçtan uydurulan saçma sapan edebi sözlerin fazlalığından korktum. Kimsenin olmadığı bir kaç parkı gezesim geldi. Ama illa ki birileri olacaktı ve gürültü dolacaktı o parklar. Mezarlık gezmek istiyordum, ama bu şehirdeki mezarlıkları hiç mi hiç bilmiyordum. Sessizliği yakalamanın imkânsızlığında kendi kendime seyir ederken, aptallığımın bilincine vardım. Gürültülere alışmam gerekiyordu. Ama çok da zordu. Yeniden şehre karışmak, insanlarla konuşmak ve oradan oraya koşmam gerekecekti. Bıkmıştım. Falan filan... Öldürmeyi ilk o zaman istedim. Bir değişiklikti. Dönüşü olmayan bir trajediydi. O kadar tatlı ve de sakindi ki, sadece tek darbede bitmesini istemedim. Yavaş yavaş, acı çektirerek öldürmek istiyordum. Kurbanım olacak bir dünyaya ihtiyacım vardı. İlk kurbanım benim için, diğer öldüreceklerim ise Tanrım için olacaktı. Sokakta ölüm kolaydı. Ama kendinizinki. Bir başkasınınki değil. Bir başkasınınki için de bir

uğraş gerekiyordu. Ulu orta öldüremezdiniz. Kenarlara çekmeniz ve de en uygun anda baltayı kafatasına indirmeniz gerekiyordu. Kahkahalarınızın arasındaki o saf, garabetimsi çığlıkların daha güzel kaynaşması için, ellerinize eldiven giymemeniz gerekir. Çıplak ellerinizde saf kan dolanırken, yere damlayan her parça için gözyaşı dökmelisiniz. Ama deliliğimi geride bırakmıştım. Öldüremedim.Hiçlik içinde tünerken nasıl olur da her şeyi yazabilirdim? Delilik şarttı. İtilmek, ezilmek ve de bundan haz almak şarttı. Uyduruk şarkıları dinleyip haz alan binlerce koyun gibi olamayacaktım. O zaman yazmalıydım. Kendi şarkımı üretmeden bana müzik yoktu. Kendi dünyamı betimlemeden de var olamayacaktım. Öldüremeyen bir seri katildim. Bu yüzden de idam edilmiyordum. Ama aralarına da karışamadım. Yüzlerce senfoni oluşmuş sokaklarda. Yerde, binaların çatılarında ve camlara yansıyan ışıklarda…

Ama hiç biri benim kadar aç değil şöyle bol gürültülü bir randevuya. Hah,

şaşar kalırım şimdilerde bu kadar ışık hüzmesinin ardında nasıl hiç mutluluk inmiyor binlerce ahkâm kesene?

Yok, sıfır... Gelmeyecek olanlar o kadar fazla ki gelenlerin arasında. Belki altmışlarında yaşayan bir ara sokak olmalıydım. En

azından belli bir gürültüye sahip olurdum. Kulaklarımın

her birini ikiye bölüp, zarflara koyup kuzeye,

güneye, doğuya ve batıya doğru uçursam diyorum... Yok, bu da

denendi...Kimseye kimseyi ve

herkese herkesi verip gitmek var aklımda. Ama

hiç kimseyi bulamıyorum ihtiyacım olduğunda. Siktiret,

Yazı: Onur Ünder - [email protected] İllüstrasyon: Cem Güventürk - http://www.facebook.com/scyaa

Page 68: Çizgili Draje  || Draje Dergi

68zaten bulsam da ben beğenmezdim herhalde. Yazmam gerekiyordu. Ama bir türlü başlayamıyordum. Ölmüştü hikâyelerim. En azından ucundan biraz tutabilsem... Belki dirilirdi tüm genellemelerim. Yok yok, böyle iyiyim ben. Ne bir beklentili hayat, ne de sorumluluğum var sırtımda. Günden güne yazılarım da tamamen kaybolup gidecek nasıl olsa. Kendimden nefret ediyorum, sizden nefret ediyorum... Sevmiyorum hiçbir şeyi ve saygı duymak istemiyorum saygı duyulması gereken her şeye. Haklarınızdan, haklarımdan, seslerinizden, sesimden, farklılıklarımızdan da nefret ediyorum. Ama dışımdan hepinize gülüyorum. İyi gözüküyorum. Çok seviyor gibi yapıp sizi kullanıyorum. Yazılarıma alet ediyorum. Kendimi kurutup kaba koyuyor ve günden güne çürümemi bekliyorum. Çünkü siz beni kaybettiniz, bense kendimi. Ve sadece kendim olmadan bir ben kalmışken nefes almaya çalışan bir makine gibi hissediyorum. Nefretim o kadar kabarmış ki, dağların ardındaki o gülümseyen güneşi alnının ortasından baltalıyorum. Orospu çocuğunun kafası o kadar güzel dağılıyor ki, durup karşısında bıraktığım sigaramı içiyorum. Böylece tüm çocuk resimlerini de karartmış oluyorum. Anaokulundaki resim dersinde ‘’ Cehennemi ‘’ çizen tüm çocuklara içten bir merhaba diyor ve boğazımdan kuvvetli bir balgam tükürüyorum. Beni sevmeyin. Çünkü ben sizden nefret ediyorum.Tüm melekler o kadar güzel koşuyorlar ki, hayatımın iyi taraflarını görüyorum. Sonra iblislerim dörtnala imdadıma yetişip, kaybolduğum iyiliğimden beni yine hayatımın kuytuluğuna mıhlıyorlar. Teşekkür ederek, küfürlerimle el ele tutuşup, lağıma doğru yürüyoruz. O kadar çok bok var ki etrafımda, koku inanılır gibi değil. Kapkara bir teyze var karşımda altmışlı yaşlarında. Üzerinde parlak renklerde bir sürü takılar ve bilezikler var. Ama yüzünü göremiyorum. Kir tabakası yüzünü örterken takılarını açıkta bırakmış. Takılarının ne kadar hoş gözüktüğünü söyleyerek uzaklaşıyorum. Yirmili yaşlarda bir kız görüyorum sonra. O kadar seksi ki, orada, o anda onunla deli gibi sevişmek istiyorum. Sonra yüzüne bakıyorum, beni şuh bir kahkahayla yanına çağırıyor. Tam yaklaşmışken de, geri ittiriyor ve benden takı istiyor. Altmışlarındaki bok teyze geliyor aklıma. Geri dönüp o

teyzeden takılarından birini bana ödünç vermesini istiyorum. İlk önce suratıma öyle bir tokat yapıştırıyor ki, elindeki kirin yarısı bana da bulaşıyor ve yüzüm aniden kararmaya başlıyor. Ama takıyı da veriyor. Koşa koşa suratımın şeklini önemsemeden fıstık gibi hatunuma dönüyorum. Elimden takıyı alıyor, ama bu kez de yüzümdeki kir tabakasından korktuğunu söyleyerek, beni reddediyor. Bir kez daha insanlığımdan ve insanlığınızdan tiksiniyorum. Her şeyden vazgeçtiğini ve kendini iyiliğe adayan insanları arıyor gözlerim. Ama sonra yüzümdeki kiri anımsıyorum. Şaka gibi bir hikaye içinde seyir ediyorum. Lağımdaki kokular iyice yükselirken beni candan seven boklardan biri peşimden yüzüyor. İstemiyorum. Ama beni takip ediyor. Duruyorum. Bana yaklaşmasını bekleyerek ona öyle bir tekme savuruyorum ki, bok benden uzaklaşmasına uzaklaşıyor, ama yüzüme de sıçramayı ihmal etmiyor. Gittikçe kararıyorum.Lağımda ilerledikçe kapkara bir boktan tek farkımın içimdeki insanlık ihtimali olduğunu anımsıyorum. Hayvan haklarını savunan böcek düşmanı kokoş teyzelerin ikiyüzlülüğü geliyor aniden aklıma. Kedi ve köpeği sevmek kolayken, hiçbirini hamam böceklerini ilaçlamalardan korurken göremiyorum. Siktiret diyorum, zaten hamamböcekleri dinozorları bile aştı da bugünlere geldi, kokoş teyzeler nedir ki? Bir Allosaurus değiller sonuçta... Kendilerini insan olmaya o kadar çok adayan var ki, ben insan olmaktan vazgeçiyorum. Çünkü ben hayvan haklarının savunulduğu bir şehirde, küçücük bir böceğim. Görüntümü beğendiremiyorum, uysal da değilim. Doğamı yaşıyorum. Ama doğam birçoğunuza zarar veriyor. Çünkü bütün doğal düşünce alanımı sıkıştırıp, bir sürü evcikler oluşturuyorsunuz. Ve mutfağınızda da arta kalan doğamdan bir kaç parça ekmek kırıntısı almaya kalkıştığımda sonum acı oluyor. Hiçbirinizi sevmiyorum. Çünkü siz beni sevmiyorsunuz. Kendimi de sevmiyorum. Kedi veya köpek olup aranıza karışmak, tırmalamak, havlamak istiyorum. Ama sesim aşağılardan çıksa bile size duyuramıyorum. Acizliğime küfür ediyorum...Yazı yazmak istiyorum. Lağımdan kurtulmak ve bir şeyler üretmek. Güzel bir hatun çizmek ve ağzına tatlı bir gülücük koymak... Ama kalemi elime alıp kağıda yasladığımda ortaya sadece var olanlar kadarı çıkıyor. Yetinmek

Page 69: Çizgili Draje  || Draje Dergi

69

istemiyorum. Daha iyisini bulmak, tarihe geçmek ve eşsiz bir şey ortaya çıkarmak istiyorum. Ortaya sadece kabiliyetsizliğim ve yetersizliğim çıkıyor. Ancak günümüz kadar iyi olabiliyorum. Asırlara hükmedemiyorum. Ama uzun yıllar yaşayacaksam, neden asırlara da sarkıntılık edemiyorum? Kıyameti bekliyorum sonra. Sağ kalma içgüdüm eğer hala sağsa, belki kıyametten sonrasında bir şeyler başarırım diyorum. Beklediğim kıyametin her şeyi sıfırlaması da cabası... Yeni bir başlangıç… Mevcut olanın çok daha üzerinde yaşam formları... Oksijensiz, bol umutsuz yepyeni hayatlar... Hiç umudun olmadığı bir yerde umutlu sayılırım. Ve bunu seviyorum. Günün birinde başka bir evrende ve çok büyük bir kudretle en büyüğü oynadığım vakitler... Benden daha fazla şey bildiğini iddia eden insanların etrafımda tam cayır cayır yanacakken, onları benim kurtardığım çok ama çok uzak bir gelecek. Hayatımda hiç gidemediğim bir çöl istiyorum. Kuklaların ölü çocukları eğlendirdiği, bol fırtınalı ama bir o kadar da sessiz, ıssız... Gökte milyarlarca yıldız ve koyu mavi bir renk ve kumun masmavi olduğu bir çöl... Diğerleri gibi palmiyeler ve de güzel bir sevgili de olabilirdi tabii hayallerim. Ama deliliğimi bulamadan âşık olmak çok yıpratıcı. Çünkü ancak deliler âşık olabilir. Diğerleri ise, âşık olduğunu zannederken, severek ölürler. O kadar çok yıldızın arasına karışma düşüncesi varken, asla karışmayacağını bilmektir birçoğunu göğe bakmaktan alıkoyan. Ve eğer yeterince deliyseniz, o yıldızların içinde kendinize güzel bir oda edinmişsinizdir bile. Ölüp, toprağa karışmış katrilyarlarca bedenin geri dönüşümünün saklandığı sönük yıldızlara o kadar yaklaşıp da, sağ çıkabilmektir yeterince deli olmak. Ama ne öyle bir çöl, ne de öyle bir yıldız var göğe baktığınızda. Gelmeyen deliliğime, masalsı aklıma ve âşık oldum zannedenlerinize öyle bir küfür ediyorum ki, bir daha asla masal dinlememek adına...

Sadece geniş bir bahçe ve anne babanızın arasında küçücük bir çocuksunuzdur. Gece olmuştur ve evinize girmek üzeresinizdir. Ama bir şeyler içeri girmek istemenizi engeller hep. Aydedenize baktığınızda, o kadar masumdur ki, o ninelerin masallarındaki Ay Dededir o. Kâbuslarınızdaki yaratıklardan sizi

uzaklaştıran, korkmamanızı sağlayan, hem anneniz hem babanız olan Aydedenizdir... Ama büyüyüp de, mastürbasyonunuzla sıkı fıkı olduğunuzda aniden yok olandır... Sizi doğmayacak küçük ve ölü çocuklarınızla yan yana bırakıp giden ihtiyar bir dededir artık... Çünkü siz kendiniz gibi Aydede’nin şefkatine kavuşacak binlerce çocuğu daha doğmadan lağıma postalamışsınızdır. Bir kez daha küfür ediyorum... Doğurtamayıp, öldürdüğüm sayısız çocuğumun bende oluşturduğu ağırlığa. Sırtımdaki vicdan yüküme... Öldürmeyi reddeden sözde barışçıl ve aynı zamanda otuzbirci binlerce adama... Rahmindeki kök salmış güzelim ceninleri sırtlanların önüne atan binlerce kadına... Aydede’nin affetmeyen bakışlarını çeken binlercenize küfür ediyorum... Ve belki diyorum, bir gün baba olursam, Aydede’yi çocuğuma anlatırken, Aydede beni affeder... Ve kendimi yine güvende hissederim. Ama bu lağımda yaşatacak bir çocuğum olmasını da hiç mi hiç istemiyorum. Hayat güzeldir. Hayat kolaydır. Eğer dışarıdan izliyorsanız, hayat bir harikadır...Aydede’den tekrar bıkmamın sebebi bir başka güzel hatunu görmem oluyor. Kalçaları dolgun, bacakları sütun, göğüsleri dipdiri ve saçları belinde bir peri. Sevişme isteğim tekrar kabarıyor. Ama aklıma lağımda yüzüme yapışan kirler geliyor. Kapkarayım. Tıpkı bir bok gibi... Reddedecek diye yanına bile yaklaşmıyorum. Yanımdan aniden başka bir bok fırlıyor ve şansını deniyor. Güzeller güzeli peri, bokun cesaretine hayran kalarak onunla beraber merdivenleri tırmanıyor... Hayretle bakakalıyorum. Hırsımdan ağlayasım geliyor. Ama hayır diyorum, ağlamak bana yakışmaz. Sonra da hüngür hüngür ağlıyorum. Her dökülen gözyaşımda yüzümdeki kir de bir o kadar azalıyor. Kendimi tekrar tanır hale geliyorum. Ama bu sefer de yazdığım ve yazacağım hikâyeler bir bir uçuşuyor aklımdan. Bu kez diyorum, o lağımdaki peri beni beğenir. Eğer bir başkasını bulmadıysa... Lağıma geri dönüyorum, periyle sevişirken dışarı boşalıyorum ve yüzüm tekrar kararıyor. Kahkahalarla, yazılarıma ve hikâyelerime geri dönüyorum. Çünkü deliliğimin en başından beri tam zirvede olduğunu, sadece aşkı arayan aptal bir hamamböceği olduğumun farkına varıyorum. Hikayelerime âşık oluyor ve hayatımın sonuna kadar kayıp yaşıyorum...

Page 70: Çizgili Draje  || Draje Dergi

Beş dakikada her şeyin değişebildiği bir dünyada bir tarihe sahip olmak istiyorsanız, Karayolları Bölge Müdürlüğü yaşadığı bölgeyi işaretlemek için sağa sola işeyecektir. Atom Karınca lakaplı Banu Alkan’a duyduğu platonik aşk sayesinde klasik sol örgütler bunu ba-rındırmıyor maalesef. Tom Jones, nerde nasıl bi boyuta attı beni pe-zevenk diye düşünürken kapının ardından gelen kimi anlaşmaların önündeki tek engel, yeryüzünün bölünmez bir bütün olduğu gerçe-ğiydi. Sonuçta biz de emir kuluyuz ilham bize biz sana isimli epik şiiriyle genç kızların gönlünde taht kuran telefona baktım. Arayan dergimiz editörlerinden Turgut Özatay’dı. Kaslı vücuduna giydiği si-yah dar badiyle gece seni bir türlü uyutmayan Yevgeni Zamyatin’le başlayıp Ursula Le Guin’le zirvesine varan topuk seslerine kulak ke-sildim. Bu durumun bana özgü bir hareket olmadığını düşünen ata-larımıza güvenirim, eminim çoğunu kaydediyordur. Oturuyorsun ve oturduğun yerde uyuz bir it yutar şirin duyguları isimli filminin de etkisiyle zihnime kazıdığım sahnelerden birinin benim kitaptan çok da hazzedeceğini düşünmüyorum açıkçası. Zamanla şuna inandım ki günümüz insanını ve onun psikolojisini hesaba katmayan Freudyen yazarlarla -mesela Jung’la- tanışınca bir “ouvbeybi” durumu yaşa-mıyor değilim. Aşağıda diğer yolculara el sallayan soyu tükenmiş pri-matlardan “Yüz Yetmiş Dokuz Derece Derneği” Basın Sözcüsü Fikri-hür Duloğlu size biraz gecikmeli ulaşacaktır. Sevdiklerini, sevgilisi vs. geride bırakanlar için alarm verdiğinde ne yapmam gerektiğini takip etmek zorundasınızdır, motoru bozulur tak diye önünüzde kalır al-tınıza alırsınız. Derken barmenle birkaç muhabbet ve ardından ta-nıdık simalar... Eğer masada bir de iki üç tane entelektüel kız varsa, televizyonu götüme mi sokacağım? Kimisi uyuşturucu satıcısı ya da kullanıcı, kimisi hırsız çoğu burjuva dilinde kenar mahalle çocukları bir elli daha dayandı, üstüne üstlük daha ne elliler geçti de milyar-larca hıyar turşusu kendi kendine şu soruyu sorup durmaktan geri kalmadı: O da ne? Bilmem çektiği, çekeceği acılar, yaşayacağı aşklar, terk edilişler ona ne yaşatacak ama uzunca bir süre albüm çıkarmaz umarım. Çünkü 23 Nisan’la ilgili duygulu, coşkulu yazılar her şeyiyle kraldır bana göre ama o eşiği atlamak için Örümcek Adam’a ihtiya-cın vardır. Bana şaşkın gözlerle bakan Emre’ye bin yılın dayağını at-maya kalkmıştım ki o an ben ne diyeceğini bilemeyen her insan gibi camilerin biraz ürkütücü biraz da mistik ezanlarının aynı anda baş-layıp birbirine karışan seslerini duyar; ürperirim. O gürültülerinden şikâyet ettiğim çocuklu ve hamile kadınlara sonsuz teşekkürler… Çünkü her KAYIP beni paralel evrenler arasına bi yere atmıştı.

Çıkan kısmın özeti: