60
SİNEMA: DELİ PERDE Bizim için delilik mahallenin ya da köyün delisi tarzındadır... DELİ’LLER “AŞK KARNINA”nın yazarı Özer Şahin’den Delilik... en sade hale getirirsek bu kelimeyi, elimizde ne kalıyor? “del-“.. Evet, bir nevi beynin delinmesidir delilik... draje Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 4 Haziran 2009 SÖYLEŞİ: “LÜKSÜZ BİZ ” LUXUS Acayip bir sohbet... DELİK SAKİNLERİ’NİN DİKKATİNE! Ressam: René Magritte

Deli Draje || Draje Dergi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Haziran 2009 - Sayı 4

Citation preview

SİNEMA:DELİ PERDE

Bizim için delilik mahallenin ya da köyün delisi tarzındadır...

DELİ’LLER“AŞK KARNINA”nın yazarı

Özer Şahin’den

Delilik... en sade hale getirirsek bu

kelimeyi, elimizde ne kalıyor?

“del-“.. Evet, bir nevi beynin

delinmesidir delilik...

drajeDELİ

Aylık Ücretsizİnternet Dergisi

Sayı 4Haziran 2009

SÖYLEŞİ:

“LÜKSÜZ BİZ ” LUXUSAcayip bir sohbet...

DELİKSAKİNLERİ’NİN

DİKKATİNE!

Res

sam

: Ren

é M

agri

tte

Bir Derginin Hatıra Defterikendine yol açan adama gülerken aynı anda korku, hüzün, acıma ve kıskançlık gibi duygulara gark olabilmemiz boşuna olmasa gerek... Çoğunluğun ahlakını, yasalarını, değer yargılarını, davranış kalıplarını, algılarını ve algı alanının dışında bıraktıklarını takmayan kişiler kime ürkütücü gelmez ki? Herkes gibi olmamanın cazibesine kim kapılmaz? Ve dahası...

Deli Draje için kolları sıvarken işimizin zor olduğunu biliyorduk. Çayımızla, monitörümüzle, cep telefonumuzla konuştuk bol bol ve umutsuzca cevap almayı bekledik. Pixel pixel saydığımız hayaller bize huzur vermedi... Trafikte kendimize yol açamadık... Ama bir ayın sonunda dönüp arkamıza bir baktık ki, aslında yapmamız gereken çayımızı bizimle konuşmaya zorlamak değilmiş. Bazen usulca seslenip geri çekilmek ve kulak vermek

Bilgisayarınızın başına oturup derginizi okurken soğuyan çayınızla konuşursanız bunda bir sorun yoktur.

Kimsenin ruhsal durumunuzla ilgili endişeye kapılması gerekmez. Çevrenizdekiler için sorunun boy gösterdiği nokta, artık çayınızın da sizinle konuşmaya başladığı o andır.

Yasak, olağanüstü ve kaçak... Çayınızın sizinle konuştuğu an... Yıldızları sayarak huzur bulan bir romantiğin, yıldızlar yerine kaldırım taşlarını sayarak huzur bulmasıyla da başlayabilir her şey... Ya da plajdaki kum tanelerini... Çoğunluk denen ofset baskı aracı, havadaki toz zerrelerini saymanızı romantik bulmuyorsa, artık renkleriniz ve zevkleriniz herkes tarafından tartışılabilir demektir.Elindeki tencere kapağıyla trafikte

ULUSA SESLENİŞFo

toğr

af: A

lican

Erk

ol

Bir Derginin Hatıra Defteriyetiyormuş işte. Yoksa bu kadar içimize sinen bir dergiyle karşınızda olamazdık.

Kırık dökük sorulara iyi kötü cevaplar almaya gittiğimizde bize sıcak ve kocaman gülücükler veren Alper, Kamucan ve Ozan şahsında Luxus’a teşekkürler... Neşenizin hastasıyız... Deli Draje’nin en büyük motivasyon kaynağı; “Büyüğü deli, küçüğü deli, beşikteki kafasını sallıyor” özdeyişiydi... Bu sözü dağarcığımıza işleyen Esme Yücel’e de teşekkürler. Rahat uyusun... Aramıza bu sayıda katılan muhteşem çizerlerimiz Özge, Tayfun, Cem ve Alettin hoşgeldiler... Ay boyunca kulağımızda Luxus’un şarkılarıyla yaptık ne yaptıysak. Dellendik mutluyuz... Antika Draje’de görüşmek üzere...

Erdinç Yücel - Genel Yayın Yönetmeni

Genel Yayın YönetmeniErdinç Yücel

Yazı İşleri MüdürüBirkan Can Evirgen

Art Direktör - Grafik UygulamaSongül Yücel

[email protected]

RedaktörDerya Yücel

Koordinasyon Sorumlusu - Menajerİlknur Seda Bendeş

İnternet UygulamaOnur Şevket Bendeş

Editörlerİlknur Seda Bendeş, B. Can Evirgen,

Erdinç Yücel, Songül Yücel

Yaratıcı DrajelerAli Ergin, Alican Erkol, Alp Serdar

Aktürk, Alpay Erdem, Cem Güventürk, Cem Vurnal, Çılga

Doğukanlı, Demet Özge Aykan, Ece Dericioğlu, Emre Alettin Keskin,

Engin Arınan, Mark Town,Nazlı Karabıyıkoğlu, Özer Şahin,

Pınar Karaaslan, Reha Gözügörmez, Tayfun Bayrakçı, Utku Atalay

Gelecek ay konsept konumuz: “ANTİKA”Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve

diğer katkılar için bizimle [email protected] adresinden iletişime geçebilirsiniz.

[email protected]

draje

“LÜKSÜZ BİZ” LUXUS

ACAYİP BİR SOHBET...İlknur Seda Bendeş

Ece Dericioğlu

12 iiÇ

DE

EK

RL

N

DE

FO

RM

EB

irka

n C

an E

virg

en

6

32

SH

ININ

GU

tku A

tala

y

RU

H Ü

ŞÜ

ME

Alp

ay

Erd

em

53

54

44

İLHAMİEce Dericioğlu

HE

R Ş

EY

E

MA

YD

AN

OZ

Ali E

rgin 34

ZİL

ÇA

LSIN

A

RT

IK Y

AA

A!!!

!!

Cem

Güve

ntü

rk

8

26 Büyüğü deli, küçüğü deli... Songül Yücel

32 Oyun tarifleri Erdinç Yücel

38 Sıcak gündem Reha Gözügörmez

42 Herhangi bir sokakta bir gün Özgür Yetkinoğlu

46 Dünyanın en kendinin farkında başlığı Mark Town

50 Portakallar Nazlı Karabıyıkoğlu

52 Deliliğin içsel analizi Çılga Doğukanlı

56 Deli perde Havanik

58 Sıkıcı şeyler İlknur Seda Bendeş

60 Çıkan kısmın özeti Erdinç Yücel

i

Ç

DE

EK

RL

N

50

ZIR

DR

AJE

Ta

yfu

n B

ayr

akçı

10

36

48SERİN BİR

AKŞAMÜSTÜBirkan Can Evirgen

DELİ DÜNYAEngin Arınan

AK

ILL

IA

lica

n E

rkol

18

24

ŞİZ

OF

RE

N

AŞK

Cem

Vurn

al

20

DELİK SAKİNLERİNİN DİKKATİNE!

Demet Özge Aykan

22

AAĞBİİ, KELİM ÇIKTI SULAMAK LAZIM

Pınar Karaaslan

GİZLİ DENİLEN GİZLİ Mİ OLURDU GİZ?

Emre Alettin Keskin

28

DE

Lİ’

LL

ER

Ö

zer

Şahin

40

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def6

İlknur: Kebap yapar yerim bu kor alevden akşamlarda, heyhat, nedir bu çile yorgun yorganlar altında, işte gidiyorum bitli böcekler misali derin kuyularda, etmesin beni tek yurdumdan dünyada cüda.Can: Şimdi değişeceksin, belki ters evrim geçireceksin. Sonra bir maymun olacaksın, o maymun bir ağaca çıkacak, dal onu taşıyamayıp kırılıp düşecek! Belki o odun ben olacak.

Geniş çerçeveli gözlüklerinin üstünden çocuksu bir bakış attı ve de-lisin sen dedi, manyak ayol. Beraber yürüdüğü arkadaşı bu lafı-na kızmış gibi görünmedi, zaten bunu gerektirecek bir durum da

yoktu. İstiklal’de ilerlerken yanlarından geçen sakallı düşkün amca belki duysa bu sözlere alınırdı.

Çünkü aynı kelimeyi onun için de kullanmıştı bizimki, ama tamamen baş-ka bir tonlamayla. Halbuki adamın bağırıp çağırması bozuk ruh sağlığın-dan değil, sıcak altında içtiği biralardan kaynaklanıyordu.

Kızımızın imgelem dünyasına girdiğimizde bu sıfatı birçok ayrı tip insana kullandığını görebiliriz. Onun için bir mertebedir bu, seviyesini söylerken kullandığı tonlama belirler. Bazen bağırarak, bazen içinden geçirerek bazen de kocaman gözlüklerinin üzerinden şımararak telaffuz eder bu sıfatı.

Fakat kızımızın bilmediği şey deliliğin bir düşün olayı olduğudur. Özgünlü-ğü ve asiliği barındırır. Yalnızlık ve anlaşılamamak asil duygularıdır. Ağız-dan çıktığı gibi kolay değil, tabiri caizse zor zanaattir.

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

Delideğil!

Bu bir

Ressam: René Magritte

7Ya

zı: B

irkan

Can

Evi

rgen

E-m

ail:

birk

ance

@gm

ail.c

om İl

lüst

rasy

on: B

irkan

Can

Evi

rgen

İlknur: Kuzum affedersiniz ama sizin kafayı sıyırmış olma ihtimaliniz çok yüksek. Bundan sonra imam olduğunuz varsayımı üzerine derince düşüneceğim ve cemaati osurtmamaya özen göstereceğim. Benden söylemesi…Can: O zaman kabız kuğular hep bir ağızdan şiir okurlar kabotaj bayramında ve lalettayin bir öğleden sonra gibilerdir Ankara’nın balta girmemiş ormanlarında.

Direkt söylüyorum… Ben anladım…Ben çok şahane bir insanmışım… Dün anladım….Niye.? Bak şimdi söylüycem.

1- Son derece sorumluluk sahibiyim 2- Küçüklerime sevgili büyüklerime saygılıyım 3- Derslerimde başarılıyım (Elmam kızarık) 4- Örf, adet gelenek ve göreneklerimize son dere-ce bağlıyım 5- Mevsimlere göre giyinirim 6- Çevremde sevilirim, sayılırım 7- Adamına göre davranırım 8- S.kindirik olduğumu kabul ederim 9- İnsanları küçümsemem 10- Diş macununu ortadan sıkmam 11- Her zaman herkese 2. şansı veririm 12- Ben küstüm gidiyorum demem 13- Top benim oynatmıyorum da demem, herkesi oynatırım 14- Sofra adabı bilirim, fasulye yiyince çok güzel sıkarım kendimi. 15- 3 isteyene 5 veririm 16- Müziğin sesini altımızdakileri rahatsız edecek biçimde açmam 17- Kendimin bile duyamayacağı şekilde açarım. 18- Otobüste benden yer isteyen teyzelere amca-lara yerimi veririm 19- Gazilere ve hamile bayanlara da veririm 20- Ama teyze ve amcalara yerimi vermek iste-mem 21- İstemeye istemeye veririm yani 22- İstemesin onlar yer. 23- Ayakta beklesinler nolcak? 24- Bizde de çanta var . mına koim

25- Ama bazı amcalar/teyzeler ver ben senin çan-tanı taşıyım diyo. 26- Aslında onun da içinden gelmiyo. 27- Biliyorum 28- Ama diyo. Ben de taşıma diyorum 29- Taşımasın benim çantamı ya! 30- Ne münasebet! 31- Ama bazı amcalar/teyzeler cidden taşıyım dio 32- Yani harbiden taşır o amca/teyze biliyorum 33- Ama taşımasın ya boşver. 34- Herkesin çantası kendine. 35- Benim çantam güzel 36- Orta 3’ten beri kullanıyorum 37- Memnunum 37,5 İlk çantam Ninja Turtleslıydı. 38- İlkokul birinci sınıfta ilk gün... 39- Tenefüse çantayla çıkmıştım ben 40- Koca okulun bahçesinde bi çantalı ben 41- Tip tip bakıyolardı bana 42- Ulan niye bakıosun? 43- Hayır, senin Ninja Turtleslı çantan yook. 44- Ondan bakıosun 45- Yani aslında sen çantana o kadar değer veri-yosun 46- Ben çalınmasın diye çıktım ki çantamla yaa 47- tamam mı? 48- Sen çantanı önemsemiyosan bana ne? 49- Ben önemsiyorum! 50- Ninja Turtleslı olum bu çanta! 51- Herhalde tenefüse de onunla çıkcam.. 52- Sonuçta üstündekiler Ninja 53- Bi ağırlığı var... 54- Hem o gün koridor nöbetçisi kız bi tek beni aldı içeriye tekrar 55- Niye?

Yazı

ve il

lüst

rasy

on: C

em G

üven

türk

- E-

mai

l: ce

mgu

vent

urk@

win

dow

zlive

.com

8

ZİL ÇALSINARTIK YAAA!!!!!

Cem, bir kızın “abi yeaaa!” diye konuşmasına, tuzlu bedene yapışan kuma ve şehirlerarası otobüs muavinlerine delirir. Bu mani, Cem’den bütün delirdiği şeylere geliyor: Deli deli, Ali Veli, kırk dokuz elli, evri badi lavz Reymınd…

9

56- Çünkü bi ben çıkmıştım çantayla 57- Oysa siz ağlıyodunuz olum... 58- Yok abla sandviçim içerde kaldı giriyim mi? Hemen çıkcam vallaa bak diye 59- Ama bi beni aldı içeri, ben çıkmıştım sonuçta çantayla 60- Sen çıkmamıştım 61- Nası yürüdüm o koridorda öyle be heeyyyyttt diyerekten... 62- Nası baktınız Ninja Turtlelı çantama arkadan 63- Bi ben girdim o gün 64- Heheheheh 65- Sen de çıksaydın çantanla 66- Seni de alırdı 67- Ama sen çantanla çıkmadın işte 68- Ben çıktım ama ben de çalınmasın diye çık-tım.. 69- Sen de çalınmasın diye çıksaydın keşke 70- Ya çalsalardı o gün Ninja Turtlelı çantamı? 71- Sen mi vercektin parasını? 72- Ama ben tenefüste çantamla bi kenarda otu-rurken sen bana güldün demi? 73- Niye gülüosun ki kardeşim ya? 74- Ninja Turtlelı o çanta 75- Ha Ninja Turtlelı olmasa çıkmazmıydım? 76- Gene çıkardım. 77- Ne biliyim ya? 78- Sanki güven problemi yaşadım o an. 79- İlk gitmişsin ortamı bilmiosun nerdesin noluyo derken. 80- Alıvermişim çantamı 81- Olsun. 82- Gene iyi yapmışım diyorum 83- Sığır olan onlarmış 84- Tip tip baktılar bana 85- Hapishane gibi lan! 86- Hani racon burda böyle ilerlemez yeni olduğun belli bugün öğle yemeğini bana vereceksin cinsin-den 87- Bi de üstüne birisi binanın planını dövme yapsa getirse 88- Yemin ederim kaçış planı hazırlıcaz bizde 89- Bak gördün mü yaptığını? 90- Belki sen o gün öyle bakmasan 91- Ben okulu sevicem. 92- Çantamla arama girdiğin gibi

93- Okulla da girmişsin 94- Kara vicdanlı! 95- Belki de Ninja Turtlelı değilde 96- Power Rangerslı çanta almalıydım diyorum 97- Ne fark eder onunla da çıkardım 98- Çantayla duygu, çantayla bağ var bende 99- Sende yok , ondan gülüyosun zaten neyse gidi-yim ben, SAYGILARIMLA 100- Cem 101- Güventürk

25 Ama bazı amcalar/teyzeler ver ben senin çantanı taşıyım

diyo.

10

11

“ZIR DRAJE”İllüstrasyon: Tayfun Bayrakçı

E-mail: [email protected]://valjeanjean.deviantart.com

Söyleşi İlknur Seda Bendeş-Ece Dericioğlu Fotoğraf Alican Erkol

12

“LÜKSÜZ BİZ” LUXUSACAYİP BİR SOHBET...

“LÜKSÜZ BİZ” LUXUS

Bir Cuma günü Kadıköy Shaft’ta sahne olacak olan Luxus ile söyleşi için yola çıkan Drajeler, ertesi gün de Taksim Studio Live’da Luxus’u yalnız bırakmadılar. Röportaj tamamlandığında da bir sürü yeni dostumuz olmuştu. Bu müthiş grubun samimiyeti için bütün Luxus ailesine teşekkür ederiz.

Grubumuzun adının anlamı. Ex Oriente Lux, Işık doğudan yükselir diye bir kavram var. Eskiden lüx lambaları vardı. Luxus da ışıklar demek. Aslında biz son derece ukalaca “lüksüz biz ” şeklinde

koyduk.

Draje: Grubun adının anlamı nedir? Alper: Ex Oriente Lux, Işık doğudan yükselir diye bir kavram var. Eskiden lüx lambaları vardı.. Luxus da ışıklar demek. Aslında biz son derece ukalaca “lüksüz biz ” şeklinde koyduk. İlk çaldığımız yerin, Araf’ın hem ortaklarından dem DJ’i olan Barış diye bir eleman var o koydu ismi. Biz de yok demedik yani. Güzel oldu güzel. Tek derdimiz Luxus çok kullanılan bir isim uluslar arası camiada. Bir sürü Luxus diye grup var, Danimarka’da, İtalya’da.

Draje: Almanya’da gösteriniz mi vardı? Kamucan: Hasan Ali Toptaş diye bir adam vardır, bilir misiniz? Bilmiyorsanız hemen bilin. Onun “Yalnızlıklar” adlı şiirsel bir metni vardır. Onu oyunlaştırdılar ve ben de onlara katılmak için gittim.

Söyleşi İlknur Seda Bendeş-Ece Dericioğlu Fotoğraf Alican Erkol

13

“LÜKSÜZ BİZ” LUXUSACAYİP BİR SOHBET...

“LÜKSÜZ BİZ” LUXUS

Grubumuzun adının anlamı. Ex Oriente Lux, Işık doğudan yükselir diye bir kavram var. Eskiden lüx lambaları vardı. Luxus da ışıklar demek. Aslında biz son derece ukalaca “lüksüz biz ” şeklinde

koyduk.

Draje: Kamucan ne manaya geliyor?☺ Kamucan: Kamucan, halkın canı anlamına geliyor. “Halkın canı” derken, iki öz Türkçe kelime olarak konuyor babam tarafından fakat sonradan öyle olmadığını öğrendik. Can daha Farsça kaynaklıdır. 79 doğumluyum ben. 79 yılı Dünya Çocuk Yılı. Ne za-man bana bir şey almaya gitseler sürekli sert olaylar-la karşılaşıyorlar. Düşünün, evleniyorsun, çocuk yapı-yorsun, bebeğine beşik almaya gittiğinde gözüne bir şey sokup öldürüyorlar. Babam da, bakıyor devamlı halkı öldürme halindeler, babam da, “kızımın adını Kamucan koyayım ki, öldürülen halkların canı kızımın adında yaşasın” diyor. Ayrıca Kamucan’ın tasavvuf-

ta neşeli anlamları var. Hafif Nirvanavari, herkesin bir adının olduğu an. Cümlecan, Yunus Emre der ya, “Kamu âlem birdir bize.” Bir de yapılacak bir birliktelik demek.

Draje: Şahsen merak ettiğimiz bir şey var, sizin gibi insanlar nerede yetişiyor? Siz nerden çıktınız? ☺ Kamucan: Ben bunu bir soru olarak alamam, ancak teşekkür edebilirim. Bizim birlikte, oturup birbirimize çaldığımız şeyler bunlar. Ayrıca okumuş ve alaylıları-mız da var. Ne yapacağımızı değil, ne yapmayaca-ğımızı çok iyi biliyoruz. Biraz eğlenen ve bir şeyleri bir araya getirmeye çalışan insanlarız. Yoksa doğu-batı

14

Alper Bakıner: Solo Vokal, Keman Burak Beyrek: Davul Gökhan Barış Bölükbaşı: Gitar Ömer Erciyes: Bas Gitar

sentezi yapmaya çalışmak çok tehlikeli bir fikir. Bir bunun arkasında müzikolojik olarak durmuyoruz. Bizimki tamamen içtenlik ve samimiyet üzerinden yürüyor. Bu kılıkla yırtmayı da amaçlamaktan da bahsetmiyorum. Bunun altını elbette dolduruyoruz hayatımızla. Kimsenin canını yakmadan, haram seste gözü olmaksızın ses çıkartmaya çalışıyoruz. Alper: Herkes başka bir yerden çıktı aslında. Ben Adanalıyım mesela. İsmet abi Diyarbakırlı, Kamu ve Ozan İstanbul doğumlular ama kökenler Azerbaycan, Bulgaristan, Arnavutluk..

Draje: Balkan havası mı diyorlar sizin mü-ziğe? Alper: O biraz moda olan durumlar var ya, biz bir türlü tanımlanamayan bir iş yapıyoruz. Aslında herhangi bir tanesini yapmak kolay bir iş ama biz yan yana birkaç iş birden yaptığımızda çok tanım-lanamayan bir iş oluyor. İnsanlar da buna Balkan demeyi çok seviyorlar. Aslında albümde Balkan tınılı bir tane şarkı var. O da Balans ve Tolerans. Sahnede de böyle üç veya dört tane şarkı var. Yani Balkan grubu değiliz ama işte Balkan çingeneleri bir dünyayı karıştırdılar ya, ama ben bu nerden geldiniz sorusuna en çok şöyle cevap vermek istiyorum: Biz okulda buluştuk. İsmet abi ve Burak dışında hepimiz okulda buluştuk. İşte benim sürekli Teşkilat-e Esasiye dedi-

ğim şeyin özü bu okul buluşması oldu. Teşkilat-ı Esasiye diyorum çünkü Luxus tek kişiden kurulu bir şey değil, çok kalabalık bir ekip. Biz birbirini anlayan müzisyen sıkıntısı çekmeyiz. Mesela takip ettiniz mi bilmiyorum, Ömer ayrıldı bizden, kendi işi için ayrıldı. Süper başka bir projesi var. Şimdi Canay geldi. Ama onlar hala grubun içinde, ayrılmak söz konusu değil. Yani o teşkilat mevzusu okul kökenli ama şimdi okulda olup okulla sınırlı kalmayanlar bunların hepsi. Yani sokaktan geldik desem daha mantıklı. Gidip okuduk öğrendik bir şeyler ama sokaktan öğrendik daha çoğunu. Bir de böyle Diyarbakır, Adana gibi farklı kültür-lerin de nefesi geldi gruba doğal olarak. Bir de neredeyse herkeste politik bir duruş, Bohem Anarşizme yakın bir duruş var. E böyle olunca da Luxus’un ne olduğu aşağı yukarı ortaya çıkıyor zaten.

Draje: Hipnotik eğlence nedir? Kamucan: Bir etiketleme çabası sırasında ortaya atılmış bir fikir. Ama bu kesinlikle bir iddia değildir, analizdir. Buna birkaç yüz kez şahit olduk, insanların sapıtırcası-na eğlendiği ve bizimle birlikte eğlendiği aslında. Sahne önündeki o kalın duvarın mümkün mertebe inceldiği söz konusu. Bir tür macera Luxus sahnesi. “Beni se-ven arkamdan gelsin.” Mantığı var. Bu bir seyirci olabilir, bizim için önemli olan, içki içen vea içmeyen, dans eden veya

15

Ömer Erciyes: Bas Gitar Kamucan Yalçın: Klarnet, Vokal İsmet Kızıl: Perküsyon Ozan Akgöz: Akordiyon, Trompet

etmeyen herkes oradaki olayın bir parçası. Bu işte gâvurun yaptığı gibi bir “müzik performansı” değil. Bu hayatla ilgili bir şey ve sıklıkla ses çıkıyor. Bulunduğun ortamın güvenlik zaafı ne olursa olsun gözlerini bizle beraber kapatıp eğlenebiliyorsan, bu bizim için çok değerli ve mutluluk verici bir şey. Bu da bize hipnotik eğlence kavramını çağrıştırdı. Biz de bu esnada bu eğlenceye dahiliz. Burada bir hiyerarşi yok, toplu eğleniyoruz. Ozan: Biz öyle olduğumuz için olan bir hal değil bu. Bu, izleyicilere bir şey oluyor durumu da değil. Biz sadece “o anda sahnede olanlar” oluyoruz.

Draje: Şarkılarınızı ilk dinlediğimizde gerçekten eğlen-miştik, daha sonra kafayı yatağa koyup da dinle-yince çok derin anlamları olduğunu da fark ettik. Bu bilinçli yapılmış bir şey mi?Kamucan: Benim aklıma bu hep Cem Yılmaz’ın güldürürken düşündürmek mevhumuyla dalga ge-çişini getiriyor. Bizimki de böyle aslında. Bunu bilerek yapmak da mümkün değil, “haydi altına mesajı sıkıştıralım, portakal suyunda balık yağı hapı gibi” diye yapmak mümkün değil. Belki de bütün gün dü-şünceyle emek verip mesai yapmış bir adam bütün bunlardan kurtulmak için geliyor. Ama bu olmaksızın da bir şey yapmamız mümkün değil. Bilerek de değil bilmeyerek de değil. Sonuç olarak bir adam neyden beslenmek istiyorsa veya neyden beslenmek iste-miyorsa ondan şarkı yapar. Luxus’un planlamaksızın oluşan şiiri, tamamen onun beslenme cetveliyle paraleldir. Turgut Uyar’ın öyle bir dizesi vardır: “Esmer güzeli Necla’nın baktıkça ‘bayıldım’ dediği gökyüzü / İşte ben bunu mutlak yazmalıyım, dedim” Yani zihin referanslarıyla konuşmak çok mümkün olmuyor.

Alper: Bu tarz içerikleri eğlencenin arkasına sakladık. Çünkü tutup yüzü asık yapsaydık bu işleri çok zor. Millet göbek atarken neye göbek attığını bilmiyor tabi ☺ Şaka bir yana, neşe kavramını çok seviyo-ruz hepimiz. Eğlenmek derken, sürekli gülmekten bahsediyorum ben. Ben mesela neşeli kadınlardan hoşlanıyorum, sürekli gülsün, espri yapsın istiyorum. Grubun felsefesi de buna yakın işte. Sahnede saim olduğumuzu söylüyorlar, yok aslında, biz sadece eğ-leniyoruz ve bunu belli ediyoruz, birbirimize bakmayı çok seviyoruz. Herhangi komik bir durum olduğunda kahkahalarla gülebiliyoruz orda. Bütün mevzu bu aslında.

Draje: Kendinizde bir delilik seziyor musunuz yoksa tamamen normal insanlar olduğunuzdan emin misiniz? Alper: Zaman zaman. Mesela artık yaşlanıyorum, sağlığıma dikkat etmem gerekiyor. Bu ne kadar da normal insan durum değil mi? Günlük egzersizler yapmam gerekiyor, normal insan gibi. Ama aynı insan açıyor bir buçuk litrelik şarabı, alıyor eline gita-rı… İki boyutlu gidiyor işte hayat. Hatta bazen sanki dünyanın en normal insanı benmişim gibi geliyor. Geri kalan herkes deli gibi geliyor. Draje: Küçükken iyi bir çocuk muydunuz? Alper: Çok iyiydim, bütün mahalle çok seviyordu beni. Hala da efsaneyim mahallede. Kamucan: Şirin babayla ilişkimizi şöyle bir gözden ge-çiriyorum. 6 yaşına kadar sustum, 6 yaşından sonra deli gibi konuştum. (Deli diyor.)Ozan: Onu Şirin babaya sormak lazım. Ama önem-sediğim şey, Şirin babayı görmek değil de, onun bizi görmesi olabilirdi. Ben iyi çocuk olunca bakalım o

16beni görebilecek mi diye düşünürdüm sanıyorum. Ama Şirinleri hatırlıyorum. İnanç dünyasıyla bazen dönüşümlü olarak yayınlanıyordu ve perşembe günleri eve gidip de “Şirinleri izleyeceğim” şeklinde bir motivasyonla gidip, daha önceleri Allah zannet-tiğim müezzinin Kuran okuyuşunu dinlemek, ilginçti… Bizim zaman tuhaftı çünkü. Bir hafta Şirin Baba, bir hafta Allah baba, o yüzden işler biraz karışık. Yeterin-ce iyi çocuk olma durumu bana biraz sıkıcı bir ödev gibi geliyor. O yüzden ben de her Türkiye’de okuyan öğrenci gibi “keşke bunu çalışmadan yüzü çaksak” şeklinde büyüdüm. Ozan: (İlknur’un gözü rahatsız olduğu için 4 numara gözlerindeki lensleri çıkarmıştır. Bu yüzden sıradaki soruyu okuyamaz.) Kiminle konuştuğuna nasıl emin oluyorsun? ☺

Draje: İyi çocuklar Şirin Baba’yı görüyorlar, şarkınızda da oradan mı esinlendiniz? Alper: Bizim asıl şarkıyı söyleyen mafya babasının rakibi. Ama sürekli gülen bir mafya babasıdır. Şizofre-nik bir durum var ortada, ne yapacağını bilmeyen, bir yandan gidip kafasına sıkabilecek, bir yandan da acayip romantik bir adamdan bahsediyoruz. Ona rakip olarak da Şirin Baba’yı seçtim.

Draje: Delinin tanımı nedir sizin için peki? Bize sevdiği-niz delileri sayabilir misiniz? Kamucan: Bence deli denen şey, normal diye be-lirlenenin dışında olan, itilen veya tercih eden neşeli kişidir. Bilim mevzusunun muhalefet kısmıdır. Ben bunu kendim keşfettim sanıyorum ama bir Deleuze veya bir Foucault bunu zaten keşfetmişti ben oku-duğumda. Bir kravatlı zihin sahibi vardır normal olan, onun dışındakiler deli olarak adlandırılır. Bundan 200 yıl önceye buradan adam yollasak o zamanın delisi olacaktır. Yani delilik dediğimiz şeyin parametreleri durmaksızın değişiyor. Yine de 500 yıl öncesinde deli olarak adlandırılan biri yine deliliğini koruyabiliyor.

Yani bu kadar güncelliğini ve enerjisini koruyan deli-ler geçmiştir bu dünyadan. Alper: Tamamen sistem dışında kalmayı becerebi-len herkes bana göre delidir. Louis Althusser: Zaten deli hastanesinde bitti hayatı. İhsan Oktay Anar; tanıdığım en son deli. 5 tane kitabı var, çok geç gündeme geldi. Puslu Kıtalar Atlası diye bir kitabı var. Bence bu ülkeden çıkmış en iyi iş. Yarattığı karakter-ler müthiştir. Hakikaten bir delinin kafasından çıkacak işler onlar. Ben şimdi Efrasiyab’ın Hikâyeleri’ni oku-yorum, orada bir hikâye anlatmış, yirmi sayfalık bir bölüme kadar çok şey sığdırılabileceğini kanıtlamış. Üst kurmaca diyorlar buna. Tem realizm de diyemez-sin, tam sürrealizm de diyemezsin. Sonra, Müslüm Gürses.. Bizim ekibin tamamı deli. Kamucan: Thelonious Monk: Tourette Sendromu’ndan muzdariptir kendisi çok sevdiğim bir müzisyendir. Rabelais. 1500’lü yıllarda Gargantua gibi bir şeyi yazabilmek ve hâlâ kasıklarını tuta tuta seni güldürmesi, incelikli muhalefet gerçekten çok sağlamdır. Ursula Kroeber Le Guin var bir de. Ozan: Ben üç deliyi sayıyorum: Mahzar-Fuat-Özkan. Şaka bir yana, Larry Flynt, dünyaca ünlü bir porno dergisinin sahibi. Ama tavsiye ediyorum, hayatıyla ilgili bir film de var. Adam bildiğiniz kör cahil, bilgisiz-liğin gücünü kullanan bir adam. Bob Flanagan. Bu adam hastalığını kendini ifade biçimi olarak kullan-maya başlamış, performans sanatçısı. Farklı olma ve bunun delilik olma konusunun ayrışmasında deliliğin ticari olarak kullanılması da var. Yani bu pazarlama stratejileri içinde var olan veya olmayan veya pa-zarlamak için geliştirilen bir delilik olabilir. Ben burada samimiyetle ilgili problem görebilirim. Ahlaki, ciddi sorunlar taşıyan bir şey. Bunu pazarlamayı iş edin-miş kişilere pek de iyi gözle baktığımı söyleyemem. Parlak, iyi kariyerli, iyi öğrenci olan araştırma görevlisi olarak kalabilecek tipte, iyi evlat vb. televizyonda sık pazarlandığını gördüğümüz bir şey. Deli olan birinin de pazarlanma tehlikesi büyük sıkıntı yaratabilir.

17

Draje: Gitmek istediğiniz kentler var mı? Alper: Gidip yaşamak istediğim yer olarak Barselo-na diyebilirim. Fas, Cezayir veya genel olarak Kuzey Afrika, Jamaika.

Draje: O kentleri sevmenizin sebebi coğrafi değil herhalde? Alper: Yok, değil. Bir toprağa ait olmak değil bah-settiğim. Manu Chao orada yaşıyor diye diyebilirim mesela. Ayrıca diğer ülkeler için birbirine yakın kül-türlerden bahsediyoruz. Manu Chao da benim için bir delidir bu arada, bir gururdur benim için. Keşke onun kadar yaratıcı olabilsek. Fransız bir grup “Manu Chao’nun cüzdanı bende olsa” diye bir şarkı yaptı. Doğrudur, muhalifler parayı gördü mü ne muha-liflik kalır ne bir şey ya hani, bu da Manu Chao’yu öyle suçluyor. “Senin cüzdanın bende” olsa ben de söylerim öyle şeyleri filan diye. Şarkıyı Manu’ya gönderiyor. Manu ne yapıyor? Şarkıyı çok beğenip prodüktör arayışına giriyor ve grubu Barselona’ya davet ediyor. Tamamıyla egoyu sıfırlayıp bir yere bırakmış. Bir yere gömmüş, muhalefet anlayışı çok güzel. Slogansı değil. Tam ince ayrıntıları çiziyor. Başka bir deli; Yıldırım Türker. Ama hiçbir zaman sistemi makro düzeyde analiz etmez, mikrodur hep. Yani herhangi bir doğuştan gelme özelliği yüzün-den normal bir şekilde ayrımcılığa oynayan insanı analiz eder. İşte Manu’nun da sistemle olan genel alakası bu. Yani oturup küresel sistemi eleştirmez de, İspanya’daki mültecileri eleştirir. Ya da mesela çok sevdiğim bir lafı: Too Much Too Much Morality, Ha-bire Habire ahlak diye çevrildi. Habire habire ahlak, suça yöneltir diyor. Benim de şarkı yazma anlayışım aşağı yukarı bu doğrultuda. Tabi o biraz daha net koyuyor mesafeyi ortaya, ben biraz daha gizliyorum.

Draje: Müziği edebiyatla mı birleştiriyorsunuz? Nasıl algılıyorsunuz? Alper: Oyunlarla ve edebiyatla şarkıları bağlantı-

landırmayı çok severim. Şimdi yeni bir şarkı geliyor mesela, askerdeyken başlamıştım sözlerini yazmaya, bambaşka bir yerden çıktı, bambaşka bir mecraya girdi. Şarkı aslında Notre Damme’ın kamburunun aşk ızdırabını anlatacak komik bir dille. Bukowski’nin bir hikâyesi vardır, hikâye son derece normal Bukowski diliyle gider gider, bir polis onu sorgulamaktadır… En son Bukowski dilinin tamamen dışına çıkar. Dışarıda kuşlar uçuşuyordu, insanlar normaldi… Şaşırıyorsun, kitabın son paragrafı böyle mi bitirecek diyorsun, en son şu şekilde bitiriyor: “Ve bir köpek karşıdaki ağacın dibine işiyordu…” Ben de aldım bu cümleyi koydum şarkıya, şimdi şarkı Bukowski’ye doğru gitti.

HAZİRAN AYI KONSER TARİHLERİ:5 Haziran 2009: Studio Live Dip Ankara12 Haziran 2009: Shaft İstanbul26 Haziran 2009: Shaft İstanbul

Fotoğraf: Alican Erkol “AKILLI”

Yazı:

Cem

Vur

nal -

E-m

ail:c

emvu

rnal

l@ho

tmai

l.com

- İll

üstra

syon

: Birk

an C

an E

virg

en20

ŞİZOFREN AŞKŞİZOFREN AŞK

Nemli bir oda, mavi perdeleri kaldırılmamış,çarşafları toplan-mış boş bir yatak ve dinlen-

memeye yüz tutmuş müziğin notalarıyla çevrelenmiş bir oda. Düşün içinde yalnız ben ve duvara yaslanmış bir resim. Elim-de gene mürekkebi bitmek üzere olan bir kalem ve sana yazılmayı bekleyen boş bir kâğıt. Belki de kim bilir yokluğun-dur ellerimin arasından bedenimi boşlu-ğa salmamım nedeni. Kafamı kaldırdım düşerken gökyüzünün mavisini göreyim diye, yarısına kadar aralık pencereden içeri sızan rüzgâr beni yana savurdu bir-den. Derin bir iç çekişin ardından yoksul bir uyanış karanlık hayallerden. Şakak-larımdan akan sıcak terin ele geçirdiği soğuk bir beden,masum bir dokunuşun bıraktığı anlamsız bir tebessüm. İşte son zamanlarda bende bıraktığın hayalkı-

rıklığı temalı yapbozun son parçaları. Belki de almayı unuttun çekip giderken. Kapının gıcırtısını duymadım yoksa git-medin mi. Sessizliğin oturuyor hâlâ cam kenarındaki koltuğumda. Kelimelerden yoksunluğun sevgimi sana hissettirmeye başladı sanırım. Suss! Konuşma! Çünkü bana sevdiğini söyledikçe , sadece beni sevdiğini düşünmeye başlayacak-sın gene..Buğulu hayaller ve ıslanmış gerçekler yatağıma uzandığımda beni deli ediyor. Hatta aptal bir katil gibi yastığı çıplak ellerimle yüzüne bastırıyorum ve sonra küçük bir çocuk gibi sarılıyorum yastığa hüzünlü bir şarkı mırıldayarak. Gözlerimi kapamadan derin bir nefes alıp, son gözyaşlarını harcıyorum. Yorgun ve çaresiz aşkım sessiz şekilde uykuya dal-

21

İlknur Cem’e, sayfa altı metniyle ilgili birkaç soru hazırlayıp cep telefonu mucizesi ile göndermiştir. Fakat kontörü olmadığını varsaydığı Cem, iki gündür kendisine bir cevap yazmamış olmakla beraber, Cem’den istenen “içinde -deli- geçen şarkı söyler misin?” sorusu yanıtsız bırakılmıştır. Bu şarkı İlknur’dan Cem’e gidiyor: Manga – Dünyanın sonuna doğmuşum…

dıktan sonra, benliğimin en derin nokta-sında beni ben kılıp bana acı verdiği için ondan utanıyorum. Deliliktir işte bize olmayanı olduğu gibi yaşatan ve ikilem labirentlerinde kay-bolmamızı sağlayan. Çaresizliktir bazen insanın kaderi olan. Kötü yazılmış senar-yoda başrol oynamak kadar zordur. Onu kötü yapan diğer unsurları yok sayarak elinden gelenin en iyisi yaparak başarmak büyük bir haz verebilir insana. Bazen sadece senaryo değil birçok şey etkiler sahnedeki oyunu. Herşey hazır-dır. Donk sesinden sonra yerlere kadar uzanan kırmızı perde birden açılıverir. Spotların ışıkları gözünü alır. İzleyiciler seni görse bile sen onları göremezsin. Gözle-rini kaparsın ve hiçbir şeye aldırmadan aylarca emek harcadığın, alnından akan ter damlacıları artık son defa aka-

caktır. Artık oyunun sonuna gelinmiştir, son sözler söylen-miştir. Prens sevgili-sine kavuşamadan hayatını yitirmiştir.

Sahnede prensin son defa sevgisini söylerken düşen kılıcının sesi yankılanır izleyicilerin kulaklarında. Ardından göz-yaşları ve alkışlar. Işıklarla birlikte başrol oyuncusununda gözleri açılmıştır. Ça-basını son defa seyircileri selamlayarak bitirmek ister, onu izleyen bir seyirci top-luluğu varsa eğer. Kalp atışarını çaresizlik ve hüzün artırır. Elini göğsüne koymana gerek yoktur, kulaklarında yankılanır. Perdeyle birlikte hayallerinde sona erer. Umut en son ölürmüş desemde sana, umut çoktan ölmüştür.Ve işte sırıksıklam yine! Fırlattığın izmaritin üzerine basıyorum usulca, haydi üşütme kapat pencerini. Gözlerini kapamana gerek yok istesende göremezsin zaten öptüğümde ıslanan dudaklarını. Ruhun ıslanmış bir kere....

Buğulu hayaller ve ıslanmış gerçekler yatağıma uzandığımda beni deli ediyor. Hatta aptal bir katil gibi yastığı çıplak ellerimle yüzüne bastırıyorum ve sonra küçük bir çocuk gibi sarılıyorum yastığa hüzünlü

bir şarkı mırıldayarak.Gözlerimi kapamadan derin bir nefes alıp, son gözyaşlarını harcıyorum.

Yazı:

Dem

et Ö

zge

Ayk

an- E

-mai

l: d.

ozge

.ayk

an@

gmai

l.com

- İllü

stra

syon

: Dem

et Ö

zge

Ayk

an22

DELİK SAKİNLERİ’NİN DİKKATİNE!DELİK SAKİNLERİ’NİN DİKKATİNE!

Delilik... en sade hale getirir-sek bu kelimeyi, elimizde ne kalıyor? “del-“.. Evet, bir nevi

beynin delinmesidir delilik... bazen kişi kendi beynini delip delirir bazen de dış etkenler tarafından deldirir kendini.Kendini delmeyen veya deldirmeyen herhangi bir kimse tanımıyorum şah-sen. Hele de bugün bu düşüncem daha da kuvvetli. Hayat şartlarıdır , ekonomik krizdir, maddi-manevi dep-resyonlardır, tutkulu aşklardır hatta ve hatta çoğu kez mutluluklardır insanı delirten. Aşırı adrenalin alan her insa-nın doğal tepkisidir belki de bu.

Her iki deliliği yaşamış biri olarak söyle-yebililirim ki, mutluluktan

gelen deliliğin yerini hiçbir şey tuta-maz. Fakat şöyle bir zararı da yok değil. Siz gayet hayattan zevk alarak delilik belirtileri gösterirken karşınızdaki insanın dehşet içindeki bakışları veya eteklerini toplayıp olanca gücüyle sizden uzaklaşması sahnesi karşısında bakakalabilirsiniz. Benden söylemesi. Şimdi akıllarda bir soru işareti oluşmuş olabilir. Hani herkes delirmiş birer yara-tıktı? Madem öyle neden delilik kar-şısında kaçıyorlar? Hemen cevabını verebilirim bu sorunun: Çünkü onların sahip olduğu şey gizli delilik. Gizli özne

23

DELİK SAKİNLERİ’NİN DİKKATİNE!DELİK SAKİNLERİ’NİN DİKKATİNE!

Özge, illüstrasyonlarını hazırlarken fonda Michael Jackson – Billie Jean çalıyordu. Bir tane zeytini bile gıdım gıdım ısırarak yiyen Özge’nin gece 00.28’de aklına gelen ilk şey yemek yemek olmuştur. Ayrıca izlediği Bad Biology adlı filmi de okurlara “şiddetle” tavsiye etmediğini belirtmektedir.

gibi bir şey yani. Aslında kişinin hücre-lerinde dolaşıyor fakat henüz açığa çıkmamış. Kişisel düşünceme göre en tehlikelisi de bu çeşidi. Çünkü ne demiş atalarımız: “Sessiz atın çiftesi pek olur”. Gizlice damarlarda dolaşan delilik o kadar birikir ki, en ufacık bir dürtmede bile insanı baştan aşağı titretebilir. Ve nihayetinde kendine getirir. Her nor-mal insan gibi siz de artık bir delisinizdir. Tescilli deli. Delilik beyindedir. Kana karışır, damar-larda dolaşır. Bir çocuğun parmakları-nın ucundadır. Her zeki insanın dişleri-nin arasındadır. Her ceketlinin cebinin içindedir. Aşkın ta kendisidir. Kapalı kapıları zorlamaktır. Ya siyahtır ya be-yaz. Aslında dahiliği getirir. Rutinin baş düşmanıdır. İnsana “dir’li-dır’lı” cümle kurdurur; o derece etkilidir. Ve bu yazı gösteriyor ki, deliliğe bu kadar anlam yüklediğime göre delilik çok da benim-sediğim, herkesin de benimsemesini istediğim bir şeydir. Yaratıcılıktır:Büyük bir karton aldım, koydum önü-me. Hayatımda olmasını istediğim her insan için bir deli-k açtım. O insanların her birini deli-klere koymaktı amacım. Her biri şimdi deli-ğinde, mutlu. Bir tanesi mızıkçılık yaptı; deli-ğe girmek yerine deli-k üzerinden bakıyor. Aldım onu yerine yerleştirdim. Evet, bu sefer ben birini del-dim. Şimdi deli-kte.

Bu yazı gösteriyor ki, deliliğe bu kadar anlam yüklediğime göre delilik çok da

benimsediğim, herkesin de benimsemesini istediğim bir şeydir.

Yazı:

Pın

ar K

araa

slan

- E-m

ail:

pina

r.kar

aasla

n@gm

ail.c

om İl

lüst

rasy

on: P

ınar

Kar

aasla

n24

AAĞBİİİ,KELİM ÇIKTISU LAZIM

Her şeyin giderek zorlaştığı, ka-pıları çalmaktan bıkmış elleri-miz ve aynı soruyu sormaktan

tiksinmiş dudaklarımızla tekerrür çizikleri atıyoruz, beynimize. J.P.Sartre okumaya gerek kalmıyor. Bulantı kaçınılmaz ne de olsa. Kendiliğinden oluyor minik yanar-dağlar; da, patlatamıyoruz bir türlü.

Saaakiin saakin oturup vermek gereki-yor tepkileri. Yoga yapayım diyor insan kendine. Sanki kendini sakinleştirmekten çok, çıkıp bir yumruk savurmanın ya-rarlarını anlamıyormuşçasına zırvalıyor beyin. Bir noktadan sonra da Zeki Müren plakları çalmaya başlıyor içimizde. Ya sessizleşesimiz geliyor ya da içip, durgunlaşasımız. Aynı kapı değilmiş gibi!

Her şeyin her şeyle alakası olma-sı ve bir de üstüne üstlük haberi olmayanı oynamak zorunluluğu mideyi kaldırıyor ansızın. Günlük hayatımızda birçok şey aynı oldu-ğundan her şeye şaşırasımız geliyor tabi akabinde. Sanki her detay, bildiğimiz ya da bilmemezlikten geldiğimiz her olay inanılmazmış gibi hudutlarında yaşıyoruz heyecanımızı... Yok olmaz diyoruz. Tepki vermek lâzım gelir, bu melodiye. Yor-gun da çıkmamalı ses. Hani doldurmalı ortalığı, duygu çığlıkları. Çok sofistike de olmamalı. Toplum seviyesine inmeli, çağdaşlarına uymalı insan. Yalın, ama dolgun bir anlatım! Ani de olmalı tabi bir

25

Yoğunluğundan dolayı Kaçak Draje’deki yazısını geciktirerek bize ulaştıran Pınar, yazı ve görsel dahil iki yıl garantili erken gönderi sözü vermiştir. Deli Draje’nin en hızlılarından biri olduğu için kendisini İsveç’te bir gün tatille ödüllendirdik. Bu sayede, Antika Draje için yollayacağı yazı ve görseli 1 Haziranda göndermek zorunda kalmayacak...

yandan. Bekledikçe asidi kaçıyor çünkü kelimelerin. Kaç kez deneyimledik ama değil mi? Aynı zamanda karşıdakinin de duymaktan hoşlanabileceği, muhabbet seviyesini aşmayan ve elbette ki sıradan bir demogoji olmalı, bu ilk tepki. Uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkmaya gerek kalmadan kıvrımlarında beynin, akla geliveriyor kategoriyi belirleyici, vefalı ilk cümle. O rahatlamış sarkıklık yayılıveriyor yüze hemen. Ya da tam tersi gözleri pörtleten, koca ağız zorluyor yüz kaslarını. Bir şimşek çakıyor ki; bir de kaçınılmazı oynayan “ağbi” kelimesi ya-

pışıyor dudaklara... İlk tepkimiz, aaağbiii deli misin? oluyor. Ki, kendimizi duysak demeyeceğiz hani. Ah bir duysak! Bir de dinlesek tabi. Sadece duymakla da olmuyor bu işler. Belki bu ikisini birden yapsak, yağla suyu karıştırmaktan vaz-geçip, suyu kele, yağıysa ele sürebiliriz?Aaağbiii deli misin?

Yok! Ama olacağım. Az kaldı. Sen hele bi devam et!

Saaakiin saakin oturup vermek gerekiyor tepkileri. Yoga yapayım diyor insan

kendine. Sanki kendini sakinleştirmekten çok, çıkıp bir yumruk savurmanın yararlarını

anlamıyormuşçasına zırvalıyor beyin. Bir noktadan sonra da Zeki Müren plakları çalmaya başlıyor içimizde. Ya sessizleşesimiz geliyor ya da

içip, durgunlaşasımız. Aynı kapı değilmiş gibi!

Büyüğü DELİ, küçüğü DELİ...Heeeyyyy kızlar

hadii çizginin bu

tarafına gelin ama

temkinli olun, çizgiye

basmayınnnn

Songül YücelAdamın biri demiş

ki delilik; sahip

olunabilecek en büyük

lükstür. Delinin teki

gırtlağına sarılsaydı

yine aynı şeyi der miydi

acaba?!Bahar Alpogan

Havalar güzelleşmişti… Aniden açık havaya çıkan Art Direktör Draje’si Songül ve iş arkadaşları, Polonezköy oksijeninin beyinlere ulaşmasıyla beraber deli gibi eğleniyorlardı… Süslü Bahar, Civciv Serli ve Kuşum Büşra’nın; Deli Songül’ün gazabına uğrayış görüntüleri, Draje ekibi tarafından işte böyle ele geçirildi…

26Fo

toğr

af C

ihan

Kes

kin

Büyüğü DELİ, küçüğü DELİ...

Bu kadıncağızı bilge bilirdik,

deliriverdi. Bilgelik adamı

delirtiyor mu ne? Erasmus

neydi bunun aslı? Hey kadın

bırak beni yaw! Bak övgüler

yağdıracağım sana! Valla…

Büşra Güler

Ay bu Songü

l abla da

civcivim ded

i dedi, şim

di

boğmaya

başladı ya

hu.

İşte deli

liğin en g

üzel

ispatı. İm

daaatttt!

!!

Serli

Gazer

27

28Ya

zı: E

mre

Ale

ttin

Kesk

in -

E-m

ail:a

letti

n_ke

skin

@ho

tmai

l.com

İllü

stra

syon

: Em

re A

letti

n Ke

skin

Arkadaşlarca, bu örgütü gizli kurup, gizli yaşatmaya karar verdiler.

Ceplerinde her daim sakız taşıyan insanlardı bunlar işin gerçeği Zaten bir süre sonra da aralarından şişmanca olanı karanlık odası olan bir evin Ter kokan divanında çirkin sayılır bir kızı etkilemek için söyleyivermişti her şeyiKızın ilgisi yoktu şişman ve dişleri yamuk bu adama. Kız, uzun saçlının da bu işte olduğunu duyunca Meraklandı?Ne yapıyorlardı?Gizli denilen gizli mi olurdu ki giz ?

Çok geçmedi. ilk önce uzun saçları olanını adamakıllı bir planla öldürdü şişman olanı.Tanıyordu onu oysa Beraber yemek yemişlerdi evinde,*Buluşmuşlardı bir kavşakta.Unutmuşlardı ayrılığı,Yok saymışlardı özlemeyi,Şarkılarına dalmışlardı.Saçlarını serbest bırak, daha yakışıklı görünüyorsun demişti ona.Beğenmişti ayakkabılarınıSayesinde veresiye altı tane roman almış.Peygamberini sevmişti sayesinde.

2Ölünün eli çenesindeydi,Sakalı yoktu.Ölmeden önce düşündüğü doyasıya sakallar taramaktı.

GİZLİ DENİLEN GİZLİ Mİ OLURDU Kİ GİZ?GİZLİ DENİLEN GİZLİ Mİ OLURDU Kİ GİZ?

29

GİZLİ DENİLEN GİZLİ Mİ OLURDU Kİ GİZ?GİZLİ DENİLEN GİZLİ Mİ OLURDU Kİ GİZ?

30İll

üstra

syon

: Em

re A

letti

n Ke

skin

31

Kovboy filmi seyredip,Ruhu özgürleştirme yöntemleri arardı.Gizlice yaptıkları son toplantı da Casteneda’yı arka kapaktan anlatmıştı hatırladığı kadarıyla.Masuma Baudrillard verdiydim. Dedi ölü.

3Şişman,İlk önce elinde ki pamuğu burnuna götürmüştü onun,Ölünün burnuna kaçınca eli,“Anlamalıydım zaten bu kadar sakin olmayacağını ölünün” dedi kendine.Ardından çekti ondörtlüyü kalbine dayadı ölünün.Ve doyamayınca, bir defada dört kere daha sıkıverdi.(Bir keresin de de para verip yattığı zayıf bir kadını on dakika dört kere… Neyse.)Gözleri büyüdü önce,Sonra kanı yavaşladı. Karnından bir şeyler boğazına kadar yükseldi.Kustu, uzun saçlı ölünün üzerine Zaten poliste yaptığı bu iğreti durumdan buldu onu.Birkaç saat geçmeden Gizli birlikteki diğerleri yani Çekik gözlü, Ağzı yüzü mavi, Eğilip kendi yanaklarından öpen,Duydular cinayeti ve kusmuğu.Birkaç gün sonra da uzun kulaklı kuzu haber aldı gazeteden.O sıralar babasının bakkalını sabahları açması gerekiyordu.

Toplandılar, gizlice.

Zaten en başından beri gizli iş yapmak gereksizdi.Uzun kulaklı kuzu dükkândan çaldığı cikletten dağıttı herkese.Ağlaştılar.Ekip dağıldı sonra,Zaten resmen hiç kurulmamıştı.Kimse bir daha birbirini hiç hatırlamadı.

Tekrar 3

Ölü not düştü toplantıdan sonra.“Orada sarılmışlar duruyorlar, yanlarından geçerken hayırlı günler dedim.”Dediler ki, “Hey Jim tam on iki yıl oldu.”

No:4

32Ya

zı: E

rdin

ç Yü

cel-

E-m

ail:

yuce

lerd

inc@

gmai

l.com

- İll

üstra

syon

: Birk

an C

an E

virg

en

Gerekli Malzemeler:0 Bir çift kardeş(Kız 7, erkek 5 yaşlarında)0 Bir tencere dolusu zeytinyağlı dolma0 Bir adet balkon (Caddeye bakmalıdır)0 Bir adet züccaciye dükkanı (Balkonun altında olmalıdır)0 Bir adet anne

Oyunumuz, kardeşlerin sıcak bir yaz günü, bir tencere dolusu dolmayla birlikte balkona çık-masıyla başlar. Dolmalar çok güzel görünse de çocuklar amaç dışı kullanımdan her zaman çıl-gınca zevk alan yaşam formlarıdır.

Olduk olmadık her konuyu inatlaşmak için fırsat olarak gören çocuklar, kendi aralarında tartış-maya başlamalıdırlar. Tartışma konusu, dolmayı ilk kimin yemeğe başlayacağı olabilir. Kardeşler-den her ikisi de zeytinyağlı dolmadan hoşlanma-dığı için, ilk lokmayı almak istememelidir.

Bu tartışmada küçük olan, küçük olduğu için baskı altına alınır fakat yeryüzünde hiçbir güç bir çocuğa gerçekten yapmak istemediği bir şeyi yaptırabilecek kadar büyük bir güç değildir.

Baskı altında kalan çocuk, eline aldığı dolmayı “yanlışlıkla” balkondan düşürür. Oyunun sonraki etaplarında artık “yanlışlık”lardan medet umma-ları gerekmediğini anlayan çocuklar, dolmaları özgürce balkondan atmaya başlarlar. Dolmala-rın balkondan düşerek kaldırımda dağılmalarını

izlemenin onları yemekten daha zevkli ve eğlen-celi olduğunu fark eden çocukar bütün dolma-ları aşağı atmalıdır.

Apartmanın altındaki dükkânın sahibini kudurtan bu oyun, annenin olayı fark ederek müdahale etmesiyle son bulur.

Kardeşlerin rekabetini dışlayarak kolektif eğlen-ce anlayışlarını geliştirmeyi amaçlayan bu oyun-da; kazanan çocuklar, kaybedense büyükler olacaktır.

Kaldırımı zeytinyağlı dolmalarla süsleyen çocuk-lara herhangi bir ceza öngörülmez. Çocukluk geçici bir akıl hastalığıdır ve yıllara yayılan bir di-siplin süreciyle sağaltımı mümkündür. Atalarımız, eğitim - öğretim kurumlarını, çocukluk denilen bu iyileşebilir çılgınlığı tedavi için icat etmişlerdir. Kötü etmişlerdir. Yanlış yapmışlardır. Sağlık olsun-dur. Olan olmuştur bir kez...

Bütün nesillerin hayatı kararmıştır ama oyun yine de devam etmektedir...

33

Zeytinyağlı dolma için gerekli malzemeler: 1 bardak pirinç için : 4 orta boy soğan,1 su bardağı zeytinyağı, 50 gr dolmalık fıstık, 50 gr üzüm, 1 tatlı kaşığı yenibahar, birer çay kaşığı tuz, kekik ve kuru nane, 2 su bardağı pirinç için : 1 kilo dolmalık yeşil biber ya da asma yaprağı veya 1 kilo pazının yaprağı, 3 adet kesmeşeker, 2 adet domates (dolmalık bibere kapak yapmak için) Kimse yemeyecekse zeytinyağlı dolma tarifini uzatmanın gereği olmadığı için yayınımıza kısa bir süre ara veriyoruz.

zeytinyağlıfırlatmaca oyunu

Yazı:

Ali

Ergi

n - İ

llüst

rasy

on: B

irkan

Can

Evi

rgen

HERŞEYE MAYDANOZHERŞEYE MAYDANOZ Ne yani, aylarca toprağı çapalayarak,

susuz kalmış dünyada sulamaya çalışılarak üretilen maydanozu ben bir ana dilimle üretiyorum fena mı? O yüzdendir dolabımda hiç maydanoz eksik olmaz.

34

Kurt uyur. Kuş uyurken bir gece, bozuk çark teklerken şehrin sokaklarında, yelkenli bir geminin ayak ses-leriyle uyandım ansızın. Kedinin kovaladığı köpeğin

imdat seslerine kulağımı kapadım ve attım kendimi karan-lık sokaklara. Şimdi “alakaya maydanoz” diyeceksiniz. Ne yani, aylarca toprağı çapalayarak, susuz kalmış dünyada sulamaya çalışılarak üretilen maydanozu ben bir ana dilimle üretiyorum fena mı? O yüzdendir dolabımda hiç maydanoz eksik olmaz. Her gece aynı sokakta yürürken, aynı noktada sırt üstü yerde kalmış, ayakları havada çırpınan bir hamam böceği… Düz çevirdiğimi düşünün; minnet duygusuyla peşimden ayrılmıyormuş, benimle eve gelip aynı yatakta yatıyormuş ve bir lokantada hamam böceğiyle yemek ye-mek… Korkuyla bağrışan kızlar ve hışımla onu ezmek için ge-len bir görevliyle takışmak… Ve tabi ki kapı dışarı edilmek, kıçına tekmeyi yemek iğrenç bir durum olurdu. Tek avantajı, “hayvanla girilmez” tabelasındaki kedi köpek resmi var yani; ben “hamam böceğiyle girebilirim” de mi yasak? Yok! Eh bu hışım niye? Hemen böceği düzelterek ters istikâmete jaguar hızıyla koştum. Öyle ya, kedi köpeği bağlarsın da böceğe nasıl engel olacaksın? Tam kurtuldum derken bir sokak köşesinde yaykılarak konuşan iki sarhoş… Muhabbete tele kulak oldum… Kaşınıyorum biraz. Neyse, konuşuyorlar…

- Leyla beni terk etme!- Etti işte ne olacak!- Gene de etmesin yani… Çıldırmamak elde değil ki!- Etti olum etti, diyerek çıldırdı. Diğeri gene malum bir şekil-de;- Gene de etmesin…

Bu muhabbet sabaha kadar çekilmez. Işınlanarak Leyla’ya gittim. Oh! Hatun uzatmış ayaklarını şekerleme yapıyor. Olan bizim iki sarhoşa oluyor tabi ki. Ve benim kulaklarıma fısıldarken gerçek aşka saygıyı ihmal etmeden, esnemekten yırtılan ağzıma boyun eğdim. Geceyle yarışmaya başladım. Yok, evden içeri girip ışıkları yakana kadar geçemedim ka-ranlığı bu yarışta. Ve benim yenebilmem için güneş doğana kadar ışığı… Ve gözlerimi kapamamam lâzım. Düşünsenize; güneş doğana kadar koşuyormuşum. Niye? Karanlığı yene-bilmek için. Tabi aptalca bir yarış olurdu… Derken, gözlerim de aynı fikirde ki, kapandılar ve yenildim yoksa bu muhab-bet uzardı…

HERŞEYE MAYDANOZHERŞEYE MAYDANOZ

Ali, okumuş olduğunuz yazısını Draje Cafe’de yazdı ve o sırada Bandista dinlemekteydi.Yazıdaki maydanoz esprisi, yazı kaleme alınmadan bir gece önce yatağına uzandığında aklına geldi. Yattığı yerde bir saat boyunca gülmekten kırılan Ali’yi neyse ki o sırada kimsecikler görmedi.

35

36 Obama mıdır, obua mıdır, artık neyse Amerika’ya başkan

olmuş, aylardır onu konuşuyorlar. Ben şahsen sevdim çikolata gibi çocuk, sempatikte ama ben onda sinsi bir bakış gördüm inceden işler karıştırıyor gibi geldi. Amanın; yoksam! Yok artık, o kadar da değil. Dur ben bunu bir Kosso’ların gelinine sorayım.

Dünya tırlatmış kimse farkında değil! Evet, dünya, bildiğimiz gezegen olan, elips şeklinde, 7 kıtadan oluşan, 7 katlı içinde

yaşadığımız mavi şey. Kafa gitmiş ama biz sanıyo-ruz ki içindeki insanlar ayarsız. Yok, öyle bir şey. Bir bakın etrafınıza kaç tane aklı kaçmış kişi var. Ama bide dünyaya bakın. Durup dururken sırf eğlence olsun diye çorap örüp duruyor başımıza.

Bin tane şey koyuyor önümüze işi gücü yokmuş gibi. Kendi işini yap, sakince dön dimi! Yok olmaz ille bir puştluk çıkaracak. Neymiş efendim krizmiş, Obamaymış, gripmiş. Gerçekten bunları bizim, in-sanların yapmış olduğuna inanabiliyor musunuz? Mümkün değil ya! Biz ki komşumuz açken tok uyuyamayız, aile ziyaretlerine gideriz, sokaklarda edebimizle yürürüz, sadakamızı veririz, günde 5 vakit namazımızı kılarız. Mazbut insanlarız hepimiz, düzgün yaşarız ama o dünya yok mu ah o dün-ya, ne kâfirdir o!

Ahmetgilin oğlu sümüklü Latif geçen zırvalıyordu; domuz gribi diye bir şey çıkmış, salgınmış! Peh, ya şimdiye kadar salgın olmayan grip gördünüz mü Allah aşkına! Ne var bunda bu kadar büyütecek, ıhlamur yapıp içsinler bir şeycikleri kalmaz. İsmini domuz koymuşlar bide, elin gâvurları işte, düzgün işleri yok ki. Günah o, yenmez, nasıl bulaşacak ki insana.

Obama mıdır, obua mıdır, artık neyse Amerika’ya başkan olmuş, aylardır onu konuşuyorlar. Ben şah-sen sevdim çikolata gibi çocuk, sempatikte ama

ben onda sinsi bir bakış gördüm inceden işler karıştırıyor gibi geldi. Amanın; yoksam! Yok artık, o kadar da değil. Dur ben bunu bir Kosso’ların gelinine sorayım.

Bir kriz lakırdısıdır gidiyor. Aman efendim taa Amerika’da ki para yokluğu yüzünden burada kriz yaşanıyormuş da, bilmem neymiş de. Ama bunu fırsata çevirecekmişiz de, teğet geçmiş-te, falanmış da filanmış. Boş laf! Madem bu kriz yeni çıktı ortaya, benim herif neden yıllardır bir iş bulamıyor? Alt mahallede ki Hacı Dursun’un kızları nasıl oluyor da 40 gün 40 gece düğün dernek yapabiliyor?

Hep Dünya’nın pok yemesi bunlar. Ay’la o cena-bet Venüs kafa kafaya verip aklını çeliyorlar bu-nun. Ama suç biraz da bizimkinde, Mars’la oturup iki tek atacağına o terbiyesizlere uyuyor. Bak gitti işte akıl makıl kalmadı, nerde garip şey onlarla uğraşıyor. Venüs demiş şuna geçen Ayşegilden duydum; bir savaş çıkar da keyfimiz yerine gelsin, sanki çengi oynatıyorlar. Plüton’a deyivericim şunun bir kulağını çeksin ama o da görünmüyor ne zamandır ortalarda.

Öyle işte… Ne bakıyorsun öyle saf saf yüzüme Dünya uçmuş, Dünya kaçmış diyorum bu mal gülüyor. Allah Allah yaaaaa…

Süleyman abinin üşütük eşi Şaziye Abla’nın dünya hakkındaki görüşlerini okudunuz. Sizce de söyle-diklerinde doğruluk payı yok mu?

Yazı:

Eng

in A

rınan

- E-m

ail:

engi

narin

an@

hotm

ail.c

om -

İllüs

trasy

on: B

irkan

Can

Evi

rgen

DELİ DÜNYADELİ DÜNYA

E y Engin duy beni, aş dağları gel beri!

N umaran türksel olsa, durmaz arardım seni!

G özüm gönlüm açıldı, Şaziye abla geleli,

İ nsan bir mesaj atar, nasıl unuttun beni,

N eyse artık gari, gel sevelim finalleri…

37

Bu SessizlikNereye Kadar?

HAYRİYE GÜLLEKAÇIRILDI!

38Ha

ber:

Reha

Göz

ügör

mez

-Fot

oğra

f: A

s Pa

raja

ns

Hayriye Gülle, tam bir işkolikti, ofiste bir sabahlamanın ardından sol gözü işlevsiz hale gelmişti...

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak

Uluslararası Haber Ajansı As Parajans muha-biri Hayriye Gülle 28 Mayıs 2009 akşamı saat 19.00 sularında uzaylılarca kaçırıldı. İmza attı-ğı şok haberlerle sık sık gündemi sarsan Gülle, istiklal Caddesi’ndeki binlerce kişinin gözleri önünde kaçırldığı halde kimsenin olaya mü-dahale etmemesi As Parajans camiasında infiale neden oldu.

Uzaylılar Odakule Önünde Olay günü, takip etmekte oduğu bir haber için Tak-

sim İstiklal Caddesi’ndeki Odakule önünde bulunan Hayriye Gülle, saat 19.00 sıralarında havanın aniden kararak ısındığını hissetti. Ku-lakları sağır edecek ölçüde şiddetli bir uğul-tuyla gökyüzünde beliren bir cismin kendisine yaklaştığını gören Gülle’nin yaklaşan cisim iniş yapana kadar bulunduğu yerden kıpırdaya-madığı da aldığımız bilgiler arasında. Odakule önüne iniş yapan araçtan çıkan yaklaşık bir metre boyundaki uzaylılar Hayriye Gülle’ye adıyla seslenerek dost olduklarını belirttiler. Yardıma ihtiyaç duyduğunu söyle-yen yabancıların tavırlarından şüphelenen Gülle’nin kaçacağını anlayan uzaylılar-sa As Parajans muhabirini bir ışın topuna hapsederek kaçırmayı başardılar.

Sinop Açıklarında

Uzay Üssü Kendisini kaçıran uzaylıların mun-tazam bir Türkçe ile ko-nuştuklarını belirten Gül-le, Taksim’den alınarak birkaç saniye içinde Sinop açıklarında bir su altı uzay üssüne götürüldüğünü anlattı. Burada uzaylı bilim adamların-

ca testlere ve sorgulamaya tabi tutulduğunu belirten ünlü gazeteci, aynı gün söz konusu uzaylılarca kaçırılmış olduğu Odakule önüne götürülerek serbest bırakıldı.

Ne istediler? Sinop açıklarındaki su altı uzay üssünde yapılan sorgulamada uzaylıların

Hayriye Gülle’ye sürekli olarak Ozan Akgöz isimli bir kişi hakkında sorular sordukları öğrenil-di. Ozan Akgöz isimli kişinin Sirius Galaksisi’nin güvenliğiyle ilgili çok gizli bilgilere sahip olduğu düşünülüyor. Kimliğinin gizli tutulması şartıyla As Parajansa konuşan bir NASA yetkilisiyse dün-yada Ozan Akgöz isimli bir kişi yaşamadığı ve uzaylıların muhtemelen yanlış iz peşinde olduk-ları şeklinde bir yorumda bulunarak bu haberi büyütmenin anlamsız olduğunu iddia etti.

Toplumsal duyarsızlık İstiklal Caddesi’ndeki binlerce kişinin gözleri önünde cereyan

eden bu kaçırma olayında kimsenin Hay-riye Gülle’yi kaçıran uzaylılara müdahale etmemesi de yoğun tepkilere neden oldu. As Parajans’tan konuyla ilgili olarak yapılan

açıklamada bir gazetecinin Türkiye’nin en kalabalık caddesinden uluor-

ta kaçırıldığı halde binlerce kişinin buna seyirci kalması-

nın büyük bir utanç kaynağı olduğu belirtildi. Serbest bırakıldıktan son-ra ilgili mercilere başvu-ruda bulanan dünyaca ünlü gazeteci Gülle’nin bu başvurulardan her-

hangi bir sonuç alamadığı ve görgü tanıklarının tanıklık

yapmaktan özenle kaçındıkları da alınan bilgiler arasında.

39

Uzaylılar tarafından tüm kaçırılanların anlattıkları ortak bir nokta var; yaratıklar ortalama 1.20 m. boyunda, iri gözlü ve gri tenli. Hepsi de yaratıkların onları almak gökyüzünden geldiklerini söylüyor. Bu garip ziyaretçiler insanları hipnotize ederek evlerinden ya da arabalarından alıyorlar. Ve daha da garibi, bu olayları yasadığını söyleyenlerin çok azı yasadıklarının gerçekliğine inanıyor.

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak

Aman dikkat” dedi annesi üç yaşında elindeki elma şekerinden daha tatlı kızına. İnatçıydı ama ayşe ısrarla elma şekerini

uzatıyordu saçı sakalı birbirine karışmış adama .

“Olmaz” dedi annesi çekti kolundan kızı daha hızlı. Güneşin herkesi selamladığı bir günde Ayşe de se-lamlamak istedi deliyi ama annesi çok çekmişti de-lilikten. Bu yüzden boşamıştı kocasını, alkolikti adam içmeyi severdi kadını döver, kadınlığı söverdi.

Evi bir gece terk etmiş sonra boşanmış elinde işi, ellerinde ise biricik kızı kalmıştı, kendince en iyisini yapmıştı Ayşe’nin annesi. Adam ayyaştı ve bu deli-likten beterdi. Bunları düşünürken bir an başını kaldırdı. Bastonu elinde seksenlerinde bir dede ve beraberindeki to-runları sarmıştı delinin etrafını. Dede hiç korkmuyor-du “bırak gelsin kızı” dedi Ayşe’nin annesine” bak ne güzel oynuyorlar bişey yapmaz onun deliliği ken-dine” Hiç duymamış gibi bu yaşlı adamın sözlerini daha da sıkı sarıldı kızına annesi “ne yapacağı belli olmaz amcacım sizde çekin çocukları” deyince.

Dede gülümsedi yüzündeki çizgilerde hayat yazı-yordu bilgeydi.

“Ah evladım aklıllıların ne yapacaklarını biliyormu-sun kaç cinayet haberinde kaç trafik kazasında bir delinin ismi geçiyor, sevgisizlikten başka bir delilik yoktur koyver kızını, hiç değilse tut elini uzaktan sev-sin bir deliyi” dedi.

Sevgi: Bu kelime Ayşe’nin annesini etkilemeye yetti tuttu ayşenin elinden çocuklarla beraber seyretti deliyi, kızı sevinçliydi yanakları elma şekeri.

DELİ’LLERDELİ’LLER40

Yazı:

Öze

r Şah

in- E

-mai

l: oz

sahi

nn@

hotm

ail.c

om -

İllüs

trasy

on: B

irkan

Can

Evi

rgen

Kitap Açıklaması :Tiyatro sahnesinde oyun sergiliyoruz hepimiz, kuliste gerçek kişiliklerimiz...Pekala biz bunu niçin yapıyoruz?Karşımızdakine olmak istediğimiz halimizi yansıtarak, ne elde edeceğimizi sanıyoruz...İlk yağmurda üzerimizden akıp gidecek ve meydana çıkacak gerçek rengimiz.Hepimiz tanrıya inanıyor, aslında şeytanı mı seviyoruz?Peki ülkemiz insanın %80’i zor durumdayken, birbirimizin gerçeklerine niçin tahammülsüzüz.Yalandan nefret ederken, doğrudan niçin bu kadar iğreniyoruz...

Özer Şahin:9.5.1967 İstanbul doğumlu, Sarıyer’de yaşıyor, spor hocalığı ve sağlık işinde çalışıyor. Lise mezunu, bekâr. On dört yaşından bu yana kısa öyküler ve şiirler yazmaktadır. İlk romanı “Aşk Karnına” Dinozor Yayınları’ndan birinci baskı olarak çıktı. Yazmaya başladığından beri insanı insana anlatmaya çalışıyor.

Yazmaya başlamasının sebebinin, “belki de ilkokulda 48 kişilik sınıfta, okumayı en son söken öğrenci olmasından kaynaklandığını” söylüyor. Öyle ki, öğretmen ona koca okulda takmak için bir kordela bulamamış. Sınıfta değil tüm okulda en son okumayı söken öğrenci olduğunu söyleyen ve işin kötüsü eve geldiğinde “artık okuyorum okuyorum” demesine rağmen bunu küçücük bir kordelyayla gösteremeyişi ve ailesine okuduğunu inandıramayışı onu üzmüştü. Ama sınıfta bir ay sonra yapılan okuma yarışında “dakikada 119 kelimeyle sınıf birincisi ve okul ikincisi” olmuştu.

Daha sonra ikinci ve üçüncü sınıflarda küçük yazılar belki de kısa şiirler denilebilecek satırlar yazmaya başladı. Defterin arkasına okul çantasının üzerine masaya, sıraya her yere...

Çocukluğunda unutamadığı bir anısı. “Okul bahçesindeki çitlembik ağacına şiir yazılmıştı. Çocuk zihni hayaller kuruyor o ağacın yapraklarını paraya çevimek için bir iki satır yazıyor ve sonrada ağacın dibinde okuyordu. “Koca ağacın o küçük yapraklarını paraya çevirip yere düşürmesi ve onları toplamasıyla ilgiliydi şiir. Bunu bir kaç gün ağacın altında okuduğunu ve bir gün ağacın altında on lira bulduğunu hatırlıyor.”

Şahin, o gün bir mucize gerçekleştiğine inanıyor. Yazmış, okumuş ve sanki kutsanmıştı. Tanrı bir çocuğu duymuştu onu simitle, gazozla ve artan harçlıkla doyurmuştu.

41

”Aman dikkat” dedi annesi üç yaşında elindeki elma şekerinden daha tatlı

kızına. İnatçıydı ama ayşe ısrarla elma şekerini uzatıyordu saçı sakalı birbirine

karışmış adama “olmaz” dedi annesi çekti kolundan kızı daha hızlı. Güneşin herkesi selamladığı bir günde Ayşe de

selamlamak istedi deliyi ama annesi çok çekmişti delilikten.

42Ya

zı: Ö

zgür

Yet

kino

ğlu-

E-m

ail:

ozgr

yet@

hotm

ail.c

om -

İllüs

trasy

on: B

irkan

Can

Evi

rgen

Moskava’nın sisli puslu bir akşamında, bodur adam elinde bir küçük silah; sanki o kötü adamlardan korunabilecekmiş gibi kavramış sakin görünmeye

çalışarak yürüyordu. Ama her adım duyduğunda takip ediliyor-muşcasına ürperiyor ve bir tavşan gibi tetikte bekliyordu. Ken-disinin tüm tehlikeleri önceden sezebileceğine inanırdı; belki de ondandır böylesine kafa tutmaları. ”Bir şey olursa” diyordu “Ben zaten anlarım ve de kaçarım.” Ama hayat hep sandığımız gibi gitmez ya onun da sezdiği gibi gitmeyebiliyordu. Yürümekten yorulmuş yorgun argın sokağın köşesinde dinleneyim dedi ve oturdu soğuk taşa, kıçını yavaşça bırakarak. Aradan üç dakika kadar geçti. Ne gelen vardı ne giden. “Tamam” dedi “atlattım. Epeydir de bir şey duymuyorum . Seziyorum kaybettiler izimi.”

O orada öyle dinlenedururken öylece kafasını yere eğmiş, bir heybetli herif belirdi önünde. Gölgesi bile onu tamamen ka-ranlık içinde bırakmaya yetmişti. Kafasını yukarı kaldırıp adama baktı. Yüzünü göremiyordu. Elinde bir şey olduğunu fark etti. Bir heykelcikti bu. Adam nefes nefese kalmış bir şeyler anlatmak is-ter gibiydi. Hiçbir şey anlaşılmıyordu söylediğinden. Zaten garip bir ses tonu ürpertici nefes alışları vardı. Bir de peltekti üstüne. Böylesine yorulmuşken de artık büsbütün anlaşılmaz olmuştu dedikleri. En sonunda anlatamadığının idrakına kendisi de varmış olsa gerek elindeki heykelciği uzattı. “Al” dedi. Sesi yine boğuktu ama anlaşılmıştı dediği. Bodur adam tam elini uzatmış heykelciği nedeni belirsiz bir şekilde karşı konulmaz bir içgü-düyle alacağı sırada bir araba belirdi caddede. Mavi pahalı oduğu belli bir arabaydı. Tam önlerinde durdu. Heykelciği uza-tan adam hafif telaşlandı ama donakaldı. İki esmer adam çıktı arabadan ve yürüdüler, silahlarını çıkarıp heykelcikli adamın beynine sıktılar. Binip arabaya uzaklaştılar oradan. Heykelciği de aldılar tabi. Bodur adamınsa yüzü kanlar içinde kaldı. Bey-nin çeşitli parçalarının da yüzüne sıçradığını hissedebiliyordu.

Bodur adam tir tir titriyordu, elindeki silahı taşa koydu. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Biraz önce yanında bir adam öldürülmüş paramparça olmuştu. Taştaki silaha baktı. Aldı eline silahı yü-rümeye başladı. Tenhadan çıkp bir benzin istasyonuna doğ-ru yürüdü. Oraya girip elini yüzünü yıkadı. İstasyondaki genç çocuk bodur adamın gelişini görmüş olsa gerek yanına geldi.

HERHANGİ BİR SOKAKTA BİR GÜNHERHANGİ BİR SOKAKTA BİR GÜN

43

“İyi misiniz?” diye sordu. “İyiyim, sağolun.” Bir süre öylece durdular. Sonra bodur adam dayanamadı. İçinin huzursuz-luğu engel oluyordu suskunluğuna. Tüm olanları kustu genç çocuğa bir bir anlattı. “Kim bilir ne derdi vardı o mafya kılık-lı adamlarla şu kahverengi paltolu paspal herifin?” O sıra-da genç çocukta bir şey uyandı. Heykelcikli adamın tipini iyiden iyiye tarif etmesini istedi. Anlattı bodur adam. Dinledi genç çocuk. Hayretler içindeydi genç çocuk. Sonunda ölen adamın olduğu yere götürmesini istedi bodur adam-dan. Götürdü. Baktı genç çocuk, gördü genç çocuk. Ağ-lamaya başladı. Tanıdı genç çocuk. Polise gittiler olanları anlatmaya. Bodur adam ne kadar korksa da kendi başının belası işlerden, peşindeki kötü adamlarla olan akıbetinden, gittiler. Anlattılar polise olanları. Polis de tanıdı ölen adamı. Genç çocuk anlatmaya koyuldu.

- Kimseye zararı olmazdı. Herkes tanırdı onu. Hatta se-verdi de. Onun gibilerden korkulur genelde ama ondan korkmazdı kimse. Hani farklı derler ya o farklı değildi. Bizim gibiydi. Hepimiz gibi yani. Yardım bile ederdi mesela bak-kal Hüseyin’in malları geldi mi taşımaya. Yalnız eşyaları alıp saklamayı. Sonra çıkarıp geri vermeyi severdi yine öyle bir şeydi heralde ama bu sefer kimden aldığını mı bilemedi nedir ben de bilemedim.Bodur adam polise döndü. “Siz de iyi tanır mıydınız onu? Mahalledeki herkes gibi bilir miydiniz?” Polis yanıtladı.- Hepimiz tanırız elbet. Orada burada gezerdi işte.- Ne oolacak peki şimdi?Polis güldü.- Ne olacakmış ki bunların hepsi böyle ölüp gider sokakta. Delü bunlar delü delü.

HERHANGİ BİR SOKAKTA BİR GÜNHERHANGİ BİR SOKAKTA BİR GÜN

- Özgür ve İlknur, İzmir EGS Park’a giderler. Yürüyen merdivenden çıkarken ayağı takılan Özgür, önce duran bir kızın poposuna yapışıverir. Kız ne olduğunu anlayamayıp ters ters bakarken, İlknur gülme krizine girer. - İlknur bu maddeyi girerken Özgür, evde annesi ve Çağlarla beraber balık, bulgur pilavı ve salata yiyordu. - 3 Haziran 2009’da saat:14.00’da, Özgür’ün yönetmenlerinden olduğu “Yalancının Resmi” adlı tiyatro oyununa bütün Drajeler davetlidir, gösteri ücretsizdir…

Fotoğraf: Alpay Erdem - [email protected]

Ruh Üşümesi

Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir!

draje

Yeni bir Draje konsepti belirlenirken, develer tellal ve aynı zamanda pireler berber iken, Mark, Genel Yayın Drajesi’nin soyadını hatırlamaya çalışırken, Mark’ın yanına Andy Warhol çıkagelmiştir. Mark da Erdinç’in soyadını “Varoğlu” olarak değiştirmeye yeltenmiştir. Bu gelişme üzerine Erdinç, Mark Town’un yazısını Minik Draje başlığıyla yayımlatmaya çalışmış ancak bir türlü muvaffak olamamıştır. Erdinç Mark Town diye birinin aslında var olmadığını iddia etmekte, Hayriye Gülle de ona katılmaktadır.

46Ya

zı: M

ark

Tow

n - E

-mai

l: sm

anol

a@ho

tmai

l.com

- İll

üstra

syon

: Birk

an C

an E

virg

en

DÜNYANIN EN KENDİNİN

FARKINDA BAŞLIĞI

Bazı “aklının belirli bir yüzdesini başka-larınınkine göre daha verimli kulla-nan insanlar” (akıllı deriz bunlara)

aklı başındalıklarına güvenemeyerek deli olduklarını iddia ederler ve o kadar akıllı de-liler olurlar ki, bırakın başka insanların onları anlamasını, kendilerini bile anlamazlar ve bundan gurur duyarlar. Ben başka insanların benim dediklerimi anlamalarını istememe-min altında yatan istekliliğin başka insanlar üzerindeki bezmişliğini kavrayacak kadar zeki olsam da başka insanlar, dediklerimin kendileri tarafından anlaşılmaması isteğimi kendi bezmişliklerinde yuvalarlar. Bu satırlar-dan anlayacağımız şey hiçbir şey olduğu gibi aynı zamanda yazı boyunca anlatmak istediğim herşey de olmayabilir, bazı şüphe-cilerin “hehe” dediği üzere.

Görünümlerini, hasta insanların arasında moda olan biçimde değiştirip kendi markası haline getirenlerle bunları görüp alkışlayanlar arasındaki bağ genellikle gerizekalıyla salak arasındaki ilişkiye benzer. Bu benzerliği sey-redenlerse kendi kovanlarına dönüp kosko-caman bir kakofonide çizilmiş birkaç şekil olurlar. Bunu gören tanrı da onlarla ilişkiye giremediğinden ensest kavramının sınırları-nı zorlar. Bu kadar bilgiye rağmen bugün dünyayı benim yarattığımı söylesem aksini nasıl kanıtlayacaksınız? Suyun şeffaf değil de şeftali renkli olduğunu, şeftalinin tatlı değil de tuzlu olduğunu, tuzun doğadan elde

edilmeyip yapay yollarla üretildiğini, üretimin aslında tüketim olduğunu söylesem aksini nasıl kanıtlayacaksınız? Kanıtlamaya çalışır-kenki delillerinizin bir yansıma olmadığını nasıl kanıtlayacaksınız? Hep bir gerçek arayışı olsa da her şey imajinerdir! Bunu da kanıtlaya-mam.

Perde kapandıktan sonra perdenin var olduğunu fark edersek binlerce yıl nasıl bir boşluğa inanç yatırımı yapmış olabileceğimi-zi düşündünüz mü hiç? Son derece komplike ve anlaşılması için kafa yorulması gereken cümleler ya yazarın kendine olan güven az-lığından ya da ilgi çekmeye çalışmasından doğar.

Amaç, yazılan yazıda bir şeyler anlatmak, okuyana bir takım düşünceleri aşılamaya çalışmaksa bunu köstekleyecek ilk şey de karmaşık cümle yapısıdır. Tabi kişinin amacı sayfasını deneme tahtası gibi kullanmaksa olayın boyutu değişir. Bir saniyeye sığdırabil-diği nota sayısı kadar iyi olduğunu düşünen müzisyenlerin “hatası” ve “marifeti” de bur-dadır bence; birini eleştirmek onun yaptığı yalnışı düzeltmek içindir ama burada kaçı-rılan bir nokta var o da ortada bir doğru ya da yalnış olmadığıdır.

Yapılan şey sanatsa bunun sermayesi duygular-arzulardır ve bunların eleştirmenliği de yalnızca sermayedara aittir.

47

DÜNYANIN EN KENDİNİN

FARKINDA BAŞLIĞI

Bir karşımda duran koskoca umumi saate baktım bir de elimdeki buluşma saatimi-zin yazıldığı kâğıda. Yanılıyor olamam,

ikisi de aynı saati söylüyor, saat dört buçuk. Fakat kâğıdın söylediği bir yalan varsa o da onun şu içinde bulunduğumuz dakikalarda burada ola-cağı. “Tam heykelin yanında saat dört buçukta” diyor kâğıt bana. Ama yanımda duran iri kıyım amca aynını söylemiyor ne yazık ki. “Gelmez” diyor bana “ne zaman geldi sanki?” Siz boş verin ona dostum, sürekli sızlanmaktan başka bir şey yapmaz zaten bu eli ayağı fazla gelişmiş beyaz renkli amca. Ne zaman sevdiğimi beklesem, böy-le üzerine vazife olmadan bana ahkâm keser. Yok unutmam gerekirmiş artık, yok beni terk etmiş o falan. Dönüp ters ters bakıyorum ona, her za-manki gibi. O da düşünceli zaten gülüp geçiyor bana. Geçiyor dediysem sanmayın işine gücüne bakıyor, sade bütün gün dalga geçer burada. Gelene gidene laf atar, meymenetsiz suratıyla etrafına sevimsiz bir hava yayar. Ben ne diyorum ama ona, senin yok mu çoluğun çocuğun, var git onlarla eğleş. Ne istersin burada, işine gücüne koşturan sabilerden?Sıkıldım biraz, kaç dakikadır bekliyorum onu. Ah bir gelse, baksam gözlerine söyle bir, özledim desem. Hem o zaman belki barışırız bile yanımda-ki amcayla, bakarsın kaldırırım onu o üzerinden kalkmadığı taştan. Hava da soğukmuş biraz, hır-kam beni korur fakat bu moruk nasıl donmuyor.

“Taş çeker amca! Kalsana oradan be!”Hiç dinler mi huysuz. Bir gün tersime gelecek, gidip Mazhar Amca’ya söyleyeceğim kerkene-zi. O zaman gününü görür işte. Mazhar kim mi? O hoo ho, cihan tanır Mazhar Amcamı, okumuş adam kendisi, bir de bir şey diyorlardı ama neydi hiç hatırlamam. Ama şimdiye kadar bir şey yazıp, okuduğunu bilmem. Üzerinde pardösü, gözünde gözlük birilerini bekler o da. O yüzden pek kanım ısınır kendisine, kader yoldaşı sayılırız sonuçta. Tam bir saat oldu beklemeye başlayalı, yine kimsecikler yok. Hafif ürperti de geldi üstüme. Eli kulağındadır gelir şimdi o cadı. Ama siz onu da boşverin be, ne uğraşacağım elin delisiyle. Var-sın belasını başkasından bulsun, hiç ilişmem ona. Ceza meza diyor sonra, ben çekiyorum acısını. Oh, siz de mi buradasınız saksağan bey, ne za-mandır yoktunuz. Nasıl yavrularınız, sağlıklı mı? Aman iyi, siz mutlu olun bari. Hanımınız nereler-deler? Tabi ya, nasıl düşünmem yavrulara kim bakıyor desenize. Ne? Geliyor mu? Bak sen yahu, daha sevdiceğim gelmeden yine damladı cadı. “Ne istiyorsun yine? Hayır, gelmeyeceğim daha!”Biraz debelendim ve yine çekiştiriyor kollarımdan. İstemiyorum hâlbuki o soğuk koğuşu tatsız ilaçla-rı. O Düşünen Adam da kına yaksın bir yerlerine, haklı çıktı bir sefer daha! Bari Mazhar Osman’a bir allahaısmarladık diyebilseydim. Neyse, yarın yine aynı yerde olacağım aynı zamanda, bu sefer kesin gelecek sevgilim!

SERİN BİRAKŞAMÜSTÜ

İlknur: Ben feribota binince genelde kıvırcık kafalı bir maymun gelir aklıma. Başımın derisini okşar ve benimle denize atlamaca oyunu oynar. Bu tip maymunlar genelde kızlar tarafından öpülmek istenen türdendir ve çok sıkıldıklarında belebbilihobarey diye bir ses çıkarttıkları gözlenmektedir. Bu maymunu tanıyor musunuz acaba?Can: Üç gün önce bizim okulun bahçesindeki en büyük ağaçta gördüm! Kısa kollu bir kazak giymişti ve kızların ayakkabılarına tükürüyordu.

48Ya

zı: B

irkan

Can

Evi

rgen

- E-m

ail:

birk

ance

@gm

ail.c

om -

İllüs

trasy

on: B

irkan

Can

Evi

rgen

SERİN BİRAKŞAMÜSTÜ

“Tam heykelin yanında saat dört buçukta” diyor kâğıt bana. Ama yanımda duran iri kıyım amca

aynını söylemiyor ne yazık ki. “Gelmez” diyor bana “ne zaman geldi sanki?”. Siz boş verin ona dostum,

sürekli sızlanmaktan başka bir şey yapmaz zaten bu eli ayağı fazla gelişmiş beyaz renkli amca. Ne zaman sevdiğimi beklesem, böyle üzerine vazife

olmadan bana ahkâm keser.

49

K üvetin içinde sırtımı döndüm ona. Şam-puanlı ellerini saçlarımdan çekerek, duşu kafama tuttu. Ayak parmaklarımın arasın-

dan akıp giden kabarcıkları izledim, parmaklarımı yukarı aşağı oynatarak. “Daha iyi misin?”Hayır efendim, daha iyi falan değilim. Çünkü az sonra havluyu sıyırıp kıyafetlerime uzandığım anda kalkışacağın şeyi biliyorum ve şimdi bununla uğraş-mak istemiyorum.Havluya iyice sarınarak odaya yürüdüm. Yatağa oturdum. Az ötedeki masada yanmakta olan mumlara baktım. Ne romantik! Yere uzanarak, içinden sigaralar saçılmış pakete uzanıp, içinde kalan üç sigaradan birini yaktım. Bacak bacak üstüne atarak, dirseğimi üstteki bacağımın üzerine koydum ve sigaralı elimi öne doğru sallayarak:“Peki, şimdi ne olacak?” diye sordum. “Ne, ne olacak?”Pekala. Gardımı almalıyım. Soruya soruyla cevap veren bir adam var karşımda, sesinin tonuna kattı-ğı umursamazlıkla, az önce yaşananları yaşanma-mış sayıyor. Üstelik havlunun kapatmadığı yerlerim-de gezinen gözleri kısa kes dercesine fırıldak gibi dönüyor.“Susadım. Kadehimi doldur önce.”Portakalları kabuklarıyla dilimledikten sonra, etli kısmına dişlerimi geçirip kabuğa kadar emdiğim günlerden kalma bir hayaldi. Portakalın kabuğuna ulaşınca iyiden iyiye yanardı diş etlerim. Yine de çıkarmazdım kabuğu dişlerimin üzerinden. Dudak-larımı kapatıp, güya etrafımdan gelip geçeni por-takaldan turuncu canavar dişlerimle korkuturdum.Ama yanardı diş etlerim. Acırdı.Ayağa kalkarak havluyu yavaşça sıyırdım üze-rimden. Odanın diğer köşesinden yutkunduğunu duyar gibi oldum. Işığı sağ yanıma alarak ayakta dikildim, böylece sırtımdaki ışık oyunlarını doyasıya izleyebilecekti. “Çiğdem kızmayacak mı sana? Kızacak. Üstelik bütün bunları bir kadının yaptığını anlayacak.” Elimle yerlere saçılmış şeyleri göstererek devam et-

tim, “Bütün bu pahalı ve değerli şeyleri kaybetme-nin yanında, üstüne bir de aldatıldığını öğrenmek pek iç açıcı olmasa gerek.”Sırtımdaki ışık oynaşmaları onu harekete geçirmişti. Yanıma gelerek omzumdan öptü.“Hepsini yerine koyarız. Ne önemi var. Hallederiz,” diye mırıldanırken, tam tahmin ettiğim gibi ellerini lanet olası etimde dolaştırmaya başlamıştı.Zaman zaman üzerinde sineklerin pike yaptığı etim.Bazen, köstebeklerin dar ve ince tüneller açtığı, beni utandıran tenim.Her sıkışımda parmaklarım arasında gevşeyen, kah hamile, kah âşık, kah cesur...Portakal çiçeklerini saçına takanınız oldu mu hiç?Az önce bu odadaki beni görmeliydiniz. Az önce kırlangıçların beynimde hiç durmadan pike ya-pışlarını seyretmeliydiniz. Az önce... Tırnaklarımla gözlerimi akıtacaktım.Çiğdem’in evde olmadığı sıradan bir akşamüstü. Karısının yokluğundan istifade birkaç güzel saat geçirecek olan saçı uzun, gözleri bozuk bir adam. Adamın karısını sevmediğine inanan, ayak par-makları simetrik, el parmakları asimetrik olan ben. Bazen dudaklarınızın arasından çıkan sıradan so-rular, sivrisinek vızıltılarına benzer. Soruyu yönelttiği-niz kişi cevap vermek istemiyorsa ya da kaçıyorsa, önce duymazlığa verir sorunuzu, sonra bir kıpırda-nır, rahatsız olur, daha sonraysa sorunuz uykularını kaçıracak denli tahammül edilmez bir hal alır. Cevap vermekten kaçınanlar, başlarının altından çektikleri yastıkla sizi çat diye duvara yapıştırabilir-ler.Cem.../Efendim?/Beni seviyor musun?/.../Seviyor musun?/Sen hiç sormazdın bu soruyu hani. Sorma-makla da övünürdün./Duymalıyım. Şimdi. Hemen./Seviyorum./Ne kadar?/Ne ne kadar?/Ne kadar seviyorsun?/Çok./Ne kadar çok?/Çok işte./Ama ne kadar çok çok ?/Of Selin! Ne biçim sorular bun-lar. Çocuk gibisin./.../… !Portakal istedi canım, gidip alır mısın bana?/Selin,

50Ya

zı: N

azlı

Kara

bıyı

koğl

u- E

-mai

l: na

zlika

rabi

yiko

glu@

gmai

l.com

Vin

yet:

Cem

Güv

entü

rk

PORTAKALLARPORTAKALLAR

Kaçırılan Hayriye Gülle, ne zaman Nicolas Cage’in Wild at Heart filmini izlese, Nazlı’yı küçükken bir delinin kaçırmış olabileceği ihtimali üzerinde düşünür durur. Bunun yanında Nazlı böyle bir vakayı, küçücük bir çocukken atlatmıştı. Hayriye Gülle şu an çok uzaklardayken Nazlı da, en sevdiği kitabı Betty Blue üzerine düşünüyordu…

51

ne güzel uzanmışız şurada. Kaldırma beni şimdi./Hadi Cem. Gidip alıver. Çok istedi canım./Peki, peki. Dö-nünce intikamımı alırım ama.Yatak odalarının kapısı-nı araladım. Gardrobu açtım. Vamp elbiseler. Jartiyerler. Çoraplar. İnce topuklu ayakkabılar. Parıldayan çantalar. Birer birer aldım elime hepsini. Evirdim çevirdim. Dolabın zemininde bir kâğıt parçası çekti dikkatimi. Aldım okudum. Bir hafta öncenin tarihini taşıyan bir mek-tup. Cem’den Çiğdem’e. Karısına mektup yazan adamlar kaldı mı canım? Ağır edebiyat karışmış ucuz satırlarına. Sanki yazarımız Kafka, karşısındaki de Milena! Bir dakika! Gözbebeklerim gözümün ardına yuvarlandı galiba. Çiğdem’in jartiyerlerini giymek istedim bir anda ve o parıldayan iç gıcık-layıcı elbiselerinden birini. Paris’in ucuz barlarından birinde Henry Tolouse’a bacağını kaldırıp donunu gösteren Cancan’cı kızlardan biri olmak istedim. Nitekim, oldum da.Portakalı dikkatlice soydum. Zedelemeden. İtinay-la ibaş ucuma koydum. Mis gibi portakal koktu oda. Ama ben bir yalan uyduramadım. Etajerin üzerindeki beş şişe parfümün beşini de du-vara çarpıp kırdıktan ve kırıkların üzerinde farkına varmadan yürüdükten, kırmızı saten bir elbiseyi üzerime geçirip kıçıma kadar yırtıp kendimce bir yırtmaç uydurduktan, jartiyeri takıp çorapları diz-lerim üzerine kadar çekip kaçırdıktan, kanlı ayak-larımla en iyi kalite yer halılarını kirlettikten sonra. Müzik setine Beethoven’in delilik senfonilerinden birini koyup sesini sonuna dek açtıktan, şişedeki şarabı son yudumuna dek kafama diktikten ve genzim yandıktan, tuvalet aynasının önündeki pudrayı yüzüme sıvayıp rujları dudaklarıma ve ipek perdelere sürdükten, rimellerle kollarıma siyah izler çıkarıp aynaya gülümsedikten sonra. Dolabın içine girip kapağını kapayıp karanlıkta iki büklüm kendi

nefesimi dinleyip sutyeni-min içine terliklerden ko-

pardığım ponponları tıktıktan, akan burnumu koluma silip bir inek gibi böğürdükten, kana-viçe işli yatak örtüsünü omuz-larıma alıp kendimi bir prenses zannettikten ve kendi eksenim etrafında birkaç tur atıp yere yığıldıktan, hiçbir şey olmamış

gibi kalkıp Cancan dansı yap-maya başladıktan sonra. Hani

beni daha çok seviyordun, hani ben hem doğunun hem batının,

hem kuzeyin hem güneyin prensesiydim, hani bana hani bana diye bağırdıktan hemen sonra.Burnuma bir koku çarptı. Portakal kokusu. Kapıda, elinde bir file portakalla dikilen Cem’in oyuklarına kaçmış gözleri “doğru banyoya küçükhanım!” dedi. “Peki, şimdi ne olacak?” diye yineledim sorumu kadehimi boşalttıktan sonra. Bir iç çekip uzaklaştı benden.Halledeceğim./Nasıl halledeceksin?/Temizleye-ceğim ortalığı./Ya kıyafetler, makyaj malzemeleri, halı?/Halledeceğim.Babamın soyduğu portakal kabuklarını toplar, onlara saçımdan çıkardığım tel tokayla göz ağız burun yapardım. Nedense bütün portakaladamla-rım korkunç görünürdü, her an çığlık atmaya hazır deli suratlarla bakarlardı bana. Ürkerdim.Portakal adamları üst üste koyar yerdim. Gözlerim-den yaşlar aka aka, acılığına katlanarak çiğneyip yutardım portakaladamları. Deli misin kızım? de-mişti annem bir keresinde. Bilmiyordum o zaman-lar. Annemin sorusunun cevabını portakallara sor-dum o gün. Ağırbaşlıydılar. Yavaş yavaş başlarını evet manasında salladılar. Bozuldum portakallara.deli miyim ben! Aşk olsun.Acımadım bu sefer. Kabuklarını dahi soymadan bütün bütün yuttum portakalları.Duma duma dum. Kırmızı mum.

Deliliğin hiçsel analizi yapılabilseydi, bir tek X payına düşeni alırdı.

Varlığını sadece aklıyla sürdürüyordu. Ne duy-mak, ne görmek, ne işitmek çişinin sesini! En ufak bir hareket, narin kemiklerini kırabilirdi! Ama şans-lıdı X, uyumaya çalışırken kol saatinin tiktaklarını duymak zorunda değildi. Her tiktakta ölüm korku-su, can sıkıntısı bir yanda; ne ironik! 7! uğursuz 7! bir çocuk farketmişti neden 7’den tiksindiğini. pastel boya kokusu, neşeli gökku-şağında her 7 yeşil, her yeşil kusmuktu, alkole dayandığı ergenlik çağlarında. Başka bir 7’de X kaybetmişti tüm algılarını -ne şans-, bu sayede kendi gerçekliğinin kapılarına dayandı.Çelimsiz, pek çelimsiz, hacimsiz! Kol dedikleri yan-larında sallanan iki işlevsiz uzuv! Ve inanın bana, isterseniz kolayca kırabilirsiniz tüm kemiklerini!

DELİLİĞİN İÇSELANALİZİ

Çılga üç sayıdır yazısıyla birlikte kullanılacak görseli de kendisi hazırlama sözü verdiği halde ısrarla yan çiziyor.

Çevresinde ucube, garip, tuhaf, uyumsuz... vb vb bir insan olarak tanınan Çılga, bu yazıyı yazarken ne dinlediğini özenle saklamaktadır. Draje Dergi ekibi olarak Çılga’nın gizli gizli İsmail YK dinliyor olduğundan şüphelenmekteyiz.

52Ya

zı: Ç

ılga

Doğu

kanl

ı- E-

mai

l: ci

lgad

oguk

anli@

gmai

l.com

Çelimsiz, pek çelimsiz, hacimsiz! Kol dedikleri yanlarında sallanan iki işlevsiz uzuv! Ve inanın bana, isterseniz kolayca kırabilirsiniz tüm kemiklerini!

Oysa...Oysa X bildiğinizden fazlası. Başka evren bilmez- bilse de hatırlamaz, hatırlasa da başkalarına bil-diremez- kendi dünyasının tanrısı! O ki devrilemez bir ilah, korkusuz, ölümsüz... Asla bilmeyecek ne zaman gelecek ömrünün sonbaharı...

Ve X ki güçlü bir tanrı. Beğenmediği eserini dü-zeltmeye çalışmaksızın yıkacak kadar küstah. Ve -ne şans!- onun birkaç dakikasını aldı, hükmünü sonlandırmak kendi yüce hiçliği üzerinde. Ne dün-ya bıraktı bize ki yaşasak -doyulmaz yaşamaya!-, ne de esaretten bitap bir köle... Sadece çürümüş bedeni.Kaybedilen bir tanrıydı o, masumiyetti, güzellik, saflık daha adını duymakla kaldığımız ne değer-ler! Belki vardı, belki yoktu. Zaten varsa bile bile-mezdim. Bilsem bile bildiremezdim.

Fotoğraf: Utku Atalay - dramod.deviantart.com

Shining

İlham perimin adı İlhami. İlhami biraz farklı bir peridir ve ayrıca da delidir. İnsanın deli bir ilham perisi olabilir mi diyebilirsiniz ama size

diyaloglarımızdan örnek verince durumu anlaya-caksınız. İşte aramızda geçen konuşmalardan bir kesit:

İlhami: Ben geldimmm!!!Ben: Olamaz! Neden bu saatte İlhami? Neden?

İlhami: Ee ancak geliyorum. Bak giderim şimdi. Bence kaçırma söyleyeceklerimi. Yeni fikirlerim var.Ben: Valla gündüz bekledim o kadar gelirsin diye.. Şimdi artık uyku moduna girdim kalkıp kalem kağıt arayamam. Sen ne söyleyecekceksen söyle aklım-da kaldığı kadarını yazarım sabah.

İlhami: Yok öyle olmaz. Sonra yarısında uyuyakalı-yorsun. Kötü hissediyorum kendimi.Ben: Git o zaman İlhami. Ciddiyim çok yorgunum adam gibi bi saatte gel. Akşam üstleri boş oluyo-rum. Buyur o saatte gel.

İlhami: Eh peki madem sen bilirsin.Ben: Ha bu arada unutmadan söyleyeyim. Şu draje dergi var ya bi dahaki ayın konusu ‘deli’ olacak. Aklına gelen fikir varsa söyle ya da üzerin-de düşün işte.

İlhami: Düşünürüz bakalım. Tamam o zaman uç-tum ben. Bye.

Birkaç gece sonra yine gecenin bir yarısı!

İlhami: Ben geldimmm!!!Ben: Zaten başka bi saatte gelsen şaşırdım. Bak sen! Pijamalarını da giymiş. Madem uyuyacaktın niye sabah gelmiyorsun?

İlhami: Gıcıklık olsun diye...Ben: Buldun mu bişiler bari verdiğim konuyla ilgili? Bulduysan kalkıp kağıt falan alayım.

İlhami: Hee buldum ama bu sefer öyle öykü möy-kü diil. Söylediklerimi yanlış yazıyorsun zaten rezil ediyorsun beni. Bu sefer başka bir şey buldum.Ben: Geceyarısı gelip söylersen sabaha ancak o kadarı kalıyor aklımda... Ne buldun bakalım?

İlhami:Beni yaz.Ben: Süpersin İlhami. Senden iyi konu çıkar bak bu konuştuklarımı yazsam olur işte. ‘Deli peri İlhami’ nasıl ama?

İlhami: Ay bi de kendi bulmuş gibi sormuyor mu sinir oluyorum. Hadi ben uçtum yine. İyi geceler...Ben: Peki İlhami, sana da iyi geceler...

İLHAMİİLHAMİ

Ece bir deli görse, kaçıp ilgisini daha da çok çekmez; etraftaki insanların arkasına sığınır, kamufle olmaya çalışır. Şayet, bir deli Ece’yi görüp kaçarsa, Ece üzülür ve o deli ile röportaj yapmayı çok istediğini söyler durur. Ece’nin hem bir deli hem bir Ece olduğunu düşünürsek, bu işi çıkmaza sürüklemek daha da mümkün olabilir. İhsan Oktay Anar, seni seviyoruz…

54Ya

zı: E

ce D

eric

ioğl

u- E

-mai

l: ec

e-yc

@ho

tmai

l.com

- İll

üstra

syon

: Birk

an C

an E

virg

en

55

Amerikan sinemasının bence en temel amacı, soyut kavramları somutlaştırmasıdır. Örneğin bir otistik abiye, sen otistiksin yerine “Vay be baba, tıpkı rain-man”

sin demek ve böylece, hem kendinin hem de diğer insanların vakayı daha kolay algılamasını sağlamak. Dünya kamuoyunu baştan yaratabilen Hollywood sayesinde, Nicholas Cage’in son filmi Kehanet ile birlikte uzaylılara bakışımız tekrar değiş-ti ve çocuğumuzu gözü kapalı teslim edecek bir noktaya gelmiş olduk.20. yüzyılla yabancılaşan ve yalnızlaşan bizlerin hayatına giren psikoloji ve psikiyatri gibi meslek

dallarıyla birlikte Hollywood’un da bu lobiyi destek-leyen filmlere yönelmesi beklenen bir olaydı. Akıl hastanesi konulu filmler, rolde delice, ama replik-lerinde kullandıkları bizden normal laflar sayesin-de, deli doktorlarının itibarını artırdı. Kullandığımız anti-depresan ilaçlar, pazarda son derece popü-ler bir hale geldi. Macar yönetmen Milos Forman tarafından beyaz perdeye uyarlanan Guguk Kuşu ve Amadeus filmlerindeki akıl hastaneleri ve akıl hastaları toplumlarda bir şekilde rol model oldu. Ünlü besteci Salieri (bence Mozart’a beş basar) hak ettiği üne yüzyıllar sonra kavuştu. İşin ilginç yanı, delilere bakış açımız değişti, korkmak yerine delisever bir hale geldik. Roman uyarlamalarında

DELİ PERDEDELİ PERDE

56Ya

zı: H

avan

ik- E

-mai

l: ha

vani

k@ho

tmai

l.com

bir deha olan Forman’ın Guguk Kuşu’nda sistem bir güzel sorgulanmış ve hepimizin soluğu bir gün orada alabileceğimiz gerçeği bilinçaltımı-za kazınmıştır. Tabii orada intihar etme fikrini de bize aşılayan Amadeus filmindeki Salieri’dir.

Guguk kuşu kült bir film olarak tarihe geçse de, bu tür filmlerdeki gele-nek bozulmamış ve Jack Nicholson dışındaki hiçbir oyuncu hak ettiği noktaya gelmemiştir. Christopher Llyod, geleceğe dönüşlerle üç-beş kuruş kazanıp ancak dünyalığını yapabilmiştir. Danny De Vito ise, eh işte. Belki de en büyük şansı, kolejde Michael Douglas’ın oda arkadaşı olma-sıdır. Guguk Kuşu’nun beyaz perdedeki hakları baba Kirk Douglas’ta, filmin yapımcısıyla oğul Michael’dadır. Hatta bir rivayete göre, yaşı tutsa McMurphy rolünü Kirk Douglas kendisi için düşünüyormuş. Ama rolü ka-pan Jack Nicholson, deli bakışları sayesinde bu alanda çok fazla ekmek yemiş, The Shining’teki deliren yazar misali, akıl hastanesine bağlı olmadı-ğını gerekirse bir otelde de delirebileceğinin örneğini başarıyla vermiştir. Bizim kuşağın ilk tanıdığı delili film Yağmur Adam’dı, çocukken hepimiz, rain man taklidi yapardık. Ama hiç birimiz kâğıt saymayı beceremedik. Sonra sonra delilikle dahilik arasındaki ince çizgi empoze edilmeye baş-landı, örneğin kuzuların sessizliği. Ruh hastalıkları çoğaldıkça, bunları bize tanıtan ve “ulan ben de böyle miyim acaba?” dedirten filmler vizyona girmeye başladı, aklıma gelen son örneklerden biri de Secret Window.

Türk sineması da delilere kayıtsız kalmamıştır. Ancak, Türkiye’de yapılan filmlere baktığımız zaman, akıl hastaneli deli filmine görece az rastlanır, bunun nedeni, belki de hastanelerin burada zihinsel tedavi amaçlı ol-maktan çok beden tamiratı amaçlı kullanılmasıdır. Gene de 1986 yapımı Ömer Kavur’un Anayurt Oteli’ndeki Zebercet, bir şizofrenin portresine yer verirken, Kemal Sunal’ın Deli Deli Küpeli tarzı filmleriyle Yeşilçam da bu konuya değinmiştir. Bu ayki yazımın sonuna gelirken beyazperdedeki son dönem en popüler delimiz olan Deli Emin’i, Anadolu köy delisiyle James Bond’un teknolojik danışmanı Q’nun kombinasyonu olan mümtaz genci de unutmamak gerek.

“Anayurt Oteli’nin katibi Zebercet”

ifadesiyle başlayan ve en iyi 10 Türk filminden

biri sayılan Ömer Kavur’un Anayurt Oteli,

sayıca az olan akıl hastası ana karakter

filmlerine en iyi örnektir. Türk sinemasında bu tür psikolojik filmlere

pek rastlanmaz, çünkü bizim için delilik

mahallenin ya da köyün delisi tarzındadır.

Akıl hastalığını sorgulamaktan

ziyade, gülebildiğimiz deliyi severiz biz,

Vizontele’deki Deli Emin gibi.

57

Bu yazı yazılırken yaşananlar:Dedektif Biraderler dizisinin televizyonda oynaması, Su gibi programına Amerika’dan katılan bir kişi, kumandayı bulamama sonucunda Fox’a saplanıp kalmak…Cuma günü, düğün günüymüş programda, Zonguldaklı Fadime’ye inşaat boyacısı Ayhan Bey geldi, Fadime elektrik alamadı ve salladı Ayhan’ı. Kumanda hâlâ kayıp.

JOHN FORBES NASH – MAHKUMLAR AÇMAZI

Oyun Teorisi Nasıl Doğdu?İnsan davranışlarının oyunlar yoluyla açıklanabileceği fikrini ilk düşünen Macaristan doğumlu büyük matematikçi John Von Neumann oldu. Onun 1928’te yazdığı bir makale yolu açtı. Sonra 1944’te Oskar Morgenstern ile John Von Neumann’ın birlikte yazdıkları ‘Oyunlar Teorisi ve Ekonomik Davranış’ kitabı çıktı. Kitapla birlikte konu çok kısa zamanda üniversitelere ders olarak da girdi. Artık özellikle matematik bölümlerinde ‘Oyunlar Teorisi’ dersleri açılmıştı. Ancak Von Neumann ile Morgenstern’in kitabının üçte biri toplamı sıfır olan iki kişilik oyunlarla ilgiliydi. İkiden fazla oyuncusu olan oyunlarla ilgili bölüm yine kitapta geniş yer tutuyordu ama tamamlanmamıştı ve bu çeşit oyunlar için bir çözüm olduğu kanıtlanmamıştı. Kitabın son 80 sayfası ise toplamı sıfır olmayan oyunlara ayrılmıştı ve Von Neumann bu çeşit oyunları da aslında bir anlamda toplamı sıfır oyunlara çevirmeyi deniyordu. Toplamı “Sıfır” Olan Oyunlar Ne Demek?Oyuna katılanlardan bir tarafın kaybı, öteki tarafın kazancına eşit. Bunun en basit örneği futbol. Sizin takım 1–0 galipse, öteki takım da 1–0 mağlup demektir. Lig puan cetveli tablosunda atılan ve yenen golleri toplarsanız birbirine eşit çıkarlar. Bu çeşit oyunlar mutlak bir zafer ya da mutlak

bir yenilgi yarattığı için ‘oyun’ kavramının özünü oluştururlar belki ama gündelik hayatta, özellikle de insan ilişkilerinde ve ekonomide bu oyunlara pek az rastlanır. (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 29.07.2001 tarihli yazısı)Genel olarak oyunları toplamı sıfır olan oyunlar ve toplamı sıfır olmayan oyunlar diye ikiye ayırmak mümkün. Örneğin futbol, toplamı sıfır olan bir oyun. Bir takım diğerini 1-0 yendiğinde, diğer takım da 0-1 yenilmiş oluyor. Yenilgi ile yenginin toplamı sıfır. Benzer biçimde poker de toplamı sıfır olan bir oyun. Oyuna giren para miktarının toplamı, kazanan ve kaybeden oyuncuların önündeki para miktarının toplamına eşit, yani sonuç sıfır. Von Neumann’ın 1928’deki makalesi ve daha sonra Norveçli iktisatçı Morgensten’le birlikte 1943’te yayımladıkları kitap, toplamı sıfır olan oyunlar meselesini büyük ölçüde çözüyor ama toplamı sıfır olmayan oyunları çözmüyordu. Bugün bildiğimiz anlamıyla oyun teorisi, aslında iki teoreme dayanır. Bunlar, Von Neumann’ın 1928 tarihli minimum-maksimum teoremi ile Nash’e Nobel kazandıran 1950 tarihli denge teoremi. Nash, oyuncuların kendi aralarında işbirliği yaptıkları ve yapmadıkları oyunlar arasına ciddi bir mesafe koyar. Von Neumann’ın teoreminin gerçek hayatla pek bir ilgisi yoktur. Oysa Nash’in teoremi, tamamen gerçek hayatı izaha yöneliktir. Bu sayede Nash’in teoremi siyasetten ekonomiye, biyolojiden başka alanlara kadar pek çok yerde uygulamaya girdi. (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 09.03.2002 tarihli yazısı)Tutuklunun Açmazı (Mahkûm Teoremi) (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 05.08.2001 tarihli yazısı)Oyunlar Teorisi, esas olarak iki teorem üstüne kurulu. Bunlardan birincisini, yani min-max teoremi adıyla bilinen teoremi, geçen yüzyılın bir başka önemli matematikçisi John Von Neuman geliştirdi. İkincisi ve çok daha önemlisini ise Nash geliştirdi. Buna da ‘Nash Dengesi’ deniyor. Nash dengesiyle ilgili teorem hemen dönemin en iyi beyinleri tarafından test edildi. Bu testlerden biri için geliştirilen ‘oyun’lardan birinin adı ‘Tutuklunun Açmazı’ydı. Bu oyunu, Nash’in doktora hocası Al Tucker icat etmişti. Oyun şöyleydi: Aynı suçtan ötürü iki kişi tutuklanır ve ayrı ayrı odalarda sorgulanır. Her tutukluya üç seçenek verilir: 1 İtiraf etmek2 Ötekini suçlamak3 Sessiz kalmakTutuklu açısından en iyi seçenek itiraf etmektir. Eğer

Bu sayıda, Deli bir bilim adamı bulmanın, benim için gerekten zor olduğunu söylemeliyim. Deliliği bir bilim adamına yakıştırmak veya bir bilim adamını “deli” olarak anmanın sakıncalı ve yersiz olduğu kanısındayım. Bu yüzden, herkes

tarafından şizofren olduğu bilinen bir bilim adamının, John Forbes Nash’in Mahkûmlar Açmazı’ndan oluşan bir derleme hazırladım sizler için. Deli’sine iyi okumalar…

58De

rleye

n: İl

knur

Sed

a Be

ndeş

- E-m

ail:

bend

esilk

nur@

gmai

l.com

sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şey-

JOHN FORBES NASH – MAHKUMLAR AÇMAZI

öteki tutuklu da itiraf ederse, en azından çok ağır bir ceza almaktan kurtulacaktır, yok öteki sessiz kalırsa yegâne tanık olarak cezadan da kurtulabilecektir. Yani, itiraf ‘baskın strateji’dir. Ama işe bakın ki, eğer birlikte olsalar, ya da işbirliği yapabilseler, her iki tutuklu da kendi iyilikleri için sessiz kalacaktı. Yani, işbirliksiz (non-cooperative) oyundaki baskın (dominant) strateji ile işbirlikli oyundaki baskın strateji birbirinden epey farklıydı. ‘Tutuklunun açmazı’ oyunu, Nash’in denge kavramıyla çelişiyordu. Çünkü Nash, her oyuncunun kendi en iyi stratejisini izleyeceğini, çünkü öteki oyuncuların da öyle yapacağını varsayar. Oysa oyun bunun illa ki böyle olmayacağını gösteriyordu.Sovyetler Birliği ile Amerika arasında o zamanlar en hızlı zamanlarını yaşayan silahlanma yarışı, ‘Tutuklunun açmazı’na gösterilebilecek en iyi örnek aslında. İki ulus da, eğer işbirliği yapsalar ve yarışı bıraksalar kendileri için çok daha iyi olacaktı. Ama her ikisi için de baskın strateji sonuna kadar silahlanmaktı. Evet, Oyunlar Teorisi, sadece ekonomide değil, pek çok alanda kullanılacaktı. İkinci Dünya Savaşı, tarihte bilim adamlarının en çok doğrudan katkıda bulunduğu savaştı. Sadece matematikçilerin ve fizikçilerin değil bütün bilim dallarının katkısı gerekti savaşı kazanmaya. Bilim savaşın sonucunu değiştirdiği gibi savaş da bilimin kaderini ve ilerlemesini değiştirip yönlendirdi. O yılların mantığını da iyi anlamak gerekir. Matematik her şeydir, her sorunun cevabıdır o yılların inancında. Yeterince iyi hesaplarsanız, her şeyi matematiksel olarak izah edebilirsiniz yani. Oyunlar Teorisi’nin Nash tarafından 1950’lerin başlarında tamamlanmasıyla birlikte bu son inanç iyice yerleşti. Oyunlar Teorisi, askeri konulardan sosyal bilimlere, ekonomiden biyolojiye kadar pek çok alanda uygulandı. Nash, teorisinin bir bölümünü yaz aylarında çalıştığı RAND şirketinde tamamladı. RAND, Amerikan ordusunun bilimsel araştırma ihtiyacını karşılamak üzere silah üreticileri tarafından kurdurulmuş bir bilim şirketiydi. O yılların atmosferi, RAND’in hâlâ kendini koruyan gücü ve ilişkileri, Nash’in ve diğer matematikçilerin katkıları sadece bilim dünyasını değil edebiyat ve sinemayı da etkiledi. Nash DengesiPoker tarzı oyunlardaki kısır bir döngü gibi uzayıp giden fikir yürütme biçimini Nash bir döngü olmaktan çıkartıp bir kare gibi düşünmeyi önerdi.

Nash’ın önerisi tam olarak şuydu: Bütün oyuncuların kendine göre en yüksek kazancı getirecek bir stratejisi var ama bu ‘dominant strateji’ oyundaki yegane oyuncu o olmadığı için uygulanamaz, o yüzden de bir ‘denge’ durumuna razı olunur. Şimdi okuyunca çok basit gözüktüğüne eminim ama bu, gerçekten büyük bir fikri sıçramayı ifade ediyordu ve bu sıçramayı bulan insan da bir ‘dâhi’ydi. (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 29.07.2001 tarihli yazısı)Nash dengesi stratejisi bir oyuncunun karşısındaki oyuncunun oynayacağını düşündüğü stratejiye karşı kendisi açısından en iyi strateji. Nash dengesi stratejisi seçildiğinde de kimse o dengeden başka bir yere gitmek istemiyor. İşte Nash ağır matematik kullanarak, böyle bir dengenin çoğu şartlarda mevcut olduğunu ispat ederek, von Neumann’ın yaklaşımını genelleştirmiş, çözüm üretmiş ve denge kavramını yerleştirmişti. Böylece de oyun teorisinin bir sürü alanda kullanımının yolunu açmış ve Nobel’i hak etmişti. Bugün Nash dengesi ekonomi dışında biyoloji ve siyaset bilimi gibi son derece farklı alanlarda kullanılabilen önemli bir kavram. (Gökçe, Akşam Gazetesi 28.03.2002 tarhi yazısı)Bir örnek (Asaf Savaş Akat, Sabah Gazetesi, 28.03.2002 tarihli yazısı)Nash dengesinin sade mantığını bilinen bir örnek üstünde izleyelim. OPEC bir petrol fiyatı tesbit etmiş. O fiyatı tutturmak için gerekli üretim kotalarını da ülkelere dağıtmış. Arz, talep ve fiyat birbiri ile tutarlı varsayalım. Şimdi petrol ihracatçısı ülkelerden birinin üretimini kota üstüne çıkartmaya karar verdiğini düşünelim. Diğerleri kotaya sadık kalsın. Ne olur? Arz artacağından petrol fiyatı düşer. Üretimini arttıran ülkenin petrol geliri yeni fiyatla düşüyorsa, piyasa Nash dengesindedir. Çünkü bu durumda dengeyi bozma üreticilerin işine gelmemektedir. Üretim maliyeti fiyatın üstünde olmasına rağmen piyasada dengeyi bozucu davranış olmamaktadır. Eğer üretimini artıran ülke yeni fiyattan daha fazla petrol geliri elde ediyorsa piyasa Nash dengesinde değildir. Çünkü dengeden sapmadan kârlı çıkan üretici vardır. O fiyat ve üretim kotaları tutunamaz. Kavramın uygulamada bir işe yarayıp yaramadığı tartışmalıdır. Ama iktisat teorisini eksik rekabetle ilgili mahcubiyetten kurtardığı kesindir. Ekonominin işine yaramasa da iktisatçılara ilaç gibi gelmiştir.Alıntıdır: http://www.oyunteorisi.com/category.php?cID=4Derleme: Julia Mandelbrot ([email protected])

Bu sayıda, Deli bir bilim adamı bulmanın, benim için gerekten zor olduğunu söylemeliyim. Deliliği bir bilim adamına yakıştırmak veya bir bilim adamını “deli” olarak anmanın sakıncalı ve yersiz olduğu kanısındayım. Bu yüzden, herkes

tarafından şizofren olduğu bilinen bir bilim adamının, John Forbes Nash’in Mahkûmlar Açmazı’ndan oluşan bir derleme hazırladım sizler için. Deli’sine iyi okumalar…

59

sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şey-

Tersten okunduğunda da anlamı değişmeyen kelimeler-den biri olan Mark Town kaçtı mı, tutana aşk olsun. Gele-ceğimizle ilgili yegâne planımız, yaşamı devamlı kılan bir reflekstir. Senaryo çok belli sanki: Dolaptaki Sarelle’nin di-bini kaşıklamak ve güvenliği oyalayıp kaçmak… Ama eğer dinleseydin, sana söyleyeceğim tek şey şu olurdu: Hiçbir konuda hiçbir fikrimiz yoksa ve hayatta hiçbir amacımız yoksa, Engin Alkan hasretim olurdu elimde avucumda… Nietzsche şöyle diyor: “Çarkıfelek’in çarkındayım annem, bir ırkın analizini yapmak istiyorum.”. Buradan çıkarıla-cak bir sonuç varsa, o da üç oğlanın bir kız etmediğidir. Ana konumuza geçmeden önce hor görüleni de görülme-yeni de ikiye bölünüyordu. Aptal diyebilirsin umarsızca ama sadece açık camdan çıkmayı çok merak ederim. İn-sanlara bu düşü iletebildiğim için Timsah böceği, şeytanla da mücadele etmelidir. Hollywood senaristlerini oluşturan dinin peygamberi Gollum ise Indiana Jones’un saçını okşa-yıp adını sorar. Bu kaypak tavırlar, Sarıyer’in göbeğindeki yardımcıyla oturup akşama kadar bacaklarının diğer dört tanesinin nereye düşmüş olabileceğini düşünüyordu. Lise Meitner, bıngıl bıngıl göbeğinin üstünde uzanmış tütün-den yadigar kuş beyinlilerle konuşmaya alışkındı. Ne di-yeceğimi bilmiyorum, parçalanmak bu olsa gerek. Kafka; “Pipini de göster.” derdi ama camdan biz de baktık. Bir de ne görelim? İnsanın aklından çıkmayan ilk görüntü ah-şaptan yangın merdiveni oluyor nedense… Bunda, annesi-nin camdan kendisini izliyor olmasının etkisi olabilir. Nuri Alço çocukken bile benim için değişilmez bir canlıydı. Bu anormallik onu takip etmeye karar vermeme sebep oldu. Bir de dönüp baktık ki tahriş olmuş duygu depoları daha içeri girerken korku dolu gözlerle bakıyor. Bana göre on-ların planı kısaltılarak 6 Ocak 1939’da yayımlandı. Bu hisle ilk önce ateş gibi olan Songül, rüyasında yabancı bir palya-ço görür. Biz duyduklarımıza ve gördüklerimize şaşırırken Julia Roberts “KAÇAK var!” diye bağırıyordu…

Çıkan kısmın özeti: