52
Bu Şehri Bütün Olarak Düşünebilmek Yerelde de Genelde de İnsanlığı İktidar Aşkı Değil, Aşkın İktidarı Kurtaracak Flâneur Düşler... Yıl: 1 / Sayı: 1 / Ocak 2015 www.butunsehirdergisi.com Hamidiye Çeşmesi-Subaşı SAMSUN Samsun Kalesi Bu Binanın Altında...

Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

Citation preview

Page 1: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

Bu Şehri Bütün Olarak Düşünebilmek

Yerelde de Genelde de İnsanlığı İktidar Aşkı Değil, Aşkın İktidarı Kurtaracak

Flâneur Düşler...

Yıl: 1 / Sayı: 1 / Ocak 2015 www.butunsehirdergisi.com

Ham

idiye Çeşmesi-Subaşı

SAMSU

N

Samsun KalesiBu Binanın Altında...

Page 2: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1
Page 3: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

3

Yıl: 1 / Sayı: 1 / Ocak [email protected]

İmtiyaz Sahibi ve SorumlusuAkasya Basın Yayın Tanıtım

Recep YAZGAN0544 730 49 32

[email protected]

Yayın KuruluProf. Dr. Bünyamin KOCAOĞLU

Doç. Dr. Önder DUMANYrd. Doç. Dr. Cem GENÇOĞLU

Tevfik DEMİRİbrahim TÖKELRecep YAZGAN

İletişimFatih Sultan Mehmet Cad. Camadan İşhanı No: 4/3

İlkadım/SamsunTel: (0362) 432 12 01

[email protected]

Grafik TasarımMikroajans

[email protected]

BaskıUğur Ofset

Pazar Mah., Mukayitzade Sok. No:48, Unkapanı/Samsun

Tel:(0362) 432 0990

Baskı Tarihi15.01.2015

Şehirden Merhaba!

Yeni bir yıl, yeni bir dergi. Şehrimize, memleketimize ha-yırlı olur inşallah. Dergi çıkarmak çok yorucu, bunu biliyo-ruz. Ama verilen emeğin okuyucu nezdinde olumlu karşılık bulması da işin en keyifli yönü. Biz olumlu karşılık alacağı-mızdan endişe de etmiyoruz. Ama bir derginin uzun soluk-lu olması için okurlarının maddi desteğinden çok manevi teşviğine ihtiyaç olunmuştur her zaman. Bizi nasıl bir gelecek beklediğini bilmiyoruz ama temenni-miz olabildiğince uzun soluklu olmak. Bu yüzden muhtevi-yattan taviz vermeden, imkânlarımızı da akılcı kullanarak yolumuza, uzun ama ince yolumuza devam etmek istiyo-ruz. Bütün ŞEHİR, adından da anlaşılacağı üzere bir şehir der-gisi olacak. Yüzeysel olarak ‘Samsun’dan ama derinlikli olarak “Şehir” düşüncesi üzerinden çıkıyoruz yola. “Şehir” değişiyor, dönüşüyor. Değişimi iliklerimizde bile hissedi-yoruz. 20. Yüzyılın ortalarından sonra hayatımıza giren apartman, 20. Yüzyılın sonlarından itibaren de site haya-tı, şimdi ise ‘rezidanslar’, ve ‘gökdelenlerin’ tahakkümü altındayız. Yüksek yüksek tepelerin esen tatlı rüzgârları yerine” iri” binaların şehre meydan okuyan karanlık, este-tikten ve gelenekten yoksun gölgeleri altında güneşsiz, mavisiz geçen ruhsuz günler…İşte biz de tam burada çıkarıyoruz Bütün Şehir’i. ‘Yaşadı-ğımız, yaşattığımız, Türk-İslam şehrinin ve şehirlerinin dü-nünden yani kültüründen başlayarak bugününe gelmeye çalışacağız. Betonun, demirin ve plastiğin arasında kay-bolup giden yeşili, maviyi bulmaya çalışacağız.Şehir’in dününü, kültürünü anlatacağız. Bunca varlık ve kalabalık içerisinde neden yokluk ve yalnızlık çektiğimize vurgu yapacağız.İlk sayısının eksiklikleri, hataları sizi yanıltmasın ama bun-dan sonraki sayılarda daha iyi, daha dolu olacağız.Katkınızı ve desteğinizi bekliyoruz.

Tevfik DEMİR

Page 4: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

4

Hızla Yok Olan Bir Kültürel Miras;

KÖSÜRESeyfullah GÜL

32-35

sıla mı gurbet miAdını Sen Koy!Uğur DEDE

36-37

Samsun’da da Yaşanan Vahşet Gün Yüzüne Çıkıyor46-49

Amerikalılar Balyozla Piknik Yapıyor!50-51

Şehir§Kültür§ Medeniyet§ DeğerTevfik DEMİR

38-41

Yedaş yok olan değerleri yaşatıyorDikkuyruk Yedaş’ın Elektrik Faturalarında

44-45

Ayşe Meliha UlaşV. ve VI. Dönem Samsun MilletvekiliYrd. Doç. Dr. Mehmet AYDIN

42-43

Flâneur Düşler...İbrahim TÖKEL

'Bütünşehir'in CaddeleriProf.Dr. Cevdet YILMAZ

Samsun Memleket Hastanesi Ne Zaman AçıldıDoç. Dr. Önder DUMAN

Yerelde De Genelde De:İnsanlığı İktidar Aşkı Değil, Aşkın İktidarı Kurtaracak

Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL

Samsun KalesiBu Binanın Altında...

Recep YAZGAN

06-07

Şehirden Merhaba!Tevfik DEMİR

03

16-19

08-11

20-23

12-15

19. Milli Eğitim Şurasının Ardından;

Kent, Kimlik ve GelecekYrd. Doç. Dr. Cem GENÇOĞLU

24-27

İlk OkulFazıl Kadı İlkokulu’nun ve Yusuf Kâr’ın Aziz Hatırasına

Ahmet Ufuk ERKAN28-30

Page 5: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1
Page 6: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

6

Flâneur Düşler...İbrahim TÖKEL

Büyülü bir kelime flâneur,Ünlü Alman düşünür ve eleştir-men Walter Benjamin’in "Pasaj-lar"ını Türkçeye çeviren Ahmet Cemal, flâneur sözcüğünün Fran-sızcada "avare gezgin" anlamına geldiğini ve "avare dolaşırken aynı zamanda çevrenin izlenimle-riyle düşünce üreten kişi" demek olduğunu söylüyor.

Diğer taraftan flâneur kavra-mı modern şehirlerin ilk toplu mekânları olan pasajlarla da ilgili görünüyor. Büyük kaldırımlar ve pasajlar yapıldıktan sonra flâ-neur'ün ortaya çıktığı anlaşılıyor. "Flâneur, geniş kalabalıklar ara-

sında sıkılmayan, kendini bina cephelerinin arasında evindey-miş gibi duyumsayan kişidir. Flâ-neur görünüşte tembel, özünde bir gözlemcinin uyanıklığı ile do-nanmış kişidir." Benjamin, “Pasaj-lar”da 19.yy modernleşmesini ve şehirleşmesini pasaj örneğinden yola çıkarak yorumlarken büyük şair Charles Baudelaire’i bir flâ-neur olarak değerlendirmektedir.

Baudelaire’in şehir (Paris) ile kurduğu sevgi nefret ilişkisi de önemli bir sorun. Paris Sıkıntısı adlı eserinde bu paradoksal iliş-kiyi estetik bir biçimde işleyen büyük şair, tüm zamanların en

Yürüme bilimi ve düşünme

bilimi temelde tek bir bilimdir. Thomas Bernhard

Page 7: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

7

büyük şair- flâneur -dandy’si ol-duğunu da ortaya koymaktadır. ( Burada bir parantez açıp “dandy” kavramına da değinmek gere-kiyor. Kelimeyi kavramsallaştı-ran gene Baudelaire’dir. “Dandy” güzel giyinmeyi, kendine titizlik göstermeyi, temaşayı, aylaklığı, yavaşlığı yersiz-yurtsuzluğu ifa-de eder. Bu yazıda dandy kavramı üzerinde duramayacağız, bu belki başka bir yazının konusu olabilir. Meraklısı Ali Artun’un hazırladığı “Modern Hayatın Ressamı –Bau-delaire” adlı eserin giriş bölümü-ne bakabilir. )

Flâneur “Düşünce ve duygularında pervasızca yaşar ama herhangi bir mekâna konuk ol/a/maz, sokakları, caddeyi, cumbaları, kaldırımları bir müzedeki yağlı boya tablosuna ya da bir botanikçinin bitki kıvrımları-na bakar gibi inceler.” Kısaca flaneur, kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, ev düşüncesin-den uzakta, daha doğrusu şehrin kendisini, caddeleri, sokakları, mimari yapıları eviymiş gibi gö-ren, yavaşlığı, temaşayı kendine iş edinen ve bütün bunları yapar-ken düşünmenin ve estetik hazzın peşinde bir aylaktır.Kentleşme ve kapitalizmin gelişi-miyle de alakalıdır kavramın serü-veni. Normalin çok üzerinde şişen şehirler, tekniğin, iletişimin, tüke-timin ve her şeyin pazarlandığı bir ortamın, hızın ve hazzın cehen-nemi karşısında, duyarlı insanın kendini ifade etme biçimidir. Za-ten artan hızın ve tüketimin orta-sında “düşünme” yoktur. Sadece duyumsama, duygulanım vardır. İşte flâneur bu duyumsamanın peşindedir.Aratan hız ve teknoloji ile “şeyler”

in arasından, temas etmeden, ta-kılmadan, düzgün bir ilişki kura-madan “geçip gideriz”. Oysa ilişki kurmak, nüfuz etmek, algılayabil-mek için durmamız, yavaşlama-mız gerekir. Çok sevdiğimiz bir manzara, mimari eser, resim gör-düğümüzde önce şöyle bir durak-sadığımız, söz konusu nesneye biraz daha dikkatlice baktığımız gibi. Evvelden beri düşünmek ve yürü-mek ve hatta yavaşlamak arasın-daki bağ vurgulanmıştır. Özellikle Alman düşünce ve edebiyatında düşünmek ve yürümek arasın-

daki bağ, Nietzsche, Heidegger, Thomas Bernhard gibi yazar ve filozoflarca önemsenmiştir. Spi-noza “yürümek düşünmektir” der. Nietzsche en önemli düşünceleri-nin yürüyüşlerde oluştuğunu sık sık vurgular. Heidegger’in uzun dağ ve orman yürüyüşleri meş-hurdur. Ancak flâneur şehirlidir, dağ ve orman yürüyüşü onun için ulaşamayacağı bir ütopyadır. Kaybedilmiş ve bir daha asla bu-lamayacağı bir geçmiş, bir yuva ve bir yurt….Flâneur düşüncede anahtar ke-

lime “yavaşlık” olmalıdır, hızın, hırsın, tüketimin, yetinmemenin, panzehiri olarak yavaşlık… Ve bu yüzden flâneur kaplumbağa ile birlikte anılır. Hatta Paris’in ilk Flâneur’leri kaplumbağa gezdirir-ler…Balzac'a göre Flâneur gözün gastronomistleridir. Flâneur ba-kar ve kaydeder. Yeniden üretir,

dolaşıma sokar, yaygınlaştırır, öne çıkarır…Belki şehrimize bir Flâneur gelir ve şehrimizi hiç görmediğimiz, görüp de anlamadığımız bir bi-çimde yeniden yorumlar. Bir dahaki sayıda acemi bir flâ-neur’ün gözünden “Saathane’ye Gitmek” i deneyelim.

“Düşünce ve duygularında

pervasızca yaşar ama herhangi

bir mekâna konuk ol/a/maz,

sokakları, caddeyi, cumbaları,

kaldırımları bir müzedeki yağlı

boya tablosuna ya da bir botanikçinin bitki kıvrımlarına

bakar gibi inceler.”

Page 8: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

8

Samsun Memleket HastanesiNe Zaman Açıldı

Doç. Dr. Önder DUMAN

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılında, diğer bir ifadeyle 1902 yılında yapımı tamamla-nan ve adeta şehre tepeden bakan bu yapı, Canik Hamidiye Hastanesi adıyla hizmete açıldı. Hastane bu dönemde tek katlı olup, on dört yatak kapasitesine sahipti.

II. Meşrutiyet’in ilânı sonrasın-da ismi Canik Gureba Hastane-si olarak değiştirildi ve yatak kapasitesi otuza çıkarıldı. 1913 yılında özel idareye devredilen hastaneye zamanla barakalar, ahşap pavyonlar ile beraber

ikinci kat ilave edildi.

Tarihi tam olarak tespit edi-lememekle beraber hastane, 1923’de tekrar ad değiştirerek, “Memleket Hastanesi” adıyla hizmet vermeye devam etti. Ya-tak adedi bir ara 150’ye kadar çıkarılmışsa da, 1924 yılında bu sayı 120’ye, ertesi yıl da 110’a dü-şürüldü.

Memleket Hastanesi bütçe im-kânlarının kısıtlılığına rağmen 1924’ten itibaren gerek tıbbî cihaz ve teçhizat, gerekse fizikî imkân bakımından kendini yeni-

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılında, diğer bir

ifadeyle 1902 yılında yapımı tamamlanan

bu yapı, Canik Hamidiye Hastanesi

adıyla hizmete açıldı.

Page 9: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

9

lemiş ve geliştirmiştir. Nitekim bu kapsamda 1925 yılında 5.739 lira sarf edilerek Avrupa’dan bir röntgen cihazı getirilmiş ve böylelikle hastanede radyosko-pik ve radyografik muayeneler yapılmaya başlanmıştır. 1926’da kuvars ve solüks lambaları has-taneye kazandırılmış ve yine böylelikle bez, kemik ve haricî hastalıklar ile iltihap vakalarının tespiti daha kolay olmaya başla-mıştır.

1931 yılına gelindiğinde mevcut bütçe yeni makine ve teçhizat alımına yetmemişi olsa gerek-tir ki, ilga edilen Sanat Yuvası ve Kız Koleji bütçesinden 3.000 lira hastaneye aktarılmıştır. Ni-tekim bu takviye ile 1932 yılında 425 lira değerinde son model bir röntgen lambası alınmıştır. Tüm bunların dışında 1926-1932 yılları arasında hastaneye 4.924 liralık cerrahî alet ve malzeme kazandırılmıştır.

Hastane bu dönemde tıbbi alet ve cihazın yanı sıra fizikî açıdan da önemli ölçüde yenilendi. Ni-tekim 1925’te yaklaşık 16.000 lira harcanarak kargir bir em-raz-ı intaniye pavyonu vücuda getirildi. Ancak inşaatın bitme-sinden hemen sonra duvarlar-da oluşan çatlaklar nedeniyle bu pavyonlara hasta yatırmak mümkün olmadı. Tadilatın işe yaramayacağı düşünülerek, 1929 yılında pavyon yeniden inşa edilmeye başlandı ve inşaat 1931’de tamamlandı.

1927 yılında yaklaşık 5 bin lira

sarf edilerek hastanede bir takım tamirat ve tadilat çalış-maları yapıldı. Bu kapsamda ameliyathanenin çatı ve tavan-ları betonarmeye dönüştürüldü, bütün cam ve çerçeveleri değiş-tirildi ve ameliyathane daire-lerinin hemen yanına her türlü teçhizatı ile beraber bir pansu-man odası yaptırıldı. 1929’da ise büyük bir idare pavyonu inşa edilerek, karantina, çamaşırha-ne ve etüv daireleri bu kısma taşındı. Bu pavyonun inşası ile beraber daha önceden hasta-larla bir arada bulunan memur ve hasta bakıcılar, artık burada yatıp kalkmaya başladılar. Böy-lelikle çıkması kuvvetle muhte-mel sağlık sorunları da bertaraf edildi. Yine 1929’da hastanenin şehir elektriğinden istifade ede-bilmesi için çalışmalar yürütül-dü.

1.668 lira sarf edilerek elektrik tesisatı kuruldu ve yılsonu itiba-riyle hastanede şehir elektriği kullanılmaya başlandı. Tüm bun-lar da dâhil olmak üzere 1932 yılı sonuna kadar hastane için 616.256 lira harcandı ve ortaya Cumhuriyet’in 10. yılı itibariyle Samsun’un ve yakın çevresinin sıhhi ihtiyaçlarına cevap verme-ye çalışan, bünyesinde operatör, dâhiliye, göz, kulak, boğaz, kadın hastalıkları ve röntgen uzmanla-rıyla bir bakteriyoloğun bulun-duğu bir hastane ortaya çıktı.

Bu on yıllık süre zarfında Mem-leket Hastanesinin muayene ve tedavi mesaisi aşağıdaki tablo-da gösterildiği şekildeydi.

1931 yılına gelindiğinde

mevcut bütçe yeni makine ve teçhizat alımına yetmemişi

olsa gerektir ki, ilga edilen Sanat

Yuvası ve Kız Koleji bütçesinden 3.000

lira hastaneye aktarılmıştır.

Nitekim bu takviye ile 1932 yılında

425 lira değerinde son model bir

röntgen lambası alınmıştır. Tüm bunların dışında

1926-1932 yılları arasında

hastaneye 4.924 liralık cerrahî

alet ve malzeme kazandırılmıştır.

Page 10: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

10

YıllarGelen ve Tedavi Edilen

Dahiliye Hariciye Kadın Hast. Göz Çocuk

Hast. K.B.B. Toplam

1923 1.745 1.181 564 - - - - 1.775

1924 2.175 1.789 671 50 - - - 2.510

1925 1.784 1.135 537 57 22 - - 1.711

1926 1.651 1.012 447 83 88 - 21 1.651

1927 2.076 1.379 543 87 26 - 41 2.076

1928 2.049 1.208 489 167 109 - 85 2.277

1929 2.277 1.399 506 171 116 37 93 2.389

1930 2.389 1.406 534 186 133 37 93 2.389

1931 1.372 1.372 551 152 64 93 98 2.330

1932 2.228 1.398 498 230 - - 102 2.228

Toplam 21.006 13.279 5.337 1.183 558 130 519 21.006

Yukarıdaki tabloya bakarak has-taneye gelenlerin tümünün iyi-leşerek, taburcu olduğu gibi bir sonuca varmamak gerekir. Nite-kim tespit edebildiğimiz kada-rıyla 1925 yılında hastaneye ge-len 1.784 hastadan 1.478’i tedavi edilirken, 234’ü vefat etmiştir. Ertesi yıl ise hastaneye başvu-ran hasta sayısındaki azalmaya paralel olarak vefat adedi de düşmüş ve 91 kişi tedaviye ce-vap vermemiştir.

Ocak 1927 ile Nisan 1928 arasın-daki on beş aylık dönemde vefat edenlerin toplamı 233 olarak gerçekleşmiş olup, bu rakamın hastaneye başvuranlara karşılık oranı %10,7’ye tekabül etmiştir. Bu ölüm oranı hastane imkân-larına kıyasla yüksek bulunmuş olsa gerektir ki, konu Samsun Vilayet Meclisi’ne intikal etmiş ve Sıhhiye Müdüriyetinden bu-nun nedeni sorulmuştur.

Sıhhiye Müdüriyeti’ne göre bu durumun temel sebebi hasta-nede istihdam edilen doktor ve diğer görevlilerin “fennen hayatı hitame ermişler” ara-sından seçilmiş olmasıydı. Sıh-hiye Müdüriyeti’nin bu ifade-sinden hareketle bu dönemde Memleket Hastanesi’nin bi-limsel açıdan yetkin, yenilikle-re açık bir kadroya gereksinim duyduğu sonucuna varmak mümkündür.

1930’dan sonra hastanenin daha nitelikli ve işlevsel hizmet üret-mesini temin etmek amacıyla, ilk etapta yatak kapasitesi ka-demeli olarak düşürüldü. Nite-kim hastane 1931 yılı başından itibaren yeni bir kadro ve 100 yatak kapasitesi ile hizmet üret-meye devam etti. Zamanla fizikî imkânlarının artması ile hastane 1938 yılından itibaren tekrar 110 yatak kapasitesine çıkarıldı.

Memleket Hastanesi 1940 itiba-riyle yılda 3 binin üzerinde kişiye yatarak ve 15 bini aşkın kişiye de poliklinik hizmeti veriyor olsa da, dönemin gazetelerinde tüm bu hizmetlerin şehrin ihtiyaçla-rını karşılamadığı yönünde ha-ber ve yorumlar bulunmaktadır.

Nitekim 1938 yılı başında Ahali gazetesinin bir başyazısı bu ko-nuya ayrılmıştı. “Sağlık evi bakı-mından Memleketimiz” başlıklı yazıda Samsun ve yakın çevresi-nin genel sağlık durumu ve sağ-lık kurumları anlatıldıktan sonra konu Memleket Hastanesine getirilmekte ve şu ifadelere yer verilmekteydi: “Gerek vilâyet, gerek şehir nüfusunu nazarı iti-bara alacak olursak sıhhî mües-seselerden bilhassa memleket hastanesi ihtiyaca gayri kâfidir. Bundan 38 sene evvel merhum Hamdi Bey’in mutasarrıflığı za-manında temeli atılarak inşası-

Page 11: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

11

na devam edilip ikmal edilen bu hastane bilahare gördüğü tadi-lat cümlesinden olarak konulan kalorifer, röntgen ve muntazam ameliyathanesiyle memleke-timizin yüzünü güldürecek ve göğsünü kabartacak bir hale gelmiştir. Fakat böyle olmakla beraber, yatak adedi 100-110 ve mütehassısları noksandır. Hal-buki 340 bin nüfuslu bir vilayet için değil böyle 100, 500 yatak bile az gelir. Çünkü bizde has-taneye çok muztar kalmadıkça gidilmez. Ekseriyetle evdeki te-daviden kati ümit hâsıl olduğu o vakit hastaneye başvurulur.

Hususi idare tarafından idare edilmekte olan memleket has-tanesine ne yatak ilavesine ve ne de kadro genişletilmesine imkân yoktur, buna bütçe müsa-it olsa bile bina kâfi gelmez.

Bu hususta yapılacak iş bazı vilâyetlerimizde olduğu gibi tam kadrolu yeniden bir numune hastanesi yaptırmak lazımdır…”

1938’de Ahali gazetesindeki bu yazı karşılığını ancak on yıl sonra bulabildi. İlk olarak 26 Temmuz 1948’de hastanenin şehre uzak-lığından dolayı, hastalara kolay-lık sağlamak üzere eski vilayet matbaası tadilattan geçirilerek, Memleket Hastanesi Polikliniği haline getirildi.

Vali İzzettin Çağpar, Belediye Reisi Muhiddin Özkefeli ve şeh-rin diğer idare amirlerinin katıl-dığı bir törenle hizmete giren po-liklinikte, aynı gün muayenelere

de başlandı. İkinci olarak aynı yılın Ekim ayı başında Samsun İl Genel Meclisi, İkinci Başkan Şevki Mirzaoğlu başkanlığında yaptığı bir toplantıda, “Samsun Memleket Hastanesinin bina, mevki ve yatak adedi bakımın-dan bu günkü ihtiyacı karşılama-dığı ve Samsun’un mevki ve milli sağlık planı gereğince bölge merkezi bulunması dolayısıyla bütün bölgenin sıhhi ihtiyaçla-rını karşılayacak hastane bina-sının inşasının lüzumlu olduğu” biçimindeki Sağlık Müdürlüğü-nün teklifini gündeme alarak, konu ile ilgili bir rapor hazırla-mak üzere Necati Bora (Bafra), Nedim Katar (Terme), İsmail Işın (Bafra) ve Remzi Akar (Alaçam)’ dan oluşan bir komisyon kurdu. Söz konusu komisyon kısa sü-rede çalışmalarını tamamlaya-rak, 200 yataklı bir hastanenin inşasının gereğine işaret eden bar rapor hazırladı ve Meclis’e sundu.

İl Genel Meclisi bu rapor doğ-rultusunda söz konusu has-tane inşası için çalışmalara başlanacağı ibaresini 1949 yılı çalışma raporuna ekledi. Tüm bu meclis kararlarına rağmen bu hastane inşası için Samsun yaklaşık 25 yıl daha beklemek zorunda kalacak, 1970 yılında yeni Devlet Hastanesi binası-nın yapılması ile 1954’den beri Devlet Hastanesi olarak kulla-nılan Memleket Hastanesi bo-şaltılacak ve 1971’de Karadeniz Bölgesi Ruh Sağlığı Hastanesi olarak hizmet vermeye devam edecektir.

"Hususi idare tarafından

idare edilmekte olan memleket hastanesine ne yatak ilavesine ve ne de kadro genişletilmesine imkân yoktur,

buna bütçe müsait olsa bile bina kâfi

gelmez.

Bu hususta yapılacak iş bazı vilâyetlerimizde olduğu gibi tam

kadrolu yeniden bir numune hastanesi

yaptırmak lazımdır…”

Page 12: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

12

Samsun KalesiBu Binanın Altında!

Recep YAZGAN

Samsun Büyük Camii kuzey bah-çe duvarının kenarından, doğu istikametine doğru ilerleyen Samsun Kalesinin sur kalıntıları-nın nereye kaybolduğunu merak ediyorsanız sıkı durun şimdi öğ-reneceksiniz!

Tarihi Samsun Kalesi bir iş mer-kezinin oto parkında can çekişi-yor. Bu tarihi ayıbı ne yerel ida-reciler, ne Kültür Müdürlüğü ne de Anıtlar Kurulu ve de teknik adamlar açıklayabiliyor.. Samsun'da 11. Yüzyılda 1192’de Selçuklular tarafından inşa edi-len ve Evliya Çelebi'nin 1640'da

Samsun’a geldiğinde görüp se-yahatnamesinde bahsettiği ta-rihi Samsun Kalesi'nden bugüne 13 metrelik sur kaldı.

PEKİ, NEREDE BU SURUN DE-VAMI?2008 yılında Samsun Büyük Ca-mi’nin doğu cephesi karşısında Ak Bank’ın bulunduğu binanın yanındaki parselde bu gün AK Parti Samsun İl Başkanlığı’nın da bulunduğu binanın inşaatı başlar. İnşaatın hafriyat çalış-maları sırasında Büyük Cami ya-nında eski Samsun Kalesi'ne ait olduğu tespit edilen sur kalıntı-

Tarihi Samsun Kalesi bir iş merkezinin oto parkında can

çekişiyor.

Page 13: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

13

larının ortaya çıkmasıyla Bölge Koruma Kurulu tarafından inşa-at durdurulur.

Aynı yıl Büyük Camii çevresinde yapılan çevre düzenleme çalış-maları sırasında kale duvarı-nın bir kısmı daha ortaya çıkar. Bunun üzerine Samsun Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu Arke-oloji Müzesi tarafından duvarın bulunduğu bölgede inceleme ve araştırma yapılmasına karar ve-rilir. Yapılan inceleme ve kazının ardından 2009 yılında 13 met-relik kale duvarı ortaya çıkarılır.

Duvarın tamamı tekrar tescille-nip koruma altına alınır.

İNANILIR GİBİ DEĞİL; KALE Bİ-NANIN OTOPARKINDATescillenerek koruma altına alınan Samsun Kalesi’nin bir iş merkezinin otoparkına gömül-mesine dahası Samsun Kalesi kalıntılarının üzerine inşaat ya-pılmasına nasıl izin verildiği ise tarihi bir muamma olarak kayıt-lara geçmiş durumda.

2863 Kültür Ve Tabiat Varlık-larını Koruma Kanunu’nun ilgili maddesine göre korunması ge-reken "Kültür varlıkları" duru-munda olan Samsun Kalesi ve çevresini olduğu gibi SİT ALANI yani tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetle-rin ürünü olup, yaşadıkları devir-lerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, kültür varlıklarının yoğun olarak bulun-duğu sosyal yaşama konu olmuş veya önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespi-

ti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması zorunlu alan olarak kayıt altına alıyor..

BU AYIBIN SORUMLUSU KİM?Görüşlerine başvurduğumuz Samsun Kültür Varlıklarını Koru-ma Bölge Kurulu Müdürü Men-deres Alan, Samsun Kalesi’nin binanın altında korunduğunu belirterek, benzer örneklerinin dünyanın her yerinde olduğunu sözlerine ekledi ve “yeniden eski haline getiremeyeceğimize göre

Görüşlerine başvurduğumuz Samsun Kültür

Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü

Menderes Alan, Samsun Kalesi’nin

binanın altında korunduğunu

belirterek, benzer örneklerinin

dünyanın her yerinde olduğunu sözlerine ekledi ve

“yeniden eski haline getiremeyece-ğimize

göre bu şekilde korunmasına kurul tarafından onay verildi” diyerek

Samsun Kalesi’nin böyle bir yöntemle

korunduğunu kaydetti.

Page 14: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

14

bu şekilde korunmasına kurul tarafından onay verildi” diyerek Samsun Kalesi’nin böyle bir yön-temle korunduğunu kaydetti.

Fakat 2863 Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun ‘Korunması Zorunlu Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklarıyla ilgi-li maddesi ise konuyu şöyle çer-çevelendiriyor:

Madde 6 - Korunması gerekli ta-şınmaz kültür ve tabiat varlıkları şunlardır:

a) Korunması gerekli tabiat var-lıkları ile 19 uncu yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar,

b) Belirlenen tarihten sonra ya-pılmış olup önem ve özellikleri bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığınca korunmalarında gerek görülen taşınmazlar,

c) Sit alanı içinde bulunan taşın-

maz kültür varlıkları,Kaya mezarlıkları, yazılı, resimli ve kabartmalı kayalar, resimli mağaralar, höyükler, tümülüsler, ören yerleri, akropol ve nekro-poller; kale, hisar, burç, sur, tari-hi kışla, tabya ve isihkamlar ile bunlarda bulunan sabit silahlar; harabeler, kervansaraylar, han, hamam ve medreseler; kümbet, türbe ve kitabeler, köprüler, su kemerleri, su yolları, sarnıç ve kuyular; tarihi yol kalıntıları, mesafe taşları, eski sınırları be-lirten delikli taşlar, dikili taşlar; sunaklar, tersaneler, rıhtımlar; tarihi saraylar, köşkler, evler, ya-lılar ve konaklar; camiler, mes-citler, musallalar, namazgahlar; çeşme ve sebiller; imarethane, darphane, şifahane, muvakkit-hane, simkeşhane, tekke ve za-viyeler; mezarlıklar, hazireler, arastalar, bedestenler, kapalı çarşılar, sandukalar, siteller, si-nagoklar, bazilikalar, kiliseler, manastırlar; külliyeler, eski anıt

ve duvar kalıntıları; freskler, ka-bartmalar, mozaikler, peri ba-caları ve benzeri taşınmazlar; taşınmaz kültür varlığı örnekle-rindendir. BU HABER, HABER VERME ZO-RUNLULUĞU2863 Kültür Ve Tabiat Varlıkla-rını Koruma Kanunu’nda ‘Haber Verme Zorunluluğu’ başlığı al-tında ilginç madde de var;“Taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarını bulanlar, ma-lik oldukları veya kullandıkları arazinin içinde kültür ve tabi-at varlığı bulunduğunu bilenler veya yeni haberdar olan malik ve zilyetler, bunu en geç üç gün için-de, en yakın müze müdürlüğüne veya köyde muhtara veya diğer yerlerde mülki idare amirlerine bildirmeye mecburdurlar.Bu gibi varlıklar, askeri garni-zonlar ve yasak bölgeler içinde bulunursa, usulüne uygun olarak üst komutanlıklara bildirilir.

Page 15: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

15

Böyle bir ihbarı alan muhtar, mülki amir veya bu gibi varlıklar-dan doğrudan doğruya haber-dar olan ilgili makamlar, bunların muhafaza ve güvenlikleri için gerekli tedbirleri alırlar. Muhtar, aynı gün alınan tedbirlerle birlik-te durumu en yakın mülki amire; mülki amir ve diğer makamlar ise on gün içinde, yazı ile Kültür ve Turizm Bakanlığına ve en ya-kın müze müdürlüğüne bildirir.İhbar alan Bakanlık ve müze müdürü bu Kanun hükümlerine göre, en kısa zamanda gerekli işlemleri yapar.

SAMSUN KALESİSamsun’unun kökenini oluştu-ran ve 1192 yılında Danişment-ler döneminde inşa edilen ta-rihi Samsun Kalesi’nden Evliya Çelebi 1640 yılında Samsun´u ziyareti esnasında bu kaleden ´Çevresi 5 bin adım 70 kulesi, 2 bin mazgallı ve kapısı ile leb-i deryada şadadı bina bir sengin abad idi´ diye bahsediyor. Sam-sun Kalesi 1869 yılındaki büyük Samsun yangınına kadar sağlam bedeni ve burçları, mazgalları yani bütün görkemiyle ayaktay-dı" diye bahsediyor.

Eserini 1648'de yazmaya başla-yan bir diğer gezgin Katip Çelebi ise "Cami, Hamam ve Muhtasar bir Çarşıya sahip olan kalenin harap olduğunu" belirtiyor..

1869 yılı Ağustos ayında bugün-kü belediye binasının karşısında bulunan Haznedarzade Süley-man Paşa Medresesinde çıkan yangınla bir gecede kasabanın

büyük bölümü yanıyor. Trabzon Valisi Esat muhlis Paşa kentin yeniden kurulması için girişimde bulundu. İsviçreli bir Fransız Mü-hendis davet edilerek bugünkü Samsun’un planı yapılıyor. Bu İmar planının uygulanması sıra-sında Samsun Kalesi’nin duvar-ları tamamen yıkılıyor.Osmanlı Hakimiyetine geçtik-ten sonra Samsun eski ticari önemini kaybederek XIX. yüzyı-la kadar küçük bir iskele olarak kalıyor. Bu dönemde Samsun iskelesi, Sinop Limanı'nın göl-gesinde kalarak gelişme imkânı bulamıyor.

XVII. Yüzyılın başlarından iti-baren deniz yoluyla gelen Ka-zakların saldırısına maruz kalan Samsun, bakımsız haldeki kale-nin tamiri ve içine muhafız tayin edilmesi suretiyle emniyet altı-na alınıyor.

Samsun Kalesi’nin bu günkü Os-manlı Bankası çevresinde bulu-nan Kum Kapı Kitabesinde şun-lar yazılı:“Gazi ve Mücahitlerin meliki, Kafir ve Müşriklerin düşmanı Beyazıt Han oğlu Yüce Sultan Mehmet zamanında 813 yılında, Frenk kalesinin tahrip edilmesi (Allah’ın orayı yakmasından son-ra) zeynü’l – Hâc ve’l-Haremeyn büyük Emir Timurtaş bey’e (Al-lah devletini devamlı kılsın) em-redildi. Her kim o kalenin (frenk Kalesinin) imar edilmesine (ye-niden yapılmasına) izin verir ve çaba sarfederse Allah’ın Me-lekleri ve İnsanların laneti onun üzerine olsun”

“Gazi ve Mücahitlerin meliki, Kafir ve

Müşriklerin düşmanı Beyazıt Han oğlu

Yüce Sultan Mehmet zamanında 813 yılında, Frenk

kalesinin tahrip edilmesi (Allah’ın

orayı yakmasından sonra) zeynü’l –

Hâc ve’l-Haremeyn büyük Emir Timurtaş bey’e (Allah devletini

devamlı kılsın) emredildi. Her kim o kalenin (frenk Kalesinin) imar

edilmesine (yeniden yapılmasına) izin

verir ve çaba sarfederse Allah’ın

Melekleri ve İnsanların laneti

onun üzerine olsun”

Page 16: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

16

'Bütünşehir'in CaddeleriProf.Dr. Cevdet YILMAZ

Sorsanız, tarihimiz binlerce yıl geriye gidiyor. Kadim toplumlar-dan biriyiz. Dünyada en çok dev-let kuran milletiz… Fakat bazen öyle saçmalıklarla karşılaşıyoruz ki bunu yeni yetme daha dün sö-mürge, bugün bağımsız olmuş devlet yapmaz.

Bunlardan biri de 06.12.2012 ta-rihinde Resmi Gazete’de yayın-lanarak yürürlüğe giren 6360 sayılı son “Büyükşehir Yasası”dır. Bu yasaya göre, 16 olan mevcut büyükşehir sayısı, 14 tane daha ilave edilerek toplam 30’a yük-selmiştir. Böylece 81 ilin 30’unda ilin tamamı büyükşehir olmuştur.

Buraya kadar (kâğıt üzerinde) bir problem gözükmemektedir. Fakat kazın ayağı öyle değildir. Bu yasa ile kırsal kesim, yani köylerimiz bir gece ansızın şe-hir oluvermiş, hatta bununla da kalınmamış ülkemiz kırsal nüfus oranı yine tek bir yasa maddesi ile % 30’lardan % 10’lara kadar düşürülmüştür.

Yasal olarak her şey yapılabilir, neticede TBMM var ve burada yapılan oylama ile Kayseri’ye de-niz getirebilir, Erzincan’daki fay (deprem) hattını (önce park ilan edip, sonra konut alanı yaparak iskâna açmak için, şehri ikiye

Şehir medeniyetin temelidir. Şehir medeniyettir.

Medeniyet kelimesinin kökeni Medine şehrinden

gelir.

Page 17: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

17

bölüyor bahanesiyle, Belediye Meclis kararına onay vererek) bi-raz kuzeye bile kaydırabilirsiniz. Peki, gerçekte şehir nedir, bunun sosyal bilimlerdeki anlamı ne-dir? Bir köy yasa ile şehir olabilir mi, köy bakkalı AVM’ye dönüşe-bilir mi? Bu sorulara cevabımız nedir?

Şehir medeniyetin temelidir. Şehir medeniyettir. Medeniyet kelimesinin kökeni Medine şeh-rinden gelir. Medine’nin zıddı göçebe yaşayan Bedevi Arap kabilelerinin yaşantısıdır. Mede-niyet, Medine, şehir denildiğinde bunun anlamı çok geniş, çok baş-kadır. Köy, kır denildiğinde de an-lam çok farklıdır.

Şehir; yaşayanlarının büyük kıs-mının tarım dışı faaliyetlerden (sanayi, ticaret, hizmet vb. sek-törlerden) geçimini sağladığı, yoğun nüfuslu (nüfusun büyük kalabalıklar halinde bir arada bu-lunduğu), organize olmuş (bele-diyesi olan, herkesin her işi yap-madığı, suyu getirenin ayrı, çöpü toplayanın ayrı, eğitim verenle ticaret yapanın başka başka ki-şiler olduğu… ve bütün bunların bir ahenk içinde bulunduğu) yer-leşmelerdir.

Bütün bunların bir arada olabil-mesi Türkiye şartlarında ancak belli miktarda nüfusu geçtiğinde mümkün olabildiğinden, ülke-mizde sosyal bilimcilere göre bir yerin nüfusu 10.000’i geçtiğinde oraya şehir denebilir. Bu rakam-dan daha küçük olan yerler ise; 0-2.000 arası köy, 2.000-10.000 arası nüfusa sahip yerleşmeler ise kasaba olarak kabul edilir.

Elbette ki 10.000 nüfuslu bir yer ile 90.000 nüfuslu yerleşme bir değil, 4 milyon nüfuslu Ankara ile 15 milyon nüfuslu İstanbul bir değildir. Bu durumda 10.000’den başlayarak 50 bin-100 bine kadar olan yerler küçük şehir, 50/100 binden 250/500 bine ka-dar olan yerler orta büyüklükte şehir, 250/500 binden 1 milyona kadar olanlar büyük şehir, 1-10 milyon arası metropol, 10 milyo-nu geçen yerler de diğerlerinden farkını ortaya koymak için (Batı dillerinden de yardım alarak) megapol ya da mega şehir olarak adlandırılırlar. Görüldüğü gibi isimlendirme küçükten büyüğe doğru nüfus miktarına göre ya-pılmaktadır.

Fakat ülkemizde süreç farklı iş-lemektedir. Çünkü sosyal bilimlerin önemi ve değeri yoktur. Her şey yasalarla halledilebilir. Nitekim bununla ilgili meşhur bir hikâye vardır. İs-tanbul Üniversitesi bünyesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi açıl-mak istendiğinde merhum Prof. Dr. Mümtaz Turhan hocadan da görüş istenir. O da “bilgiye, bilim adamına değer verilecekse olur, yoksa Ankara’daki gibi olursa gerek yok o bile fazla” demiştir. “Ankara’dakinin nesi var ki böyle söylüyorsunuz” diyenlere; “onlar (bilime değer vermeden, bilim adamları ile istişare etmeksizin) kanun ve kararnamelerle bu ül-keyi yöneteceğini sanan kişiler yetiştiriyor da ondan” diyor. Ne derece gerçektir bilemeyiz ama sonuca baktığımızda bu tespit doğrudur.

Geçmişe bakıldığında, ilk büyük-

şehir yasası çıktığında, bunun gerçekten bir anlamı vardı. Çün-kü İstanbul iki kıtaya yayılmış, burada bir uçtan diğerine hiz-met götürmek zorlaşmıştı. Alt birimler kurulması zorunluydu. Alt birimler kurulunca da bunun organizasyonu ve işbölümünü yapacak bir üst birime ihtiyaç duyulmuştu. Fakat iş daha sonra

oy devşirmeye gelince olur ol-maz yerler (köyler belde, ilçeler il, şehirler) büyük şehir yapılma-ya başlandı. Nüfusa bakılmadan, hizmetin toplu veya dağınıklığı dikkate alınmadan yapılan bu çalışmalar sonucunda zaman-la büyükşehir sayımız 18’e çıktı. Tansu Çiller’in seçim gezisinde

Geçmişe bakıldığında, ilk büyükşehir

yasası çıktığında, bunun gerçekten bir anlamı vardı. Çünkü İstanbul iki kıtaya yayılmış,

burada bir uçtan diğerine

hizmet götürmek zorlaşmıştı.

Page 18: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

18

Samsun’u büyük şehir yapma vaadi, bunun üzerine kulağına fısıldanan “efendim zaten bura-sı büyükşehir” denilince, halka hitaben “daha daha büyük şehir yapacağım” demesi hâlâ hafıza-lardadır.

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriye-ti idarî olarak 81 il (vilayet), bun-lara bağlı 957 ilçe (kaza) ve (İçiş-leri Bakanlığı verilerine göre) bu ilçelere bağlı (31.652’si mahalle ve 18.155’ü kırsal alanda köy ol-mak üzere) 49.777 muhtarlıktan, nüfus miktarına göre ise şehir, kasaba ve köylerden meydana gelmektedir. Yasa koyucular maalesef (il-ilçe-köy şeklindeki) idarî yapı ile (şehir-kasaba-köy

şeklindeki) nüfus miktarına göre olan sıralamayı şaşırmışlar ve il-leri şehir yapmaya kalkmışlar (ve yine maalesef) yasal olarak da yapmışlardır.

Böylece Vezirköprü’nün en uzak köyü bile bir gecede Samsun şehrinin bir mahallesi oluvermiş-tir. Artık Samsun’un kentsel ve kırsal nüfusu yoktur. Yasaya göre bütün nüfus kentlidir. Yakında-kinden en uzak köyüne kadar da hepsi şehrin mahallesidir. Köyler yerinde durmaktadır, fakat sta-tüleri değişmiştir. Köy yolları bile artık “cadde” oluvermiştir. Artık köylü vatandaşlarımız sadece muhtar değil, büyükşehir beledi-ye başkanını da seçeceklerdir.

Problem şu ki; Samsun (ve yeni yasaya göre aynı durumda olan diğer şehirler/iller) eskiden bü-yükşehirdi, peki şimdi ne oldu? Tansu Çiller’in dediği gibi “Daha büyükşehir” mi oldular? İşte tam burada Türk Dil Kurumu da gafil avlanmış, daha önce harekete geçerek uygun kelime türeteme-miştir. (Zaten nüfus miktarı faz-la olanlar için de türetememişti de biz metropol ve megapol kelimelerini kullanmak zorunda kalmıştık). Eskiden büyükşehir olan bu kentler şimdi idarî an-lamda ne diye tanımlanacaklar. İşte burada farklı sesler çıkmaya başlamıştır. Bir kısım siyasetçi/araştırmacı/medya mensupları “Bütün şehir/Bütünleşmiş şehir/

Page 19: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

19

Tam şehir” gibi terimler kullanır-ken başka birileri yasada olduğu üzere “Büyükşehir” terimini kul-lanmaya devam etmektedirler. Bizim aklımıza gelen “İlkent/Vi-layetkent/(hadi günün anlam ve önemine yakışır tarzda biraz da Osmanlıca olsun) Şehr-i Vilayet, (tam da yeri geldi) köykent” gibi terimler henüz ifade edilmemiş olsalar da (çorbada tuzumuz ol-sun kabilinden) bunlar da ilgili-lerce değerlendirilebilir diye dü-şünüyoruz. Fakat latife bir yana kavram kargaşası bütün hızı ile devam etmekte, sorunu çözmek (!) ve acilen bir isim bulmak için önümüze gelecek ilk torba ya-sada ek maddeye ihtiyaç duyul-maktadır.

(*) Bu yazı tarafımıza; Bafra’dan Kolay’a giderken anayolun sağ tarafında görülen bir tabela-nın işaret ettiği (cadde deyince ister istemez hafızalarımızda canlanan, iki yanı apartmanlar-la dolu, ışıl ışıl parlayan aydın-latmalarıyla, pırıl pırıl asfaltıyla dikkat çeken! Mecidiyeköy ya da Kadıköy gibi bir yere ulaştığını zannettiğimiz) Elmacık köyüne giden ELMACIK CADDESİ’ni gö-rünce ilham olunmuştur.

Artık Samsun’un kentsel ve kırsal nüfusu yoktur.

Yasaya göre bütün nüfus kentlidir.

Yakındakinden en uzak köyüne kadar

da hepsi şehrin mahallesidir.

Page 20: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

20

yerelde de genelde deİnsanlığı İktidar Aşkı DeğilAşkın İktidarı Kurtaracak

Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL

Ülkemiz yeni bir evreden geçiyor, eskiden makbul olmayan şeyler şimdi fevkalade makbul ve mu-teber; bir zamanlar olağanüstü revaç gören şeyler de bugünlerde ziyadesiyle değer kaybına uğramış durumda. Eskiden devlet adam-larımız belirli mekânlarda, belirli insanlarla buluşur, belirli konuları konuşurlardı. Şimdilerde öyle, ama hayli nitelik farkıyla. Bir zamanlar başbakanlarımız bazı patronları villalarının önünde ziyaret eder ve o patronlarda başbakanlarımızı pijamayla karşılardı. Şimdi devlet adamlarımız evlerinde şairlerimizi ziyaret ediyor, onlara devletin en büyük nişanlarını veriyor ve onları

bugüne kadar duyulmadık bir dille taltif ediyor, hatta konuşmalarını ayakta dinliyor. Bir zamanlar adının anılması bile bazı kimselere rahat-sızlık veren medeniyetimizin temel metinleri artık en orijinal haliyle devlet başkanımıza, hem de cum-hurbaşkanlığı makamında hediye ediliyor:

TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu 12 Aralıkta ziyaret ettiği Cumhur-başkanımıza hikâyelerin orijinal baskılarının toplandığı Dede Kor-kut kitabını hediye etmiş. Haberi okuduğumda şaşırdım. “Ekonomik bir kuruluş olan TOBB'un Dede Korkut’la ne ilgisi var?” diye. Ama

Eskiden cumhurbaşkanlarına silah, kılıç, halı, antik

eşyalar, anahtar falan filan verilirdi,

artık kitaplar veriliyor, hem de ne

kitap!

Page 21: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

21

TOBB, ekonomi kadar sosyal poli-tikalar geliştirmeye de ağırlık ve-riyormuş, daha önce Yunus Emre divanının orijinalini yayınlamışlar ve her yıl böyle orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını yapıyorlarmış: Hi-sarcıklıoğlu, "TOBB olarak her yıl muhakkak bir kültür eserini ülke-mize kazandırmaya çalışıyoruz. Bu kapsamda Dede Korkut Hikayele-ri'nin aslı Dresden, Vatikan kütüp-hanelerinde. Bu iki hikâyenin tıp-kıbasımını gerçekleştirerek, bunu günümüz Türkçe'sine sadeleştire-rek 1. basımını Sayın Cumhurbaş-kanımıza sunma fırsatımız oldu" demiş. Bir başka kanalde haberin başka detayları var: “Dede Korkut hikayelerinin orjinal nüshalarından 12'si Dresden'de 6'sı ise Vatikan'da bulunuyor. TOBB, Dresden ve Vati-kan'daki toplam 18 orjinal nüshayı tıpkıbasım olarak kitaplaştırdı ve Türk kültürüne yeni bir eser daha kazandırdı. Bu eseri de ilk olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hediye etti.” Bu haberleri okuyunca şaşır-madan edemiyoruz. Eskiden cum-hurbaşkanlarına silah, kılıç, halı, antik eşyalar, anahtar falan filan verilirdi, artık kitaplar veriliyor, hem de ne kitap!

Bu haber beni başka bir açıdan daha şaşırttı: Doksanlı yılların başıydı. TRT, Dede Korkut hikâ-yelerini çizgi film olarak hazırla-yıp yayınlamayı düşünüyordu. Ne kadar sevinmiştik. Nihayet kadim metinlerimiz artık çocuklarımızla buluşacaktı. Ama bu habere se-vinmeyenler de varmış ki o zaman malum basında kıyamet koptu ve bunun faşizme destek olduğunu, ülkemiz gençliğini ve çocuklarını geri kalmış düşüncelere iteceğini,

devlet eliyle şovenizme pirim ve-rildiğini, Batıya yönelerek elde et-tiğimiz kazanımların bu tür haber ve eylemlerle büyük yara aldığını falan filan yazdılar ve tabii ki bütün bu projeler rafa kalktı. Bu, basının gücü müydü, o zaman basına hük-medenlerin gücü müydü? Başka güçler vardı da bunlar kendi güçle-rin değil de basın marifetiyle gücün işleyişini mi ön plana çıkarmak isti-yorlardı? Bir devlet nasıl oluyordu da kendi tarihsel metinlerini, kendi çocuklarına anlatmaya muktedir olamıyordu?

Ne Yüce Emirdir O Emir ki…Demek ki köprülerin altından çok sular aktı. Bugün artı o metinler ve o metinlerle anlatılmak istenenler devletin en yüce makamlarında başka güçlere güç katıyor.

Aynı gün Cumhurbaşkanı şair Nuri Pakdil’i evinde ziyaret ediyor ve tam üç saat sohbet ediyorlar. Dev-let başkanlarının bir başka devlet başkanına bile 45-50 dakika ayır-dığı düşünülürse, görünüşte hiç bir unvan, titr, makam, şöhret taşı-mayan sıradan bir şaire bir devlet başkanının üç saat ayırması büyük bir iştir, önemli bir haberdir. Hele de bu ziyaretin devletin resmi bi-nalarında ve makamlarda değil de şairin mütevazı evinde gerçek-leşmesi çok daha manidardır. Bu haberi okuyunca zihnime hemen Mevlana’nın Fîhimâfîh adlı eseri-nin ilk cümleleri düştü: "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgin-dir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yok-sul." Bugün artık, iş adamlarının ka-

pılarında el pençe diyet ödercesine süklüm-püklüm duran değil aksine; şairlerin, bilginlerin kapılarını çalıp onların yüce gönüllerinde ve haliyle milletinin huzurunda değer arayan devlet adamlarımız var!

Yakın zamanlarda böyle şeyler ne duyduk ne gördük. Anlaşılıyor ki Yeni Türkiye’nin önemli kodların-dan biri de kendisine değer verilen kişi ve şeylerin artık eksen kayma-sına uğrayacağı ve Yeni Türkiye’nin yeni itibar ve değer halkaları yara-

tacağıdır. Toplum buna hazır mı? Cumhurbaşkanının kendisine hem de evine giderek üç saat ayırdığı bu adam(lar) kimler ve biz bunları tanı-yor muyduk? Bu adamlar üç günde ortaya çıkmadığına göre neden ta-nımıyorduk? Bu insanların nisyana terk edilmesinin sebebi neydi?

"Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir;

beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel

beydir yoksulun kapısındaki bey;

ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki

yoksul."

Page 22: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

22

Geçen ay Cumhurbaşkanın elin-den büyük ödülü alan, iki gün önce Cumhurbaşkanının evinde ziyaret edip üç saat sohbet ettiği ve ödül töreninde de konuşmasını ayakta dinlediği, devletin en yüce maka-mından bu kadar izzet, ikram, saygı ve ihtiram gören Nuri Pakdil kim? Kim olduğunu okuyucu bir zahmet araştırsın! Hayatını dik olmaya, dik durmaya, dünyevi hiçbir otorite ve makam karşısında eğilmeme-ye adayan bu şair Cumhurbaşkanı ile hemen hemen aynı karakteri gösteriyor demek ki. Hatta şöyle de diyebiliriz. Eğer Cumhurbaş-kanı şair olsaydı Nuri Pakdil, Nuri Pakdil devlet adamı olsaydı Sayın Cumhurbaşkanımız olurdu! Kişi-likleri, huyları, mazlumları koruma, zalimlere karşı durma anlamındaki kararlılıkları, haklıyı koruma, hak-sızı asla savunmama yönündeki ısrarları tıpkı birbirlerine benziyor. Bendenizin Nuri Pakdil’le olan kü-çük bir hatırası onunla ilgili bunları söyleme cesareti veriyor:

Bedava Kitap Dağıtan Bu Adam Kim?1983 yılında üniversite okumak için Ankara’ya gittim. Okuduğum Ha-cette Üniversitesi Türk Dili ve Ede-biyatı Bölümü, Beytepe kampüsün-de, şehirden hayli uzak bir yerde idi. Bazen haftada bir, bazen iki hafta-da bir şehre inerdim. İndiğimde de hemen soluğu ya Zafer Çarşısı, ya da Kocabeyoğlu pasajındaki eski kitapçılarda alırdım. Bütün dört yı-lımın Ankara’da bu iki pasaj içinde ve arasında geçtiğini söyleyebili-rim. Bu iki yer dışında da Ankara’nın hemen hiç bir yerini bilmem.

Bir gün arkadaşımızın birisi Tunus

Caddesi civarındaki bir pasajda birisinin bedava kitap dağıttığını söylemişti. Haliyle kitapsever ar-kadaşlar hemen oraya yollandık. Sora sora bulduk. Şimdi tam olarak neresi olduğunu bilmiyorum ama arkadaşın dediği gibi bir pasajın içiydi. İçerisi hayli loş, küçük, ama neredeyse tavanına kadar kitap-larla dolu bir dükkândı. Küçük bir masada bir adam oturuyordu. Bize niye geldiğimi sordu. Biz de öğrenci olduğumuzu, burada bedava kitap dağıtıldığını eğer lütfederse al-mak için geldiğimizi söyledik. Bize dik dik baktı. Hayattan bezmiş, umduklarını bulamamış, asabi, ge-rilimli bir hali vardı. Kitabı ne yapa-cağımızı sordu. Biz de okuyacağı-mızı söyledik. Davranışları tuhaftı. Hiç de okuyacağımıza inanmayan bir edayla üçer kitap verdi ve bize “güle güle” dedi. Ben de kim oldu-ğunu ve neden bu kitapları bedava dağıttığını sordum. Bana “sana ne!” diye çıkıştı ve “bugüne kadar yaz-dım da ne oldu, sattım da ne oldu. Bizi bir anlayan mı çıktı!” dercesine bıkkın ve yorgun bir el hareketiyle kapıyı gösterdi. Çıkarken de “Bun-lar yazdığım kitaplar, inşallah sizler okursunuz!” dedi. Kitapların üstü-ne baktım Nuri Pakdil yazıyordu. Konuşmalarımız tam aktardığım gibi olmayabilir ama aşağı yukarı böyleydi. Onun büyük bir küskünlük ve bezginlikle kitaplarını bedava dağıttığı malumdur. Ondan son-ra yaklaşık yirmi beş yıl ortadan kaybolmuş, hemen hiç kimseyle görüşmemiş ve hiç bir yerde de yazmamıştı. Onu büyük küskünlü-ğünden uyandıran bir şeylerin ol-duğu malum. Cumhurbaşkanımızın onun konuşmasını ayakta dinlediği düşünülürse, o küskünlüğü gideren

şeylerin devletin şu günlerde şahi-di olduğumuz büyük değişimi oldu-ğu anlaşılıyor. Ömrü uzun olsun ve Allah sayılarını artırsın ki insanlığa iyi örnekler göstermeye devam edelim.

Erzurum Valisi Neden Rus Şairi Puşkin’i Görünce Ayağa KalkmıştıKim olursa olsun, hayatını kendi çı-karına değil de milletine ve hatta in-sanlığın mutluluğuna adayan şairler, bilginler, âlimler karşısında ihtiramla eğilen devlet adamları sadece bizim değil insanlığın bir kazancıdır. Onlar sayesinde insanlık onur ve haysiye-ti hâlâ ayakta durabilmektedir. Bu davranışın aksi, insanlığın, hırslar ve ikbal hevesleri uğruna ayaklar altına alınması değil mi? Milyonlarca insan muhteris devlet adamlarının siyasi ikbal ve ihtiraslarının kurbanı olmadı mı? Hâlâ da olmaya devam etmiyor mu? Onların varlığı nasıl insanların felaketi ise, erdemli, insanları ko-ruyan devlet adamları da insanlığın bahtiyarlığıdır.

Rusların Erzurum’u işgalinde bü-tün tedbirlerine rağmen şehri Rus-lardan kurtaramayan o zamanki Erzurum valimiz derin bir keder içinde makam odasına Rus gene-rallerinin gelişini izlemek zorunda kalır. Büyük bir vakar ve ciddiyetle makamında oturur ve Rus general-lerinin içeri girişi esnasında ayağa kalkmaz. İşgalci askerler de bu du-rumu anlayışla karşılamış olmalılar ki içeri de uzun bir müddet sessizlik olur. Biraz sonra içeriye zayıf, kıya-fetinde asker olmadığı anlaşılan birisi girer. Vali bey şaşırır ve bunun kim olduğunu sorar. Ona içeri giren kişinin Rusların büyük şairi Puşkin olduğunu söylerler. Vali hazretleri

Page 23: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

23

hemen ayağa kalkar ve Puşkin’in huzurunda saygıyla selam verir. Generaller bu duruma oldukça şa-şırırlar. Kendileri karşısında kılı bile kımıldamayan bu mağrur adam neden hiçbir vasfı olmayan bir şai-ri görünce büyük bir hürmetle onu selamlamıştır? Biraz sonra bu du-rum valiye sorulur ve şu ibretli ce-vabı alırlar: “Şairler dervişlerin kar-deşleridir, onlara ihtiram gerekir.”Eski medeniyetimiz; bir söz, öz ve töz medeniyeti idi. Bunların üçü de gidince etraf kabuklara kaldı.

Yerelde Durum Nedir?Samsun’da yaşıyoruz. Burası İs-tanbul, Bursa, Konya, Erzurum gibi kadim medeniyetimizin merkez-lerinden biri değil! Mevcut haliyle tarihsel derinlikten ziyade yüzey-sel bir çoğunluğa sahip. Siyaseti, siyasetçileri, mikro ve makro nüfus hareketleri, bu hareketler içinde-ki bölge hakimiyet kavgaları her zaman belli tartışmaların odağı ol-muş bir yer. Zannımca böyle yerler-de siyaset yapmak da, yöneticilik yapmak da hayli zor. Çünkü genel-likle başarıları belirleyen hizmet ve çalışmadan ziyade, bunlara pek de bağlı olmayan sabit bazı değiş-kenler. Yani memnun edeceğiniz insanların sayısı, memnun etme aparatlarını çoklu değişkenlerle belirlemenizi gerektiriyor. Böylesi yerlerde kültürün, sözün, özün, bu sözü ve özü taşıyanların; cumhur-başkanının ulusal alanda uyguladı-ğı özü ve sözü taşıyanlara verdiği olağanüstü değerin yeri ne olabilir?

Siyasetçilerimiz acaba şehirlerin Nuri Pakdillerini, Rasim Özdenö-renlerini, Alev Alatlılarını, Neşet Ertaşlarını, Sezai Karakoçlarını,

Necip Fazıllarını, Yücel Çakmaklı yahut da yedi güzel adamlarını tanı-yorlar mı? Yani, Cumhurbaşkanının arasının iyi olduklarıyla acaba bi-zim yerel siyasetçilerin arası nasıl? Olanı bir yana koysak, acaba olma-sı gereken nedir? Cumhurbaşkanı-nın tavrındaki insanîlik meydanda; sanata verilen değerin ve sanat-çıları kollayan bakışın uyandırdığı memnuniyet meydanda; yerelde de böyle olsa fena mı olur?

Bendeniz de geçen hafta 19. Milli Eğitim şurası için Antalya'da idim. Açılışa Sayın Cumhurbaşkanı da geldi ve çok beğenilen bir konuşma yaptı. Hatta oradaki görevlilerin dediğine göre bugüne kadar Milli Eğitim Şurası’na gelen ilk Cumhur-başkanı idi. Sadece bu şura için gelmesi bile bu toplantıya ne ka-dar önem verdiğini göstermiş oldu. Amerikalılar devleti yönetenleri ikiye ayırırlarmış. Birincisi politi-kacılar ki bunlar gelecek seçimleri düşünenlermiş. İkincisi ise Devlet adamları, bunlar da gelecek nesil-leri düşünenlermiş. Cumhurbaşka-nımızın konuşması onun ne kadar önemli bir devlet adamı olduğunu göstermiş oldu: Konuşmasından aldığım notlar, Cumhurbaşkanının Edebiyata hâkimiyetini de bir daha gösterdi. Edebiyatçılardan, bilim insanlarından örnekler verdi. Hele Nurettin Topçu'dan hatırlattığı cümleler çok önemliydi. Ve insanla-rın iyi bir şeyler yapma azminin ne-denlerini de çok güzel ortaya koyu-yordu: “Nurettin Topçu, fevkalade isabetli olarak ‘insan iyiyi bilirse iyi, kötüyü bilirse kötü olmaya çalışır’ biz iyiyi öğretmeye çalışacağız!” İş “nasıl bir yönetici” sorusuna ge-

lince Cumhurbaşkanı şöyle dedi: “Peyami Safa’nın deyimiyle bizim kitap yüklü eşeklere değil, kitabın içindekini sindirmiş, sadece bilgi değil hikmet sahibi yöneticilere ihtiyacımız var! Âlim olabilir bir kişi ama ârif olamaz. Bizim hem âlim hem âriflere ihtiyacımız var” Hepimizin sadece ârif, âlim ve âdil yöneticilere değil, aynı zamanda bu sıfatları taşıyana öğretmenlere, anne-babalara, kocalara, karılara, evlatlara, hâkim, savcı, vali, beledi-ye başkanı, müdür vb. her makam ve haldeki insanlara ihtiyacımız var! Devletin öncelikli görevi zaten insanının eğitimini bu üç kavram çerçevesinde yapması değil mi? Cumhurbaşkanı, sözlerinin sonunda şuna özellikle vurgu yaptı: “Bu ülke-nin cumhurbaşkanı olarak en büyük arzum bu milletin evlatlarının özgü-ven sahibi olmalarını sağlamaktır. Ömrüm oldukça buna çalışacağım!” Niyeti bu olanların ömürleri uzun olsun. Zira bu milletin kurtuluşu o niyetin tahakkukuna bağlı.

Cumhurbaşkanının bu tavrının ye-rel siyasetçilere de örnek olmasını diliyorum. İnsanlığın kurtuluşu, dün-yaca önlü gitarist, aktivist Carlos Santana’nın George Bush’u eleşti-rirken dile getirdiği şu özlü sözde gizli: “Dünyayı iktidar aşkı değil, aşkın iktidarı kurtaracak!” Hepi-miz, iktidar aşkıyla yanıp tutuşan bireyler değil, ama kendisini aşkın iktidarına adamış insanlar yetiştir-meye adayalım. Cumhurbaşkanının söylemlerinde, ziyaretlerinde, yö-nelimlerinde bu sırrı ihyanın gayret-leri var. Aynı ihya hareketlerini yerel siyaset ve yönetim kadrolarında da görebilecek miyiz?

Page 24: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

24

19. Milli Eğitim Şurasının Ardından Kent, Kimlik ve Gelecek

Yrd. Doç. Dr. Cem GENÇOĞLU

19. Milli Eğitim Şurasında Öğretim Programları ve Haftalık Ders Çi-zelgeleri başlığında alınan karar-lardan birisi de “Serbest etkinlikler dersinin haftada bir saatinin oku-lun bulunduğu ili tanıtacak şekilde bir ders olarak işlenmesi”dir. Şura kararlarının ardından yaşanan sığ tartışmaların; öfke, şüphe ve ön-yargı içeren itirazların gölgesin-deki kararlardan biri de bu olmuş-tur. İçerisine doğulan ve yaşanılan kentin, kimliğin inşasında en az aile kadar önemli olduğuna inanan biri olarak bu karara seviniyorum. Fakat "Şehri Yeniden Keşfetmek" temasıyla sunulan bu öneri bazı tehlikeler içeriyor. Popüler tartış-

maların, düşünsel savruklukların, fen ve matematik dışındaki alan-lara kör, ilerlemeci yönelişlerin göl-gesinde kalıp bu derslere yönelik uygulama ve müfredat hazırlığının akamete uğramasından da endişe ediyorum. Bu tavsiye kararı ile İs-tanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nce daha önce başlatılan bu uygulama şimdi tüm Anadolu şehirlerine ta-şınacak. Her şehir kendi ders içeri-ğini hazırlayıp öğrencileri ile buluş-turacak. Yineliyorum, bu öneri bazı tehlikeler içeriyor.

Bu müfredat ve ders hazırlığı kent bürokrasisini kaybolup gittiği geliş-meci/yarışmacı karakterinden ko-

“Serbest etkinlikler dersinin haftada

bir saatinin okulun bulunduğu ili

tanıtacak şekilde bir ders olarak işlenmesi”dir.

Page 25: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

25

partıp bir nebze olsun kendine bak-masını sağlayacak bir fırsat olabilir. Milli Eğitim Müdürlükleri, Kültür ve Turizm Müdürlükleri, Belediyeler, Ticaret ve Sanayi Odaları, kentte aktif birçok sivil toplum kuruluşları, şimdi bütün asli (!) gailelerinden sıy-rılıp gençlere, kenti nasıl anlatacak-larını bir düşünsünler bakalım? Bu sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü karşılarında kenti kısa sürede keş-fetmek üzere gelmiş bir topluluk-tan ziyade, kentte yaşayan, kentte derinleşmesi ve böylece kentle bağlarının arttırılması arzulanan bir kitle var. Turist müşteridir, tüke-ticidir, alıp gidecek, temas edip bir kanaat oluşturacaktır. Öğrenci ise; sahibidir, içselleştirip yaşayacak, yaşatacak, geleceğe taşıyacaktır. Bu yüzden hem heyecanlandırıcı, hem de bir o kadar hassasiyet ve üzerinde ciddi zihinsel çaba gerek-tiren bir konu. Korkarım öğrencile-rin eline “kent rehberi” mesabesin-de jenerik bir metin koyduğumuzda arzulanan hedefe ulaşamayacağız. Bu yazı bu anlamda yaşanması ge-reken düşünsel çabaya katkı, bir usul arayışı olarak düşünülmelidir. Araçsallaştırmadan, büyük anlam-lar yüklemeden…

Öncelikle kente nesnel bir bakışın, şu meşhur belediye kitaplarındaki nüfus rakamları ve yüzölçümleri ile başlayan metinlerden uzak du-rulması gerekliliği malum. Edebi/estetik kurgular üzerinden bir kent okuması yapmamız gerekiyor şim-di. Kentle ilişkili edebi metinler, müzikler, gösterge anlamını ta-şıyan görsel malzemeler, damak tatları, giyim, sözlü ve yazılı tarih araştırmaları ve tarihsel/güncel mekânlar. Bu açıdan baktığımız-

da ne kadar karmaşık bir sorunu-muz olduğunu görüyorsunuzdur umarım. Her kenti birbirine ben-zeten mimari karakterlerini silen geometrik yapıları, kilit taşlarını, plastik mahalleleri, kuru ve soğuk meydanları, Rönesans görmemiş (!) amatör heykeltıraşların ucube-leri ile kurduğumuz kentlerden bahsetmiyorum elbette. Yine de tüm bunlara ve hatta ahalisine rağ-men her bir kentimiz kendini inadı-na korumuş, minberi yıkılmış lakin sağlam mihrabı ve karakteri ile karşımızdadır, keşfedilmeyi bekle-mektedir.

Bilgi; sahip olunduğunda, istismar; uzağına düşünüldüğünde küçüm-senebilen bir mesele. Bu nedenle kent bilgisi istismar ve küçümse-me arasında karşılıyor bizi. Yine de yaşadığımız kente karşı bilinç sa-hibi olmak, kendine dair yüzleşme yapabilmek derecesinde cesaret gerektiriyor. Merhum Üstâd Cemil Meriç’in sözünü buraya transkrip-te edersek “bir kenti yaşanmaz bulanlar, kenti yaşanmaz hale ge-tirenlerdir.”

Fazla uzatmadan sadede gelelim. Kentin kişisel anlamları vardır. Her bir boyutu ile kendini sahibi-ne etki çerçevesi etrafında sunan bir anlamlar dünyasıdır bu. Fark edilenin ötesinde bir biçimde ya-şadığınız, tanık olduğunuz, belki de görüp önemsemediğiniz boyutlar içermektedir. Kenti bir insanlar, nesneler ve bunlara bağlı olarak sosyaliteler üzerinden tanımla-mak onun anlamını daraltan bir yönelim olacak. Kent, bu anlamda nicelikten sıyrılmış, eyleme dönük, bir toplanma ve toparlanma mekâ-

Bilgi; sahip olunduğunda,

istismar; uzağına düşünüldüğünde

küçümsenebilen bir mesele. Bu nedenle kent bilgisi istismar

ve küçümseme arasında karşılıyor

bizi. Yine de yaşadığımız kente karşı bilinç sahibi olmak, kendine dair yüzleşme yapabilmek

derecesinde cesaret gerektiriyor.

Merhum Üstâd Cemil Meriç’in sözünü

buraya transkripte edersek “bir kenti

yaşanmaz bulanlar, kenti yaşanmaz hale

getirenlerdir.”

Page 26: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

26

nıdır. Oysa bugün kentler çoğun-lukla nicelik anlamları ile anılıyor ve amaçsızca kalabalıklaşıyor.

Kent bir manada kimliğinizdir. Kimlik inşasının ölçütleri arasında nereli olduğunuza dair vurgular önemli bir yer kaplamaya başlar. İnsanın nereli olmaklığı, aidiyeti, fi-ziksel mekânın ötesinde sosyolojik bir anlam içermektedir. Psikolojik değerlendirmeler ile kentinize dair vurgu bir anlamda insandaki dav-ranışa dair beklentilere ve değer-lendirmelere dönüşür. Bu anlamda var olmak; kentte olmaktır. Kendin-de olmaktır. Metaforik olarak in-san, ailesinin ötesinde kentin tam ortasına doğar. Kentin ortasından periferdeki kılcal damarlarına doğ-ru taşınır, kendine dair değerlerini besler. Değerleri ile buluşur, onları

benimseyerek kendinde yeniden inşa eder. Bu benimseme, teslimi-yet zemininde bir kabulleniş şek-linde değil de daha çok seçici bir tasnif üzerinden geliştiğinde kent-lilik tam anlamını kazanmış olur. Tasnif sizi tanımlar. Nihayetinde tasnifleriniz doğrultusunda şekil-lenen seçimleri insanı kentli yapar. Seçimleriniz neticesinde kentli ya da köylü kalmışsınız demektir.

Bu bakış açıları etrafında uygula-maya ve derse yönelik neler söyle-nebilir? Bu kısa yazı biliyorum ki bu konuya dair tartışmalar için ancak bir giriş olabilir. Ama başlangıç se-viyesinde şunları söyleyebiliriz;

Kenti tarihsel bir süreklilik içerisin-de irdelemek gerekiyor. Özellikle kesintili ve parçalı bir bakış etra-

fında şekillenen okuma biçiminin bütüncül kent anlayışı ortaya koy-mayacağını düşünüyorum. Tarih, coğrafyanın üzerinde kurulur sö-zünü bu anlamda anmak gerekiyor. Coğrafi değişimler nasıl bir sürek-lilik ve devamlılık arz ediyorsa, ta-rihsel değişimler de buna benzer süreklilik/devamlılık içerisinde ko-numlanıyor. Bu konuya özellikle si-yasal/demografik dönüşümü dâhil ediyorum. Bu süreklilik ders içeri-ğinde zamanın ruhu anlayışını yan-sıtacak, geçmişi bugünle okuya-bilecek şekilde ele alınabilmelidir. Bir dönemin coğrafi etkisi bu gün nasıl fiziksel olarak kendini göste-riyorsa, tarihsel etki fiziksel sosyal ve psikolojik unsurları ile müslim, gayrı müslim, antik, klasik dönem, cumhuriyet ve cumhuriyet öncesi, bir dönüşümsel süreklilik içeri-

Page 27: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

27

sinde ele alınabilir. Bu noktaya ek olarak kentin akrabalık bağlarını da eklememiz gerekiyor. Saldırıyı, yağmayı ve hatta ötekileştirmeyi dahi bir akraba/karşıtlıklar içeri-sinde ele alabilecek bir özgüvene sahip olmak gerekiyor. Bunu ta-rihsel olarak yapabilecek özgüven sanırım yine Türklere yakışıyor.

Bireydeki kent bilgisi ve kentlilik bilinci onun sosyal ilişkilerini di-zayn etmekte ve ona ilişkilerini düzenleyebilme becerisi kazan-dırmaktadır. Bunun istenilen bir düzlemde gerçekleşmesi için fer-din kenti araçsallaştırmadan, bu anlamda kurgusal bir yapaylığa düşmeden kentle buluşması ile başarılabilir. Bu şekilde kent bilgi-si derslerinde kent algısına ders üzerinden araçsal bir mana yükle-meden sadece keşif, bilinç ve ya-şam odaklı, canlı, ulaşılan bir vurgu yapılmalıdır. Özetleyecek olursak derse araçsal bir mana yüklemenin anlamsızlığının farkında olunmalı demek istiyorum.

Kenti bir yığılma, toplanma alanı olarak sınırlandırdığımızda, kent ve ahlak bir diğer meselemiz olu-yor. Taşradan bakınca kent, ahlaki sınırlar konusunda daha geçirgen görünmekte. Oysa buradaki aç-maz, yine kenti sonradan inşa eden (dejenere eden mi demeliyim), taşradan gelen aktarılmaların ah-laki sınırları taşırması ile karşımı-za çıkarmaktadır. Taş yerinde ağır misali, yerinden oynayan her bir kültürel varlık taşındığı yerde ne geldiği kültürü yaşayabiliyor, ne de var olana entegre olabiliyor. Buluş-tuklarında her ikisinden öğeler ta-şıyan başkalaşmış bir yapı sunuyor.

Kent ahlaki anlamda bir otokontrol mekanizmasıdır. Taşrada kontro-lü üstlenen sosyal yapı, kentte ait olunan sınıf etrafında şekillenen bir otokontrol mekanizmasında kendini göstermektedir. Özellikle bizim gibi kentliliği apartman ve dikey gelişim ile açıklayan kültürler sanırım bu sorunu derinlemesine yaşıyor. Mahallenin ağır abileri ve ablaları kente taşındığında etkisini yitiriyor yerini sınırlı bir aile çevresi ile sosyal sınıfa bırakıyor.

Kentte kolay değişebildiği, sınırları belirsizleştiği için esnek liberal bir kimlik gösteren bu sosyal kontrol mekanizması, ancak bireyin ter-cih ve karar mekanizmalarında daha bilinçli olabilmesi ile kendini gösterebiliyor. İşte bu noktada kentin manevi inşacılarını, değer taşıyıcılarını tanıyabilmeli ve tar-tışabilmeliyiz. Kişileri, kimlikler ve aidiyetler galerisi şeklinde ele al-dığımızda, onların özelliklerini sos-yolojik ve psikolojik çerçeveleri etrafında irdelediğimizde bu nok-taya bir çapa atabiliriz sanıyorum. Çünkü ferdiyet bu bağlar etrafında ele alındığında bir kültürel buluştu-rucu/aktarıcı vazifesi görebilmek-tedir.Her kentin kendisini ifade etti-ği görsel bir mecrası vardır. Bu mecra dilin sınırlarının ötesinde göstergeler etrafında şekillenen bir siluettir. Mitler, siyasal ve dini simgeler/siluetlerle varlığını gele-ceğe taşıyan bir sembolik dil, şeh-rin anlatıları ile beslenir. Kurtarıcı, koruyucu, bereketlendirici, manevi ve siyasi simgelerle kentin hafızası sembollerle aktarılmaktadır. Sem-bolik dilin anlam çözümlemelerine, hikâyelerine, günümüzle bağlarına

yapılan vurgu sembole yeni boyut-lar katacaktır. İhmal edilmemesi gereken bu çerçeve her ne kadar yer yer logo-simge-silüet üçge-ninde daraltılsa da küçük bir hafı-za yoklaması, bir işaret üzerinden pek çok metaforik okumalara kapı açabilecektir. Yeter ki bu anlamda titiz bir iz sürücülük yapılabilsin. Bir kültür havzasının ürünü olarak Anadolu coğrafyası bu sembolik dilin keşfedilmesi için bereketli bir mekândır.

Son olarak kentin bir vatan/mem-leket sembolü olma özelliğinden bahsetmek istiyorum. Sona bıra-kıyorum çünkü araçsallaştırma ve kutsallaştırma hatasına düşebile-ceğimiz temel nokta burası. Yahya Kemal, kenti bir kültür iklimi çer-çevesinde ele alarak kent ve aha-lisi ilişkisini “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam ahenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür.” şeklinde özetliyor. Vatan duygusu ancak bir kentle izah edilebilir, bedenleşir, somutlaşır. Doğduğunuz kentle ilişkiniz, anne ve onun sıcaklığı ile benzeşen bir ilişkilidir. Bir farkla, anne dünyaya geldiğinde çocuğu-nu sarmaya hazırdır. Kentte tıpkı anne gibi bir ilişki kurar insanla ancak; birey onu sardıkça, ona ulaşmaya, araştırmaya çabaladık-ça sıcaklığını, anneliğini hissettirir. Anne her zaman annedir, nobran evlada da, sevgili evlada da annelik eder. Kent, kendine uzak olana kü-ser, kendini açmaz, bir mahpusha-neye dönüştürür kendini. Böylece kentler skalasında kimine melekler şehri düşer, kimine her gün işkence ile uyandığı açık cezaevi. Tercihi yine kendisi yapmıştır aslında.

Page 28: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

28

İlk OkulFazıl Kadı İlkokulu’nun ve Yusuf Kâr’ın Aziz Hatırasına

Ahmet Ufuk ERKAN

“Sallasana sallasana mendilini Akşam oldu göndersene sevdiğimi.”

Sabahtan beri takılmış dilime. Sâ-dece burasını söyleyip duruyorum. O zamanlar aslâ garipsemediğim bu takılış, yıllar sonra “niye böyle” sorusunu sordurur oluyor bana. Sizin de dilinize takılır eminim, ku-lağınızın hâfızasında kalmış türkü-ler, şarkılar, şiir kırıntıları. Acaba neden?

O zamanlar, belki tüm sokağa ya-yılan, daha sabahtan, kimseyi ra-hatsız etmeyecek bir sesle açılmış pikaptan olabilir ya da tek kanallı radyolardan ya da siyah beyaz

yeşilçam filmlerinden… Ya da Bahtiyar Hala’nın gece mırıldanış-larından, tüm sokak gece sefâsı yaparken…

Tüm heyecanımı sırtlanmış, dilim-de hep aynı yerini tekrarladığım bir türkü, ablamın gelmesini bekli-yorum. Bugün okula kaydolacağım. Sonra ver elini kitap, gazete… Al-lah ne verdiyse artık…

Ufak taburemi alıp, sokağın köşe-sine kuruluyorum. Yönüm ablamın geleceği tarafta. Yoldan geçenler –büyük ihtimâl işlerine gidiyorlar, çoğunun elinde sefertasları var- selâm verdikçe, ayaklarımı indirip

Sizin de dilinize takılır eminim,

kulağınızın hâfızasında kalmış

türküler, şarkılar, şiir kırıntıları.

Acaba neden?

Page 29: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

29

alıyorum selâmlarını. Ayak ayak üstüne atmışken selâm alınmaz, ayıp…

Ablam, tüm güzelliğiyle taa uzak-tan görünüyor. Yarabbi hiç heye-cansız, yavaş yavaş geliyor. Ben ölüyorum burada.

Tabureyi camdan uzatıp, “ablam geliyor anne; biz okula …” ; lâfımı bitirmeden ablama doğru koşuyo-rum. Eline yapışıyorum yolda. Bize sonra uğrasın artık, okul daha mü-him.

Elini bırakıp, okulun köşeye kadar koşuyorum. Gelmesini bekliyorum. Duvarda eski bir çeşme var. Bir de zincirle bağlı tas, gelen giden su iç-sin diye.

Köşeden birlikte dönüyoruz. Oku-lun demir kapısında kocaman bir zincir. Zinciri kapının her iki kanadı-na dolamış bir de asma kilit asmış-lar. Okul kapalı. “Yarın geliriz” diyor ya ablam, ben resmen yıkılıyorum. Okuma işi hallolmadı yani.

Önlüğüm pırıl pırıl. Onun siyahlığıy-la kolalı yakanın beyazlığı ne alımlı duruyor. Bir de bileğin üzerinde, yine kolalı bir bileklik; ilikleri kolda-ki düğmelere geçirilmiş; o da bem-beyaz…

Okulun bahçesi çocuk kaynıyor. Bahçemiz kocaman. Burada ne koşulur kim bilir... İlk sınıfların he-men hepsi bir büyüğüyle gelmiş. Ve çoğu, niyedir anlayamıyorum, salya sümük ağlıyor. Sıra oluyoruz. Veliler ya da işte

ufaklıkları okula getirenler, bir ke-narında duruyor bahçenin. Bu amca okul müdürü. Kendini tanıtıyor ve okulun tuvaletlerini kullanmak hak-kında uzunca bir konuşma yapıyor. Okumayı öğrenmek kadar önemli olmalı bu tuvaletleri temiz tutmak, yoksa niye böyle?..

Türküm, doğruyum’la başlayan bir marş söylüyoruz. Yani ilk sınıf-lar hâriç herkes söylüyor. Kıyıda bekleyen büyükler de, demek hâlâ unutmamışlar, öğrencilerle birlikte tekrarlıyorlar. Hepimiz Türk’üz ve doğruyuz. Varlığımızı da tümden bağışlıyoruz birilerine, bir şeyle-re… Şu işler bitse de sınıflara gi-rip okuma yazma öğrensek bir an önce.

Tek sıra halinde, önce biz acemiler olmak üzere, sınıflara giriyoruz. Sıralar, üç takım halinde arka ar-kaya dizilmiş. Pencere kenarında bir yere oturuyorum, önlere yakın. Çocukların büyükleri de sınıfın bir kenarında, ağlayan çocuklarını kaş göz işaretleriyle susturmaya çalı-şıyorlar.

Ya Rabbi niye ağlar bunlar? Sanki zorla getirmişler.

Öğretmenimiz giriyor sınıfa. O kadar güzel ki gözümü ondan ala-mıyorum. Ayakta duran kalabalığı dışarı çıkarıyor önce. Sonra tek tek isimlerimizi öğreniyor. Yanağımıza sevgiyle dokunan eli ne kadar yu-muşak, yumuşacık. Anne eli kadar sıcak ve anne kadar sevgiyle… Ayla öğretmenimizi (Kuleyin) hepi-miz daha ilk günden seviyoruz. Or-tak kararımız şu: Okulun en güzel ve en iyi öğretmeni bizim…

Daha sonra, sıraların yerlerini de-ğiştirtiyor bize. Sıraları, ikili halde karşılıklı koyduruyor. Birbirimizin yüzlerini görüyoruz. Bu sıra değiş-tirme işi, beş yıl bu şekilde sürüyor. Ve koca okulda bunu yapan sadece bizim öğretmenimiz.

Tam karşıma, en fazla ağlayanlar-dan biri düşüyor. Şimdi ağlamıyor ama ben ona gıcık kaptım bir kere. Cebinden şeker çıkarıp hepimizin önüme birer tane koyuyor. İtiyorum elimle. Nerden öğrendiyse, parmak kaldırıp şikayet ediyor beni: “Öğ-retmenim, bu çocuk şekerimi almı-yor”. Eh, ben sorarım sana…

Bu açık kumral saçlı çocuk Yusuf, Yusuf Kar –a’nın üzeri şapkalı-. İlk kavgamızdan sonra benim en esas-lı dostum olacak. Kavgalarımızın durduğunu da sanmayın. Her gün yumruk yumruğa kavga edip, okul çıkışı birlikte yürüyoruz evlere ka-dar. Genç yaşında hayata veda et-tiğinde Yusuf’um, ben de bir parça-mı vermiş gibi oluyorum toprağa. Çocukluğumun birazını, dostluğun tümünü…

İlk teneffüste kapışıyoruz bir gü-zel. Ablası geliyor, ayırıyor, “sarılın barışın bakayım”… Ve O geliyor… Önlüğü yok üzerinde. Sibel… O da bizim okulda. İnşallah yine yanıma gelip yanağımdan makas almaz, büyüdüm ben artık. Hem zaten altı üstü iki sınıf ilerde benden. Okul-dan kaydını aldığını söylüyor mavi gözleriyle de konuşarak… Küçü-cük hâlimle ne büyük yük. Tüm se-vincim kaçıyor. Sınıfta kaldım da, diyor… Öğretmen de gıcık bana, 23 Nisan’a gideceğim ben… Akşam babamı ikna etmeye çalıyorum ya

Page 30: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

30

okul değiştirmek için, olmuyor… Neyse ki evleri okulun tam karşı-sında. Okulun tam karşısında ve ben her tenefüs O’na bakıyorum… Belki hâlâ O’na bakıyorum ; ben de bilmiyorum bunu tam…

Hâfıza garip çalışıyor. Okumayı nasıl öğrendim, aklıma sanki aynı anda olmuş gibi gelen olaylar sa-hiden o anda mı oldu, bilemiyorum. Sıralarken, birden hatırlıyorum, o olay beşinci sınıfta olmuştu, diye. Hepsi “bir gün” gibi. Yirmi dört sa-atten değil de bir ömürden oluşan uzun bir gün…

Mahalleden tanıdığım, beraber gazoz kapağı ve cicile oynadığım çocuklar var. Okula getirmiyoruz bunları ama eve varır varmaz, eğer hava kararmamışsa, ilk işimiz bu: Oynamak… Mahalleden kasıt, aynı sokakta veya yakın sokaklarda ol-mak; mahalle kavramının tarifi so-kak o zamanlar bizim için.

Gün geçtikçe kaynaşıyoruz. Bobi evi bekliyor, Ali top oynuyor, bir ço-cuk ata ot veriyor. Geçiyor günler. Torbalarımızdaki yarıya bölünmüş fasulyelerle yazılar yazıyoruz. Ben bazen resim de yapıyorum onlarla. Ve ne kadar çok kalem silgi kay-bediyorum. Kaybediyoruz demek lâzım. Sanki sınıfta bir delik var ve kalemlerimiz, silgilerimiz, oraya düşüp kayboluyor. Sahi, nasıl hep birlikte o kadar kalem ve silgi kay-bettik?..

Sınıfta bir tek Gazi (Demir) bili-yor okuma yazmayı. O bizden çok farklı. Çocuk değil de büyük sanki. Kavga etmiyor mesela. Konuşup hallediyor. Kimseyi şikâyet etmiyor parmak kaldırıp. Fakat itiraf ede-yim, okumayı bilmesini çok kıskanı-

yorum; çocukluk işte. Şimdi bir ara-ya geldiğimizde bizi güldüren fakat o günlerde hayat memat meselesi olan…

Hacıköylülerin Eyüp daha sonra katılıyor aramıza. O da bizim ma-halleden, evleri ve dükkânları – dükkânlarının üzerinde zaten evle-ri- Yeni Hamam Caddesi üzerinde. Mahallenin saygın ailelerinden on-lar. Her Ramazan mukâbele, hayır hasenât… Eyüp arkadaşım benim. O, bir melek gibi. Kalbinde kötülü-ğün zerresi bulunmayan bir melek. Okumayı öğrenirse, tüm arabala-rın plakalarını yazacak; kararı bu. Ve benim koruyucum. Haklı haksız sormadan koruyucum. Birini kız-dırdığımda, çocuk peşime düşerse doğruca Eyüp’ün arkasına… Ço-cuğu ikna edemezse, ayaklarından tutup ters çevirecek kadar da güç-lü benim arkadaşım: “Bırak lan ço-cuğu”… Sıkıysa takılsınlar bir daha bakalım…

Herkes arkadaşım sınıfta, bu doğ-ru. Fakat hani bazılarına daha yakın hissedersiniz. Biz bir dörtlü kuru-yoruz sınıfta kendiliğinden. Yusuf, Adnan, Kenan ve ben. Adnan’la Kenan (Yükselen) kardeş. Dostlu-ğu abartıp, Yusuf’un aklına uyarak

kan kardeş oluyoruz bir tenefüste, kimselere göstermeden; özellikle öğretmenlere. Dünden hazırlıklı-yız. Evden yara bantı –dilimizde yer etmiş haliyle: hansaplast- getiriyo-rum ve minik çakımı… Başparmak-larımızı kesiyor, birbirine bulaştırı-yoruz kanı, kanımızı. Kısaca kanka diyorlar ya, o kısaltmayı bilmiyoruz o zamanlar…

Farkında bile olmadan bir dolu şey öğreniyoruz. Yani öyle olmuş olmalı ki şunu şu gün öğrendim, bunu bu gün öğrendim diyemiyorum. Hara-retle kitaplara, gazetelere daldığı-mı hatırlıyorum ama. Kese kağıt-larını bile açıp okuyorum, merak uyandıran bir resim varsa. Köşe-deki gazete tezgâhından, gazeteci Yaşar ağabeyden Teksas Tommiks alıyorum emâneten. Yatağımın altı, yavaş yavaş kitap doluyor. Çizgi ro-manlar vazgeçilmezim… Okuldan önce babamın bana okuduğu tüm Ayşecik serisini kendim okuyabili-yorum. Ne büyük mutluluk…

Fazıl Kadı İlkokulu’nun bahçesi ar-tık o denli büyük gelmiyor bana. Hatta diğer okullara göre küçücük. Bize bir dünya kadar büyük gelen bu bahçeye ne olmuş böyle?

Page 31: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1
Page 32: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

32

Hızla Yok Olan Bir Kültürel MirasKÖSÜRE

Seyfullah GÜL

Herhangi bir halk topluluğunu, millet yapan unsur o milletin kültürel değerleridir. Kültür; tarihi süreç içerisinde oluşur, milletler yaşadıkça o da yaşar. Kültür ürünlerinin belki de en güzel örnekleri geleneksel el sanatlarının içinde barınmak-tadır. İlk örneklerini, insanoğ-lunun tabiat şartlarına karşı bir isyanı ve direnişi olarak veren el sanatları, zamanla gelişerek ortaya çıktığı toplumun duygu-larını, sanatsal beğenilerini ve kültürel özelliklerini yansıtır hale gelmiştir.

Geleneksel el sanatlarınız içe-

risinde taş önemli bir yer tut-maktadır. Taş, duvar örülme-sinden, kır meskenlerindeki çatı örtüsüne, ekmek pişirme kültüründen, metallerin kes-kinleştirilmesine kadar birçok alanda kullanılmaktadır. Taşın başka bir özelliği ise iyi bir bi-leme aracı olmasıdır. Keskin-leştirme işi ilk çağlarda sert taşı kendinden daha yumuşak olan diğer bir taşa sürtmekle başlamıştır. Madenlerin bulun-ması ve kullanımıyla da keskin-leştirme işi yine aynı şekilde sert olanın sert olmayanı aşın-dırma prensibine dayalı olarak günümüze kadar gelmiştir. Kö-

Tarih boyunca taşlar araştırılmış, denenmiş ve en

uygun taşlar bulunup kösüre olarak kullanılmıştır.

Page 33: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

33

süre taşı; demir, çelik ve diğer metallerden yapılmış her türlü kesici aletin keskinleştirilmesi için kullanılan doğal taştır. Ta-rih boyunca taşlar araştırılmış, denenmiş ve en uygun taşlar bulunup kösüre olarak kullanıl-mıştır. Bilemenin, taşı su veya yağ ile ıslatılarak daha iyi oldu-ğu keşfedildikten sonra bu taş-lara whetstone (bileği taşı) ya da oilstone (yağ taşı) denilmiş ve bu taşlar çok değer kazan-mışlardır.

Kısıtlı imkânlarla güncel ihti-yaçlarını karşılamak zorunda kalan Anadolu insanının, elin-deki malzemeyi en iyi şekilde değerlendirebildiğini gösteren en önemli örneklerden biri de kösüredir. Kırsal kesimlerde doğup büyüyen hemen herke-sin anılarında ve belleğinin bir köşesinde kösüre taşı vardır. Anadolu'nun birçok yerinde

kösüre, köstüre, kösere vb isimlerle bilinen bu taş, köy-lerde kesici el aletlerinin bi-lenmesi için vazgeçilmezler-dendir. Osmanlı döneminde kılıçların bilenmesinde kulla-nılan ve hemen her evin bah-çesinin bir kenarında bulunan kösüre, günümüzde ise sadece birkaç kasap ve demirci dükkâ-nı ile köy evlerinin bir köşesin-de yerini almıştır. Ülkemizde kösüre yapımının halen devam ettiği ve belki de son ustaları-nın bulunduğu yerlerden birisi

Vezirköprü'dür. Tabakalar ha-linde uzanan kuvars, klorit, fel-dispat, mika ve karbonat grubu minerallerin aynı tip ve düzgün dağıldığı kum taşı blokları, Ve-zirköprü'nün Kabalı, Akçay ve Kuruçay köylerindeki ustalar tarafından işlenerek kösüre'ye dönüşmektedir.

Bu işin ustalarından Abdullah

''İyi bir kösüre için taşın kalitesi ve

özelliği önemlidir. Bunun tespiti için

taşa çeşitli yöntemler uygulanır. Dere

yataklarında bulunan taş bloklara yapılan balyoz darbeleriyle

çıkan sesle taşın sertliğine bakılır.

Zira taşın sert oluşu kösüre yapımını zorlaştırdığı gibi

bileme işlemini de olumsuz etkiler. Kösüre taşının

tespitindeki diğer bir yöntem ise taşın

rengidir. Bloklar halinde bulunan koyu gri renkteki taşlar tercih edilir.

Page 34: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

34

Usta, kösüre taşlarını ilçenin kuzeyinde bulunan Bağarsak Deresi’nin yatağında, akarsu aşındırması ile ortaya çıkan taş bloklardan sağladığını ifa-de etmiştir. Yine ustamız, ata-larından öğrendikleri birtakım bilgi ve birikimlerle hangi taş-tan daha iyi kösüre olacağını şöyle ifade etmiştir:

''İyi bir kösüre için taşın kalite-si ve özelliği önemlidir. Bunun tespiti için taşa çeşitli yöntem-ler uygulanır. Dere yatakların-da bulunan taş bloklara yapılan balyoz darbeleriyle çıkan sesle taşın sertliğine bakılır. Zira ta-şın sert oluşu kösüre yapımını zorlaştırdığı gibi bileme işle-mini de olumsuz etkiler. Kösü-re taşının tespitindeki diğer bir yöntem ise taşın rengidir.

Bloklar halinde bulunan koyu gri renkteki taşlar tercih edi-lir. Rengi, sertlik derecesi ve tabaka uzanışları uygun olan taşlar dere yatağında veya taş ocağında daha küçük ebatlara ayrılır. Kösüre olmayacak kı-sımları atıldıktan sonra trak-tör veya binek hayvanları yar-dımıyla atölyeye götürülür ve işlenerek kösüre'ye dönüştü-rülür.''

Atalarımızın belki de yüz yıllar süren deneyimleri sonucu iş-levselliğini öğrendikleri kösüre taşı, bugün evlerimizde kul-landığımız birçok grit bileme taşından daha fazla özelliğe sahiptir. Uzun zamandır de-mircilikle uğraşan ve bileme işi yapan Selim Usta kösüre taşı-nın yapay bileme taşlarına (grit

taşı) göre avantajlarını şöyle sıralamıştır:

''Aynı boydaki yapay bileme ta-şının kesici alette oluşturduğu yüzey ile kösüre taşının oluş-turduğu yüzeyin kesinlikle aynı değildir. Bu durum grit boyu arttıkça yani aşındıranın yüzeyi kabalaştıkça daha da çok or-taya çıkmaktadır. Eğer yapay bileme taşıyla bileme yapar-sak bilenen malzemede yüzey çizikleri oluşuyor. Bu çizikleri daha sonra küçültebilmek için farklı diş kalınlıklarındaki grit taşları sırasıyla kullanmak zo-runda kalınıyor. Kösüre taşın-da ise tane boyutları oldukça küçük olduğu için derin çizikler oluşmamakta böylece ikinci bir bileyleme işine gerek du-yulmamaktadır. Yapay bileme

Page 35: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

35

taşlarında bileme esnasında bazı yerlerde parçacık (çapak) kalmazken, bazı yerlerde de büyük parçalar (çapak) kaldığı için bunlar da malzemeyi daha derin çizebilmektedir. Bu aynı zamanda elimizdeki bileyle-necek materyalin de çok kısa zamanda aşınmasına neden ol-maktadır. Kösüre taşında üstte kopan parçacıkların yerine alt-tan daha inceleri çıkıyor. Sanki farklı iki üç zımpara katmanı gibi aynı anda çalışıyor. Yine, kösüre taşı ıslak kullanıldığı için kesici aletlerin yanmasını yani renk değiştirmesini de ön-lemektedir. Kösüre taşlarına göre diğer bileme taşları çok daha pahalıdır. Özellikle grit küçüldükçe bu anormal rakam-lara çıkabilmektedir. Çoğu grit taşının ithal ediliyor olunması da başka bir dezavantajı oluş-turmaktadır.''

Taş ustasının ortaya çıkardı-ğı kösüre, yörenin ekonomik durumunu, estetik anlayışını, gelişmişlik düzeyini, tarihi bi-rikimini, sanatsal değerlerini ve yaşam tarzını somut olarak yansıtan kültürel bir değerdir. Anadolu’nun yüzlerce yıllık tarihi derinliklerinden gelen, ülkemizin birçok yöresinde bi-linen ve kültürel çeşitliliğimizi yansıtan kösüre; ilgisizlik, kay-nak ve istihdam yetersizliği yüzünden bugün yok olma teh-likesiyle karşı karşıyadır. Ülke-lerin ve şehirlerin imge ve sim-ge arayışı ile kimlik oluşturma yarışına girdiği çağımızda, bu kültürel değer yaşatılmalı, ge-leneksel dokusu korunmalı ve gelecek kuşaklara aktarılması

için işlevsel hale getirilmelidir. Yine Somut olmayan kültürel mirasın, insanları birbirlerine yakınlaştırıcı ve onlar arasın-da kültür alış verişini sağlayan, paha biçilmez rolü de unutul-mamalıdır.

Vezirköprü yöresi, UNES-CO'nun somut olmayan kül-türel mirasın korunması söz-

leşmesinde somut olmayan kültürel miras çekicilikleri ola-rak isimlendirilen birçok so-mut olmayan kültür unsurunu bünyesinde barındırmaktadır. Özellikle, bu kültür unsurlarının özgünlüğü ve popüler kültür karşısında bozulmayışı yöre-nin en önemli zenginliği olarak düşünülmeli ve korunmasında acele edilmelidir.

Page 36: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

36

sıla mı gurbet mi Adını Sen Koy!

Uğur DEDE

Doğudan batıya,

Kuzeyden güneye Samsun, sizi tek bir tanımda buluşturmadığı gibi; sosyo-ekonomik bütünlük içinde, birçok ülkede olduğu üzere geliş-mişlik, batıdan doğuya doğru değil, gelişim seyri doğu önceliklidir do-ğudan gelişim göstermiştir. Toplum içinde toplum saklayarak da sosyal yapı adeta matruşka gibi içi içe geç-melidir.

Yerlisi Ege başta olmak üzere Mar-mara ve Akdeniz bölgesine göç etmiş, azınlıkta kalmış kök aileler dışında yerlilik sahiplenmecesi; ilçe kökenli olmayla ifade gücü bulmuş, merkeze yakınlık ya da uzaklık ses tonunu belirlemiştir.

Merkeze yakın olanların merkeze uzak olanları daha bir uzakta tut-mak için sahiplenme ünlemleri çok daha fazladır.

Çoğunluk itibariyle (Kökler açısın-dan) kimsenin Samsunlu olmadığı ama herkesin inatla kentli olma bilinciyle “Samsunluyum” dediği merkez Samsun dâhil olmak üzere; Çerkezler-Mübadiller-Trabzonlular başta olmak üzere (Bir çok köy ismi Trabzon’daki köylerinin ismidir “Düz Köy” gibi aynı isimden Samsun ilçe-lerinde birden fazla köy ismi bulabi-lirsiniz.) ağırlıklı bir yapı en belirgin-leşmiş halidir.

Etnik göç dalgası 1864 Çerkez Sür-günü ile hızlandırılmış, 93 Harbi ile

Toplum içinde toplum saklayarak

da sosyal yapı adeta matruşka gibi içi içe

geçmelidir.

Page 37: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

37

azalma gösteren göç dalgası 1923 Lozan Antlaşması ile karara bağ-lanan büyük Mübadele ile kısa za-manda çok büyük bir yoğunluk ka-zanmıştır.

Ülke içi göçlerle yoğun olarak 50‘li yıllarda tanışan Samsun, şimdilerde Doğu Karadeniz ağırlıklı bir büyük göç dalgası yaşamıştır. Süreç içeri-sinde Ordulular başta olmak üzere daha çok Samsun merkez yerle-şimlidir. Mevcut kültürle sorunsuz bir geçiş ilişkisi kurarken; Artvin-Ri-ze-Giresun-Amasya-Tokat-Sinop ve diğer il göçleri ile adeta, bir ye-meğe serpiştirilmiş baharat gibidir ancak her biri kendi tadını ve koku-sunu belirginleştirme mücadelesi içerisindedir, zaman zaman da kül-türel şok barındırır.

Türk Akınları ve öncesi Türk Boy ve kabile göçleriyle yurt yapılan Samsun, M.S. 1000-1200lü yıllarda Orta Asya’dan göçmüş Türkmen obaları ( Vezirköprü Soruk Vadisi köyleri Sarıdibek ve Tahtaköprü ile Yakakent Mutaflı Köyü ve çevresi, Asarcık Akyazı Köyü ve çevresi gibi. Engiz’deki “19 Mayıs İlçesi” Yörük-ler daha erken zamana aittir), Sa-lıpazarı ağırlıklı Çarşamba çevreli Gürcü nüfusu, Bafra ve civarında kümelenmiş Arnavut etnik kültürel yapısı ile uzaktan bakınca ayrı, yak-laştıkça çerçevenin bütününe dair bir imparatorluk mirası olduğunu, zamanla katmanlaşmış bir tabaka-ya döndüğü çok daha rahat görül-mektedir.

Yine İmparatorluk kültürü ile Cum-huriyet kültürünün birbirini adeta saygınlıkla yansıttığı zaman zaman böldüğü Yakakent’te gelenek ve görenekleri imparatorluk refleksi (Bağımsız bir Türk kültürü diyeme-yiz zira bir çok kültürden harman-lanmış, doğumdan düğüne ve ölüme

varıncaya dek) genel toplumsal yaşamı o olan, demokratik toplum kültürü, Cumhuriyet tezahürlüdür.

Yalancıktan düzme hikaye olarak varlığını sürdüren “Uzun” adlı anla-tımlar, Geyik Koşan gibi efsanelerle yörenin ezelden beri Türk kültürü ile harmanlandığını gürüsünüz Ala-çam’da. Dedemkorkut’tan kalma tavır ve davranış benzerlikleriyle hemhal olduğu ve sırtını yasladığı Vezirköprü’nün deniz görmüş hali-dir. Mübadillerin ağırlıklı olarak yer-leştiği merkez ve çevresi ile Karlı köyü başta olmak üzere Sarılar ve diğerleri ile varlığını sürdürme mü-cadelesi içinde bir Çerkez kültürü artık kalıtımsal olgularıyla yaşa-maktadır. Her yıl düzenli bir festi-vallerle kültürel formları tembih edilse de Alaçamla bütünleşmiş bir yaşam tecelli etmiştir.

Tarımın tarım gibi yapıldığı en iyi ve en ileride modeldir Bafra. Özgün kültürü Zalpa ile ilişkilendirilme mü-cadelesi Kral Kaya Mezarları’ndan, Sümerlerden daha çok çapını aşma mücadelesi içindedir.

Sosyo ekonomik olarak sıkışmış bir şehirdir Bafra ve kim ne derse desin, bir gün bir ilçe sırf sosyo eko-nomik potansiyelinin zorlaması ile il olursa o il Bafra olacaktır. Tarımda ülkemizi dünya çapında temsil ede-cek birikim ve yeteneği vardır. Trab-zon ve Arnavut ağırlıklı aldığı göç bünye içinde bütünleşmiş farklı bir unsur değil adeta bünyeye ait bir or-gan gibi Bafra tepkimeli olmuştur.

Engiz ile araladığınız Samsun mer-kez kapısına artık Trabzon ağırlıklı bir toplumsal yapı şahitlik edecektir.Bir sonraki sayı için kaldığımız yer-den devam etmek üzere hazin bir hikâye ile noktalamak isterim .Ayvacık’ın Sahil Köyünde derledi-

ğim bir hikâye şöyle başlar efendim:

Güney Kore Savaşına giden askeri-mizin şehit olduğu haberi gelir. Eski zamanda çok sık görülmese de var-lığını bildiğimiz bir gelenek farklı şe-kilde tezahür ederek;

Şehidin eşini Şehidin babası kendi-ne eş olarak alır. Nice zaman sonra savaş biter.

Aradan çok geçmez günlerden bir gün Şehidimizin baba ocağının ka-pısı çalınır. -Kim o? diye seslenir kadın.-Açın kapıyı benim ben, diye heye-canlı ama tanıdık bir ses duyar ka-dın. Ses tanıdık ama içinde “o olamaz” itirazının farklıştırdığı bir ızdırap halini alır. Ne yapacağını bilmez bir halde kadın kapıyı açar.

Karşısında; askere uğurladığı ve sonra şehit haberi gelen kocasını görür. Neye uğradığını şaşıran kadın oracıkta bayılıp yere düşer. Sevinç ve telaşla karısını bayıldığı yerden kaldırıp odaya götürünce geçince bu defa da babası ne yapacağını bilmez bir halde adeta olduğu yerde taş kesilmiş gibi dona kalır.

Bir müddet sonra kendilerine ge-lip olup bitenler anlatılıp iş açığa çıkınca da şehit haberi gelen adam kahrolur. Bunun üzerine kendisi ve babası karşılıklı Ağıt yakarlar. Ve ne hazindir ki artık o yörede o ağıtlar bile unutulmuş, hikâyenin kahreden talihsizliği yankılanır olmuştur sa-dece.

Güzel günlere uyanın, sağlıcakla ka-lın efendim.

Not: Yazarımız 2010-2014 Yılları arasında Samsun ilçe ve köylerinde Kültürel Alan Araştırması gerçek-leştirmiş ve bu alanda bütün ili ilçe ve köyleri ile derleyen tek isimdir.

Page 38: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

38

Şehir§Kültür§Medeniyet§ Değer

Tevfik DEMİR

Martin Lings, Hz. Peygamberin hayatını anlattığı ünlü siyerinde şehirlerin kuruluşu ile ilginç bir rivayet aktarır. Bu rivayete göre şehirleri ilk kuranın Âdemoğlu Kabil olduğunu söylenmektedir. Hz. Peygamberin sütannesine verilmek üzere Mekke dışına çıkarılışına, çöle gönderilişine değinen Lings, şehirlerin; tem-belliğin, korkaklığın, pısırıklığın ve birçok günahın merkezleri olduğunu ileri sürer. Bu yorum-dan da anlaşılacağı üzere Habil tabiatı, dağları ve çölü; Kabil ise şehirleri, yapıları simgelemek-tedir.

Ünlü İslam tarihçi ve sosyologu

İbn Haldun’da ünlü şehirli- be-devi diyalektiğini örnek verir. Ona göre şehirliler zenginlik, sefahat ve tembellik içerisin-de yaşar ve çöl bedevileri tara-fından kuşatılmışlardır. Fakat bedeviler doğal olarak çevik, hazırlıklı ve hareketlidirler. Bu sebeple şehri eninde sonun-da alacaklardır. Ve alırlar da… Ancak bir süre sonra onlar da şehirli olacaklar aynı sefahat, tembellik ve uyuşukluğa dala-caklardır. İbn Haldun’a göre bu süreç ila nihaiye devam ede-cektir.

F. Nietzsche, bilgeliğin yolunu anlattığı “Zerdüşt” adlı eseri-

Habil doğayı, tabiatı, dağları ve çölü;

Kabil ise şehirleri, kentleri, yapıları simgelemektedir.

Page 39: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

39

nin başlangıcında, Zerdüşt’ ün kendini bulmak, ruhunu dinlen-dirmek, bilgeliğe ulaşmak için ‘şehrini’ ve insanlarını terk etti-ğini belirtir.

Bu tür örneklerin listesi istedi-ğimiz kadar uzatabiliriz. Haki-katen de hem doğudan hem de batıdan bu tür yığın ile misal getirilebilir şehrin ‘kötülükleri-ne’, ‘ayartıcılığına’, ‘baştan çıka-rıcılığına’ dair.

Diğer taraftan mesele bu kadar basit değil. Keşke şehirlerin ha-yatımızdaki yeri ile mutluluğu-muz, huzur ve irfan arasındaki ilişki bu kadar basit olsa. Çün-kü Mekke, Medine var, Bağdat, İstanbul, Paris, Roma, Venedik var. Bu şehirler, insanlık dedi-ğimiz, medeniyet dediğimiz, kültür dediğimiz büyük değer-lerin üretildiği merkezlerdir. Bu şehirlerin birisini olsun silebilir, yok sayabilir miyiz? Bir İstan-bul’un, tarihte hiç olmadığını aklımız alabilir mi? Çünkü İstan-bul demek hem Bizans(Roma) hem Osmanlı ve hem de Türkiye demek değil midir?

Öyleyse nasıl açıklayacağız yukarıdaki çelişkiyi? İrfanın ve hikmetin şehrin uzağında ol-duğu; ancak yüksek kültür ve medeniyetin yine şehirlerde ortaya çıktığı gerçeğini? Gali-ba sorun insan ruhunun doğası ile onun yine insan eliyle ter-biye edilişinde, biçimlenişinde yatmaktadır. İnsan ruhunun öl-çüye gelmez diriliği, heyecanı, gizemi ile doğal olan arasında bir bağ vardır. Dağda, kırda, çöl-de yaşam saf ve basittir. İnsan

orada yıldızların, sırlı nehirlerin, gizemli ve heybetli dağların, o karanlık, yabani ormanların arasında kendi özünü, doğası-nı, yaratılışının “hikmet”ini çok daha derinden kavrar. Yukarıda dile getirdiğimiz yaban yaşama övgü de bu sebeple iledir.

Şehirler yine de kültür ve me-deniyet dediğimiz o muazzam birikim ve değerlerin en görü-lebilir biçimleridir. Bir şehirden daha büyük bir medeniyet biçi-mi olamaz. Şehir ile medeniyet zaten eşanlamlı kelimelerdir. Bir şehir ismi olan “Medine” me-deniyet kelimesinin de köküdür. Öte yandan batı dillerinde de durum aynı şekilde karşımıza çıkmaktadır. Batıda medeniyet karşılığı olarak kullanılan kav-ram, “civilization” kelimesinin de kökü şehir, şehirli anlamları-na gelen “civil” kelimesidir.

Akıl ve irfan sahibi hakiki bir insan, nasıl değerleri, ilkeleri, inançları çerçevesinde kendini kurar, terbiye eder, ruhuna bi-çim verir ise, insanlık, kültür ve medeniyet dediğimiz büyük de-ğerler de şehirleri kurar, onlara biçim ve zarafet verir. Aslında bizim şehir dediğimiz karma-şık sistem, şehirleri inşa eden onu biçimlendiren topluluğun yaşam biçimini, daha doğrusu bilinçdışını bize verir. Şehirle-rin işleyiş biçimine, mimarisine, düzenine bakarak o şehirde ya-şayan insanların kültür ve me-deniyet algıları yaşam biçimleri hakkında çok kolaylık ile hüküm verilebilir.

Evet, şehirler esasen bir birey

Ancak başka bir açıdan baktığınızda da Mekke, Medine

var, Bağdat, İstanbul, Paris, Roma, Venedik

var. Bu şehirler, insanlık dediğimiz,

medeniyet dediğimiz, kültür dediğimiz büyük

değerlerin üretildiği merkezlerdir. Bu şehirlerin birisini

olsun silebilir, yok sayabilir miyiz? Bir İstanbul’un, tarihte

hiç olmadığını düşünebilir misiniz?

Çünkü İstanbul demek hem Bizans

(Roma) hem Osmanlı ve hem de Türkiye demek değil midir?

Page 40: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

40

olarak insan ruhunun özüne, hik-metine aykırıdır. İnsan orada, o karmaşanın ortasında tem-bellikleri, pintilikleri günahları ile baş başadır. Orada o duvar-ların arkasında korku, sefalet ve sefahat hüküm sürmektedir. Ancak insan olmak tam da bu değil midir? Hukukumuzu, sa-natımızı, yüksek edebiyatımızı, resmimizi, müziğimizi şehirler-de kurup, yüceltmedik mi? Evet insanın kökü ve ruhu, tabiatta, büyülü heybetli dağlarda olabi-lir ama kanaatimce varlığının ve varoluşunun asıl gayesini şehir-lerde gerçekleştirir ve mükem-melleştirir.

Şehirler ilginç yanlarından biri de işte hem bu kültürel değer-leri ve hem de medeniyete ait unsurları bir arada bulundur-

masıdır. Şehirler, bir yandan ait oldukları milli kültürlerinin en güzel örneğini teşkil ederken, diğer taraftan büyük medeni-yet unsurlarını da içinde barın-dırır. Örneğin küresel kapitaliz-min doğduğu yer olarak kabul edilen Venedik şehri bu duru-ma güzel bir örnektir. Venedik kendi içinde tipik İtalyan şehir özellikleri taşırken, sahip oldu-ğu ticari ve entelektüel zengin-likleri ile olağan üstü bir koz-mopolitizme ev sahipliği yapar. İşte bu kozmopolitizm modern batı uygarlığının( bir anlamda büyük kapitalizmin) temellerini atmaktadır.Diğer taraftan şehirler milli kültürlerin üretildiği ve bu mili değerlerinin temsil edildiği açık hava müzeleri gibidir.

Peki, bizler yaşadığımız şehir-lere nasıl baktık? Şehirlerimiz

hangi zalimliklerin, kırıp dök-melerin, vahşetin, umursamaz-lıkların açık hava müzesi acaba? Durup dinlenmeden gidiveren, kaçıveren bir hayat mücadele-sinin içinden kafamızı kaldırıp içinde yaşadığımız, çocukları-mızı büyüttüğümüz şehrimize hiç bu gözle bakabildik mi? Ço-cuğumuza yeşillik gösterebi-leceğimiz mezarlıklarımızdan başka neresi kaldı ?

Bugün yaşadığımız şehrimizde geleneğin güçlü damarlarından gelerek kendimizi ait hissettiği-miz mekânlardan hangi eserler var şimdi ?

Birkaç camii ve her tarafı envai çirkinlikte sayısı 3-5’i geçmez kaç tarihi eser var ortada. Şeh-rimizi kuşbakışı şöyle bir ge-zelim, sözü edilen birkaç camii çıkarırsak bize klasik ruhumuzu

Page 41: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

41

yansıtan kaç mimari eser, so-kak, cadde, han var elimizde? Kopyanın kopyası Avrupai cad-deler, yalan yanlış tabelalar, çir-kinlik ötesi beton yapılar…

Diğer taraftan son zamanlarda yaşadığımız şehir Samsun’da Amisos, Amazon gibi eski çağ-lara ve Yunan kültür akımlarına göndermelerden başka hiçbir derinliği olmayan efsanelerle bir şehir kültürü yaratılmaya çalışılmış, şehrin kadim kaleleri bile yüksek katlı binaların rantı-na kurban edilmiştir.

Şehirlerimizi yeniden düşün-memiz ve elden geçirmemiz gerekiyor artık. Türkiye hemen her alanda yapısal dönüşümü-nü sürdürürken ve bunu büyük zorluklarla gerçekleştirirken şehirlerimiz ve içinde yaşadı-ğımız mekânlar da bu dönü-şümden elbet nasibini alacaktır ve almalıdır da. Ancak şehir ve mekân estetiği dediğimiz so-runlar bizlerin uzun zamandır unuttuğumuz şeyler oldu. Özel-likle gittikçe taşlaşan şehircilik anlayışımızda yeşil, renk olarak bile kullanılmıyor artık.

Sonuç olarak Ünlü karamsar düşünür Albert Caraco’ dan dan bir alıntı yaparak yazımızı sonlandırmaya çalışalım. Al-bert Caraco şöyle diyor: “Şe-hirlerimiz birer kabusa döndü, şehirler termitlere benziyorlar artık, her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapınaklar, saraylar mezarlar ya da zafer alanları ve amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. Her adımda gözümüze hakaret ediliyor, ku-

lağımız sağıra çevriliyor, koku duyumuz umutsuzluğa kapılı-yor…”

Oysa bizler muazzam bir me-deniyetin evlatlarıyız. Bir gün Hazret-i Peygamberimiz, Uhud dağına bakıp şöyle söylemiş “Uhud bir dağdır biz onu seve-riz, o da bizi sever.” Cansız bir dağa bakıp onunla bir muhab-bet ilişkisi kuran bir medeni-yetin bu günkü hali gerçekten hüzünlü…

Büyük Şair Yahya Kemal’in İs-tanbul’un bir semtini “Koca Mustâpaşa” yı anlatan şiirinden bir bölüm olmadan bitmezdi bu yazı:

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.

Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;

Derler: İnsanda derin bir yara-dır köksüzlük;

Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.

Sızlatır bâzı saatler dayanıl-maz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi ke-silmiş ağacı.

Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!

Şehirlerimizi yeniden düşünmemiz ve

elden geçirmemiz gerekiyor artık. Türkiye hemen

her alanda yapısal dönüşümünü

sürdürürken ve bunu büyük zorluklarla gerçekleştirirken şehirlerimiz ve

içinde yaşadığımız mekânlar da bu

dönüşümden elbet nasibini alacaktır ve almalıdır da. Ancak

şehir ve mekân estetiği dediğimiz sorunlar bizlerin uzun zamandır

unuttuğumuz şeyler oldu.

Page 42: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

42

Ayşe Meliha Ulaş V. ve VI. Dönem Samsun Milletvekili

Yrd. Doç. Dr. Mehmet AYDIN

Türkiye’de kadın haklarına yönelik çalışmaların, Tanzimat’tan itibaren ele alındığı ve Cumhuriyet döne-minde de tekâmül ederek devam ettiği görülmektedir.

5 Aralık 1934’te kadınların millet-vekili seçme ve seçilme hakkını elde etmesi, kadın hakları açısın-dan önemli bir kırılma noktası ol-muştur. Bu hakkın elde edilmesinin akabinde yapılan V. Dönem millet-vekilliği seçiminde 17 kadın millet-vekili meclise girmiş ve bunlardan birisi de Samsun milletvekili Meli-ha Ulaş olmuştur. Yani Samsun, ilk kadın milletvekili çıkaran illerden biri olma unvanını taşımaktadır.

Meliha Ulaş, 1898* yılında Sinop’ta doğmuştur. Babası Hüseyin Kâmi Bey, annesi ise Fatma Ulviye Ha-nım’dır. Babası, Sinop Belediye Doktorluğu görevinde bulun-muştur. Eğitimini İstanbul Küçük Mustafa Paşa İnas Rüştiyesi, Sa-raçhanebaşı Kız Sınai Mektebi ve Darülfünun Edebiyat Bölümünde tamamlamıştır. 1917’de Darülfu-nun’dan pekiyi derece ile mezun olmuş, aynı yılın Eylül ayı başında İstanbul Selçuk Hatun Kız Sınai Mektebi coğrafya öğretmenliğine atanmıştır. 1918 yılında İstanbul Bezmialem Sultanisi coğrafya öğ-retmenliğine, 1919’da terfi ederek, Kandilli İnas Sultanisi Edebiyat

V. Dönem milletvekilliği

seçiminde 17 kadın milletvekili meclise girmiş ve bunlardan

birisi de Samsun milletvekili Meliha

Ulaş olmuştur.

Page 43: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

43

öğretmenliğine geçmiştir. 1923’te yine terfi ile Bezmialem Sultanisi Türkçe ve Edebiyat Öğretmenli-ğine tayin edilmiş, buradan istifa ederek Arnavutköy Kız Kolejinde dil öğrenmek için 3 yıl, hem öğren-cilik hem de hazırlık sınıflarında Türkçe öğretmenliği yapmıştır. 1928’de Halid Hulusi ile evlenmiş, 1931’de Erzurum Kız Muallim Mek-tebi Edebiyat dersleri öğretmen-liği ve baş muavinliğe atanmıştır. 1933’de Samsun Lisesi Edebiyat öğretmenliğine geçen Meliha Ulaş, 1935 ve 1939’da yapılan genel se-çimlerde Samsun milletvekili ol-muştur. Fransızca ve İngilizce bi-len Ulaş, Milletvekilliği yıllarında arzuhal (dilekçe) ve Gümrük ve İn-hisarlar (Gümrük ve Tekel ) komis-yonlarında üyelik yapmıştır. 18. 07. 1942 yılında milletvekiliyken vefat etmiştir. Meliha Ulaş’ın ölümün-den sonra, boşalan Samsun mil-letvekilliği sandalyesi için 09. 08. 1942’de yapılan ara seçimde yine bir kadın olan Sabiha Gökçül Erbay milletvekili seçilmiştir.

1935 Yılında yapılan seçimlerde Samsun’da, CHF şu kişileri millet-vekili adayı olarak göstermiştir: Dr. Asım Sirer (Eski Samsun Milletve-kili), Etem Tunçay (Eski Samsun Milletvekili) , Mehmet Y. Güneş-doğdu (Eski Samsun Milletvekili, çiftçi), Zühtü Durukan (Eski Sam-sun Milletvekili), Ruşeni Barkın (Eski Samsun Milletvekili), Meliha Ulaş (Samsun Lisesi Öğretmeni), Mehmet Ali Yürüker (İstanbul Şe-hir Meclis Üyesi), Mustafa Tunalın. (Ankara Askeri Silah Fabrikaları ustabaşılarından)

Samsun’dan kadın milletvekili se-çilen Meliha Ulaş, seçildikten son-

ra Vilayette ve Halkevin de iki ayrı konuşma yaparak teşekkürlerini sunmuş ve milletvekili seçilme-sinin kadın hakları açısından öne-minden bahsetmiştir.

10 Kasım 1938’da Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü üzerine, Meclis 11 Kasım1938’de oy birliğiyle, Ma-latya Milletvekili İsmet İnönü’yü Cumhurbaşkanlığına seçmiştir. 26 Aralık 1938 CHF Büyük Kurulta-yında, yapılan tüzük değişikliğiyle Atatürk ebedi başkan, İnönü de, ”Değişmez Genel Başkan” olarak belirlenmiştir. Bilindiği gibi değiş-mez genel başkanlık kurumu ilk kez 15 Ekim 1927’de toplanan CHF Büyük Kongresinde kabul edilen Nizamnameyle oluşmuştu. Bu

Nizamnamede fırkanın kurucusu Gazi Mustafa Kemal “Değişmez Genel Başkan” kabul edilmişti. Ülke, 1939’da yapılacak olan ge-nel seçimlere bu önemli geliş-melerden sonra hazırlandı. Artık Cumhurbaşkanı ve fırkanın genel başkanı değişmiş, kamuoyunda kullanılan yaygın şekliyle “Milli Şef“ dönemi başlamıştı.

V. dönemde, Samsun’dan milletve-kili seçilen Meliha Ulaş 1939’da, yani “Milli Şef” döneminde yapılan VI. dönem milletvekili seçimlerinde de

CHF listesinde Samsun milletvekili adayı olarak yer almayı başarmıştır. 1939’da yapılan seçim sonucunda CHP’den Samsun milletvekilliğine seçilen isimler şunlardır: Hüsnü Çakır, Mehmet Ali Yörükel, Meliha Ulaş, Amiral Fahri Engin, Ruşeni Barkın, Zühtü Durukan, Süleyman Necmi Selman, Naşit Fırat. Meliha Ulaş VI. Dönemde de Samsun’dan Meclis’e girmeyi başaran isimler arasında yer almıştır.

Meliha Ulaş öğretmenlik mesle-ğinden gelmektedir. Türkiye’de kadınların çalışma alanında elde ettiği ilk mesleğin öğretmenlik ol-ması ve bu meslekten gelme biri-sinin kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesinden hemen sonra milletvekili seçilmesi mani-dardır. Öte yandan, Milli Mücade-le hareketinin başladığı yer olan Samsun’un, ilk kadın milletvekili seçen iller arasında yer alması da oldukça önemlidir. Ayrıca, hem Atatürk hem de İnönü döneminde milletvekili olarak meclise girme-yi başaran Meliha Ulaş’ın, meclis konuşmalarında dikkati çeken hususlar, siyasette kadın hassasi-yetini yansıtması bakımından da önem taşımaktadır. Bu dönemde kadınlara her ne kadar aktif siya-sette yer alma imkânı sağlanmışsa da, yürütme organı içerisinde ciddi görevler alamadıkları görülmekte-dir; dolasıyla Meliha Ulaş’ın, sade bir milletvekilliği yaptığı ve kimi komisyonlarda basit görevler aldı-ğı anlaşılmaktadır. Bütün bunlara rağmen kadınlara yönelik bu tür-den adımların atılmış olması, Tür-kiye’deki kadın haklarının gelişimi açısından büyük önem arz etmek-tedir. Bu süreçte, Meliha Ulaş da simge isimlerden birisi olmuştur.

Page 44: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

44

YEDAŞ yok olan değerleri yaşatıyorDikkuyruk YEDAŞ’ın Elektrik Faturalarında

Yeşilırmak Enerji Dağıtım Anonim Şirketi, dünyada sayıları sadece 15.000 adet kadar kaldığı tahmin edilen ve bunun yaklaşık %75'inin Türkiye'de yaşadığı bilinen Dikkuy-ruk Ördeğinin korunması için adım attı..

YEDAŞ yılın 4 ayını Samsun Bafra Kızılırmak Deltası’nda geçiren ve önemli bir tabiat güzelliği kabul edi-len dikkuyruk ördeğinin korunma-sına yönelik farkındalık yaratmak üzere harekete geçti.

YEDAŞ Sadece dikkuyruk ördeğini değil; Turna, Sülün, Saz Horozu gibi yine nesli tehdit altında olan kuşlar

konusunda da farkındalık ve koru-ma çalışmalarına destek projeleri planlanıyor.

Bu amaçla:Öncelikle 1 buçuk milyon abonesine göndermekte olduğu faturalarda dikkuyruk logosu yer alacak. Ku-rumsal web sitesinde dikkuyruk ve diğer koruma altına alınan kuşlar hakkında bilgilere yer verilecek.

İlköğretim öğrencileri başta olmak üzere bölge insanında farkındalık ve koruma bilinci yaratılmasına dönük bilgilendirme- eğitim çalış-malarına başlanacak. Bu doğrul-tuda ilköğretim öğrencilerine yö-

"Nesli tükenmekte olan Dikkuyruk Kuşu

dahil yok olmaya yüz tutan 14 kültür ve tabiat güzelliğini koruma altına aldık."

Page 45: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

45

nelik "Dikkuyruk ve Arkadaşları" broşürü hazırlanıyor.

YEDAŞ Genel Müdürü Nurettin Türkoğlu, enerji yatırımlarının yanı sıra sosyal projelere de imza attık-larını belirterek, "Nesli tükenmekte olan Dikkuyruk Kuşu dahil yok ol-maya yüz tutan 14 kültür ve tabiat güzelliğini koruma altına aldık" dedi

BİLİNÇLENDİRME ÇALIŞMALARI SÜRECEKYEDAŞ Genel Müdürü Nurettin Tür-koğlu, 'Elektrik dağıtımı yaptığı iller-de toplam 1,6 milyon aboneye ulaş-tırılacak faturalarda nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kalan Dik-kuyruk ve arkadaşlarını tanıtma-ya, facebook ve twitter gibi sosyal medyada üzerinden de kamuoyunu bilinçlendirme çalışmalarımız sürü-yor. Okullarda da asmaya başladığı-mız bilgilendirme afişleriyle çocuk-ların dikkatini çekmeyi amaçlıyoruz' dedi. Türkoğlu, 'Etkin bir destekçi olmak üzere hazırladığımız Dikkuy-ruk Projesi ile nesli tükenmekte olan Dikkuyruk ve arkadaşlarına sahip çıkıyor, bölge halkımızı bilinçlendiri-yoruz. Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile yapılan protokolle tüm koruma programları içinde yer alacağız. Bu çalışmamız rol model bir uygulama olup, toplam kalitenin paydaşlar-la nasıl sağlandığı ve ortaya çıkan sinerji olumlu yansımaları olarak da algılanabilir. Amaç ta bu zaten. Sayın Bakanımızın projemizi örnek göstermesi YEDAŞ'ın tüm paydaş-larını memnun ettiği gibi çabalarımı-za destek oluşturmuştur. Kendisine tüm paydaşlarım adına teşekkür ediyorum. Bu KSS projelerimizin Av-rupa'da da dikkat çekeceğini ve far-kındalık oluşturmasını bekliyorum' diye konuştu.

Page 46: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

46

Samsun’da Yaşanan Vahşet Gün Yüzüne Çıkıyor

Başta Samsun olmak üzere Türkiye’nin 6 bölgesinde Reji İdaresi güvenlik güçleri 41 yıl içinde 60 Bin kişiyi öldürdü.

Tütün Tekelini elinde bulundu-ran Fransız Reji İdaresi’ne bağlı Reji Kolcuları, Osmanlı hâkimi-yeti içinde bulunan topraklarda, 28 Mayıs 1883-13 Haziran 1923 tarihleri arasındaki 41 yıl içinde 60 bin vatandaşımızı “tütün ka-çakçılığı” yaptığı gerekçesiyle katletti.

Öldürülenlerin ailelerinin Fran-sa’dan tazminat istemeleri gün-demde..

NELER OLMUŞTU?

Tarihçi Yazar Ali Kayıkçı, Fransa hükümetinin Fransız kolcula-rının 41 yılda öldürdüğü 60 Bin Türk Vatandaşı için istediği taz-minatı tarihi deliler ve belgeler-le destekliyor.

İşte Kayıkçı’nın araştırması;“28 Mayıs 1883 tarihinde “Os-manlı Tütün Gelirlerinin Toplan-ması” için bir Avrupa kuruluşu olan ve başında da Fransızların bulunduğu Reji Şirketi’ne ülke-mizdeki “tütün yapım ve satım hakları” devredilmiş, işin kont-rol yetkisi de “Osmanlı Borçla-

28 Mayıs 1883-13 Haziran 1923

tarihleri arasındaki 41 yıl içinde 60 bin

vatandaşımızı “tütün kaçakçılığı” yaptığı

gerekçesiyle katletti.

Page 47: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

47

rı”nı takip ve tahsili ile görev-lendirilmiş bulunan “Duyun-u Umumiye” idaresine verilmişti.

Reji, elde ettiği bu “Tekel” olma yetkisi sayesinde tütün alım fi-yatlarını daima düşük tutmuş, satış fiyatlarını ise yüksek be-lirlenmişti. 1885–1886 sezo-nunda 7,6 kuruş olan tütün alım fiyatları, 1912–1913 sezonunda da 10,3 kuruş olarak gerçekleş-mişti. Aynı yıllarda satış fiyat-ları ise 21,6 ve 35,3 kuruş olarak belirlenmişti. Yüzde 300 gibi oldukça yüksek bir kârlılık nis-petindeki bu durum, Reji dışı alım satım yapan ve 4–5 katı fi-yat veren tüccarlar ve üreticiler için kaçakçılığı teşvik etmiş ve neticede yeni bir sektör ortaya çıkmıştı.

Aynı yıllarda Osmanlı İmpara-torluğu Maliye Bakanlığı bün-yesinde çalışan personel sayı-sı sadece 5 bin iken, Duyun-u Umumiye’nin 9 bin personeli görev yapıyordu. O günkü şart-lara göre 1.200-2.000 Sterlin gibi oldukça yüksek maaşlar ödenerek çalıştırılan bu perso-nelin maaşları da Osmanlı İda-resinden ayrıca tahsil edilmişti. Bu yetmezmiş gibi Reji İdaresi, Kuruluş Şartnamesi’nin 3. mad-desindeki, “Şirket, tütün kaçak-çılığını önlemek için gereken memurları kendisi tayin eder” imtiyazına dayanarak çoğu da Balkan ülkelerinden getirilen elemanlardan teşekkül eden “atlı-silâhlı kolcu” teşkilâtlarını kurmuş ve bunların giderlerini de köylünün ürettiği tütünün-den çıkararak ödemişti.

REJİ KOLCULARI “TERÖR” ESTİRİYOR

Başlarında Fransız ve zaman zaman da İngiliz yöneticilerin bulunduğu bu “Reji Kolcuları” yalnız tütün kaçakçılığı ile mü-cadele etmiyor, bu bahaneyle toplumda bir baskı unsuru ola-rak halka büyük eziyetler yapı-yordu.

Dönemin Türkçe basınında bun-lar için; “Serkeşler”, “Ejderler”, “Mahlûkat-ı Garibeler/Garip

Mahlûklar” ve “Türkçe Bilmeyen Arnavutlar” gibi yakıştırmalarla hemen her gün haberler çıkıyor; gazeteler, kolcuların halktan haksız yere para toplamaları, üzerinde “bir kıyye miktar/çok az bir şey” tütün bulunan zaval-lı köylüleri kadın erkek ayırımı gözetmeden kurşuna dizdikleri, idam ettikleri veya taciz ve ırza geçme suçlarını işlemek sure-tiyle âdeta canlarından bezdir-dikleri haberleriyle çalkalanı-yordu.

DÖŞEĞİN KALINLIĞINDAN ŞÜPHELENDİLER

Bunlardan 4 Mart 1903 tarihli Sabah Gazetesinde çıkan bir haberde, İnegöl kazasının Ada-beni köyünde bir vatandaşın, kolculardan tütününü saklamak için, tütünlerden döşek yapıp üstüne hasta süsü vererek yat-tığını, kolcuların da tâ evin içine girerek köşe bucak arama yap-tıklarını, bu sırada döşeğin ka-lınlığından şüphelenilmesi üze-rine adamı kaldırıp “derdest”

ettiklerini yazmıştı.

Ege Bölgesindeki “efe”lerin dağlara çıkma sebepleri ara-sında da hep bu “kolcu” zulüm-lerinin yattığı bilinen bir başka gerçek olmuştur.

Kolcuların yetki tahakkümleri yanında etnikçilik ve yabancı sermaye işbirlikçiliği zulümle-ri karşısında ülke çapında yer yer toplu gösteri ve yürüyüşler yapılıyor, Padişaha toplu dilek-çe vermeler ve mahkemelerde

Page 48: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

48

hak aramalar oluyorsa da “Reji Avukatları”nın onları savunma-ları, hapislerde beslemeleri ve çıktıklarında da eski işlerine dönmeleri karşısında çaresiz kalıyor ve dağa taşa türküler ve ağıtlar yakarak haksızlığa isyan ediliyordu:

Kör olsun Kolcu Avni/Öksüz bıraktı seni,

Nenni torunum nenni/Sabret gelir zamanı…”

“Gidelim gidelim de Halil’im/Çökertmeye varalım,

Kolcular görünce de Halil’im/Nerelere kaçalım?

Teslim olmayalım Halil’im/Aman kurşun saçalım…

41 YILDA 60 BİN KİŞİ ÖLDÜRÜLDÜ

Tütün kaçakçılığı gerekçesiyle kolcular ile köylüler arasında çıkan çatışmalarda 50–60 bin kişinin öldürüldüğü, sadece 1901 yılına ait kayıtlarda bu se-bepten dolayı katledilen insan sayısının 20 bine ulaştığı; baş-ta İ.Hakkı Uzunçarşılı ile Oktay Gökdemir, Kâzım Berzeg, İ. Ha-bib Sevük ve Mustafa Gazalcı gibi tarih araştırmacılarının eserlerinde, Toplumsal Tarih gibi dergilerde bildirilmektedir.

Samsun’da faaliyet gösteren “Yerel Tarih Grubu” tarafından hazırlanan “Fabrikanın Zilleri Sustu-Adı Kaldı: Reji” başlık-lı 2006 basım tarihli eserde yer alan makalelerde de konu

hakkında özet bilgiler bulun-maktadır.

NEDİR BU REJİ İDARESİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarına karşılık olarak, İm-paratorluk’ta tütün ekimini ve tütün işlenmesini düzenlemek üzere Fransızların kurmuş ol-dukları tekel idaresi.

Kelime olarak “reji” (regie) Fran-sızca’da tekel demektir. Avrupa ülkelerinde tütün tekelleri, yeni çağın başlarından beri devlet-lerin olağan gelir kaynaklan arasında idi. Osmanlılarda ise reji İdaresi’nden önce bir çeşit “bandrol” uygulaması vardı. Yal-nızca üzerinde devletçe çıkartı-lan bandroller bulunan tütünler serbestçe satılabilirdi. İmalat-

Page 49: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

49

çılar devletten satın aldıkları bu bandrolleri dağıtım öncesinde sigara ve kıyılmış tütün paket-lerine yapıştırırlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun al-dığı dış borçları ödeyememesi üzerine, yabancı alacaklılarla Muharrem Kararnamemesi adı verilen bir anlaşma yapılmıştı. Anlaşmaya bağlı olarak İmpa-ratorluk’ta bazı vergileri top-lamak ve dış borçların öden-mesini sağlamak üzere bir de Düyunu Umumiye idaresi kurul-muştu. Muharrem Kararnamesi ile tütün tekeli ve tütün öşürü Düyunu Umumiye İdaresi’ne bı-rakılmıştı. Oysa Fransız tahvil sahipleri, Düyunu Umumiye’yi tütün ekiminden doğrudan pay almaktan vazgeçirip, tütünü düzenleyip vergilendirmek üze-re, kendilerinin ayrı bir idare kurmalarına ikna ettiler. Mu-harrem Kararnamesi de böyle bir örgütün kurulmasına olanak veriyordu.

Böylece Düyunu Umumiye ile” Osmanlı Hükümeti ve üç ala-caklı banka (Osmanlı Bankası, Credit Anstalt ve Bleichröder) arasında Nisan 1884 de vanlan anlaşma ile tütün tekeli Düyu-nu Umumiye’den yeni kurulan Reji şirketine (asıl ismi “Socie-te de la Regie Cointeresse des Tabacs de l Empire Ottoman) devredildi. İmtiyaz süresi otuz yıl idi. Düyunu Umumiye idaresi tekelden vazgeçmesi karşılığın-da Reji gelirlerinden öncelikle pay alma hakkını elde etti. Geri-ye kalan gelirler de Reji İdaresi ve Osmanlı Hükümeti arasında paylaşılıyordu. Reji şirketi, ihraç

edilecek tütün dışındaki tütü-nün tamamını satın alacaktı. Tü-tün yetiştirmek isteyenlerin her yıl yeniden Reji’den izin almaları gerekiyordu.

Reji, hasat öncesi ve sonrasında tütünün miktar ve niteliklerini yetiştiricilerin temsilcileri ile birlikte belirlerdi. Tütünün yal-nız yetiştirilmesini değil, aynı zamanda yurtiçinde işlenme-sini de elinde bulunduruyordu. Reji’nin Samsun, İzmir, İstanbul, Selanik ve Trabzon gibi şehirler-de tütün işleme ve sigara fabri-kaları vardı.

Buralarda yerli işçi ve öteki personel çalıştırırdı. Reji İdare-sinin Duyunu Umumiye İdaresi gibi, Osmanlı Devleti’nin siyasal bağımsızlığı ile bağdaştırılması mümkün değildi. Bir tütün teke-li olarak, fabrika ve tesislerinde belirli bir istihdam yaratırken aynı zamanda fiyatları düşük tutarak ve yerli tütün fabrika ve tesislerinin kapanmasına

yol açarak ülke ekonomisinde yol açtığı önemli zararları var-dı. Reji İdaresi altında tütün kaçakçılığı ülke çapmda önemli boyutlara ulaşmıştı. Reji, ka-çakçılarla mücadele için maaşlı “kolcular” çalıştırıyordu.

Osmanlı Hükümeti, her ne ka-dar kendisine ayrılan gelir pa-yından, Hazine’ye önemli bir kazanç sağlamayı ummuşsa da baştan beri Reji İdaresi’n-den memnun kalmamıştı. Reji İdaresi de Devleti, kaçakçılığa karşı mücadelede işbirliği yap-mamakla suçlamakta idi.

Trabzon’da ve İmparatorluğun öteki yörelerinde üretici halk, Reji’nin verdiği düşük fiyatları ve tekelci uygulamaları yoğun biçimde protesto etmiştir. Bu koşullar altında faaliyetlerini sürdüren Reji İdaresi, Cumhuri-yet’ten sonra Düyunu Umumiye ile birlikte kaldırılmış ve yerine ulusal bir kuruluş olan İnhisar İdaresi kurulmuştur.

Page 50: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

50

Amerikalılar Samsun'da balyozla piknik yapıyor!

Türkiye ile NATO arasında yapılan anlaşma gereği Türkiye’nin birçok ilinde üs kuran TUSLOG, 1956 yı-lında, Türk ordusuyla Amerikan ordusu işbirliği çerçevesinde yü-rütülen istihbarat çalışmalarının bir merkezi olarak Samsun karar-gâhını bugünkü Sahra Sıhhiye’nin bulunduğu yere kurdu.

BALYOZLA PİKNİĞE GİDİYORLARBelirtilen tarihlerde Samsun’da görev yapmış Amerikan Asker-lerin birkaç yıl öncesinden baş-layarak bu güne kadar Facebook sayfasında paylaştıkları resimler Amerikan Askerilerinin istihba-ri çalışmalar dışında başka bazı şeylere de meraklı olduklarını gün

yüzüne çıkartıyor. 1960 yılında Samsun TUSLOG’ta görev yapmış bir Amerikalı askerin Facebook sayfasında, Amerikan radarının konuşlandığı şimdiki Sahra Sıh-hiye okulunun bulunduğu alanda çekmiş olduğu resimler yer alıyor. Resimlerde Karasamsun olarak bilinen bölgedeki AMİSOS Antik Şehrinin kalıntıları, mozaikler, ta-rihi kalıntılar ve balyozla pikniğe giden askerler görülüyor.

EVLERİNDE DE RESİMLEMİŞLERResimlerin bazılarında ise Ame-rikan askerlerinin evlerinde çek-tikleri tarihi eserler yer alıyor. Amerikan askerleri Samsun’da gerçekleştirdikleri balyozlu pik-

Yıllar sonra ise çektikleri

resimleri Facebook sayfalarından paylaşıyorlar.

Page 51: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

51

nikler sırasında ele geçirdikleri tarihi eserleri Amerika’daki ev-lerine götürmüşler..Yıllar sonra ise çektikleri resimleri Facebook sayfalarından paylaşıyorlar.

Samsun’da dolaşan bir söylentiye göre ise askerlerin resimlerinde yer alan bir fotoğraftaki tarihi ya-pının üzerine radar inşaatı çalış-maları sırasında bir kepçe düşmüş ve açılan delikten içeri girerek mü-cevher dolu odayı yağmalamışlar.

AMİSOS uygarlığına ait tarihi eserleri parçalayarak ülkelerine götüren Amerikan Askerleri Face-book sayfasına yaptıkları yorum-larda bu durumu kabul ederken, çevredeki köylülerin de aynı şeyi yaptıklarını söyleyerek kendileri-ni temize çıkarmaya çalışıyorlar..

SADECE TARİH KAÇIRMAMIŞLARSamsun TUSLOG’ta görevli Ame-rikan askerleri sadece tarihi eser-leri yağmalamamışlar. Aynı za-manda Samsun’da çeşitli asayiş olaylarına da karışmışlar. Mesela, 20.11.1957 yılında Samsun’da Şehir Gazinosu’nda Atatürk’ün resmini yırtmışlar.

Samsun sokaklarında içki içen on kadar Amerikan askeri ara sokak-larda nara atarak çevreyi rahatsız etmiş ve yoldan geçen kızlara da sarkıntılık yapmışlar.

Kendilerini önlemeye çalışan ma-halle bekçisini dövmüşler, Olaya müdahale etmek için gelen jan-darmalara da saldırarak bir jan-darma erini ağır yaralamışlar. Bir de iyi haber, Sonunda halk ga-leyana gelerek Amerikalı askerle-rin hepsini bir güzel dövmüş

Page 52: Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

52