68

Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

  • Upload
    others

  • View
    11

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların
Page 2: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

Bir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların Gözlerinden düştük önce. Sıkılan yumruk açılınca anladık, Morarmış tırnaktık şahadet parmağında. Bizi paslı bir kerpetenle söktüler. Düşmek, sökülmek, kesilmek Ne zordu anlatamadım. Anlatamazsın da… Bağıracağın kuyulara saklandın sen, Alnında parlayan korkularla. Uçuruma itilme korkusuyla saklandığımız kuyular, Düşüp kaybolacağımız vadiden daha aydınlık değildi hâlbuki. Soğuk zeminde bir yankı olarak kaldık. Çünkü tükürülmüş kırık bir diştik artık, Filistin askısında “Allah” diyen ağızlardan.

Sonra Fırat düştü. Her şey, her yanıyla bir kez daha düştü. Hüseyin’in dipçiklenen başındaki takkesi, Kurşunlanan Ahmet’in ellerinden kitabı, Acılı ananın dövünürken yazması, Dilini ısıra ısıra ağlayan babanın omzu… En son; gözyaşı düştü toprağa. Hâlbuki kavilleşmiştik ağlamamak için Her şeyiyle tersine olan bir şehrin sokağında. Yani; insanın, tanındığı yerinden vurulduğu bir şehirde, Gözyaşlarımızdan vurulmamak adına. Ses verdi toprak; “üzerime ne döküldüyse

Benden çağlayacak da odur” “Fırat” dedim “Fırat” Kan tükürdü toprak Hakkı alınmamış kanlar adına.

Bizim dağımız, koynundan yırtıldı Yamacımızı delen bu güneş ondan. Zannetmeyin ki dallarımız kırıldı Ağacımızın başını eğdi boran. Çöktü çatı, kaldı kapı Çaldıkça yumruğumuzu kanatan, yüzümüze kapanan. Vefasızlık, şimdi kör bıçak, boynumuza dayalı. Boğazımızda yumrularla tanınmamız bundan. Onların şahitliği ile alacağız hakkı. Dileyerek yağmuru ve bileyerek kelimeleri, Deşeceğiz içimizde asılı ıstırabı.

Ve ayrılır dağ dağın omzundan Sonra bütün omuzlar birleşir bir tabutun altında Ses verdi yine toprak; “Beni yarıp da neyi gömdüyseniz Benden doğacak odur” “Fırat” dedim “Fırat” Cevap verdi toprak; “Gürül gürül akan nehirleri inkâr eder, Dağ başında eriyen karı yok oldu zanneden.”

Ben, toprak ve Fırat. Şimdi bir nehrin serinliğine dokunuyorum. Dağ yamaçlarındaki gözelerden Kurumuş dudaklara değecek suyu getiren bir nehrin serinliğine. Sanki Fırat’ın elinden tutuyorum

Ben, Toprak ve FıratAlperen Gökçe

Tablo: Saniye Canbulat

Page 3: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

Editör’den SevgilerleTuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİGenç Akademisyenler Derneği Adına

Tuba Çitil

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Alperen Arslan

EDİTÖRTuğba Dinç

YAZI KURULUDuygu Doğuş

Nermin Fatma GülcükKağan Tüber

GRAFİK TASARIMAlper Şenadam

SOSYAL MEDYA SORUMLUSUHamit Berat Kaya

ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...

“Sabahtan uğradım ben bir fidanaDedim mahmur musun dedi ki yok yokAk elleri boğum boğum kınalıDedim bayram mıdır dedi ki yok yok”

Nice olaya şahit, nice insana misafir, nice sevdalara yoldaş, birçok umuda yol, her mevsi-me derttaş olmuş bir pencerenin müdavimi yüreği dağlananlar değil midir? Çaresizlikle çırpınan, sağ kaldığına yakınan, nefes aldığından utanıp gözleri uçsuz bucaksız yoldan ayrılmayan bir be-denin bir pencere dibine sığınması, perdeleri ar-dına kadar açmaya cesaret edemeyen bir tutam insanın viran olmuş gönül vatanlarından kopartıl-ması değil mi bu hikâyenin konusu? İnsanlıktan bihaberlerin kol gezdirdiği bu anlatıda kaybede-nin hakkının aranmadığı, filizlenmeye yüz tutan dalların bir bir kırıldığı, hiçbir çocuğun elinden tutulmayıp teker teker karanlığa itildiği, birçok gülümsemenin gözyaşlarına boğulduğu, birçok annenin anneliğinin elinden alındığı, zamanla biriken enkazların çoğalıp ansızın gelen bir fırtı-na ile bağrı yangın hakkı ödenmez Fırat’a doğru olan heyelanın cereyan ettiği zamanların en çetin mevsimindeyiz…

Kara bulutların yerleşip gram aralanmadığı dağların arasında yer alan bu istasyonda her bekleyenin sanırsın ruhu çekilmiş. Her sarılmanın kalbi kederli, her vedanın çığlığı dayanılmaz, gidenin ardından sallanan hiçbir elin takati yok, akıtılan her gözyaşının sahibi gözlerin feri kalma-mış. İmtihanın, mücadelenin âlâsının yaşandığı bu istasyondan kalkan her trenin ve trendekilerin yola dair yegâne müşkülü; vatan…

Müşkülü vatan olan bu güzide yolcuların ema-netçileri biz; Kırktuğ yağız çerilerinin ülküsü ise; dupduru bir semanın eşlik ettiği bayram sabahın-da yürekleri bir Fıratlarımızla Karabağ’ın en zir-vesinde şanlı bayrağımızı dalgalandırmak…

Page 4: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

4

İÇİNDEKİLERDönem Sonu Muhasebesi – Oğuz Atalay ........................................ 6

Yollar Bizim – Tuğba Dinç .............................................................. 7

Dilsiz Uşak Yahut Kör Kadıcılık – Sema Karakurt ............................ 8

Bekleme Şimdi, Bekleme – Binnur Karyağdı .................................. 10

Bir Nefes Uyku – Hamza Agahoğlu .............................................. 11

Dr. Sinan Demirtürk ile Asrın Vahşeti: Hocalı – Nermin Fatma Gülcük & Duygu Doğuş ......................................... 12

Doğu Türkistan – İbrahim Alper .................................................... 19

Telli Turna – Deniz Arıkan ............................................................ 20

Milliyetçilik Nereye Gidiyor – Ömer Furkan Demirci ..................... 22

Çiçek ve Kan – Hilal Gül .............................................................. 34

07 12

10 19

Page 5: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

5

İÇİNDEKİLER37 54

45 57

Mehmet Akif Ersoy – Ahmet Naim Sarı ......................................... 37

Jeton – Saadet İlhan .................................................................... 41

Cesur Yürekli Küçük Kız – Sultan Kılıç ........................................... 44

Türkiye’nin Nükleer Enerji Geçmişi – Hamit Berat Kaya ................ 45

Pusulamız Masallar – Demet Bilgin ............................................... 50

Deniz Mezarlığına Taş Atmak – Ayşenur Akın .............................. 51

Üç Renk – Alper Şenadam ........................................................... 53

Bir Vatanseverin İngiltere İzlenimleri; Nasıl Gittim? – Mahmut Çitil ... 56

Konargöçerler – Sarıkeçililer – Gültekin Kayalar ........................... 62

Eserinle Çok Yaşa – Mehmet Sungur Kılıç ..................................... 67

Page 6: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

6

Rahmetli Arvasi’nin daktilo başında ebedi âleme göç ettiği dakikalarda geçtim bilgisayarın başına. Bu satırları tam da yeni yıla kavuşacağımız dakikalarda yazıyorum. Şu anda dünyada olup da yazı yayımlandığında hayatta olmayacak ne çok insan var. Fonda Mağusa Limanı... Sebebi Aybüke sanı-rım. Şükür, muhasebesini yapacak dakikalar elimizde hâlâ...

Hayatta en çok neden korkarsın diye sorsalar, sanırım “başardım demekten” cevabını verirdim. Çünkü “başardım” demek, filmin sonundaki “the end” yazısı olacak. Bitecek her şey, emekli olayım da kenara çekileyim diye düşünen beyaz yakalının, memurun mutlu sonla biten filmi olacak hayat. Sevenler kavuşacak, kötü adamlar ölecek, çocuklar koşacak sahilde... O kadar mesut olacağız ki, bir sonraki sahne olmayacak, perde kararacak, evli evine köylü köyüne gidecek. Hayat çıkacak aniden karşımıza, kime ne yük yüklediyse, taşı taşıyabilirsen diyecek elbet. Film nerede başlayacak nerede bitecek bilmezken, birisi uyandıracak uykumuzdan. Kâbus muydu, rüya mıydı yoksa hakikatin ta ken-disi mi anlayamayacağız.

Umutları söndürmek, çabaları küçümsemek, ufalmak, ufalamak, küçücük bırakmak değil niyetim. Tam da kitabın ortasından konuşuyorum. 20’li yaşlarımdan bakamıyorum, 30’lu yaşlarımda. Şairin yolun yarısından kastını ancak anlıyorum. Bir başka şairin dediği gibi “anlatamıyorum.”

Büyük büyük hayallerin ellerimiz ile gerçekleşeceğine iman ettiğim günleri henüz geride bıraktım. Benim yapamadığımı çocuklarım yapsın diyen babanın günlerine ise çokça vaktim var daha. Gördüm. Günün ancak 24 saat olduğunu, yılın 365 günden ibaret olduğunu ve 20’li yaşlardan 30’lu yaşlara geçmenin yani bugüne dek yaşadığının 3’te 1’inin göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini... Okulların bir şekilde bittiğini, bir şekilde iş bulunduğunu, bir şekilde yuva kurulduğunu... Bir şekilde sanki hiç ol-mayacakmış zannettiğin şeylerin, mesela saçlarının hatta sakalının fark bile etmeden bembeyaz oldu-ğunu... Kimisinin yaşlandığını, kimisinin öldüğünü.... Çocukların dahi fark etmeden büyüdüğünü... Kim bilir benim de fark etmeden büyüdüğümü kim düşünmüştü, kim yazacak benim de bir gün öldüğümü...

Zulüm abat olmaz. Dünün zulmünün bittiği yerde bugünün mezalimi başlayacak. Başını ezeceksin, yarının ne getireceğini bilmeden. Köleliğin bittiği bir devir var ise, sadece hayatta kalmak için çalıştı-ğın bir başka devir gelecek. Dünyada bozgunculuk yapacak, kan dökecek insan var oldukça, zalim olacak. Gaye tek: zalimlerden olmayacak ve zulüm ile kavga edeceksin. Bir gün Kürşat ölecek, Doğu Türkistan diye yine de ağlayacaksın başka bir gün.

Bir ölecek ama bin dirilecek.

Bir bina... Milyonlarca tuğla... “Başaracağız” diye haykıracağız yıllarca, aslında hiçbirimiz de ba-şardım diyemeden... Ama çok güzel başaracağız, en güzel biz başaracağız. Yılmadan, yıkılmadan... Bir tuğla elimizde, ya bu binaya koyacağız, ya da dikilecek başımıza.

Tuğla mirasımız...

Ölüm hak, miras helal...

DÖNEMSONUmuhasebeSIOğuz Atalay

Page 7: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

Vita kutularına diktiğim kasımpatıları sula-mak için perdeyi araladığımda cama çarpan yağmur tanelerinin aşağı doğru süzülüşünü seyre daldım. Bulutların, havanın haleti ruhi-yesinden bihaber olduğum şu aralar pence-remi tıkıldayan bu zerreler yine benden önce davranıp halimi sormuştu. Bende o böyle ge-lince yüreğimi sonuna kadar açtım. Açmamla içeri giren esinti bedenimi ürpertirken havasız kalan hislerimi ferahlatmış, toz tutmuş duygu-larımın tozunu almış, yıpranmış taraflarımı selamlayıp toprak kokusu taşımıştı. Ben de ko-yuvermiştim bu denli samimi bir hâle. Buğulu gözlerimle çekine çekine fısıldamaya başla-mıştım.

Bir kaçış sonunda kızdığım bu büyük şehre sığınmaya gelmemiş miydim? Düşündüğüm gibi o da gerçek yüzünü göstermişti. Neyin neye, nerenin nereye iyi geldiğini bilmeden çırpınıyordum. Oysaki kanadı kırılmış bir ser-çe idi anlayabilecek olan. Kızdığım, üzüldü-ğüm, sindiremediğim olaylardan kaçarken dayandığım hasretin yenileri eklenmiyor muy-du şimdi? İstikamet bulanık, planım yok, bo-doslama bir gidişat yine kapıda. Bütün can sıkan hâller valizlerde. Yollara alışkın umut-ların yeni yolculuğun telaşına sarıldı, şimdi iş ardıma bakmadan valizlerimi çekip uzaklaş-mak oldu. Bir taraftan da bu seferki tutuna-mayışın sebebi neydi sorgulamaları. Kendimi eliyorum eleğinin üstündekilerden habersiz. Doluya koyacağım bardak benden ırak. İna-nacağım umutlar kayıp.

İnsanız ya bazen hallederiz deyip ertele-diklerimiz gün gelip acı bir şekilde kapıya da-yanırmış. Farkında olmadan yaşanılan şehre yabancılaştırırmış. İşte o vakit insan anlıyor ki acı biriktirmek en büyük sancılardanmış. Maddi tüketimin yanında en zoru da manevi tüketimin zirvelerini yaşadığımız şu devirde kayıtsız kaldığımız her an fazlasıyla yürek dağlayarak dönüt yaparmış.

“Dertlenemem, işim yokmuş gibi…” diye-rek her hâlden uzaklaşmak moda olmuş. Mo-daya uymayan dışlanır olmuş. Demişler ya “

Gül çarşısında herkes başka tükenir şeyhim”. Öyleymiş. Herkes tükendiği yola girmiş lakin dönüş yolundan zerre bilgisi olmadan. Aza kanaat dimağlarda barınmaz, çokluk evlerde şuursuz bir israf olarak boy gösterir olmuş. Bacalarından duman tüten evlerin perdeleri tamamen kapanmış, bacaları tütmez sobalar çürümek üzere bodruma kaldırmış, kapıları-mıza ise kilit vurulmuş. Şehirlerde hele ki gece vakti ışıklar yıldızlara meydan okur, onların önüne geçer olmuş. Dağlar kuş uçmaz kervan geçmez, memleketler dışlanmış mazi olmuş. Rüzgârın hemderdi çıtalılar bir bir kırılmış, ço-cukların gülüşleri solmuş. Kapı duvar boyları artarken pencerelerden sarkan umutlar, ne-şeler yüreklerin en kuytu köşelerine sığınmış. Sonu gelmeyen –mışlar, -mişler dağladı geçti yüreğimizi. Saniyede düşündüğüm şu kadar-cık hal içimde kocaman zirveler oluverdi. Ne denli yabancı iken bu hâllere bir tarafımda “ Bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere…” 1 diyerek diretmekle sevdamı, hasreti-mi bütün beşeri varlıklara karşı.

Elimin tersiyle sildiğim yaşlara ve takip et-tiğim yağmur taneleriyle dertleştikten sonra saksılarımı sulamaktan vazgeçip kucakladı-ğım gibi onları valizlerime yöneldim. İçine zor sığdırdığım dertlerimi dökmek yerine on-ları sevgimle tamamlayıp biraz nadasa bırak-malıydım. Zira kekik kokan dağlarımda ner-gis toplayıp bir oğlak peşinde koşturmak, bir komşu kapısında soluklanmak, pencerelerimi ardına değin açmak, gökyüzünü ve toprağı yoldaş edinmek, gönüllerdeki mesafeyi ka-patmak, gülümsemenin baş tacı olduğu ellere savrulmak gayem. Kimseler bilmeden insan-ların hâllerine hemhâl olmak istiyorum, işte. “ Özel’ in dediği gibi “Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez.” 2 Su misali bil-mese de olur namı diğer insanlar. Desenize yeni bir kaçışının öyküsü başlıyor, olsun, ne de olsa yollar bizim.

1 İsmet Özel2 İsmet Özel

YOLLAR BİZİMTuğba Dinç

Fotoğraf: Emel Beyaz

Page 8: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

8

İnanmak; Bir şeyi doğru olarak benimsemek, birini doğru sözlü olarak bilmek, güvenmek, bir şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmek, seve-cek, güvenecek ve bağlanacak en yüksek varlık olarak bilmek, iman etmek ve son olarak: kanarak aldanmaktır.

Yukarıda verdiğim açıklamalar, inanmak kav-ramının Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığıdır. Kendimizce bir tanım yapacak olursak; görmek inanmaktır, söylemek inanmaktır, okumak inan-maktır, saymak inanmaktır, hissetmek inanmaktır vs.

İnsanoğlu inanmak ihtiyacını metaforlarla, nesnelerle, ideallerle vs. bir kalıba dökebilir. Bu, yaşadığı dönemin teknolojik gelişimi veya içinde bulunduğu toplumun sosyo-kültürel özellikleri ile ilişkilendirilebilir. Postman, bu duruma örnek ola-rak "gözlük"ü gösterir. Gözlüğün 12. yüzyılda bulunmasından sonra insanların sadece görme kusurlarını gidermekle kalmayıp, bu buluşla do-ğanın lütuflarını ya da zamanın tahribatını nihai olarak kabullenmeleri gerekmediği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Gözlüğün bulunması, hem be-denlerimizin hem de zihinlerimizin geliştirilebi-leceği düşüncesini ortaya çıkararak anatominin kader olduğu inancını çürütmüştür,1der. Modern kafaların eski gözlüğü görünüşe/zahire ya da "el" sözüne inanmak iken; yeni gözlüğü ise "el"in 1 Neil POSTMAN, Televizyon Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yay, 2012 İstan-bul, s.23

kendi iddia ettiği gerçekliklerine inanmalarını isteyen/bekleyen sosyal medyaları olsa gerek. Olanın kabul edilmesindense olması hayal edile-nin hüküm sürdüğü serabı, insanların sonsuz mut-luluk kaynağı olmaktadır. Burada esas sorgulan-ması gereken husus, tüm gördüklerimiz veya bize sunulanın "inanma" ihtiyacımızın hangi anlamına karşılık geldiğidir.

"İnanma"dan yola çıkarsak şayet kolektif bi-lincimizi de beraberimizde getirerek toplumun bizdeki yerini veya bizim toplumdaki yerimizi de sorgulamamız gerektiği kanaatindeyim. Tam burada aklıma gelen isim: Meursault... Bilen bilir kendisini derdim ama kendine bile çok yaban-cı bir isim. Kendi hikâyesinde bile ait olduğunu zannettiği dünyasına eğreti durur. Albert Camus, şahsiyetine, özelliklerine, yaşayışına kısacası onu "insan" yapan her şeye dair ne varsa onları gös-termek yerine "yabancı" oluşuna vurgu yapar aynı adlı romanında Meursault'a. Öldürdüğü ki-şiden ziyade toplumla aynı siniri/ sevinci/ hüz-nü -artık altını ne ile dolduramıyorsak o duygu-yu- hissedemediğinden yargılanır kahramanımız. Elhasıl esas suçundan değil, herkes gibi düşünüp hissetmediği için idama mahkum edilir. Sanık sandalyesinde iken kurduğu şu cümle modern(!) gözlüğümüz olan sosyal medyanın ömrümüzden ç/almasına müsaade edişimizin gerekçesidir gözümde: "Sanık sandalyesinde otururken bile insanın kendisinden bahsedilişini işitmesi daima

DİLSİZ UŞAK

YAHUT KOR KADICILIK

Sema Karakurt

Page 9: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

9

ilgi çeken bir şey oluyor.2" Elhasıl vardığımız yer: Görünme ihtiyacı ya da görülme arzusu. Toplum olarak özellikle gençlerimiz adına esas endişelen-memiz gereken nokta: Neden görünme ihtiyacı, kime görülme arzusu.

Zizek'e göre endişe, arzunun nesne-nedeni eksik olduğunda ortaya çıkmaz; endişeyi doğu-ran şey, nesnenin eksikliği değil, nesneye fazla yaklaşmamız ve böylece eksiğin kendisini kay-betmemiz tehlikesidir.3 Nihayetinde sosyal med-yada kültürümüz, mahrem anlayışımız, "biz"den "ben"e geçiş yaptıran bu süreç kimliğimizi kay-betme tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Bu durumun önüne geçmek için kültürümüzün genç kuşaklarca yeniden fark edilmesi gerekmektedir. Nitekim Erol Güngör, kültürü ele alırken şöyle ta-nımlar ve devam eder: Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddi değildir. Bu manevî bütün uygulama halinde maddi form-lara bürünür. Mesela dini inançlar cami, namaz-daki beden hareketleri, dini kıyafet vs. şeklinde görünür. Bu dış görünüşlerin arkasındaki inançları bilmeyen bir kimse namaz kılan bir insanın jim-nastik yaptığını sanabilir.4 Buradan yola çıkarsak teknolojiyi ötelemeden endişelendiğimiz durumun

2 Albert CAMUS, Yabancı, Can Yayınları, 2014 İstanbul, s.903 Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak, Metis Yayınevi, 2010 İstan-bul, s.214 Erol GÜNGÖR, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötü-ken Yayınevi, 2003 İstanbul, s.15

teknolojinin kullanımı olmayıp aslında "biz" oldu-ğumuz, bizleri millet yapan unsurların fark edilme-den veya fark edilerek kaybedilmesi gerçeğidir.

Ian Dallas'ın, Gariplerin Kitabı'nda roman kah-ramanı memur, kütüphaneden güvenlik önlemleri alınmadan hiçbir kitabın verilmediğini fark ettiğin-de durumu şöyle açıklar: Kitap okuma durumuna bir kez geçilecek olursa artık o kimsenin hazırlık malzemesi üzerinde denetim sağlamak mümkün değildi. Daha da vahim bir sorun çıkarabilirdi, çünkü bu insanın hangi kalıplara uyarak öğren-diği artık ölçülemezdi. Ancak evcilleştirilmiş so-nuçlar elde edilebildiği takdirde böyle bir birimin faydalarını görmek de çok kolaydı.5 Kütüphane memurunun bu tespiti bize sunulan veya edindi-ğimiz gözlüklerin insanı nasıl bir kontrol altına aldığının, okuyorum zannıyla okunan kitapların(!) edilgen ve kendine sunulanla yetinen, sorgulama-yan tek bir prototip haline getirebileceğinin de keskin bir ifadesidir.

Bahsettiğimiz durumda önümüzde yolları-mız var elbet: "Beni bir ses sahibi kıl kefarete hazırım"/ taşın altındaki benim de elimdir veya "Vandal yürek görün ki alkışlanasın" veya ...... (h/er kişi kendisi tamamlayabilir)

5 Ian DALLAS, Gariplerin Kitabı, Yeryüzü Yayınları, 1980 İstanbul, s.17

Page 10: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

10

ESERİNLE ÇOK YAŞA Evet, yaşam süremizi be-lirlemek maalesef elimizde değil! Ancak yaşadığımız ülkede hatta dünyada bile unutulmayan bir birey ol-mak elimizdedir.Bu özlü söze çok fazla örnek vere bilirim me-sela: Ömer Seyfettin, Cahit Sıtkı Tarancı, Fırat Yılmaz Çakıroğlu, Barış Manço, Cahit Zarifoğ-lu, Orhan Veli Kanık, Atilla ilhan ve Atatürk gibi kişiler fazla yaşa-mamasına rağmen isim-leri hala unutulmamıştır. Ömer Seyfettin’in birçok eseri vardır: Kaşağı, Perili Köşk, Diyet, Forsa… Mesela Cahit Sıtkı Tarancı: Otuz Beş Yaş, Desem Ki, Abbas, Anne ne yaptın ?, Ben Ölecek Adam Değilim… Barış Manço Nane Li-mon Kabuğu, Domates Biber Patlıcan, Arkada-

şım Eşek… Fırat Yılmaz Çakıroğlu bizim için önemli bir kişi kendisine karşıt görüşlü taraflar tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Ama ül-küsü uğruna feda ettiği geleceğiyle her zaman aklımızda olacaktır. Atatürk’ünki ise Türkiye Cumhuriyetidir ve Unu-tulmaz! Bunun gibi birçok ör-neği göz önüne alırsak yılların çokluğunun değil değerinin bilinip ken-dimize ve milletimize faydalı olacak şekilde değerlendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu görmüş oluruz. Yaşamı-mızın uzunluğunu belir-leyemeyiz fakat adımı-zın yaptığımız faydalı şeylerle uzun yıllar yaşa-masını kendimiz belirle-riz.

(Anneme ithafen…)

Anne ördek yavrularıylaAma sen yalnız kaldınKıskanıp onun bahtınıHüzünle uğurladın

Nerede senin çocukların?Aslan gibi cesur oğullarınDaima ümitle bekliyorsunDönerler diye giden yolları.

Geçen yıl koyduğun elma pestillerinCevizler biriktirip kurutupOnlara diye daima saklıyor musun?Hüzünle bekleyip, muhtaç olup

Düşlerinde daima onlar ileGündüz mektuplarını okuyupDidiklediğin kâğıt yüzlerininHer bir sözünü ezberledin

Yaz gelir çiçek kokusu sararSığırcıklar geri gelirTazelenir o zaman yüreğindekiAra vermeyen kaygılar

Uçar arılar, kelebeklerBirbirleriyle buluşup oynarlarÇiçeklere gömülüp dursalar da Sevindirmez seni dere yatağıDeprem ateşi, belki

Karlar ile eriyip kaybolurDünya susar kalırYüreklerde kavuşma hissi yeniden canlanır

Üçünden biri dönmez mi diyeBeklersin daima onlarıÇalan her kapıda kucaklamayaHazırlanıp sevdiğin evladını

Bekleme şimdi, bekleme ulu ihtiyarToprağın bağrında yatıyor oğullarınÇiçeklere ver, memlekete olanSevgili, temiz düşünceleri

Көтмә инде, көтмә... (Әнигә багышлыйм) Ана үрдәк бәбкәләре белән, Ә син ялгыз үзең барасың, Син көнләшеп аның бәхетеннән, Моңсу гына озатып каласың. Кайда китте синең балаларың? Арыслан күк батыр улларың? Өмет белән һаман күзәтәсең, Кайтырлар, дип, киткән юлларын. Былтыр койган алма какларын син, Чикләвекләр җыеп киптереп, — Аларга! — дип, һаман саклыйсыңмы Сагыш белән көтеп, тилмереп. Төшләреңдә һаман алар белән, Көндезләрен укып хатларын, Теткәләнгән кәгазь битләренең Һәрбер сүзен инде ятладың. Язлар килер чәчәк исе бөркеп, Сыерчыклар кире кайтырлар, Яңарырлар шунда йөрәгеңдәге Бертуктаусыз янган кайгылар. W Бал кортлары очар, күбәләкләр Берсен-берсе куышып уйнарлар, Чәчәкләргә күмелеп торсалар да, Куандырмас сине тугайлар. Җир тетрәгән давыл уты, бәлки, Карлар белән эреп югалыр, Дөнья тынып калыр. Йөрәкләрдә Кавышу хисе кабат кузгалыр. Өчесенең берсе кайтмасмы дип, Син көтәрсең һаман аларны, Ишек каккан саен кочакларга Хәзерләнеп сөйгән балаңны. Көтмә инде, көтмә, изге карчык, Җир куенында ята улларың, Чәчәкләргә биреп, илгә булган Мәхәббәтле керсез уйларын

ŞİİR: GABDULLA ALİŞAKTARAN: BİNNUR KARYAĞDI

Bekleme Şimdi, Bekleme

Fotoğraf: Emel Beyaz

Page 11: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

11

Yorulacak mısınız?

Bir gün sadece hiçbir şey yapmamak için Kızılay’a gidin. Güvenpark kenarında yola en yakın ban-kı kendinize ayırın ve oturun. Gözlerinizi kapatın. Tam anlamıyla hiçbir şey yapmayın.

Etrafta motor gürültüsü, ayak patırtısı, kahkahalar, korna sesleri… Şoförler araçlarını üzerinize sürecek, kahkahalarını size yöneltecek insanlar, fısıltılar sanki sizin hakkınızda olacak ve hatta güver-cinlerin kanatları bile neredeyse kafanıza çarpacak.

Gözlerinizi açmak zorunda kalacaksınız. Tedirgin olacaksınız. Ankara’nın göbeğinde, kalabalığın içinde, gündüz saati ve her üç kişiden birinin polis olduğunu bilmek bile sizi güvende hissettirmeye yetmeyecek.

Henüz ortaokuldaydım. Köylerde tarla sulama saatlerinin olduğu ve bizim köyümüzde henüz tele-fonun çekmediği yıllar. Anlatmaya başlasam dünyanın bir harikası daha varmış da sizin haberiniz yokmuş gibi gelebilir ve ayrı hikâye malzemesi olur tarla sulama serüvenleri. Fakat konunun özünden kopmamak lazım!

Tarlanın kenarında oturuyorum. Altımda eski bir yer bezi serili. Etrafta bizim el fenerimiz dahi yanan hiçbir ışık yok. Sadece gökyüzünde yıldızlar. Mekanik bir ses yok. İnsan sesi bile yok. Sadece birkaç börtü böcek sesi!

Bir cerrahi atasözünün dediği gibi yatabiliyorsam oturmadım.

Gökyüzünü seyrederken gözlerimi kapattım.

Uyudum.

Hala tadı damağımda kalan bir uykuya teslim oldum.

Sonra bir kitap okudum*. Gözlerimi kapatıp nefesimi takip ettim. Nefes aldım, nefes verdim. Nefes aldım ve nefes verdim. Bilerek ve isteyerek nefes aldım ve nefes verdim. Beyin sapımın fonksiyonunu beynimin temel vazifesi haline getirdim.

Sonra…

Kafamdaki korna sesleri, kahkahalar, motor gürültüsü, telefona mesaj geldi hissi ve güvercinlerin kanat çırpışları ile zihnim nefesimin kontrolünü kaybetti. Sinaps iletimi olağan akışına döndü.

Ve hikâye şimdilik bitti.

*Hermann Hesse, Siddharta (Can Yayınları, 2016)

BIR NEFES UYKUHamza Agahoğlu

Page 12: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

12

HocalıTürk toprağı olan Karabağ’ın, Ermeniler

tarafından işgal edilişini kısaca anlatabilir misiniz?

Dr. Sinan Demirtürk: Karabağ, tarihi bir Türk yurdu olarak Kafkasya içerisinde ortaya çıkmış, tecessüm etmiş olan bir coğrafya. Aslın-da bugünkü uluslararası ilişkiler literatüründe Dağlık Karabağ olarak tarif etmiş olduğumuz bu coğrafya tarihi Azerbaycan Türk yurdunun bir parçası. Tarihte Revan Hanlığı olarak tarif etmiş olduğumuz Gence ve Şeki Hanlıklarının da bulunmuş olduğu 16. ve 17. Yüzyıllardaki Azerbaycan Hanlıkları devrinin büyük ölçüde Türkler ve Müslümanlarla yoğun nüfusun bu-lunduğu, yoğun nüfusun meskûn olmuş oldu-ğu bir coğrafya olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan Kafkasya’da Türklerin yaşayışları ve Türklerin varlığıyla ilgili birtakım tarih tez-leri ve tarih teorileri var. Bunların ilki aslında burada yaşayan Türklerin, Oğuz ve Türkmen koluna mensup olmak kaydıyla Anadolu’daki ve Mezopotamya’daki Türk göçleri esnasın-

da Kafkasya’da tutunmuş olan, Kafkasya’da kalmış olan, 10. ve 11. yüzyıllarda tarihteki varlığına şahit olduğumuz Oğuz Yabgu Dev-leti’nin Kafkasya’daki, bugünkü Azerbaycan yurdundaki, ana unsuru olan etnik topluluğun adıdır Türkler. Aslında bu çerçeve içerisinde bugünkü Karabağ coğrafyası ya da Karabağ dediğimiz kesit, büyük ölçüde tarihi Azerbay-can yurdu olarak tarif edebileceğimiz, bütün Kafkasya’daki, Kuzey Kafkasya’daki Türk yerleşiminin ana noktalarından birini oluştu-ruyor. Yani Türk yerleşiminin aslında merkezi yerleşim alanından bir tanesini oluşturuyor. Tabi 20. yüzyılın başından itibaren bir “Doğu Sorunu” zuhur etmiştir ya da “Şark Meselesi” meydana gelmiştir. Bu şark meselesinin Avru-pa’daki büyük devletlerle ilgili bir boyutu ol-duğu gibi doğu sorununun aslında Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu ilişkilerinde önemli bir boyutu olduğunu bilmekteyiz. Bu doğu soru-nu kapsamında da Rusya’yla, Rus Çarlığıyla, Osmanlı İmparatorluğu arasında uzun süren

HocalıNermin Fatma Gülcük - Duygu Doğuş

Page 13: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

13

bir mücadele bulunmaktaydı. Bildiğiniz gibi Rusya’nın Baltık’ta, Karadeniz’de, Kafkas-ya’da, Kırım coğrafyasında ve Türkistan’da, Türk illerinde, bir yayılma politikası bulunmak-taydı ki bunun ana noktası ana sebebi birinci itibariyle Hint Okyanusunun, Hint alt kıtasını kontrol edebilecek olan bir keskin Kafkasya ve Türkistan hâkimiyetini öngörmekteydi. Di-ğer nokta yine Slavların birliğini temin ve tesis noktasında Balkanlar’da Rusya’nın bir siyasi nüfus, bir jeopolitik üstünlük elde etme irade-si ve balkanları kontrol altına alma isteğidir. Karadeniz ile İstanbul ve Çanakkale Boğazla-rını, Türk boğazlarını kontrol altına almak, bir Akdeniz gücü olmak ve yine tarihçilerin tarihi metinlerin içerisinde sıcak denizler diye tarif edilen, bu biraz tartışmaya açık bir konu ol-makla birlikte, Ege’de ve Akdeniz’de Kızılde-niz üzerinde kısmi bir hegemonya sağlamak, bir deniz üstünlüğü temin etmek, bir kara jeo-politik güç üstünlüğü temin etmek idealidir. Bu çerçeve içerisinde Türk Rus münasebetlerinin 19. Yüzyıl içerisindeki hedef noktalarından birisini bugünkü Kuzey Kafkasya meydana getirmiştir. Çünkü burada bulunan Türk top-lulukları ile burada bulunan Türk Hanlıkları ile Çarlık Rusya’nın askeri mücadelesi, siya-si nüfus mücadelesi büyük ölçüde Osmanlı Devleti’ni de yakından ilgilendirmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti bu toprakların tamamını ken-disi kontrol altında bulundurmuyor olsa bile burada Türk ve İslam soylu kardeş hanlıklar, kardeş topluluklar bulunmaktaydı. Aslında bu-rası Osmanlı İmparatorluğu için bir nüfuz ala-nıydı. Osmanlı İmparatorluğu için etki alanı olarak tarif edebileceğimiz bir coğrafi yakın-lığı temsil ediyordu. Bu bakımdan Rusya aslın-da Kafkasya’daki ilerleyişini hızlandırmıştır. Özellikle 16. yüzyılın başında Kazan Hanlığı-nın, Kazan şehrinin işgal edilmesi, daha son-ra Astrahan Hanlığının ve Astrahan şehrinin Ruslar tarafından kontrol edilmeye başlama-sı, Rusya’nın adım adım Kırım’a ve Karade-niz’e doğru esnemesini, yayılmasını ardından da Kafkasya hâkimiyetini adım adım planlı olarak gerçekleştirmesini temin edecektir ki Kuzey Kafkasya açısında bugünkü Karabağ toprakları 19. yüzyılın son çeyreğinde Rus-lar tarafından büyük ölçüde kontrol edilmeye başlanmıştır. Burada önemli bir tarih olarak ve önemli bir anlaşma olarak 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması'nı görmekteyiz. Bu Rusya’nın Kafkasya’daki ilerleyişini Rusya’nın

Kafkasya’yla birlikte Azerbaycan yurdunu ve İran’ı kontrol etmesiyle ilgili önemli antlaşma-lardan ve önemli ittifaklardan bir tanesidir ki 1828’den itibaren artık Rusya’nın burada çok etkili bir şekilde askeri gücünü meydana getirdiğini ve siyasi etkisini görürüz. Burada Azerbaycan hanlıklarına yönelik olarak Rus ilerleyişi Karabağ topraklarında da Rus işga-lini kolaylaştıracak ve 19. yüzyılın sonunda artık Rusya büyük ölçüde Kuzey Kafkasya’nın hâkim gücü olacaktır. Buradaki hâkim siyaset unsuru ve burayı tamamen kontrol etmiş olan bir askeri varlık meydana getirecektir ve adım adım 19. yüzyılın son anından itibaren Kara-bağ bölgesinde, Dağlık Karabağ bölgesinde Türk nüfusun oranının azalmaya başladığını görüyoruz. Çünkü Rus işgaliyle birlikte bölge-de Ermeni nüfusunun sayısı Ruslar tarafından arttırılmaya başlanmıştı. Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor Rusya’nın Kafkasya politikası açısından, Rusya’nın Ön-Asya’daki siyaseti bakımından Ermeniler her zaman et-kili bir unsur olmuştur. Ruslar tarafından, Rus politikası içerisinde aslında kullanıldıklarını bildiğimiz bir topluluk, bir etnik unsur halin-de bulunmuşlardır. Aslında Rusya, Karabağ bölgesinin işgaliyle birlikte bölgede bir Erme-nistan inşasını, Ermeni nüfusunu burada sayı olarak arttırmayı planlamak suretiyle aslında Karabağ toprağını ve Azerbaycan yurdunu Türksüzleştirmek ve Azerbaycan yurdunu İs-lam ahalisinden, Müslüman topluluklardan arındırmak politikasını 19. Yüzyılın ikinci yarı-sından itibaren hayata geçirmiş, hızlıca tatbik etmeye başlamıştır. Daha sonra üzerinde du-racağımız 20. Yüzyılın bu son noktasındaki, 1992’de cereyan etmiş olan Hocalı Soykırımı aslında 20. Yüzyılın sonundan biraz önce işa-ret ettiğimiz üzerinde durmuş olduğumuz Rus-ya’nın Kuzey Kafkasya’daki varlığının ikinci adımıdır. Yani burada Karabağ meselesinin ya da Karabağ meselesinin bir katliamla, bir soykırımla neticelenmiş olduğu soykırımın Ho-calı halkasının aslında bu 1828’de Türkmen-çay Antlaşması’ndan sonra Rusya’nın Kafkas-ya’daki varlığını şekillendirdiği ve geliştirmiş olduğu bir sürecin sonucu olarak görebiliriz. Yani burada bölgedeki Kafkasya’daki Türk-lere yönelik olarak üç önemli aşama görü-lebilir. Bunlardan bir tanesi, tekraren söylü-yorum, 1828’deki Türkmençay Antlaşması ile başlayan süreçten itibaren Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar devam eden dönemde-

Page 14: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

14

ki, bölgedeki Rus ve Ermeni işgalinin Türkler ve Müslümanlar üzerinden uygulamış olduğu sistematik katliamlar ve soykırım politikasıdır. Burada üç dönem bilinmektedir. Çarlık Rusya dönemindeki zikretmiş olduğumuz 1828 ve 1918 yılları arasında Kafkasya’nın tüm böl-gelerinde Rus Çarlık kuvvetleri ve Ermeniler tarafından Azerbaycan Türkleri ve bölgede-ki Kafkasya halkları, Müslüman topluluklar büyük bir soykırıma maruz bırakılmışlardır. İkinci aşama 1948 yılı sonrasında yani İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yine burada SSCB’ye bağlı bir Ermeni devletinin inşasıyla birlikte 1945 ve 1948 yılları arasında yine Rusya eliyle, Rusya marifetiyle Ermenistan kuvvet-lerinin burada yine Azerbaycan Türklerine, Müslümanlara yönelik olan ikinci bir soykırım halkasını, ikinci bir soykırım dalgasını gör-mekteyiz. Yine 19. yüzyılın sonunda olduğu gibi bu 1940’lı yılların ortasında da Kafkas-ya’nın Türksüzleştirilmesi hedeflenecektir.

Karabağ’ın işgali sadece bir işgal olma-mış, kıyımlara ve soykırıma sebep olmuştur. Karabağ işgalinin bu denli kanlı ve vahşice olmasının sebebi nedir?

Dr. Sinan Demirtürk: Evet, burada Rus-ya’nın bölge hâkimiyetinin etkisi var. Ve Rus-ya bölgeye hâkim olurken kendisi dışındaki topluluklar ya da kendi imparatorluk hedefle-rine biat etmeyen, bağlı olmayan topluluklara karşı şiddet uygulamayı esas kabul etmiştir. Bir imparatorluk stratejisi olarak, bir siyasi yayılma politikası olarak… Burada kendi dı-şındaki topluluklara karşı sert tedbirler uygu-lamak, onları göçe zorlamak, onların toprak-larını, evlerini ellerinden almak ya da onlara karşı sert askeri güç unsularını kullanmak sure-tiyle bu Türk ve Müslüman ahalinin ya da Rus olmayan diğer toplulukların coğrafyalarından söküp atılması ve onların korkutularak başka alanlara doğru zorunlu olarak göç ettirilmesi politikası Rusya’nın çarlık dönemindeki impa-ratorluk siyasetlerinden birini oluşturmaktadır. Bu imparatorluk siyasetinin 1917’deki Bol-şevik Devrimi’nden sonra da özellikle Stalin iktidarı ile başlayan 1924 ve 1950’li yıllara kadar devam eden dönemde de bir emperyal gelenek olarak sürdüğünü, Rusların kendileri dışındaki toplulukların büyük çoğunluğunu ya yer değiştirerek ya da sistematik katliamlarla ürküterek önemli ölçüde Kafkasya’da, Kırım coğrafyasında Balkanlar’da, etki alanlarında-

ki Türkistan’da da nüfus unsurunu büyük ölçü-de parçalamayı başarmışlardır. Bu işgal ettik-leri coğrafyaların Ruslaştırılması, burada Rus nüfusun arttırılması ya da kendilerine müzahir olan Ermeni toplulukları gibi unsurların bazı alanlara yerleştirilmesi politikasını sistematik olarak yürütmüştür. O bakımdan Çarlık Rus-ya’nın kendisine hedef olarak görmüş olduğu topluluklara karşı çok sert tedbirler uygula-yan bir devlet olduğunu, bu geleneğin Çarlık Rusya’sından SSCB’ye de intikal ettiğini gör-mekteyiz. 1943 ve 1945 yılları büyük ölçüde Stalin'li Rusya’nın aslında Türk topluluklarına ve İslam topluluklarına karşı Kafkasya ve Kı-rım’da çok köklü bir göç politikasını yürürlüğe koymuş olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Kırım Türkleri başta olmak üzere Tatar toplulukları, Nogaylar, Kumuklar, Karaçaylar Balkarlar, Volga Almanları, Ukraynalılar gibi aslında etnik olarak Rus olmayan ve Rusya’nın karşısında bulunan etnik toplulukların büyük ölçüde bu yıllar içerisinde yerlerinin değiştiril-diğini, SSCB’nin siyasi sınırları içerisinde çok uzak coğrafyalara sürgüne gönderildiklerini görmekteyiz. Bu durum yüzyılın hatta tarihin görmüş olduğu en önemli, zorlu ve zorunlu göç hareketleri olarak karşımıza çıkar. Hem çarlık hem de Sovyet geleneğinin aslında si-lahlı ermeni terör örgütlerinin de takip ettiğini, bundan etkilendiğini görmekteyiz. Bildiğiniz gibi modern Ermeni milliyetçiliğinin görmüş olduğu iki önemli siyasi unsur, iki önemli te-rör grubu vardır. Bunlardan bir tanesi Hınçak Partisi diğeri de Taşnak Sütyun Partisi’dir ve bunlara bağlı pek çok komite, pek çok silahlı terör örgütü ve terör unsuru 1900’lü yılların başından itibaren Anadolu’da, Kafkasya’da, İran içişlerinde ve Türkistan’da, Rus İmpara-torluğunun kontrolü altındaki coğrafyalarda Türklere ve Müslümanlara karşı sistematik bir katliam uygulamışlardır. Burada Ermeni terör örgütlerinin, Ermenistan’a bağlı silahlı terör unsurlarının aslında korkutma, yıldırma ve insanları topraklarından zorla göç ettirme siyasetlerini uyguladıklarını görüyoruz. Bu te-rör politikası, yıldırma ve korkutma politikası olarak da isimlendirilebilmektedir ki 26 Şubat 1992’de Dağlık Karabağ toprakları içerisin-deki Hocalı Kasabası’nda ve Dağlık Kara-bağ’da yaşanmış olan olayların temelinde de bu Ermeni vahşetini, bu Ermeni vandallığını ve Ermenilerin hedeflerine ulaşmak için terö-rü bir temel politika olarak kullanmalarının

Page 15: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

15

yattığını görmekteyiz. Burada bir daha tekrar edecek olursak Ermeniler ne istiyor? Ermeniler toprak talep ediyor. Nerede? Kafkasya’da, Karabağ’da Anadolu’da toprak talep ediyor-lar. Yani Türklerin yaşamış olduğu coğrafya-larda kendilerine müstakil bir Büyük Ermenis-tan inşasını arzu ediyorlar. İşte bu tanınma talepleri için, dünden bugüne, tarih boyunca terör faaliyetlerini yürürlükte tutuyorlar. İşte o yüzden Hocalı ‘da yaşanmış olan büyük soy-kırımın şiddeti, Hocalı ‘da yaşanmış olan bü-yük soykırımın kadınları, çocukları, yaşlıları, bebekleri yani silahsız unsurları hedef alan ta-rafı büyük ölçüde Ermenistan ve Ermeni terör örgütlerinin Müslümanları korkutma ve yıldır-ma politikasının bir ürünüdür.

Hocalı vahşetini soykırım olarak adlandır-mamızın sebepleri nelerdir? Soykırımın tam olarak tanımı nedir?

Dr. Sinan Demirtürk: Soykırım, bir etnik topluluğa karşı, bir dil, bir din unsuruna kar-şı veyahut da bir mezhebi ya da dini kabul etmiş olan topluluğa karşı sadece bir dile bir dine bir mezhebe mensup olduğu için siste-matik olarak zorla kültürel ve siyasi olarak baskı uygulanması ya da insan haklarının ih-lali yoluyla bir soykırımın tatbiki anlamına ge-liyor. Soykırım kavramından anlayacağımız şey, siz Türk olduğunuz için ya da siz Fransız olduğunuz için etnik tabiiyetinizden dolayı sistematik olarak öldürülüyorsanız, sistematik olarak bir kültürel baskıya ya da zorunlu göç politikasına maruz bırakılıyorsanız burada bir soykırım var demektir. Soya dayalı bir yok etme politikasının varlığını görmekteyiz. Tabi 1948’den önce yani bu uluslararası suçları insanlığa karşı işlenmiş olan faaliyetleri ifade eden soykırım sözleşmesinden önce aslında dünyada böyle bir kavramın olmadığını mil-letlerarası hukuk bakımından, milletlerarası hukukun kabul etmiş olduğu soykırım tarifinin bu 1948 yılındaki sözleşmelerle başlamış ol-duğunu kabul edecek olursak, 1948’deki in-sanlığa karşı işlenmiş olan suçlar ve soykırım sözleşmesinde ne tarif edilmiştir? Bir toplulu-ğun, bir mütecanis coğrafyada, yani sınırları belirli olan, yaşamasından dolayı bir dine, bir mezhebe mensup olmasından dolayı sistema-tik olarak işkenceye tabii tutulması sistematik olarak katledilmesi, öldürülmesi ya da toprak-larından zorunlu olarak göçe tabi tutulması, kültürlerini dillerini inançlarını yaşamalarına

mani olabilecek faaliyetlerin icraya konulmuş olmasına büyük ölçüde soykırım denilmekte-dir. Bildiğiniz gibi 1992’de cereyan etmiş olan Dağlık Karabağ Bölgesindeki hadiseler ermeni milislerinin Ermenistan kuvvetlerinin ve SSCB’ye bağlı Rus askerlerinin bu soykırım tarifini 1948’deki Cenevre Sözleşmesine uy-gun olarak tatbik ettiğini bize göstermektedir. Azerbaycan Türklerine yönelik Hocalı kasa-bası civarında, ayrıca Dağlık Karabağ bölge-sinin farklı bölgelerinde ve reyonlarında çok kanlı ve kabul edilemeyecek olan bir soykırım faaliyeti yürütülmüştür. Burada insan hakları sözleşmesi, milletlerarası hukuk ve Birleşmiş Milletler ‘in kabul ettiği bir takım insani kri-terler ve endekslere göre 26 Şubat 1992’de cereyan etmiş olan Hocalı’daki vakanın tam olarak bir soykırım olduğunu, soykırım tarifi-nin içerisine girdiğini yani 1948’deki bu söz-leşmelerle başlayan miladın içerisine rahatlık-la oturtulabileceğini ifade edebiliriz.

Hocalı Soykırımı ile alakalı Türkiye Cumhuri-yeti Devleti olarak elbette ki Azerbaycan’ın ya-nında yer alıyoruz ancak bu konuyla ilgili çalış-malar ulusal ve uluslararası alanda ne düzeyde?

Dr. Sinan Demirtürk: Uluslararası ve ulu-sal arenada Karabağ Sorununun çözümünü hedefleyen Minsk Grubu adı verilen bir or-ganizasyon 1990’lı yılların ortasından iti-baren Azerbaycan ve Ermenistan arasında Rusya'nın da dâhil olduğu, zaman zaman Avrupa Birliği'nin de başat güçlerinin de içe-risinde yer almış olduğu bir barış güçlerini yö-neten Minsk Grubu vardır. Bu grubun Dağlık Karabağ Sorununun çözümünde Azerbaycan ve Ermenistan tarafından da sık sık bir ara-ya getirildiğini görmekteyiz. Bu çerçevede Hocalı Katliamının ya da Dağlık Karabağ Sorununun birbirinden ayrılamayacağını göz önünde bulundurduğumuz zaman Minsk Gru-bu'nun çalışmalarının 1994’lü yıllardan itiba-ren büyük ölçüde başarıya ulaşamadığını ya da kalıcı barışı sağlamadığını görmekteyiz. Bildiğiniz gibi hem Uluslararası Adalet Divanı hem Birleşmiş Milletler ‘in İnsan Hakları ile il-gili pek çok komitesi ve unsuru, BM Güvenlik Konseyi bugün Dağlık Karabağ Bölgesi’nde Ermenistan’a karşı yürütmüş olduğu işgali meşru görmemektedir. Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne Ermenistan'ın saldırdığını kabul etmektedir. Bu çerçevede bu sorun uluslarara-sı alanda meşru kabul edilmemektedir.

Page 16: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

16

Azerbaycan Devleti'nin 1991’deki bağım-sızlık sürecinin hemen ardından bu konuyu birçok yoldan gündeme getirdiğini söyleye-biliriz. Ama bunlar istendiği ölçüde değildir. Özellikle uluslararası mahkemelerde, Ulusla-rarası Adalet Divanı'nda ve uluslararası hu-kuku harekete geçirecek platformlarda gere-ken hukuki davaları açmadığını, bu soykırım meselesini takip edebilecek olan platformları harekete geçirmediğini görmekteyiz. Soy-kırıma maruz kalmış olan ve toprakları iş-gal edilmiş olan ülke olarak Azerbaycan'ın başvurmuş olması söz konusudur. Yoksa ne Türkiye bu davada taraftır ne de 3.bir dev-let olarak dava açması söz konusudur. Ama Azerbaycan makamları tarafından çok etkili sonuçlar alınabilecek köklü bir sürecin bugün uluslararası arenada başlamamış olması çok ilginçtir. Türkiye meseleyi büyük bir katliam olarak tarif eden bildirge yayınlamıştır. Birçok üniversite senatosu da bu soykırımın varlığı-na ilişkin kararlar çıkardığı gibi birçok il ve belediye yerel meclislerinde soykırımı tanıyan kararlar ve bildirgeler yayınlanmıştır. Aynı zamanda Azerbaycanlıların yaşamış olduğu dünyanın değişik yerlerindeki diasporanın da faaliyetler yürüttüğünü ve Türkiye Azerbaycan diasporalarının yani dışarıda yaşayan toplu-luklarının ortak faaliyetleri ile Hocalı Katliamı meselesinin tanıtılması ve anlatılması ile ilgili pek çok faaliyetin yürütüldüğü bilinmektedir. Ancak bir şeyin altını çizmek gerekir ki bu hu-sus Dağlık Karabağ'daki işgal, Dağlık Kara-bağ'daki özellikle Hocalı Soykırımı ve sonra-sında 1 milyona yakın Azerbaycanlı göçkünü yani mülteci olarak ifade edebileceğimiz soy-daşımızın bugün Karadağ toprakları dışında yaşamak zorunda kalması, Kafkasya'nın belli bölgelerinde ve özellikle Azerbaycan sınırları içerisinde zor koşullarda yaşamak mecburi-yeti içerisinde kalması istendiği kadar anlatı-lamamıştır. Sinemaya konu olmamış, dizilere konu olmamış istendiği ölçüde romanlara, edebî eserlere konu olmamıştır. Bu konu ile il-gili sosyal medya harekete geçirilecek, dünya kamuoyunun örgütlerini harekete geçirecek kampanyaların 1992’den bu yana hakkıyla yapılamadığını görmekteyiz.

Türkiye'de ise üniversiteler, öğrenci toplu-lukları, bazı belediyeler özellikle Türk Dün-yası ile ilgili hassasiyetleri olan sivil toplum kuruluşlarının 2000’li yılların ortasından iti-

baren Hocalı Soykırımı'nı Türkiye gündemin-de tutabilecek etkinliklerine rastlamaktayız ki bunlar da Türk kamuoyunu harekete geçirmek için yetersiz faaliyetlerdir. Bugün Türk medya-sında Dağlık Karabağ ile ilgili bir tarih şuuru bulunmamaktadır. Dağlık Karabağ sorunu ve buna bağlı olarak meydana gelmiş Hocalı Soykırımı ile ilgili olarak Türk medyası, siya-set dünyası ve akademi dünyası duyarlığa, derin bir tarih bilgisine ve uluslararası ilişki-ler bilgisine sahip olmaktan yoksundur. Hâlâ bu mesele topyekûn Türkiye’nin sahiplenmiş olduğu bir mesele haline getirilememiştir. Mevcut yapılan çalışmaların ise samimi fakat eksik ve uluslararası alanı harekete geçirecek çalışmalar olmadığını şahsî kanaatim olarak söyleyebilirim.

Başbuğ Alparslan Türkeş'in Karabağ'a gönderdiği ve tamamı gönüllülerden oluşan “Rüzgâr Birliği” hakkında bilgi alabilir miyiz?

Dr. Sinan Demirtürk: 1990’lı yılların or-tasında yani Hocalı'da bir soykırımın cere-yan etmesinden hemen önce Dağlık Karabağ Bölgesi’ndeki sınır çatışmaları noktasında yeni kurulmuş Azerbaycan ordusuna katkı sağlayacak olan gönüllü bir birliğin Türkiye tarafından organize edilmesi ve Başbuğ'un organizasyonunda Azerbaycan'a yollandığı bilinmektedir. Bu konuyla ilgili bir resmî kayıt bulunmamakta ama bu Rüzgâr Birliği içinde yer almış, Azerbaycan ordusunda savaşmış pek çok Türk milliyetçisinin hatıratlarından edindiğimiz bilgi çerçevesinde 1990’lı yıl-ların başından 1993 ortasına kadar devam eden Azerbaycan Ermenistan ihtilafında Dağ-lık Karabağ'da devam eden çatışma ve harp sırasında faaliyet göstermiş birlikler şeklinde Türkiye’den birçok gönüllünün (ülkücü ha-rekete mensup) burada harp ettiğini bilmek-teyiz. Bunlar Azerbaycan ordusu için moral olmuştur. Kardeşlerimizin motivasyonunu art-tırmışlardır. Bu dönemin şahitleri olarak Azer-baycan Halk Cephesi Partisi olarak faaliyet gösteren 1990’lı yılların başında Azerbay-can Cumhurbaşkanı olan merhum Ebulfez El-çibey'in bugün hayatta kalan arkadaşlarının hatıralarına biz de tanıklık ettik.

Hocalı Soykırımı ve Karabağ'dan bahset-mişken Ebulfez Elçibey’i de anmak ve sizden kendisi ile alakalı bilgi almak isteriz.

Dr.Sinan Demirtürk: Rahmetli Ebulfez El-

Page 17: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

17

çibey ile ilgili olarak diyebilirim ki bir Türk tarihçisi olarak özellikle Selçuklular sonrası Türk tarihini çalışmış, hem Kafkasya’da hem İran'da hem Ortadoğu'daki Türk varlığını To-lunoğulları Devleti adlı eseriyle kaleme almış olan, Azerbaycan sahasında yetişmiş önemli bir tarihçi, kıymetli bir bilim adamı idi. Kendi-si 1991 öncesindeki Azerbaycan Türklerinin SSCB'ne karşı yürütmüş olduğu bağımsızlık mücadelesinin en etkili önderlerinden birisi olarak Azerbaycan’ın bağımsızlığının ilanın-dan sonra Azerbaycan Halk Cephesi'nin ve Azerbaycan Müsavat Partisi adlı organizas-yonunun ve Azerbaycan Türk milliyetçiliğinin de desteği ile Cumhurbaşkanı makamına gel-miş olan çok kıymetli bir şahsiyetti.

Ben kendisinin cumhurbaşkanlığı görevin-den ayrıldıktan sonra Türkiye ziyaretlerine katılmış ve Numune Hastanesi’nde tedavi gö-rürken refakatinde kalmış birisi olarak gerçek-ten kendisini son derece nazik, zarif ve Tür-kiye'ye karşı aşkla dolu olarak tanıdım. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e karşı ve Tür-kiye Cumhuriyeti'nin kurucu nesli olan öncü Türk milliyetçilerine karşı entelektüel düzeyde bir bağı ve kalbî yakınlığı olan önemli şahsi-yetlerden biriydi. Bu çerçevede Türk Dünyası pek çok siyasi önder, münevver yetiştirmiştir. Fakat merhum Ebulfez Elçibey Azerbaycan ve Türkiye arasındaki yakınlığı teorik bir ala-na indirgemiştir. Bu yakınlığın tarihî, edebî, siyasi ölçüler içerisinde gelişmesini aslında fikri ve felsefi olarak sadece Azerbaycan için olarak değil tüm Türk Dünyasında müdafaa etmiş olan, bir açıdan da sadece Azerbaycan Türk milliyetçiliğinde değil bütün anlamıyla Türk Dünyası fikrini, Türk birliği düşüncesini ve bütünsel Türk Dünyası merkezli bir Türk milliyetçiliği anlayışını Türkiye’deki aydınlan-ma hareketini Azerbaycan'da inşâ etmiş güç-lü bir siyasetçidir. Aslında az konuşulan bir yönü itibariyle de gönül adamı, kültür adamı ve tarihçi olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslın-da Ebulfez Elçibey’in Türkiye’deki fikirlerinin izdüşümü kendisiyle yaş bakımından yakınlık da arz eden dostluklarının kadîm olduğunu

Page 18: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

18

bildiğimiz rahmetli Başbuğ Alparslan Tür-keş'tir.

Türkiye ile Azerbaycan arasındaki siyasi ilişkinin kardeşlik olarak ifade edilebileceği-ni ortaya koymuş olan askeri savunma anlaş-malarının, kültürel işbirliği anlaşmalarının ve özellikle Azerbaycan petrolünün Bakü-Cey-han üzerinden dünyaya dağıtılabileceği bir petrol ağının fikrî ödevlerinden birisi olarak kalıcı dostluğun imzasında kalıcı rol üstlenmiş-tir. Ebulfez Elçibey yeni ve genç bir Cumhuri-yet'in kurucu Cumhurbaşkanı olmakla birlikte ordusu ikmal olmamış, devlet kurumları oluştu-rulmamış olan bir devletin başında olması ba-kımından hem Ermenistan'a karşı hem Sovyet Rusya'ya karşı hem bölgedeki icra etmekte olan ABD, İngiltere, İsrail ve İran politikala-rının üzerinde çatıştığı bir lider olarak kendi-sine yapılan bir darbe sonunda görevinden azledilmiştir. Ondan sonra Türkiye’de uzun yıllar kaldığını bilmekteyiz. Ebulfez Elçibey Azerbaycan millî menfaatlerini ve Azerbay-can Türkiye dostluğunu zirveye taşımış bir lider olarak küresel mücadelenin bölgesel et-kilerine Azerbaycan Türkiye dostluğu ile mâni olmuş bir devlet adamıydı. Ve kendisi Cum-hurbaşkanı koltuğundan uzaklaştırılmakla bu-nun bedelini ödemiştir.

Kendisi Kafkasya'nın bir bütün olduğunu ve Kuzey Azerbaycan ile Güney Azerbaycan arasındaki hudutların kalkabileceğini, güçlü bir kültürel bütünleşmeyi ifade ettiği gibi belki de uzun vadede Azerbaycan ile Türkiye ara-sında siyasi sınırlar olmasa bile bütün köprü-lerin kalkacağı bir güçlü federasyonu da sa-vunmuştur. Aslında milliyetçilik temelinde yeni bir Azerbaycan inşâ edebilecek bir vizyona, entelektüel kimliğe sahip olmasına rağmen, küresel ve bölgesel çatışma kendisini cumhur-başkanlığından uzaklaştırmıştır. Dönemin Tür-kiye iktidarları da destek olmamışlar ve Ebul-fez Elçibey'in orada Türkiye için ne manaya geldiğini vefatından sonraki yıllarda ancak anlayabilmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti üzeri-ne düşeni o yıllarda yapmamıştır.

Hocalı Soykırımı’nın yeniden yaşanmama-sı için biz Türk gençliğine neler düşmektedir?

Dr.Sinan Demirtürk: Öncelikle bunun bi-linmesi gerekir. Tarih, geleceğin inşa edilmiş olduğu bir zemin anlamına gelir. Tarihi böyle ölçmek gerekir. Tarih yalnızca mazi değil-

dir aslında günü belirler ve geleceğin inşâ edilmesi bakımından da yol haritası meyda-na getirir. O bakımdan Hocalı'da yaşanan 1992’deki vahşetin bir daha cereyan etme-mesi bakımından bizde şuur meydana geti-rilmelidir. Filmlerle, dizilerle, edebî eserlerle ve sosyal medya ile toplumda bilinç oluştu-rulmalıdır. Yalnızca Türkiye'de değil Türk dünyasında ve uluslararası alanda da bu bi-linç oluşturulmalıdır. Burada Türk gençlerine gelecek perspektifi bakımından birkaç vazife düşmektedir. Bunlardan birisi Dağlık Kara-bağ sorunu kapsamında Hocalı Soykırımı’nın üniversitelerde, akademik platformlarda ulus-lararasılaştırılmasıdır. Bakınız bu bakımdan akademik yayınlar tarihi gerçekliği ortaya çı-karabilir, Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın temel bakış açısını olgunlaştırabilecek düzeyde ol-madığını görüyoruz. Bu bakımdan Türk genç-liğinin birincil vazifesi olarak üniversite çev-resinde akademik olarak Ermeni meselesini, Dağlık Karabağ sorununu, Hocalı Soykırımı’nı uluslararasılaştırmaktır diyebiliriz. Gerek Hint coğrafyasında gerek Arap coğrafyasında ge-rek Farsça konuşan dünyaya gerek İngilizce konuşan dünyaya gerek İspanyolca konuşan dünyaya bu yayınları uluslararasılaştırmak su-retiyle bu yayınları tanıtmaktır.

Bunun dışında sosyal medya, her zaman gerçeklerle kaim olmasa da insanların kana-atlerini etkileyen yeni bir mecra haline gel-miştir. Gençlere düşen sadece 26 Şubatlarda değil farklı zamanlarda da etkileşim ağları oluşturarak dünya gündemine getirmeyi ba-şarmaktır. Bizim bu alanı başarılı olarak kul-lanabildiğimizi düşünmüyorum. Sosyal med-yanın diline uyarlanmış olarak farklı lisanlara tercüme edilerek, güçlü sosyal medya zincir-leri ile dünya gündemine taşıyabilmek daha başarılı sonuçlar doğuracaktır.

Azerbaycan'da birkaç film ve roman var-dır. Fakat Türk Edebiyatı'nda bu konu ile alakalı çalışmalar da yapılmalıdır. Böylece sonraki kuşaklara taşımak Türk gençlerinin vazifesidir diyebilirim.

Zaman ayırdığınız ve bizimle paylaştığınız bu eşsiz bilgiler için Kırktuğ Dergi Ekibi ola-rak teşekkür ederiz..

Dr. Sinan Demirtürk: Rica ederim.

Page 19: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

19

DOĞU TÜRKİSTAN

Ben Doğu Türkistan’ım En şerefli soydanım

Zülum yapar kahpe Çin Neden suskun dört yanım

Bayrağım gök mavisi

Hilâl yıldızın süsü Türklüğümden ötürü

Çıkmaz dünyanın sesi

Bu, dünyaya kusurdur Vicdanları nasırdır Dilim, dinim yasaklı Oğlum, kızım esirdir

Başım gözüm oyulur Derim canlı soyulur

Duymadı gardaşlarım Ahım arştan duyulur

Osman Batur öleli

Alperleri çileli Ölüm olsa da sonu Türkistan Türk’ün êli

İbrahim Alper

Page 20: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

20

Bir, iki, üç… Yine kaldırım taşlarını sa-yıp çizgilere basmama oyunumu oynamaya başlamıştım farkında olmadan. Epeydir yürü-yordum. Yürüdükçe düşünüyor. Düşündükçe yürümeye devam ediyordum. Saat baya ilerle-mişti. Farkında değildim. Güneş batmak üze-reydi, gökyüzünde tatlı bir kızıllık bırakarak çekiliyordu usulca ve ılık bir eylül günü daha yitiyordu böylece. Ortalık hareketlenmişti. İşten yahut okuldan çıkan insanlar eve yetişme telaşıyla aceleciydiler. Benim ise adımlarım daha usulcaydı. Kız Kulesini tam karşıma ala-cağım bir bank bulup az biraz dinlenmekti niyetim. Gözüme takılan boş bir yere doğru seğirttim.

Zihnim öyle kalabalıktı ki bugünlerde, beyin kıvrımlarımda hissedilir koca düğüm-ler vardı sanki. Yüreğim kaldırım taşları gibi ağır geliyordu göğüs kafesime. Sanki koca şehir dar bana. Sığmıyorum gök kubbenin altında mavi atlas dünyaya. Yetişemiyorum olanca tekdüzeliği ile hızlıca akıp giden gündelik hayatın telaşına. Karışamıyorum heyecanlı kalabalıklara. Hoş… Niyetim de yok ya bunlara. Adam akıllı yorulmuştum

işte. Her geçen gün ilmek ilmek dokuduğum, başıma taç edip gözüme nur saydığım ha-yallerime tutunmaya çalışıyordum yalnızca. İnancımı yitirir gibi oluyordum çoğu vakit. Bu kadar kötülüğü barındırdığı için küsüyordum bazen dünyaya ama her sabah yine aynı ümitle açıyordum gözümü. Biliyordum çünkü biliyordum… İyilik iyileştirirdi. Sevgi yoluna koyardı her şeyi. Çikolatanın tadını bilme-yen o dağ köyünün çocuklarına ulaşmalıydı kalbim, daha evvel hiç başı okşanmamış o sokak köpeğinin başını okşamalıydı ellerim, eşi Cemal amcayı toprağa emanet edip bir başına kalmış gözü yolda bekleyen Zehra teyzeye koşmalıydı bacaklarım. İnsan başka nasıl mutlu olur ki? Hiçbir çocuğun anasız kal-madığı, kimsenin aç yatmadığı, kedilerin mut-lulukla birbirini kovaladığı bir dünya… İnsan başka ne arzular ki? Ne vakit köreldi bu vic-danlar? Ne vakit kaybettik iyi niyetlerimizi? Afrika’da kaç çocuk aç? Doğu Türkistan’daki aileler ne yapıyor şimdi? Hava nasıldır acaba Halep’te üşüyorlar mıdır ki? Sorular biriktik-çe birikirken zihnimde yine epey vakit geç-miş hava iyiden iyiye kararmıştı. Kalkmaya niyetlenirken kanadı göçmen bir buluta takıl-

TELLİ TURNA

Deniz Arıkan

Page 21: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

21

mış garip bir telli turna gördüm sonra. Her kanat çırpışı ile mest ediyordu insanı göğün rengi ile ahenk içinde süzülüşü. Kim bilir kaç diyar dolaşmış, nice engin dağlar aş-mış, koca okyanuslar görmüştür. İşte şimdi de yolu yanındaki göçmen bulutla Üsküdar’a düşmüş. Belki görür diye el salladım turnaku-şa. “Yolun açık olsun Turnacık. Gittiğin ellere selam söyle” diye bağırdım çocukça. Ben telli turnanın gümüşi renkteki kanatlarına hayran-lıkla bakarken geldi kondu bankın diğer ucu-na “iyi akşamlar” dedi usulca. Şaşkınlıktan gözlerim kocaman olmuş, dilim tutulmuş şekilde turnaya bakıyordum sadece. Etrafta da kimsecikler kalmamıştı. Arkadaşlarıma an-latsam bana hayatta inanmazlardı. Ben şaşı-radururken Turnacık yine dile gelip; “Haydi atla buluta. Az gezelim senle” diyivermişti. Dilim tutuk sadece dediğini yapıp pamuklar gibi yumuşak buluta kuruluvermiştim çoktan. Usul usul havalandık. “Nereye gitmek ister-sin?” diye sordu turnacık. Hiç düşünmeden; “Doğu Türkistan’a gidelim. Kardeşlerim dar-da” diyebildim. Az gittik uz gittik dereyi tepe-yi düz ettik. Vardık Doğu Türkistan’ın yaralı kalbi Urumçi’ye. Bir ağaca konduk. Nihayet şaşkınlığımı üzerimden atıp konuşmaya baş-lamıştım bende. Vakti zamanında atalarımın atlarının ayak seslerinin yankılandığı toprak-ları anlatmaya çalıştım turnacığa. Masum in-sanların yok yere türlü işkenceler gördüğü top-lama kamplarını beraber gördük, günahsız yavruların canlarının hiçe sayıldığına beraber şahit olduk. Bir millet kan ağlıyordu ve tüm dünya bu alçakça ve hayâsızca işlenen zulme kör, sağır, dilsiz kalıyordu. Çok canım yandı ama uzatamadım ellerimi onlara. Tutamadım daha beş yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ağlayan çocuğun elini. Ayrılırken “Bekleyin. Geleceğiz elbet bir gün” diyebildim sadece. Şimdi yolumuz nereyeydi bilmiyordum. Ben söylememiştim bu sefer. Nice vakit sonra durduk bir yerde. Gülümsediklerinde karan-lık geceye güneş doğuyormuş gibi hissettiren çikolata renkli insanların diyarıydı burası. Bir bardak dahi temiz içme suyu bulamayan in-

sanların diyarı. Şekerin tadını hiç bilmeyen çocukların diyarı. Ben yine yandım. Gücüm yetmedi yine “bekleyin” diyebildim sadece. Yola düştük sonra. Kedileri dövmeye çalışan, köpeklerin kuyruklarını kesen kötü çocuklar gördüm. Bir insan neden bir kediyi tekme-lerdi ki? Ya da neden bir köpeğin kuyruğunu keserdi. Acıksa söyleyemeyen, canı yansa susan, derdini anlatamayan Allah’ın şuncacık sessiz kulları kimin yerini dar etmişti de kıyılı-yordu bu günahsızlara. Daha neler neler gör-dük. Benim anlatmaya sizlerin de dinlemeye şüphesiz ki ruhu incinirdi.

Turnacık uçtu uçtu uçtu. O uçtu ben in-sanlığımıza ağladım. O uçtu ben yeryüzü-nü kirleten kötülükleri gördükçe kahroldum. Çok yol gittik. Kimi yerde durduk derelerin berraklığını, denizlerin enginliğini, ormanların güzelliğini beraber seyreyledik. Lütfolunmuş bu muhteşem dünyayı hor kullandığımıza beraber hayıflandık.

Bilge kuştu telli turna. Epeyce de yaşlıydı belli. Anadolu’da uğur, bereket ve mutluluğun simgesi sayıldığından eğer ki avlanırsa avlayan kişinin başına felaket geleceğine inanıWldığından bahsettim ona. Tarih bo-yunca şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimi-ze, efsanelerimize konu olduklarını anlattım. Pek belli etmedi ama mutlu oldu turnacık. Gözlerinden anladım. Veda zamanı gelmişti artık. Göçmen bulutumdan istemeye isteme-ye kalktım. Turnacığın başını okşadım. Beni unutmamasını tembihlerken ben de ona güçlü olacağıma dair söz verdim. Ardından uzun uzun el salladım.

Evime doğru küçük adımlarla giderken Dilaver Cebeci’yi rahmetle anıp hep şu dize-lerini tekrarladım;

Durup durup ıssız yerlerde “güçlü ol ey kalbim, güçlü ol Daha çok işimiz var” diyorum

Durup durup ıssız yerlerde “güçlü ol ey kalbim, güçlü ol Daha çok işimiz var” diyorum

Page 22: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

22

Ortadan kaybolmasa da, nereye gittiği belli değil.

Polonyalı eleştirmen Jan Pietrzak’ın bir ta-lebi var. Kendisi 1920 yılında Polonyalıların Bolşevik Ordusu karşısında kazandığı zaferin yüzüncü yılına ithafen yapılacak olan keme-rin tasarımına pek aldırış etmiyor. Ancak ya-pılacak kemerin Sovyetler döneminde Stalin tarafından Polonyalılara hediye 234 metre uzunluğundaki Kültür ve Bilim Sarayı’ndan uzun olmasında bir hayli ısrarcı.

Yaşlı, beyaz saçlı, hoş ve gür bıyıklı olan Pietrzak 1980’li yılların ‘Dayanışma’ döne-minde bir marş haline gelen vatansever şarkı-sıyla bilinen popüler bir şovmendi. Her ne ka-dar başkentin kurtuluşunun yüzüncü yılı için ortaya attığı ‘Zafer Kemeri’ fikri Rus otoriteler tarafından engellense de, o Polonya hükümeti olan Hukuk ve Adalet partisinin desteğine sa-hip. Pietrzak kemerin bir sembol olacağını dü-şünüyor ve şunları söylüyordu: ‘Gençlik aynı Trafalgar Meydanı gibi Polonyanın muzaffer olduğunu bilecek.’

Varşova Savaşı gerçekten de ihtişamlıydı. Mutlak bir yenilgi ile karşı karşıya olan Po-lonya Ordusu, Rusların Başkente ilerlemesi-

ni mucizevi bir şekilde durdurdu. O dönemi yaşayan muhabirlerden Leon, savaş sırasın-da nasıl 20 kere atının vurulduğunu; 20 yıl sonra, Polonyalılar Katin Ormanında Ruslar tarafından sıralanıp infaz edilirken, savaş za-manında canını bağışladığı bir Rus Subayı-nın ona ‘Gulag mı, mermi mi?’ diyerek ona yaptığı iyiliği nasıl iade ettiğini anlatır. Fakat subay’ın teklifine karşın Leon yaşamayı istedi.

Anma törenleri sadece eski kahramanlık-lardan ve acılardan ibaret değildir, aynı za-manda mevcut durumun sahip olduğu öncelik-leri ile ilgilidir. Polonya yeni bir milliyetçiliğin pençesinde. Pietrzak 2015’te hükümete gelen Hukuk ve Adalet Partisi’nin Polonyalılara iyi hizmet veren ilk hükümet olduğunu ve ondan önceki hükümetlerin Almanya ve Rusya’ya bo-yun eğen ‘uzun bir hainlik ve ihanet geleneği-nin sorumlusu’ olduklarını söyledi. Geçtiğimiz sene yapılan Bağımsızlık Günü yürüyüşüne sadece birkaç yüz Polonyalı katıldı. Fakat, bu kasım 60.000 Polonyalı iki kökten-milliyet-çi grupla birlikte ‘Temiz kan’ ve ‘Avrupa ya beyaz olacak ya terk edilecek’ sloganları ile yürüdü.

Nereye bakarsanız bakın, milliyetçilik yük-seliyor. Kimi zaman Birleşik Krallık’ta İskoç-

MilliyetçilikNereye

Gidiyor?

Çeviren ve Yorumlayan: Ömer Furkan Demirci

Page 23: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

23

ya, İspanya’da Katalonya, Nijerya’da Biafra gibi kendi geleceklerini yönetme hakkı isteyen milletler biçiminde ortaya çıkıyor. Daha sık-lıkla da kontrol edilemeyen sağcı ve popülist bir akım olarak ortaya çıkıyor. Almaya’daki Bundestag seçimlerinde AfD (Alternative for Germany – Almanya için Seçenek) parlemen-to’da 94 koltuk kazandı. Fransız Başkanlık Seçimleri’nde Milliyetçi Cephe’nin Marine Le Pen’i oyların üçte birini aldı. Polonya’da oldu-ğu gibi, Macaristan’da, Avusturya’da ve Çek Cumhuriyeti’nde de milliyetçiler gücü ellerine aldı. Brexit Referandumu sonrası Britanya da ‘gücü tekrar ellerine aldı’, ya da en azından almış gibi davranıyorlar. Türkiye saldırgan, Japonya pasifizmini yırtıyor, Hindistan Hint üstünlüğü fikrine göz kırpıyor, Çin ihtişamı düşlüyor ve Rusya ise daima savaşıyor. Dip-notlarda [1]

En dikkat çekeni ise ABD’deki milliyetçi eğilim. Amerika, kendi vatandaşlarını ve ana-yasasını bütün egemenliklerden bağımsız ola-rak koruyacağını ilan eden ilk milletti; ve bu yüzden her zaman kendisini farklı bir yerde görmüştür. Fakat bu ayrıcalık tarihin uzunca bir dönemi, diğer ülkelerin zamanla arkasın-dan geleceği, benlik saygısı olan bir evren-sellik biçimiydi. Şimdilerde ise, Amerika’nın artık lider olmadığını ve geride bırakıldığını düşünen ama onu tekrar eski harika haline getireceğine ve Amerikalıların hak ve çıkarla-rını koruyacağını ant içen öfkeli bir Başkana sahip.

Sınırları ve kültürleri kolaylıkla aşabilen ve bu şekilde başarılı olan insanlar ortaya çıkan bu yeni türden milliyetçiliği rahatsız edici bu-luyor. Bunun barışçıl ülkeleri ticaret yapmak-tan, dünya sorunlarını çözmekten veya işbir-liği yapmaktan alıkoyduğunu düşünüyorlar. Ancak grip hastalığı gibi bunun da geçece-ğini düşünüyorlar. Bu milletler arası farkların yok olduğu günü erteleyebilir ama bu o günün asla gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Bu şu ana kadar neler olup bittiğinin basitleştirilmiş bir özeti gibi. Dipnotlarda [2]

Milliyetçilik Aydınlanma Çağı’nın kalıcı bir mirasıdır. Milliyetçilik Aydınlanma Çağı’nın daha fazla göklere çıkarılan miraslarından olan Marksizm, Klasik Liberalizm ve hatta En-düstriyel Kapitalizmden daha adamakıllı ve

daha başarılı şekilde kendini küresel politika-ya işlemiştir. Birilerinin dediği gibi sapkınlık değildir ve ilelebet kalmak için buradadır. Kozmopolit bir elitin kaygılarını bir kenara koyacak olursak, bu ille de kötü bir şey de-ğildir. Din gibi, milliyetçilik de insanların için-deki en iyiyi çıkarabileceği gibi en kötüyü de çıkarabilir. Ortak faydanın peşinde özgürce bir araya gelmeleri için onlara ilham verebi-lir. Fakat aynı zamanda insanları korkunç bir kesinlik, soy mücadelesi ve adaletsizlikle de doldurabilir.

Ne yazık ki, yeni milliyetçilik bu mirasın paranoyak ve hoşgörüsüz tarafına oynuyor. İngiltere Başbakanı Theresa May’in alaycı ifadesi ile her ‘Dünya vatandaşı’nı ‘Hiçbir yerin vatandaşı’ olarak görüyor. ‘Dünya va-tandaşları’ onları yobazlıkla suçladığında ise milliyetçiler sert bir şekilde ‘Hiçbir yerin va-tandaşlarını’ vatan haini olarak yaftalıyor. Bu ise, siyaseti bir sadakat sınavına dönüştürü-yor. Milletler birbirine aşağılayıcı gözle bak-tığında, Amerika önderliğinde ikinci dünya savaşı’ndan sonra birleştirilen küresel düzen birbirinden ayrışmaya başlıyor ve jeopolitik herkesin rol aldığı bir kavga alanı oluyor.

Bunun nereye evrildiğini görebilmek için milliyetçiliğin ne olduğuna ve nasıl işlediğine hakim olmanız gerekir. St. George (İngiltere) bayrağına bürünmüş bir dazlak ile Kraliçe’ye doğru Birleşik Krallık bayrağı sallayan bir ni-neyi bağlayan şey nedir? Hukuk ve Adalet partisi başkanı Jaroslaw Kaczynski, soğuk bir Salı akşamı komplo teorilerini harekete ge-çiren kitlesel toplantılardan birini gerçekleş-tirdiğinde, hangi büyü tüm dinleyicileri ikna eder? Bir insan niye otobüste bir yabancıyla konuşmaktan geri dururken, savaş alanında onun için hayatını tehlikeye atar? Cevaplar: politika, felsefe ve psikoloji ardında gizli. Fa-kat bunların hepsi tarih ile başlar.

Milletler varlıklarını yüzyıllardır sürdürüyor. Ancak, Milliyetçilik 20 Eylül 1792’de, Kuzey Fransa, Valmy’de öğle vaktinde ortaya çıktı.

O zamanlar, Varşova Savaşının efsaneleş-tirildiği gibi, Duke Brunswick komutası altında olan Fransız gönüllülerinin kendilerinden sa-yıca üstün Alman Muvazzaf Askerlerine karşı koydukları zamandı. Çok önemli bir anda,

Page 24: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

24

General François Kellerman kılıcının ucun-daki şapkasını salladı ve ‘Viva Le Nation’ / ‘Milletim çok yaşa’ diye bağırdı. Taburlarda ardı ardına bu haykırış yükseldi ve bu coşku dalgası gönüllü askerleri zafere taşıdı.

Kral için değil millet için kazanılan, Devrim Savaşının ilk zaferiydi bu. Bu zafer, Paris’teki Ulusal Meclisin Monarşiye bir son vermesine ilham oldu. Sersemleyen Avrupa, krallığın gerçekten de sona doğru yaklaştığının farkına vardı. Onun yerini alan düzen ise üç felsefi savın üzerine kuruluydu.

1) Meşrutiyet Tanrı tarafından indirilmez; halktan yükselir. J.J.Rousseau ve John Locke gibi düşünürler, insanların onları koruyacak ve onlardan yararlanacak bir millete özgürce dahil olma haklarının olacağı, iyi yapılandırıl-mış bir milliyetçilik hissi üstünde dururlar. Val-my’deki savaştan üç yıl önce, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin III.Maddesi şöyle diyor-du: ‘Her egemenliğin özü esas olarak millette-dir, hiçbir organ, hiç bir kişi açıkça milletten kaynaklanmayan bir otoriteyi kullanamaz.’

2) Hükümet sadece bireyler arasındaki bir anlaşma değil, aynı zamanda ulusun genel iradesi’nin beyanıdır. Rousseau’nun da iddia ettiği gibi bireysel haklar sınırlandırılabilir*: Devlet gücünü toplumun adına kullanır. Bilir-kişiler halen Rousseau’nun bireysel hakların kısıtlanması gerektiğini mi, yoksa toplumdan korunması gerektiğini mi kastettiği üzerine tartışmaktadır, fakat hükümetler o zamandan beri hem bunu istismar etmiş hem de kullan-mıştır.

*‘Qualify’ kelimesi hem ‘sınırlandırmak’ hem de ‘vasıflandırmak’ anlamına geldiği için iki yana da çekilebilir anlam çıkartmakta.

3)Her millet farklıdır. Napolyon komşu ülkeleri istila ederken, Fransa’nın evrensel özgürlük ve eşitlik erdemlerini yayma iddi-ası, Avrupa’nın geri kalanı için ikiyüzlü bir fetih’ten farksızdı. Alman düşünürler yönleri-ni, her milletin kendi has geçmişi tarafından şekillendiğine ve bu hakiki ruhun tarih, kültür ve en nihayetinde ırktan meydana geldiğini iddia eden filozof Johann Gottfriedd’a dön-dü. Fransızlar özgürlük ve eşitlik görüşlerini insanlara zorla kabul ettiremezdi; en nihaye-tinde sadece Almanlar Almanya'yı oluştura-

cak fikirlerin onlar için ne anlama geldiğini bilebilirdi.

Milliyetçilik bu üç sav arasında gidip ge-liyor. Bie yandan olimpiyat oyunlarında ağ-lamaklı olan, bayrak sallayan vatansever-ler; Öte yandan Rudyard Kipling’in tarih ve kültüre dikkat çeken ama toplumsal irade’ye özen gösterdiği şiirleri. Amerika, Brezilya ve Avustralya gibi ülkelerde bulunan ve genelde göçmenlerden oluşan sivil toplum milliyetçileri evrensel değerlerini yüceltirken, kendilerinin diğer uluslara birer örnek olduklarını öne sü-rüyorlar. Bunlar ‘Genel İrade’ kavramından bahsederken, yeni gelenleri asimile etmeye çağırıyorlar, ancak yeni gelenlerle paylaşma-dıkları kültür ve ırkın üzerine neredeyse hiç değinmiyorlar. Etnik milliyetçiler ise bireysel özgürlüğü çoğunluğun iradesi için kurban ve-rilebileceği bir politika yaratmak için ırk ve tarihi eşeliyorlar.

Bazıları hepsinin iyi yanlarını alarak orta-ya bir karışım hazırlamanın derdinde. Geo-rge Orwell ve Elie Kedourie gibi düşünürler hoşgörülü, samimi ve mantıklı bir vatanseverli-ğin milliyetçilikle hiçbir alakası olmadığını sa-vunmakta. Bu, düzgün insanları ve ırklarının üstünlüğüne kör bir şekilde bağlanmış olan yobazları ayıran iç rahatlatıcı bir düşünce. Lakin birinin vatanseverliği ötekinin sakıncası-dır. 1917’de Hintli yazar Tagore ’Özgürlüğü seven insanlar dünyanın büyük bir bölümün-de köleliği savunuyorlar’ diye ağıt yakarken, dost canlısı İngiliz vatanseverler sebep olduk-ları zarardan bihaberdi.

İrlandalı bir Siyaset Bilimci olan Benedict Anderson modern milletleri ‘hayali topluluk-lar’ -Hayali, çünkü birbirini hiç tanımayan ya da tanımayacak olan insanları bir araya top-lanıyor- olarak tanımlamıştı. Bu öyle bir haya-lin gücüdür ki, Milliyetçilik gibi modern dokt-rinlerin tarihte son derece köklü olduğunun hissedilmesine izin verir. Günümüzün Polon-yalı milliyetçileri Litvanya ile birlikte 17.yy’da ülkenin zirve noktasına ulaştığı ve Avrupa’nın süper güçlerinin arasında olduğu birleşik dev-letler dönemini yad eder. Zimbabwe, adını kolonici ülkeler tarafından sınırları çizilmeden yüzlerce yıl önce yaşadıkları harabelerden alır. 19.yüzyıldaki Alman milliyetçiler ise bir zamanlar Romalı Lejyonlara karşı savaşan

Page 25: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

25

Cermen kavimleri methediyordu. Dipnotlarda [3]

Günümüzde millyetçilerin iddia ettiğinin aksine, milliyetçilik bir anlamda milletlerin ürü-nü değil, milletler milliyetçiliğin ürünleri haline geldi. Nasıl mı? On yıl önce Polonyanın tarih ile alakalı iki dergisi varken, bugün bir düzine var. Varşova Muharebesi, popüler bir moda markası olan Red-Bad (Kötü Kızıl) tarafından T-shirtlere basılarak satılıyor. Elde böylesine bir tarihin olması yardımcı olsa da, firma ef-saneler oluşturmak için saf hayal ürünleri de kullanmakta. Red-Bad tasarımları ‘Yüzüklerin Efendisi’ serisindeki kötülerle eşleştirilen Nazi Cyborg’lara ve Teutonic Şövalyelerine karşı savaşan Polonyalıları tasvir ediyor. Dipnotlar-da [4]

Tarihin ve kültürün manipüle edilmesi uzun bir geleneğe sahip. Fransız ordusu Valmy'de Alman ordusunu gönüllü askerlerden dolayı değil, profesyonel nişancılarından dolayı yen-di. Endonezyalıların 19.yy’da Hollandalı Ko-loni Kuvvetleri’ne karşı geldiği için kahraman olarak gördükleri Diponegoro Java’yı özgür-leştirmek için değil işgal etmek için saldırmıştı. Fakat Diponegoro Hollandalılar’ın Java’yı sa-vunmak ve onun güçlerini püskürtmek gibi bir niyetlerinin olmadığını bilmiyordu. 1816’da İtalya birleştiğinde, nüfusun sadece %2.5’u standart İtalyanca konuşuyordu. Vatansever lider Massimo d’Azeglio şöyle diyordu: ‘İtal-ya’yı kurduk, şimdi İtalyanları yaratmalıyız.’ Milletin tarih ve dil ile bağlanan eşsiz toplu-luk olduğuna inanan Herder için bile bu çok fazla.

Bu ‘Milli İnşa’ süreci nefret ve şiddet için harcanabilir. Yazar ve editör olan Simon Winder birkaç ay önce BBC Radyosunda verdiği röportajda biraz da abartarak şunları söylüyordu ‘Milliyetçilik her zaman halk dans-ları ile başlar ve dikenli tellerle biter.’ Fakat bu yolculuklar, özellikle milliyetçilik, ırksal saf-lık teorisi tarafından desteklenince, gerçekleş-tirmesi daha da kolaydır. Bu teori, Nazi dür-tüsünü toplama kampları ve gaz odaları inşa etmek ve komşu ülkelerdeki etnik Almanları “korumak” için körükleyebilecek güçteydi. Bu hayalet, o zamandan beri, milliyetçiliğin ba-şına musallat oldu.

Milliyetçilik Kolonicilik döneminden sonra Anti-Semitizmi arttırdığı kadar, imparatorluk altında yaşayan ulusları da körükledi. 19. yüzyılda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının kabuğunun altında libe-raller ve radikaller ulusal kurtuluş hareketleri-ni kurdular. Birinci dünya savaşından sonra, Amerika Başkanı Woodrow Wilson, ‘Ulusla-rın kendi kaderini tayin etme ilkesi’ni savun-duğunda, bu yeni milletler, milli marşların eşlik ettiği bir sürece, güneş ışığına doğru pa-rıldayarak yol aldı.

Avrupalılar ‘Ulusların kendi kaderini tayin etmesi’ni kabul ettiklerinde, Afrikalıların ve Asyalıların kendi ulusal kurtuluş hareketlerini kurması sadece bir an meselesiydi. Bir İngiliz akademisyeni olan James Mayall, Avrupalı güçlerin imparatorluk özneleri olan barbar-ların, hakları olan insanlar olduklarına inan-salardı, imparatorlukları sürdürebileceklerini iddia ediyordu. Avrupalıların argümanları onlara karşı döndüğünde ise, büyük impara-torlukları kendi çelişkilerinin ağırlığı altında çöküverdi. Dipnotlarda [5]

Yeni bir uluslararasıcılık doğdu; Dünya va-tandaşları, Birleşmiş Milletler’de farklı ulusal kıyafetler içinde saygı ile karşılandı. 19. yüz-yıl yazarı Ernest Renan'ın deyimiyle ‘İnsanlı-ğın verdiği konserde her biri bir notayı tuta-rak; medeniyetin ortak amacına hizmet eden, milletler dünyasını gördüler.’ Liberal çok kül-türlülük, Herder’in bahsettiği ‘tarih ve dil ile bağlanan eşsiz’ topluklukların bile içinde var olabileceği, farklı halkların birbirinden ayrı ama yine de bir çatı altında birleşebileceği güçlü bir bir sivil toplum milliyetçiliğini vaat ediyor.

Birçok hareket, özellikle Marksizm, ‘millet’ fikrinin ötesine geçmeyi hedeflemiştir, lakin hiçbiri bunu başaramadı. 19. yüzyılın orta-larında bir Pan-Slav kongresine katılan dele-geler birbirlerini anlayamamış ve Almanlara geri dönmek zorunda kalmıştı. Pan-Arabizm ve Siyahilik Ortadoğu veya Afrika'yı birleş-tiremedi. Millet ötesi bir halifelik oluşturmayı amaçlayan Işid ve El Kaide bundan ziyade Sünni İslam'ı ikiye böldü.

Milliyetçiliği dindirmek için yapılan en id-dialı girişim Avrupa Birliğidir. Avrupa Birliği,

Page 26: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

26

kendi üyeleri arasında bir savaşın çıkmasının düşünülemez olduğunu başardı. Ancak Avru-palı ulus devletler, bazı önderlerin ümit ettiği gibi kendi uluslarından vazgeçmedi. Brüksel halen ulusal hükümetlerce yönetiyor, ulusal sistemlerin bozulması halen zor ve basın/bürokrasi gibi kurumlar kolaylıkla bitirilemez. Birisi, bir yerlerde her zaman iktidara asılmak istiyor gibi görünüyor.

İmparatorluklar birbirinden ayrı düştükçe, bunların yerine Wilson’ın ‘Milletlerin kendi kaderlerini tayin etme ilkesi’ tüm dünyada ya-yılıverdi. ‘Ulusların egemen olduğu ve onlara neyin uygun olduğunu kendilerinin söyleyebi-lecekleri’ felsefesi, BM'nin, Bretton Woods ku-rumlarının ve tüm uluslararası hukukun temel ilkelerine dahil edilmiştir. Geri kalan her şey ise, bunun devamından gelir.

Gerçekten de, milliyetçilik temel ilkelerin öyle bir parçası haline geldi ki, milliyetçilik krizi yaşanan şu günler hariç, zor bela fark edebildiniz.

Aleksandr Dugin'in Moskova bürosuna ulaşmak için öncelikle cam gibi kapılardan geçmelisiniz. Çıkacağınız asansör o kadar küçük ve sıkışık ki dün gece içilen votkasının

kokusunu bile alabilirsiniz. Dugin’in katında, her köşede sola dönerek geometriyi birbirine katan, yarım dekore edilmiş koridorlar bo-yunca sıra ile yürürsünüz. Uzun boylu, çirkin suratlı ve saçını alnından geriye sürmüş hali ile Dugin 19.yy’dan kalma bir ziyaretçiyi an-dırıyor.

Fikirleri Rus milliyetçileri arasında bir hayli etkili. Aynı zamanda Rusların cumhurbaşkanı Vladimir Putin’i, tuhaf ve gizemli bir şekilde tüm Rusların kimliğini yansıtan bir tür ‘Çar’ olarak görüyor. “Bizim için Çar, hükümdarlı-ğa tabi olan vatandaştır ve biz bu hükümdarın insanlarıyız. İnsan hakları Çar’ın haklarıdır.” diyor şaşırtıcı bir şekilde. Dugin, bu nokta-da vatandaşlardan bazılarının farklılık gös-tereceğini düşünüyor. Ancak, bunu Putin'in Rusyayı Kırımla yeniden bir araya getirme-ye çalıştığını söylemekle değiştirecek olursa, vatandaşların büyük bir kısmının bu konuda anlaşacağını iddia ediyor. Konu ‘Batı’ olunca işler değişitiyor. ‘’Çünkü bu her zaman ay-nıdır: Batı evrensel insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü olarak gördüğü şeyleri empoze etmeye çalıştığında, Rus yaşam tarz bunu her daim inkar eder. Batı bizi yalnız bırakabilir, ama bizsiz asla yapmaz… Size

Page 27: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

27

göre herkes sizin gibi olmalı” diyor Dugin. Dipnotlarda [6]

Burada Bay Dugin kesinlikle haklı. İkinci dünya savaşından bu yana Batı; özgürlük, hu-kuk ve demokrasinin evrensel olduğunu vaaz etti – ki bu The Economist'in onayladığı bir şey. Lakin dünyanın çoğu bunlardan pek de emin değil.

Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, Amerikalı bir siyasal bilim adamı olan Fran-cis Fukuyama, insanlık tarihin sonuna geldiği-ni yazdı, çünkü ayakta kalan tek inanç siste-mi liberal, demokratik kapitalizmdi. Amerika tarafından rehberlik edilen Batı, bu vizyonu hem resmi dış politikasında hem de STK'lar ve düşünce kuruluşları aracılığıyla ellerinden geldiğince destekledi. İkna ederken çoğun-lukla arz ve talep reformunu, serbestleştir-meyi ve özelleştirmeyi teşvik eden örnekler ve teşvikler kullandı. Zaman zaman eski Yu-goslavya, Irak ve Libya'da ise kuvvet kullan-dı. Fakat Komünizm düştüğünde, liberalizm, Aydınlanma Çağı’nın geriye kalan tek mirası değildi. Fukuyama, insanlık sahnesinden kay-bolmasını beklediği milliyetçiliği yok saymıştı. 19.yüzyıl’da Almanlar nasıl özgürlük, kardeş-lik ve eşitlik sloganlarını Fransız fetihleri için bir kamuflaj olarak gördüyse; Batı’nın evren-sel değerleri desteklemesini de Rusya, Çin, Hindistan, Türkiye ve diğer ülkelerin liderleri onların egemenliklerini ve emellerini bozmak için kullandıkları insanlığa sığmayan bir hile olarak görüyor.

19. yüzyıl Avrupa'sında Almanlar, inşa ettikleri Almanya için en iyi olanı sadece kendilerinin söyleyebileceklerinde iddia edi-yorlardı. Aynı şekilde bugünün milliyetçileri, Duginvari iddialar ortaya atıp, değerlerinin Batı’dan farklı olduğu ve bir o kadar geçerli olduğunu iddia ediyor. Örneğin, Hindistan ve Çin’deki yeni ve kendine güvenen orta sınıfın üyelerinin çoğu, nasıl davranmaları gerektiği-nin söylenmesini değil, davranışlarına saygı duyulmasını ister. Bu milletlerin ‘Batılı evrensel değerleri’ kovma girişimi şaşırtıcı bir şekilde başarılı oldu. Dipnotlarda [7]

Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM ta-rafından 2005 yılında onaylanan Koruma Sorumluluğu (R2P) olarak bilinen doktrinin,

Uluslar arası topluluğun insanlığa karşı işle-nen suçları kontrol edileceği, yeni bir ‘tarihin sonu’ görüş birliğine varması bekleniyordu. Ancak mahkeme bir hayal kırıklığı oldu ve R2P kullanım dışı bırakıldı. Myanmar'daki Rakhine eyaletinde Rohingyalı halkın soykı-rımı bu yıl çok fazla ses çıkardı, ancak çok az harekete neden oldu. Yemen anlamsız bir savaşla parçalanmışken, kıtlık ve hastalık kar-kasını eşelerken, dünya başka bir yöne bak-makla meşgul.

Bir zamanlar Amerika bu felakete el ata-caktı. Fakat evrensel değerlerin lideri(!) ABD, dramatik bir değişim geçirdi. Amerika’nın devlet sekreteri olan Rex Tillerson, merak için-deki diplomatlara bu yıl önceliklerinin güven-lik ve ekonomi yönünde olduğunu anlattı ve bunun Amerikanın öncülüğünü yaptığı değer-leri desteklemesine “engel” olduğunu söyledi.

Başkan Donald Trump, geçtiğimiz Eylül ayında BM Genel Kuruluna hitap ederken daha net olamazdı: “Farklı ülkelerin aynı kül-türleri, aynı gelenekleri, hatta aynı hükümet sistemlerini paylaşmasını beklemiyoruz. Fakat tüm milletlerin kendi halklarının çıkarlarına ve diğer egemen ulusların haklarına saygı duy-ma görevini yerine getirmelerini bekliyoruz.” Her ülke kendi değerlerini tanımlarsa, ittifakı birlikte ne tutar? Trump, milletlerin paylaştığı ortak amacı bir kenara atarak, kan ve topra-ğın hüküm sürdüğü dünyaya göz yumdu.

Yeni milliyetçilik sadece ülkeler arasındaki farklılıklar üzerine değil, aynı zamanda içle-rindeki öfke üzerinde de büyüyor. Varşova Üniversitesi'nde çalışan bir sosyal psikolog olan Michal Bilewicz, bu öfkeyi mesleğinin “temsil” olarak adlandırdığı ‘kendi hayatınızı kontrol etme gücü’ ile açıklıyor. Milliyetçilik, vatansever hevesle değil, öz-saygıyla belirle-nir. Milliyetçilik güven ve sadakat ile birleşti-ğinde Özgeciliği / Fedakarlığı (Alturism) gö-zetir. Aksi halde hayal kırıklığı ve yetersizlik duygusu narsisizme yol açar. Dipnotlarda [8]

Temsilden yoksun olan kadınlar ve erkek-ler, milliyetçiliğe, kendi yöntemleriyle, herkes kadar iyi olduklarını, hatta ‘daha’ iyi oldukla-rını temin etmek için bakarlar. Yalnızca dünya onlara hak ettikleri saygıyı vermez. Bilewicz, “Onlar kendi taraflarında gördükleri ile ve

Page 28: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

28

diğerlerine karşı hor görmenin gösterdikleri ile özdeşleşiyorlar” diyor. Bu kişiler aynı za-manda başkalarının onları nasıl gördükleri ile de takıntılıdırlar. Bir Alman Nazi Anayasal Avukatı olan Carl Schmitt, hem uluslararası hem de uluslar içinde böyle bir çatışmanın, siyasetin temel öğeleri olduğuna inandığını söylüyor: “Siyasete özgü ayrım… arkadaş ve düşman arasındadır.” Schmitt'in görüşüne göre, siyaset bir tür iç savaştır. Her şey sada-kate bağlanır.

Özgeci (Alturist) ve Kendini beğenen ( Narsisist) milliyetçilerin tezatlıkları:

Geleceğe bakma – Geçmişi irdeleme

Karşılıklı kazanç – Tek taraflı kazanç (Bir tarafın daima kaybettiği)

Paylaşma – Hariç tutma (Dışlama)

Birlikte hareket etme (Herkesi içine kap-sayan) – Örgütlenme (Sadece o milleti içine alan)

Var olanı geliştirme – Var olan ile çırpınma

Rakibi tamamlayıcı olarak görme – Rakibi hain olarak görme

Göçmenlerin çeşitlilik kattığına inanma – Hayat tarzımızı tehdit ettiğine inanma

Değerler tarafında birleşme – Irk ve kültür etrafında birleşme

Altruist’ler yani özgeciler inişli ve çıkışlı geçmişini kabul eder, bugünün nimetleri için teşekkür eder ve ‘v’ şeklinde yukarı doğru zaman içerisinde meyleden daha iyi bir ge-leceği dört gözle bekler. Narsistler ise şanlı bir geçmişi methederler, sefil bir bugünü red-dederler ve dibe vurmuş ‘U’ şekli gibi aniden varacakları o muhteşem geleceği vaat eder-ler. Bu kodlama, “Fransız İntiharı” ve “Ken-dini Tahrip Eden Almanya” gibi milliyetçi ki-tapların niçin o çok sevdikleri ulusları alaşağı eder gibi göründüklerini açıklıyor. Kendilerini en dipte görürler ve ani sıçrayışın hayalini kurarlar. Milliyetçi bir hareketi değerlendir-meye ihtiyacınız varsa, ani bir çıkış yapan ‘U’ şeklindense ‘V’ şekli gibi belli bir zaman diliminde istikrarlı bir gelişme daha akılcıdır. Dipnotlarda [9]

‘Hiçbir yerin vatandaşları’ yeni milliyetçi-liğin ekonomik eşitsizliğin içinde yüzdüğünü söylerken haklı bir noktaya değinirler, lakin mutlak sefalet, temsiliğin göreceli eksikliği kadar itici bir güç değildir. Narsist milliyet-çiler, ekonomide yaşanan aksaklıklara küre-selleşmenin veya teknolojik değişimin neden olduğunu ve kendilerine karşı gittikçe daha fazla güçlendiğini düşünüyor. Narsistlerin sıkı çalışmaları karşılıksız kalırken, her daim kendi lehlerine hizmet eden seçkinler ve on-ların iyiliklerinden yararlanan azınlıklar, zen-ginlik ve güce özel erişim elde ederler. Politik doğruluğu* savunan bürokratlar göçmenlere yerel okullarda iş, ev ve mekanlar verirken; milliyetçiliğlerin asırlar boyu sürecek olan mil-letlerine olan sadakati, yalnızca küçümseme ve aşağılama ile ödüllendirilir.

*Politik doğruluk / Political Correctness : Dezavantajlı ya da toplumdan dışlanmış olan toplulukları ve azınlıkları incitecek, aşağılaya-cak, ayrıştıracak ve farklılaştıracak hareket-lerden kaçınma ile onları topluma dahil etme anlamına gelir. Politik doğruluğu savunanlar, bir şekilde bu grupları normalleştirip, insan-lara benimsetmek amacı ile onları ön plana çıkarır.

Zayıflık ve güvensizlik, gelişmiş ülkelerin büyük bir kısmının unutulduklarını gösterdi. İngiliz tarihçi Tony Judt, 2010 yılında ölmek üzereyken yazdığı “Hasar Yolları”nda, fa-şizmin veya Bolşevizmin bir kez daha kitle-leri etkileyebileceği korkusuyla savaş sonrası demokrasilerin nasıl afalladığını anlattı. De-mokrasiler demokrasinin kırılgan olduğuna ve 1914'ten 1945'e kadar yapılan hataların asla tekrarlanmaması gerektiğine karar verdi-ler. Böylece, ekonomilerin kendileri ile bera-ber hareket eden herkese yarar sağlayacak şekilde büyüdüğünden emin olmaya çalıştılar ve bunu yapamayanlar için güvenlik ağları sağladılar. Karl Marx, işçi sınıfının adalet için bir devrime ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Batılı demokrasiler bunun yerine onlara refah devletlerini ve Büyük Toplumları verdi.

Judt’ın argümanı, bu sistemin yıkıldığıydı. 1980'li yıllardaki piyasa reformlarını, elitle-ri zenginleştirdiği ve herkesin aynı teknede olduğu hissini ortadan kaldırdığı ile suçladı. Judt yine de, bazı konularda tamamen kötüm-

Page 29: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

29

ser değildi. 1980'lerde Amerika ve İngilte-re'yi yöneten serbest ticaret sevdalısı Ronald Reagan ve Margaret Thatcher'ı kınamaya bir hayli hevesli olan Judt, savurgan ve tepkisiz bürokrasilerin, güçlerinin doruğa ulaştığı za-manlarda bile, yardım etmeleri gereken in-sanları sık sık hayal kırıklığına uğratmalarını görmezden geliyordu.

Judt can alıcı bir uyarıda bulundu: ‘Bir eko-nomik, fiziksel ve politik güvensizlik çağına girdik.’ Neredeyse her zaman milliyetçi olan bu popülist politikacılar, bu güvensizlikleri sömürüyorlar. ‘Halk’ ile aralarında çok özel bir bağlantıları olduğunu iddia ederek, yoz-laşmış seçkinlerin, çarpık göçmenlerin, yanıl-tıcı medyanın ve korkunç komploların üzerine konuşup duruyorlar.

Öfkeyi arttıran sosyal medya, fikirleri yay-mak için ideal bir araçtır. Filipinler cumhur-başkanı Rodrigo Duterte’nin, onun yarı-ya-lan yarı-gerçek sözlerini desteklemek için bir “klavye ordusu” var. Trump ise Schmitt-vari bir şekilde arkadaş ve düşman arasındaki ayrımları ortaya dökmek için Twitter’ı kulla-nıyor. İngiltere Bağımsızlık Partisi'nden Nigel Farage sosyal medya üzerinden, şikayeti ve hoşnutsuzluğu her geçen gün daha da körük-lüyor.

Popülistler, çoğunlukla aşırı sağ fikirden geliyor. Uzun yıllardır bu gazetenin (The Eco-nomist) kadrosunda yer alan ve siyaset felse-fesi üzerine yazan Edmund Fawcett, gelişimin yol açtığı yaratıcı yıkıma karşı, halkın her za-man isyan ettiğini gösteriyor. (Halkın değişi-me karşı muhafazakarlaştığını ve bunlarddan rahatsız olduğunu söylüyor). İngilizlere göre, Liberaller bu süreci hoşgörü, eğitim ve maddi iyileştirme yoluyla değiştirmeye çalışacakları-nı ve hiçbir zaman çıkarların egemen olma-yacağını garanti ediyorlar. Ancak muhafa-zakârlar, oluşabilecek bir değişim kaosunun etkisinden uzakta kalmak için geleneklere, hiyerarşiye, itaate, korumacılığa ve tutuculu-ğa önem veriyorlar. Bunların bazıları inanç-larından bir adım öteye bile adım atmadığı için sadece güçlü bir etnik kültürün ve hükü-metin onları güvende tutabileceğine inanırlar. Bu insanlar, yeni milliyetçiliğin bel kemiğini oluştururlar.

Sosyal bilim adamları Vladimir adında bir köylünün hikayesini anlatırlar.

Bir gün Tanrı ona gelir ve şöyle der: “Sana bir dilek hakkı vereceğim. İstediğin her şeyi söyleyebilirsin ve onu sana vereceğim.” Vla-dimir sevinçten zıplamaya başlar, ama sonra Tanrı bir koşul koşar: “Ne seçersen seç, kom-şularına iki katını vereceğim.”

Vladimir kaşlarını çatar ve düşünür. Ar-dından aklına bir fikir gelir ve parmaklarını şaklatır. Vladimir: “Bir dileğim var! Efendim, lütfen gözlerimden birini çıkar!”

Bir bakıma, Vladimir baştan beri hep kör-dü. Aynı statüye sahip olmalarına rağmen, komşusunun ondan daha iyi çalıştığını görme-ye dayanamayan Vladimir, onu engellemek pahasına gözünün tekini kaybetmeyi göze aldı.

Sosyal bilimciler, Psikolojik deneylerde de-neklerin akıl dışı davranışlarını açıklamak için Vladimir'in yaptığı tercihi kullanırlar. Aynı zihniyeti, kendi mükemmellikleri ile takıntılı milliyetçiler üzerine yansıtılması bir o kadar da benzerdir. Ekonomik güvensizliğin cevabı-nın okullar, yollar ve diğer sivil iyileştirmeler olduğunu düşünebilirsiniz, ancak yeni milli-yetçiler bunun yerine büyük binaları, kemele-ri ve anıtları büyük bir açılışla dikmeyi tercih ediyorlar. Anıtlar, benlik saygısı eksik olan toplumlar için sadece geçici bir çözümdür.

Zaman zaman, milliyetçiler kendilerine za-rar veren seçimler yaparlar. Milliyetçi lider-ler, kendi yaralı gururları üzerine çok titrer-ler. Fakat diğer ülkelerin de onlardan gurur duymaları gerçeğine pek de aldırış etmezler. Polonya, en önemli müttefiki olan Almanya ile ters düştü. Türkiye, en büyük ticaret ortağı olan AB'yi eleştiri bombardımanına tutuyor. Venezuella’nın Bolivarcı devrimin peşinde koşması, ülkeyi bir uçurumun kenarına sürdü.

Londra dışında yaşayan İngilizler Brexit’i İngiltere’nin kendi kontrolünü Avrupalı Bürok-ratlardan, Avrupa Parlamentosundan ve Lük-semburg’daki mahkemelerden geri almak için bir ayaklanma oyu olarak görüyor.

İrlandalı bir gazeteci olan Fintan O’Too-le, bu ayaklanmanın İngilizlerin tarih sayfa-sındaki geriye düşüşlerini kabul etmeyi nasıl

Page 30: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

30

reddettiklerini gösterdiğini düşünüyor. Birleşik Krallık ve onun büyük güç politikaları bir za-manlar İngilizliği yüceltiyordu: fakat her ikisi de şimdi düşüşte. Egemenliğin Brüksel'e teslim olması (Avrupa Birliğine girilmesi), sıradanlı-ğa / bayağılıya doğru ilerleyen merdivende-ki bir başka basamak gibiydi. Ancak, İngiliz milliyetçiliğinin kırılgan olduğunu söyleyen O’Toole, şöyle devam ediyordu: “İmparator-luğun koruyucu battaniyelerinde çok uzun bir süre sarılı kalan İngiltere ve İngiliz Milliyetçi-leri, orta ölçekli bir küresel ekonomi’ye göre henüz kendini 21. yüzyılın gerçek koşulların-da test etmiş değil.’

Brexit Referandumu sonrası Avrupa Birliği ve Dünyanın geri kalanı ile yaptığı görüşme-lerde, Britanya bir kez daha egemenliğini tes-lim etmek zorunda kalacak. Aynı zamanda AB üyeliğinden vazgeçmeye karar verdiğinde buharlaşarak kaybettiği nüfuzu ile dımdızlak ortada kalacak. İngiltere, Brexit ile çıkmanın mı, yoksa AB’de kalmanın mı daha iyi olup olmadığına dair zor hesapları asla düşün-memenin bedellerini ödüyor. Kampanya es-nasında Brexit’ten şüphe duyduğunu belirten kişiler, yetersiz vatanseverlikle suçlanıyordu. Referandumdan bu yana da, bu suçlama tam bir cadı avına dönmeye başladı. Dipnotlarda [10]

Daha önemli olan ise, Trump’ın milliyetçili-ğinin ABD için ne anlama geldiğidir. Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna yaptığı konuşmada, her ülkenin kendini gözettiği, ‘Kendi görevle-rini benimseyen, dostluk arayan, başkalarına saygı duyan ve ortak menfaatin peşinde olan gururlu ve bağımsız milletler dünyası’nı anlattı ve ‘Bunların hepsi bu güzel dünyanın vatan-daşlarının onur ve barış içinde yaşayacağı bir gelecek için’ dedi.

Bir düşünürün bir zamanlar ‘milli yobazlı-ğın çoğulculuğu’ olarak adlandırdığı bu sis-tem, aslında daha istikrarlı bir dünyaya yol açabilir. Muhafazakâr bir İngiliz filozof olan Roger Scruton, dinlerden ziyade ulusların daha kolay omuz omuza yaşamayı buldukla-rını savunuyor. Barış ve güvenlik için John Stu-art Mill, kendi kaderini tayin etmenin gerekli olduğunu iddia ediyor.

Trump’ın bu uluslararası sistemden uzak-laşmaya hazır olması, sisteme kalıcı bir zarar verebilir. Örneğin, Başkanlığı'nın başlangı-cında Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) hakların-dan vazgeçme kararını aldı. Başkanlık kam-panyası boyunca Trump, 12 üyeli bu ticaret paktının Amerika için kötü bir anlaşma oldu-ğunu, Amerika'nın iki taraflı anlaşmalarda daha fazla müzakere etme gücü olduğunu düşündüğü ve de ondan öncekilerin bu an-laşmayı gereksiz yere yücelttiği için eleştirdi. TPP'yi terk etmek sadece Amerika'nın ekono-misi için kötü değildi. Aynı zamanda Asya’nın güvenliğine de zarar veriyordu. Anlaşma, Çin’in genişlemesini kontrol altına almak, onu günümüzün sistemine uyumlu hale getirmek, teşviklerini ortadan kaldırarak bunların üstün-den gelen için bir kanal oluşturacaktı. Trump, Amerika'yı yeniden büyük yapmak için hare-kete geçtiğini söylemişti. Fakat bunun yerine, müttefiklerini yarı yolda bırakarak Çin'i dün-yayı şekillendirmesine ön ayak oldu.

Trump’ın dış politikasının, Suriye’de sivil-lerin gaz saldırısına uğramasının ardından yapılan seyir-füzesi saldırısı gibi birtakım an-gajman kuralları var. Ancak Trump’ın dış po-litikası, TPP ve Paris iklim değişikliği anlaşma-larından olduğu gibi geri çekilmenin baskısı altındadır. Bu geri çekilme, dünyayı 1945'ten bu yana ilk kez öncü bir gücün eksikliğinde bırakabilir. Güvensizlik ya da istikrarsızlık kü-reselleşebilir.

Buna en yakın benzerlik, Napolyon'un yıkıl-masından sonra 19. yüzyıl Avrupa'sı olacak-tır. Neredeyse bir asır boyunca Metternich, Talleyrand, Castlereagh ve onların ardından gelen devlet adamları, ulusların talihleri sal-lanıp giderken bile, kıta ölçekli savaşlardan kaçınan hassas bir dengeyi idare ettiler.

Bu diplomatik başarının yeniden yürütülme-si olağanüstü derecede zor olacaktır. Bugü-nün liderlerinin aksine, 19. yüzyıl Avrupalı-ları, tek bir düşünce geleneğinden geliyordu. En güçlü kuvvet olarak İngiltere, olağan ağır-lığını, başka hiçbir ülkenin savaşarak kapıları aralayabileceğini düşünmemesi için kullandı. 2017 dünyasında Amerika dışında hiçbir bir ülke bu rolü oynayabilecek bir güçte değil. O zamanlar Twitter, 7/24 haberler, özgür med-

Page 31: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

31

ya, ve bunları manipüle eden siyasetçiler yok-tu. 19.yüzyıl’ın Avrupalı güçleri, birbirlerine karşı imparatorluklar inşa ederek yarıştılar; Fakat bu seçenek artık mevcut değil.

1914’te Avrupa’daki barış ortamı çöktü. Almanya’nın büyümesi bu barış ortamının devam etmesinin önünde büyük bir engeldi. Nasıl Almanya’nın büyümesi barışı sınadı ise, Amerika’nın iddialı ve büyümek isteyen bir Çin ile yarışmak zorunda kalması da, bu-günün barışını sınayacaktır.

19. yüzyılın aksine, kimi ulusların şimdiler-de nükleer silahları var. Bu, onları son rad-deye kadar barışı korumaya zorlayacaktır. Taa ki o raddeye varılana kadar.

13 Ekim 2017, saat 14:00’te 48 kişi Ka-nada vatandaşı olmak üzereydi. O cuma günü, onları Ontario Bilim Merkezi'nde kar-şılayan Savcı Albert Wong’un kendisi de bir göçmendi.

Çoğu ülkelerde doğan vatandaşlar göç-menlerin ülkelerine girebildikleri için şanslı olduklarını düşünür. Ancak Savcı Wong, 48 yeni vatandaşı evlerini arkada bırakıp, ver-dikleri ödünlerden dolayı onlara teşekkür etti. Daha sonra yerel milletvekili olan Yasmin Ratansi, Kanada'nın vatandaşlarından top-luma katkıda bulunmalarını, kadınlara saygı duymalarını ve yasalara uymalarını bekledi-ğinin altını çizdi. “Kanada’nın sizinle gurur duyduğu gibi, siz de Kanada ile gurur duy-duğunuzdan emin olmalısınız” dedi. Herkes bir dilim pasta yedikten daha sonra, Ojibway kabilesinin bazı üyeleri, Kanada'nın en yeni vatandaşlarını toplantı salonunun etrafında bir yılan gibi oynayacakları kabile dansına katılmaya davet etti.

Kanada da kendi çapında koyu bir milli-yetçi. Tıpkı diğer herhangi bir koyu milliyetçi-lik gibi, Kanada’nın milliyetçiliği de kimilerine ağır gelebilir. Ancak, ne kadar kendini be-ğenmişliğe ve nasihat vericiliğe kaçsalar da, Kanada göçmen konusunda tereddütleri olan dünya’ya öğretecek bazı önemli dersleri var.

Gelişmekte olan ülkelerde giderek büyü-yen yeni bir orta sınıf, Batının kendilerine eğreti kaçan ve üstten dayatılan kıyafetlerini

değil, kendilerine ait kıyafetleri giymek isti-yor. Henüz liberal demokrasiler curcunasına katılsalar mı, yoksa kafalarını çevirip yola tek başlarına mı devam etseler karar vermiş de-ğiller. Batı'da milliyetçiler dışarıdan bakmak ve kendilerine bakmak arasında seçim yap-mak zorundalar. Zafer anıtları , şanlı fedakâr-lıklar, sadakat ve ihanetle ilgili takıntılar ile büyülenecekler mi? Yoksa, kendileri ve çev-relerindekiler ile rahatça anlaşabilecekleri bir tür sivil milliyetçiliği mi kucaklayacaklar?

Kanada, sivil toplum milliyetçiliği ve etnik milliyetçilik arasındaki bu çatışmaların çözü-müne ışık tutuyor ve siyasetlerini bu ikisinin uyumuna doğru yöneltiyor. Michael Adams Trump devriminin Amerika sınırlarının kuze-yine geçemeyeceğini savunurken, Kanadalı bir başbakanın şehirleri kazanmak zorunda olduğuna; ve sadece beyaz oylara oynaya-rak şehirleri kazanamayacağına işaret edi-yor. Kanadalıların Amerika’da gördükleri dışlayıcılığın, sadece yeniliğe açık olmalarını güçlendirdiğini söylüyor. “Evrensel bir ülkeyiz ve bunları gördükçe daha da yabancı dostu oluyoruz” diyor.

Kanada, konfederasyonunun 150. yıl dö-nümünü, cıvıl cıvıl ve nostaljik kutlamalarla kutladı. Başkent Ottawa'da bir dünya mirası olan Rideau Kanalı üzerinde buz pateni ya-rışı düzenlediler. Bir Fransız sokak tiyatrosu şirketi, kalabalıkları kukla figürleriyle eğlen-dirdi. Kanada, gecikmeli de olsa, o anava-tanın ilk uluslarının yaşadığı kötü muameleler ile yüzleşti. Miwate'deki yapılan ışık gösteri-si, Algonquinlere göre kutsal olan Chaudière Şelalelerinin önemini kabul etti ve Algonqu-inlerin endüstriyel sömürüsünün sona erdiğini ilan etti. Şehrin ana organizatörü olan Guy Laflamme, Kanada'nın hala ırkçılıkla ilgili so-runları olduğunu itiraf ediyor. “Ama, oldukça örnek teşkil eden bir model geliştirdik” diyor.

Bu model farklılıkları kutlarken, iş birliğini ödüllendiriyor. Kanadalılar, soğuk kış şartla-rının onları hayatta kalmak için birlikte ça-lışmak zorunda bıraktığını söylemeyi sever. Kuracakları bağımsızlık için, Fransız karşıtı halkların kurduğu Quebec, eşit şartlarda altın-da birden fazla kültüre yer olmasının gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Ortada bir mo-

Page 32: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

32

zaik var, eritme potası yok. Kültürel farklılıkla-rı kutlayacak, yüceltecek bir yol bulmuşlar ve bunu bir zarf gibi karşılıklı saygı ile sarmışlar. Bu kültürel istisnacılık veya ahlaki evrenselci-lik arasında bir seçim değil, her ikisinin de iyi bir karışımı. Dipnotlarda [11]

Vatandaşlık töreninin sonlarına doğru, eski bir başbakan olan Paul Martin, dünyanın dört bir yanından ülkesine gelen insanlara konuş-mak için ayağa kalktı. Kanada’nın şekillen-dirilmesinde ve gelişmesinde artık onların da pay sahibi olduğunu söyledi. Bay Wong'u dünyanın en iyi işine sahip olduğu için kut-ladı. Ve 1967'de devlet sekreteri olan baba-sının Kanada'nın sınırlarını Avrupa dışından gelen göçmenlere nasıl açtığını anlattı. “O zaman yapılacak en doğru şeydi ve halen ya-pılacak en doğru olan şey” dedi Paul Martin. Dipnotlarda [12]

Yazı’nın Orijinali: 'Whither Nationalism', The Economist, 19.11.2017

Çevirmenin Dipnotları ve Yorumları

[1] Son yıllarda Avrupa’da kendinden söz ettiren bir akım var ‘Populizm’. Polon-ya, Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerde kendini güçlü bir şekilde hissettiren popülist partiler düzen partilerinden bıkan insanlar ve gençler tarafından büyük bir destek görüyor. Bu partiler Avrupa Birliğinden ayrılmayı vaat ederken, göçmen karşıtı i.e. xenophobic (ya-bancı karşıtı) bir politika izliyorlar. Bu popülist partiler genellikle toplumun muhafazakar ve milliyetçi kesimlerine hitap edip bulundukları ülkelerin toplumunu ve tarihi yüceltme yolunu seçiyorlar. Popülist partilerin günümüz Türki-yesindeki karşılığı ise geçtiğimiz sene kurulan İYİ Partidir.

[2] Kültürel farklılıkların yok olması mı yok-sa bunların korunması mı gerektiği ise başlı başına bir tartışma konusu. Her geçen gün farklılıklar azalsa bile, farklı coğrafyalarda yaşayan insanların aynı yaşam tarzını aynı şekilde yaşamalarının mümkün olmadığını düşünüyorum. Her şeyin tez, antitez ve sen-tez içerisinde yoğrulduğu dünyada, farlılıkla-rın yok olduğu bir zemin bile kendi antitezini oluşturacak ve farklılıklara bölünecektir. Tıpkı

insanlığın tek bir topluluktan meydana gelip insanlık tarihinin başından bu yana farklı coğ-rafyalarda farklı yaşam tarzlarına bürünmesi gibi. Ulaşılacak bir ortak zemin zaman içeri-sinde bölgesel farklar ile tekrar farklı zeminle-re bölünecektir.

[3] Benzer bir şekilde son yıllarda sıklıkla karşılaştığımız ‘Yeni Türkiye’ ve ‘Neo-Osman-lıcılık’ fikirlerinin temellenmesi ve toplumda karşılık görmesi de Avrupa’nın içinden geçti-ği sürecin bizdeki birer yansımasıdır.

[4] Günlük yaşamda sıkça gördüğümüz Göktürk alfabesi ile yazılmış ‘Türk’ motifli veya Osmanlı Tuğrası motifli takılar ve kıya-fetlere talebin artması, firmaların bu fikirleri para kazanmak uğruna kullanması, polisiye veya askeri dizilerin/filmlerin gittikçe çoğal-ması bunlara birer örnektir. Bu girişimler mil-liyetçiliği veyahut ideolojileri romantize ede-rek insanların duygularına hitap etmeyi hedef alır. İdeolojiler bu malları üreten firmalar için artık bir sömürü kaynağı olmuş vaziyette.

[5] Avrupalı güçler kıta aşırı sömürge top-raklarında kontrolleri altında yaşayan insan-ların hakları olduğuna inanmadıkları için, gün geldiğinde o insanlar kendi üzerlerinde Batılı Devletlerin haklarının olmadığını savunmaya ve kendi bağımsızlıklarını aramaya başladı-lar. Bu kimi zaman kanlı olurken kimi zaman ise zaten zaman içerisinde üzerlerinde nüfuz-larını kaybetmiş Emperyal devletlerin ellerini yavaşça çekmesi ile oldu. Tabii bu ‘özgürlük’ maceralarında en önemli etken ulusların ken-dilerini yönetme haklarını ellerine alma dürtü-leri değil diğer Emperyal devletlerin bu halk-ları kışkırtması ve desteklemesi olmuştur.

[6] Rusya iç politikasında Putin kayda de-ğer bir muhalif halka sahip olsa da, konu ba-tıya karşı bir duruş ve tavır olduğunda, hepsi tek bir tarafta yer alıyor. Eski güçlü günleri-ne tekrardan kavuşmak isteyen Ruslar Putini SSCB’nin dağılmasının ardından Rusları tek-rardan güçlü ülkeler arasına alan bir ‘Çar’ olarak görüyor. Putin ise bu fikirleri manipüle etmek amaçlı Rus halkının önem verdiği Uk-rayna, Kırım, Avrupa, Suriye gibi meseleleri bu yönde kullanmakta. Bu dış politikalar Pu-tinin tabanı sıkılaştırmasına olanak vermekte.

Page 33: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

33

[7] Aynı şekilde Batı’nın elinden çıkma si-yasal kavramlar da doğulu ülkelerin retoriğin-de eğreti duruyor. Bugün Doğu’daki birçok demokratik ülke, demokratik olmaktan çok öte. Liderleri sürekli olarak ‘Diktatör’ olarak anılmakta. Lakin bu liderlerin birçoğu ülke-lerinde büyük bir çoğunluk tarafından des-teklenmekte ve seçilmekte. Farklı değerlere sahip toplumların farklı yönetim biçimlerini benimsemesi onların suçu değil, kültürlerinin ve yaşayış biçimlerinin bir sonucudur. Putin, Xi Jinping, Mondi, Shinzo Abe, RTE gibi li-derlerin batılı değerlerle çakışıyor olması bu liderlerin sürekli ‘diktatör, çar, sultan, han’ olarak adlandırılmasına sebep olmakta. Lakin bu konuyu nesnel bir şekilde yorumlamak için sadece ‘demokrasi, faşizm, monarşi’ kavra-mına bakmak yeterli değil. Bu konuyu değer-lendirirken aynı zamanda ‘Doğulu’ ve ‘Batılı’ ulusların sosyolojik geçmişleri ve değerleri de incelenmelidir. Bu toplumların neden bu lider-leri büyük oranda desteklediklerinin cevabını daha net bir şekilde ortaya koyacaktır. Aynı Putin’i destekleyen Ruslar gibi.

[8] Irkların sürekli olarak aşağılanması, onlarda bir ‘temsil’ problemi oluşturmakta. Milliyetçiler başka ulusları aşağılamayı değil, kendi uluslarını yüceltmeyi örnek alması ge-rekir. Bu temsil problemi diğer ırkların kendi-lerini en az bizim kadar, hatta bizden daha iyi olduklarına inanmalarına ve bunun için çabalamalarına neden olur. Bu nedenle mil-liyetçiler aşağılayıcı fikirlerden olabiliğince kaçınmalıdır.

[9] Milliyetçiler insanları birbirinden ayrış-tıran, aşağılayan ve hor gören cümleler ile tavırlardan uzak durmalıdır. Sürekli olarak geçmişi övüp, geçmişte yapılanları yücelt-mektense; yarınlar için nasıl şeyler yapabile-ceğininin arayışına düşmelidir. Var olan ile şükredip yerinde sayacağına daha iyisi için çabalamalıdır. Akıllı Milliyetçiler, ideolojinin devletler, kurumlar ve liderler tarafından ma-nipüle edilebilecek bir akım olduğunu fark et-meli ve gözü açık olmalıdır. (Aslında bu sav birçok ideoloji için geçerli bir düşüncedir.) Irk etrafına değil, ortak payda olan Türkiye’nin varlığı ve birliği çerçevesinde birleşmelidir.

[10] Brexit yani İngiltere’nin Avrupa Bir-liğinden ayrılmasını ele alan Referandım’da Galler çok az fark ile ayrılmayı; Londralılar, İskoçlar ve Kuzey İrlandalılar ise kalmayı tercih etti. %52 ile ‘Ayrıl’ kazandı. Ayrıl’ın kazanmasının sebeplerinden birisinin de je-nerasyon farkının sonucu idi. Yaşlılar ‘Ayrıl’ derken, gençlerin çoğu ‘Kal’ taraftarı idi. Se-çim sonucunda gençler tarafından yoğun bir ‘Geleceğimiz bizden önceki jenerasyon tara-fından şekilleniyor.’ Serzenişi vardı. Benzer bir durum ise Türkiye’de yaşanıyor. Hükümet-ler seçime giderken yeni jenerasyonların ilgi-sini çekmekte zorlanıyor, gençlerin ilgilerini ve odaklarını çekmekte partiler sıkıntı yaşıyor.

[11] Makalenin Kanada’da yükselen göç-men karşıtı tavırları, yabancıların dışlanması-nı ve yüzyıllardır bastırılan yerli halkların de-ğerlerini yeni yeni iade edilmesini göz ardı edercesine çok az değinmesi de ayrı bir iro-ni. Başkan Trenedeu’nun sempatikliği ile PR yapmalarının ardında yatan samimiyetsiz po-litikalara hiç değinmiyor. Dünyadaki pek çok ülke, sayısı sadece birkaç bini bulan göçmen-leri aylarca didik didik seçerek ve seçtikten sonra bunun reklamını yaparak kabul ediyor. Ancak konu, milyonlarca mülteci ve göçmen akını olan Türkiye, Lübnan, İtalya, Macaristan gibi ülker olduğunda bu dansların, karşılama-ların nasıl toz pembe bir bakış açısı olduğunu fark edeceksiniz. Medya’da gösterilenin aksi-ne Batı halen iki yüzlü ve kendi çıkarlarını gö-zetmek uğruna insanları kandırmakla meşgul. Belki de Karlx Marx bugün halen yaşasaydı Din yerine artık Hümanizmin toplumları uyut-mada nasıl afyon görevi gördüğünü söyleye-cekti.

[12] Akıllı, araştırma becerisi yüksek, eleş-tirel bakış açısına sahip, ideolojilerin manipü-le edilebileceğinin farkında olan, başka ırkla-rı aşağılamayıp kendi ulusunu yücelten, etnik değil ortak kültürün ve anavatanın çevresinde birleşen bir milliyetçi camiayı oluşturmalıyız. Bu değişim ilk önce insanın kendisini değiştir-mesi ile başlar. Gelecek günlere umut ve güç-lü bir şekilde bakmak ve Atatürk’ün bahsettiği ‘Muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşmak için gerçekçi ve akılcı bir Milliyetçilik artık şarttır.

Page 34: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

34

Nefes aldı, nefes verdi.

Önce hayatta kalması gerekiyor insanın. Temel gereksinimlerini tamamladıktan sonra yaşamaya başlıyor. Nefes alması gerçekleşiyor ve keşfet-mek için yola çıkıyor. Ta ki ilk insandan bu yana böyleydi. Yaşamayı anladıktan sonraki amacımız nefes almanın ötesine geçiyor. İnanıyor, savaşı-yor, düşüyor, yeniden diriliyor ve başka amaçlar bulup ruh onlara bürünüyor. Bunların bilgisine sa-hip olup olmadığını bilmediğimiz birçok anında içinde bulunduğu yaşayamamazlığın nedenini anlayamıyordu.

Su dolu bir bardağı aldı ve ağzına doğru gö-türdü. Suyu; diliyle, dudağıyla, yemek borusu ve indiği midesiyle hissetti. Adını bilmediği bir çiçek aldı eline. Çiçeğin kokusunu derin bir ne-fesle içine çekti. Annesinin yanına gitti ve dizine başına yasladı. Saçlarının okşanmasını istediğini vücut diliyle ortaya koydu. Kadının parmakları tel tel dokundu saçlarına. Her tel kökünün deri-den hafif çekilişine bıraktı kendini. Koltukta duran kitabını aldı ve kaldığı sayfaya dikkatlice baktı. Hangi kelime, cümle, paragrafta kaldığını bulma-ya çalıştı. Buldu ve yazılanları en ince ayrıntısına kadar düşünerek yazara hakkını vermek istedi.

Bir kitap bundan daha çok ne ister ki? Bir su böy-le güzel içilmekten başka ne ister? Bir çiçek böyle güzel koklanmaktan başka ne ister? Kitabını hak-kını verebildiği kadar dikkatli okudu ve dikkatinin dağıldığını fark edince masasına bıraktı.

Evden çıkıp hızlı bir şekilde otogara gitti. Şehirlerin isimlerine baktı ve nereye gitmek istedi-ğini kestirmeden binmek istemeyişi ona bir sigara yaktırdı. Acı mı istiyordu, sevgi mi, macera mı, eğlence mi, öğrenme mi? Neydi onu bu kadar hissiz kılan, arayıp da emin olamadığı? Bu yüzyı-lın en büyük hastalığına yakalandığını fark etmek onu diğerlerinden farklı kılmış mıydı?

Bunları düşünürken kendini bir otobüste, mua-vin ona bir şeyler sorarken bulmuştu. Hayır hayır bu bir uçaktı. Ne zaman gelmişti buraya? Bundan 10 sene önce izlediği ve izlerken yaşayıp yaşama-dığını bilmediği bir film gibi son 2 saat içinde ne yaptığının farkında değildi. Başında bekleyen ka-dın da muavin değil hostesti. “Altay Bey inmeniz gerekiyor uçak kapanacak sizi bekliyoruz. Biraz daha kalkmazsanız güvenliği çağırmak zorunda kalacağım. Ooo durun durun ben hemen iniyo-rum”. İsimliğine baktı kadının ve ekledi, “Handa Hanım kusura bakmayın uyuyakalmışım”. Şu an

Çiçek ve KanHilal Gül

Page 35: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

35

da yatağından yeni kakmış keyifli keyifli kahvaltı yaparken Twitter’dan haberlere bakıyor ve sahte bir acının içinde olduğunu düşünüyor olması ge-rekiyordu.

Uçaktan indi. Asya ülkelerinden birine gel-miş olmalıydı. Neresiydi burası? Aklını mı kay-betmişti? Rüya mı görüyordu? Ya da hafızasını kaybetmiş olmalıydı. Evet, sanırım hiç bir şey ha-tırlamıyordu. Zaten bir gün bu hafıza kaybı ya-şayacağını biliyordu. Şimdi ne yapmalıydı peki? Valizini almak için hava alanına girdi. Elini cebi-ne attı ve yürürken cebinde bir kâğıt parçası oldu-ğunu fark etti. Üstünde bir numara yazıyordu. Bir telefon numarası olmalıydı ancak hattı yurt dışına açık değildi. Önce valizini almaya sonra da bir ankesörlü telefon bulup numarayı aramaya karar verdi. Neden bilmiyordu ancak yabancılık çek-memişti bulunduğu yere. Tarihlerden 5 Temmuz 2009 idi. Etrafından hızlı hızlı geçen kadın ve erkeklerden farklı gibi durmuyordu. Sadece onun valizi kalmıştı ve dönüp duruyordu. Hemen aldı ve numarayı aramak üzere ankesörlü telefon ara-maya başladı. Evet, karşısına bir tane çıkmıştı sonunda. Hemen aradı. Telefon çaldı çaldı ancak açan yoktu. Tam kapatmaya yeltendi ve birinin ona ismiyle seslendiğini fark etti. Tanımadığı bir ses ona ismiyle hitap ediyor ve sen misin diyor-du. Bu olaylar karşısında telefonda dona kaldı. Sonunda evet benim siz kimsiniz diyebildi. Ben Osman. Senin büyük dedenim. Geleceğini keşke önceden haber verseydin. Ben de bilmiyordum geleceğimi, bu numarayı kim koydu cebime? Ben sana onu küçükken yazmıştım, henüz 5 yaşınday-dın. Demek hala ayırmadın hiç yanından. Evet, yani ayırmamışım. Ben şu an nerdeyim? Bu na-sıl soru? Çin’desin. Şimdi bir yere otur, seni al-maları için birilerini göndereceğim. Tamam, ben bekliyorum ama beni nasıl tanıyacaklar? Onlar seni bulurlar. Sen sadece bekle dedi ve telefon kapandı. Kapanan telefondan sonra muhtemelen bu hafıza kaybımdan dolayı dedemi bile unutmu-şum diye geçirdi içinden. Ağlamaklı oldu. Henüz başına neler geldiğinin şaşkınlığını atamamıştı ancak bu yaşananlar ona hüzünlü bir gözyaşı olarak yansıdı. Bir yere geçti ve kahvesini alıp beklemeye başladı. Beni nasıl bulacaklar acaba? Daha önce beni görmüşler mi? Yok canım ben de, nerde görecekler. Belki de büyük dedem resmimi göstermiştir. Ancak nereye oturduğumu nerden bilecekler, kocaman ve içinde birçok insanın ol-duğu bir hava alanında nasıl bulacaklar beni? En önemlisi buraya neden geldim? Bu sorular ile kafası iyice karışmış halde beklemeye devam edi-yordu. Saatler geçti ve gelen giden yoktu. Müzik dinlemeye karar verdi. Kulaklığını taktı ve son din-lenenlerde Karşılaşınca isimli bir parçada kaldığı-nı fark etti. Daha önce dinlediğini hatırlamıyordu

bu isimli bir parça. Merakla dinlemeye başladı.

‘Dedim istek nedir? Dedi gülümdür, Dedim ya mücadele? Dedi yolumdur, Dedim Ötkür neyindir? Dedi kulumdur, Dedim satar mısın? O didi yok yok.’ sözleri ile bitiyordu.

Şarkı bitmişti ancak gelen giden yoktu. Belki de ilk uçakla geri dönmeliydi. Geri dönme fikrini merakı bastırıyor ve beklemeye devam ediyordu.

Yaklaşık 4 5 saat sonra bir adam ve çocuğun ona doğru yaklaştığını fark etti. Altay diye ses-lendiler. Yüzlerindeki gülümsemeyi de görünce beklemenin sonuna geldiğini anladı. Rahatlamıştı. Ona sarıldılar. Çocuk, adama bu kim diye sordu. Adam yıllardır beklediğimiz kişi, o senin amcan dedi. Altay ne soracağını bilemez halde memnun olduğunu belirtti ve çocuğun başını okşadı. Acaba çocuğa hediye almayı akıl edebilmiş miydi? Çocuğun yanındaki adam kendisinin kardeşiymiş, adı Cemil. Cemil ile beraber bir arabaya bindiler ve yola koyuldular. Gittikleri yol dağ yollarına ben-ziyor ve pek kullanılmadığı belli oluyordu. Altay çocuğu korkutmamak için pek soru soramamıştı. 2, 3 saatlik yolcuğun ardından Cemil geldiklerini belirtti. Arabadan indiler ve bir eve girdiler. Evde birçok insan vardı. Bu tanıdık yüzlerdeki yabancı insanlarda kimdi? Altay biraz daha soru sormazsa delirecekti. Onların arasından biri ki o dedesi olu-yor, onu görünce gözyaşlarına hâkim olamadı ona sımsıkı sarıldı ve geleceğini biliyordum dedi. Gel şimdi biraz uyu uyan sonra herkesin sana soruları olacak yemek de hazır olur hep birlikte yeriz dedi. Altay bu samimi insanlara tek tek sarıldı. Bin yıldır hasret kalmış gibiydi. Ona gösterilen odaya gitti. Ev küçüktü ve birçok insan vardı. Ancak ona ayrı bir yer hazırlamışlardı. Odasına gitti ve yatağına uzandığı gibi uyudu. Uyandığında başucundan yeğeninin olduğunu fark etti. Amca hadi kalk artık sofra hazır dedi. Senin ismin ne bakalım? Alptekin dedi. Alptekin, ne güzel bir ismin var dedi ve ya-tağında kalktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra sofra-ya oturdular. Yemek duası yaptılar ve yemeğe ve aynı zaman da sohbete başladılar. Altay durumu izah etti. Anlattıklarına inanmadılar ve onlara şaka yaptığını düşündüler. Nasıl olurda insan yaşadığı yeri unutmuş olabilir ki? Nasıl olurda insan nereye gittiğini bilmeden kendisini burada bulabilir. Altay bu güzel insanları kırmamak için daha fazla soru sormadı. Yemeğin sonuna doğru kapı kırılacakmış-çasına sert bir şekilde çalmaya başladı. Herkesi bir korku kaplamıştı. Alptekin’i ve Altay’ı telaşla sakla-dılar. Bir kadın bize bir şey olursa Alptekin sana emanet deyip ikisinin yanından ayrıldı.

Gelenler anlamadığı bir dilden konuşuyordu,

Page 36: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

36

muhtemelen Çince olmalıydı bu. Dedesine bağırı-yor ver sanırım kötü şeyler söylüyorlardı. Dedesi ise karşılık verdiğinde silahları ile vuruyor, hırpalı-yorlardı. Tam çıkacaktı ki Alptekin aklında geldi. Onu bırakmazdı. Bunları düşünürken giren asker-lerin silah seslerini duydu. Kanı donmuştu adeta, nefes alamıyordu. Yok canım öldürmüş olamazlar diye içinden geçirse de kadının söyledikleri aklına geliyor ve böyle bir ihtimal olduğunu şimdi idrak edebiliyordu. Nasıl olur! Durduk yere insanların evlerine girip onları öldürmek mi? Bu olacak iş de-ğildi. Yaşadığı acı, üzüntü, korku, hepsi birbirine karışmıştı bir yandan Alptekin’i sarıyor onun ses-leri duymasına engel olmak istiyor, bunların bire-re şaka olduğuna inanmaya çabalıyordu. Kâbus gördüğünü düşünmek bile rahatlamasına izin ver-miyordu. Yıllardır tek bir insanın bile öldüğünü görmemiş biriydi. Haberlerde gördüğü savaşlara ve ölümlere insanlık ne hale geldi diye yetinerek kaç yaşına gelmişti. Bu okudukları ve duydukları-nın gerçekten olduğunu gözlerini kapatıp düşün-memişti. Vah vah demekten öteye hiç geçememiş-ti. Ancak tam da şu an yanında küçük bir çocuk öksüz kalmış ve kendisi dışında tüm yakınlarını kaybetmişti. Silah sesleri kesildikten sonra geriye inleme sesi bile gelmiyordu. Olduğu yerden çıka-mıyor adeta bu an yaşanmamış gibi davranmak istiyordu. Gözlerini kapatıp açacak ve kendinsin otogarda bulacaktı. Ancak kaç kere denediyse de kirli camlar, gri duvarlar, koca koca binalar değil sadece bir karanlık görüyor kan kokusunu

alıyordu. Kapının kapanma sesini duydu. Alptekin kucağından fırlamasa kendisi yıllarca orada öyle-ce bekleyebilirdi olanların geçmesini. Alptekin’in fırlaması ile kendine geldi ve hemen kalktı, ço-cuğun olanları görmesine izin vermemek için onu durdurdu. Burada bekle diyebildi. Evet, bu gerçek vahşet ile yüzleşmeliydi. Kendine canım, kanım diyen bu insanların ölümü ile yüzleşmeliy-di. Kapıyı açtı ve tek bir nefes dahi duyamadı. Nabızlarını kontrol etti. Atmıyordu. Odaya geri döndü, Alptekin’i kucağına aldı. Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor, Altay ise çocuğu bağrına bas-maktan başka hiç bir şey yapamıyordu. Yıllarca birbirlerine sarılarak oracıkta oturdular. O kadar çok oturdular ki sene 2019 olmuştu. Halen daha aynı acı devam ediyor, dinmiyordu.

Bu isimler bu dil hepsi kendisinindi. Bu insan-lar onun insanıydı. Bu çocuk onun kanından ca-nındandı. Yaşanan her şey gerçekti. Bir çiçeğin kokusu kadar, bir kitabın yazarının anlattıkları, bir suyun verdiği ferahlık kadar… Bu acı gerçekti. Ellerine bulaşan kan bir ekrandan gördüğünden çok daha kırmızıydı ve artık ölenlerin mezarını kazacak olan elleri de o topraklar kadar kendisi-nindi. Salondaki güzel kokulu çiçeklere sıçrayan kanları yıkadı ve yerine koydu. Şimdi her şeyi ha-tırlıyordu. Doğduğu toprakları, kurduğu devletleri, yaşadığı göçleri, inandığı dinleri, kazandığı ve kaybettiği savaşları… Onun ölü ruhuna Alptekin bir filiz olacaktı. Onun hasta ruhu gerçek bir koku ile hayata geri dönmüştü.

Page 37: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

37

Milli şairimiz Mehmet Akif (Ragıyf), 20 Aralık 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Fatih Medresesi müderrislerinden (Arnavutluk'un İpek Kazasından gelme) Mehmet Tahir Efendi; Annesi, Buharalı Mehmet Efendinin kızı olarak Samsun'da doğmuş olan Cemile hanımdır. Emir Buhari Mahalle Mektebinde okula başladı, ardından Fatih İptidaisine geçti. Lise hocası olan Muallim Naci’nin, "Bu çocukta gördüğüm cevheri, kimsede görmedim" dediği Mehmet Akif, Baytar mektebini birincilikle bitirdikten sonra, 6 ay içinde Kur’an’ı hıfz etmiştir. Ziraat Bakanlığı’na veteriner olarak atanınca Anadolu’nun pek çok kasabasında hayvanlardan bulaşan salgın hastalıkları önlemek için çalışmalar yapmış, aynı zamanda Darülfünun ’da edebiyat dersleri ver-miştir. Arapça, Farsça ve Fransızcaya hâkimdir.

1-Dünya harbi esnasında, İttihad-ı İslam uğrun-da destek için, Teşkilat-ı Mahsusaysa (MİT) katılmış, 100.000’den fazla Müslüman esirlerle ilgilenmek için Berlin'e ve Arap emirlerini Osmanlı'ya karşı asi olmamalarını telkin etmek için Necid'e, sonra Medine'ye görevli gitmiştir. Berlin'de iken Alman terakkiyatının esaslarını gezip öğrenmiştir. Berlin dönüşü Avrupa hakkındaki düşüncesi sorulduğun-da, "işleri var dinimiz gibi, dinleri var işi-miz gibi" sözünü söylemiştir.

Teşkilatı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı, Çanakkale Şehitlerine Şiirinin yazılışı ile ilgili hatı-ratında, “İngilizlerin dağıttıkları altınlarla Arapları Osmanlıya karşı ayaklandırmaya çalıştıkları haberi üzerine, teşkilatı mahsusa görevi ile Hicaz’da kilit konumdaki İbni Suud ve İbni Reşid’in Osmanlı’ya sa-dık kalmalarını sağlamak için Osmanlı’nın Hicaz vi-

MEHMET AKİF ERSOY (1873-1936)

Ahmet Naim Sarı

Page 38: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

38

l a -yetinde idik. Çanakkale savaşının da en çetin günleriydi. Akif’in “ Eşref dün gece sabaha kadar “Allah’ım bana Çanakkale zaferini yaşatmadan canımı alma diye yalvardım, o büyük günü göreyim, sonra yanına davet et” diye yalvardım...” dedi. Müjde dönüşte Anadolu-Bağdat demir yolunun Hicaza ayrılan son istasyonu El Muazzamda geldi. Harbiye Nazırı Enver Paşa telgraf ile müjdelemişti. Zafer müjdesini ilk Akif’le paylaştım. Akif secdeye kapandı ve kalkmadı. O kadar uzun kaldı ki nefes alıp almadığını kontrol ettim. Sonra kalktı, ağlamaklı, birbirimize sarıldık. Güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde, istasyon kulübesinin arkasındaki hurmalığa çekildi, sabahladı. Sabah elinde şiiri, sevinçli ve zinde bir şekilde yanımıza

geldi. Çanakkale Şehitlerine şiiri Medine’de Ravza-yı Mutahhara’ya yakın bir noktada, hıçkırıklarla yazıl-dı” diye anlatır. Mehmet Akif, hiç görmediği bir bölgede, hiç katılma-dığı bir savaşı, safahatlarını görmüş ve yaşamış gibi bir gerçeklikle ifade etmiştir.

Mehmet Akif, "Çanakkale Şehidlerine" şiiri ile edebiyat tari-himize erişilmez bir anıt dikmiştir. Süleyman Nazif Çanakkale şiir se-bebiyle "Allah'ın şairleri de var" demiştir. İlber Ortaylı, "Çanakkale şiiri, İstiklal marşını dahi geçmiş bir şaheserdir" demiştir.

Son yılların en büyük şairlerinden Bahtiyar Vahapzade, “İstiklal Marşı ve Çanakkale şehidlerine şiiri, normal olarak insan eliyle yazı-lamaz, bunlar başka kuvvetler gizli bir ilham vasıtasıyla Mehmet Akif’e yazdırılmıştır...” demiştir.

Mehmet Akif, sürekli olarak halkı, düş-mana karşı direnişe çağıran vaazları, yazı olarak bastırılıp dağıtılmış, Sebilürreşat der-gisinin 464. sayısı çok büyük ilgi görmüş ve birkaç kere daha basılarak Anadolu'ya ve askerlere dağıtılmıştır. Derginin etkisi o ka-dar büyük olmuştur ki, Türk halklarının etki-lenmesinden endişelenen Rusya, ülkeye giri-şini yasaklamıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti itilaf devletlerinin işgaline uğrayınca, Anadolu’da Milli Mücadele hareketine destek için 1920'de Ankara’ya gelmiştir. Kastamonu’dan Ankara’ya gelen Mehmet Akif ve Eşref Edip, Mustafa Kemal tarafından davet edilmiştir. Mustafa Kemal “Sebilürreşat için sizi tebrik ederim. Manevi cephemizin kuvvetlenmesinde büyük hizmeti oldu” demiştir. Atatürk'ün iste-ğiyle, 1920 ve 1923 yılları arasında Burdur vekili olarak 1. mecliste yer almıştır. (Meclis kayıtlarında, "Burdur milletvekili ve İslam şairi" olarak geçer.) Milli mücadeleye şair, hatip, seyyah, ga-zeteci ve siyasetçi olarak katılmıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı, İstiklal Savaşının mana

Page 39: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

39

ve önemini anlatacak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığının sembolü olacak milli bir marşa duyulan zaruret üzerine, 500 lira ödül-lü bir yarışma açmıştır. 6 ay gibi bir süre veril-mesine rağmen 724 adet şiir aday olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı kurduğu değerlendirme komisyo-nu ancak 6 şiir seçebilmiştir.

O dönem milletvekili olan Mehmet Akif, yarış-mada para ödülü var diye katılmak istememiştir. Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey, “ödülün halledilebileceğini, mutlaka yarışmaya katılması gerektiğine dair 5 Şubat 1921 tarihli bir mektup yazmış, Mehmet Akif, “ben mebusum yarışmaya katılamam. Çok istiyorsanız bir şiir yazar size veririm” cevabını vermiştir. İstiklal Marşı yazma ısrarı üzerine Mehmet Akif Hacettepe’nin arka-sında yer alan Taceddin Dergâhındaki odasına çekilerek Kahraman Ordumuza şiirini yazmış ve Hamdullah Suphi Tanrıöver’e teslim etmiştir.

Hamdullah Suphi Bey, "Kahraman Ordumuza" isimli şiiri bizzat kürsüde okumuş, alkış tufanı ile birinci seçilmiştir. Meclis bu şiiri 3 defa ayakta dinlemiştir. 12 Mart 1921 tarihinde İstiklal Marşı olarak kabul edilmiştir.

Mehmet Akif (600 lira borcu olduğu ve giyecek paltosu olmadığı halde) 500 lira ödülü kabul et-memiştir. Gözü toktur. Ödülü, yoksul kadın ve ço-cuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan ve cepheye elbise diken Kızılay'ın Dar-ul Mesai'sine bağışlamıştır. (Bu tarihte Vehbi Koç'un sermayesinin 2.5 altın olduğu, 500 liranın 50 altın ettiği ifade edilmektedir).

Mehmet Akif, Abbas Halim Paşanın daveti ile 1923'ten 1925'e kadar kışları Mısır'da geçirdi. 1925 sonlarında gidinde de 11 yıl geri dönmedi. Bu gidişin sebebi ile ilgili; görev olarak verilen Kuran Mealini hazırlamak için gittiği ve idarenin laiklik üze-rine kurulmasından üzüntü duyduğundan gittiği şek-linde, iki cenahtan iki ayrı görüş dillendirile gelmiştir.

Bir görüşte, Mısır’a Atatürk ile anlaşmazlığa düştüğünden gitmediği, Kuran meali görevi ile gittiği, bazı çekincelerle meali teslim etmediği ve uzun süre yurda bu sebeple gelmediği, yurda dön-düğünde, "Mısır'da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisa-ne (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. ALLAH

BENİM ÖMRÜMDEN ALIP MUSTAFA KEMAL'E VERSİN" dediğini rivayet etmişlerdir.

Diğer görüşte, M. Ertuğrul Düzdağ'ın araştır-malarına göre, samimi dindarlığıyla da öne çıkan Mehmet Akif, vatanının polisleri tarafından taciz seviyesinde takip edilmesi, işsiz bırakılması, emek-li aylığının bile ödenmemesi sebebiyle Mısır'a kendi kendini sürgün etmiştir. (Ciddi ekonomik sı-kıntılardan sonra Kahire'de Darülfünun'da Lisan-ı Türki Müderrisliği yapmıştır.) Bu gidişin sebebini yakın dostu Şefik Kolaylı'ya "takip edilmesini, va-tana ihanet edenler gibi muamele görmeye daya-namadığını, bu yüzden Mısır’a gideceğini" ifade ettiği rivayet edilmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM tarafın-dan; Elmalılı Hamdi Yazır'a tefsir, Ahmet Naim'e hadis, Mehmet Akif'e meal görevi verilmiştir. Bu sebeple Mısır’a gittiği, meali 1928’de bitirdi-ği halde Anayasa'dan "Devletin Dini İslam’dır" maddesinin kaldırılması ve ardından "dini ıslahat beyannamesi" gündeme gelince, "benim mealimi kuranın yerine okutacaklar. Mahşerde Allah ve resulüne ne cevap veririm" demiş ve meali tes-lim etmediği gibi, Diyanet ile anlaşmasını feshet-miştir. Türkiye'ye gelirken bu meali yakın dostu ve talebesi Mehmet İhsan efendiye (Ekmelettin İhsanoğlu'nun babasıdır) teslim etmiş ve "şifa bulur dönersem eksiklerini tamamlar, basarız. Şayet ölürsem bu meali yakarsın" vasiyetinde bu-lunmuştur. (Bu vasiyet 1961 yılında yerine getiril-miştir)

Mehmet Akif siroza yakalanmıştır. Hastalığı ilerleyince Mısır'dan İstanbul'a dönüp Teşvikiye Sağlık Yurdunda tedavi görmeye başlamış ancak hastalığı ile baş edilememiştir. Mehmet Akif'in Mısır'da hamisi Prens Abbas Halim Paşa'nın kızı Prenses Emine Halim, Akif'i hastaneden çıkarıp sa-hibi olduğu Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanına gö-türmüştür. Mehmet Akif, son günlerini burada ge-çirmiş, siroz hastalığından, 27 Aralık 1936 günü hayatını kaybetmiştir. Edirnekapı Şehitliğindedir.

Ne yazık ki, bu büyük vatanperver, kâmil mü’min ve dava adamının, ülkeye dönüşü, hastalığı ve vefatına o günün güdümlü medyası ve radyosu ilgi göstermemiştir. Hukuk fakültesi öğrencisi iken Mehmet Akif'in cenazesine katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer 5 Ocak 1987 tarihli Tercüman gaze-tesinde Akif'in Cenaze Töreni başlıklı yazısında, "hükümet ve güdümlü basın cenazesine ilgi gös-

Page 40: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

40

termedi, devlet töreni yapıl-

madı ve hiç bir devlet erkânı katılmadı. Yakın günlerde ölen ve edebi-

yatımızdaki yeri Mehmet Akif'le kıyaslanamaya-cak olan Samipaşazade Sezai'ye gösterilen ilgi bile Mehmet Akif'ten esirgendi..." şeklinde yaz-mıştır. (Hatta Mısır Apartmanındaki son günlerin-de Mehmet Akif, vekili Fuat Şemsi İnan, Prenses Emine Halim ve gelen ziyaretçilerinin dahi devlet tarafından takip edildiği, fişlendiğine ilişkin ra-porlar Cumhuriyet Arşivi 121-10-0-0/2-6-1numa-ralı dosyada muhafaza edilmektedir).

Merhum Fethi Tevetoğlu, İstanbul üniversitesin-den üç genç arkadaşıyla kapalı çarşıya geçmek isterken Beyazıt Camii önünde, at arabasının üstünde tabutta bir yeşil örtü dahi olmayan bir cenaze görürler. Başında bir belediye görevlisi beklediğinden kimsesiz olduğu anlaşılmaktadır. Rahmet dileyen bu 4 genç, belediye görevlisine "hiç mi kimsesi yok mudur" diye sorduklarında "şair Mehmet Akif miş" cevabını alırlar. Bir bay-rak bulup getirip Akif'in tabutuna örterler. Sağa sola haber göndererek adeta İstanbul'u ayağa kaldırırlar. Mahşeri bir kalabalık oluşur. Akif'in cenazesi İstanbul'un tarihinde gördüğü en kala-balık cemaat tarafından hakka uğurlanır.

Mehmet Akif, çok yönlü bir insandır. Spora büyük ilgi duyarak güreş, yüzücülük, uzun yürü-yüş, koşma ve gülle yarışmalarına katılır seviyede sportiftir. Musikide notaların yanlış çalındığını fark edecek seviyede vakıftır. Mısır'da Türk dili öğretmenliği yaptığı dönemde, üniversitenin salo-nunda bir papaz Beethoven'dan bir parça çal-mış, herkes alkışlamıştır. Mehmet Akif bir notayı yanlış seslendirdiğini hatırlatmış, bunun üzerine salon ayakta Mehmet Akif'i alkışlamıştır.

Anne tarafı ile Doğu İslamlığı, baba tarafı ile Batı İslamlığı, doğup büyüdüğü muhit ile Osmanlı merkezii İslamlığı kendinde toplamıştır. Son dere-

ce dindar ve pozitivist ilim anlayışına sahiptir. Türk tarihinde

münevverlerin olması gereken; dürüst, ah-laklı, kendinden çok başkalarını, toplumu düşü-nen, namuslu bir insan, örnek bir Müslümandır. Herkesten daha çok Türk, herkesten daha çok Müslüman (yaşantısıyla da gerçek bir mü'min) ve herkesten daha çok Anadolu insanıdır. Gerçek bir Vatanperver, tam bir karakter adamıdır. Arnavut kökenine rağmen Türklüğe sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak meselenin milli tarafını, islam zarar görme-si, fitneye ve parçalanmalara sebep olması korku-su ile öne çıkarmamıştır.

Mehmet Akif, rahatsız olarak bulunduğu Alemdağı'nda son günlerde, Tarık Us'unda ara-larında bulunduğu bir gurup ziyaretine gitmiştir. Mehmet Akif hastalıktan bitkindir. Ziyaretçilerden biri konuyu istiklal marşına getirmiş ve "acaba İstiklal Marşı şimdi yeniden yazılsa daha iyi ol-maz mı" deyince, Mehmet Akif bitkin yattığı ya-taktan başını kaldırmış ve "Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse ya-zamaz. Ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşa-mak lazım. O şiir artık milletin malıdır. Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın" demiştir.

Ey büyük dava ve mana adamı, Senin mille-tin öyle bir halde ki tarifi mümkün değil. Vatan, Bayrak, Namus, Toprak işportaya düşmüş. Asımın nesli dediğin senin milletinden bir avuç vatanper-ver, hindu, yamyam ve bin türlü bela çemberin-de çırpınıp duruyor. Allah korusun gözüken o ki, bir istiklal savaşı vermek zorunda kalacağız da, Allah bir Akif ve bir Mustafa Kemal daha gönde-recek mi? Bilemiyoruz.

TÜRK ERİYİZ SİLSİLEMİZ KAHRAMANMÜSLÜMANIZ, HAKKA TAPAN MÜSLÜMAN

Kendisini rahmet ve minnetle anıyor, Allah’tan rahmet diliyorum.

Page 41: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

41

Kış mevsiminin, sırasının gelmesini sabırsızlık-la bekleyen insan gibi bir hali var. Sonbaharın önüne geçip her yeri hükümranlığı altına almak istiyor. O gelmek istedikçe ben kabanıma daha çok sokularak sonbaharın sarı, kırmızı, turuncu yapraklarının arasında yürüyorum. Yaprakların en kuru olanlarına bastıkça sanki taptaze bir ekmeğin en kuru yerinin dişlerin arasında çıkardığı “çıtııır” sesini duyuyorum. Bu sesi duymak için kuru yapraklara ayaklarımı isabet ettirmeye çalı-şıyorum.

Sonbahar gelmesine rağmen köyümüzün yanındaki ormanda yaprakların bu çıtır haline rastlayamazdık. Çünkü yapraklar döküldükten sonra ormanın nemli toprağının tahakkümü altına girer ve kısa süre sonra toprakla adeta birleşirdi. Yeni gelen yapraklar diğerlerinin üstüne düştükçe yer kürenin üstünde sanki bir katman daha oluşur, halı gibi soğuk toprağın üstüne serilirdi.

Ormana her girişimizde içimizde en büyük olan-lar bir hikaye uydurur, kalbimizin gümbürtüsünü daha da artırırdı. Kimi zaman eşkıyaların komşu köyden adam kaçırıp ormanda sakladıkları, kimi zaman dünyada görülmemiş en vahşi yılanların bu ormanda yaşadığı, bazen de ölen kişilerin ruh-larının geceleri burada hayat bulduğu anlatılırdı. Ormanda bizim için sınır kabul ettiğimiz bir kaya parçası vardı. Onu geçersek bir daha evimize dönemeyeceğimizi sanırdık. En korkunç hikâyeler bu kayanın başında anlatılır, en sonunda bir sin-cabın hareketinden ya da daldan dala uçan bir kuşun kanat sesinden korkarak deliler gibi köye

doğru koşardık. Köyün taşlı yolu bizim kurtuluşu-muzdu. Oraya vardık mı ellerimiz dizlerimizde, rükuya varmış gibi bir halde, derin derin solukla-nır, içimizden bir daha oraya gitmemeye yemin-ler ederek korkulu gözlerle ormana bakardık.

Asfalt yolda, ayaklarımın altındaki yaprakları ezerek ilerledikçe daha çok yaklaştığım telefon kulübesi şimdi bana, ormandan koşarak gittiği-miz köy yolu gibi görünüyordu. Bu sefer içimde korku değil kocaman bir umut vardı. Bir de kulak-larımda anacığımın tatlı sesi…

Ortaokula başlayalı üç hafta olmuştu. İlk kez büyük şehre gelmiş, ilk kez bu kadar büyük bir okul görmüş ve en önemlisi ilk kez annemden bu kadar ayrı kalmıştım. Bir hafta sonra köyüme, izne gidebilecektim. Babam yol paramı, sınırlı miktar-da harçlığımı buna uygun vermişti. Harçlığım o kadar sınırlıydı ki kalemim kaybolsa yol paramın ucundan harcamam gerekecek diye ödüm kopu-yordu. Benim olan her şeye gözüm gibi bakıyor-dum ama artık bir hafta daha bekleyecek halim kalmamıştı. Öğretmenlerimin çoğunu, arkadaş-larımı sevememiştim. Derslerde zorlanıyordum. Annemi çok özlemiştim. Telefon açıp anneme köye erken dönmek istediğimi söyleyecek, sonra da otobüs biletimi almaya gidecektim. Annem de buna çok sevinecekti.

Cebimde kâh oynayarak, kâh sıkı sıkı tutarak iyice ısıttığım jetonu telefon kulübesine girince elime aldım. Ahizeyi kaldırıp jeton için ayrılmış yassı deliğe attım, telefonu annemin açmasını

JETONSaadet İlhan

Page 42: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

42

umarak tuşlara bastım ve çalma sesini bekledim. Söyleyeceklerimi kafamda tekrar tekrar topar-ladım. Jetonun süresi kısa olduğundan lafı fazla uzatmamalıydım. Fakat telefon çalmadı. Tekrar denemek için jetonu çıkarıp bir daha atmak istedim. Daha önceki aramalarımda jeton hep eli-me düştüğü halde bu kez geri gelmedi. Telefonu bir daha elime aldım, bir daha kapattım ama yine yoktu. Bu kez öncekilerden daha sert bir şekilde ahizeyi kapattım, jeton iade deliğine elimi iyice soktum. Yoktu. Bilinçsiz bir şekilde “N’olur geri ver!” kelimeleri döküldü dilimden. Çenem hafif titrer bir halde kumarda bütün varını yoğunu kay-beden bir insanın son hamlesini yapmak üzere elindeki kartı masaya atması gibi jetonun şıngır mıngır sesini duymak için elimle telefona vurdum. O soğuk makinenin buz gibi sesinden başka bir ses duyulmadı. Koca makine küçücük jetonuma tamah etmiş, beni anneciğimin sesinden mahrum bırakmıştı. Köyümüzün ormanındaki o vahşi cana-var bu makine olmalıydı!

Çenemin titremesine gözlerimden dökülen ko-caman iki damla yaş eşlik etti. Ardından daha hızlı akan diğerleri… Sarsıla sarsıla ağlıyordum. Zira ikinci jetonu alacak param yoktu. Yıkık bir şekilde kulübeden çıktım. Kulübenin dibine, kaldı-rım kenarına ellerimle dizlerimi sarmış bir şekilde oturdum. Gözyaşlarımla ıslanan ağzımı, burnumu kollarıma süre süre bir süre bekledim. O kadar yorgun, umutsuz ve çaresizdim ki! Önümdeki o koca bir haftayı düşündükçe gözyaşlarımın hızı artıyor, beni yurda götürecek dermanı dizlerimde hissedemiyordum.

Ben böyle ağlarken “Hayırdır küçük, bir şeyi-ni mi kaybettin?” diyen bir ses duydum. Kafamı çevirdiğimde sesin sahibi elindeki kitaplarla kal-dırıma, hemen yanıma oturmuştu bile. Uzun saçlı, genç bir kızdı. “Bir şey yok.” demek istercesine kafamı dizlerimin üstüne koydum. Benim kadar üzgün bir çocuğu orada öylece bırakmak kolay kolay insanlığa sığmazdı. Bu kızcağız da derdi-mi anlamak için elinden geleni yaptı. Üniversiteye gittiğini, benim gibi kardeşleri olduğunu, onlara da her zaman ablalık falan yaptığını anlattı. Beni konuşturmak için ablamın olup olmadığını sordu. “Ablam köyde. Onlarla konuşmak istedim. Ama telefon jetonumu yuttu.” deyince dilimle birlikte, biraz dinmiş olan gözyaşlarım da iyice çözüldü.

Kızcağız önce cüzdanını aradı, sonra çan-tasının içine, olmadı çantasının gözlerine baktı.

Aradığı şeyi bir türlü bulamıyordu. “Allah Allah, nerede bu?” diyerek ayağa kalktı. Ben de göz ucuyla –ağlamayı unutmuş- onu izliyordum. Aradığını sonunda montunun iç cebinde buldu. “Bak, bende bir tane var. Cebimde elime dolanıp duruyordu. Bana lazım değil. Bir işe yarasın bari. Gel, bir de bununla aramayı deneyelim.” dedi. Çölde yüzüne iki damla yağmur düşen bir bede-vi gibi olmuştum. Dermansız dizlerim sanki onca yolu yürümemişti. Hemen kalktım, kızın peşi sıra kulübeye girdim. “İstersen ben arayayım, çalınca çıkarım.” dedi. Kafam önde sadece teşekkür ede-bildim. Numarayı söyleyince “Şehirlerarası konu-şacaksın. Çok fazla bir şey söyleyemeyebilirsin.” dedi. “Biliyorum” anlamında kafamı salladım.

Jetonu attı, tuşlara bastı, çalınca bana verdi. “Hoşça kal” deyip başımı sıvazladı ve çıktı. Ben de “Sağ olun.” dedikten sonra arkasından baka-caktım ki annemin sesiyle irkildim:

- Anne!- Yavrum, sen misin?- Anne, ben köye dönmek istiyorum.- Kuzum nerden arıyorsun?- Kulübeden.- Meydanın oradakinden mi?- Evet.

Annemin güvenliğimle ilgili tedirgin sorula-rından sonra tekrar hızlı bir şekilde:

- Anne, bu hafta döneyim, n’olur, diye yal-vardım. Annem:

- Bir hafta kaldı. Az daha sabret, dedi.

Anneme, onu özlediğimi söylemem ayıp-mış gibi:

- Burada çok sıkıldım. Hem Zehra’yı – 3 yaşındaki küçük kardeşim- özledim, dedim. Cümlemi daha yeni bitirmiştim ki telefon ke-sildi. Hâlbuki daha anlatacak ne çok şeyim vardı: Öğretmenimin sınıfta beni en sevmedi-ğim arkadaşımın yanına oturttuğunu, yazımın düzelmesi için sürekli uyardığını, yurtta ye-meklerin soğuk çıktığını anlatacaktım.

Hapishanede, aylardır görmediği sevdiği gö-rüş gününde karşısına çıkınca ne söyleyeceğini bir anda unutan, birbirlerini seyrederek sınır-lı zamanlarını dolduran bir mahkûm gibiydim.

Page 43: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

43

Anlatacaklarımın çoğu içimde, gözyaşlarım, de-minkinden biraz daha sakin, yanaklarımdan sü-zülürken kulübeyi epey geride bırakmıştım.

Cuma günü törenden sonra gündüzlüler ve ya-tılı olup da hafta sonunu evinde geçirecekler evle-rine dönünce yurt çekilmez hale gelirdi. Çoğu za-man ödevlerimi hafta sonuna yayardım. Her gün yapacak bir şeyimin olması beni daha canlı tutsa da bu hafta ne ödev yapmak ne de bir satır kitap okumak istiyordum.

Cumartesi sabahı ağzıma tek lokma koymak istemediğimden odanın arka bahçeye bakan pen-ceresinden sonbaharın son demlerini seyrediyor-dum. Birden:

- Aslan n’aber? diyen bir sesle irkildim. Annemin dayısının oğlu Ekrem Ağabey kapı-daydı. Bana her zaman “Aslan” diye hitap ederdi.

- Ekrem Ağabey! diye bağırıp yerimden fırladım. Birbirimize sarıldık. Ekrem Ağabey köyde tarlalarından kaldırdığı ürünü, şehirde hale getirip satardı. Şimdi de işini bitirmiş, köye dönüyordu. Dönerken yol üstünde ol-duğumdan bana da uğramıştı. Eğer istersem beni de köye götürmek istiyordu. 2 gün son-ra tekrar şehre dönmesi gerekecekti. Dönüşte beni de okula bırakabilirdi.

Sevinçten deliye döndüm. Hemen kıyafetleri-mi, kitaplarımı toplayıp Ekrem Ağabey’in kam-yonetine atladım. Ben hazırlanırken o da yurttan çıkışımla ilgili işlemleri halletmişti.

Gurbetten köyüme ilk dönüşümdü. Kim bilir anacığım beni karşısında görünce nasıl şaşıracak, nasıl sevinecekti. Beş saatlik yolu gözümü kırpma-dan geçirdim. Köyümün yolunun her noktasını ka-fama kazımaya çalışıyordum. Köye yaklaşıp da ıssız ormanın çevresinden geçerken kendimi cama dayayıp gözlerimi daha bir açtım. Sanki ormana gizlenmiş bir çift göz arıyordum. Böylece yeni bir hikâyeye yelken açacaktım. Ekrem Ağabey’e:

- Ekrem Ağabey, ormanla ilgili yeni bir ha-ber var mı? diye sordum.

Ekrem Ağabey:

- Bilmem. Onu en iyi senin çete bilir, deyip güldü.

Evimize vardığımızda kamyonetin sesinden olsa gerek annem dışarı fırladı.

Beni görünce şaşıracağını düşünüyordum ki annem sadece coşkulu bir heyecanla bana sarıl-dı. Elime, yüzüme, boyuma posuma iyice bir bak-tıktan sonra:

-En sevdiğin yemekleri yaptım. Hemen otur, dedi. Şaşkın bir şekilde:

-Geleceğimi biliyor muydun? diyebildim sadece.

Meğerse canım anacığım benim telefonda-ki üzgün sesimi duyunca Ekrem

Ağabey’i aramış, onun mal götürme işiyle be-nim gelmemi ayarlamış.

O gece annemle koyun koyuna uyuduk. Bütün öğretmenlerimi, sevdiğim sevmediğim bütün arka-daşlarımı anneme tek tek anlattım. En sonunda:

- Haftaya gelme hakkım bitti mi? diye sor-dum korkarak. Annem yol paramı nasıl sıkı sıkı sakladığımı duyunca:

- Haftaya da böyle beraber yatarız, deyip bana sarıldı.

O gece haftalardır beklediğim en tatlı uy-kuya daldım.

Page 44: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

44

Sultan Kılıç

Adı konmamış bir dağın ardında bilinme-yenler zamanında göğe kadar uzanan bir sarayda saçları alevden, yüreği buzdan bir kız prenses yaşarmış. Saçını okşamak isteyen-lerin eli yanar, sarılmak isteyenlerin vücudu donarmış. Herkes korkarmış bu küçük kıza yaklaşmaya. Yalnızlığı arttıkça saçlarındaki alevler daha da yükselir, kalbi daha da buz kesermiş oysa. O da çevresindeki insanla-rı korkutmak istemediği için saraydan dışarı adımını atamazmış.

Bir gün yine tahtında yalnız otururken bu küçük kız. Düşünmüş saçlarım neden alevden, kalbim neden buzdan? Elbette varmış bir ne-deni alev saçların, buzdan kalbin. Ona an-nesinden ve babasından yadigârmış alevden saçlar, buzdan kalp. Kral babasının kimseye acımadığı, merhamet etmediği için buzdan bir kalbi varmış. Annesinin ise alevden saçları varmış kendinden başka kimseyi beğenmedi-ği için. Acımasız bir baba ve kibirli bir anne. “Nasıl da kötü miraslar böyle? Kurtulmak mümkün mü bu miraslardan sevgiyle?” diye düşünürmüş küçük kız her gün böyle.

Belki sevgi tek çaresiymiş bu kızın derdi-nin. Ancak yanmaktan ve donmaktan korkan kişiler çokmuş bu sarayın çevresinde. Ama bu korkuları küçük kızı merak etmelerine engel değilmiş elbette. O ülkenin halkını küçük kızın annesi ve babası çok üzmüş geçmişte. Babası hep zulmetmiş halkına, acımadan çalıştırmış onları. Annesi ise kendine olan sevgisinden başka bir şey görmemiş. Gözlerini kör etmiş kendini beğenmişliği. Halk o kadar üzülmüş ki kendilerine yapılanlara ve dua etmişler bu zalimlerden kurtulmaya. Kral ve kraliçe ölün-ce halk rahat bir nefes almış. Zulümden kurtul-

muşlar. Ancak kral ve kraliçenin kızlarını da düşünmeden edememişler. Ya sevmeyi ve se-vilmeyi bilmeyen bu kız da anne ve babasına benzerse diye. Halk yine kötülük görmekten korktukları için yaklaşamıyormuş ne saraya ne de küçük prensese.

Bir gün cesur küçük bir kız çıkmış ülkeden. Demiş ki insanlara: “ Bu kız büyüyünce ya an-nesi ve babası gibi olursa, bize zulmederse? Onun için ben gidip onunla konuşacağım, ona sevmeyi ve sevilmeyi öğreteceğim. Kal-bini ısıtıp saçlarını okşayacağım.” Halk buna karşı çıkmış başta. Ama bu küçük kız çok ka-rarlıymış kimse caydıramamış onu fikrinden. Diyormuş ki içinden “Sevgi her şeyin ilacıdır.” Ama öbür taraftan da korkuyormuş tabi, ya beni istemezse bana kötü davranırsa diye. Böyle düşüne düşüne çalmış sarayın kapısını. Buzdan kalpli, alevden saçlı prenses şaşırmış önce kim çalar benim kapımı! Koşmuş, açmış kapıyı ardına kadar merakla. Kapının önünde kendi gibi küçük bir kız titriyormuş korkuyla. Prenses şaşkınlıkla birlikte sevinç de duymuş kalbinde. Cesur kız tanıtmış kendini, demiş ki: “Tanımak istiyorum seni izin verirsen. Arka-daşlığım kurtarır belki seni bu dertten.” Pren-ses çok çok sevinmiş onun bu isteğine. “De-mek ki unutmamışlar beni, arkadaşım olacak ne iyi!” diye düşünmüş. Prensesin yalnızlıktan soğuyan kalbi ısınmaya, alev saçları sönme-ye başlamış cesur kızı tanıdıkça, onunla ko-nuştukça.

Ne kadar da önemliymiş meğer sevmeye cesaret etmek. Bir kalbe sevgiyle dokunup saçları sevgiyle okşayabilmek. Küçük bir kı-zın bedeninde kocaman cesur bir yürek ola-bilmek.

Page 45: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

45

Giriş

Türkiye'nin "Sulh İçin Atom" programı çer-çevesinde ABD ile imzalanan antlaşma son-rası, Türkiye'de bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmış, eğitim kurumlarında nükleer enerji konusunda eğitimler verilmiş, uzmanlar ye-tiştirilmiş, çeşitli araştırma merkezleri açılmış ve nükleer enerjinin salt barışçıl amaçlar ile kullanımının her kademesinde araştırmaları yapılmıştır. Ayrıca Türkiye'de nükleer enerji-ye dayalı elektrik enerjisi üretimi konusunda da çeşitli girişimlerde bulunulmuş, projeler gündeme getirilmiştir. Fakat gerek iç gerekse dış nedenlerden dolayı tüm bu projelerin so-nuçsuz kalmış olmasına rağmen 2010 yılında Rusya Federasyonu ile yapılan antlaşma so-nucunda 2013 yılında Akkuyu Nükleer Sant-rali inşasına başlanmıştır.

1. Nükleer Enerji Uygulamalarının Türkiye'deki Tarihsel Gelişimi

ABD’nin ortaya koyduğu "Sulh İçin Atom" programı çerçevesinde antlaşmayı imzalayan ilk ülke Türkiye olmuştur (5 Mayıs 1955). Bu antlaşma akademik çevreleri olduğu kadar,

devleti de harekete geçiren bir antlaşma ol-muş ve bunun sonucunda da İstanbul Üniver-sitesi (İÜ) ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) bir ortak araştırma merkezi (Çekmece Nükle-er Araştırma ve Eğitim Merkezi, ÇNAEM) kur-mak ve araştırma reaktörü inşa etmek üzere 1956’da "İÜ-İTÜ Reaktör Komitesi" oluşturul-muştur. Bu merkezin kurulabilmesi için de ilk olarak Küçükçekmece Gölü kıyısında 3200 dönümlük Nakkaştepe Çiftliği kamulaştırılmış-tır.

Kurulmuş olan "Reaktör Komitesi" işlerini yürütürken, konunun yasal çerçevesinin hazır-lıkları da başlamıştır. 27.8.1956 tarihinde de bu amaçla hazırlanan 6821 sayılı Atom Ener-jisi Komisyonu (AEK) yasası yürürlüğe girmiş, bu yasanın kabulünün ardından, uluslararası arenadaki ilk girişim ise 1957'de 7015 sayılı yasayla Uluslararası Atom Enerjisi Ajansına (IAEA) üye olunmasıdır. Bu yasanın gereği olarak da "İÜ-İTÜ Reaktör Komitesi" 1958'de lâğvedilerek görevi AEK'e devredilmiştir.

Nükleer enerjinin pratik anlamda belirli bir alana uygulanması ise, 1959'da 7091 sayılı yasa ile radyoizotop üretiminin yasal çerçe-

Türkiye’nin Nükleer Enerji Geçmişi

Hamit Berat Kaya

Page 46: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

46

vesinin oluşturulması ile başlamıştır. Bu yasa-nın ardından 1959'da ve 1961’de çıkartılan sırasıyla 7256 ve 234 sayılı yasalar, uygu-lama ile ilgili yeni düzenlemeler getirmiştir. Bütün bu yasal süreçlerin sonunda, sistemin kurumsallaştırılması amacıyla son aşama ola-rak 9 Temmuz 1982 yılında çıkartılan 2690 sayılı yasayla da Türkiye Atom Enerjisi Kuru-mu (TAEK) kurulmuştur.

Türkiye bu yasalarda atom enerjisini ancak sulhçu amaçlara yönelik olarak kullanacağını açıkça beyan etmekle kalmamış aynı zaman-da Nükleer Silâhların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nın (NPT) Mart 1980'de TBMM’ de kabul ederek gerek kendi ülkesine gerekse bütün diğer ülkelere:

1) nükleer silâh yapmaya kalkışmayacağım ve,

2) nükleer silâh yapmaya kalkışan ülkelere de bu konuda yardımda bulunmayacağına,

dair söz vermiştir. Ayrıca IAEA ile 1981 yılında imzaladığı bir sözleşme ile Türkiye'nin mevcut ve kurulacak bütün nükleer tesisleri üzerinde IAEA' nın denetimi de kabul edilmiş-tir. Araştırma merkezleri olarak ise; 27 Mayıs 1962'de resmen faaliyetlerine başlayan Çek-mece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM), yine TAEK'na bağlı, 1966 yılında Ankara Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ANAEM), 1982'de Lalahan Hayvan Sağlığı Araştırma Enstitüsü ve son olarak da 1984'de Ankara Nükleer Tarım Merkezi kurulmuştur.

Tüm bu aşamalardan geçilirken, bu işler için eğitimli kişilerin yetiştirilmesi de göz ardı edilmemiştir.

Bu konudaki öncü eğitim kurumları; İÜ Fen Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi olmuştur. Bu kurumlarda nükleer enerjinin çe-şitli yönleri hakkında daha 1950'lerin başın-dan itibaren dersler okutulmaya başlanmışsa da bu konuda sistematik bir eğitim ilk olarak, 1961 yılında İTÜ bünyesinde hizmet verme-ye başlayan İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü'nde verilmeye başlanmıştır. Yine bu bağlamda İÜ Fen Fakültesi’nde 1968 yılında "Radyobiyo-loji Kürsüsü", 1982 yılında da aynı kurumda "Radyobiyoloji ve Sağlık Fiziği Araştırma Merkezi" kurulmuştur. 1982 yılında kurulan Hacettepe Üniversitesi Nükleer Mühendislik

Bölümü'nde ise ilk defa eğitim lisans seviye-sinde verilmeye başlanmıştır. Ayrıca 1960-1980 yılları arasında Ege ve Boğaziçi Üni-versitelerinde de Nükleer Enerji Enstitüleri kurulmuş ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ma-kina Fakültesinde de konuyla ilgili bir opsiyon açılmıştır.

Türkiye ayrıca, nükleer enerjinin araştırma amaçlı kullanımı için gerekli olan araştırma reaktörlerinin kullanımı için de belli aşamalar-dan geçmiştir.

Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM)'nde kurulan 1 MW gücün-deki TR-1 araştırma reaktörü 6 Şubat 1962 tarihinde kritiği yapılmış ve uygunluğuna ka-rar verilmiştir. Geniş araştırma olanaklarına sahip olan ve değerli araştırmacıların ulusal ve uluslararası pek çok yayın yapma olanak-ları buldukları TR-1 reaktörü 15 yıldan fazla çalıştıktan sonra 19 Eylül 1977'de kapatılmış-tır. Daha çok radyoizotop üretim amaçlı olan yeni bir araştırma reaktörü yine Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNA-EM) bünyesinde (TR-2 araştırma reaktörü) ve 5 MW gücünde olacak şekilde 19 Aralık 1981 tarihinde faaliyete başlamıştır. İTÜ Nük-leer Enerji Enstitüsünde inşa edilen 250 kW gücündeki Triga Mark II araştırma reaktörü-nün ise 11 Mart 1979 tarihinde kritiği yapıl-mış ve uygunluğuna karar verilmiştir.

2. Geçmişten Günümüze Nükleer Santral Projeleri

Tarihsel süreç içerisinde nükleer enerjinin en önemli uygulaması, güç santrallerinden elektrik enerjisi üretmektir. Türkiye'nin elektrik enerjisi üreten bir nükleer santrale sahip ol-ması gerektiği fikri ilk AEK'in oluşum aşama-sında ortaya atılmıştır. Bu konuda Türkiye'nin geçirmiş olduğu 5 nükleer enerji santrali kur-ma girişimi aşağıda özetlendiği gibi olmuştur.

1. İlk çalışmalar Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) bünyesinde oluşturulan bir çalışma grubu tarafından ancak 1965 yılından itibaren yü-rütülmeye başlanmıştır. Bu minvalde ABD’de-den, İsviçre'den ve İspanya'dan üç firmanın oluşturduğu bir konsorsiyum bu konuda EİEİ'ye danışmanlık hizmeti vererek 1969'da nihaî raporunu vermiştir. Bu raporda, nükleer enerji kökenli elektrik üretiminin ilk adımında, ülkenin şartlarına daha çok uyduğu gerekçesiyle, Tür-

Page 47: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

47

kiye'nin 400 MB’lık doğal uranyum ve basınçlı PHWR tipi bir reaktörle işe başlamasını tavsiye etmiş, ancak 1970 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ)’nin yerine kurulan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK)’nun hem projeye önem verme-mesi hemde siyasî desteğin yetersiz kalmasın-dan proje rafa kaldırılmıştır.

2. TEK'de 1972 yılında Nükleer Santraller Dairesi ve ardından 1974 yılında bir nükleer santral kurulması kararının alınmasının ardın-dan yer seçimi için çalışmalar başlatılmıştır. Bu ön çalışmanın sonucunda Mersin'de Ak-kuyu bölgesi nükleer sit alanı olarak uygun görülmüş ve 1976 yılında da bölge nükleer enerji santrali inşaatı için lisanslanmıştır.

1976 yılında üçü İsviçre'den ve biri Fran-sa'dan 4 firmanın oluşturduğu bir konsor-siyum danışman olarak tutularak nükleer santral ihalesi için çalışmalara başlanmış ve tekliflerin değerlendirilmesi sonucu 1977 yı-lında ASEA-ATOM ve STAL LAVAL firmaları ile sözleşme öncesi görüşmeler başlamıştır. Ancak 12 Eylül 1979 da görüşmeler çeşitli sebeplerden ama daha çok bu işin sonuçlan-dırılması için siyasi iradenin yeterince ortaya konulamamasından ötürü proje akim kalmış-tır.

3. Türkiye'nin üçüncü nükleer güç reak-törü macerası 1982 yılında ihale açılmaksı-zın TAEK Başkanlığı aracılığıyla AECL, Sie-mens-KWU ve General Electric firmalarından teklifler istenmesi ile başlamıştır. Yasal süreç-lere bakacak olursak, 1983'de 7405 sayılı "Nükleer Tesislere Lisans Verilmesine Dair Tü-zük “ün yürürlüğe girdiğini, 2 Kasım 1983 yı-lında kanun hükmünde kararname ile Nükleer Elektrik Santralleri Kurumu (NELSAK) kuruldu-ğunu lakin kurumun kâğıt üzerinde kaldığını ve hiçbir zaman kuvveden fiile dönüşemediği-ni görmekteyiz.

2 Kasım 1983 de AECL ile KWU ile pa-zarlık görüşmeleri başlamış ve 30 Ağustos 1984’de pazarlık görüşmelerinde anlaşma sağlanmış ise de hükümet nükleer santrallerin anahtar teslimi esasına göre başlattığı ihale-nin temel şartını “Yap-İşlet-Devret” şartına dö-nüştürdüğünü açıklayınca KWU ile, kendisine Akkuyu yerine Sinop nükleer siti teklif edilmiş olan General Electric firmaları ihaleden çekil-miştir.

AECL ile 1985 yılında “Yap-İşlet-Devret” modeline göre bir ön anlaşma imzalanmış fakat bir yandan kömür santrallerinin daha elverişli olduğu hakkında Hükümet’in bir bö-lümünde beliren kanaat dolayısıyla oluşan si-yasi irade eksikliği, diğer taraftan da Kanada Hükümeti’nin "Yap-İşlet-Devret" modelini faz-la riskli bulması sonucu 1986'da bu girişim de sonuçsuz kalmıştır.

Nükleer santral kurma girişimlerinin sonuç-suz kalması karşısında, 1957-1987 yıllan arasında gerek yurt içinde gerekse yurt dışın-da yetişmiş olan nükleer mühendis, nükleer uzman, nükleer fizikçi, nükleer teknisyen gibi yüzlerce personellik nükleer eleman potan-siyelimizin bir bölümü, yavaş yavaş ya yurt dışına ya da Türkiye'de uzmanlıklarıyla ilgi-li olmayan başka işlere kaymışlardır. Ocak 1988'de ise TEK'in Nükleer Santraller Dairesi kapatılmıştır.

4. Aralık 1992'de Enerji ve Tabiî Kaynak-lar Bakanı'nın Bakanlar kuruluna sunduğu bir raporda ülkenin başka enerji kaynakları ihdas etmediği takdirde 2010 yılında büyük bir enerji krizine düşeceğine ve bunun için de mutlaka nükleer enerjiden yararlanılması ge-rektiğine dikkat çekilmiştir.

1993 başında toplanan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu nükleer enerjiden elektrik üreti-mini ülkenin öncelikli bütün meseleleri arasın-da 3. sıraya koymuştur.

1995 yılında TEAŞ, nükleer santral ihalesi-nin ön incelemelerini yapmak üzere danışman olarak, Güney Kore'nin KAERI firmasıyla an-laşmış, 1996'da Enerji ve Tabiî Kaynaklar Ba-kanlığı'nın görevlendirdiği 3 danışman ile TEA Nükleer Santraller Dairesi'nden 2 elemandan oluşan bir komisyon "İhale Şartnamesi"ne son şeklini vermiştir. Böylece 17 Ekim 1996'da Resmî Gazete'de "Akkuyu Nükleer Santrali" için ihale açılmış olduğu ilân edilmiştir.

TBBM'de bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’ deki bütün partilerin ülkenin nükleer enerjiden yararlanması konusunda hemfikir oldukları ve dolayısıyla siyasi bir konsensüs ve siyasi bir iradenin de oluşması bazı adım-ların daha hızlı atılacağını düşündürmüştür. Fakat daha sonra yaşanan suni siyasi mese-leler yine konunun rafa kaldırılmasına sebep olmuş ve uzun yıllar görüşülememiştir.

Page 48: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

48

15 Ekim 1997’de ise AECL (Atomic Ener-gy of Canada Limited), NPI (Nuclear Power International/Siemens ve Framatome konsor-siyumu) ve WESTINGHOUSE (Mitsubishi ile birlikte) şirketleri tarafından sunulan teklifler TEA Nükleer Santraller Dairesi ve danışman firma Empresarios Agrupados Internacional S.A. tarafından incelenmiş fakat maalesef 2000 senesinde hükümet bu projenin sonuç-landırılmasından ve nükleer santral kurulma-sından vazgeçtiği için Türkiye'nin 4. nükleer santral macerasına da nokta koyulmuş oldu.

5. Son olarak Mayıs 2004'te dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, "Yakında bu santralların üreticisi ülkelerle gö-rüşeceğiz." diyerek nükleer enerji santrali ko-nusunda yaptığı açıklamadan sonra nükleer santraller konusunda teknik incelemelerin sür-düğüne, kurulmasında şartname aşamasına gelindiğine ve kısa zamanda görüşmelerin yapılacağına dair açıklamalar gelmiş, fakat aynı açıklamada, önceki projelerden farklı olarak işletmenin devlet tarafından değil özel sektör eliyle yapılacağı ve santrallerin yeri ko-nusunda araştırmaların sürdüğü, daha önce santralin kurulacağı yer olarak tespit edilen, Mersin'deki Akkuyu bölgesi de alternatifler-den biri olarak gündemde olduğu ifade edil-miştir.

İlk adım olarak 2005'in ocak ayında 2005 yatırım programına alınan üç santral için Elekt-rik Üretim A.Ş. ile Türkiye Atom Enerjisi Kuru-mu'nun yatırım bütçesine 7 milyon TL'lik öde-nek konulmuştur. Haziran 2005'te dönemin

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Okay Çakıroğlu, ilk santralin 2012'de açıla-cağını belirtmiştir.

Bu bağlamda 2010-2020 arasında 5 bin megavatlık üç nükleer santral kurmayı amaçla-yan "Nükleer Enerji Yasası", 17 Ocak 2007'de çıkarılmıştır. Ancak dönemin Cumhurbaşka-nı Ahmet Necdet Sezer, santrali kuracak şirke-tin yapısı, denetimi, söküm masrafı gibi alanlar-da anayasaya aykırılıklar olduğu gerekçesiyle yasanın üç maddesini veto etmiştir.

Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasının ardından tekrar Cumhurbaşkan-lığı makamına gönderilen yasa olduğu gibi kabul edilmiştir. 2010 yılında Rusya ile yapı-lan antlaşma sonrası 2013 yılında Mersin-Ak-kuyu bölgesinde ilk nükleer santral yapımına başlanmıştır. TAEK ayrıca başta Karadeniz ve Akdeniz bölgeleri olmak üzere Mersin-Ak-kuyu, Sinop-İnceburun ve Trakya (Tekirdağ-E-dirne), Adana ve Ankara çevresindeki bazı illeri nükleer santralin kurulabileceği iller ola-rak belirlemiştir.

Sonuç

Türkiye çeşitli birincil enerji kaynaklarına sahip olmasına rağmen bu kaynaklardan ye-terince faydalanamamakta, enerji üretim ve iletiminde verimlilik gibi konulara gereken önemi vermemektedir. Enerji kaynakları ara-sında yenilenebilir enerji payının az olması, nükleer santrallerin kurulumuna yönelik cid-di ve kararlı adımların daha önceki yıllarda atılmaması, kaynak çeşitliliğinde yetersizliğe

Page 49: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

49

yol açmış ve enerjide dışa bağımlılığı devam ettirmiştir.

Enerjide dışa bağımlı bir Türkiye, enerji açığını kapatmak için nükleer enerjiyi alter-natif seçenek olarak görmelidir. Türkiye gü-nümüze kadar beş kez nükleer reaktör sahibi olmaya yönelik girişimlerde bulunmuş fakat ancak 2010’da somut adımlar atabilmiştir. Türkiye’nin uzun yıllar bu alanda geri planda kalmasında asıl sorunun her ne kadar nükleer enerji alanına yönelik ciddi bir ulusal strateji-sinin olmaması gibi görünsede, Batılı ülkelerin bu teknolojiyi Türkiye’ye vermekten çekinmele-rinin etkisinin daha büyük olduğunu son yıllar-da yaşanan olayları göz önüne aldığımızda daha net bir şekilde görmekteyiz. Batılı ülke-ler kapalı kutu şeklinde nükleer reaktör yapıl-masını ve tüm bilginin kendilerinde olacak bir sistemin varlığını temenni etmektedir. Güney Kore örneğini gören Batılı ülkeler kendilerine rakip olabilecek başka devletlerin oluşmasını, özellikle Türkiye gibi dinamik ve gelişime açık bir devletin nükleer enerji teknolojisine sahip olmasını engellemek amacıyla değişik manev-ralar yapmış olsalar da Türkiye’nin ciddi ve uzun süreli bir nükleer politikasının olmaması da sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasındaki etkenlerin başında gelmektedir.

Türkiye, Rusya Federasyonu ile imzaladığı ikili anlaşmayla Akkuyu’da nükleer santral yapılmasına yönelik uzlaşı sağlamıştır. Bu an-laşma, 4800 MW’lik enerji üretebilecek dört adet VVER-1200 reaktörüne sahip olup, Türki-

ye’nin %5’lik enerji ihtiyacını buradan karşıla-masını öngörmektedir. Türkiye nükleer tekno-lojiyle birlikte mühendislik, tarım, hayvancılık, tıp, askeri ve gen teknolojisi gibi alanlarda gelişme göstererek, ileri teknolojiye sahip ola-cağını ve sanayi altyapısının gelişeceğini kur-gulamaktadır.

Kaynakça

1. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (www.taek.gov.tr), Erişim tarihi: 26 Kasım 2018

2. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba-kanlığı (www.enerji.gov.tr), Erişim ta-rihi: 26 Kasım 2018

3. Temurçin, K., Aliağaoğlu A. (2003), "Nükleer Enerji Ve Tartışmalar Işığında Türkiye’de Nükleer Enerji Gerçeği”, Coğrafi Bilimler Dergisi, 1(2), 25-39

4. Özemre, A. Y. (2006), "Türkiye'nin Nükleer Enerji Macerası”, Anlayış Der-gisi (anlayis.net), Erişim tarihi: 29 Kasım 2018

5. Bayülken, A. (2016), "Nükleer Ça-ğın Türkiye'deki 50 Yılı", Dünya Enerji Konseyi/Türk Milli Komitesi Enerji Kong-resi (http://www.dektmk.org.tr/pdf/enerji_kongresi), Erişim tarihi: 30 Kasım 2018

6. Bayraktar, B. N. (2016), "Dünyada Nükleer Enerji", Çevre Ve Enerji Kong-resi Bildiriler Kitabı, 192, 138-198

Page 50: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

50

Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Evet, masallar diyarına hoş geldiniz. Hepimizi içten içe heyecanlandıran bu sözler, he-pimize çocukluğumuzun genellikle mutlu zaman-larını hatırlatır. Genellikle diyorum çünkü siz de benim gibi korkuttuğu bir “Sakallı” masalı olan-lardan olabilirsiniz.

Çocukluğumuzda yatarken uykumuzu getirsin ya da bir nebze olsun rahat duralım diye bizlere anlatılan masallar, bizim hem bilinçaltımızı şekil-lendiriyor hem bizlere idealize edilmiş tipler sunu-yor hem de hayal gücümüzü geliştiriyordu. Peki, ne oldu biz büyüklerin hayatlarından masallar çıktı? Nohut Kardeşler, Tembel Kız ve Çalışkan Kız, İyi Yürekli Avcı, Dünya Güzeli, Sihirli Ayna, Gül Gü-zeli size sayabileceğim ve anlatabileceğim onlar-ca masaldan sadece birkaçı. Okurken ve dinlerken heyecanlandığım, her daim sonunu merak ettiğim, iyilerin kazanacağını bildiğim masallar aslında biz büyüklerin hayata dair unuttuklarını hatırlatıyor bizlere. Bencilliğin, riyakârlığın, tembelliğin, yala-kalığın ve daha bir sürü hoş görülmeyecek, görüle-meyecek davranışın sıkça rastlandığı günümüzde masallar, insanlara bir o kadar uzak ve bir o kadar da yakın aslında. İnsanlar kendi dünyalarını şekil-lendirirken başkalarına bakarken, yüreklerinden çok sosyal medya hesaplarının dilini dinlerken en

çok ihtiyaç duyulan şey; merhamet, tok gözlülük, alçakgönüllülük, dürüstlük gibi hepimizin takdir et-tiği ama çok da uygulamadığı hasletler değil mi? Masallarda insana ait hem iyi hem de kötü dav-ranışları görüyoruz. Evet, bir insan masallardaki kadar salt iyi ya da salt kötü olamaz. Bunu ben dâhil bütün insanlar biliyor ve kabul ediyor. Ama neden içimizdeki iyi köpeği daha çok beslemeye-lim? Ya da daha az besleyip onun kötü köpeğe mağlup olmasını neden isteyelim? Tıpkı masallar-daki gibi birine yardım etmek de etmemek de sizin elinizde. İyi olmak da kötü olmak da sizin elinizde. Nitekim diğer bütün davranışları seçmek de size ve kalbinize kalmış. Kalplerimizi sandığımızdan daha az dinliyoruz, bırakın dinlemeyi onları dilsizliğe mahkûm edenler var. Konumuz nereden geldi di-yorsunuz değil mi buralara. Aslında konumuz tam da bu, insana ait bütün değerler insan için var. Dürüstlük de yalan da; siz hangisini seçerseniz o sizin dilinizde görünür kılınır. Masallarda ikisini de seçen kahramanlarımız var. İkisi de bunun sonucu-na katlanıyor; kimi evine inci boncukla dönüyor, kimi de yılan ve böcekle.

Masallar, küçük dünyamızın büyük yol gösteri-cileri. Bize seçme hakkı sunan anlatılar. Basit, net ve sihirli. Tekerlemeli, bol öğütlü, sonu dilekli. Bu yazıyı hep kulağımda olan bir masaldan alıntı ile bitirmek istiyorum: “İnsan yediği ile değil, sindir-diği ile yaşar güzel kızım…”

PUSULAMIZ MASALLAR

Demet Bilgin

Page 51: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

51

Denizler kendi karalarına gömülen birer ölü bedenler gibi midir sizce de? Hayır, ama altında değil dersiniz biliyorum. Denizler karaların üze-rindedir. Karalar bağlamak için de fazla yaşlıdır. Öldü mü gerçekten? Yoksa birileri mezarlarına taş atıp onların ruhlarını rahatsız mı ediyor? Kim ister ki böyle bir şeyi? Denizin maviliğinde ölü-mün yası da mavidir diyenler diğer renkleri ga-lebe çalıyor besbelli. Hatta onlar denizin altında maişet derdine düşen emekçiler gibi karınlarını doyurma peşindeler onları nasıl göz ardı ederiz? Yeşili, mavisi, kırmızısı… Geçen gün daha önce hiç tanışmadığım bir balık gördüm pulları bir başka, yüzgeci ötekilerden daha belirgin. Her-halde içlerinden en güzeli oydu. Daha güzelini görene kadar; evet, evet oydu. Ya taş atarsam denize birine gelme ihtimali ne kadardı düşün-düm? Taş ya suyun dibine gömülecekti ya ba-lıklardan birine gelecekti. Yapmadım, çocukken suyun üzerinde sektiremediğim taşlarım vardı benim. Şimdi de öyle. Hiç üç kere sektiremedim suyun üzerinde, hep suyun kaldırma kuvvetine başkaldırdılar ve gömüldüler o mezarlığa…

Yine soruyorum kendime: Ya ayırsaydım birini birinden? Balıklar değil yosunları bile ayırmak mümkün müdür birbirlerinin beden-lerinden? Hem bedenler canlılığın yalnızca bütünselidir. Onun ayrıştırılmış uzuvlarını bil-

mek gerekir. Her biri birbirini bütünlemek için ayrıdır, yoksa hiç ayrı kalmamışlardır aslında. Düşünün bir iki ayrı enerjiden oluşan atomların her bir parçası diğerinden kopma savaşı verir. Aslında birbirlerine karşıt olan bu enerjiler azılı düşmanlarına karşı ayrışamazlar; çünkü doğa onları ebediyen birleştirmiştir. Teste’de benim ile aynı fikirde o da bize denizdeki balıkların dilinden konuşuyor:

‘’Varsa yoksa ben, varsa yoksa ben, ben, ben, ben…’’ diğerlerinin bencil melodisini yerle bir eden diğer balık da der ki:

‘’Evet, ama başkası da var, evet ama başka-sı da var; başkası, başkası, senden başkası!’’

Kumlardan sıyırdığım, kumsalın şekline bü-rünen, kokusunu bilen deniz kabukları bizi ya-ralamıyor diyor balıklar. Onlar işlenmiş olan sizlerdir diyorlar; bazılarınız, bir kaçınız, bi-razınız. Hepiniz değil diyor balık. Neden diye soruyorum:

‘’Taşlar ağırdır, çoktur, köşeleri vardır, yara-larlar. Deniz kabukları öyle mi ya? Denizin ılık suları yüzeyini inceltmiştir. İçleri boştur, ağırlaş-mazlar, denize attığınızda batmak için uğraş-mazlar. ‘’ devam etti balık:

‘’Bizim mezarlığımızda o kadar çok taş var

DENİZ MEZARLIĞINA

TAŞ

ATMAKAyşenur Akın

Page 52: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

52

ki hepsi de diğerleri gibi, hiçbiri deniz kabuğu değil. Keşke birbirlerinin yörüngesine nâzır hal-kalar açsalardı suya; o zaman bir garip alabo-ra hissetmezdi ölülerimiz.’’

Bu gördüğüm güzel balık, içimde donuk yeşil renkte bir yosun parçasını gölgelemişti yüzüm-de, içini döker gibi yapıp kılçıklarını tutuştur-muştu elime. Denizlerin değil, insanların dibine fersah fersah inmekti bu. İskandil ile çekip çı-karılan bir gömünün kuru kalabalık çöplüğü de vardı. Sığ sulara atılan taşların derin sulara atı-lan taşlarla aynı değildi bunu öğrenmemiştim. Ta ki güzel balık deniz mezarlığındaki ruhlar-dan bahsedene kadar.

İnsan içinde yüzdürdüğü balıkları bir bir taşla vuruyordu, kimi ise zehirli kimyasal edip akıtıyordu hiddetini, trajedisini. Geçmişten bu yana gömülen kim varsa içinde cenazesinde di-kili taşlarıyla anılıyordu.

‘’Bedenler birbirinden ayrı, ruhlar değil’’ de-mişti balık bönleşen bakışlarına inat.

Henüz ölmemiş olmalı ki deniz mezarlığın-dan yine bana sesleniyor:

Bu da nesi, tek vücut olan ‘’BEN’’ orada bu-rada parçalarını topluyor.

Page 53: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

53

Beyaz perdenin arkasındaki gözler, kaldırımın üzerinde oturmuş, pembe çiçekle oynayan genci seyrediyordu. Adam, yavaşça çevirip yaprakları-na zarar vermemeye de özen gösteriyor, kaldırı-ma oturmuş, karşısındaki siyah kapının açılmasını bekliyordu. Pencereden atılan, mandala sıkıştırıl-mış not kâğıtlarıyla haberleştiği, uzun zamandır camda gördüğü kızı ilk kez yakından görecekti. Günlerdir beklediği an gelmişti. Bina kapısı açıl-dı. Siyah saçlarının yan tarafları kazınmış. Geri kalanını balıksırtı şeklinde örmüş, ucuna pembe kelebekten bir toka tutturmuş olan kız dışarı çık-tı. Krem rengi babet giymiş ve lacivert kot pan-tolonun üstüne siyah bir bluz giymişti. Göz göze geldiler. Kızın gözleri büyüdü. Ela gözleri, sabah güneşinin ışığında parladı. Dudakları yay gibi oldu. Yanaklarındaki gamzeleri belirgin bir hâl aldı. Başını önüne eğip çarpık bir şekilde hızlıca yokuş yukarı yürümeye başladı. Genç, derin bir nefes çekip kızın arkasından yürümeye başladı. Kız, otobüs durağına gitti. Genç çekingen bir şe-kilde kızın yanına yaklaştı.-Merhaba, ben AliKız arkasına bakmadan otobüse koşarak bindi. Düşünmeden Ali de katıldı bu yolculuğa ve kızın yanındaki boş koltuğa oturdu. Fulya, adamın ku-lağına doğru fısıldadı.-Takip ediliyorum.-Kim Takip ediyor?

-Arka sol tarafta oturan, siyah saçlı kırmızı gözlük-lü adam. Sinekkaydı tıraş olmuş ve yanındakini rahatsız edici bir biçimde sağ ayağını sallayan adam.-Tamam, o zaman sizi korumak için yanınızda durayım.-Arkaya doğru bakmayacak mısınız?-Hayır, ben size güveniyorum.Fulya’nın yanakları kızardı ve başını cama doğ-ru çevirdi. Güvenpark’ta inip kuşları beslediler. Bankta oturup saatlerce konuştular. Haftalardır küçük kâğıtlarla yazışmaları, bu sohbetin hemensamimi bir havaya girmesini sağlamıştı. O gün sözleştiler. Her hafta sonu, öğle vakti bu parktabuluşacaklardı. Numaralarını aldılar. Sabahlara kadar konuşup telefon kulaklarında uyuyakaldı-lar. Ali, gün geçtikçe Fulya’ya alışmıştı. İsmi aklı-na geldikçe anlamsızca yüzü gülüyor, bildiği en basit konuları bile unutuyordu. Konuşmaları iki sevgilinin konuşmaları gibi sürüyordu. Ali bu hâl-den güç alarak Fulya’ya açılmayı göze aldı. İlk buluşmalarının üstünden altı ay geçmişti. Ali’nin beklediği gün gelmişti. Odasının penceresini açtı ve kırmızı perdesini çekti.Kısa kahverengi saçlı, sarı tenli yüzünde makyajın her türlüsü bulunan, kot pantolonundaenine yırtıklar olan Fulya bankta oturmuş, üstüne doğru gelen kuşlara elindeki simidi ufak ufakparçalayıp atmaktaydı. Simit parçalarını uzaklara

ÜÇRENK

Alper Şenadam

Page 54: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

54

doğru atıyordu. Susam kırıntılarını yemeye gelenserçelerden korkup bacaklarını banka doğru çe-kiyordu. Yüzünde korku yerine mutluluk hâkimdi. Karşıdan açık mavi ve lacivert renklerde eşofman takımı giyinmiş başında mavi şapkasıyla Ali’nin yaklaştığını fark etti. Sabahtan beridir beklediği andı. Fulya heyecanlanmış, nasıl davranacağınıbilemiyordu.-Merhaba, Yanınıza oturabilir miyim?-Tabi ki deyip çantasını yanına çekti Fulya. Ali’ye yer açtı.Ali, konuya doğrudan girmeye karar verdi.-Şey, esasında ben buraya bugün senle önemli bir konuda konuşmaya geldim.Yüzünü Ali’den yana döndü.-Seni dinliyorum. Yüzünden belli. Bir sıkıntın oldu-ğu. Söyle bana.-Fulya, ilk gördüğümden beridir senden hoşlanı-yorum.-Tamam. Bu kadarı yeter. Ben senden hoşlanmıyo-rum. Hem benim sevgilim var.Ali, kuşlara bakıyordu. Cebindeki takı kutusunu sıkıca kavramıştı.-Dünyada ne kadar şanslı erkekler var.Fulya, Ali’nin kulağına doğru yöneldi.-Sevgilim bir kadın. Diye fısıldadı.-Yani siz le…Yanağında patlayan bir tokatla sözü kesildi.-Ne olduğum sizi ilgilendirmez.

Saatine baktı.-Amanın, geç kalıyorum. Sevgilim beni bekliyor. Söz vermiştim.Yerinden kalkıp elindeki simidi uzattı.-Kuşlara sözüm var, benim yerime siz besler mi-siniz? Bu arada bir daha görüşmezsek daha iyiolacak.-Tabi ki de beslerim.Bankın arkasındaki yoldan karşıya geçti. Durakta beklemeye başladı. Ali elindeki simidi parçalama-ya başladı. Yanına yaklaşan arkadaşının yüzüne şaşkınlıklabakakaldı.-Ne işin var burada?-Şans… Seni, kliniğin arka kapısından bu kılıkla çıkarken görünce. Dayanamadım, takipetmeye başladım. Mahalle serserisi kılığında ne işin var. Hem yanındaki kız kimdi?Ali’nin yanına oturdu.-Psikolojisi hakkında araştırma yaptığım hastam Fulya.-Niye klinikte buluşmuyorsunuz? Hem aranızdaki yakınlık pek de doktor hasta ilişkisinebenzemiyor.-Saçma sapan konuşma, o benim hastam. Ailesi tuttuğu doktorları başka kimliklerle tanıtmışbu zamana kadar. Komşu, uzak akraba ya da özel ders veren bir öğretmen, ben de mahallede tanıştığı, ailesinin haberi olmadan görüştüğü bir

Fotoğraf: Merve Korkmaz

Page 55: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

55

arkadaşıyım. Açık öğretim üniversite derslerine çalışırsa ödül olarak geliyordu bu parka. Tabi ki de Fulya’dan habersiz babası ya da kardeşi uzak-tan onu gözetliyor. Arkasını döndü. Otobüsten el sallayan Fulya’yı gördü. Gülümsedi, el salladı.-Güzel arkadaşım, gözlerinden belli, sevdalan-mışsın. Lâkin şansına küs, sana attığı tokadı çev-redeki dükkândakiler bile duydu. Sevgilisi olması kötü oldu. Bu kadar ani bir tepkiye şaşırdım. İnsan psikolojisi tam çözümlenmiş değil. Yanlış duyma-dıysam heyecanla sevgilisinin yanına gidiyor.-Psikolog değil de senden ajan olmalıymış.Derin bir nefes aldı Ali.-Evet, sevgilisinin yanına gitti. Otobüsten inecek. Evine koşarak gidip hışımla odasına dalacak.Elbise dolabından en güzel kıyafetlerinden biri-ni giyip siyah renkte bir perdeyi kaldıracak. Boy aynasının karşısında sevgilisiyle baş başa sohbet edecek. Ailesiyle konuşmamda söylediler. Saat-lerce kalıyormuş ayna karşısında hatta akşam yat-madan önce aynaya kırmızı rujla öpücük kondu-ruyormuş. Esasında tezimi yazdım. Psikolojik ana-lizini yazdım. Ama vazgeçemiyorum Fulya’dan.Son görüşmelerinin üstünden bir hafta geçmişti. Ali, mutlu ve şaşkındı. Fulya ile arasındakitiyatro son bulmuş. Beklemediği bir anda çalan telefon, sevgilisini terk ettiğini söyleyen ve ağla-yan bir kıza aitti. Ali, Fulya’nın bu kadar çabuk karar değiştirmesine anlam verememişti. Konunun üstünde düşünmeden kızı yemeğe davet etti.Ve şimdi ev yemekleri satan bir dükkânda aşkını bekliyordu. Caddenin karşısında Fulya’yıgördü. Arabalardan çekinerek yoldan geçip zıp-lar gibi koşan, kleopatra modeli saçlarıyla kendi-ne doğru gelen kızı ayakta bekledi. Pembe çiçekli beyaz elbise giymiş küçük kız çocuğu görünümü olan kızın, dudakları, gözündeki ışıltılı bakışlara uyum sağlıyordu.-Merhaba Canım dedi Fulya.-Merhaba, buyur otur, Canım

Fulya, Ali’ye doğru bir adım atıp kravatını düzelt-ti. Masanın üstünde duran gülleri kucağınaalıp yerine oturdu. Masaya getirilen menüyü Ali’nin incelemesine izin vermeden, garsona geri uzattı.-Yayla çorbası, tavuk sote ve pirinç pilavı istiyo-ruz. Tatlı şişmanlatıyor. Kiloma dikkat ediyorum da bu sıralar. Tatlı istemiyorum.Ali, tebessümle karşıladı bu cümleleri ve başıyla onayladı.-Öyle olsun Canım.-Ali, Canım, lütfen elini yıkayıp gelir misin?Garson, çorbaları getirdikten sonra Ali de masa-ya oturdu. Suyunun yarısını içti. Heyecandanağzı kurumuştu. Yavaş ve sakin, çorbalarını içme-ye başladılar. Zaman zaman göz göze gelipyemeklerine devam ettiler. Ali, son kaşığı ağzına götürdüğünde tavuk sote ve pirinç pilavı yayvan bir tabakta salatayla birlikte masaya geldi. Çata-lını eline almasıyla sol kolunun uyuştuğunu hisset-ti, Fulya’nın ela gözleri fal taşı gibi açıldı. Güldü ve dudakları açılıp dişleri ortaya çıktı. Ali geriye yaslandı. Sol tarafını tutmaya başladı.-Alicim, kalbin mi sıkıştı Alicim.Fulya ayağa kalktı. Ali’nin yanına gidip kravatını daha çok sıktı.-Boşuna debelenme Ali, içtiğin çorbaya yapay kalp krizine yol açan bir ilaç döktüm.Kurtulamayacaksın. Merak etme otopside hemen ortaya çıkacak. Böylece sen mezara, Fulya da ha-pishaneye... Sen benim sevgilimi elimden aldın. İşte çekiliyorum aranızdan.Fulya, Ali’nin ceketini aldı. Adamın gözleri kapa-nırken, sandalyeden yere düştü. Kız, kalabalığın içine karışıp kaybolmadan siyah bir perde gibi ceketi başının üstüne örttü.

(AVRASYA YAZARLAR BİRLİĞİ EDEBİYAT AKADEMİSİ 27.02.2016)

Page 56: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

56

1980’li yılların başında Anadolu’da doğmuş biri olarak dünyadaki değişim ve gelişmeleri şaş-kınlıkla izliyorum. Babamın görevi gereği güney-doğuda geçti çocukluğum. İlkokulu bir köy oku-lunda okudum. Bir gün babam yanıma geldi ve beşinci sınıfta girilen bir sınavdan bahsetti. Bu sı-nav çok iyi bir okulun sınavıydı. Eğer kazanırsam çok iyi bir eğitim alacak ve İngilizce öğrenebile-cektim. Okulda diğer okullarda olmayan birçok imkân olduğunu ve hatta bilgisayar laboratuvarı bile bulunduğunu söyledi babam. O yıllarda bu okula girmek çok zordu ve birçok aile çocuğunu dershanelere gönderiyordu. Tabii ki benim böyle bir imkânım olmadı. 1991 yılının baharında bu okulun sınavına girdim ve zor da olsa kazanmayı başardım. O zamanı anlatmak için “köyden in-dim şehre” ifadesi çok uygun bir deyim. Bulun-duğumuz şehir her ne kadar güneydoğuda olsa da köy ve kent farklılaşmasını yoğun hissettiğim ve ciddi uyum sorunları yaşadığım bir dönemdi.

Eylül ayında okul açıldığında bir yıl boyunca hazırlık sınıfı öğrencisi olacağımı ve yoğunlukla İngilizce eğitimi alacağımı biliyordum. Okulda beni en çok şaşırtan Türkçe konuşmanın yasak olması ve yalnızca İngilizce konuşmanın zorunlu olmasıydı. Hatta Türkçe konuşanlara para ceza-sı kesiyorlardı. Zaten çok az harçlık aldığım için birçok gün öğlen yemeği yiyemiyordum. Hafta-lar ilerledikçe İngilizce konuları da zorlaşmaya ve karmaşıklaşmaya başlamıştı. Kitaplarımız Oxford ve Cambridge yayınevlerinden geliyordu. Baba-mın çok pahalı bulduğu bu kitapların Türkiye’deki ders kitaplarından çok farklı olduğunu hatırlıyo-rum. Öncelikle kuşe kâğıdı ilk defa bu kitaplar-

da görmüştüm. Kitaplar renkliydi ve her yerinde resimler vardı. Şimdilerde daha iyi anlıyorum ki kitaplar sadece dil öğretmiyor ayrıca İngiliz kül-türünü de genç dimağlara aşılıyordu. Daha on yaşında bir çocuk olmama rağmen İngiltere’nin bizden çok ileri ve müreffeh bir toplum olduğu-nu anlamıştım. Ailem beni Türk Milliyetçisi olarak yetiştirmeye çalışıyordu. Ancak ben derslerden et-kilenerek İngiltere’de yaşamayı hayal ediyordum. Kitabın geçtiği şehirleri merak ediyordum. 1990’lı yıllarında başında bir öğretmen çocuğunun bu hayalinin gerçekleşmesi imkânsızdı. Ankara’yı bile ilk kez 18 yaşında görecek birinin İngiltere’ye gitmesi gerçekten hayaldi.

Ortaokulu Adıyaman’da liseyi de Kahraman-maraş Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’ni kazandım. Ortaokul ve lise yıllarında sağlam temellerle Türk Milliyetçiliğine bağlandım ve za-manımın büyük çoğunluğunu Ülkü Ocaklarında geçirdim. Bu dönemde Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur düsturuna sıkıca inandım ve başka ülkelere karşı herhangi bir ilgim kalmadı. Anka-ra’ya üniversite okumaya geldiğimde ise kişisel tarihimin en gelişmiş şehirlerinden birindeydim ve başka bir ülkeyi görme gibi bir gereksinim his-setmiyordum. İstanbul’a bile üniversitenin üçün-cü sınıfında ilk kez gitmiştim. Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı? Temel tartışmasında ben hep çok okuyanlardan yanaydım. Üniversite yıl-larında Türk Ocaklarının eğitimlerine devam edi-yor ve olabildiğince çok okuyordum. Okumanın faydalarını burada tartışmama lüzum yok. Ancak okurken bilginin yanında merak da artıyor. İngiliz

Bir Vatanseverin İngiltere İzlenimleri; Nasıl Gittim?

Dr. Mahmut Çitil

Page 57: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

57

edebiyatını okurken, sinema ve tiyatro eserlerini incelerken İngiltere’ye ve Batı dünyasına karşı ilgim ve merakım yeniden filizlendi. Siyasalda-ki birçok arkadaşım kaymakamlık stajı yapmak için İngiltere’ye gittiler. Onlarla İngiltere hakkın-da sohbetler ediyorduk. Bana göre Birleşik Krallık Türklerin en büyük düşmanı, dünyanın en büyük baş belasıydı. Bu imparatorluğun şımarık çocu-ğu olan ABD’de de dünyanın yeni jandarması. Anglosakson kültürünün dünyadaki bu bariz üs-tünlüğü bir yandan canımı sıkıyor bir yandan da ilgilimi çekiyordu. Hem üniversite yıllarımda hem de sonrasında bu kültür hakkında çokça okudum. Ancak çok okumanın ötesinde görmenin bu denli etkileyici ve açıklayıcı olacağını bilemezdim.

Üniversite sonrasında öğretmenliğe ve akade-mik kariyere başlama, ardından evlilik ve çocuk sahibi olma gibi temel süreçleri yaşadım. Dokto-ramı bitirdikten sonra artık gözümü dışarıya dik-miştim. Çünkü mesleğimiz gereği yenilik ve ge-lişmeleri takip etmek çok önemli. Mesleki gelişim ve ilerleme açısından bir akademisyenin yurt dışı tecrübesi de önem verilen konulardan. Günümüz-de birçok üniversite, akademik kadroları verirken yurt dışı tecrübesini temel kriterlerden biri olarak istiyor. Akademik hayatımın büyük dönemeçlerini geçtiğim için benim de yurt dışına gitme planla-rım başlamıştı. Ancak yurt dışına gitmek 21. yüz-yılın Türkiye’sinde de çok kolay değildi. Bir aka-demisyenin kendi imkânlarıyla yurt dışına gidecek kadar geliri yok. Ancak TÜBİTAK ya da YÖK’ün bazı bursları ile bu mümkün olabiliyor. TÜBİ-TAK’ın doktora sonrası araştırmacı bursu bu kap-samda iyi bir örnek. Bu bursu alabilmek için yurt

dışında bir üniversite ile temasa geçmeniz, orada bir araştırma yapacağınızı belirtmeniz, araştır-ma önerisini paylaşmanız ve onları ikna etmeniz gerekiyor. Oradan kabul ve davet mektubu ala-bilirseniz bu sefer de TÜBİTAK’ı bu araştırmanın gerekliliği konusunda ikna etmeniz lazım. Eğer şansınız varsa ve TÜBİTAK bursu size verirse bir yıllığına o ülkeye gidebiliyorsunuz. Tabi ki o ülke size vize verirse. Benim gibi bir Türk Milliyetçisini en çok korkutan daha doğrusu canımı sıkan şey de bir ülkeye vize başvurusu yapmaktı. Üç kıtada at sürmüş yedi düvele meydan okumuş büyük bir milletin evladı olarak bir ülkeye girmek için izin almak halen de çok hoşlandığım bir durum de-ğil. Evet, biliyorum hamasi bir cümle oldu. Ama elin gavuru elini kolunu sallayarak benim ülkeme gelirken ben onların ülkesine girmek için onlar-ca prosedür ile uğraşmayı, tonla para vermeyi ve kapıda niye geldiğimi açıklamayı hoş bulmuyo-rum. Ama mesleğim icabı buna mecburdum.

ABD’de doktora sırası burs kazanan ve Ohio’da bulunan bir arkadaşım yardımcı oldu ve Kent State Üniversitesi’nde kabul mektubu aldım. TÜBİTAK’a başvuramadan 15 Temmuz kalkışması yaşandı ve yurt dışına gidiş çok zorlaştı. Kalkışma Amerikan gizli servisinin Türkiye’deki maşaları ta-rafından yapıldığı için ABD’ye karşı herkes gibi benim de tepkim arttı. Bu nedenle ABD’ye gitme fikrinden vazgeçtim. Aslında başka bir ülkeye git-me fikrini uzun süre erteledim. Türkiye’deki çalış-malarıma odaklandım ve doçentliğe hazırlanma-ya başladım. Bu sefer de dil sorunu karşıma çıktı. 1991 yılında öğrendiğim İngilizce ile bu günlere kadar gelebilmiştim ama bundan sonrası için dil

Page 58: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

58

becerilerimi geliştirmemde fayda vardı. Aslında doçent olmak için gerekli olan taban puanı geç-miştim. Ancak benim için alanımda Türkiye’de iyi olmak yeterli değildi. Yaptığım çalışmaların dünya tarafından da bilinmesi, uluslararası plat-formlarda fikir ve görüşlerimi daha iyi açıklaya-bilmek için güçlü bir dil becerisine sahip olmam gerekiyordu. Bu nedenle de İngilizce konuşulan bir ülkeye gitmem benim için çok faydalı olacaktı. ABD ile ilişkilerimiz kötüydü. Devlet birçok alanda ABD’ye öğrenci ve bursiyer göndermeyi de dur-durmuştu. Tüm bu nedenlerle hem yakın olması hem de İngilizcenin konuşuluyor olması İngilte-re’ye odaklanmamı sağladı. Ancak Türkiye’deki işlerimin yoğunluğu ve çocuklarımın küçük olması nedeniyle bir yıllığına gitmem de mümkün değil-di. Ben de üç aylığına bir dil kursuna gitmeyi daha uygun gördüm. İngiltere’deki dil kurslarını araş-tırmaya başladım. Bilgi çağının en büyük avantaj-larından biri olan internette bu konuda çok fazla bilgi olduğunu gördüm. Kurs ücretleri, barınma, yemek ve ulaşım gibi konularda birçok yararlı bil-giyi onlarca farklı siteden bulmak mümkün. Tüm incelemelerim sonucunda şöyle bir sonuca ulaş-tım. Vize süreci, orada yaşama ve ulaşım maliyeti benim bu güne kadarki tüm birikimimi eritecek bir maliyete sahipti. Bir üniversitede araştırma yaparak burs alma konusu da ekonomik kriz se-bebiyle çok mümkün görünmüyordu. Tüm bu ne-denlerle çocukluğumun hayali yetişkinliğimin bir gereği olan İngiltere’ye gitme fikri son bulmuştu.

Bir gün telefonum çaldı ve karşıdaki kişi çok sevdiğim bir ağabeyimdi. Kendisi de benim gibi Türk Milliyetçisi olan ve milliyetçi sivil toplum ku-ruluşlarına destek olan bir işadamıydı. Kısa bir hal hatır sohbetinden sonra konuya girdi. Bu güne kadar birçok alanda hizmetlerde bulunduğumu ve kendisinden şahsım adına bir şey istemediği-mi, benim akademik çalışmalarıma destek olmak istediği söyledi. Şirketi adında bana özel bir burs vermek istediğini söyledi. Bu kıymetli ağabeyimin bu eşsiz ve nazik teklifi beni ziyadesiyle memnun etti ama ben teklifi önce kabul etmedim. Ama o birkaç defa daha arayarak ısrarcı oldu ve sonun-da ben de kabul ettim. Böylece benim İngiltere sürecim yeniden başlamış oldu.

İngiltere’ye gitmek için iki seçeneğim vardı. Ya bir üniversiteden kabul alacaktım ya da bir dil kursu bulacaktım. Akademik kariyer açısından bilimsel araştırmaya gitmem daha faydalı olaca-ğından ben de İngiltere’deki üniversiteleri araş-

tırmaya başladım. Ancak enteresan bir üstün ye-teneklilerin eğitimi alanında İngiltere’de belirgin bir üniversite bulamadım. Bu nedenle ikinci ça-lışma alanım olan engelli sosyolojisi konusunda araştırma yapmaya başladım. Burada da Leeds Üniversitesi’nin iyi olduğunu gördüm. Bu sırada İngiltere’de YLYS bursiyeri olarak doktora yapan Oğuzhan isimli bir öğrencim ile temasa geçtim. Ona Leeds’i ve oradaki özel eğitim bölümünü sordum. O da Leeds’in kuzeyde kaldığını ve ya-şam standartlarının çok iyi olmadığını söyledi. Kendisi Londra’nın hemen yanında Reading isimli bir şehirde öğrenim görüyordu. Yine hem öğren-cim hem de derneğimizin bir üyesi olan Nizamet-tin de aynı şehirdeydi. Oğuzhan üç-dört aylık bir süre için Reading’in uygun olacağını ve kendisi-nin bana yardımcı olabileceğini söyledi. Nizamet-tin de bu fikri şiddetle desteklediği için Reading’e gitmeye karar verdim. Oğuzhan üniversite yetki-lileri ile temasa geçti ve üniversitede misafir öğ-retim üyesi olarak araştırma yapmam konusunda destek verdi. Ancak İngilizlerin prosedürlerinin ne kadar can sıkıcı olduğunu bu aşamada öğ-renmiş oldum. ABD’den kabul aldığımda oradaki arkadaşımın ricası üzerine hemen bir gün içinde kabul vermişlerdi. Ancak İngilizler onlarca evrak, araştırma önerisi ve etik kurul belgesi istediler. Tüm bunları hazırlamak ve çevirilerini yaptırmak zaman ve maliyet açısından yıpratıcıydı. Özellikle etik kurul belgesini Gazi’den çıkarmak üç ay ka-dar bir süre alıyordu ve böyle olursa benim yaz dönemi gitmem imkânsızlaşıyordu. Bu süreçte de Konya’da öğretim üyesi olan arkadaşım Zehra imdadıma yetişti ve belgeyi kendi üniversitesin-den bir hafta içinde aldı.

Reading Üniversitesi bana uzunca bir kabul mektubu gönderdi. Mektupta benden aylık 250 pound ücret talep ediyorlardı. Barınma ve ulaşım gibi konularda da hiç bir destek sunamayacakla-rını açıkça ifade ediyorlardı. Akademik etik açı-sından bana uygunsuz gelen bu duruma rağmen ok yaydan fırlamıştı ve artık gitmeyi kafaya koy-muştum. Vize sürecinin acilen başlaması gereki-yordu. İnternette Birleşik Krallık vizesi konusun-da çok açıklayıcı siteler var. Ancak hangi vizenin hangi koşulda isteneceği çok karmaşık. İngilte-re’deki arkadaşlar bu konuda da yardımcı olmak istediler ama ben işi sağlama alıp profesyonel bir danışmanlık firması ile anlaştım. Firma benden bazı belgeleri hazırlamamı, yaklaşık bin lira gön-dermemi talep etti. Bu ücretin neredeyse yarısı da

Page 59: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

59

vize ücretiydi. Ama daha sonra bu kararımın çok isabetli olduğunu anladım. Çünkü bireysel olarak başvuru yapıldığında hata yapma riski çok yüksek ve bu da vizenizin ret olması ihtimalini doğuruyor. Hesapta para gösterme, gelir durumunu göste-ren belgeler, çalışma belgeleri, üniversiteden izin alındığına dair belgeler gibi birçok belgeyi zor-lukla hazırlayıp firmaya gönderdikten bir hafta sonra firma bana vize randevusunu ayarladı. An-kara’da Sheraton Otelin hemen üstünde özel bir firma İngiltere vize işlerini yapıyor. Yani vize almak için İngiltere Büyükelçiliğine gidilmiyor. Hatta tek bir İngiliz dahi görmüyorsunuz. Benim çalıştığım firma da bu vize merkezinin hemen yanında ofise sahipti. Evrakları verdikten sonra on dakika kadar bekledim ve beni içeri aldılar. Evrakları taradıktan sonra beni başka bir odaya aldılar. Burada da parmak izlerimi alıp birkaç fotoğrafımı çektiler. Herhangi bir mülakat olmadı. Yani neden gitmek istiyorsunuz orada ne yapacaksınız tarzı sorular sorulmadı. İşlemler yaklaşık yarım saat içinde bit-mişti. Yirmi gün içinde de sonucu ve pasaportu göndereceklerdi. Öyle de oldu. On gün sonra vize ile pasaportum birlikte geldi.

Haziran ayının başına uçak bileti aldım. Uça-ğım İstanbul’da Atatürk Havaalanından kalkacak ve Londra Heatrhow havaalanına inecekti. Lond-ra’da altı havalimanı var. Bunlardan hangisine gidileceğini kestirmek oldukça güçtü. Ben Rea-ding’e gideceğim için en yakın ve doğrudan oto-büs ulaşımı olduğu için Heathrow’u seçmiştim. Heathrow Havalimanına yalnızca Atatürk Havali-manından uçuş vardı. Diğer havalimanlarına ise hem Atatürk hem de Sabiha Gökçen’den uçuş ya-pılabiliyordu. Biraz tuzlu olsa da bileti Türk Hava Yollarından almıştım. Buradan almamın bana en büyük avantajı valiz hakkıydı. Daha önce yurt dışına bir kez ve kısa süre için çıktığımdan valiz hakkının önemi konusunda bir tecrübem olma-mıştı. 30 kilo bagaj hakkımı tamamen kullan-mıştım. Yaklaşık dört ay kalacağım için ihtiyacım olan her şeyi yanıma almam gerekiyordu. İngilte-re’de kıyafet ve diğer gereksinimlerin fiyatının ne olacağını bilemiyordum. Ancak bildiğim bir şey varsa o da sigara fiyatlarıydı. Fiyatlar Türkiye’nin yaklaşık on katıydı. Sıkı bir tiryaki olarak götü-rebildiğim kadar sigarayı yanıma almalıydım. Bunun için de en iyi yol ceplerime, valizime ve el çantama üçer beşer saklamaktı. Ayrıca hava-limanındaki duty free’den de iki karton sigarayı faturasıyla birlikte bir poşetle alıp uçağın kapısına

yöneldim. Uçağın kapısına geldiğimde ilginç bir uygulama ile karşılaştım. İngilizler özel bir güven-lik firmasıyla anlaşmışlar. Uçağın kapısının bek-leme alanının girişine bir kortej çekmişler. Orada da pasaport ve çanta kontrolü yaptılar. Buna çok anlam veremedim. Bana çok paranoyakça geldi. Çünkü havalimanına girerken iki kere aranmıştık. Uçağın saati geldiğinde bilet kontrolleri yapıldı ve koridordan uçağa geçtik. Daha önce yurt içinde çok uçmuştum ama ilk defa böyle bir uçak görü-yordum. Uçak oldukça geniş ve büyüktü. Ortada üçlü sağda ve solda iki sıra koltuklar vardı. Ben en arka sağda ikili koltukların cam kenarından bilet almıştım. Laptopumu ve okuyacağım bir kitabı çantadan çıkardım ve yerime oturdum. İngiltere ile Türkiye arasındaki saat farkı 2 saatti. Yolculuk rahattı ve yaklaşık 4 saat sürdü. Bindiğim uçak iyi olduğundan yol boyunca önümdeki ekrandan film izledim. THY’nin imkân ve hizmetlerinden gurur duydum. Uçak çok yüksekten uçuyordu ve ben de görebildiğim ve fırsat bulduğum kadarıyla Avrupa’yı semadan izledim.

Bir kitapta okumuştum: insan bir yola çıktığın-da yolun yarısına kadar arkada bıraktıklarını öbür yarısından itibaren de vardığı yerde yaşayacak-larını düşünürmüş. Bende de aynen böyle oldu. Uçakta 10 yaşındaki ve 3 yaşındaki oğullarımı ve eşimi düşündüm. İlk kez onlardan bu kadar ayrı kalacaktım. İngiltere’ye yaklaştıkça da orada neler yapacağımı, nerede kalacağımı, nasıl ile-tişim kuracağımı düşünüyordum. Ama enteresan bir şekilde beni en fazla tedirgin eden ülkeye gi-rişte bir aksilikle karşılaşıp karşılaşmayacağımdı. Çünkü vize alsanız bile gümrükteki memur sizin girişinizi onaylayamayabiliyormuş. Vize başvuru sürecinde soru sormasalar da girişte niye geldi-ğinizi, ne kadar kalacağınızı ve ne zaman döne-ceğinizi açık bir şekilde ifade etmeniz gerekiyor. Hatta uçağa binmeden önce bir Türk ile tanışmış-tık. Bir arkadaşını ziyarete gidiyordu ve tek kelime İngilizce bilmiyordu. Bana girişte sorun yaşarsa ona yardım edip edemeyeceğimi de sormuştu. Ben de kabul etmiştim. Uçak alçalmaya başlayın-ca pencereden dışarı baktım. Manş denizinin üs-tünde uçuyorduk. Avrupa kıtasından ayrıldığımızı görüyordum. Aşağıda gördüğüm uzun düzlükler Belçika ve Hollanda toprakları olmalıydı. İleri doğru bakınca İngiltere topraklarını da gördüm. Uçak sanki havada süzülüyordu ve İngiltere’yi yukarıdan inceliyordum. İlk ilgimi çeken ülkede dağ olmaması ve her yerin yemyeşil düzlüklerden

Page 60: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

60

oluşmasıydı. Hem her dönüm toprağın etrafında kare şeklinde ağaçlar vardı. Küçük göller ve uzun ırmaklar etrafında küçük yerleşim yerleri vardı. Nehirde küçük kayıklar ve yatlar görülüyordu. Yere yaklaştıkça insanları da seçmeye başlamış-tım. Bir düzlükte insanlar futbol oynuyor, başka bir düzlükte polo oynuyorlardı. At binenler de vardı. Mavi ve yeşil arasında farklı bir ülkeye ini-yordum. Ama daha inmeden bu ülkede yaşayan insanların ne kadar rahat olduklarını anlamaya başlamıştım. Uçak indikten sonra eşyalarımı al-dım ve koridora yöneldim. Heathrow dünyanın en büyük havalimanlarından biriymiş. Oldukça uzun bir yürüyüşten sonra pasaport kontrolleri-nin yapıldığı yere geldik. Bu esnada havalimanın wifi ağına bağlandım. İngiltere’de wifi bulmak da bağlanmak da oldukça kolay. Ülkeden çıkmadan telefonumu yurt dışı aramalara açmıştım ama wi-fi’ye bağlanınca WhatsApp üzerinden sınırsız bir erişebilirliğim oluştu. Hemen eşimi aradım ve in-diğimi söyledim. Bu esnada Nizamettin ve Oğuz-han beni almak için havalimanına gelmişlerdi. Onlara da girişte sıra beklediğimi haber verdim.

Pasaport kontrolde on kadar banko vardı ve sırası geleni boş olana yönlendiriyorlardı. İstan-bul’da yardımcı olacağıma söz verdiğim Türk de yanımdaydı. İngiltere’ye girmeden önce Landing Card isimli bir form doldurmak gerekiyor. THY bu formu uçakta dağıtıyor. Eğer uçakta alamazsanız bu formu kontrol noktasında bulup doldurmak

oldukça zor olabiliyor. Ben uçakta doldurmuş-tum. Yanımdaki Türk arkadaşınkini de beklerken doldurduk. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra ikimizin sırası aynı anda geldi ve yan yana ban-kolara düştük. Ben formu ve pasaportu sunarken göz ucuyla da diğer Türk’ü izledim. Formuna ve pasaportuna bakıp hiç bir şey sormadan geçişi-ne izin verdiler. Benim evrakları inceleyen memur Hint ya da Pakistanlıya benziyordu. Yazı dizisinin ilerleyen aşamalarında da üzerinde duracağım üzere İngiltere’de birçok hizmet görevini İngiliz-ler dışındaki farklı etnik gruplar sürdürüyor. Cem Yılmaz’ın gösterisinde bahsettiği şeylerin aynıla-rının yaşandığını görmek beni gülümsetti. Yine Cem Yılmaz’ın verdiği örneğin aynısı gibi “what is your purpose of visit” sorusunu bu kulaklarım duydu. Ben de her İngilizce bildiğini sanan Türk gibi uzun cümleler kurmaya çalışarak geliş ama-cımı anlatmaya başladım. Bir Türk’ün bir Hintliye neden İngiltere’ye girmek istediğini anlatmaya çalışmasının mantıksızlığı bir yana, Hintlinin şüp-heci gözlerle seni süzmesinin verdiği sinire rağ-men durumumu anlattım. Adam benden Reading Üniversitesinin yazısını istedi. Önceden dersime iyi çalıştığım için gereken belgelerin birer örne-ğini yanıma almıştım. Evrakı buldum ve verdim. Daha sonra bana ne zaman döneceğimi sordu. Ben de Eylül ayında dedim. Dönüş biletimi sordu. Ben de rezervasyon yaptığımı ama bilet almadığı-mı söyledim. Öfleyip püfledi ama girişi onayladı.

Page 61: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

61

Kafamdan ilginç düşünceler geçti ama burada paylaşmayacağım. Pasaport kontrol noktasından geçince hemen bagaj alım yerine varılıyordu. Bizim işlemler yapılırken valizim gelmişti ve tek başına bantlarda dönüyordu. Bagajımı aldım ve çıkışa yöneldim. Ben ayrı bir salona geçileceğini ve orada da bagajın didik didik aranacağını bek-lerken bir anda geniş bir alana çıktım. Karşımda Nizamettin, Oğuzhan ve yine Gazi Üniversitesi Özel Eğitim Bölümü mezunu olan Turgut duruyor-du. Onları görünce önce şaşırdım ve tekrar içeri doğru yöneldim. Bu kadar kolay olması tuhafıma gitmişti. Kimse elimdeki sigaraları sormamıştı. Hemen yandaki duty free’ye girdim ve Nizamet-tin’i aradım. Durumu ona anlattım ve o da güle-rek evet hocam girdiniz artık dedi. O an aklıma tek şey geldi. Daha çok sigara almalıydım.

İngiltere’ye gelirken beni üniversitedeki arka-daşlarım uğurlamıştı oraya vardığımda da Gazili öğrencilerim karşıladı. İnsanın ilk defa gittiği bir ülkede tanıdık yüzlerle karşılanması kadar güzel bir şey olmasa gerek. Birbirimize hasretle sarıldık ve selamlaştık. Hemen orada bu anı ölümsüzleş-tiren bir selfie çektik. Turgut yakın bir tarihte ara-ba almıştı ve beni almaya o araçla gelmişlerdi. Böylece Reading’e çok daha kolay ulaşabilecek-tim. Bu ilk anda orda kaldığım tüm zamanlarda Türk’e en iyi dostun yine Türk olduğunu anlaya-caktım. Gazili olmanın ayrıcalığını da sonuna ka-dar yaşayacaktım. Ancak şimdilik Reading’liydim, kısa ve yeni bir hayata başlıyordum. İngiltere’de yaklaşık 4 ay kaldım. Bu dört ayı, yaşadıklarımı, izlenimlerimi, yaptığım gezileri, yediklerimi, gör-düklerimi ve hissettiklerimi ilerleyen yazılarda paylaşacağım. Görüşmek üzere.

Page 62: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

62

Anadolu’ya göç etmeden önce, Türkler Orta Asya’da çoğunlukla bozkırlarda hayvancılık ile uğraşır dolayısıyla konargöçer bir hayat sürerlerdi. 11. yüzyılda Türklerin Anadolu coğrafyasıyla buluşmaları ile birlikte yayla ve sahil ikliminin hayvancılık için en uygun olduğu Toroslarda, kışlak ve yaylak olarak belirledikleri bölgelerde sürekli olarak bu konargöçer yaşantıyı devam ettirmekte olan Sarıkeçililer veya Yörükler, kışları Silifke, Gülnar, Anamur sahillerinde, yazları Ermenek, Seydişehir, Beyşehir yay-lalarında yaylamaktadırlar.

Hayatlarının her anı zorluklarla dolu olmasına rağmen yine de bu hayat ve üretim tarzından gün geçtikçe sayıları, obaları azalmasına rağmen vazgeçmemektedirler. Sarıkeçililer hayat tarzlarına de-veleriyle, koyunlarıyla, keçileriyle, atlarıyla ve en önemlisi kıl çadırlarıyla adeta rahmetli Atsız’ın de-diği gibi “Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü… Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü!” diyerek hayat mücadelelerini devam etmektedirler. Konakladıkları her yerde kıl çadırlarında ocaklarını tüttürerek, Atatürk’ün “Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa şunu çok iyi biliniz ki dünyada hiçbir güç bizi asla yene-mez.” ifadesindeki ümit ve inancı yerine getiriyorlar. Ne mutlu onlara, ne mutlu bize.

Konargöçerler – SarıkeçililerFOTO - ÖYKÜ

Gültekin Kayalar

Page 63: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

63

Page 64: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

64

Page 65: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

65

Page 66: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

66

Page 67: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

67

ESERİNLE ÇOK YAŞAMehmet Sungur Kılıç

Evet, yaşam süremizi belirlemek maalesef elimizde değil! Ancak yaşadığı-mız ülkede hatta dünyada bile unutulmayan bir birey olmak elimizdedir.

Bu özlü söze çok fazla örnek vere bilirim mesela: Ömer Seyfettin, Cahit Sıtkı Tarancı, Fırat Yılmaz Çakıroğlu, Barış Manço, Cahit Zarifoğlu, Orhan Veli Kanık, Atilla ilhan ve Atatürk gibi kişiler fazla yaşamamasına rağmen isimleri hala unutulmamıştır. Ömer Seyfettin’in birçok eseri vardır: Kaşağı, Perili Köşk, Diyet, Forsa… Mesela Cahit Sıtkı Tarancı: Otuz Beş Yaş, Desem Ki, Abbas, Anne ne yaptın?, Ben Ölecek Adam Değilim… Barış Manço Nane Limon Kabuğu, Domates Biber Patlıcan, Arkadaşım Eşek… Fırat Yılmaz Çakıroğlu bizim için önemli bir kişi kendisine karşıt görüşlü taraflar tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Ama ülküsü uğruna feda ettiği geleceğiyle her zaman aklımızda olacaktır. Atatürk’ünki ise Türkiye Cumhuriyetidir ve Unutulmaz!

Bunun gibi birçok örneği göz önüne alırsak yılların çokluğunun değil değe-rinin bilinip kendimize ve milletimize faydalı olacak şekilde değerlendirilme-sinin ne kadar önemli olduğunu görmüş oluruz. Yaşamımızın uzunluğunu be-lirleyemeyiz fakat adımızın yaptığımız faydalı şeylerle uzun yıllar yaşamasını kendimiz belirleriz.

GELECEĞİMİZDEN SESLER

Page 68: Ben, Toprak ve Fırat - gencakademisyenler.org.tr fileBir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların

68

AHA GELDİM, GİDİYORUM

Yalan dünya işte senden, Aha geldim, gidiyorum.

Kalanlara selam benden, Aha geldim, gidiyorum.

Var mı sana gelip kalan, Baştan başa murad alan, Varın yoğun hepsi yalanAha geldim, gidiyorum.

Dereyi aş, tepeyi aş, Sonu yoktur dolaş dolaş,

Günden güne yavaş yavaş, Aha geldim, gidiyorum.

Yalan dünya sana böyleKimler konup göçtü söyle,

Ben de işte aynen öyleAha geldim, gidiyorum.

Gülemedim şöyle bir gün, Senelerim geçti sürgünGönül sevdiğine dargın, Aha geldim, gidiyorum.

Arif der ki: bunca yıl ayGeldi geçti vay dünya vay! Yaşamaksa yaşadım say, Aha geldim, gidiyorum.

Ozan Arif