72
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Birkaç hadis-i şerifi bile ezberlememiş. Ama kendisini allame-i cihan zannediyor. Edeb dairesinin dışına çıkmış, kendisini “muhaddis” sanarak önüne gelen hadis-i şeriflere cahilane bir şekilde ahkam kesen, kadim ulemaya dil uzatan zavallılara ithafen: İmam Buharî rh.a. hazretleri, en güvenilir hadis kitabı olan “el-Câmiu’s-Sahîh” isimli eserin müellifi büyük muhaddistir. 194/810’da Buhara’da doğdu. On yaşında hadis öğrenmeye başladı ve elli yıl buna devam etti. Bu yolda birçok ülkeyi dolaştı. Bağdat, Bas- ra, Mekke, Medine, Mısır, Nişabur bu ülkelerin başında gelir. Kendisinden toplam doksan bin talebenin hadis dinlediği söylenir. İmam Müslim ve Tirmizî de bunlardandır. Mezarı Semerkand-Hartenk’tedir (Özbekistan). Yirmi beş kadar eserinden en önemlisi “el-Câ- miu’s-Sahîh/Sahîhu’l-Buhârî”dir (7563 hadis). İmam Buharî rh.a., Bağdat’a gelişlerinden birinde çetin bir hadis imtihanı geçirmiştir. Şöyle ki: Henüz genç yaşlarında iken Bağdat’a geldiği zamanlarda meclisler tertip ederek isteklilere hadis yazdırıyordu. Bu meclislere bazan on bini aşkın dinleyici katılıyordu. Bir kere Bağdatlılardan bazı ileri gelen alimler, Buharî’nin ilmini ve zekâsını denemek için ara- larında anlaşarak yüz hadis seçerler. Sonra da bu hadislerden her birinin metnini bir baş- kasına ve onun senedini (râvi zincirini) diğerine ekleyerek birbirleriyle karıştırırlar. Senet ve metinleri yer değiştirerek birbirine karıştırdıkları yüz hadisi, onar onar on kişiye dağıtırlar. Hepsine de bunları hadis meclisinde İmam Buharî’ye sormalarını tenbih ederler. Hadis meclisi toplanıp Buharî derse başlayacağı sırada, bu on kişiden biri kalkarak kendisine ve- rilen karışık hadisleri teker teker sormaya başlar. Buharî, kendisine sunulan bu hadislerin hepsine tek tek “Bunu bilmiyorum” diye cevap verir. Sonra ikincisi kalkar, elindeki karışık on hadisi ayrı ayrı sorar. Buharî her biri için “Bilmiyorum bunu” der. Böylece on kişi, onardan senet ve metni birbirine karıştırılmış yüz hadisi ona sorarlar. Buharî hepsi için bi- rer birer “bilmiyorum” deyip geçer. Buharî’nin ne yaptığını fark eden alimler, işaret diliyle birbirlerine “Adam durumu anlamış!” derler. Durumu farketmeyenler ise, onun cevaptan aciz kaldığını zannederler. Sorular bittikten sonra İmam Buharî ilk adama dönerek: “Senin sorduğun ilk ha- disin aslı şöyledir, ikincisi şöyle, üçüncüsü şöyle, dördüncüsü…” diyerek sonu- na kadar hadisleri doğru senetleriyle açıklar. Böylece on kişinin sorduğu toplam yüz farklı ve karışık rivayetin hepsinin doğrusunu tek tek aktarıverir. (Hatîb el-Bağdâdî, Tarîhu Bağdâd (Beyrut 1997), 2/20-21; Yusuf el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl (Beyrut 1992), 24/453; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ (Beyrut 1986), 12/409.) Daha güzel Burhan’larda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”

“Manevi buhrandan Hakk’ n Burhan’ na” · ÀÍYjºA Ä jºA A ÀnI ´ A ÅBÆjI A ÓËç A ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Birkaç hadis-i

  • Upload
    others

  • View
    10

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”

Birkaç hadis-i şerifi bile ezberlememiş. Ama kendisini allame-i cihan zannediyor. Edeb dairesinin dışına çıkmış, kendisini “muhaddis” sanarak önüne gelen hadis-i şeriflere cahilane bir şekilde ahkam kesen, kadim ulemaya dil uzatan zavallılara ithafen:

İmam Buharî rh.a. hazretleri, en güvenilir hadis kitabı olan “el-Câmiu’s-Sahîh” isimli eserin müellifi büyük muhaddistir. 194/810’da Buhara’da doğdu. On yaşında hadis öğrenmeye başladı ve elli yıl buna devam etti. Bu yolda birçok ülkeyi dolaştı. Bağdat, Bas-ra, Mekke, Medine, Mısır, Nişabur bu ülkelerin başında gelir. Kendisinden toplam doksan bin talebenin hadis dinlediği söylenir. İmam Müslim ve Tirmizî de bunlardandır. Mezarı Semerkand-Hartenk’tedir (Özbekistan). Yirmi beş kadar eserinden en önemlisi “el-Câ-miu’s-Sahîh/Sahîhu’l-Buhârî”dir (7563 hadis).

İmam Buharî rh.a., Bağdat’a gelişlerinden birinde çetin bir hadis imtihanı geçirmiştir. Şöyle ki: Henüz genç yaşlarında iken Bağdat’a geldiği zamanlarda meclisler tertip ederek isteklilere hadis yazdırıyordu. Bu meclislere bazan on bini aşkın dinleyici katılıyordu. Bir kere Bağdatlılardan bazı ileri gelen alimler, Buharî’nin ilmini ve zekâsını denemek için ara-larında anlaşarak yüz hadis seçerler. Sonra da bu hadislerden her birinin metnini bir baş-kasına ve onun senedini (râvi zincirini) diğerine ekleyerek birbirleriyle karıştırırlar. Senet ve metinleri yer değiştirerek birbirine karıştırdıkları yüz hadisi, onar onar on kişiye dağıtırlar. Hepsine de bunları hadis meclisinde İmam Buharî’ye sormalarını tenbih ederler. Hadis meclisi toplanıp Buharî derse başlayacağı sırada, bu on kişiden biri kalkarak kendisine ve-rilen karışık hadisleri teker teker sormaya başlar. Buharî, kendisine sunulan bu hadislerin hepsine tek tek “Bunu bilmiyorum” diye cevap verir. Sonra ikincisi kalkar, elindeki karışık on hadisi ayrı ayrı sorar. Buharî her biri için “Bilmiyorum bunu” der. Böylece on kişi, onardan senet ve metni birbirine karıştırılmış yüz hadisi ona sorarlar. Buharî hepsi için bi-rer birer “bilmiyorum” deyip geçer. Buharî’nin ne yaptığını fark eden alimler, işaret diliyle birbirlerine “Adam durumu anlamış!” derler. Durumu farketmeyenler ise, onun cevaptan aciz kaldığını zannederler.

Sorular bittikten sonra İmam Buharî ilk adama dönerek: “Senin sorduğun ilk ha-disin aslı şöyledir, ikincisi şöyle, üçüncüsü şöyle, dördüncüsü…” diyerek sonu-na kadar hadisleri doğru senetleriyle açıklar. Böylece on kişinin sorduğu toplam yüz farklı ve karışık rivayetin hepsinin doğrusunu tek tek aktarıverir.

(Hatîb el-Bağdâdî, Tarîhu Bağdâd (Beyrut 1997), 2/20-21; Yusuf el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl (Beyrut 1992), 24/453; Zehebî, Siyeru

A’lâmi’n-Nübelâ (Beyrut 1986), 12/409.)

Daha güzel Burhan’larda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.

“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”

AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİYıl: 9 Sayı: 108Eylül 2014

SAHİBİBurhan Basın YayınEğitim ve Tur. Ltd. Şti.

SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜSerdar TAŞAR

YAYIN DANIŞMANLARIProf. Dr. İbrahim BAYRAKTARProf. Dr. Mustafa AĞIRMANYard. Doç. H. Murat KUMBASAR

YAYIN KURULUYusuf ELİBOLRamazan ÇAKIRAydın BAŞARSalih AYDINMusa KARACA

GRAFİK TASARIMBurhan Ajans

DAĞITIM ORGANİZASYONUAsım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000

FiyatıTek Sayı: 6 TL1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TLYurtdışı1 Yıllık Abone: 75 Euro

Abonelik İçin Hesap NumaralarıPosta Çeki No: 5091167Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01Ziraat Bankası Sultanbeyli ŞubesiHesap No: 1673–44165588-5002IBAN:TR690001001673441655885002

YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİMehmet Akif Mah.Kuran Kursu Cad.No: 87Sultanbeyli / İST.Tel: +9 (0216) 498 94 00Faks: +9 (0216) 398 94 69

İNTERNET ADRESİ[email protected]

BASKIMilsan A.Ş. 0212 697 1000

YAYIN TÜRÜAylık Süreli Yayın

Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.

İçindekilerProf. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Yrd.Doç. Dr. Ramazan ŞAHAN

Ahmet YAŞAR

Prof. Dr. Ali Akpınar

Röportaj

Abdullah ÇAKIR

Kul Himmet

Yusuf KARAGÖZOĞLU

Murat TÜRKER

Halit EŞKAN

M. Emin KARABACAK

Memduh ERGİN

Abdulkadir Geylani Hz. (k.s.)

Emre TOPOĞLU

Aydın BAŞAR

Alıntı Yazı

Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN

Musa KARACA

Veysel Köksal

Cihâd Dersleri 4

Kudüs Ziyareti: Yahudi-Mescid-i Aksa ve

Türkiye’den Beklenenler... 8

Hakikî BURHAN 16

Bayramların süsü: Tekbir 20

Şerafettin Tübu: “Mehmet Zahit Efendi,

Erbakan’a çok dua ederdi.” 24

Ey Müslüman Dinini Kıskansana! 28

Öğüt Verdim Deli Gönül Almadı (Şiir) 31

İmam-ı Rabbanî (k.s) den 32

Ahir Zaman Yolcusuna Tenbih ve İhtarlar 34

‘Geçiş Süreci’ Aldatmacasına

Tesettür Üzerinden Bakmak 40

Hacı Şaban Efendi Hz. (V) 42

SMS ve İnternet Çocukları-2 48

Müslüman Ülkeler Türkiye’yi Örnek Almalı 51

Allah’ın Rahmet Kapısına Teşvik 54

ANKARA’DA BİR GÖNÜL MİMARI

Muhterem Hacı Gedikli Ağabeyimiz 58

Nurlu Sözler 60

Bir dava adamı potresi; İzeddin el-Kassam 64

Ramazanın Ardından 68

Burhan Çocuk 70

Hocam (Şiir) 72

Hakikî BURHANAhmet YAŞAR

Bir dava adamı potresi;İzeddin el-Kassam

Ey Müslüman Dinini Kıskansana!Abdullah ÇAKIR

4

16

28

64

Cihâd DersleriProf. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Cihâd Dersleri

Şu anda Irak’ta, Suriye’de Abdul-

lah Azzâm gibi birinin eksikliği

çekilmektedir. Cihâdın mânevi

komutanı olacak, mücâhidleri

yetiştirecek, eğitecek birine ihti-

yaç var. Merhum şehid, işte böyle

birisiydi. Biz, böyle mübârek

birisinin kitaplarını okumanızı

tavsiye ediyoruz.

Yazımızın başlığını teşkil eden “Cihâd Dersleri” ibâresi, rahmetli şehid Prof. Dr. Abdullah Azzâm’ın Türkçeye tercüme

edilmiş bir kitabının ismidir. Asıl adı “Fî Zilâli Sû-reti’t-Tevbe” olan bu kitap Türkçeye “Tevbe Sûresi’nin Gölgesinde Cihâd Dersleri” olarak

tercüme edildi. 1996 yılında, Burûc Yayınları tara-

fından neşredilen kitabın, benim elimde ikinci bas-

kısı var. Elimdeki ikinci baskı, 1997 yılında yapılmış.

Belli ki, kitabın ilk baskısı bir yıl içinde tükenmiş ve

hemen ikinci baskısı yapılmış. Demek ki, o yıllarda

bu kitap okunuyor ve elden ele dolaşıyordu.

Bizim insanımız, Abdullah Azzâm’ı “Afgan Cihâdı’nda Rahmân’ın Âyetleri” isimli kitabıy-

la tanıdı. Seksenli yıllardaki Zaman gazetesi tarafın-

dan okuyucularına bir kitapçık şeklinde hediye ola-

rak verilen bu güzel eserin sonradan tam tercümesi

yapıldı. Dünyanın birçok diline tercüme edildikten

sonra Türkçeye tercüme edilen bu kitap, çok oku-

4 B Eylül

yucu buldu; çok okundu. Afgan Cihâdı’nda cereyan

eden ve bu kitapta yer, zaman ve şahıslar gösterilerek

anlatılan kerâmetleri, ilâhî yardımları yıllarca dersleri-

mizde, sohbetlerimizde, vaazlarımızda anlattık. İnsa-

nımız, bu anlatılanları göz yaşları içerisinde dinledi;

sevdikleri Afganlıları daha çok sevdi ve onlara her

zaman duâ etti. Abdullah Azzâm, bu kitabı ile Afgan cihâdını bütün dünyaya tanıttı ve her ta-rafa duyurdu. Afgan mücâhidleri ile yakın bir diya-

loğu olan Abdullah Azzam, bu kitabı yazarken hadis

ilmindeki senet ve metin tekniğini kullandı. Olayları

anlatırken bu olayı kimden dinlediğini, olayın mey-

dana geldiği yeri ve zamanı da kaydetti. Ruslarla ya-

pılan bu şanlı cihâdda meydana gelen “Hâriku’l-âde”

olayları canlı olarak okuyucunun gözünün önüne ge-

tirdi. Kitabı okuyan birçok okuyucu, olayları yerinde

görmek ve cihâd rûhunu teneffüs etmek ve yaşamak

için o topraklara gitti. Gidenlerin bir kısmı şehid oldu,

bir kısmı da gâzî olarak ülkelerine döndü.

Afgan Cihâdı’nı bütün dünyaya taşıyan, yazdığı

kitapları okuduğumuz zaman bizi Afgan dağlarına gö-

türüp oralarda dolaştıran, cihâdın o güzel kokusunu

bize teneffüs ettiren bu güzel adam kimdi? Biz, daha

önce Afganistan’a bir arka-

daş grubu ile birlikte giden

ve hâtıralarını akıcı bir dille

kitaplaştıran Erdem Ba-

yazıt’ın “İpek Yolu’n-

dan Afganistan’a” isimli

kitabını okumuş ve Afgan

Müslümanlarını çok sev-

miştik. Daha sonra, Mâ-

verâ dergisinde Afganis-

tanlı Meral Mârûf’un,

cihâdla ilgili mektuplarını

okumuş kendimizi cihâdın

içinde bulmuştuk. Öyle ki,

Afgan Cihâd’ı hayatımızdan bir parça, Meral Mârûf

da evimizden gurbete çıkmış biri gibi olmuştu. Der-

ginin her sayısını elimize aldığımızda ilk olarak gur-

betteki evladımızdan gelen mektubu okurduk. Bu

hanımefendi kızımızın “Dullar Kampı” ve “Hicret

Günleri” isimli kitaplarını evimizdeki çocuklarımızla

birlikte gözyaşları içerisinde okur ve ekmeğimizi bu

güzel insanlarla paylaşırdık. Afgan Cihâdı’nı destekle-

mek her birimizin boynunun borcu olmuştu ve ümmet

olarak bu borcu yerine getirmiştik. Erdem Bayazıt’ın

ve Meral Mârûf’un kitapları bizi bu uğurda yetiştir-

mişti. Abdullah Azzam’ın eserleri de bizi her şeyimizle

alıp Afganistan’a götürdü. Evet, kimdi bu zat? Kitap-

ları ile kalbimizdeki îmanımızı coşturan bu güzel insan

kimdi? Eserleri ile bizi etkileyen, kitaplarını okurken

kendisini bize sevdiren bu gönül dostu kimdi?

Prof. Dr. Abdullah Azzâm, 1941 yılında Filis-

tin’de doğdu. 1966 yılında Şam Üniversitesi Şerîat

Fakültesini bitirdikten sonra Ürdün’ün başkenti Am-

man’da lise öğretmenliği yaptı. 1967 yılında Batı Şerîa

ve Mescid-i Aksâ’nın, Yahûdiler’in eline geçmesinden

sonra, Filistin için bir şeyler yapması lazım geldiğine

Bırakın artık ruhsuz insanların kitaplarını okumayı.

B

5Eylül B

inanan Abdullah Azam, 1969 yılında “Müslüman

Kardeşler”in Mücâhidler birliğine katıldı. O yıllarda-

ki savaşlarda gâlip gelen Yahûdiler’in, Müslümanları

alay konusu yapmaları ve onları küçümsemeleri ona

ağır geldi. Katıldığı cihâd faâliyetlerinin yanında ilmî

çalışmalarını da devam ettirdi ve Fıkıh Usûlü’nden

mastır yaptı. 1973 yılında Kâhire’de doktorasını ta-

mamladı. Şam Üniversitesi Şerîat Fakültesi’ni pekiyi

dereceyle bitirmiş olan Abdullah Azzâm, doktorasını

da birinci şeref derecesi ile tamamladı. 1973-1980

yılları arasında Ürdün Üniversitesinde öğretim üyeliği

yaptı. İslâmî çalışmalara katıldığından ve destek ver-

diğinden dolayı, Ürdün Genel Askerî Hâkimi’nin ka-

rarı ile 1980 yılında üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981

yılında, Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde

çalışmaya başladı.

Daha sonra, ülkeleri Ruslar tarafında işgal edi-

len ve Ruslar’a karşı cihâd bayrağı açan Afgan Müslü-

manlarına daha yakın olmak maksadıyla Pâkistân’ın

İslâmâbâd şehrindeki Uluslararası İslâm Üniversite-

si’nde çalışma talebinde bulundu ve bu üniversitede

çalışması kabul edildi. 1984 yılında da bu üniver-

siteden kendi isteği ile ayrılarak, Afgan cihâ-

dına eğitim müsteşarı oldu. Bütün çalışmasını

bu işe hasretti. Cephedeki ve cephe gerisindeki

mücâhidlerin ve bu mücâhidlerin çocuklarının dînî

eğitimlerini üstlendi Bazı Arap Müslümanlar ile birlik-

te, “Mücâhidlere Hizmet Bürosu”nu kurdu. Bundan

sonra Afgan cihâdına hizmet doğrultusundaki çalış-

malarına hız verdi. Afganistan’a gelen Arap mücâhid-

lerin büyük çoğunluğu bu büro etrafında toplandılar.

Bu büro, Afganistan’daki bütün mücâhidler arasında

bir çok öğretim, eğitim, askerî, sıhhî, sosyal ve ha-

berleşme dallarında hizmetler yapmıştır. Kendini

her şeyi ile Afgan cihâdına vakfeden Abdul-

lah Azzam, Kasım 1989’da, İslâm düşmanları

tarafından kurulan hâin bir pusu sonucu, iki

oğlu ile birlikte şehid edilmiştir. Yüce Allah,

bu güzel insanların şehâdetlerini kabul eyle-

sin! (Âmin).

Bir üniversite hocasının, üniversitedeki göre-

vinden istifa ederek cephedeki cihâda fiilî olarak ka-

tılması, bu asırda herkese nasib olmayan bir şereftir.

Abdullah Azzam, İslâm birliğine, Tevhîde, ümmet şu-

Başta Filistin olmak üzere, bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralar-da cihâd eden kardeşlerimizi desteklememiz her birimizin boynunun borcudur. Haydi, hep birlikte bu borcumuzu yerine getirelim!

B

6 B Eylül

uruna, cihâda gönül vermiş; yüce Allah’a ve cennete âşık bir Müs-lümandı. Âşık olduğu değerlere ve mekânlara da kavuştu. Zaten gerçek âlimler, Allah’a ve Al-lah dâvâsına âşık olan seçkin insanlardır. Onlar dünya ma-kamlarını, dünya menfaatlerini istemezler; dünyanın peşinde de koşmazlar. Dünya onların peşinde koşar, ona da yüz ver-mezler; ellerinin tersiyle iter-ler. Çünkü bilirler ki, dünya ve içindekiler, cennetin yanında hiç hükmündedir.

Aziz okuyucularım ve özellikle sevgili gençler! Size, Abdullah Azzâm’ın kitaplarını bulup okumanızı tavsiye ederim. Cihâdı ya-şayan, cihâdın içinde olan bir âlimin kita-bı okunmaz mı? Onlar, hem cihâd etti hem kitap yazdılar; biz okumaktan aci-ziz. Böyle olur mu? Onların kitaplarını okumamız, onlarla beraber olmamız, onların cihâdını devam ettirmemiz demektir. Hz. Peygamber efendimiz, “Cihâd, kıyamete kadar devam eden bir ibâdettir.”(Buhârî, Cihâd 44) buyurmaktadır. Biz de dünyanın değişik yerlerinde devam eden cihâd hareketleriyle ilgilenerek ve bilgilenerek bu

devamlılığa katılacağız.

Irak ve Suriye’de olanlar, Filistin ve Çe-

çenistan’da olan olaylar, hepimizi üzüyor.

Müslümanların topraklarının gayr-i müs-

limler tarafından talan edilmesi, iffet ve

namuslarının çiğnenmesi, mukaddes

beldelerin topa tutulması hepimizi

kahrediyor. Şu anda Irak’ta, Suri-

ye’de Abdullah Azzâm gibi birinin ek-

sikliği çekilmektedir. Cihâdın mânevi

komutanı olacak, mücâhidleri yetişti-

recek, eğitecek birine ihtiyaç var. Mer-

hum şehid, işte böyle birisiydi. Biz,

böyle mübârek birisinin kitaplarını oku-

manızı tavsiye ediyoruz. Bırakın

artık ruhsuz insanların kitap-

larını okumayı. Bürûc yayınları

da bir kampanya başlatıp bu kitabı

güzel bir baskı ve uygun bir fiat ile

okuyucuya ulaştırırsa çok iyi olur.

Başta Filistin olmak üzere,

bütün cihâd cephelerinden ha-

berdâr olmamız ve oralarda cihâd

eden kardeşlerimizi desteklememiz

her birimizin boynunun borcudur.

Haydi, hep birlikte bu borcumuzu

yerine getirelim!

“Cihâd, kı-yamete kadar

devam eden bir ibâdettir.”

B

7Eylül B

Yrd.Doç. Dr. Ramazan ŞAHAN

Kudüs ZiyaretiYahudi-Mescid-i Aksa ve Türkiye’den Beklenenler...

Fakat anlayamadığım bir şey

var... Filistinliler bunları kabul-

lenmiş gibi... Sorduğum zaman;

Kimisi; “Hayır çaresiziz” diyor-

lar...

Kimisi; “Ağlamaktan başka ne

yapabiliriz ki???” diyorlar...

Kıymetli okurlar! Geçen yaz 20 Haziran 2013- 20 Eylül 2013 tarihleri arasında, YÖK aracılığı ile Muş Alparslan Üniversite-

si’nden Ürdün’deki Amman Üniversitesi’ne, araştır-macı misafir öğretim üyesi olarak ziyarete gitmiştim.

Orada görüp yaşadığım bazı olayları facebo-ok, internet vb. iletişi araçları vasıtasıyla dostlarla paylaştım. Hatta bir dergide “Ürdün Hatıraları” diye bir yazı da yazmıştım… Onların tamamını bir kenara bırakarak, Ramazan Bayramı’nda dört ar-kadaşla birlikte ziyaret ettiğim Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyo-rum…

Geçen yıl 2013 yaz mevsiminde Ramazan Bayramı Perşembe gününe denk gelmişti. Dolayı-sıyla biz Çarşamba günü giderek hem Bayram na-mazını hem de Cuma namazını Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da kılma fırsatımız olmuştu. Nihayet Cumar-tesi günü de tekrar Ürdün’e dönmüştük. Kudüs’te

8 B Eylül

gördüğüm, hissettiğim bazı olayları tekrar Ürdün’e dönünce kaleme almış, facebook sayfamda da pay-laşmıştım… İşte o hatıralarımı biraz daha derli toplu olarak burada sizlerle paylaşmak istiyorum:

Artık Ürdün’e döndüğüme göre inşallah başıma bir olay gelmez, rahatça yazabilirim diyerek oturdum klavyenin başına. Kudüs’e doğru yola çıkarken, acaba “Mescid-i Aksa’da Bayram Sabahı” diye bir şiir yazabilir miyim? diye düşünüyordum ama şiir öyle “hııı” deyince gelebilecek bir şey değildir? Zorlamakla olmaz, ruh lazım, duygu ve coşku lazım... Kısa-cası öyle bir şiir yazamadı-ğım için üzgünüm… Hâlbuki gördüğümüz nice lüzumsuz olaylara, dağa taşa, kurda kuşa nice şiirler yazabiliyo-ruz…

Bir kere daha sınır-lardan içeri girmeden İsrail, Siyonizm ve Yahudi zihniyeti kendini hissettiriyor, gücünü göstermeye çalışıyor.... Mo-ralinizi bozuyor... Kendinden bahsettirmeye çalışıyor... Şu an belki de farkında olma-dan İsrail’in reklamını yapmış oluyorum, Yahudi’nin işine yarayacak en küçük bir iş yaparsam Rabbimden af diliyorum...

Mesela adamlar gümrük girişinde tamamen kafalarına göre istedikleri gibi istediği eşyanızı arıyor-lar... Birinin pasaportunda tehlikeli bir şey varmış gibi el koyuyor, siz de; “İnşallah bir sorun çıkmaz...” diye

dua etmeye başlıyorsunuz... Birinin çantasını didik didik arıyorlar.... Birinin de sadece cebindeki bir ka-ğıdı çıkartıp “Bunda ne yazıyor, ne amaçla yazdın?” diye soruyorlar... Siz de “oh beee… Çantadan yırttım, kurtuldum” diye seviniyorsunuz.... Bunu gidip öyle bir anlatıyorsunuz ki herkes İsrail sınırına yaklaşınca kendine bir çeki düzen veriyor... Kimilerini beş saat bekletiyorlar... Siz iki saatte sınırı geçtiyseniz bunu başarı sayıyorsunuz.... Acaba bizim ülkemizde böyle

bir uygulama var mı? Ya da sırf bunlara mahsus olacak tarzda ne tür işlemler, işler yapılabilir, ilgililer duyarsa ilgilenmelerini bekleriz...

Neyse çeşitli sıkıntı ve badireleri atlattıktan son-ra gümrüğü geçiyor, ora-daki dolmuşlara atlayarak Kudüs’e varıyorsunuz… Kudüs’e gittiniz... Mescid-i Aksa’ya gireceksiniz... Kapı-da Filistin asıllı bir asker ile Yahudi bir askeri yan yana görünce zaten beyninizden vuruluyorsunuz.... Bu ne sa-mimiyet???!!! Bu ne iş???!!! Zaten hemen her köşede İsrail askerlerini görüyorsu-nuz... Size “Biz buralardayız, bizim merhametimize göre Mescid-i Aksa’ya girebilirsi-niz” hissini veriyorlar... Giriş-

te bir de size “Her seferinde Müslüman mısın?” diye sormazlar mı, insanın çok fena zoruna gidiyor... Ama yapacağınız fazla bir şey yok… Yutkunup duruyorsu-nuz…

Filistinlilerin yerlilerini özellikle 40 yaşının al-tındakileri Mescid-i Aksa’ya sokmuyorlar.... Başka şehirlerden gelenler Yahudi’nin merhametine ve

Kimisi, olayları basının abartması diye düşünüyor... Kimisi Türk olduğumuzu anla-yınca “Niçin buraları terk ettiniz?” diye sitem ediyor... Kimisi de “Bu iş içerden olmaz, tarih boyunca Kudüs’ü hep dışarıdan gelenler kurtardı...” diyor, yine dışarıdan bir şeyler

bekleniyor ve özellikle de “Türkiye’den…” diyorlar...

B

9Eylül B

müsaadesine göre içeri girebilir.... Bazı Filistinliler ellerinde bir belge, vize gösterdiler... Bir aylığına gi-rebiliyorlar.... Bu da ayrı bir acı.... Ramazan ayında Her Cuma ve Kadir Gecesi 40 yaşının üzerindekile-re müsaade etmişler... Adam “Mescid-i Aksa’ya 5 kez girdim...” diye seviniyor... Elin Yahudisi senin beş tepsi baklavanı çalmış, gasp etmiş sana da iki di-lim kırıntı veriyor diye sen bunu ikram sanıyorsun.... Ramazan’ın son 10 günü itikafa müsaade etmişler.... Diğer zamanlar belli saatlerde açılıp kapanıyor, belli kişiler giremiyor....

Filistin topraklarıyla sözde İsrail toprakları iç içe... Ama sınırın nerede başlayıp nerde bittiğine ta-mamen İsrail karar verebiliyor... Gidiyorsun, bir anda karşına bir gümrük çıkıyor... Bir anda karşına bir du-var çıkıyor...

“Ne oldu?” diye soramadan,

“Dur kontrol var, buradan o yana geçemezsi-niz veya benden izin almalısınız...” diye zaten durum kendini gösteriyor. Özellikle İsrail pasaportu taşıma-yan Filistinliler giremiyorlar Mescid-i Aksa’ya... Yu-suf isminde yeni tanıştığımız bir abinin evine gittik... Adamlar bizi hiç tanımıyorlar ama Türk, Türkiye’den

dedin mi Filistinliler can atıyorlar... Yapılan ikram-lar, hizmetler apayrı bir konu.... Arefe ve Bayramını adam bize ayırdı.... Şimdi yiyip içtiklerimizi anlatma-yalım.... Ama adam gelip bizi Mescid-i Aksa’dan ala-madı... Hanımıyla çocuğu gelip alabildiler.... Neden? Çünkü onlar İsrail pasaportu taşıyorlar... Acaib işler...

Bayramın 2. günü öğleden sonra bu Yusuf Abiyle “Beytu’l-lahm” ve “el-Halil” denen iki kente gittik.... Beytu’l-Lahm’da hani şu bizim Hz. Ömer’in gelip Kudus’ün anahtarlarını teslim aldığı meşhur bir kilise var... Hz. İsa’nın beşikte iken konuştuğu riva-yet edilen kilise... Bir de orada daha sonra Hz. Ömer adına yapılan bir cami var... Orada ikindiyi kıldık... Oradan çıkıp el-Halil kentine gittik... Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve eşlerinin medfûn bulunduğu ma-ğaranın üzerine yapılmış bir camii var... Halilurrah-man Camii... Ama Yahudi oraya da hakim... Girişte yine Yahudi bayrağı ve askerleri var... Bir de camide Müslümanlara belli bir yer tanımışlar, diğer tarafları Yahudi’ye ait... İçinde top bile oynuyorlarmış... Ama anlatacağım asıl mesele bu değildi...

Bizi buraya o bahsettiğim Türk Dostu Misafir-perver, Cömert Arap Yusuf Abi götürdü... Fakat adam

Perşembe sabahı Bayram’a gittik... Dünyanın değişik ülkelerinden insanlar gelmiş... Fransa’dan, Sudan’dan, Endenozya’dan, Kore’den, Güney Afrika’dan... epey insanla tanı-şıp, görüştük... “Türkler neden az?!” diyorlar... “Hani nerdesiniz?!” diyorlar... “Osmanlı

nerede?!” diyorlar...

B

10 B Eylül

belli noktalardan geçemediği için yarım saatlik yolu değil de iki saatlik dağ yollarını tercih etmek zorunda kaldı... Yine yolda “Burası Filistinlilere ait...” derken birden karşımıza bir yer, yol veya bir mekân çıkıyor...

“Burayı İsrail istediği zaman kapatıyor...” diyor.... “Eeee… Hani Müslümanlara aitti?!” diye sorunca,“Ama kontrol onlarda…” diyor.Aman Allah’ım! Gel de çıldırma Ya Rabbi...

Yol boyu değişik yerlerde değişik villalar görü-yoruz... Bu ne? Müstavtane... Yani Yahudi’nin azar azar yurt edindiği, işgal ettiği, kendine ayırdığı böl-geler...

Yahudi’nin nüfusu yeterli değil yaaa... azar azar ilerliyor... Bir de suyu birden, tamamen kesmiyor, ke-diyi döverken kapıyı aralık bırakıyor... Sindire sindire yediriyor... Suratına dalmasından veya dünyada bel-ki insaf sahibi birilerinin “ayıp oluyor yahu” deme-sinden de çekiniyor galiba... Ama 10 yıl sonrası hiç iyi değil...

Yahudi’nin bir duvar sistemi var... Şehrin her ta-rafına duvar örüyor... Uzaktan bakınca boz yılan gibi

gözüküyor... Tam Yılan yani... Bu duvarları da adım adım ilerliyor... Filistinliler duvarın içine giremez ama

Yahudi’ye sınır yok tabii... Bu duvar bize Haşr suresi 14. ayeti hatırlatıyor. Bu âyeti tefsirlerden de okuyabilirsiniz ama bir de şu an yapılan savaşlarda İsrail’in ko-runma ve savunma sistemini göz önünde bulundurarak bir okusa-nız acaba size neleri hatırlatıyor?

Bir de bu sözde, Müslü-manların oturduğu, Yahudi’nin karışmadığı bölgeler var yaaa... Oraların emniyeti, askeri, polisi yine Yahudi’ye ait... Bazı yerle-rin vergisini güya Filistin Sultası topluyormuş... Ama Müslüman-ların oturduğu yerler bir kere otu-rulabilecek gibi değil... Kapıda doğru düzgün asfalt yok... Ma-halleler çöplük içinde... Yahudi villada otururken Müslümanlar kocaman köy gibi apartmanlar-da oturuyor... Tabii kontrolü de kolay oluyor... Yahudi, kendine

ى ــ ــ إ ــ ــ ــ ــ ــ ر ــ ــ وراء أو ــ ــ ــ ذ ــ ــ ــ و ــ

ن. ــ م ــ“Onlar sizinle toplu durum-

da savaşmazlar, ancak sağlam kaleler içinden veya duvarların arkasından sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki ça-tışmaları pek şiddetlidir. Sen dışardan onları birlik içinde sa-nırsın. Halbuki kalpleri darma dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan, düşünme-yen bir güruhtur.” (Haşr 59/14.)

B

11Eylül B

has gördüğü yerleri pırıl pırıl yaparken Müslümanlığı hissettirecek yerleri kasten ihmal edip Müslümanları bakımsız, pis ve aşağılık gösteriyor... Çünkü her şey onun kontrolünde... Mescid-i Aksa’nın çevresi de öyle... Sanki her taraf çöplük gibi... Hani Müslüman-ların ibadet yeri işte böyle yani!!!...

Fakat anlayamadığım bir şey var... Filistinliler bunları kabullenmiş gibi... Sorduğum zaman;

Kimisi; “Hayır çaresiziz” diyor-lar...

Kimisi; “Ağlamaktan başka ne yapabiliriz ki???” diyorlar...

Kimisi, olayları basının abart-ması diye düşünüyor... Kimisi Türk olduğumuzu anlayınca “Niçin bura-ları terk ettiniz?” diye sitem ediyor... Kimisi de “Bu iş içerden olmaz, ta-rih boyunca Kudüs’ü hep dışarıdan gelenler kurtardı...” diyor, yine dı-şarıdan bir şeyler bekleniyor ve özellikle de “Türki-ye’den…” diyorlar...

Kudüs’e varır varmaz Çarşamba günü öğlen gidip bir otele yerleştik... Tabii ikindiyi hemen Mes-cid-i Aksa’ya gidip orada kıldık... Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’yı görünce heyecanlanmamak elde değildi... İnsan duygulanıyor... Ama yavaş yavaş

işin gerçeğini öğrenince moraller iyice bozuluyor... Yahudi’nin kontrolünde Mescid-i Aksa’yı ziyaret et-tiğinizi anlayınca öfke ve gadap damarlarınız kaba-rıyor... Arefe günü Filistinli erkeklere tamamen ya-saklanmış... “Kubbetu’-Sahra” denen Sarı Kubbeli yer kadınlara tahsis edilmiş, güya Yahudi ikramda bulunuyor... “Mescid-i Aksa” denilen camii de erkek-

lere tahsis edilmiş... İkindiden sonra Filistinli Abi’nin evine gittik... Bu Yusuf Abi’nin evi İsrail’in her tarafa ahtapot gibi sardığı surun dışında ol-duğu için yatacağımız otele gece geç vakitlerde gelebildik... Tabii giriş çı-kışlarda sıkı kontroller var, pasaport ve vizeniz yanınızda olmalı...

Otele dönerken gece saat: 24:00... Tüm Kudüslüler ayakta... Sanki Bayram varmış gibi sabahki bayrama hazırlık yapıyorlar... Saba-ha kadar ses ve alış veriş bitmedi... Perşembe sabahı Bayram’a gittik...

Dünyanın değişik ülkelerinden in-sanlar gelmiş... Fransa’dan, Sudan’dan,

Endenozya’dan, Kore’den, Güney Afrika’dan... epey insanla tanışıp, görüştük... “Türkler neden az?!” di-yorlar... “Hani nerdesiniz?!” diyorlar... “Osmanlı ne-rede?!” diyorlar... Ama hatibin okuduğu hutbe çok yavandı, hiç de bizim beklediğimiz, yer yerinden oy-nayacak, gündemi sarsacak konuşmayı yapamadı... Bizim Milli Şeflik (Tek Parti) Dönemi gibi insanlar

Dönüp otele geldik.... Sabah namazını yine Mescid-i Aksa’da kıldık ve kahvaltıdan sonra da dönüp Ürdün’e gel-dik.... Ama gümrükten çıkışta Yahudi bizden 58 Dolar aldı...

B

12 B Eylül

sindirilmiş... Neyse bayram namazından sonra otele gelip epey dinlendik, öğle namazını tekrar Mescid-i Aksa’da kıldık... Sonra yemeğe, yemekten sonra da “Beytu’l-Lahm” ve “el-Halil” denen iki kente gittik.... Perşembe günü de öyle geçti...

Cuma günü sabah namazında Rafet isimli bir Arap arkadaşla tanıştık... Genç, 31 yaşında ama ne kültürlü, nasıl bilgili... Hayran kaldım... O bizi gez-direcekken kapı çıkışında Samir Siyam isimli sakallı bir başka öğretmen ar-kadaşla tanıştık... Bu iki ismi özellikle veriyorum... Rafet adlı genç Mescid-i Aksa’nın etrafında bulu-nan, Kanuni Süleyman Dönemi’nden kalma sur-ların içindeki evlerden birinde oturuyor... Ahhh Osmanlı Ahhh!!!... Mes-cid-i Aksa’nın etrafına sur-lardan bir şehir yapmış... Mescid-i Aksa kolay kolay yıkılıp işgal edilmesin diye sanki çevresini muhafaza altına almış... Ama ger-çekten etrafında tam bir Osmanlı Şehri inşa edil-miş...

Bu diğer Samir Si-yam adlı öğretmen de Mescid-i Aksa’da gece bekçiliği yapıyor... Mes-cid-i Aksa üzerine çalış-maları var... Kendi hazır-ladığı çok güzel haritalar var... Bize de hediye etti el-hamdü lillah... Beraber gittik tam da Mescid-i Ak-sa’nın karşısındaki Zeytun Dağına çıkıp oradan sabah güneş doğarken Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı seyret-tik... Samir Öğretmen çok şeyler anlattı.... Yahudi’nin alttan tüneller kazarak Mescid-i Aksa’yı çökertip yeri-ne “Heykel” denen farklı bir bina yapmayı planladık-larını anlattı ve her kareyi tek tek gösterdi... İşte o ara-da Kudüs’ün Mescid-i Haram’dan da itinaya muhtaç olduğunu söyledi... Hepsini burada anlatamam ama

bu arkadaş bir de öğleden sonra çocuklara öğretmen-lik yaptığını söyledi...

“Sizin üç çocuğunuz olsa üçünü de aynı derece-de seversiniz amma hasta olanına daha çok ihtimam gösterirsiniz. İşte Kudüs böyledir…”

Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa Müslümanların üç göz bebeğidir amma şu an

Kudüs düşman işgalin-de ezilmekte olduğu için Müslümanların buraya daha çok önem vermesi gerekir…

Şu bir gerçek ki tarih boyunca Kudüs kimin ida-resinde ise onlar dünyaya hükmetmişlerdir. Müslü-manlar ne zaman Kudüs’e sahip olurlarsa işte o za-man yeniden dünyaya hükmedebilirler…

Siyam Samir Öğret-men

“Yahudi nasıl müsa-ade ediyor?” dedim...

“Ediyor amma ge-lip moralimizi bozuyor” dedi...

Çocuklara “Bu ho-calara çok güvenmeyin, dikkatli olun...” diye tel-kinlerde bulunuyormuş Yahudi...

Sanki bir zamanlar benim ülkemde daha beter eziyetler olmuyor muy-du? Kur’an okutan hocalar dipçiklerle ezilmedi mi? İmam Hatip Liseleri’nin önlerinde başörtülü bacıları-mız az mı eziyetler çektiler… Yahudi yine bayağı in-saflıymış… Sadece moral bozuyor...

Epey gezip bilgi aldıktan sonra Cuma öğlene kadar “Kenisetü’l-Kıyame” denen Kiliseyi ve “Ağla-ma Duvarı”nı (Haitu’l-Mebkâ) gezdik... Kilise’de yaşlı

B

13Eylül B

bir kadın bizim bir arkadaşı yakaladı... Nasıl bilgiler veriyor... Bir saat bizden ayrılmadı... Şu bizim Emine Şenlikoğlu’ndan, Şule Yüksel Şenler’den daha ihlaslı yani... Kadının hiç bir resmi görevi yok... Ama sami-mi bir Hristiyan… Bize göre kâfir... Fakat Neredeyse bizi vaftiz yapacak... O kadının samimi çaba ve gay-retini görünce “Hey gidi heyyy...” dedim..

“Erkek ve Müslüman olsa tam Süleymaniye’ye imam olacak kadın... Gelen bütün turistleri Müslü-man yapar... “

Sonra ağlama duvarına gittik... O Yahudiler Tevrat’a kapanıp nasıl da ağlıyorlar... Kadın erkek ağ-lama yerleri bölmelerle ayrılmış... Haremlik-Selamlık var yani... Herhalde Müslümanları Kudüs’ten temiz-leyemediklerine, Mescid-i Aksa’nın yerine “Heykel Mabedi”ni yapamadıklarına, 2013 yılı olmuş hala Nil’den Fırat’a hâkim olamadıklarına ağlıyor ve Yahova’dan af diliyorlardır... Bizim bazı Müslümanlar da aynı hareketi Müslümanlarda görse “bağnazlık” diyor, Eyüp Sultan’da heyecanlanan Müslümanla-ra “şirke düştü” diyorlar... Ama Yahudi’yi görünce “Adam dinine ne kadar da bağlı...” diye övgü yağdı-rıyorlar... Bu Ağlama Duvarı öyle Hz. Süleyman’dan filan kalma değilmiş... İnsanları kandırmak için son-radan yapılmış, 50-60 yıllık bir mazisi varmış yani... Hatırlarsınız… Hani bizim bazı generaller de orada samimi bir şekilde ağlamışlardı... Ama el-hamdü lil-lah biz ağlamadık, sadece seyrettik ve ibret almaya çalıştık tabii ki...

Sonra gelip Cuma’yı Mescid-i Aksa’da kıldık... Tevbe edip af diledik.... Ama yine beklediğim konuş-ma yoktu... Cumadan sonra biraz önce bahsettiğim Rafet adlı genç Arab’ın evinde yemek yedik... Tek odalık bir yer... Oturacak sandalyesi yok... Ama na-sıl misafirperverler... Bizde olsa evin hanımı koltuk takımını, mutfak eşyasını yenilemeden, taksitleri bit-meden misafir kabul etmez... Oradan çıkıp Mescid-i Aksa’nın yanındaki Sahabe kabirlerini ziyaret ettik... Bizim Rafet biraz fanatik, biraz da gırgır... Orada ya-tan sahabeye seslenerek diyor ki:

“Ey Übade bin Samit! Hele kalk da Müslüman-ları gör! Siz kiliseleri kapatıp mescid açmak için bura-lara kadar geldiniz, şehit oldunuz... Ama bunlar taaa Türkiye’den gelip kiliseleri ziyaret ediyolar...”

B

14 B Eylül

Ayrıca kilisede bize Arapça Kitab-ı Mukaddes hediye etmişlerdi... Bizim Rafet ona da çok kızmıştı, ama bizi asla yalnız bırakmadı... İkindiden sonra bir başka Arab’ın evine misafir olduk... Zaten Kudüs’te bir türlü acıkamadık ve kendi paramızla asla yemek yemedik... Çünkü Türkiye’den geliyoruz yaaa... Her-kes yemeğe davet ediyor... Yatsı namazından sonra tekrar sabahki Rehber Samir Siyam’ın evine gittik... Bize Kudüs’le ilgili kendine has müze ve fotoğrafları gösterdi...

Dönüp otele geldik.... Sabah namazını yine Mescid-i Aksa’da kıldık ve kahvaltıdan sonra da dö-nüp Ürdün’e geldik.... Ama gümrükten çıkışta Yahudi bizden 58 Dolar aldı... Eğer bu Ramazan ve Bayram-da Mescid-i Aksa’yı “Bir milyon insan” ziyaret etti de her biri bu kadar para ödediyse... İsrail’in bir yıllık askeri malzemesi tamamlandı demektir... Bu da ayrı-ca zorumuza gitti... O bir milyon ziyaretçi Müslüman eğer İsrail’i ortadan kaldırmaya, oradan çıkarmaya çalışsalardı belki de şimdi vizesiz girecektik oraya...

Eğer anlatabildiysem Kudüs gezisi bu kadar... Tabii bu kısacık yazımızda Yahudi’nin arkasına sakla-nacağı “Garkad” ağacından, yine ancak arkasından savaşabileceği “Taş Duvar”dan bahseden hadisi, İsra suresinde dikkat çekilen Mescid-i Aksa’yı ve Yahu-di’nin sürekli tahrik edeceği terör olaylarını genişçe anlatmaya yer ve zaman müsait değildir… O tür ko-nuları sizin araştırmalarınıza bırakarak sözümü şu şe-kilde bitirmek istiyorum:

Dikkat!!! Ey Müslümanlar.... Ey Türkiyeliler ve Türkçe bilenler... Kudüs esaret altında... Bana koca-man bir “günaydın!” ama size de bir ricam var!!!

Bu yazıyı beğendiyseniz aynısını facebookta da paylaştım… Paylaşın, çoğalsın... Etkili ve yetkili insanlara duyurun... Bizim, sabah kahvaltısında çı-kan peyniri dert edinecek vaktimiz yoktur... Yahudi günden güne sinsi sinsi genişliyor... Kendini dünyaya normal bir devletmiş gibi tanıtıyor ama alttan alttan fare gibi Kudüs’ün altını oyuyor, Müslümanları kemi-riyor ve sömürüyor...

Teoder Herzel’in planlarına göre; 1923’te Os-manlı Devleti’ni yıkıp hilafeti kaldırdıktan sonra, 1947’de Filistin ve Ürdün’ü ayırıp, 1948’de İsrail’i kurmuşlar... Halkın seçtiği Mursi’nin düşürülüp Mı-sır’ın karıştırılması, Türkiye’de Taksim’deki Gezi Par-kı gibi olayların hikmeti “Kudüs Gezisi”nden sonra daha iyi anlaşılıyor...

Lütfen uyanmak ve uyarmak ne demekse onu yapalım... Benim anlatamadığım kısımları da başka-ları tamamlar inşallah.... İnternette chat (lüzumsuz sohbet) yapmak yerine Kudüs’ü araştıralım, okuya-lım, soralım, lütfen boş durmayalım...

Allah’a emanet olunuz... Selam ve dua ile…

Eğer bu Ramazan ve Bayramda Mescid-i Aksa’yı “Bir milyon insan” ziyaret etti de her biri bu kadar para ödediyse... İsrail’in bir yıllık askeri malzemesi tamamlandı demek-tir... Bu da ayrıca zorumuza gitti... O bir milyon ziyaretçi Müslüman eğer İsrail’i ortadan kaldırmaya, oradan çıkarmaya çalışsalardı belki de şimdi vizesiz girecektik oraya...

B

15Eylül B

Ahmet YAŞAR

Hakikî BURHAN

İnşallah dergimiz “Burhan” bu

vazifeyi hakkıyla yerine getirerek

okuyucu ve yazarlarını nur akan

oluğun altına getirip kirlenmiş

düşüncelerimizi kelime-i tevhi-

din nuru ile tenvir edip, beşeri

düşüncelerin bütününü kalpleri-

mizden söküp atarak vaad edilen

kurtuluşa kavuşarak hesap günü-

ne alınları ak olarak gidebilirler.

Bismillah,Elhamdülillah,Vessalatu ves selamu ala rasûlillah

Allah Zülcelâl vel kemal Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin celâl-i zatına, kemal sıfatlarına layık hamd ü senalar olsun ki; kâinatın her zerresini, her küresini, her canlısını, her ölüsünü ve bilcümle va-lıklarını, güneşin yüzünde yüzen zerrecikleri dahi bir “burhan” olarak yaratmış olduğu inancını kalbi-mize yerleştirip yakin mertebesine çıkarmalıyız.

Bu burhanlardan bir zerreciğin hareketini izah etmek için her ne kadar beşeri gücümüzün yet-meyeceğini bilsek de, Allah Teâlâ’nın ihsanı olan ilimlere güvenerek “Burhan” ismi ile isimlenmiş olan dergimizde bir yazı yazmayı Allah Teâlâ nasip buyurmuştur. İnşaallah Rabbimiz bu yazımızda biz-lere “burhan” ismine uygun uyarılarda bulunmayı, okuyucularımızın da bu ikazlarımızı anlayıp, dinle-

16 B Eylül

yip yaşama gayretinde olmalarını (tasdik etmelerini) nasib eylesin.

Burhan, her şeyi olduğu gibi âşikare çıkarıp is-

pat eden bir delilin ismidir.

Mahlûkatın her hangi bir şeyi, bir varlığı, zer-

releri ve kürreleri ispat edecek bir delil olsa da yine

aslına uygun hakiki bir burhan değildirler.

Hakiki burhan kâinatı yaratan, Zat-ı ecel ve

a’lâyı ispat eden delillerdir.

Gerçek burhan, aslı itibariyle hak olan deliller-

dir. Onun için Burhan Dergisi’nin maksadı ve asıl ga-

yesi Allah Zülcelâl’ı ispat eden ve zerreler adedince

var olan delillerden bahsetmektir. Bu gaye peşinde

olduğu için de isminin “Burhan” oluşu isabetli olmuş-

tur.

Allah Teâlâ insanoğlunu yaratmadan önce kai-

natı zahiren ve batınen, zerresinden kürresine yarat-

masının hikmet ve sebeplerinin birisi de bunların her

birinin yaratıcısının varlığının burhan’ı, ilminin, ira-

desinin, kuvvetinin, kudretinin ve kemalat sıfatlarının

bütününün delilli olmasıdır.

Bu delillerle Allah Zülcelalı tanıma yolu olan

“burhan”larla seyre, “seyr-i ilellah” denmiştir. Yani

Allah giden yoldaki yolculuk yani marifetullah yolcu-

luğu ilmi bir yolculuktur.

Bu ilmi yolculuğa çıkılınca önümüze sebepler

perdesi çekilmiştir.

Burhan’a, sebeplere kadar gidip, sebeplerin

gölgesi altında kalanlar çoktur.

Sebeplere kadar gidemeyip mahrum olanlar da çoktur.

Fakat yalnızca sebepleri aşan kullar dünya ve ahiretin bahtiyar kullarıdır. Kulluk yarışını kazanan kulların zahir ve batınlarının tertemiz olup Allah ka-tında bütün sebeplerden arınmış, yıkanmış, nurdan yaratılıp nur topu gidi dünyaya gelmiş gibi olur.

Onun için bu yolculuğa giren insanlar muhak-kak sebep perdelerinden kurtulmalıdırlar.

Bilmelisiniz ki sebep perdelerinden akan iki oluk vardır.

Denilmiştir ki: “Ezelden iki oluk akar birinden nur birin-

den kir”

Bu delillerle Allah Zülcelalı tanıma yolu olan “burhan”larla seyre, “seyr-i ilel-lah” denmiştir. Yani Allah giden yoldaki yolculuk yani marifetullah yolculuğu ilmi bir yolculuktur.

B

17Eylül B

Şairin dediği gibi sebepler perdesinden iki oluk

akar. Birinden nur diğerinden ise kir. Muhakkak ki

bunları konuşmak anlatmak ve dinlemek çok kolay-

dır.

Acaba nur akan oluğu bulabilen var mı veya bu

oluğun altına girip yıkanan kimdir?

Kir akan oluğu tanıyıp, oradan akan pislikler-

den kurtulabilen var mı? Veya bu oluktan akanlarla

kirlenen kimler, bu kirlenenleri görüp onlardan koru-

nabilenler var mı?

Bunun hesabını yapamayan bizler, şimdi ken-

dimize çekilip evvela kir akan, pislik akan oluklardan

kurtulmanın gayretinde olmalıyız. Bilmelisiniz ki bu

kir akan oluklar Allah’ın rızasına muhalif olarak ko-

nuşulan ve dinlenilen sözlerle ve bu gayeler için atılan adımlardır.

Evet, Hakk’a dayanmayan, Hakk’ın sözü ol-mayan bütün sözler ve fiiller; sebepler perdesinin kir akan oluklarından akmaktadır. Akan bu necasetler öncelikle insanların kalb aynasını kirletir. Böylece ba-siret kaybına uğrayan insan sebepler âlemine takılıp kalır.

“İnsanoğlu gafleti sebebi ile üç karanlı-ğın içerisinde kalır. Kendi arzusu, başkalarının irade ve arzuları ile konuşulan ve dinlenilen batıl sözler.” Bunlar her an kalbimizi kirletmektedir.

Allah Teâlâ Hazretleri her şeyi sudan yaratmışsa da bu kir oluğundan akan pislikler su ile yıkanmakla temizlenmiyor.

Bu oluktan akan kirleri getirip deryaların içe-risine koysak yine pisliklerinden kurtulamazlar ve o deryadan girdikleri gibi pis çıkarlar. Yine zulmette, karanlıkta kalırlar, Hakkı görüp, duymazlar ve Hakk kelamını konuşmazlar.

Sebepler perdesini kir akan oluğundan akanla-rın tesirinden kurtulabilmek için sebepler perdesinin nur akan oluğunu araştırmalıyız.

O zaman kirlerimizden arınarak kalbimiz tevhid nurları ile parlar ve çıktığımız marifetullah yolunda önümüzdeki en büyük engel olan sebepler âleminin perdelerini aşıp sebepler âleminin ötesine geçerek Hak Teâlâ’nın tecelli güneşi ile kalbimiz parlamaya ve etrafını aydınlatmaya başlar.

Malumunuzdur ki insan abdestsizlik hallerinden su ile guslederek veya abdest alarak zahiren temizle-nir.

“İnsanoğlu gafleti sebebi ile üç karanlığın içerisinde kalır. Kendi arzusu, başkala-rının irade ve arzuları ile konuşulan ve dinlenilen batıl sözler.” Bunlar her an kalbimizi kirletmektedir.

B

18 B Eylül

Ama manevi kirlerden sadece sebepler âlemin-den akan nur oluğunun altında yani “Kelime-i tev-hid” oluğunun altında yıkanarak temizlenebilirsiniz.

Bir necaset kuyusuna düşen insanın bir an ev-vel yıkanarak üzerine bulaşan pisliklerden kurtulmak istemesi veya cünüp olan bir mü’minin cünüplükten bir an evvel kurtulmayı istediği veya üzerine bulaşan en tehlikeli pisliklerden olan radyoaktif maddelerden kurtulmayı arzu ettiğinden daha çok mü’min kullar kalplerini “la ilahe illellahın” nur oluğu altında temiz-lemeyi düşünemezseler, ne kararan kalpleri temizlenir ne de o kalpten ona kainattaki Allah’ın varlığını bur-hanlarını gösterecek bir kapı açılır.

Bunun için evvela düşünmemiz ve bir an dahi olsa aklımızdan çıkarmamamız gereken husus; sırlar perdesinin birinden nur diğerinden kir akan iki olu-ğunun varlığıdır.

Şunu da unutmayınız ki; kir akan oluk beşe-ri düşünce ve hayat tarzının şekillendirdiği, Allah’ın emir ve yasakları ile Resulü’nün (s.a.v) sünnetine muhalif söz ve yaşayışlardır.

Nur akan oluk ise: Kelam-ı ilahi ile bizlere bil-

dirilen Rabbmizin emir ve yasakları ile bu emir ve

yasakları bize hem tebliğ edip hem de yaşararak bil-

diren Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Rasul-i Ek-

rem (s.a.v) Efendimizin sünnet-i seniyyeleridir.

Rabbimiz bu hususu “Ben onlara, kitabı öğre-

nip temizlenmeleri için kendilerinden bir Resul gön-

derdim.” buyurarak bizlere bildirmektedir.

İnşallah dergimiz “Burhan” bu vazifeyi hakkıy-

la yerine getirerek okuyucu ve yazarlarını nur akan

oluğun altına getirip kirlenmiş düşüncelerimizi keli-

me-i tevhidin nuru ile tenvir edip, beşeri düşüncelerin

bütününü kalplerimizden söküp atarak vaad edilen

kurtuluşa kavuşarak hesap gününe alınları ak olarak

gidebilirler.

Allah’ın rahmeti, bereketi ve selamı burhan

olan sebepler perdesine takılmayarak hidayet yolun-

da ilerleyenlerin üzerine olsun.

B

19Eylül B

Prof. Dr. Ali Akpınar

Bayramların süsü: Tekbir

Kısaca tekbirlerle, Allah’a karşı

büyüklük taslayan şeytan, nefis

ve insanlardan olan tüm müs-

tekbirlerin kibir ve istikbarına

son verip yegâne güç, kuvvet

ve büyüklük kaynağının Allah

olduğunu teslim ediyoruz. Ama

asıl ve önemli olan tekbir ruhuyla

yaşayabilmektir.

Tekbir, bayramların süsü ve sevinç günleri-nin kutlu sözüdür. Hadiste “Bayramlarınızı tekbirle süsleyin” buyurulmuştur. Nitekim

iki büyük bayram olan Ramazan ve Kurban bay-ram namazlarına tekbirle gidilir ve Kurban bayramı günlerinde her farz namazdan sonra teşrîk tekbirleri getirilir. Temeli tekbirle atılan, açılışı tekbirlerle ya-pılan bayram günlerini tekbirin ruhuna aykırı den-sizliklerle geçirmeyelim öyleyse.

Oruçla ilgili ayetlerin devamında Yüce Rabbi-miz şöyle buyurmuştu: “…Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu gösterme-sine karşılık Allah’ı büyüklemeniz ve şükret-meniz içindir.” (Bakara, 2/185; Hac, 22/37)

Ayette şu hususlar dikkatimizi çekmektedir:

Oruç ibadeti de diğer ibadetler gibi belli za-manlarda ve belli sayıda tutulan, kuralları belirlen-miş bir ibadettir. Bu ibadeti Yüce Allah’ın emrettiği şekilde yerine getirebilmek için bu ölçülere uymak

Ayette şu hususlar dikkatimizi çekmektedir:

20 B Eylül

gerekir. İbadette istenen hedeflere ulaşabilmek için de sayının tamamlanması gerekir. Buna göre, kendi keyfine göre ibadet zamanı, yeri ve şekli belirlemek ibadet ruhuna aykırıdır, bu şekilde yapılan işlerden ibadet sevabı elde edilmez. Sözgelimi gece oruç tut-mak, farz olan orucu Ramazan ayında değil de Mu-harrem ayı gibi başka bir ayda tutmak, su ve benzeri şeylerin orucu bozmadığını zannetmek, sahur ve im-sak saatlerine özen göstermemek yahut Ramazan’da bazen oruç tutup bazen tutmamak gibi şeyler oruç ibadetinden beklenen ecir ve sevapların kanılmasına engeldir. Çünkü ayette sayıyı tamamlamamız özellikle istenmiştir. Zaten önceki ayetlerde de sayılı günlerde ve Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğu belir-tilmişti.

Oruç ibadetini bize emredip onun nasıl ifa edi-leceğini bize öğrettiği, Ramazan’a eriştirip bizlere oruç tutma imkânı bahşettiği için Yüce Allah’a şükretme-liyiz. Bu şükrümüzü de yalnızca O’nun için oruç tu-tarak ve O’nu büyükleyerek tekbirlerle göstermeliyiz. Bayramda tekbir, oruçtan kurtulduğumuz için değil, oruç ayına, oruç ibadetine kavuştuğumuzun ve o iba-deti yapabildiğimizin sürur ifadesidir.

İslam’ın Kutlama Sloganı Olarak Tekbir

Müslümanların cihat ve zafer narası da tekbirdir. Müslüman mücahitler tekbir naraları atarak düşmana saldırırlar. Tekbir sedaları şeytanın ve İslam düşman-larının korkulu rüyasıdır. Tekbir sedalarıyla savaşan bir mümin, savaş cephesinde de günahlara dalmaz, savaşta bile haddi aşmaz, taşkınlık yapmaz. Zaferden sonra da asla çılgınlık ve taşkınlık yapmaz. Zira İs-lam’ın savaş hukuku olduğu gibi, zafer kutlamalarının da bir ölçüsü adabı vardır. Çünkü zafer yolunda da, zaferden sonra da en büyük Allah’tır, her zaman ve her şartta O’nun dediği olur.

Tekbir, bir müjde ve muştu sözüdür. Nübüv-vetin ilk yıllarında vahyin kesintiye uğraması ardın-dan, Duhâ suresi ayetleriyle yeniden vahiy gelince Peygamberimiz (s.a.v.) tekbirler getirerek sevincini izhar etmiştir. Bu yüzden Duhâ suresinden itibaren,

Kur’an’ın sonunda yer alan kısa surelere tekbirle baş-lanır. Çünkü tekbir, gökle yerin birleşmesi, Yaratıcı ile yaratılanın iletişime geçmesi demek olan vahiyle buluşma nimetine karşı gösterilen şükür göstergesidir. Tekbirle vahyin gelişini kutlarız. Zira vahyin her cüm-lesinde O’nun büyüklüğünü hissederiz, O’nun insan-lığa seslenişindeki büyüklüğünü yaşarız.

Aynı şekilde Medine’de muhacirlerin ilk çocuğu Abdullah b. Zübeyr dünyaya gelince, Medine sokak-larında Müslümanlar sesli tekbirler getirerek doğumu adeta kutlamışlardır. Yahudiler, Mekke’den Medi-ne’ye göç eden muhacirlere “Size büyü yaptık, artık sizin çocuğunuz olmayacak” diye sataşmaktaydılar. Koparılan bu yaygara, Medine havasına alışamadık-larından hasta olan ve ilk sene hiç çocukları olmayan muhacirlerden bazısını etkilemişti. Bu yüzden mu-hacirlerin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu Ab-dullah dünyaya gelince, Müslümanlar bunu, Yahudi kalelerinin yakınlarında getirdikleri tekbirlerle kutla-mışlardır. (Bkz. Asım Köksal, İslam Tarihi, VIII, 311) Evet, Müslümanlar zafer ve sevinç anlarını da tekbirin gölgesinde kutlarlar. Tekbirle yapılan kutlamalarda günah olmaz, işret ve taşkınlık olmaz.

Kurban ve Namaz Sloganı Olarak Tekbir

Tekbir bir kurban sloganıdır. Adeta o bir kurban bıçağıdır. Zira kurbanlar, “Bismillâhi Allâhüekber” diye kesilir. Buna göre kurban sloganı tekbirle nama-za duran bir Müslüman, bu cümleyi söylerken, her şeyi ile Allah’a kurban olmaya hazır olduğunu söyler ve namaz içerisinde de defalarca bu cümleyi tekrar-layarak bu niyetini canlı tutmaya gayret eder. Be-nim namazım ve tüm ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir (Enâm, 6/162), sözünün bir özetidir tekbir.

Tekbir, İslam’ın şeâirlerindendir. Yani tekbir, İs-lam’ın temel sloganı ve alâmet-i fârikasıdır.

Namaz ve cemaat çağrısı olan ezan, tekbirler-le başlar. Müslümanlar kutlu ibadet namaza ezanla çağrılırlar ve farz namazlar, yine kamet denilen ezan cümleleriyle başlar.

Tekbir bir kurban sloganıdır. Adeta o bir kurban bıçağıdır. Zira kurbanlar, “Bismil-lâhi Allâhüekber” diye kesilir.

İslam’ın Kutlama Sloganı Olarak Tekbir

Kurban ve Namaz Sloganı Olarak Tekbir

B

21Eylül B

Ezan, toplumun can güvenliğini sağlayan bir kalkandır. Zira ezan okunan bir topluma Müslüman-lar savaş açamazlar.

Aynı şekilde Müslümanlar hayata da ezan ve tekbir cümleleriyle adım atarlar. Zira yeni doğan Müs-lüman çocukların sağ kulaklarına ezan, sol kulakları-na da kamet okunur. Bununla yeni doğan çocukların bu kutlu ifadeler doğrultusunda bir hayatın adamı olmaları hedeflenir.

Tekbirle el-Mütekebbir’i Anmak

Yüce Rabbimizin en güzel isimlerinden biri de el-Kebîr’dir. Kebîr, büyüklüğünde sınır ve son olma-yan en büyük demektir. Mükemmellikte ve şerefte hep en büyük olan ancak Yüce Allah’tır. “Doğrusu Allah en yüce ve en büyük olandır.” (Hac, 22/62;

Lokman, 31/30; Sebe’, 34/23; Ğâfir, 40/12) O’ndan başkasının bü-yüklüğü sınırlı, geçici ve sonludur. O, ise hep en bü-yüktür.

O’nunla irtibatlı olmakla biz de kendi çapımızda büyüklerden olabiliriz. O’nu büyükleme demek olan tekbirle, kendi kibrimizi ve tüm müstekbirlerin istikba-rını kırabiliriz. O, hem Ekber, hem Kebîr, hem Müte-kebbir ve hem de Kibriyâ olandır. O’nun dışındakiler için büyüklenmek kibir, O’nun için ise gerçeğin ta kendisidir. Çünkü O, O’nun dışındaki her şeyden bü-yüktür. O’na ait olan, O’nun olan şeyler de büyüktür. O’nun vereceği mükafâtlar, O’nun lütuf ve keremleri hep en büyük; O’na başkaldırmak da büyük günah ve hatadır.

Tekbir, en büyük Allah, demektir. Tekbirle, Al-lah’ın dışındaki tüm büyüklüklerin çok küçük kaldığı-nı görüyor, O’nun büyüklüğünün yalnızca O’na has bir büyüklük olduğunu vurguluyoruz. Namaza bu cümle ile başlayarak adeta “Evvel Allah” diyoruz ve O’nun huzurunda O’nun ölçülerine göre yaşayacağı-mıza söz veriyoruz. Başlangıç tekbirini getirirken de elimizin tersiyle Allah’tan başka tüm her şeyi arkaya

atıyor, mâsivanın geri planda olduğunu söylüyoruz. Tekbirden sonra da O’nun kelamından okuyarak dili-mizin ve O’nun huzurunda durup O’na boyun eğerek bedenimizin O’nun emrinde olduğunu ilan ediyoruz. Artık bunları söyleyen bir kimse, namazda ve namaz dışında O’na karşı gelebilir mi? O’na karşı büyüklük taslayabilir mi? O’ndan başkalarını O’na eş ve denk tutabilir mi?

Allahü ekber: En büyük Allah. İki rekâtlık bir namazda on bir kere tekrarlanır bu kutlu cümle. Kırk rekâtlık günlük namazda bu rakam dört-yüz kırka çıkar. Her bir cümle ile kendimize ve çevremize çok önemli mesajlar sunarız. Şöyle ki; tekbir, zafer sloga-nıdır. Nefis ve şeytanın dayatmalarını yenerek, nefisle mücadele cephesi olan mihraba geçmeyi başardığı-mız için, bu kutlu eylemimizi tekbirle kutlarcasına Al-lahü Ekber deyip namaza duruyoruz.

Her tekbir bir uyarıdır, bizi namaza/huzura ça-ğırır. Fiziken namazda olduğumuz halde, gafletle hu-zurdan koptuğumuz her seferde bizi tekrar huzura ça-ğıran uyarı cümleleridir. Tekbirle birlikte Beytullah’a hem fiziken hem manen yöneliyoruz, her şeyimizle O’nun oluyoruz yani. Ardından namazın değişik yer-lerinde tekrarlanan tekbirlerle bu bilinç hali diri tutul-maya çalışılıyor. Kıyamda, rükûda, secdede, ka’dede tekbir getirerek her halükarda Yüce Allah’ı büyüklü-

Yahudiler, Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirlere “Size büyü yaptık, artık sizin çocuğunuz olmayacak” diye sataşmaktaydılar.

Tekbirle el-Mütekebbir’i Anmak

B

22 B Eylül

yor ve her durum ve konumumuzda O’nun büyüklü-ğünü tespit etmiş oluyoruz.

Tekbirle başladığımız namaz kıyam ruknü ile devam ediyor. Kıyamda Allah’ın kelamından ayetler okuyoruz. Yüce Allah’ın birliğini, büyüklüğünü söyle-yen ayetleri okuyoruz, akabinde “Evet gerçekten Al-lah en büyüktür” deyip tekbirle rükûa varıyoruz. Kimi zaman cennet ve nimetleri anlatan ayetleri okuyor ve bu eşsiz nimet ve güzellikleri yaratan en büyüktür, deyip rükûa varıyoruz. Cehennem ve azap bildiren ayetleri okuduğumuzda ise, O’nun azamet ve büyük-lüğünü hatırlayıp O’na sığınırken yine tekbir diyoruz. Allah’ın güzel kulları kıraatimize konu olunca, onları yaratan ve onları koyduğu ölçüleriy-le güzel kılan Allah’ın büyüklüğünü tescil etmek için; yahut kötülerden bahseden ayetlere geldiğimizde on-ların sahte güç ve görkemlerine kar-şı gerçek gücün Yüce Mevlâ’ya ait olduğunu belirtmek için yine tekbir getiriyoruz. Cennet umudu ve ce-hennem korkusuyla tekbire sığınıyor ve güvencimizi onunla sağlıyor ve gücümüze güç katıyoruz.

Kıraat rüknünü tekbirle baş-latıp, yine tekbirle bitiriyoruz. Önce O’nun kelamını okuduğumuzu, O’nunla konuştuğumuzu düşünüyo-ruz. Ardından O’nun kelamından oku-duklarımızı düşünüp Kelamullah’ın lafız ve manası-nın eşsizliği ile O’nun büyüklüğünü fark ediyoruz. Ve tekbirle O’nun huzurunda rükûa varıyoruz. Çünkü

huzurunda eğilmeye ve yoluna baş koyulmaya layık olan Yüce Ma’buddur.

Ve tekbir, secdelere varırken de secdelerden doğrulurken de tekrarlanmaya devam ediyor. Rükû-dan doğrulup yine tekbirle secdeye kapanıyoruz. Çünkü huzurunda secde edilecek yegâne Ma’bud O’dur, asla başkası değil. Vücudun yere kapanma-sıyla gevşeyen ve bir an secdede gaflete düşer gibi oluyoruz, yine tekbirle kendimize geliyoruz. Ardından tekbirle O’na baş koyuyoruz yeniden. Şeytan bir kere secdeden kaçındı, biz her namazda iki secdeye vara-rak onun da kibrini kırıyor, şeytana rağmen O’nun olduğumuzu ilan ediyoruz. İntikal tekbirleriyle nama-

zın bir rüknünden başka bir rüknüne intikal ederken, O’nun huzurunda halden hale geçiyor, O’na doğru iler-liyor ve urûc ediyoruz. Bu yolculukta da tekbir bizim virdimiz oluyor.

Kısaca tekbirlerle, Allah’a karşı büyüklük taslayan şeytan, nefis ve insanlardan olan tüm müstekbirlerin kibir ve istikbarına son verip yegâne güç, kuvvet ve büyüklük kaynağı-nın Allah olduğunu teslim ediyoruz. Ama asıl ve önemli olan tekbir ru-huyla yaşayabilmektir.

Çünkü Yüce Kitabımız şöyle buyuruyor:

“Ey bürünüp sarınan! Kalk ve uyar. Sa-dece Rabbini büyük tanı/tekbir getir.”(Müddessir,

74/1-3)

“Çocuk edinmeyen, hâkimiyette orta-ğı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim” de ve tekbir getirerek O’nun şanını yücelt.” (İsrâ, 17/111)

“…Bütün bunlar, size doğru yolu göster-mesine karşılık Allah’ı büyüklemeniz/tekbir getirmeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185;

Hac, 22/37)

O halde şimdi bize düşen, hayatımızı kuşatan tekbirin gölgesinde ve tekbir doğrultusunda, yalnız-ca Yüce Allah’ın büyüklendiği, O’nun hatırının her şeyden üstün tutulduğu Müslümanca bir hayat yaşa-maktır. Allahü Ekber ve lillahil hamd.

Evet, Müslümanlar za-fer ve sevinç anlarını da tekbirin gölgesin-de kutlarlar. Tekbirle yapılan kutlamalarda günah olmaz, işret ve taşkınlık olmaz.

B

23Eylül B

Röportaj Aydın Başar

Şerafettin Tübu:“Mehmet Zahit Efendi, Erbakan’a çok dua ederdi.”

“Necmettin Bey şöyle buyurun

koltuğa” dedi. O geldi ama kol-

tuğa oturmadı, bir saate yakın

bir zaman yerde diz üstü oturdu.

Zahit Efendi o zaman Erbakan

Hoca’ya çokça dua etti. “Her za-

man Allah’a tabi olun” dedi.

Alvarlı Efe Hazretlerinin talebesi Şerafettin Tübu Amca 1956’da Efe Hazretleri vefat ettikten sonra İstanbul’a taşınır. İstanbul’a

taşınmadan önce de zaman zaman İstanbul’a iş amacıyla gelmiştir. Daha önce Gemlik iskelesinin yapımında da çalışan Şerafettin Amca İstanbul’a geldiğinde de çeşitli inşaatlarda işçilik yapar. 1937 doğumlu olan Şerafettin Amca’nın o günlerden bahsederken; “beş torba çimentoyu rahat götü-rüyordum” demesine bakılırsa güçlü kuvvetli bir gençtir.

Geçen ayki sayımızda Şerafettin Tübu Amca ile daha önce yanında yetiştiği Alvarlı Efe Hazret-lerini konuşmuştuk. Şimdi de Şerafettin Amca’nın İstanbul günlerini konuştuk. Bize görme imkânı bulduğu büyük zatlardan bahsetti.

Şerafettin Amca oruç halinle seni biraz daha yoracağız. Bize İstanbul’da tanıdığın zatlardan bah-sedersen çok memnun oluruz. Bediüzzaman’dan başlayalım isterseniz.

24 B Eylül

Fatih’te İstanbul sokağın içinde medreseler var. Orada Erzurumlu Süleyman Efendi diye bir zat var-mış, Ben ona yetişmedim. Bediüzzaman evvelden onu ziyarete gelirmiş. O zat çok âlim bir zatmış. Zahir ulemasıymış. O vefat ettikten sonra oranın işlerine Hüseyin Efendi diye biri bakıyordu. 1950’li yılların ortalarında ben oraya zaman zaman giderdim. Bir seferinde Fatih Cami’inde namazımı kılıp oraya git-tim. Onlar da namazı kılmışlar medresenin bahçesine çıkmışlar. Baktım ki bir adamın etrafına toplanmışlar, benim gibi sakallılar bir onun elini öpüyor. O zat Be-diüzzamanmış…

Bediüzzaman elini öptürüyor muydu?

Tabiii… Ben elini öptükten sonra bırakmadı, dua etti… Herkes ona hürmet ediyordu. Konuşma-ya başlayınca ben zannettim ki bu adam olsa olsa İstanbul valisidir. O kadar bilgiliydi yani…

Sarığı cübbesi yok muydu?

Yoktu, lacivert bir ceket gibi bir şeyi vardı. Başında da Bulgaristanlılar saçlarına örtüyor ya, takke gibi bir şey vardı. (Zannedersem Şerafettin Amca keçe külahı kastediyor)

Ne anlattı Bediüzzaman?

Kitaplarında ne yazıyorsa onları anlattı. Sonra oradan ayrıldı. Biz de içeriye geçtik. Orayı idare eden Hüseyin Efendi bana; “Sen bu zatı tanıyor musun?” dedi. Ben de “yok” dedim. “Bu zat sizin o taraflar-dandır, Said-i Kürdi derler” dedi. O zaman onun Be-diüzzaman olduğunu öğrendim. O günden sonra ben onun kitaplarından alıyordum, köye götürüyordum.

Altmış inkılabından sonra köydeki evimizi aramışlar, camın önünde eski yazıyla yazılmış “küçük sözler” vardı; onu bulmuşlar. Biz çayırdaydık o vakit... Ge-lince dediler ki savcılığa gideceksiniz, sizi çağırıyorlar. O zaman bazı akrabalar “Ula oğlum ne işin var bu ki-taplarla, başını belaya sokuyorsun” demişlerdi. Sav-cıya gittik. Ne yazıyor bu kitapta oku bakalım dedi. “Bismillah her hayrın başıdır” diye okumaya başla-dım. “Tamam, tamam” dedi, bizi serbest bıraktı.

Şerafettin Amca İskenderpaşa’ya da gider miy-din?

İskender Paşa’ya Zahit Kotku Hazretlerini dinlemeye giderdim. Pazar günleri oluyordu sohbeti. Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek Peygamber Efendimize benziyor-muş, öyle diyorlar… Bana bir sefe-rinde dedi ki: “Sahabe-i Kiram’dan Şerafettin var Allah seni ona bağış-lasın.” Sonra; “Arkadaşlarının isi-mi ne” dedi. “Biri Ali biri İbrahim” dedim. “Allah onu İbrahim aleyhis selam’a bağışlasın, onu da Ali Efen-dimize bağışlasın” diye dua etti.

Bir gün biz caminin yanındaki sohbet odasında Zahit Koku Efendinin yanındayken Erbakan Hoca, Korkut Özal bir de Süleyman Arif Emre geldi. Efendi yanındakileri hiç görmedi: “Necmettin Bey şöyle buyurun koltuğa” dedi. O geldi ama koltuğa otur-madı, bir saate yakın bir zaman yerde diz üstü otur-du. Zahit Efendi o zaman Erbakan Hoca’ya çokça dua etti. “Her zaman Allah’a tabi olun” dedi.

Esad Coşan Hoca’yı da gördün mü?

Esad Coşan Hoca’yı çok dinledim. O zaman hem Ankara’da üniversitede hocaydı hem de belli

İskender Paşa’ya Zahit Kotku Hazretlerini dinlemeye giderdim. Pazar günleri olu-yordu sohbeti. Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek Peygamber Efendimize benziyor-muş, öyle diyorlar…

B

25Eylül B

günlerde İskenderpaşa’da sohbet ediyor-du… Bir seferinde bir soru sordum ona. Hani dua okuyoruz tespihe üflüyoruz ya… Bu doğru mu dedim… O da “Oku da tespihe üfleme, vücuduna üfle” dedi; doğrusu buymuş. Babası da Halil Necati Amca vardı, o da çok mübarek bir adam-dı. Esad Hoca’nın cenazesinde Erbakan Hoca onun elinden öpmüştü.

Süleyman Hilmi Tunahan Efen-di’nin vaazlarına da gider miydiniz?

Süleyman Efendi’nin de çok elini öptüm. Uzun boylu heybetli bir zattı. Os-manlı hanedanına benziyordu. O “aziz olun” diye çok dua ederdi. Beyazıt’ta Süleymani-ye’de, diğer merkez camilerde vaaz ederdi. Ben onun vaazlarını hiç kaçırmazdım. İlk defa onu Beyazıt’ta dinledim, o gün çok ağladım… Çıktı kürsüye, tabi her halinden belliydi ne olduğu… Diyanet o yıllarda ona karşıydı. Müftüler, hocalar onunla pek araları yoktu. O kürsüye çıkınca hocalar öyle bağıra bağıra Kur’an okumaya başladılar ki göreceksin… Köşelerden nasıl bağıra bağıra okuyorlar. Konuşturmak istemiyorlardı, protesto ediyorlardı yani… Ben o zamanlar gençtim, sinir oldum onlara… Bir işaret gelse gidip boyunla-rına binecektim... Onun sevenleri de çok kızmıştı o gün... Mübarek Süleyman Efendi kürsüden ellerini kaldırarak; “Hafız kardeşlerden Allah razı olsun, ben size dua ediyorum” deyince onlar da sustular. Sonra sohbete başladı. Dedi ki: “Eskiden böyle pazar sepet-leri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de içindekini yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çık-mış; fileler, hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor hem de yetim görüyor onu tüh benim babam olsaydı bana da alırdı ondan diyor.” Bunu duyunca beni bir ağla-ma aldı. Mendilim de yoktu… Birinden aldım… Son-ra katladım geri verdim almadı “koy cebine” dedi.

Muzaffer Özak Efendi ile de görüştünüz mü?

Muzaffer Özak’la Nurettin Efendi dergâhında görüşüyorduk. Orada Peygamber Efendimizin koku-su var aynı… Rahmetli hanımımla bütün ziyaretleri gezerdik. Hırkayı Şerif camisinde Hırkayı ziyaret et-miştik. Hiç koku sürmezlermiş hırkaya… Peygamber Efendimizin kendi kokusuymuş o… Sonra oradan ayrıldık, oraya yakın olan Nurettin dergâhına gittik. Bir baktık ki aynı koku orada da var… Hatta bizim kızlar dedi ki: ”Baba bak aynı koku…” Ben de dedim ki: “Kızım ben de kokuyu aldım da demedim size..”

Nasıl bir zattı Muzaffer Efendi?

Bana göre iyi biriydi de tabi başkalarına ters gelen şeyleri vardı. Mesela sakalları yoktu. O soh-betlerinde hep tarikattan anlatırdı. Onların bağlıları Ankara’da çoktur. Bir gün biz dergâha gitmiştik ai-lecek. Mübarek, saat onda geldi, oradakilere hal ha-tır sordu, kadınlarla da konuşuyordu, “Ayşe Hanım nasılsın?” falan diyordu. Tabi hep Hocayı tanıyan ki-şiler… Bizimkiler huylandılar, geri döndüler, ben de onlarla döndüm gittim. Bugün hala o pişmanlık var

“Eskiden böyle pazar sepetleri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de içindekini yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çıkmış; fileler, hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor hem de yetim görüyor onu tüh benim babam olsaydı bana da alırdı ondan diyor.”

B

26 B Eylül

bende. Bizimkiler anlamıyorlar tabi onun mübarek zat olduğunu. Yirmi kişi gelmiş Amerika’dan Muzaf-fer Hoca’yla görüşmüşler Müslüman olmuşlar. Hep duyuyorduk böyle şeyler.

Sami Ramazanoğlu Efendi ile olan münasebet-lerinizi anlatır mısınız?

Tahtakale’de Niğdeli Mustafa Efendi vardı, ay gibi güzel bir adamdı, nuraniydi… Senin gömleğin gibi bembeyazdı. Bir yerde arkadaşlara soruyordum; “Sami Efendi’yi nerde görebiliriz” diye… Bana Mus-tafa Efendi’yi tarif ettiler. Dedim ki; “Ben onu tanı-yorum, ben ondan alüminyum alıyo-rum.” Sami Efendi onun defterlerini tutuyor geçimi sağlıyormuş, Bunun üzerine Mustafa Efendinin yanına gittim. Selamun aleyküm/aleyküm selam… Mübarek adamdı Mustafa Efendi… “Şerafettin’e bakın, beklet-meyin onu” dedi… Ben dedim; “Bir şey istemiyorum…” O da, “Ziyare-te mi geldin?” dedi… “Evet, Efen-di Hazretlerini ziyaret edeceğim” dedim. “Olur, müsait bir zamanda gel görüştürelim” dedi. “Tamam” dedim, tam çıkacakken ayağımı at-madan basmış zile; “O adamı getirin görüşelim” demiş.

Demek ki sizi yukarıdan gördü

Ben onu görmedim o beni nerden görecek. Gördüğü yok… Keşif ehli ya… Zile basınca herkes

paniğe kapıldı hemen… Demir döner merdiven var, oradan çıktım… Baktım orada ufak bir masa, ma-sanın başında zayıf bir adam… Seyrek sakallı ama Allah’ın nuru, melaikesi, insanlıktan çıkmış… Zaten Hakka tabi olanlar melekeleri geçiyorlar. Epeyce soh-bet ettik. Çok şeyler sordu, hep cevap verdim. “Nere-lisin, Erzurum’da kimi tanıyorsun” diye hep sordu… Sonra “Her vaktin oldukça gel buraya tamam mı?” dedi. “Tamam, Efendim” dedim. O günden sonra ya o dükkâna bir şey almaya gittiğimde ya da Rüs-tem Paşa Cami’inde mutlaka görüşüyorduk. Rüstem Paşa’da kılardı namazlarını. Sonra hanımı öldükten sonra Erenköy’de kızının yanına gitti karşıya…

Ondan sonra görüşemediniz mi?

Ondan sonra da görüştük. Bir gün Kurban bayramıydı, ikin-ci gününde oraya gittik. Kalabalıktı evinin önü, kırk kişi elli kişi vardı… Evin önündeyiz Allah Rahmet etsin bir damadı vardı Ömer Kirazoğlu; mübarek celalli meşrepliydi. Bize dedi ki; “Ya ne anlamaz insanlarsı-nız, polis bekliyor orada; bu ne gö-rüşmesi?” Ben dedim ki; “Efendim, Sami Efendi bana emir buyurmuş-

tur, her vaktin olduğunda gel demiştir. Bugün bayramdır görmek istiyoruz.” Hiç ses etmedi. “Gelin” dedi. Gittik kapının önüne on kişi on kişi içeri girdik bayramlaştık. Ömer Kirazoğlu “Elini öpmeyin, musafaha edin geçin” dedi. Öpmez miyim, içini, dı-şını iyice öptüm… Hal hatır sordum… “Gideceğim Medine-yi Münevvere’ye daha gelmeyeceğim” dedi. Sonra bir iki sene sonra Medine’de vefat etti. Ömer Bey de gitti, o da orada vefat etti. Ömer Bey’in ba-bası Ahmet Kirazoğlu’nu görmedim ama onun resmi var bende; o da büyük bir evliyaullahmış, hem de âlim biriymiş…

Allah razı olsun Şerafettin Amca… Seni daha fazla yormayalım.

Allah bizi bu güzel insanların yolundan ayırma-sın.

Baktım orada ufak bir masa, masanın başın-da zayıf bir adam… Seyrek sakallı ama Al-lah’ın nuru, melaikesi, insanlıktan çıkmış… Zaten Hakka tabi olan-lar melekeleri geçiyor-lar.

B

27Eylül B

Abdullah ÇAKIR

Ey Müslüman Dinini Kıskansana!

Örneğin; önceleri televizyonda

dinimize, adabımıza aykırı kabul

ettiğimiz bir sahneyi izlemeyen

ya da yüzü kızaran ve kapatan

insanlar sürekli aynı tazyikin

altında kala kala bu günahları,

müstehcenlikleri kanıksar bir

hale geliyor.

“İnananların; özür sahibi olmaksızın oturanlarıyla, Allah yolunda malları ve can-larıyla didinip gayret gösterenleri aynı değil-dir. Allah, malları ve canlarıyla yoğun gayret gösterenleri oturanlara derece bakımından üstün kılmıştır. Allah hepsine güzellik vaat etmiştir ama yoğun gayret gösterenleri, çok büyük bir ödülle, oturanlardan üstün kılmış-tır.” (4 Nisa Suresi - 95)

En ciddi olmamız gereken alanlardan biri de

dini mevzulardır. Dinimiz ve kutsallarımız saldırı-ya, hakarete, alaya ve hafifliğe alınamayacağı gibi bazen fıkra kabilinden bile olsa eğlenceye de meze olamaz. Böyle bir durum karşısında sesini çıkarma-yan Müslümanın salâbet-i diniyyesi eksik demektir. Şimdi salâbetin ne olduğunu açmamız gerekir.

SALÂBET-İ DİNİYYE

Osmanlı ecdâdımızın (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) üzerinde en çok durdukları hususlardan

SALÂBET-İ DİNİYYE

28 B Eylül

biri olan salâbet-i diniyye, dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık de-mektir. Mukaddesâtını korumak hususunda cesaret, metanet, vakurluk, sebat ve kararlık gibi sıfatlarla be-zenmiş olmaktır. Bu kavram içerik olarak da Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna dayanmaktadır. Buna göre yüce Allah, “İzzet; Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve mü’min-lerindir” (el-Münâfıkûn, 63/8) ve “inanıyorsanız üstün olanlar sizlersiniz” ayetleriyle müminlerin haysiyet ve onur sahibi olduklarını ve bunu koruma-ları gerektiğini istemektedir.

Cenab-ı Hakk’ın, “Muham-med Allahın Rasulüdür. O’nun-la beraber olanlar (ümmet-i Mu-hammed), kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametli-dirler” (el-Fetih, 48/29) buyurduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in özel-liklerinden biri de İslâm düşmanla-rına karşı sert olmaktır. Buna göre bir müminin dinini ilgilendiren hu-suslarda da cesur ve gayretli olma-sı gerekir. Çünkü yukarıda mealini verdiğimiz ayette Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu gibi üstünlük ve izzet onda ise kimden korksun ve çekin-sin! İşte İslam’a veya müslümanlara yapılacak her türlü maddî-manevî, sözlü-fiilî sataşma-lar, tecâvüzlerin, usulüne uygun bir surette bertaraf edilmesi için mümini cesaretlendiren, öz güvenini artırıp harekete geçiren bu duygunun adı salâbet-i diniyyedir.

GAYRET-İ DİNİYYE

Salâbet-i diniyye ile irtibatlı olan ve yine ecda-dımızın üzerinde en çok durdukları kavramlardan biri de gayret-i diniyye yani din gayretidir. Gayret dilimiz-de daha çok çaba göstermek şeklinde kullanılır ama aslında kıskanmak demektir. Buna göre dinin hafife alınması emir ve yasaklarının çiğnenmesi ve gavurun

ve keferenin saldırmasını görmekten doğan dayana-mama ve kayırma duygusudur.

Şimdi kendimize bakıp bir durum değerlendir-mesi yaptığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor. Müs-lümanın dinine bağlanmasını sağlayan duygularının köreltilmesi için stratejik bir plan çok uzun vadeli ola-rak adım adım uygulanmaktadır. Bu zamana kadar uluslararası hakim güçlerin ortaya koydukları pren-sipler altında dizayn edilmiş olan İslam dünyasının içinde İslam’a savaş açmış olan bu zihniyet ve işbirliği halinde oldukları odaklar İslam’ı yeryüzünden tama-

men silemeyeceklerini görünce içini boşaltmak için stratejik saldırılarını ellerinde bulunan ve çok iyi kullan-dıkları bir takım enstrümanlarla ger-çekleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu vaziyetin kurallarını Müslümanlar koyamadıkları için mücadele de her zaman savunma olmuştur. Bozul-madan kurtarabildiğimizi yanımıza kar kalmış saymışızdır. Nihai amaç-ları ise iddiası olmayan, bir mede-niyet perspektifi sunmaktan aciz, cihaddan arındırılmış ve bir İslam oluşturmaktır. İslam’a ait değerleri basitleştirmek, ve Müslümanların inançlarını şüpheye düşürmektir.

Küfrün bahsettiğimiz salabet ve gayreti bozmak için kullandığı en etkili silahlar kuşkusuz, soft power yani yumuşak güç olarak tanımlanan medya, eği-tim-öğretim-finans unsurlarıdır. Çünkü bunlar kül-türü başka bir kültüre taşıyarak dönüştüren en etkili silahlardır. Günümüzde bir ülkeye silahlı unsurlarla girmektense bir yaşam tarzıyla girmek daha kalıcıdır.

Örneğin; önceleri televizyonda dinimize, adabı-mıza aykırı kabul ettiğimiz bir sahneyi izlemeyen ya da yüzü kızaran ve kapatan insanlar sürekli aynı taz-yikin altında kala kala bu günahları, müstehcenlikleri kanıksar bir hale geliyor. Düşünebiliyor musunuz dini

“Ey Müslüman sen din gayretini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?”

GAYRET-İ DİNİYYE

B

29Eylül B

bir mevzu konuşurken ötede açık olan televizyonda müstehcen reklamlar, şarkılar vs yer alıyor, kimsede bir salâbet, gayret yok. Kimse salâbet-i diniyye ve gayretinden, oğluna, kızına, yakınına sevdiklerine vs. nasihat edip doğruları anlatmaya cesaret etmiyor. Reklamların, dizilerin, kliplerin, internetin, modanın, ribalı (faizli) lokmaların vs. tehlikelerini anlatmıyor. Halbuki din nasihattir, tebliğdir. Bu milletin etkili bir nasihat ve tebliğe ihtiyacı vardır. İnanın ki herkes bir boşlukta ve kendisine uzanacak bir eli bekliyor. Hasılı İrşad, tebliğ ve cihad ehlini harekete geçiren güç din gayretidir. Herkesin Allah’ın dininden yüz çevirdiği bir zamanda Allah, dinine sahip çıkanı da yüz üstü bırakmaz, aziz kılar. Allah’ın dinini kıskananı da Allah yarattıklarından kıskanır.

Salâbet ve gayret duyguları imandan doğmak-tadır. Din adına hayırlı gayret ve yararlı meşguliyet, imani- ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir. Bununla birlikte herkesin imanı bir değildir. Kiminin imanı kavi kimini ki zayıf olduğu gibi her şahsın da din gayreti ve salâbeti bir değildir.

Toplumun bütün unsurlarıyla bozulduğu İs-lam’ın stratejik saldırı ve hamlelerle çözülmeye çalı-şıldığı bir ortamda her mümin din gayreti ve salâbeti göstermelidir. Bu konuda en önde gidenler din gö-revlileri ve ilahiyat hocaları – öğretmenler olmalıdır. Onlar hakkı söylemek ve uygulamakta, emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker hususunda cesur ve dirayetli olmalıdırlar. Himmetleri ve gayretleri yüksek olmalıdır. Çünkü gayret-i diniyyesi olan din adamları görevlerini ihmal etmez, çevrelerindeki yanlışlara se-yirci kalmazlar. Ancak, bunu sadece din görevlilerin-den beklemek de yanlıştır. Bir müslüman şahsın şunu asla aklından çıkarmaması gerekir: “Her Müslüman kendi dininin din görevlisidir.”

Medeni cesareti yüksek ve kendinden (dinin-den) emin bir Müslüman, şahsında topladığı bu âlî duyguyu yerinde ve zamanında usulüne uygun bir şekilde de kullanmasını bilmelidir. Dinî cesaretin an-

cak, sağlam bir iman ve doğru bir İslâmî bilgiyle sağ-lanabileceğini de unutmamalıdır. Salâbet-i dîniyye ve gayret-i diniyye yerli yersiz, kaba bir kuvvet kullanma değil, bilakis, zaman ve zemine göre muhataba cevap verebilme, onu ikna veya susturmadır. Mesela, din hakkında yanlış bilgiler vererek ileri geri konuşan biri-ne yapılacak en doğru hareket, onu kırmadan doğru-yu anlatabilmektir. Bunu anlamıyorsa, onu ilzam et-mek, doğruları söylemek suretiyle susturmaktır. Fakat müslüman, mütecaviz olmamalıdır. Çünkü maksad, İslâma gelecek zararı defetmek ve mümkünse müte-cavizi İslam adına kazanmaya çalışmaktır.

İBRETLİK BİR DERS

Bir Mecusi, din gayreti ile bir köprü yaptırmıştı. Gazneli Sultan Mahmud bu köprüyü görünce, yaptı-ran kişiye dua etmek istedi. Bunun üzerine yakınla-rı, köprüyü yapanın ateşperest olduğunu söylediler. Sultan Mahmud Han masrafının iki katını vererek köprüyü satın almak istedi. Mecusiyi bulup getirdiler. Sultan Mahmud teklifini yaptı. Mecusi, “Padişahım ben bunu satmak için yapmadım, dinim için yaptım, satmam” dedi. Batıl dini için bile yaptığını para ile değişmedi.

Feridüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri bunu anla-tırken buyuruyor ki: “Ey Müslüman sen din gay-retini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gay-retin nerede?”

Salâbet ve gayret duyguları imandan doğmaktadır. Din adına hayırlı gayret ve yarar-lı meşguliyet, imani- ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir.

İBRETLİK BİR DERS

B

30 B Eylül

Aklım fikrim yâr eyledim ben banaÖğüt verdim deli gönül almadı.Bir kileciği var, almış elineDünyayı içine koydum dolmadı.

Alması farz imiş, sünnettir selamHak nurdan yarattı, yaz dedi kalemBir çiçek yarattı ol Rabbü’l-ÂlemOnu kokulayan mahrum kalmadı.

Var bir pîre eriş, serseri gezmeGözet gözün önün, yolundan azmaDeğme bir dükkana yükünü çözmeBurda çok bezirgân işi kalmadı.

Gençlik yaza benzer kocalık güzeYüreğim başlıdır dertlerim tazeBoynun eğ de hizmet eyle üstadaŞeytan benlik ile menzil almadı.

Kul Himmet’in deste gülü elindeDaima zikreder Hakk’ı dilindeBir güzel sevmişim Hakk’ın yolundaHayali gönlümden zail olmadı.

Kul Himmet (17. yy.)

Kile: Tahıl ölçmekte kullanılan kap.Değme bir dükkana yükünü çözme: (Burada) Olur ol-maz yere sırrını açıp maneviyatını zayi etme.Bezirgân: Tüccar.Üstad: Mürşid, hoca.Zail olmadı: Yok olmadı, gitmedi.

Öğüt Verdim Deli Gönül Almadı

Ey oğul!Bilmek gerekir ki zahirî bir güce ve şeklî bir mevkiye ya da makama sahip

olan dünya ehlinden biri, emrinde bulunanlardan birine faydası yine kendine dö-necek bir iş vererek iyilik yapsa, şüphesiz o iyilikten kendisi fayda görür. İşi yapan kişi ise bu işi çok yüce kabul ederek şöyle der: “Değerli ve saygın bir zat beni bu işle görevlendirmi ştir. O halde bu işi sonsuz bir minnet ve şükran duygusu içinde yerine getirmeliyim, severek yapmalıyım.”

Allah Celle Şanuhû’nun azameti bir aciz kulun büyüklüğünden daha mı aşa-ğıdadır ki, azameti tartışmasız olan Hak Sübhanehu’nun emirlerini yerine getirmek için gayret edilmez? Utanmak ve tavşan uykusundan uyanmak gerekir.

Allah Sübhanehu’nun emirlerini ihmal etmenin iki sebebi vardır: Ya dinin hükümlerini yalanlamak ya da Allah Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’nin azametini dünya ehlinin büyüklüğünden daha düşük görmek… Her iki durumun da ne denli çirkin ve utanç verici olduğunu anlamak gerekir.

Müceddid-i elfissânî

İmam-ı Rabbanî (k.s) den

32

Ey oğul!Nefs çok cimridir ve Allah Tealâ’nın hükümlerini yerine getirmekten daima

kaçar. Bu yüzden söz kibarca ve yumuşaklıkla sadır oluyor. Yoksa mal-mülk hepsi Allah’ın hakkıdır. Kul hangi hakla bu hakkı bekletir ve erteler? Bilakis onu tam bir minnettarlık ve şükran duygusuyla, zevk alarak edâ etmek icab eder.

Aynı şekilde ibadetlerin edasında nefsin arzularına uyup gevşek davranma-malı ve kul haklarını ödemek için azami çaba sarf edilmelidir ki, boynunda kim-senin hakkı kalmasın. Burada yani dünyada kul hakkını ödemek kolaydır. Şöyle ki yumuşaklıkla ve nezaketle o haktan kurtulmak mümkün olabilir. Ama iş ahirete kalırsa, orada çare bulmak zorlaşır.

(Mektubat-ı Rabbanî, 73. mektuptan kısaltılarak alınmıştır.)

33

Yusuf KARAGÖZOĞLU

Ahir Zaman YolcusunaTenbih ve İhtarlar

Peygamberimiz (S.A.V) kusurlu

mal satanları şöyle uyarmakta-

dır. “Kusurunu söylemeden bir

malı satan kimse, daima Allah’ın

gazabı altındadır ve melekler o

adamın Allah’ın rahmetinden

uzak kalmasını dilerler” (İbn-i Mace

/ Büyû; 45)

İslami hükümleri üç başlık altında toplamak müm-kündür. 1) İtikadi hükümler 2) Ameli hükümler 3) Ahlaki hükümler; bunlardan akaid ve kelam

ilmi, itikadi hükümlerle; fıkıh ve islam hukuku ilmi, ameli hükümlerle; tasavvuf ve ahlak ilmi, ahlaki hü-kümlerle ilgilenmektedir. Müslüman bireyde bulun-ması lazım olan, müslümanın hayatının merkezinde oturtulması gereken üç anahtar kavram; takva, ilim ve ahlaktır. Takva daha çok kalbe yöneliktir; nitekim kalbin şeytanın vesvese ve iğvasından kurtulup Al-lahın zikriyle mutmain olması, kalpte Allah korkusu ve Allah sevgisinin yer edinmesi istiğfar ve tevbeyle olur. İlim daha çok akılla ilgilidir; aklın ilim nuruyla donanması, aklımızdaki şüphelerin izale edilip yaki-nimizin artması, akl-ı selim düşünceler faydalı ilimle meşgul olmaya bağlıdır. Ahlak da daha çok nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesiyle ilgili olduğunda manevi disiplin altına girip tevazu, zühd, kanaat vb. güzel hasletleri kazanmayla olur.

“Bizim uğrumuzda cihat edenlere gay-ret gösterenlere biz şüphesiz onlara yolları-

34 B Eylül

mızı gösteririz (hidayette kılarız) ” (Ankebut/69) ayetinde hidayete ermenin şahsi mücahede ve çaba-yı gerektirdiği, “Hidayete erenlere gelince, Allah onların hidayetini arttırmış ve onlara takvala-rını (Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını) vermiştir.” (Muhammed/17) ayetindeyse hidayette olmayan kişide hidayetin artmayacağı gibi takvanın da bulunmayacağı belirtilmektedir. “O gün ne mal, ne evlâd fayda verir, selim bir kalble gelen müstesna...” (Şuarâ Suresi, 88-89) ayetinde hesap günü şirkten, küfürden, nifaktan ve günahlardan arın-mış selim kalbin dışında bir şeyin fayda vermeyeceği vurgulanıyor. Bir kalp ki kin, hased, öfke, kibir, gurur, gibi tüm kötü kalp hastalıklarından arınmış olsun. Ra-sulüllah (S.A.V) Efendimizin, kalbi et parçasına benzettiği kalple ilgili şu hadisi gerçeği gözler önüne seri-yor adeta: “Vücudda bir et par-çası vardır ki, o iyi olursa tüm vücud iyi olur. O hasta olursa, tüm vücud ateşli hastalığa ya-kalanır.” (Buhari ve Müslim)

Şüphesiz ki, Kuran’da kalbi selim dışında, mühürlü kalpler ve hastalıklı kalplerden de bahsedil-miştir. Böylelikle kalpler Kuran’da anlatıldığı şekilde anlamıyla beraber üçe tasnif edilebilir:

1- Yaratılış gaye ve haysiyetini koruyan selim/sağlam, münib/Allah’a yönelen ve mutmain/doygun-luğa ermiş kalpler. Bunlar hitab-ı ilahîye mazhar, mü-minlere ait kalblerdir.

2- Mühürlü ve nasipsiz kalpler. Bunlar imandan ve İslam’dan nasibi olmayan bahtsızların, kâfirlerin kalpleridir. Bunlar hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühür-lemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bakara/7)

3- Hastalıklı kalpler: Bunlar da başta münafık-lar olmak üzere şüphe, cehalet, ihtiras ve ahlaksızlık girdabında bocalayanların kalpleridir. Allah böylele-ri hakkında şöyle buyurur: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını arttırmıştır.” (Bakara/10) (Kalbi Selim / Diyanet Aylık Dergi

Ekim 2009 sayısında yayınlanmıştır.)

“Allah şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler derin

bir ayrılık içindedirler. “Bir de kendilerine ilim verilmiş olan-lar onun, Rabbinden gelen hak olduğunu bilsinler, böylece ona iman etsinler ve sonuçta da kalpleri ona saygı duysun diye Allah böyle yapar. Hiç şüphe yok ki Allah iman edenleri doğ-ru yola iletir.” (Hacc/53-54)

Bu ayetlerde şeytanın ancak kararmış hastalıklı, katı kalpli kim-selere nüfuz edebileceği, ilim sahi-bi, Allahtan korkan, haşyet ve huşu dolu bir kalbe sahip kimselere bir nüfuz ve etkisinin olamayacağı ifa-de ediliyor.

“Onlar: ‘Evet; doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesi-niz demiştik’ derler. ‘Eğer dinlemiş veya akıl etmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık’ derler. Böylece, günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar! ” (Mülk/9-11) ayetinde yalanlayanların ce-hennemdeki hallerinden söz edilirken hakikatten yüz çevirdikleri, kendilerine gelen uyarıcıları dinlemedik-leri ve kendilerine gelen ilahi mesajları düşünüp ak-lederek tefekkür etmedikleri için pişmanlıklarını itiraf etmeleri manidardır.

“O gün ne mal, ne evlâd fayda verir, selim bir kalble gelen müstesna...”(Şuarâ Suresi, 88-89)

B

35Eylül B

Manevi terbiye için nefsi arındırma ve ruhu disiplin altına almak gereklidir. Nefis isyanı ve itaa-tiyle birlikte yaratılmış olup şehevi arzularına uyan bedbaht olurken, şehevi arzularını frenleyip onlara gem vuran bahtiyar olur. Bu konuyla ilgili ayetlerde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “ Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır. ” (Şems: 9-10) Nefis süfli olarak yaratılmışken, ruh ulvi olarak yaratılmıştır. Nefsimize takvasını vermesi için Allah’ın Resulü gibi dua etmeliyiz. Zira Zeyd bin Erkam (r.a)’ den rivayet edildiğine göre Resulullah (S.A.V) duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederler-di: “Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim / 2722)

Nefsin de dereceleri vardır. “Nefis olan-ca şiddetiyle kötülüğü emreder. ” (Yusuf / 53) ayetinde nefs-i emmareden, “Kendini sürekli kı-nayan (ayıplayan) nefse yemin ederim ki! ” (Kıyamet/1-2) ayetinde nefs-i levvameden, “Ey (mutmain) huzura eren nefis, sen ondan (Al-lah’tan) razı ve oda senden razı olarak Rab-bine dön. (haydi) salih kullarımın arasına gir, cennetime gir. ” (Fecr/27-30) ayetinde nefs-i mut-mainneden bahsedilmiştir.

Ruh bize Allah’ın emanetidir, ruhlar aleminde yaptığımız misak ahdine sadık kalarak bu emaneti tertemiz olarak Allah’a sunmakla mükellefiz. “Rab-bin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: ‘Evet şahidiz’ demişlerdi. Bu, kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dersiniz veya ‘Daha önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?’ dersiniz diyedir. ” (Araf/172-173)

Takvayı kuşanmazsak; hukukullahı (Allah’ın üzerimizdeki hakkı) çiğnemek kolay olduğu gibi hu-kuk-u nefs (nefsimizin üzerimizdeki hakkı) ve hu-kuk-u ibada (diğer kulların üzerimizdeki hakkı) riayet etmeme kolaylaşır, ilmi kuşanmazsak; şirke, küfre, nifaka ve cahiliyyeye bulaşmak basitleşir, ahlakı ku-şanmazsak da; aile, okul ve arkadaş çevresinde iyi, erdemli ve faziletli meziyetler kaybolmaya yüz tutar, emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münker vazifesi unu-tulmaya başlar. Takvasız ilim kitap yüklü merkep ol-maya götürür, ilimsiz takva sofuluğa götürür, içinde ahlakı olmayan ilim ukalalığa ve laubaliliğe, içinde ahlakı olmayan takva nezaket ve medenilikten uzak bedeviliğe götürür.

İbadet hayatında takvayı, ticaret ve iş hayatın-da ahlakı, muamelat konularında ilmi önemsememek akıl kârı değildir.

Madem ibadet hayatında takvadan söz edi-yoruz söze başörtüsü emrinin geçirdiği dönüşüm ve zihinlerde bu emri algılamadaki farklılıkla başla-yalım. Ne yazık ki başörtüsünden takva uzaklaşınca bşörtüsü algısı türban haline geldi ve türbanı takanlar da hayasını kaybedip Allah’ın farzını kendi tarzları-

“Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim / 2722)

B

36 B Eylül

na (modalarına) kurban ederek hadiste peygamber efendimiz (sav) in lanet ettiği giyinik çıplaklar (Müs-lim/2128) haline geldiler. Böyle kimselerin çoğaldığı ahir zamanı hafife almamak lazım. Görüldüğü gibi Allah’ın üzerinde ayetinin taşıdığının bilincinde olma-yan ilimsiz, cahil giyinik çıplakların takva-ilim-ahlak (burada haya)’ larını yitirince nasıl önemsiz meta ha-line geldiklerini müşahade ediyoruz. Başörtüsündeki o iffet ve vakurluk gitmiş; yerine cinsel-liğini sokaklara taşıyan, kişiliğini de-ğil, dişiliğini karşı cinse servis eden türban portresi gelmiş. Bu giyinik çıplaklarda takva olmadığından ilkin ilahi emri yani Allah’ın hududlarını çiğnediler, sonra kendi nefislerine yazık ettiler, ve son olarak karşı cin-sin ilgi duyacağı şeklide giyindikleri için diğer kulların günaha girmesine de sebep oldular.

Takva-ilim-ahlak üçlüsüne bir de hadiste bahsedilen (Buhari, Ezan 36, Ze-

kat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. Ayrıca

bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudat 2) arşın göl-gesindeki yedi sınıf insandan biri olan rabbine kullukla büyüyen genci örnek verelim. Bu genç kalbi Allaha bağlı, gönlü mescidlere bağlı, kulluğun şuurunda bir genç, geceleri abid ve gündüzleri mücahid bir genç, dışarı çıktığında kuyu-sunda temiz kalan Hz. Yusuf misali iffetinden dolayı gözlerini haramdan sakınan, günahından dolayı piş-manlık duyup Allah’a gözyaşı döken, ibadetini eksik-siz yapacak ilmi öğrenmeyi kendine farz bilen, tefsir

hadis, fıkıh, akaid ve kelam, tasavvuf vb islami ilim-lerde mesafe kateden bir gençtir. Selam olsun böyle gençlere…. Çünkü bu genç ki, ömrünün en bereketli yılları olan gençlik yıllarını Hz. Meryem misali kendini Allah’a adayan, yaşıtları kebair günahlara dalmışken şehevi arzularına gem vurup nefsinin tasallatundan kurtulup Rabbine sabırla ibadet-u taate devam eden, kimi zaman kötülüklerden iyiliklere hicret eden mu-

hacir, kimi zaman Allah’ın dinine yar-dım eden ensar, vaktini Hz. İsa’ya gökten inen maide(sofra) misali ilim ve zikir meclislerinde (sofralarında) geçirerek bereketlendiren, ihtiyaç sa-hibi gördüğünde canhıraş bir şekil-de infak edip sadaka veren, islamla alay edildiğini gördüğünde gücü ye-terse eliyle, sonra diliyle cihad eden, bu da olmadı kalbiyle buğzeden, hastalandığı yada bir belaya maruz kaldığı vakit Hz. Eyyup misali kaza-ya rıza gösterip belaya sabreden, her halinin Rabbinin murakabesi altında olduğu bilinciyle ihlas ve samimi-yetle Din-i Mübin-i İslam’a hizmet eden, islam kardeşliğini tüm coğraf-

ya ve tüm ırklardan üstün tutarak davet ve tebliğ görevini kusursuz bir şekilde ifa eden, hakkı hak bilip ona ittiba eden, batılı da batıl bilip ondan içtinap eden, İlay-ı Kelimetullah misyonunun dava eri olan, Ali’sini bekleyen Fatıma’ların kurduğu aile ocağı yada Fatıma’sını bekleyen Ali’lerin kurduğu aile ocağı böyle gençlere muhtaçtır.

Bu gencin yaşam tarzını in-celersek, şu durum karşımıza çıkar; bu gençteki takva Allah olan bağlılı-ğı, ondaki ilim sorumluluk bilincini, onda bulunan ahlak da güzel haslet ve meziyetlerin hayatında daim ve düzenli olmasını sağlar.

Son olarak ticari hayatta kay-bolan erdemli vasıflardan biri olan emin ve güvenilir olma vasfı üze-rinde durmak istiyorum. Maalesef toplum içinde kaybolmaya yüz tut-makta olup böyle kimselerin sayısı ciddi anlamda azalmaktadır. Emin ve güvenilir tüccarın arşın gölge-sinde gölgelenecek zümreden sa-

Azamı Ebû Hanife kuddise sirruh: “Di-nin alış-veriş kısmım bilmeyen, haram lok-madan kurtulamaz ve ibadetlerinin sevabını

alamaz.” der.

B

37Eylül B

yılmaktadır: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) Yine aynı şekilde böylelerinin nebi-ler, sıddıklar ve şehitlerle haşredileceği bildirilmekte-dir: “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tir-

mizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)

Elinden ve dilinden insanların emin olduğu müslüman toplumlarda özü-sözü doğru tüccar, ticaret erbabı bulamamak herhalde bizim ayıbımızdır diye düşünüyorum. Ticarette malın kusuru varsa söyle-mek gerek, ticarette aldatmak, yalan yere yemin et-mek, karaborsacılık yapmak, tefecilik yapmak gibi tüm gayri meşru yollarla yapılan işlemler yasaklan-mıştır.

“Ey iman edenler, mallarınızı, sizden kar-şılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız ‘nedenler ve yollarla’ (batılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.” (Nisa / 29)

“Alışverişte yemin etmekten sakının. Çünkü yemin ticaretin kazancı artırır ama bereketini yok eder”. (Buhari / Buyu, 19; İbn-i Mâce

/ 30; Tirmizi / Büyû’, 26 ;Ebû Davud / Buyu, 53; Müslim / Buyu / 11)

Bir hadiste müslümanın, müslüman kardeşi-ni aldatmasından sakındırmayla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Müslüman Müslüman’ın kar-

deşidir. Kusurlu bir malı din kardeşine satan hiçbir Müslüman’a satış helal olmaz. Meğerki malının ayıbını açıklaya.” (İbn-i Mace / Büyû; 34) Başka bir hadiste de Peygamberimiz (S.A.V) ku-surlu mal satanları şöyle uyarmaktadır. “Kusurunu söylemeden bir malı satan kimse, daima Al-lah’ın gazabı altındadır ve melekler o adamın Allah’ın rahmetinden uzak kalmasını dilerler” (İbn-i Mace / Büyû; 45) Bu konuyla ilgili Hz. Pey-gamber aleyhissalatu vesselamın pazarda bir tüccarı uyarması meşhurdur. Bir gün Peygamberimiz (S.A.V.) pazarı dolaşırken, tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini buğday yığınına daldırmış, altının ıslak olduğu-nu görünce sormuş: “Nedir bu?” Satıcı: “Yağmur yağmıştı, ondan dolayı ıslandı.” diye cevap verince; Resulullah: “Niçin o ıslak tarafı halkın görebil-mesi için üste getirmedin?” diye sert bir şekilde mukabelede bulunduktan sonra: “Bizi aldatan biz-den değildir” (Ebû Dâvûd/Büyû, 50) ikazını yap-mıştır.

Ticarette en önemli ilke ölçüyü tam yapıp doğ-ru tartmadır. Nitekim Şuayb (as) Peygamber olarak gönderildiği Medyen halkını ayet-i kerimede şöyle uyarmıştır: “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin; insanlara eşyalarını ek-sik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın”. (Hud / 85)

Tüccarlarda dört özellik olursa, kazancı bereketli ve he-lal olur:

1- Mal satın aldığında kötü-lemez, 2- Sattığında övmez, 3- Müşteriden malın kusu-runu gizlemez, 4- Alış-verişte yemin etmez-se (kazancı bereketli ve helal olur).”

(Münziri, Et- Terğib Vet- Terhib, 2/586)

B

38 B Eylül

Malum kuran-ı kerimde anlatılan helak olan ka-vimlerden biri olan Medyen halkı bu uyarıyı dikkate almadıkları için korkunç bir patlama ve şiddetli bir depremle helak edilmişlerdir. (Hud / 84-85; Şuara / 176-189;

Rahman / 9; İsra / 35; A’raf /85; Mutaffifin / 1-7)

Ama ne yazık ki hac vazifesini yerine getirip hacı olan bazı kimseler bakarsınız ki, insanları alışve-rişte aldatma peşindeler, böyle kimselerin hacı sıfatını kullanarak dine verdiği zarar ortadadır. Helal kazan-ca riayet etmeyen, aslında yalan yere yemin etmek-le elde ettikleri kâr gibi görünen kazançlarında birer müflis olduklarını ah bir bilseler de, kendilerine çeki düzen verseler…. Zira Hatemu’l Enbiya Hz. Muham-med Mustafa (S.A.V)’in bu konu-da ümmetine ciddi uyarıları vardır. Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ashabı kirama: “Müflis kime denir?” buyurdular. Onlar da: “Pa-rası, malı kalmayan kişiye denir” de-diklerinde buyurdular ki: “Ümmeti-min arasında müflis şu kimsedir ki, kıyamet günü defterinde, çok namaz, oruç, zekat sevabı bulu-nur. Fakat bir kimseye söğmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, dövmüş. Sevapları bu hak sahiplerine dağıtılır. Haklan ödenmeden önce sevapları biter-se hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yüklenir, sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

Hacc menasikini yaptığında anadan doğma günahlarının affedileceği müjdesini bildiği halde yurda gelip müslümanları aldatmaya devam eden-ler, yeminlerinde ve sözlerinde doğru olmadığından kıyamet gününde füccar (günahkar) olarak diriltile-ceklerini (Tirmizi / Buyû 4; İbn-i Mace / Ticarat, 3; Darimi / Buyû,7; Ha-

kim / Müstedrek 2/62) bilmelidirler. Kazancını haram lokma üzerine bina eden, yediği haram lokmayla damar-larında şeytanın gezdiğini, duasını kabul olunama-yacağını (Sahih-i Buhari: 6/357), kalbinin öleceğinin, iba-detinin bereketinin kalmayacağını bilmelidirler. Bu

yüzden İmam-ı Azam hazretleri ticaretle uğraşanların dinin alışveriş kısmını harama düşme tehlikesinden dola-yı öğrenmesini zaruret olarak görür. İmamı Azamı Ebû Hanife kuddise sirruh: “Dinin alış-veriş kısmım bilmeyen, haram lokmadan kur-tulamaz ve ibadetlerinin seva-bını alamaz.” der.

Aslında islama zarar veren hacı kılıklı bazı kimseler takvasını yi-tirdikleri Allah’ın her an kendilerini gözettiklerine yakinen iman etme-dikleri için aldatıyorlar, ticaret ilmini öğrenmedikleri için helal harama dikkat etmiyorlar, güvenilir, doğru

sözlü olmadıklarından böylelerinde ticaret ahlakı olmaz. Bu kimseler haccın ruhunu kav-rayıp hacc mevsiminde manevi iklimde günahlardan arınıp giydikleri beyaz ihram örtüsüyle mahşere pro-va yaptıklarının şuurunda olmalılar, getirdikleri telbi-yelerle Allah’ın hükmüne razı, davetine icabet eden birer asker olduklarını unutuyorlar. Helalinden ticaret yapmakla mükellefsen bu konuda da Allahın hük-mü, resulün hükmü neyse ona uymak zorundasın, aksi takdirde yaptığın ibadetler yüzüne paçavra gibi vurulur, hesap günü senin sevapların bitip kul hakkı yediğin kardeşinin günahları senin kefene yüklenirse asıl kaybeden, müflis sen olursun.

Allahu Teala akıbetimizi hayreylesin, ona karşı gelmekten sakındırıp takvamızı arttırsın, bizi ilmiyle amel eden salih kulları arasına katsın, ibadetlerimizi eksiksiz yapacak güç ve takat verip güzel ahlakla taç-landırsın bizi. Amin

“Alışverişte yemin etmekten sakının.

Çünkü yeminticaretin kazancını

artırır amabereketiniyok eder”

B

39Eylül B

Murat TÜRKER

‘Geçiş Süreci’ AldatmacasınaTesettür Üzerinden Bakmak

Tam tersi, bu modern tesettür

saçmalığı, kendi durumunu ehl-i

dine günden güne daha fazla

kanıksatıyor, her geçen gün daha

fazla kimsenin aklına tesettür

dendiği zaman işbu ucube kıyafet

şablonu yerleşiyor.

İçinden geçtiğimiz ‘aslında gayr-ı İslâmî ama İs-lâmî olma iddiasında’ki sürece dönük itirazlar geliştirdiğinizde mukabelede bulunulan kontra

cevaplardan biri, bunun bir ‘geçiş süreci’ olduğu savunusudur.

Bu savunuyu üst perdeden seslendirenler, bizim itiraz edip durduğumuz modern dayatmayı İslâmî sosa bulayan ideolojik karışımı, genelde bu-nun bir geçiş süreci tezahürü olduğu bağlamında olumlarlar.

Onlara göre ‘eskiye göre daha iyi durumda-yız’dır, ‘epey bir mesafe alınmıştır’, ‘sistemle içli dışlı olup onu içselleştirmenin bazı götürüleri olsa da son tahlilde süreçten kârlı çıkanlar, önü açılan müslümanlardır’ vs vs…

Peki gerçekten böyle midir? Gerçekten top-lumda yükselen bir dinî şuurlanmadan bahsedebi-lir miyiz? Dedikleri gibi geçiş sürecini atlattığımızda gerçekten ufukta bizi bir İslâmî bahar bekliyor mu?

40 B Eylül

Esasen buna genel anlamda, “yürüdüğümüz yolun bizi iyiye götürüp götürmediğini test etmek isti-yorsak, yola çıktığımız nokta ile şu an bulunduğumuz kıvam arasında bir mukayese yapmak yeterli olacak-tır” şeklinde bir cevap verebiliriz.

Toplumdaki dinî ritüel boyutlu artışı, İslâm’ın bir tapınak dini hüviyetiyle hayattan ötelendiği va-sata rağmen ‘İslâmî kazanım’ olarak etiketleyenler müstesna, dindarların önünün açıldığı bu süreçte yaşadığımız ciddi çözülme ve yozlaşmayı görmeyen herhalde yok gibidir.

Muhafazakâr görünürlüğün ivme kazandığı ama her değerin popülerleşirken içinin boşaltıldığı ve şuurumuzun budandığı bu vetire bizi şimdiye kadar başta olduğumuzdan daha iyi bir noktaya taşımadı ki, bundan sonrası adına içimizde coşkun umutlar büyütelim!

Şimdiye kadar en baskın meziyeti(!), sistemin argümanları karşısında müslüman direncini aşındır-mak olan bu tür bir akışa neden kendimizi kandırma pahasına boyunu aşan misyonlar yükleyelim!?

İyiye gidip gitmediğimizin en basit ölçütü, iyiye yaklaşıyor olup olmadığımıza bakmaktır.

Dedim ya, bu genel manada bir yaklaşım…

Şimdi, söylediğimizi somut bir görüntü üzerin-den açalım: Tesettür meselesi…

Evet, işbu şatafatlı ve -sözüm ona- tesettür al-gısı toplumda yer bulmaya başladığı demlerde, bazı ‘iyimser’ arkadaşlar ne diyorlardı:

“Olsun, bu bir geçiş süreci… Belki bu şekilde tesettür şuuru zayıflıyor gibi görünüyor ama zamanla bu, tesettürün yaygınlaşmasına zemin hazırlayacak ve belli bir süre sonra insanlar hakiki/şer’î tesettürü de benimsayecek!”

Peki, geldiğimiz noktada samimi olarak soralım kendimize… Gerçekten böyle mi olmuştur? Gerçek-ten, bu -âmiyane tabirle- ‘altı kaval, üstü bilmemne’ tesettür (!) olgusu, defilelerle desteklenen ‘baş örtme seferberlikleri’, toplumda hicap şuuruna hizmet eden

bir işlev görmüş müdür?Görmediği çok âşikâr…

Peki, soruyu bir adım öteye taşıyalım: Şimdi bu tür bir işlev görmese de, gelecekte görebileceğine dair bizlere gerçekçi umutlar bahşetmekte midir? İşte, meselenin bamteli burasıdır. Bu soruya makul bir ce-vap verebilirsek, sadece tesettür bahsinde değil, genel anlamda bu ‘geçiş süreci’ retoriğinin içinin ne kadar dolu olduğu hususunda da doğru bir fikre sahip ola-cağız.

Hayır, bu modern ve nevzuhur tesettür algısı, açıkça hicap ve hayâ şuurunu geliştirmediği, tam ter-si tesettürü yozlaştırdığı gibi, bundan sonra iyi şeyler olacağına dair bir umutla, muvakkaten, geçici olarak mazur görebileceğimiz bir model de sunmuyor.

Tam tersi, bu modern tesettür saçmalığı, ken-di durumunu ehl-i dine günden güne daha fazla ka-nıksatıyor, her geçen gün daha fazla kimsenin aklına tesettür dendiği zaman işbu ucube kıyafet şablonu yerleşiyor.

Bu yol, bir ‘geçiş süreci’ falan değil, kendimizi kandırmayalım. Genel anlamda müslüman bilincini mecalsiz bırakan entegrasyon süreci de, tıpkı tesettür meselesindeki gibi, bu tür ‘geçiş dönemi’ palavrala-rıyla meşrulaştırılamaz.

Başta “biraz gösterişli ve cazip bir örtünme tar-zı bulalım da, kapanma konusunda daha çok insanı özendirelim!” niyetiyle yola çıkan birileri olmuşsa, onların birilerini ne kadar ve neye özendirdiği şöy-le dursun, süreç, bizzat onların bu çarpık ve köksüz tasavvuru benimsemelerine yol açan bir seyir izledi.

Hesabı iyi yapalım…

Modern tesettüre, ‘geçiş süreci’ mantığıyla vize verenler, daha da iyi yapsınlar…

Geçiş süreci, bir türlü geçmek bilmedi; hatta iyi-den iyiye yoz bir hüviyete bürünerek kökleşti, muh-kemleşti.

Biz de, bu çözülmenin eli kolu bağlı seyircileri olarak, züğürt tesellisiyle baş başayız.

B

41Eylül B

Halit EŞKAN

Hacı Şaban Efendi Hz. (V)

Bize bir nazar oldu,

Cumamız Pazar oldu,

Birden bire değil,

Ne olduysa azar azar oldu.

Yüce Allah insanların zarara uğramamasını asr suresiyle “iman etme ve salih amel işleme ve hakkı tavsiye etme ve sabrı

tavsiye etme” şartlarına bağlamıştır. İman mutlak tasdiktir. İman eden mümindir. Mümin inancından emin olan ve kendisinden emin olunan insandır. İman ilahi ihsanların en hayırlısıdır. İtikat esasların-dan şüphe etmek küfürdür. Hadis-i şerifte “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız.” buy-rulmaktadır. Demek ki imanın ameldeki tezahür-lerinden birisi, belki de en önemlisi müminlerin birbirlerini sevmeleridir. Muhabbetten Muhammed hasıl olmuştur. “Seven sevdiği ile beraberdir.” “Nasıl iman ederseniz öyle yaşarsınız, kimi severseniz onunla haşr olunursunuz.” Evet, insanın ameli imanına delildir. Kim kime tabi olursa onun peşinden gider.

Yüce Allah; Musa (a.s)’a “benim için ne amel işledin?” Diye vahy etti.

42 B Eylül

Musa (a.s); “senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, seni zikrettim.” Dedi

Yüce Allah; “Ey Musa, namaz imanın için bir delildir, oruç senin için kalkandır, sadaka mahşerde senin gölgendir, zikir nurdur. Benim için hangi ameli işledin?”

Musa (a.s); “Ya Rabbi senin için olan ameli bana bildir” dedi.

Yüce Allah şöyle buyurdu, “Ya Musa! Benim rızam için salihleri (dostlarımı) sevdin, benim rızam için fasık-lara (düşmanlarıma) düşmanlık ettin mi?”

Efendimiz (s.a.v) “Allah için salihleri sevmek, Allah için fa-sıklara buğuz etmek amellerin en faziletlisidir.” “Fasığı met-hetmeyin, fasığı methederseniz arş titrer.” “Salihleri zemme-der, fasıkları methederseniz Al-lah gazaplanır.” buyurmaktadır. Fasığı Allah lanetlemiş, kovmuş, uzaklaştırmıştır. Fasığı metheden haddini aşmış nefsini ilahlaştırmış, Allah’ın hükmüne karşı çıkmış olur.” Onun için arş tit-rer. “Mümin mümine düşman olamaz, salihler Allah dostlarıdır.” Allah dostuna dil uzatan zalim-dir. Allah zalimleri sevmez onun için Allah gazaplanır. Salih amel Kur’an ve sünnete uygun olan amellerin bütünüdür.

Peygamber efendimiz (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyuruyor.

“Zekat ve sadakasını vermeyip, altın veya parayı saklamak cehennemde sahibi üzerinde bir dağdır. Şiirin kötüleri şeytanın düdüklerin-dendir. Şarap ve emsali içkiler cürüm ve fesat

kaynağıdır. Kadınlar erkekleri avlamak için şeytanların ellerindeki tuzaklardır. Kazancın en fenası faiz parasıdır. Yenilen şeylerin en berbatı yetim malıdır. Söz kar etmeyen, nasi-hat dinlemeyen kimse zalimdir. İtibar işin so-nunadır. Haber ve hikâyelerin en şerlisi yalan olanıdır. Müminlere sövmek, kötülük etmek, onlarla dövüşüp vuruşmak küfürdür. Müminle-ri gıybet etmek, onların arkasından dedikodu yapmak Allah’a asi olmaktır. Bağışlayanı Al-lah’ta bağışlar. Gazabını yutup, öfkesine galip olanları Allah çok ecirle karşılar. Sabredenle-

re Allah mükâfatını ihsan eder. Riyakârları Allah sevmez.”

Hak Allah’ın bir ismi celilidir, yere düşürülmez, onun için insan her amelinde Hakk’a tabi olmalı, Hakk’a hizmet etmeli ve Hakk’ı tav-siye etmelidir.

Sabırda Allah’ın esmasından-dır. İnsan kendisini sabra alıştırma-lıdır. Beklemesini bilmelidir. Zorla da olsa bekleyen sabreden her şeyin bittiğini görür. İnsan nefsini, şah-si arzularını yenip, kendisini bütün varlığı ile sabır aleminde yok etmeli-dir. O zaman gün geçtikçe her şeyin

değiştiğine, zamanla her şeyin zıddına döndüğüne şahit olur. Evvela kış ardından yaz geldiği gibi. Gün-düzün arkasından, gece karanlığının etrafı sardığı gibi. Akşam ile yatsı arası gündüz olsun dersen olmaz. Bel-ki daha da kararır. Ta… şafak sökene kadar karanlık devam eder. Şafağın aydınlığı sabırla görülür. Ancak sabreden derviş muradına ermiştir. Onun için sabırlı olmak lazım. Oda yetmez aynı zamanda sabrı da tav-siye etmek gerek. Peygamber efendimiz (s.a.v) “Kim iyiliği emreder, kötülükten nehy ederse, o yer-yüzünde Allah’ın, Resulünun, Kur’an’ın halife-sidir.” buyurmaktadır. Ne kadar yaşarsa yaşasın bir kişi ölümdür onun en son işi. Yüce Allah ölüm gelme-den hayatın kadrini bilmeyi cümlemize nasip eylesin.

“Mümin mümine düşman olamaz, salihler Allah dostlarıdır.” Allah dostuna dil uza-tan zalimdir. Allah zalimleri sevmez onun için Allah gazaplanır. Salih amel Kur’an ve sünnete uygun olan amellerin bütünüdür.

B

43Eylül B

Bir ölüm var bizim için her zaman,Bilmeyiz ki geleceği ne zaman,Elde fırsat dilde ruhsat var iken,Kıl tedarik her zaman.Evet tedarikli olmak lazımdır. Allah cümlemize

hayırlı tedarikler ihsan eylesin.

Cümle Nasın İmamı Üçtür

Yine Hacı Şaban Efendi (k.s) sohbetlerinde; cümle nasın imamı üçtür:

1-) “Emir de nehiyde Allah’u Azimuşşan’ın ke-lamı Kur’an-ı Kerim’dir. Allah’ın bir fermanıdır. Kela-mullahtır. Sözlerin en doğrusudur, en kuvvetli bağdır. İnsanı Allah’a yaklaştıran dosdoğru bir yoldur. Özel hayatı, aile hayatını, ticari ve sosyal hayatı, devlet hayatını, hulasa hayatın her alanını tanzim eden, ha-yatın her anında hükümran olan yegâne rehberdir. İnsanlar için nasihat, kalpler için şifa, mü’minler için hidayet ve rahmettir. İlahi emirlerin toplamı olması yönüyle insanlar arasında adaletin sağlanmasını ve insanların mümtaz bir ahlak sahibi olmalarını hedef-leyen yegane bir nizamdır. Kur’an cihanşümuldür. Kur’an’a ittiba Hak’ka ittibadır.

2-) Amelde Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz-dir. Peygamber efendimiz hakkı halka tebliğ ile görev-li olan Allah elçisidir. Amelleri ve sözleri ilahi irade-nin tecellisi doğrultusundadır. Açık delillerle gelmiştir. Kendisine en büyük mucize olan Kur’an vahy edilmiş-tir. Yüce Rabbimiz “O peygamber kendiliğinden hiçbir şey söylemez” buyurmaktadır. Onun sözleri ve amelleri O’nun sünnetidir. Sünnetlerin en hayırlı-sı Hz. Muhammed (s.a.v) sünnetidir. O’nun sünneti Hak’tır. Hakk’a kulak verenin kalbi uyanır, kalbi uya-nan zikreder. Zikreden düşünür, hikmeti arar. Hikmeti bulan ilim sahibi olur. Yüce Allah “Ey Muhammet! Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indir-dik öyle ise sende dini Allah’a has kılarak ona kulluk et.” buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendisine Kur’an ile emredilen tebliğ ve kulluk

görevlerini bizatihi yerine getirmiş ve bu konuda mü-minlere örnek olmuştur. Kur’an ile farz olan namazın, nasıl eda edileceği Peygamber efendimiz (s.a.v) tara-fından müminlere öğretilmiştir. Peygamber efendimiz (s.a.v)’in sünnetini yok sayarak İslam’ı yaşama iddi-ası sapkınlıktır. İslami yaşayabilmek geniş manada sünnete uymakla mümkündür. Peygamber efendimiz (s.a.v)’den sonra müminlere bırakılan iki şey; Kur’an ve sünnettir.

3-) Dünya işlerinde imamımız padişahtır. Ne yazık ki onları da sürgün ettiler. Padişahlar devlet ege-menliğinin devamı için hükümranlığın Allah adına kullanılması gerektiğinin bilincinde ve aynı zamanda inancında idiler. Amaçları tevhit akidesini dünyanın her köşesinde hakim kılmaktı. Nitekim Fatih Sultan Mehmet Han Hz.’nin Trabzon seferi sırasında Otluk-beli’nde karşılayan Uzun Hasan’ın annesi;

- Bre padişah bu kadar hırs niye? Sorusunu yö-neltince

Fatih Sultan Mehmet Han Hz. ona;- Bre valide sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde

koşar mı sanırsın? Bizim amacımız ilah-i kelimetullahı dünyanın her köşesinde hükümran kılmaktır. Şeklin-de cevap verir.

Yine Yavuz Sultan Selim Han 20 şubat 1517’de Melik Müeyyed camisinde kendisi adına okunan

- Bre valide sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde koşar mı sanırsın? Bizim amacımız ilah-i kelimetullahı dünyanın her köşesinde hükümran kılmaktır.

Cümle Nasın İmamı Üçtür

B

44 B Eylül

hutbede Hakim-ül Harameyn iş şerefeyn (Mekke ve Medine’nin hakimi) ibaresini mübarek makamlara hürmeten hadim-ül harameyn-iş şerifeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) şeklinde değiştirmiştir. Onla-rın yönetim anlayışında kibir yok, zulüm yok, kan ve gözyaşı yok, Allah’ın rızasını kazanmak var Allah’ın emirleriyle emretmek, yasaklarıyla yasaklamak var. Adalet var, halk hizmet var, Osmanlı bu sebeplerden dolayı altıyüz sene üç kıtada hükümran oldu. Bila-hare;

Bize bir nazar oldu,Cumamız Pazar oldu,Birden bire değil,Ne olduysa azar azar oldu.

Evet, ayaklar bir kaymaya baş-layınca sonuçta ne olur bilinmez. Devlet için de durum aynıdır.

Bizden olan ulül-emr’e itaat bizim için dini bir yükümlülüktür. Bu iktidar sahipleri namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler, Allah’ın emirleriy-le emrederler, yasaklarıyla yasaklar-lar. Devletsizlik kargaşadır, anarşidir. Onun için devletsizlik en kötü dev-letten daha kötüdür. Devlet gücünü halktan alır. Halk devlete karşı görev-lerini yerine getirmekle yükümlüdür. Devleti ayakta tutan ana direklerden biri hazinedir. Hazine, devletin halka götüreceği her hizmetin mali kaynağıdır. Bu kaynağın en büyük kolu halktan toplanan vergilerdir. Bu sebeple halk vergisi-

ni vermeli, devlet de harcamalarını hakkaniyetle yap-malıdır. Hazineyi amacına uygun olarak kullanmayan devlet zalimdir. Halkın zulme boyun eğmesi zillettir. “Zalimler karşısında suskun kalanlar dilsiz şeytanlardır.” Haksızlığa karşı boyun eğenler, hak-larıyla beraber şereflerini de kaybederler. Bu sebeple halkın haksızlık yapan devletten hesap sorması halk için bir görevdir. Dedikodu yapmak kolaycılık ve ac-ziyettir. Adi insanların işidir. Anarşinin üretildiği ana zemindir. Şahsiyet dik duruşlu olmayı, karşı koymayı gerektirir. İnsanın kendisini ifade etme hakkını kullan-ması insanca yaşamanın, izzet sahibi olmanın temel esasıdır. Zorbalar önünde eğilen başlar alçaklardır.

Devleti ayakta tutan ana direk-lerden birisi de dindir. Din kardeşli-ğine dayalı, sevgi temelli, sosyal it-tifakı sağlamak devletin görevlerinin başında gelir. Bu hedefe ulaşmak etkin bir dini eğitimle mümkündür. Vahşet ancak dinin sosyal hayata et-kin bir şekilde yansıması ile önlene-bilir. Suça yönelen bir insan, mümin ise onun için üç caydırıcı faktör var-dır. Birincisi Allah korkusu. İkincisi utanma duygusu. Üçüncüsü kanun-dur. Mümin olmayan için caydırıcı faktör sadece kanundur. Kanunun kendisini görmediği kanaati hasıl olunca suçu işler. Onun için devlet

halka hayatının her anını Allah’ı gö-rüyormuş gibi yaşama bilincini kazandırmalıdır. Aksi halde; ana baba katili çocukların, çocuklarını öldüren ana babaların, karısını ve çocuklarını öldürüp intihar eden kocaların, koca katili kadınların, karısını öldü-ren kocaların, bebek katili annelerin, bebeğini soka-ğa terk eden kadınların, hayasız kadınların, hayasız erkeklerin, hırsızların, yolsuzluk yapanların, anarşist-lerin, vatan hainlerinin, din düşmanlarının, sokak-ları kusmuklarıyla kirleten sarhoşların, içki içenlerin, uyuşturucu kullananların, içki ve uyuşturucu tacirleri-nin, hulasa suçluların sayısı giderek artar. Hayasızlık umumileşir, aile müessesi çöker. Bütün bu kötülükle-rin sebebi milletin kendi öz değerlerinden, dininden uzaklaştırılmasıdır. Onun için devlet yetkilileri halkı, başka milletleri taklit etmeden kendi öz değerlerine sadık kalmaya yarayacak siyaseti üretmek ve uygula-makla yükümlüdürler. Başka milletlerin kanunlarıyla kendi milletini yönetme gafletine hatta ihanetine düş-memelidirler.

Peygamber efen-dimiz (s.a.v) “Kim iyiliği emreder, kö-tülükten nehy eder-se, o yeryüzünde Allah’ın, Resulü-nun, Kur’an’ın hali-fesidir.” buyurmak-tadır.

B

45Eylül B

Diğer milletlerin, bilim, teknik, yönetim tecrübe-lerinden faydalanmak aklın gereğidir. Kendi milletini başka milletlerin mukalliti yapmak, onların kültür em-peryalizmine önderlik etmek, ihanetin göstergesidir.

Kaleminin ucundan kan ve irin akan, sosyal sı-nıflar arasında kin ve düşmanlığı teşvik eden, fitne ve fesat çıkaran, toplumsal mutabakatı engelleyen hatta yok etmeye çalışan, ajanlık yapan hainlere engel ol-mak, onları etkisiz hale getirmek, devlet için kaçınıl-ması mümkün olmayan bir vazifedir. Bu tür insanlara hürriyetin ana zemininde yer yoktur. Hürriyet ancak sorumluluk yüklenenler için bir haktır. Satılmışların, kölelerin, hainlerin, hürriyet iddiası istismardır. Hür-riyet muhteşem bir süstür. Ancak herkese yakışmaz.

Devleti ayakta tutan ana direklerden bir diğeri adalettir. Adalet; her hak sahibini hakkaniyet ölçüsü-ne uygun olarak hakkını teslim etmektir. Kutsal olan kanun ve devlet değildir. Kutsal olan hukuk ve adalet-tir. Devlet bir kuvvettir. Adil olmayan kuvvet zalimdir, zorbadır. Kuvvetler ayrılığı yoluyla zorbalık devletten uzaklaştırılamaz. Ancak hükümet edenler, hükümran-lığı Allah adına kullanacak olurlarsa zorbalık devlet-ten uzaklaştırılmış olur. İşte o zaman hakka rıza nok-tasında kuvvetle hukukun birlikteliği adaleti doğurur.

Kanunla tarif edilmemiş hiçbir fiil hukuken suç sayılamaz. Kanunen suç sayılan fiillerin faillerini ce-zalandırmak ise devlet için bir görevdir. Çünkü suçlu-ların cezasız kalmaları suçu meşrulaştırır. Ve suçsuzla-rın suça yönelmelerine sebep olur. Suçluların cezasız kalmaları veya hafif cezaya çarptırılmaları topluma karşı işlenmiş bir zulümdür. Suçluyu şımartır ve suça teşvik eder. Suçluya işlediği suçtan daha fazla bir ceza vermek ise suç işleyene zulümdür. Suçluyu kindarlaş-tırır. İntikam peşinde koşturur. Suçluya işlediği suçun karşılığı olan cezayı vermek adalettir. Ancak o zaman ceza caydırıcı ve ıslah edici özellik kazanır.

Bunun için yargı mensuplarının iyi eğitilmiş vic-danlı kimseler olmaları çok büyük bir önem arz eder.

Vicdan insanı hürriyete, hür olmaya çağıran deruni bir sestir. Adaletin ortaya çıkmasını sağlayacak olan en etkin dinamiktir.

Hükmünde adil olmayan yargıç köledir. Güç odaklarının veya temin edeceği menfaatin, alacağı rüşvetin veya ideolojik saplantısının kölesi. Bu tür yargıçlar; katı yürekli, kara kalpli, kararmış vicdanlı zalimlerdir.

Yargı bağımsızlığı yargıçların zulmüne vası-ta edilmemelidir. Bunun tedbirini almak devlet için bir görevdir. Zikredilen bu direklerden birisi sarsıla-cak olursa, güçsüzleştirilirse veya işlevsizleştirilirse, o memleket halkının işi artık Allah’a kalmıştır.

Bu gerçeğin yansıması, mısralarla: “Ne bilem ne de kaldıGemimiz deryada kaldıEsmedi bad-ı sabaİşimiz feryada kaldı.” Şeklinde ifade edilir.

Adaletin devlet ve millet hayatında hayatiyet bulması milletçe iman etmeyi ve iman ettiği gibi ya-şamayı gerektirir. Çünkü insanı diğer bütün canlı ya-ratıklardan üstün kılan onun imanıdır. İman etmek insan için en başta gelen bir mükellefiyettir. Unut-mamak gerekir, “nasılsanız, öyle idare edilirsi-niz.” Müslüman olduğu iddiasında bulunan insanın

“Padişahı cihan olmak kuru bir kavga imiş, Bir veliye bende olmak cümle işten ala imiş.”

B

46 B Eylül

İslam dininin esaslarına göre hissetmesi, düşünmesi ve hareket etmesi gerekir. İslamın ahlak ve siyasetine kendisini tamamıyla adapte edemeyen insanın yalnız müslüman olduğunu söylemesi, o insana hiçbir şey kazandırmaz ve hiçbir mutluluk sağlamaz.

Tasavvuf ve hilafet

Tasavvufta halife seçimi liyakat esasına göredir. Hizmet gerekli olmakla beraber yeterli değildir. Eğer hizmet yeterliliği esas olsaydı o zaman Hz. Adem (a.s.)’dan meleklere secde etmesi istenirdi. Kuran ile sabittir ki, me-leklerden Hz. Adem’e secde etme-leri istenmiştir.

Allah’ın izniyle maneviyatta yapılan bu seçimden mürşidi kâ-mil haberdardır. Mürşit haberdar olduğu bu görevlendirmeyi mü-ritlerine erkânına uygun bir dille açıklar. Mürşit halifeyi açıklamaya memur, müridan işitip, itaat et-mekler mükelleftir. Tasavvuf edebi bunu gerektirir. Aksi davrananlar nefse ve şeytana tabi olanlardır ki bu hal fitnedir.

Mürşit hayatta iken müridandan bir ismin ha-lifeliğini açıklamamış ise o kol kesilmiş demektir. Bu takdirde müritler başka bir mürşit bulup, o mürşide intisap etmelidirler. Yukarıda açıklandığı şekliyle ma-neviyatta Mürsel Hoca Efendiye halifelik verilmiş, Hacı Şaban Efendi (k.s.) bu görevlendirmeyi beklet-meden müridana açıklamıştır. Bu açıklamaya bizatihi

şahit olan isimlerden birisi de, Bayburt eski milletve-kili Bahaddin Elçi’dir. Mürsel Hoca Efendinin halife-lik haberi bütün müritler tarafından kısa bir zamanda öğrenilmiş ve hüsnü kabul görmüştür.

Buna rağmen Gümüşhane eski milletvekili rah-metli Mehmet Orhan Akkoyunlu zannımca herhangi bir çatlak sesin çıkmasına mani olmak için bizatihi Sultanı ziyaret etmiş ve görevlendirmeyi kendisinden bire-bir öğrenmiştir. Akkoyunlu; Sultan ile aralarında geçen konuşmayı bize şöyle naklederdi:

Akkoyunlu:- Size emri hak vaki

olunca, sizin yerinize kim geçecek?Hacı Şaban Efendi, Mürsel

Hoca Efendiyi işaret buyurunca, Akkoyunlu:- Yani sizden sonra

bizler, halife olarak Mürsel Hoca Efendiyi mi tanıyacağız?

Hacı Şaban Efendi “öyle ya” şeklinde cevap verir.

Akkoyunlu bu diyaloğu yeri geldikçe naklederdi. Ben kendisinden

bu diyaloğu en son Hacı Şaban Efendi (k.s.)’nin ve-fatında mahalle odasında oturma esnasında, kalaba-lık bir cemaate naklederken duydum. Böylece şahitli ve ispatlı olarak Mürsel Hoca Efendinin hilafeti ilan edilmiş ve hüsnü kabul görmüştür.

Kolumuzun inşallah kıyamete kadar devam edeceğini duymuşuzdur.

Onların sözleri ve davranışlarında bizler için hayati önem arz eden güzellikler vardır. Yapılması gereken mürşidini metheden mürit olma kolaycılığını terk edip, mürşidi tarafından methedilen mürit olma gayretini göstermektir. Mürit şeyhinden himmet is-ter, şeyhi ona “oğlum hizmet” der. İnsanı iki cihanda mutlu edecek yolların en güzeli itaat ve hizmet yolu-dur. Bu gerçeğin en güzel ve en veciz anlatımı Yavuz Sultan Selim’in şu mısralarında yankılanır;

“Padişahı cihan olmak kuru bir kavga imiş, Bir veliye bende olmak cümle işten ala imiş.”

“Ne bilem ne de kaldıGemimiz deryada kaldıEsmedi bad-ı sabaİşimiz feryada kaldı.”

Tasavvuf ve hilafet

B

47Eylül B

M. Emin KARABACAK

SMS ve İnternet Çocukları-2

Baba: Oğlum yeter artık facebook

dışında da bir dünya var.

Çocuk: Valla mı baba, link yolla-

sana!

Günlük hayatta birçok işlerini telefonla hal-leden çocuklar, doğal olarak akıllı telefon-lara bağımlı olmaları da normal olacaktır.

Bu çocuklar kazara telefonlarını kaybederler ya da telefonları bozulursa kendilerini sanki her şeylerini kaybetmiş gibi hisseder. Kaybetme korkularına kar-şı bu çocuklar, telefonlarını yanlarından ayırmadık-ları gibi sık sıkta kontrol etme ihtiyacı hissederler. Yatarken de telefonlarını ya başuçlarına koyarlar ya da yastıklarının altlarına koymaktadırlar. Uyan-dıkları zaman yaptıkları ilk işte yine telefonlarına bakacaklarından bu da zamanla nomofobi’ye dö-nüşmektedir.

Araştırması ya da öğrenmesi gereken her şeyi bir parmakla yapana çocuklar, telefonlarda onlar için vazgeçilmezler arasında olacaktır. Değil bir gü-nün bir saatine telefonsuz geçirmekten korkan bu çocuklar, zamanla nomofobik hale gelmektedirler.

Peki, nedir bu momofobi?

Nomofobi; iletişimden uzak kalma korkusu. Başka bir ifadeyle cep telefonu kapalı ya da ula-

Peki, nedir bu momofobi?

48 B Eylül

şılmaz olduğunda insanlarda oluşan kaygı, kişinin eş dostla iletişimden yoksun kalma korkusu demektir. İletişimden yoksun kalmak demek ise; kişinin eş, dost ve çevresiyle temas halinden mahrum kalma ve ula-şılamama korkusudur.

Çocuklar telefonlarını uyurken yastıklarının al-tına koyarak onu baş tacı yapmalarının nedeni de da bundandır. Çocukların geneli yatarken dahi tele-fonunu kapatmayı sevmiyor çünkü her zaman ileti-şim halinde olmak istiyor. Yine çocukların büyük bir çoğunluğu, telefonunun şarjı bittiğinde, kontörü-da-kikası-TL’si bittiğinde, telefonunu kaybettiğinde veya kapsama alanı dışında kaldığında kaygıları artmak-tadır.

Telefon ve İnternet için Nomofobi’nin Belirtileri:

1. Cep telefonunun yanında olup olmadığını sürekli kontrol ediyorsa

2. Elinden cep telefonu düşmeyip sürekli arama ve mesaj var mı diye bakıyorsa

3. Zamanın çoğunu internette girmeye bağlı olarak kendini uykusuz ve yorgun hissediyorsa

4. Sanal âlem dışındaki dünyaya karşı fazla du-yarsızlaşıp ve sosyal hayattan zevk alınmıyorsa

5. Çocuk, gününü ailesi, akranlarıyla ya da ders çalışarak geçirmek yerine sanal âlemde tanımadığı insanlarla vakit geçiriyorsa

6. Okul başarısında gözle görülür bir düşüş varsa

7. Her konuyu internetten bakmaya ve alış ve-rişi internetten yapılmaya çalışıyorsa

8. İnternet ve bilgisayar başında geçirilen süre sorulduğunda yalan söylüyorsa

9. Hemen kapatıyorum deyip de telefonu ve in-terneti bir türlü kapatamıyorsa

10. Telefonda SMS ve internetten mesajlaş-mak, yüz yüze konuşmaktan daha kolay ve eğlenceli diyorsa

11. E postaya bakmak için içinden sürekli bir dürtü geliyorsa

12. Günlük yapması gereken işleri internete göre ayarlıyorsa

13. İnternete fazla kalınca suçluluk ve mutluluk arasına gidip geliyorsa

14. İnternetten yoksun kalınınca yoksunluk semptomları gösteriyorsa

15. Ve bu semptomlar içinde depresyon, sosyal fobiler, oto kontrollerinde zayıflama, dikkat dağınıklı-ğı, çabuk sinirlenme gibi belirtileri varsa

Özellikle Anne Babalar “Nomofobi” için Neler Yapmalıdırlar

Önceleri anne babalar, iletişim kurma adına cep telefonlarına sıcak bakarlarken, zamanla inter-nete de girilmeye başlanınca bakış açıları değişmeye başladı. Önceleri anne babalar, çocukların interneti okul başarısı için kullanacaklarını (ödevlerini, araştır-malarını) düşünürlerken, zamanla arkadaşlarıyla me-sajlaşma, ileti gönderme, çevrim içi oyunlar oynama, sohbet odalarında tanımadığı insanlarla sohbet etme gibi şeylerde kullandıklarını fark etmeye başladılar.

Yine telefon ve internet hayatın vazgeçilmezleri arasında görülmeyip iletişim ihtiya-cını gideren bir araç olarak algılanmalı o şekilde kullanmak gerekir.

Telefon ve İnternet için Nomofobi’nin Belirtileri:

B

49Eylül B

Önceleri anne babalar, arkadaşına ya da soka-ğa çıkacağını söyleyen çocuklara; en azında güvenlik adına nerede ve kiminle buluşacağı gibi sorular soru-lurdu. Oysa günümüzde ise çocuğu evde tutmak için bilgisayar ya da cep telefonundan internet sunulur-ken güvenlik taraması yapılmamaktadır.

Bu amaçla çocukların telefon ya da bilgisayar-dan ne yaptıklarına, ne oynadıklarına, kimlerle me-sajlaştıklarına, hangi sitelere girdikleri direk olmasa da takip edilmeli sıkıntı olmadığı takdirde müdahale edilmemelidir. Eğer sıkıntı varsa çocukla konuşulmalı gerekirse sözleşme yapılmalıdır. Amaç kontrol altına almaksa, sözleşme iki taraf içinde uygulanabilir bir plan olmalıdır. Kurallara uyulduğu zaman mükâfatın, uyulmadığı zaman yaptırımların neler olabileceği açık açık belirtilmelidir. Mesela internete girmek okul not-larının düşürdüğü takdirde internete girip girmeme tekrar değerlendirilerek gerekirse yasaklanacak diye açık açık yazılmalıdır. Çocuğun okul başarısını olum-suz etkilemiyorsa zaten problem yok demektir ve in-ternete girmesi kontrol altına alınmış demektir.

Malumunuz interneti ortadan kaldırmak müm-kün değildir. Önemli olan da yasaklamak değil nasıl kullanılacağını öğretebilmektir. Bunun için öncelikle anne babalar, çocuklara cep telefonu ve internet kul-lanma konusunda olumlu şekilde örnek olmalıdırlar. Bunun içinde anne babalar:

1. Telefon günlük hayatın vazgeçilmezleri ara-sında olmamalı ve telefon kullanımını mümkün oldu-ğunca en aza indirilmelidir.

2. Telefon kullanım konusunda bazı kriterler ge-tirilmelidir.

3. Telefon günlük hayatta amaç değil iletişimde kullanılan bir araç olmalıdır.

4. Telefonla yapılan işler mümkün olduğunca kısa tutulmalı, keyfi ve gereksiz kullanımlardan kaçı-nılmalıdır.

5. Her konuda telefona sarılmamalı, gözü ve gönlü telefondan uzak tutulmalıdır.

6. Nomofobinin insan sağlığına zararları hak-kında bilgi edinilmelidir.

7. Telefon ve internet kulanım konusunda ço-cuklara model olunduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

8. Çocuklara zaman ayırabilmek için iş görüş-melerini eve taşımamalı ve gerekirse akşamları telefo-nu kapalı tutmaya gayret edilmelidir.

9. Eğer evde bilgisayar varsa bunu çocuk oda-sına koymalı ve bilgisayar herkesin rahatlıkla girip çıkabildiği bir odaya ve ekranı da görünür şekilde olmalıdır.

Sonuç olarak telefon çağımızın getirdiği bir ye-niliktir. Bu yenilik yerinde ve zamanında kullanıldığı zaman insanlığa faydalı bir hizmettir. Her şeyde oldu-ğu gibi telefon kullanımının da fazlası zararlıdır. Onun için anne babalar telefon ve interneti yerinde ve za-manında kullanarak hem kendilerini hem de model olmadırlar.

Yine telefon ve internet hayatın vazgeçilmezle-ri arasında görülmeyip iletişim ihtiyacını gideren bir araç olarak algılanmalı o şekilde kullanmak gerekir.

Bunların yanında nomofobi hakkında bilgi edinmek, korku veya iletişimsizlik korkusunun üste-sinden gelmenin ilk adımıdır. Çocukları sosyal akti-vitelere katılmalarını, kitap okumak, yüz yüze sohbet ortamları sağlamak bağımlılığın engellenmesinde yardımcı olabilecektir.

Çocukların telefon ya da bilgisayardan ne yaptıklarına, ne oynadıklarına, kimlerle mesajlaştıklarına, hangi sitelere girdikleri direk olmasa da takip edilmeli sıkıntı olmadı-ğı takdirde müdahale edilmemelidir.

B

50 B Eylül

Memduh ERGİN

Müslüman ÜlkelerTürkiye’yi Örnek Almalı

Anadolu insanı bunu nasıl başar-

dı? Sabırla ve barışla. İşte burada

halkın basireti devreye girdi.

Devleti ile kavga etmekten kaçın-

dı. Devlet kendisine zulüm etse

de ona küsmedi. Yöneticilerin

zulmüne karşı sabırla ve sükûnet-

le dayandılar ve en önemlisi asla

pes etmediler. Asla şiddete baş-

vurmadılar.

Müslümanların evlerine ateş düşmüş, her yerden dumanlar yükseliyor. Her yer yangın yeri. İnsanlar canlarının derdi-

ne düşmüşler. İnsanlar korkularından evlerinden barklarından kaçmış, çöllere düşmüş durumdalar. Komşumuzda ne yaşanıyor tam olarak bilmiyoruz, ama duyduklarımız, gördüklerimiz tüylerimizi diken diken etmeye yetiyor. Sanki biraz da öyle olmasını istiyorlar gibi geliyor. İslam’ın imajını yerle bir et-mek. Bir de bu durum Ortadoğu’yu istedikleri gibi tasarımlamak isteyen batılı devletlerin işine geliyor. Tıpkı El Kaide üzerinden yaptıkları gibi Ortado-ğu’yu yeniden tasarımlamak istiyorlar.

IŞİD’ın İslamiyet anlayışı baştan sona sakat-lıklarla dolu. Peygamber türbelerini yıkıyorlar me-sela. Ellerinden gelse Kâbe’yi yıkacaklarını söylü-yorlar. Allah’ın evini yıkmayı düşünmek. İnsanları zorla Müslüman etmeye çalışmak. Sen kimsin had-dine mi düştü. Cenabı Allah isteseydi zaten herkesi Müslüman yapardı. Bizim bir görevimiz varsa o da tebliğ, gerisi Allah’ın işi. Bunu ortalama bir Müs-

51Eylül B

lüman bile bilir. Hele İslamiyet’i kabul etmeyenlerin öldürülmesine ne demeli. Esirlerin kafasını kesmek. Bütün bunları İslamiyet adına yaptığını söylemek ko-caman bir yalan. Bu yapılanların İslamiyet’le yakın-dan uzaktan alakası yok. Tam tersine İslamiyet’i kara-lamak için bilinçli yapılıyor. IŞİD’in bu haliyle kimlere hizmet ettiği belli.

IŞİD gibi terör örgütlerinin açtığı yangın başka yangınlara benzemez. Dışardan gelen saldırılara karşı tek vücut olup saldırıları savabiliriz. Ama içerden ge-len ve bizdenmiş gibi gözükenlerin saldırıları kardeşi kardeşe kırdırır ki işte o zaman yarayı sarmak daha zordur. Ama her şeye rağmen bu yangının söndürülmesi la-zım. İşimiz zor ama imkânsız değil. Ye-niden büyük medeniyeti kurma hede-findeysek yapılması gereken şey önce Müslüman dünyasında barış ortamını sağlamaktır. Barışın sağlanması lazım. Barışı sağlamak şart. Bugünkü şartlar-da barışı sağlamak kolay mı? Değil. Çünkü bizi bize bırakmıyorlar. Sürek-li nifak tohumları atıyorlar. Yoksa biz Müslümanlar birbirimizi öldürmekten zevk almıyoruz. Bu yangın söndükten sonra evvel Allah gelecek çok daha güzel olacak. Bunu nerden mi biliyorum? Geçmişten. Dönüp bakın bir mazinize ne göreceksiniz? İslam medeniyeti esenliğin, mutluluğun, huzurun kaynağı olmuştur hep. Bizler bir hayalin, bir ütopyanın pe-şinde koşmuyoruz. Bizler hayalperest değiliz. Bizler yeni bir şeylerde söylemiyoruz. Daha önce başarıya ulaşmış muhteşem bir İslam medeniyetinin üzerinde oturuyoruz.

Bugün bizim medeniyetimiz yangın yerine dön-müşse bu yangının temel sebebi yöneticilerdir. İslam devletlerine bir bakın devlet hep halkıyla mücadele halinde. Devlet başkanları baskı ve zulümle iktidar-larını devam ettirmeye çalışıyorlar. Biz Müslümanlar-dan da bu baskılara boyun eğmemiz isteniyor. İtiraz

ettiğimiz de ise isyankâr, savaşçı ve barbar gösteriliyo-ruz. Bu kısır döngü yüzyıllardır devam ediyor. Devlet halkına zulüm eden bir yapıdan sıyrılıp halkına hiz-met eden bir yapıya bürünmelidir. Bu da yöneticilerin zihniyet değiştirmesi ile mümkündür. Yani yöneticile-rin kukla yöneticiler olmaması gerekir. Gerçek halkın iktidara gelmesi lazım. Gelirse ne olur, ne değişir? Ne mi değişir? Alın size en güzel örnek Türkiye. Devleti halkın içinden çıkmış halkın duygu ve düşüncelerini paylaşan insanlar yönetince kavga ve dövüşler bir ni-hayet buldu. Bakın ülkemize çok şükür kavga yok. Diğer ülkelerdeki kargaşadan eser yok. Üstelik bu

ülke çaresizlere umut kapısı da oldu. Artık ezen değil, ezilenlerin gür sesi oldu.

Dediğim gibi bütün mesele hal-kın iktidara gelmesidir. Peki, bu nasıl olacak? Kolay mı? Değil. Bunun ko-lay olmadığını maalesef çok acı tec-rübelerle öğrendik. Yıllarca zorla ve baskıyla dış destekli olarak iktidarla-rını sürdüren yerleşik düzen elbette ki iktidarını kaybetmek istemeyecektir. Bunun içinde her türlü vahşeti gözü-nü kırpmadan sergileyebilir. Acımasız olduklarından ve değer yargılarından

yoksun olduklarından her türlü zulmü göze alabilirler. Nitekim de öyle olmuştur. İslam dünyasının içler açısı ortada.

Bu içler açısı durum meydana gelmeden iktidar-ların el değiştirmesi mümkün müydü? Bilemiyorum, onu ancak Allah bilir. Geçmişte yapılanları bir kena-ra bırakıp bundan sonrasına bakmak lazım. Bundan sonrası için Türkiye modeli Müslümanların önünde örnek olarak duruyor. Müslüman dünyasındaki yaşa-nanların benzeri Türkiye’de de yaşandı. Halkına düş-man ve ona tepeden bakan ceberut devlet anlayışı bizde de vardı. Devlet için halk iki yerde lazımdı. Sa-vaşta asker, tarlada ırgat. Halk sınıf atlamaya kalkıştı-ğında ise burnu sürtülmek suretiyle kontrol edilmeye

Onlar biliyor ki zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bir de anlamsız kavgaların içinde yer almadılar. Bizler biliyoruz ki kavga ile bir yerlere varamayız.

B

52 B Eylül

çalışıldı. Askeri darbeler niye yapıldı. Dış destekli yö-neticilerin bu ülkedeki görevleri halkı siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan geri bırakmaktı. Bunu da bu zamana kadar kısmen başarmışlardı. Ta ki bu-güne kadar. Sistemin içine bir şekilde sızan Anado-lu insanı artık devleti yönetmeye başlamıştır. Denge halk adına değişmeye başlamıştır. Artık devleti halkın içinden çıkmış Anadolu insanı yönetiyor.

Anadolu insanı bunu nasıl başardı? Sabırla ve barışla. İşte burada halkın basireti devreye girdi. Dev-leti ile kavga etmekten kaçındı. Devlet kendisine zu-lüm etse de ona küsmedi. Yöneticilerin zulmüne karşı sabırla ve sükûnetle dayandılar ve en önemlisi asla pes etmediler. Asla şiddete başvurmadılar. Onlar bi-liyor ki zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bir de anlamsız kavgaların içinde yer almadılar. Bizler bili-yoruz ki kavga ile bir yerlere varamayız.

Bunun en güzel örneğini rahmetli Erbakan Hoca göstermiştir. 28 Şubat sürecinde gösterdiği ba-siret ile devlet millet arasındaki uçurumun iyice açıl-masına engel olmuştur. Devletin bütün baskılarına rağmen o, soğukkanlı kalmayı başarmıştır. Erbakan Hoca isteseydi o gün milyonları sokağa döker, bel-ki de binlerce kişinin ölmesine sebep olabilirdi. Ama yapmadı. O Müslümanlara soğukkanlılığı tavsiye etti. Devletle inatlaşmaktan kaçındı. Ve nihayet sonunda kazanan millet oldu. Başbakan oldu. O başbakan ol-makla bizlere şunu gösterdi. “Sabır edin, eninde so-nunda kazanan siz olacaksınız” dedi. Nitekim öyle de

oldu. Bugün devlet ile millet kaynaşmaya başlamışsa bu o günkü Erbakan Hoca’nın basireti ile olmuştur. Soğukkanlı olursak eninde sonunda kazanan bizler oluyoruz.

Son 200 yıldır yaşadıklarımıza bakın hep başka medeniyetlerle ya da birbirimizle savaşmakla geçti. Başka medeniyetlerle yapılan savaşlara bir şey de-mem ama birbirimizle yaptığımız savaşların sebep-lerine bir bakın incir çekirdeğini doldurmayacak se-bepler. Kürt- Türk, Alevi Sünni, Sağ- Sol. Hep kardeş kavgası. Başımızdaki kukla idareciler iktidarlarını kardeşi kardeşe kırdırarak devam ettirmişlerdir. Bu kavgadan kurtulmanın tek yolu tekrar kardeş olmak-tır. Dediğim gibi sorun yöneticiler. Yöneticiler halkın içinden çıkan kişiler olduktan sonra gerisi kolaydır. Şimdi bizlere düşen bu barış ortamının kardeşlik hu-kukunun güçlenmesini daha sağlam ve kalıcı temeller üzerine oturmasını sağlamaktır. Hakikaten toplumsal barışı sağlamak zor ve emek ister, sabır ister.

Bu barış ortamının sağlanmasında hiç şüphesiz Recep Tayyip Erdoğan’ın çok büyük payı olmuştur. Hakkını teslim etmek lazım. Allah ondan razı olsun. O ilk adımı attı. Zaten zor olanda ilk adımı atmaktı. Evet, geçmişte çok büyük acılar yaşandı ama geride kaldı, kalmalı. Onları kaşımanın kimseye faydası yok. Hep birlikte unutmaya çalışalım. Evet, bizler bugünlerde bunun ilk adımını attık ve faydasını da gördük. Bu gün bu coğrafya da sakin kalmayı başaran tek ülke olmamızı neye borçluyuz. Elbette ki kardeşlik huku-kuna. Bizler kardeşlik hukukunu tekrar hatırladık. Bir ve beraber olmamız gerektiğinin farkına vardık. Farklılıklara tahammül edip onları bir zenginlik ola-rak görebilmemize borçluyuz. Tek tip toplum yoktur. Olamaz. Tek tip toplum oluşturmaya çalışmak kanlı bir maceraya atılmak demektir. Dünya bunu çok acı tecrübelerle öğrendi, terk etti ama biz hala diretiyo-ruz. Allah insanları kavim kavim yaratmışken bizler onları tek tipleştirmeye çalışıyoruz. Allah’ın kanuna karşı gelmiş oluyoruz. Oysa tek tipleştireceğimize Al-lah’ın dediği gibi birbirimizi tanımaya çalışsak hiçbir sorun yaşamayız.

Bunun en güzel örneğini rahmetli Erbakan Hoca göstermiştir. 28 Şubat sürecinde gösterdiği basiret ile devlet millet arasındaki uçurumun iyice açılmasına engel olmuş-tur. Devletin bütün baskılarına rağmen o, soğukkanlı kalmayı başarmıştır.

B

53Eylül B

Ciddi olarak Allah’a isyan etmekten kaçın. O’nun rahmet kapısına devam et. Bütün gücünü ve kuvvetini Allah için harca. Taatında sarfet. Yalvar, ihtiyaçlarını O’na arz et. Başını önüne eğ, kork, Hak’kın gayrına nazar etme. Hevaya koşma, yaptığın işlere karşılık bekleme. Ne dünyayı iste. Ne de ahiretin güzelliklerini taleb et. Hiçbir şeyden Hak taleb etme, kendini bir kul gör. Şunu iyi bil ki; kul ve elindeki bütün mal mülk efendisinindir, hiçbirine karşı hak iddiasında bulunamazsın.

Edepli ol... Hak katında her şey ölçülüdür. Ne geç olacak erken olur, ne de erken gelecek sonraya kalır. Zamanı gelince nasibin gelir. İstesen de istemesen de hakkını alırsın...

Senin için gelmesi mukadder olan şeylere hırs göstermen yersizdir. Senin için olmayan, başkasının hakkı olan şeylere, hasret çekmen yakışıksızdır.

Halen kimseye mal olmayan şeyler iki kısımdır: Birincisi senin olması ihti-malidir. Eğer böyle ise o şeye neden hasret çekip üzüntü duyarsın. Bugün olmasa dahi, yarın o senindir. Nasıl olsa bir gün ona kavuşursun. İkincisine gelince, senin olmayacak şeylerdir. Bu durum ciddi ise, yine üzüntün ve çektiğin yorgunluk boş-tur. Nasıl olsa sana gelmez. Onun ardından koşman sana ne fayda sağlar. Sana, ancak boş yere zahmet çekmek kalır.

Allah’ın Rahmet Kapısına Teşvik

54

Allah yolunda, ne gibi bir terbiye tavrı takınmak gerekse onları bulmağa ça-lış. Bulunduğun halde Allah’a kulluk et. Hazır vaktini O’nun yoluna harca. Başını ondan başkası için eğme. Gözlerini O’ndan gayrı şeye atma. Allah-ü Taâla şöyle buyurdu:

- “Gözlerini, dünya adamlarına verdiğimiz nimetlere uzatma. On-lar geçici şeylerdir. Dünya süsüdür. Biz onları tecrübe ediyoruz. Rabbın sana verdiği, hem devamlı, hem de sonsuzdur.”

Bu Âyet-i Kerime’nin hükmüne göre, Hak’tan gayrı şeylere bakman yasaktır. Ne olursa olsun, dünya için sana yetecek kadar rızık verilmiştir. Asıl vazifen ahiret için azık hazırlamaktır, ona çalış. Bilemezsin, belki dünyalık işlerin bol olsa imanın elden gider, helak olursun...

Mesela: Her şeyi iyi ölçülere vur-mayı bilerek dünya nimetlerinden sayı-lan güzel bir kadın alırsın. (Bu mutlaka lazımdır) Buna ihti-yacın vardır. Bu ih-tiyacın giderilmesi bir çok güç şartlara bağlıdır. Bu güçlükler elindeki şaşmaz kıs-tasa göre olursa, ko-lay olur. Evvela biraz tuhaf görünürse de, sonra kirden temiz, saf, güzel bir mükafat olur. Bu sayede ken-dini kötü yoldan, kinden, öfkeden, onun bunun namusuna bakmaktan kurtarmış olursun.

Yine elindeki sağlam ölçülerle yürüdüğün takdirde, çoluk çocuk yükleri sana hafif gelir. Elbetteki bu hafiflik, Allah yolunda olduğun müddet devam eder. Al-lah-ü Taâla yolunda olan kullarını haber verirken, ev halkını islah ettiğini de haber vererek:

- “Biz, ona zevcini yarar hale getirdik.”

Muhakkak ki, ilahi saltanat hükmünü sürer. Senin dua etmen veya etmemen, onda bir şey arttırmaz veya eksiltmez; ama senin için çok önemi vardır. Yapacağın bir dua ile, zararlı şey zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş görebilirsin. İşte bu sebepten her zaman dua et ve Allah’a her zaman yalvar.

55

Bu dua işi, yalnız aile hayatını korumakla değil, dünyada bütün nimetler-de aynıdır. Elbette ki, hak ölçülere bağlı olarak, tabii ihtiyaçların hepsini tatmin edeceksin. Yemeklerini mun-tazaman yiyecek ve giyece-ğini zamanın ihtiyacına göre temine çalışacaksın. Bunları yaparken ilahî emri takip et-tiğin için maddi ve manevi mükafât alırsın. Kıldığın na-maz, tuttuğun oruç, yaptığın haç gibi faydalı ibadetlerden daima iyilik bulursun.

İhtiyacından artan şeyleri, ayrıca sarfedersen daha faydalı olur. Bunları sarfe-derken evvela fakir, ihtiyaçlı dostlarını, yakın komşularını ve diğer fakir din kardeş-lerini gözetmelisin. Bunlara verirken elindeki malını ona göre hesaplarsın. Herkese halince verirsin, kendi ihtiyacını da göz önünde tutarsın. Her:

- “ Muhtaçtır..”

Denilene bol keseden verme. Haber, görme gibi değildir. Gör, tahkik et, on-dan sonra ver.

Hr işlerinde olduğu gibi, bu işlerde de manevi yolu elden bırakma. Şüpheli şeylere karışma. Daima açık kalpli ve doğru ol.

Sabırlı ol,sabırlı... Al-lah’ın rızasını gözet, rızası-nı...

Kalbini muhafaza et, kalbini... Huzur içinde ya-şa,huzur içinde... Şahsiye-tini elde tut, elde... Sessiz olmaya çalış, sessiz... Da-ima yerinde konuşmaya alış, uygunsuz şeylerden çe-kin. Kurtuluş yollarını ara... Uçurumlardan sakın. Ruhî ve derunî kuvvetler önün-de başını eğ; kalb alemine dal... Utan... Utan... Allah...

56

Allah... Allah... Sonra yine Allah... Taa, iş sonuna varıncaya kadar böyle...

O zaman ölmeden evvel ölürsün, o devreye kadar çektiğin elemler sona erer. Îlahi rahmet, fazilet denizine girersin. Orada temiz olunca çıkarılırsın. Çıkınca, çeşit-li nurlar gönlüne dolar. Bilinmeyen sırlara sahip olursun. Hiç kimsenin bilemiyeceği sırları öğrenir, garip diyarlar görürsün.

Daha sonraları, rahmet kapıları önünde perde perde açılır. Sen orada, aldığın ilhamlarla açık açık konuşmağa başlarsın. Benliğin ölmüştür. Bu durumda ilahi varlık seni tamamen kapamıştır.

Bu halde, sana verilen artık alınmaz.

Yokluğu olmayan bir zen- ginliğe erişirsin. Kuvvetini kimse yenemez. Yüksekliğine kimse erişemez.

Dünyalık nimetlerin çoğalmasına ne hacet var. Elinde az da olsa seni ge- çindirecek kadar dünyalı-ğın mevcuttur. Bu arada sana gereken en önemli iş kanaat sahibi olmaktır.

Haline razı ol, fazlasını isteme, gelirse al. Her şeyi Hak’tan bil. Helalinden alma-ğa gayret et. Yolun böyle olsun. Bütün gayretini Hak yo- lunda sarf et. Her istediğin ve her ar- zun Allah yolunda devam etsin. An- cak bu şekilde hare-ket edersen doğ- ruyu bulman müm-kündür. İyiliğe bu yoldan varılır. Gerek dünya gerekse ahi- ret güzelliklerini, Allah rızasını kazandıktan sonra bulabilirsin. Bir Âyet-i Kerime de me- alen şöyle buyurulur:

- “Onların yaptık- larına mükafat olarak, öbür alemde verilecek ni- metlere kimsenin aklı ermez. O göz kamaştırıcı nimetleri hiçbir nefis bilemez.”

Beş vakit namazı, vaktinde eda etmekten daha güzel bir şey olamaz. Günah-ları bırakıp, Hak yoluna girmekten daha hayırlı bir şey tasavvur edilemez. Bizim anlattıklarımızdan daha yararlı bir söz söylenemez. Allah, bunları yapmayı bizlere nasip etsin. Cümlemizi, sevdiği yolda muvaffak buyursun.

Futuhu’l Gayb Abdulkadir Geylani Hazretleri (k.s.)

Senin dua etmen veya et-

memen, onda bir şey arttırmaz veya

eksiltmez; ama senin için çok önemi vardır.

Yapacağın bir dua ile, za-rarlı şey zararsız şey hali-ne gelebilir, az şeyle çok iş görebilirsin.

57

Emre TOPOĞLU

ANKARA’DA BİR GÖNÜL MİMARI

Muhterem Hacı Gedikli Ağabeyimiz

Bu yazı ne Muhterem Hacı Ge-

dikli Hocamızı anlatabilir, ne

kendilerine olan sevgimizi...

Ancak bu ay amacımız, kısa da

olsa, bir iki cümle ile de olsa, siz

değerli gönül dostlarımıza ha-

lihazırda yoğun bakımda olan,

Muhterem bir Büyüğümüzün,

Ankara’nın gönül mimarlarından

olan Hacı Gedikli Ağabeyimizin,

durumundan haberdar olmanızı

sağlamaktı.

Ankara, yaklaşık otuz yılı aşkın bir süredir bize kucağını açmış bir şehir. Zaman zaman ayrılsak da kendisinden, sonunda yine bize

kollarını açan şehir. Kimilerine göre bürokrasinin gri yüzünü yansıtan, durağan ve sıradan, kimileri-ne göre fırsatların ve imkanların başkenti. Bu şehir öyle İstanbul gibi, ne istediğinden emin olanlara, ne isterse istesin veren bir yer değil, evet. Gerçekten diğer büyükşehirlere nazaran belirli bir nizamı olan, belki biraz resmi, belki biraz soğuk.

Çizdiğimiz tüm bu gri tabloyu dağıtan, renga-renk bir hale sokan, insanı bu şehre sıkı sıkıya bağ-layabilecek bir sebebi paylaşalım istedik sizlerle bu ay. Şu an yoğun bakımda olması sebebiyle, bir gö-nül mimarından bahsedip, iklimine girelim istedik.

Ankara’yı bilenler Yenimahalle semtinde fark-lı mimarisi ve rengi ile dikkat çeken Sami Efendi Külliyesi’ni hatırlarlar. Gidenler çok defa müşahede etmişlerdir ki, külliyenin bulunduğu bölgede adeta farklı bir çekim gücü vardır. Manevi atmosfer sizi

58 B Eylül

anında sarıp farklı bir iklime götürmektedir. Hele bir de Muhterem Hacı Gedikli Hocamızı ziyaret edebil-diyseniz, Ankara’ya neden bağlandığınızı, neden bu kadar Ankara tutkunu olduğunuzu, aynı duygulara sahip birisi olarak çok iyi anlayabiliyorum.

Genel olarak sert mizaçlı bir yapısı olduğu söy-lenir. Fakir, sert mizaçlı olduğunu bir türlü kabulle-nemedim. Gözleri ile gülümsemesine şahit olup da, sert mizaçlı olduğunu söylemek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Fakir ile aynı düşünceye sahip olanların sayısının da bir hayli fazla olduğu noktasında şüphe taşımamaktayım.

Yalnızca, yüklendiği ağır manevi sorumluluğun verdiği ciddiyet yüz hatlarına yansıyor sanki. Ancak celali yüz ifadesi-nin altında cemali bir ruh taşı-dığı da anlaşılamayacak kadar zor değil zannımca. Kendileri ile sohbet etmek ayrı bir haz veriyor insana. Bazen Zat-ı Ali-leri konuşurken, içinizden en-gel olamadığınız bir ses, bunca farklı konu hakkında nasıl bilgi sahibi olabilir, güncel konulara bu kadar nasıl hakim olabilir diye beyninizi kemiriyor. An-cak bir süre sonra alışıyorsunuz bu duyguya, zira aklınızdan geçirdiğinizi bazen doğrudan yüzünüze söyleyiveriyor, bazen de ima ediyor.

Hiçbir gerekçeniz olmadan kapısını çaldığınız-da, uygun iseler öylece girip oturuveriyorsunuz. Ha-cetinizi anlatmanıza gerek yok. Çünkü kendileri bir iki dakika içerisinde sizin bir şey söylemenize gerek kalmadan, oraya o an gitmenize sebep olan konuya ilişkin öyle güzel açıklamalar yapıyor ki, boş olarak girdiğiniz kapıdan ağzına kadar dolu olarak çıkıveri-yorsunuz.

Eminim kendileri ile birçok farklı ve güzel anısı olan belki imkan olmadığı için belki de özel kalmasını istediği için anlatmayan yüzlerce insan var. Fakir dahi şöyle bir iki dakika düşününce, yaşadığım ya da din-lediğim onlarca anı, şu an taptaze zihnimde. Ancak bunları belki farklı bir yazıda sizlerle paylaşmak niye-tiyle son sözümüzü söyleyelim.

Bir Allah dostunu nasıl tanırsınız sorusunun en

güzel yanıtı sanırım, Allah Rasulü Efendimizin (SAV),

”En hayırlı dost kimdir?” diye sorulan soruya verdiği

cevabında gizlidir;

“Gördüğünüzde size Allah’ı (C.C.) hatırlatan,

konuşması ilminizi artıran, ameli de size ahireti ha-

tırlatandır”.

İşte biz bu sebeple kendisini çok sevdik, bu söz

gereği kendisine bir anda bağ-

landık ve bu söz gereği doldu-

ramadığımız boşluğu deruni

bir sızı bıraktı içimizde... Zira

ben, biz, onlar, Zat-ı Alilerini

görünce, insanı hafif hafif ok-

şarcasına tokatlayan sohbetini

dinledikçe, ibadet aşk ve şev-

kini gördükçe, kendimize çeki

düzen verme gayreti içerisine

giriyor, hakiki hayat gayemizi

hatırlıyoruz.

Rabbim böyle güzel in-

sanların sayısını arttırsın, uzun

ömürler versin ve başımızdan

eksik etmesin. Biliyor ve ina-

nıyoruz ki, kendileri sevgiliye

kavuşma arzusu ile yanmakta ve dar-ı bekaya irtiha-

li, Mevlana gibi şeb-i aruz olarak görmekteler. Ancak

bizlerin kendilerinin rahle-i tedrisinde kat etmemiz

gereken daha çok uzun yolumuz var. Rabbim Şafi

ismi hürmetine kendilerine acil şifalar bahşeylesin ve

sevenlerine bağışlasın inşaallah.

Bu yazı ne Muhterem Hacı Gedikli Hocamızı

anlatabilir, ne kendilerine olan sevgimizi... Ancak bu

ay amacımız, kısa da olsa, bir iki cümle ile de olsa, siz

değerli gönül dostlarımıza halihazırda yoğun bakım-

da olan, Muhterem bir Büyüğümüzün, Ankara’nın

gönül mimarlarından olan Hacı Gedikli Ağabeyimi-

zin, durumundan haberdar olmanızı sağlamaktı. Bu

vesile ile Zat-ı Alilerine, çok ihtiyacı olan sevenleri

adına, dua etmenizi istirham ediyoruz.

B

59Eylül B

Aydın BAŞAR

Nurlu Sözler

“Bir ülkeyi baştanbaşa fetheyle-

din ey Nur!

Nurun olacaktır bütün insanlığa

düstur…”

Ali Ulvi KURUCU

Lise yıllarındaydım. Omuzlarımda sizlere anla-tamayacağım türden bir yığın dert vardı. Onu bana lütfeden sabrını da lütfetmişti. Kırılgan

ve iyi niyetli bir gençlik dönemi yaşıyordum. Birisi yanımdan geçerken selamımı almasa ya da biraz isteksiz alsa bunu saatlerce kendime dert edinirdim.

Bir ramazan akşamıydı… Ramazan olmasına rağmen bir buhran hali içerisindeydim. Alelacele abdestimi alıp evden çıktım. Teravih için Meydan Camii’ne doğru yürüdüm. Aslında Paşa Camii evi-mize daha yakındı fakat genellikle Ulu Camii’ne veya Meydan Camii’ne gitmeyi tercih ederdim...

Paşa Camii’ni geçtikten sonra arkamdan koro halinde “Aydın” diye bir ses duydum. Garip bir sesti. Caminin avlusunda top oynayan çocukların sesidir diye düşündüm. Dönüp baktığımda avluda kimseleri göremedim.

Bunu bir işaret kabul ederek Meydan Ca-mii’ne gitmekten vaz geçip Paşa Camii’ne yönel-

60 B Eylül

dim. Namaz sanki göz açıp yumuncaya kadar kılın-mıştı. Namazdan sonra avizenin altında boynumu bükmüş otururken beyaz tenli, temiz yüzlü bir ağabey yanıma yaklaştı.

Selam verdikten sonra isminin Murat olduğu-nu, tıp fakültesinde okuduğunu ve bir cemaat evinde kaldığını söyledi. Beni medrese dedikleri evlerine çay içmeye davet etti. Namaz öncesinde yaşadıklarımın bir sevk-i ilahi olduğunu düşünerek teklifini kabul et-tim.

Eve gittiğimizde ilk olarak içerisinde çok sayıda kırmızı kaplı kitap bulunan bir salona girdik. Orada birkaç ağabeyle daha tanıştık. Lokum, çay ve portakal ikram edildi. Sonra içerisinde yine kırmızı kaplı ki-taplar bulunan başka bir odaya geçtik.

Murat Ağabey bu kitapla-rın Bediüzzaman Said Nursi’ye ait Risale-i Nur külliyatı oldu-ğunu söyledi. Onların içinden “Sözler” adlı bir kitabı seçip gayet yumuşak bir üslupla oku-maya başladı:

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcu-datın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır”

Allah’ım bu ne kadar güzel ve etkileyici sözler-di. Başka kitaplarda okuduklarıma benzemiyorlardı. Kendisine has bir tılsımı vardı. Her cümlesi, her harfi adeta hedefi on ikiden vuran bir ok gibi kalbimin tam orta yerine isabet ediyordu. Kalpten söylenen sözler yine kalplere ulaşıyordu.

Bu sözler tabiri caizse bana bir ilaç gibi gelmişti. Hani bir hastalık yaşar da ardından vücudunuz bir ter atar da sonrasında rahatlarsınız ya… O hastalığı hiç yaşamamış gibi olursunuz. İşte öyle bir hal almıştım. Az önceki sıkıntılı halim gitmiş yerini bir rahatlamaya bırakmıştı.

Aslında bu dersi almazdan önce de çektiğim sı-kıntıların bir imtihan olduğunu bilirdim. Hatta hücre-lerime kadar bütün varlığımı iman ve Kur’an yoluna

adamaya çocuk denilecek yaşta karar vermiştim. Fakat o an iti-barı ile sarsıntılı bir gençlik çağı yaşıyordum ve bu benim için kolay olmuyordu.

İşte böyle zor bir dönem-de, “Nurlu Sözler” kurak topra-ğımı ıslatan bir rahmet yağmuru gibi yetişti. Müjdeler, sevinçler, bereketler getirdi. Bu sözlerle teselli bulup, imanın lezzetini yeniden tatmaya başladım.

Murat Ağabey okuma-ya devam ettikçe o ana kadar biriktirdiğim sorular da bir bir cevap buluyordu. O an kanaat getirdim ki bu sözler beni buh-ranlardan kurtardığı gibi asrın

ve neslin buhranları için de bir şifa ve bir çare ola-cak…

Murat Ağabey’in okuduğu Birinci Söz’de bede-vi Arap çöllerinde seyahat eden biri mütevazı diğeri mağrur iki yolcunun hikmetli hikâyesi anlatılıyordu. Bunlardan mütevazı olanı hadsiz düşmanlarla ve teh-likelerle dolu çölde bir reisin ismini alarak dolaşmış, her gittiği yerde şakilerin saldırısından emin olduğu gibi girdiği çadırlarda da o reisin namı ile hürmet görmüştü. Mağrur olanı ise bir reisin ismini almaya tenezzül etmediği için yolda zelil ve perişan olmuştu.

“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşı-

sında titremeden kurtulasın.”

B

61Eylül B

Murat Ağabey bu hikâyeyi, itibarlı bir kimsenin kartvizitiyle işlerini halleden adam örneği ile açıklıyor, aynen öyle de bismillah diyenin bütün işlerinin asan olacağını söylüyordu. Ve o kırmızı kitaptan okumaya devam ediyordu:

“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın ha-dsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Ma-dem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâina-tın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.”

Üstad’ın da buyurduğu gibi bin bir endişe ve tasayla dolu şu dünya hayatında “Bismillah” deyip bu endişelerden sıyrılmak gerekirdi. Ne vakte kadar korkularla hayatımızı mahvedecektik. Bu sahrada yalnız olmadığımızı bilmeli ve O’nun yakınlığını her daim üzerimizde hissetmeliydik.

Dersin devamında Murat Ağabey ateşin Hz. İb-rahim aleyhis selam’ı yakmadığı gibi güneşin de tütün kâğıdı gibi ince yaprakları kurutmadığını, nazik köklü bitkilerin kaya gibi sert toprakları delerek kök saldığı-nı, incir çekirdeğinde incir ağacının programının gizli olduğunu anlatan bölümleri de okuyup güzelce izah etti. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu ilk dersi hiçbir zaman unutmadım.

O gece eve dönerken Rabb’imizin büyüklüğü-nü ve sonsuz kudretini düşündüm. Böyle büyük bir Halık-ı Rahim nelere kadir değildi ki. Onun güç ve azametinin sınırı yoktu. Büyük küçük her şeyi sonsuz ilmiyle kuşatmıştı. İnsanı, evreni ve tüm mahlûkatı kusursuz yaratmıştı. Böyle yüce bir Rabb-i Rahim’e nasıl kulluk edilmezdi.

Nurun şubeleri Bundan birkaç zaman sonra yan sınıftan bir

arkadaş beni Çerkez’in Kahvesi’nin üst katındaki bir

nur dershanesine götürdü. Bu seferkiler bir önceki tanıştıklarımdan farklıydı. Yeşil takke takıyorlardı ve onlara Yazıcılar deniliyordu. Onlar da nurun onlarca şubesinden biriydi.

Nur cemaatlerinden bir diğeriyle de lisenin son senesinde gittiğim dershane vesilesiyle tanıştım. Orada bize rehberlik eden saf ve temiz bir insan ol-duğunu zannettiğim bir geometri hocamız vardı. O hocamız bizi Işık apartmanındaki abilerle tanıştırmıştı.

Bir müddet o apartmandaki abilere gidip gel-meye başladık. Onlar üniversite öğrencileriydi ama yemeklerini ve vakitlerini bizimle paylaşıyor, bize bol bol çay ve bisküvi ikram ediyorlardı. Namazdan son-ra okudukları esma-i hüsna ve tesbihatları da tıpkı yemekleri gibi tatlı oluyordu.

O sene dershane vesilesi ile Sivas’taki bazı yurt-larda ders çalışma kampına katıldık. Bir pikniğe bir de İstanbul gezisine iştirak ettik. Beraber az çok bir şeyler paylaştığım bu insanlarda da güzellikler gördüm.

Daha sonraki yıllarda nurcuların daha farklı kolları ile de tanıştım. Düzenli olarak devam ettiğim hiçbir nurcu grup olmadı. Çoğuna sadece bir defa ya da iki defa gitmek nasip oldu. Onlarla organik bir ba-ğım olmamakla beraber nurcuları ve onları sevenleri hep sevdim.

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır”

Nurun şubeleri

B

62 B Eylül

İman hakikatlerini anlatan ve çağımız insanının sorularına cevaplar veren Risale-i Nurları ise her za-man çok faydalı buldum. Onlardan elimden geldiğin-ce istifade etmeye çalıştım. Kanaatime göre bu eserle-rin en önemli özelliklerinden birisi günümüz insanının hususiyetleri göze alınarak yazılmış olmasıydı.

Şöyle ki eskiden bir hoca veya bir âlim dini bir meseleyi anlattığı zaman umumiyetle insanlar onun sözlerine inanırlar ve onu öylece kabul ederlermiş. Günümüzde ise şüphecilik cereyanları yaygınlaştığı için insanlar her şeye hemen inanmıyorlar. Nedenini niçinini merak ediyorlar ve tahkiki bir açıklamaya ge-reksinim duyuyorlar. İşte Risale-i Nur bu tahkiki izah-ları yaparak dini meseleleri iki kere iki dört eder derecesinde ispat ediyor.

Risale-i Nur bu asra bakan bir Kur’an tefsiri olması hasebiyle yani suyun kaynağına işaret etmesi yö-nüyle bu yüz yılın derdine derman olan ilaçları içinde bulunduruyor. Onun kıymeti klasik anlamda olma-sa bile bir Kur’an tefsiri olmasından kaynaklanıyor. Çağımızın en büyük hastalığı olan imansızlık hastalığının reçetesini sunuyor. O bir taraftan şüpheleri bertaraf ederken diğer ta-raftan da “Bu çağda İslam nasıl ya-şanır” sorusuna en güzel bir şekilde cevap veriyor.

Makam-ı Hızır

Risale-i Nur ölüm, haşir, kıyamet, ahiret, mizan, cennet, cehennem gibi konularda merakları gideren ve sadırlara şifa olan açıklamalar yapıyor. Bunun gibi insanların aklına takılan birçok konularda şüpheleri gideriyor. Mesela; “Hazreti Hızır aleyhis selam hayat-ta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema haya-tını kabul etmiyorlar?” sorusuna Mektubat’ın başında şöyle cevap veriliyor:

“Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ule-ma hayatında şüphe etmişler. Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki çok kayıtlarla mukayyettir. İkinci tabaka-i hayat: Hazreti Hı-

zır ve Hazreti İlyas aleyhimes se-lam’ın hayatlarıdır ki bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bi-zim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Ba-zen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür de-recesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hatta ma-kamat-ı velâyette bir makam vardır ki “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli,

Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görü-şür. Fakat Bazen o makam sahibi, yanlış ola-rak ayn-ı Hızır telâkki olunur.”

Sevgili okuyucu. Bu kısa yazıda Risale-i Nur ile nasıl tanıştığımı ve deryadan katre misali onun bazı özelliklerini anlatmaya çalıştım. Elbette ki bu anlattık-larım, bedeli karakollar, hapisler ve sürgünlerle öde-nen bir kitap için oldukça az ve yetersizdir. Biz bu kadarını yazmakla kendi çapımızda bu eserlere dikkat çekmek ve insanları onu okumaya teşvik etmek iste-dik.

Eserleri ile iman hakikatlerini anlatan Bediüz-zaman Said Nursi’nin hayatı ve mücadelesi ise en az eserleri kadar insanlığa yön vericidir. O bir âlim ve deha olmanın da ötesinde inançsızlık akımlarına karşı mücadele eden bir dava adamı ve bir “İman Kahramanı”ydı.

O bir âlim ve deha olmanın da öte-sinde inançsızlık akımlarına karşı mücadele eden bir dava adamı ve bir “İman Kahrama-nı”ydı.

Makam-ı Hızır

B

63Eylül B

Filistin cihadının kilometre taşlarından ve bu topraklarda İslâmi kimliğin korunması yolunda çok yönlü mücadele eden önderlerden olan ve son zamanlarda İsrail’e yaptığı direniş ile adından söz ettiren İzzeddin El-Kassam Tugayları’nın manevi önderi İzzeddin el-Kassam

İZZEDDİN EL-KASSAM KİMDİR?*

İzzeddin el-Kassam, 1880’de Suriye’nin Lazkiye şehrine bağlı bir sahil ilçesi olan Cebele’de dün-yaya geldi. İlk öğrenimini doğduğu yerde yaptıktan sonra 1896 yılında Mısır’daki el-Ezher Üniversite-si’nde tahsil görmeye başladı. El-Ezher’de öğrenim gördüğü süre içinde Mısır’daki İslâmi hareketin ileri gelenleriyle ilişkide bulundu. 1906’da buradaki ilmi tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde davet ve eğitim faaliyetleri yürütmeye başladı. 1909 yılında büyük alim İzzeddin Tennuhi’nin derslerine ve sohbetlerine katıldı.

İZZEDDİN EL-KASSAM TÜRKİYE’YE NEDEN GELDİ?

Kısa bir müddet Cebele’de ikamet etti. Daha sonra Türkiye’ye geldi. İnsanları hayra yöneltmek için bir sene kadar vaaz ve irşadda bulunup tekrar Cebele’ye döndü. Bu dönemde kısa bir süre Cebe-le’de Kur’an, tefsir, fıkıh gibi ilimleri okuttu.

Bir dava adamı potresi;

İzeddin el-Kassam

64 B Eylül

O sadece ders vermekle yetinmiyor, aynı zamanda gençlerin terbiyesi ile de ilgileniyordu. Hali, tavrı, güzel huyu davetini destekliyordu. Bu itibarla Şeyh İzzetin Kassam o dönemde Suriye’nin maddi ve manevi mimarlarının başında geliyordu.

İZZEDDİN EL-KASSAM ÖMER MUHTAR’IN MÜCADELESİNE YARDIM ETTİ

Şeyh Kassam, davet faaliyetleriyle uğraşırken İtalyanlar Libya’nın Trablusgarb şehrini işgale kal-kışmışlar, Ömer Muhtar ve beraberindeki mücahitler de onlara karşı direnişe başlamışlardı. İzzettin Kas-sam Suriye’de Ömer Muhtar ve beraberindeki mücahitler için yardım toplamaya başladı. Topladığı yardım büyük meblağlara ulaştı. Halk yardım kampanyasına bütün imkanlarını seferber ederek katıldı. Şeyh İzzettin Kassam ve yetiştirdiği mücahitler Ömer Muhtar’a yardım etmek için deniz yoluyla Trablus-garb’a ulaşmak üzere İskenderun’a geldi, ancak kırk gün kadar beklemelerine rağmen yola çıkamadılar. O zamanki Suriye hükümeti, mücahitleri geri çağırma emri çıkararak cihada katılmalarını engelledi.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA FRANSIZLARA KARŞI SAVAŞTI

Şeyh İzzettin Kassam, İslam düşmanlarıyla cihad için en ufak bir fırsatı kaçırmıyordu. Birinci Dün-ya Savaşı patlak verince ona da katıldı. Harbin bitimine kadar güç yetirebildiği sahalarda çalışma-ya devam etti. Fransızlar da diğer Avrupa ülkeleri gibi savaş sonrasında bazı sömürgeler elde ettiler. Bu sömürgelerin başında Suriye geliyordu. Şeyh İzzettin Kassam ve mücahitleri Suriye’de Fransızlara karşı cihada başladılar. Fransızlar ancak Sihyon bölgesinde tutunabiliyorlardı. Şam, Fransızların eline geçinceye kadar onlara büyük kayıplar verdirdi. Nihayet mücahitlerin bazıları Türkiye’ye iltica ettiler. Şeyh İzzettin Kassam ise sömürgeci güçlerin ve onlarla işbirliği içindeki Siyonistlerin Filistin üzerindeki oyunlarının tehlikeli boyutlara geldiğini gördüğünden beraberindeki bazı mücahitlerle birlikte 1921’de Filistin’e gitti.

SİYONİZM’E KARŞI ÖNCE FİKRî MÜCADELE YAPTI

İzzettin Kassam Filistin’e varınca Hayfa şehrine yerleşti ve burada hem öğrenci yetiştirmekle, hem de halkı İslâmi yönden şuurlandırmak için vaaz ve irşad çalışmaları yapmakla meşgul olmaya başladı. Vaazlarında genellikle Siyonist tehlike üzerinde duruyor, halkı bu tehlikeye karşı uyanık olmaya çağırı-yor ve cihada teşvik ediyordu.

B

65Eylül B

CİHADA HAZIRLIK ÇAĞRISI…

O dönemde Filistin topraklarını işgal altında tutan İngilizlerin yoğun bir şekilde Yahudileri getirip bu topraklara yerleştirdiklerini görünce halkı etkin bir şekilde cihada hazırlama çalışmalarını başlattı. Halkın gönlünü mertlik, kahramanlık, yücelik ve fazilet duygularıyla yoğurdu. Talebeleri cennete kavuş-mak için can atıyordu. Sadece vaaz ve irşad yoluyla insanları cihada hazırlamakla yetinmeyerek kendisi de bilfiil hazırlıkları başlattı. Bu hazırlık döneminde bir yandan samimi bir şekilde cihada katılacak ele-man yetiştiriyor bir yandan da teçhizat ve maddiyat temin etmeye çalışıyordu.

KASSÂMİLER ADINDA ASKERî BİR BİRLİK KURDU

İzzettin Kassam, talebelerinden ve halkın içinde kendisine bağlı Müslümanlardan “askeri bir bir-lik” kurdu. Bu birliğe Şeyh Kassam’ın ismine nispetle “Kassamiler”denilmekteydi. Kassamiler Hayfa’da ve Filistin’in kuzeyinde çok başarılı mücadeleler verdiler. Bundan dolayı da Müslümanların nazarında büyük bir şerefleri ve değerleri vardı. İngilizlerin gözlerini korkutmuş ve Siyonist Yahudilerin kalple-

rini titretmişlerdi. İzzettin Kassam’ın mücahitleri, çalışmalarını öyle gizli yürütüyorlardı ki İngilizler ne kadar uğraşsalar da bir türlü izlerini bula-mıyorlardı.

İNGİLİZLERE KARŞI“ALTINCI KIYAM”IBAŞLATTI

1931’e gelindiğinde cihadın fiilen başlatılması için hazırlıklar son merhalesine gelmişti. Bu arada İzzet-tin Kassam’la, Kudüs’deki Kurtuluş Hareketi arasında irtibat da tamam-

lanarak güç birliği yapılmış ve hareket birliği sağlanmıştı. Halk bir şeyler sezmeye başlıyor, havada ger-ginliklerin olduğunu anlayarak içten içe olabilecek kıyam için kendilerini hazırlıyorlardı.

5 Nisan 1931’de fiilen cihad başlatıldı ve bu tarihte İzzettin Kassam’ın mücâhidleri el-Yecur’a dü-zenledikleri bir saldırıda bazı işgalci İngilizlerle onlarla işbirliği içindeki üç Siyonist’i öldürdüler. Bu olayın arkasından gerek İngiliz işgalcilere ve gerekse onların getirip Filistin topraklarına yerleştirdikleri Siyonist teröristlere karşı çeşitli eylemler gerçekleştirildi.

Şeyh İzzettin Kassam’ın başlattığı bu kıyam, Filistinlilerin İngilizlere karşı başlattığı “Altıncı Kıyam” olarak yerini alıyordu.

İZZEDDİN EL-KASSAM İNGİLİZLER TARAFINDAN ŞEHİT EDİLDİ

İngiliz işgalciler İzzettin Kassam’ın verdiği cihaddan ciddi şekilde rahatsız oluyor; onu ortadan kaldırmak ve birliğini dağıtmak için yoğun bir çaba harcıyorlardı.

B

66 B Eylül

İzzettin Kassam, 1935’te beraberindeki bazı mücahitlerle birlikte silah eğitimi için Cenin ya-kınlarındaki Ya’bed dağına çıktığı sırada İngiliz işgalcilere casusluk yapan biri tarafından yeri ihbar edildi. İngiliz işgalciler 500 kişilik bir mücehhez birlikle onu karadan ve havadan muhasaraya aldılar.

Kendisine teslim olması çağ-rısında bulundular. Ancak Kassam ve beraberindekiler işgalcilere tes-lim olmayı değil karşı koymayı tercih ettiler. Bu kuşatma esnasında Şeyh Kassam’ın beraberinde sadece 14 mücahit bulunuyordu.

Çatışma şafağın sökmesinden önce başlayıp sabahın onuna kadar sürdü. 19 Kasım 1935 tarihin-de meydana gelen bu çatışmada Şeyh İzzettin Kassam şehit edildi. İzzeddin el-Kassam ile birlikte; Şeyh Yusuf Abdullah, Şeyh Ömer Hasan Sa’di ve Hanefi ismiyle tanınan Mısırlı bir mücahid şehit edilirken diğer mücahitler İngilizlere esir düştüler.

ŞEHİD KASSAM’IN CENAZESİNE BÜYÜK BİR KALABALIK KATILDI

Daha sonra esirler askeri mahkemede yargılanarak iki ile on beş yıl arasında değişen hapis ce-zalarına çarptırıldılar. Şeyh Kassam ve arkadaşlarının şehadeti Müslümanları hüzne boğmuştu. Cenaze namazları on binlerce Müslüman tarafından kılınarak “Bacur” şehitliğine defnedildi. Şehit Kassam’ın cenazesine büyük bir kalabalık katıldı. İngilizler böyle bir kalabalığı o güne kadar hiç görmediklerinden, korkuya kapıldı ve topluluğu dağıtmak istediler. Ancak işgalcilerin bu girişimleri üzerine İngiliz askerleriy-le Müslümanlar arasında çatışma çıktı. Bu çatışmada hem Müslümanlardan hem de İngiliz askerlerinden yaralananlar oldu. Şeyh İzzettin ve arkadaşlarının yerini ihbar eden casus ise daha sonra mücahitler tarafından öldürüldü.

İZZETTİN KASSAM’IN MÜCADELESİNİN FİLİSTİN HALKI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Şeyh İzzettin Kassam’ın mücadelesi Filistin halkı için bir meşale olmuş, onları harekete geçirerek 1936’da gerçekleşen büyük kıyamın da şartlarını hazırlamıştır. Onun başlattığı hareket silahlı mücadele konusunda birçoklarına cesaret kazandırmıştır. Böylece onun şehadetinden sonra çeşitli silahlı oluşum-lar ortaya çıktı. Bunların başta geleni yine onun taraftarlarınca ve Şeyh Ferhân es-Sa’di’nin liderliğinde kurulan İhvanu’l-Kassam hareketidir. Bunun yanı sıra Filistin’in bağımsızlığı için mücadele eden Filistin Arap Partisi, İzzettin el-Kassam’ın mücadelesinden cesaret alarak el-Futuvve adında silahlı bir gençlik teşkilatı kurdu. İbrahim el-Kebir liderliğinde de ed-Derâviş (Dervişler) adında bir silahlı grup oluşturuldu. Bunların dışında da çeşitli silahlı gruplar ortaya çıktı. Bütün bu silahlı grupların ortaya çıkmasında İzzet-tin el-Kassam’ın verdiği silahlı mücadelenin manevi bir örnekliği ve öncülüğü olmuştur.*İhsan, İ. v. (2014, Ağustos 13). İzzettin el-Kassam Kimdir? İslam ve İhsan: http://www.islamveihsan.com/bir-dava-adaminin-portresi-iz-

zeddin-el-kassam.html adresinden alındı

B

67Eylül B

Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN

Ramazanın Ardından

Unutmayalım ki, ibadet

ve kulluk, Yüce Dosta

varmak için çıkılan bir

yolculuktur. O halde dosta

giden yarı yoldan dönme-

melidir.

Allah Resulü (a.s.) gibi biz de hep dua ettik, “Allahım! Receb ve Şaban (ayların)da bize bereket lütfet ve bizi Ramazana kavuştur”

diye. Hamdolsun Allah’a, bizi Ramazana ve bay-rama kavuşturdu. Biz de bu mübarek zaman dilimi içerisinde günah kirlerinden arınmaya, ibadetlerle donanmaya gayret ettik. Arındığımıza ve donandı-ğımıza dair ümidimiz var. Zira sadece rızay-ı ilahîyi gözeterek nefsimizi disiplin altına almaya, günah-lardan uzak durmaya, geceleri kâim gündüzleri sâim olmaya çalıştık.

Önemli olan bu aydaki kazanımlarımızı mu-hafaza etmek ve kulluk bilincini sürekli olarak canlı tutabilmektir. Çünkü ibadette süreklilik esastır ve Hz. Peygamber’in hadislerinden biliyoruz ki, az da olsa ibadetin devamlı olanı efdaldir.

Kıymetli okuyucularım! Beden için su ve ek-mek ne ise, ruh için dua ve ibadet de odur. Bu ba-kımdan bir mümin için bayram gelene kadar değil, ölüm gelene kadar ibadet (ilahî yasalara riayet) et-

68 B Eylül

mek esastır. Zira balık sudan, bülbül gülden, mümin bir kul da Rabbinden ayrılmak istemez. Ne diyor şair? Ballar balını buldum, peteğim yağma olsun. Mümin için ibadet ve bu vesileyle Allah ile irtibata geçmek ballar balıdır. Mümin, Yunus’un ifadesiyle;

Ne varlığa övünürüm,Ne yokluğa yerinirim,Aşkın ile övünürüm,Bana Seni gerek Seni, der.

Değerli kardeşlerim! Amacımız dareyn saadeti elde etmek ve huzura kavuşmaktır. Bunu gerçekleştirmek için Cenab-ı Hak ile sürekli irtibat halinde olmak iktiza etmektedir. Çünkü insan aklı daima en güzeli ve en mükemme-li aramaktadır. İnsan kusursuzluğa âşıktır. Mükemmel ve kusursuz ola-na ulaşmadıkça insanın gönlü rahat etmez, huzursuzluktan kurtulamaz. Örneğin insan, diğerlerine nispetle her yönüyle farklı ve üstün özellikle-re sahip lüks bir otomobil satın alır, mutlu olur. Fakat bu mutluluk, on-dan daha kaliteli, modeli daha yük-sek, daha güzel ve daha mükemmel bir otomobilin piyasaya sürülmesi-ne kadar devam eder, süreklilik arz etmez. Çünkü bu şahıs, artık kendi otomobilinin ku-surlarını ve eksikliklerini görmüş ve rahatsız olmaya başlamıştır. Artık bundan daha üstün, daha güzel ve daha mükemmel bir otomobil satın almadıkça rahat edemez. Onu satın alsa bile bir üst model çıktığında yine huzursuzluk baş gösterir. Dolayısıyla insan, hep arayış içerisindedir. En güzeli ve en mükemmeli bu-luncaya kadar bu arayış devam edecektir. Bu sadece otomobil için değil, her şey geçerlidir. İnsan neye sa-hip olursa olsun kendine ait olan şeyden daha güze-lini, daha mükemmelini gördükçe huzursuz olur ve en güzel ve en mükemmel olanı elde etmek için çaba sarf eder. Tabir caizse insan daima müspet anlamda “en” lere taliptir. Kusursuz ve noksansız olanı aramak-

tadır. Şimdi bu noktada biraz düşünelim. Yaratıklar içerisinde kusursuz ve noksansız olan her hangi bir şey var mıdır? Yoktur. O halde insan aslında kimi arıyor? Öyle anlaşılıyor ki, bütün noksanlıklardan ve kusurlardan münezzeh olan Rabbini arıyor. Onun içindir ki Yüce Allah Kur’ân’da “Dikkat! Kalpler, ancak Allah’ı zikretmekle huzura erer”1 “Kim beni zikretmekten yüz çevirirse şüphesiz ki onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır”2 buyurur. Öy-leyse kalp huzuru ya da gönül rahatlığı Allah’a bağ-lılıkla doğru orantılıdır. Kulun, Allah ile münasebeti nispetinde huzuru artar. Aslında ruh sağlığı denen

şey de bu hususla yakından ilgilidir. Dindarlarda intihar oranının dindar olmayanlara nispetle çok daha az olmasının sebebi de budur.

Kıymetli okuyucularım! Rab-bimize olan kulluğumuz geçici değil, sürekli olsun. Ramazan ayı ile sınırlı kalmasın, son nefesimize kadar de-vam etsin. Mümin, hiçbir zaman ta-til yapmaz, atıl ve pasif kalmaz, kal-mamalıdır. Ayet-i kerimenin3 gereği olarak bir işi bitirdiği zaman derhal başka bir işe girişir. İş bitti diye ra-hata düşüp kalmaz; bir görevi bitirir bitirmez, biraz dinlendikten sonra

bir başkasına yönelir. Fakat bunu yaparken, Rabbi ile gönül bağını bir an olsun koparmaz. İşte ancak bu şekilde zorluklar kolaylığa, sıkıntılar rahmete dönüşür.

Kardeşlerim! Bizim yaratılış gayemiz kulluktur, ibadettir, ilahî yasaları icra etmektir. İmanımızı mu-hafaza etmek, Allah’ın azabından ve gazabından ko-runmak ve iki cihan saadetine ermek ancak bununla mümkündür.

Unutmayalım ki, ibadet ve kulluk, Yüce Dosta varmak için çıkılan bir yolculuktur. O halde dosta giden yarı yoldan dönmemelidir....................................................................1. Lokman, 31/17., 2. Tâ-Hâ, 20/24., 3. İnşirah, 94/7.

Kardeşlerim! Bizim yaratılış gayemiz kulluktur, ibadettir, ilahî yasaları icra etmek-tir. İmanımızı muhafaza etmek, Allah’ın azabından ve gazabından korunmak ve iki cihan

saadetine ermek ancak bununla mümkündür.

B

69Eylül B

Sevgili arkadaşlar, başlığı anlamaya çalıştığınızı hisseder gibiyim. Merakınızı hemen gidereyim. Yaz tatili boyunca yapmış olduğunuz etkinliklerin kısaltılmış adı. Yaz tatili boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşu yaz etkinlikleri (Yaz-Et) adı altında Kur’an eğitimi başta olmak üzere spor ve sanatsal faaliyetler gibi birçok alanda etkinlik düzenlediler. Eminin birçoğunuz bu faaliyetlere katılarak çok güzel bilgiler öğrendiniz.

Kur’an-ı Kerim dersleri, Peygamber Efendimizin hayatı, ilmihal bilgileri, ezan, kâmet gibi birçok bilgi öğrendiniz. Sosyal faaliyet olarak yüzme, futbol turnuvaları ve piknikler yaptınız. En önemlisi unutama-yacağınız arkadaşlar kazandınız. Derken yaz etkinlikleri sona erdi.

Şimdi ise tatil bitiyor okullar başlıyor. Fakat yeni bir etkinlik başlıyor kış etkinlikleri (Kış-Et). Kış etkin-likleri de yaz etkinliklerinin devamı olacak. Yaz-et’te kazanmış olduğunuz bilgi ve güzel davranışları okul-lar başladı diye tatile çıkarırsanız yanlış yapmış olursunuz, o bilgileri unutursunuz. Bu sebeple bilgilerinize yeni bilgiler katmak ve kazanmış olduğunuz o güzel davranışları geliştirmek için şimdi de kış etkinliklerine devam etmelisiniz.

İbadetlerin özel mevsimi olmaz. Her zaman yapmamız gereken ibadetlerimiz var ki bunların başında namaz gelmektedir. Vakti geldiğinde nerede olursak olalım, mutlaka kılmamız gerekir. Her gün mutlaka Kur’an okumalı. Zamanınızın genişliğine bağlı olarak hiç olmazsa günde bir sayfa Kur’an okumayı alış-kanlık haline getirmeliyiz. Bu güzel davranışları önce kendimiz yapmalı, daha sonra da sınıf ve mahalle-deki arkadaşlarımıza tavsiye etmeliyiz. Mümkün oldukça vakit namazlarımızı camide cemaatle kılmaya özen göstermeli, hatta camiye giderken arkadaşlarımızı da davet etmeliyiz.

Allah’u Teâlâ’nın kendisiyle övündüğü bir genç olmak istemez misiniz? Tabii ki isterim, dediğinizi duyar gibiyim. Öyleyse Peygamber Efendimizin müjdesine kulak verelim.

Resul-i Ekrem (s.a.v): “Allah-u Teâlâ, ibadet eden genç ile meleklerine karşı övünür.” bu-yurmaktadır. Ne güzel bir müjde değil mi? Öyleyse yaz-et’le başladığımız bu güzel yola kış-et’le devam ederek bu müjdenin muhatabı olma gayreti içinde olalım.

Yaz-Et Bitti Kış-Et‛e Devam

70

Musa KARACA

• Bütün kar tanelerinin altıgen olduklarını, her yağışta düşen milyarlarca kar tanesinden hiçbirinin diğerine benzemediğini,

• Arıların buldukları çiçeklerin yerlerini diğer işçi arılara arı dansı deni-len bir işaret dili ile anlattıklarını, bu dans sırasında yapılan hareketlerin

çiçeğin uzaklığını ve yönünü anlattığını,

• Ceylanların su ihtiyaçlarını bitkilerden sağladıkları için hiç su iç-meden yaşayabildiklerini,

• Her insanın beyninin %90’ının su olduğunu,

• Bir insan beyninde yaklaşık olarak 90-100 milyar tane hücre bulunduğu-nu,

• Bir kilo limonda, bir kilo çilekten daha fazla şeker olduğunu,

• Yarım kilo bal yapabilmek için arıların iki milyondan fazla çiçekten bitki özü toplamak zorunda olduklarını,

• 1 saat boyunca kulaklıkla bir şey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını % 700 arttırdığını,

• Dilimizin küçük hassas bölgelerle kaplı olduğunu, bunlara tat alıcı pütürler dendiğini, bunların 4 ana tadı ayırt ettiğini. (Tatlı, tuzlu, acı ve ekşi.) 10.000 tane tat alıcı pütürünüz olduğunu, ama bir kısmının yaşlandıkça öldüğünü.

Sen de BekleseydunTemel bir gün Dursun‛a:-”Ula ben seni minareden atar, iner assağu tudarum” demiş.Dursun da tutamayacağını söylemiş ve iddiaya girmişler:Minareye çıkmışlar, Temel, Dursun‛u tuttuğu gibi boşluğa sallamış ve hızla minareden inmiş. Dursun yerde can çekişir bir vaziyette Temel‛e sitem etmiş.-”Ula hani tudayidun peni?”Temel:-”Ne diyun da, sen de yavaş inup da pekleseydun.”

Bunları Biliyor Musunuz?

kakar r tataneness

•• ArArılılaalelen n bibirr

çiçiçeçeğğ

•• CCmemedd

••HeHe

•• BiBir r ininsasanunu,,

•• BiBir r kikilolo

•• YaYarırım m kikilolo bbtotoplplamamakak zzoo

11 bb

71

B U L M A C ASorular

1. Kur’an-ı Kerimin 11.suresi

2. Kur’an-ı Kerimin 12.suresi

3. Kur’an-ı Kerimin 13.suresi

4. Kur’an-ı Kerimin 14.suresi

5. Kur’an-ı Kerimin 15.suresi

6. Kur’an-ı Kerimin 16.suresi

7. Kur’an-ı Kerimin 17.suresi

8. Kur’an-ı Kerimin 18.suresi

9. Kur’an-ı Kerimin 19.suresi

10. Kur’an-ı Kerimin 20.suresi

11. Kur’an-ı Kerimin 21.suresi

12. Kur’an-ı Kerimin 22.suresi

13. Kur’an-ı Kerimin 23.suresi

14. Kur’an-ı Kerimin 24.suresi

15. Kur’an-ı Kerimin 25.suresiCEVAPLAR: 1.HUD 2.YUSUF 3.RAD 4.İBRAHİM 5.HİCR 6.NAHL 7.İSRA 8.KEHF 9.MERYEM 10.TAHA 11. ENBİYA 12. HAC 13.MÜ’MİNÜN 14.NUR 15.FURKAN

Rodezin caddeleri hayal mi olacakSokaklar dolu idi boş mu kalacak

Yaşanan günler hayal mi, düş mü olacakArkandan boyun bükerim HOCAM

684 saat geldi de geçtiGönül defterinden bir sayfa açtı

Ayrılmak matemdi, kederdi, güçtüBen garibim ben dertliyim bekarım HOCAM

Mıhladım duvarlara sevdamı serimiKim doldurur bilmem senin yeriniKanattın yaramı vurdun hançerini

Gözümden yaşım dökerim HOCAM

Sineme gömdüm mezar eğledimGubeyis dağına nazar eğledimDert üstüne derdi azar eğledim

Arkandan nasıl bakarım HOCAM

Ümmül kitabın seyrine daldımTırnakla söktüm zerreden aldım

Nice ummana daldım ha daldımBu dünyadan birgün çıkarım HOCAM

Mecnunmuyum çöllerde Leyla bulayımLokmanmıyım dertlere çare olayımGurbet ellerinde yalnız mı kalayımKendimi derde gama sokarım HOCAM

Sıla yollarının menzil kuşunaYaşadık ömrümüzü boşu boşunaÖlürsem bir yazı mezar taşımaGönül kaleminden yazarsın HOCAM

Yeryüzü ifaktır neyi göreyimMiraçtan gelenden haber sorayımHangi adresten seni arayımAğlatır seni üzerim HOCAM

Tur edem dünyayı çarkı döneyimAşk yolunda kime gönül vereyimBen Veysel sözümde nasıl durayımKalemle deftere yazarım HOCAM

Veysel KÖKSAL

Hocam

Sizden Gelenler...