126

Amin maalouf olumcul kimlikler

  • Upload
    beto

  • View
    276

  • Download
    13

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Amin maalouf olumcul kimlikler
Page 2: Amin maalouf olumcul kimlikler

OLUMCUL KİMLİKLER

A m i n Maalouf, 1949'da Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve top-lumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe başladı; 1976'dan beri Paris'te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, b u g ü n vaktinin ço-ğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır. Yapıtlarında çok iyi bildiği A s y a ve Akdeniz çevresi kültür-lerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabı Les Croisades vues par les Arabes (1983, Arapların Gözüyle Haç-lılar) ile tanındı ve bu kitabın çevrildiği dillerde de b ü y ü k bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan ve aynı yıl Fransız-A r a p Dostluk Ö d ü l ü ' n ü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı) Léon l'Africain (Afrikalı Leo) ise b u g ü n bir "k las ik" kabul edilmektedir.

Maalouf un 1988'de yayımlanan ikinci romanı Samarcande (Semerkant) da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maalouf un sonraki kitapları yine romandı: Les Jardins de Lumière (1991, Işık Bahçeleri) ve Le Premier Siècle après Béatrice (1992, Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl). Amin Maalouf, 1993'te yayımlanan romanı Le Rocher de Ta-nios (Tanios Kayası ) ile Goncourt Ödülü 'nü kazandı. Son ro-manı Echelles du Levant (Doğunun Limanları) ise 1996'da ya-yımlandı.

Amin Maalouf un dört romanı yayınevimizce Türkçeye ka-zandırılmıştır: Afrikalı Leo (1993), Semerkant (1993), Tanios Kayası (1995) ve Doğunun Limanları (1996).

A y s e l Bora İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Fran-sız Filolojisi'ni bitirdi. Meydan-Larousse'u hazırlayan çevir-men kadrosunda yer aldı. Daha pek çok ansiklopedik yayı-na da katkıda bulundu. Bazı çevirileri: Suçta Mutluluk, Bar-bey d 'Aurevi l ly (Metis); Hayalî Doğu, Thierry Hentch (Me-tis); Oidipus Yollarda, Henry Bachau (Metis); Aydınlar Üzeri-ne, Jean-Paul Sartre (Can); Şimdi, Nathalie Sarraute (Can); Açınız, Nathalie Sarraute (Can); Ölüm Andı, François Xéna-kis (Özgür); Mısır Yargıcı Üçlemesi (Katledilen Piramit, Çöl Ya-sası, Vezirin Adaleti), Christian Jacq (Doğan Yayıncılık).

Page 3: Amin maalouf olumcul kimlikler

Amin Maalouf'un YKY'deki öteki kitapları:

A f r i k a l ı L e o (1993)

S e m e r k a n t (1993)

Tanios Kayası (1995) Doğunun Limanları (1996)

SPARTACUS

Page 4: Amin maalouf olumcul kimlikler

AMIN MAALOUF

Ölümcül Kimlikler

ÇEVİREN:

A Y S E L B O R A

D E N E M E

0C30 İSTANBUL

Page 5: Amin maalouf olumcul kimlikler

Yapı Kredi Yayınlan -1345 Edebiyat - 356

Ölümcül Kimlikler / Amin Maalouf Özgün adı: Les Identités Meurtrières

Çeviren: Aysel Bora

Kitap Editörü: Barış Tut

Kapak Tasarımı: Nahide Dikel Baskı: Şefik Matbaası

1. Baskı: İstanbul, Haziran 2000 ISBN 975-08-0199-7

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 1999 © Editions Grasset & Fasquelle, 1998

Bu kitabın telif haklan Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. Yapı Kredi Kültür Merkezi

İstiklal Caddesi No. 285 Beyoğlu 80050 İstanbul Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23

http://www.ykykultur.com.tr http://www.shop.superonline.com/yky

e-posta: [email protected]

Page 6: Amin maalouf olumcul kimlikler

İÇİNDEKİLER

i Kimliğim, aidiyetlerim • 13

II Modernlik Öteki'rıden gelince • 41

III Gezegensel kabileler zamanı • 73

IV

Panteri evcilleştirmek • 97

Sonsöz • 129 SPARTACUS

Page 7: Amin maalouf olumcul kimlikler

1976'da Lübnan'ı terk edip Fransa'ya yerleşt iğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi "daha çok Fransız" mı, yoksa "daha çok Lübnanlı" mı hissettiğim ne kadar çok sorul-muştur bana. Cevabım hiç değişmez: "Her ikisi de !" Herhangi bir denge ya da haktanırlık endişesi y ü z ü n d e n değil, ama ceva-bım farklı olsaydı, yalan söylemiş olurdum. Beni bir başkası de-ğil de ben yapan şey, bu şeki lde iki ülkenin, iki üç dilin, pek çok kültür geleneğinin sınırında bulunuşumdur. Benim kimli-ğimi tanımlayan da tam olarak budur. Kendimden bir parçayı kesip atmış olsaydım, daha mı gerçek olurdum?

Yani bana soru soranlara sabırla Lübnan'da d o ğ d u ğ u m u , yirmi yedi yaşına kadar orada yaşadığımı, Arapçanın anadilim olduğunu, Dumas ve Dickens'i, Güliver'in Seyahatleri'ni ilk kez Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğun ilk sevinçlerini atalarımın köyü olan d a ğ k ö y ü m d e tattığımı, ilerde romanla-rımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyo-rum. Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabili-rim? Ama öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, onun s u y u n u ve şarabını içiyorum, ellerim her g ü n onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.

Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birler-den, ne de kuşatı lmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir " d o z d a " onu bi-çimlendiren bütün öğelerden o luşmuş tek bir kimliğim var.

Bazen, bin bir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle aidiyetlerimin tümünü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri yanıma gelerek elini omzuma k o y u p mırıldanıyor: "Böyle konuş-makta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?"

9

Page 8: Amin maalouf olumcul kimlikler

Bu ısrarcı sorgulama beni uzun zaman gülümsetmiştir. Bu-g ü n buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda pek yayg ın ve benim g ö z ü m d e tehlikeli bir bakış açısının orta-ya konuluşu gibi geliyor. Bana "içimin derinliğinde" ne oldu-ğ u m sorulduğunda, bunda herkesin "içinin derinliğinde" ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma "kişinin derin gerçekliği-nin", doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan " ö z " ü n ü n var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın - ö z g ü r insan olarak katettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusall ığının, yakınlık-larının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi y o k m u ş gibi. Bugün çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız "kimliklerini vurgulama-y a " yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerin-deki, çoğu zaman dinsel ya da ulusal ya da ırkçı ya da etnik ni-telikteki sözümona temel aidiyete dönmeleri ve b u n u gururla ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir.

Daha karmaşık bir kimlik talep eden herkes toplum dışına itilmiş bulur kendini. Cezayirli ana babadan Fransa'da doğan bir genç, içinde apaçık iki aidiyet taşımaktadır ve her ikisini de üstlenecek durumda olması gerekir. Lafı bulandırmamak için iki dedim ama onun kişiliğinin bileşenleri çok daha fazla sayı-dadır. İster dil söz konusu olsun, ister inanışlar, yaşam biçimi, aile ilişkileri, sanat ve mutfak zevkleri, Fransız, Avrupa, Batı et-kileri ondaki Arap, Berberi, Afrika, Müslüman etkilerine karış-mış durumdadır... Bu delikanlı bunu dolu dolu yaşamakta öz-gür hissetse kendini, tüm çeşitliliğini üstlenmede cesaretlendi-rildiğini hissetse, zenginleştirici ve verimli bir deneyim; tersine, ne zaman Fransızlığını vurgulasa, bazıları ona bir hainmiş, hat-ta satılmış gözüyle baktığından, ne zaman Cezayir'le olan bağ-larını, tarihini, kültürünü, dinini ortaya koysa, anlaşılmamak, küçümsenmek tehlikesiyle ya da düşmanlıkla karşılaşacağın-dan, yolu yıpratıcı olabilir.

Durum Ren'in öte yakasında daha da naziktir. Otuz yıl ön-ce Frankfurt yakınlarında doğan, hep, dilini ailesininkinden çok daha iyi konuşup yazdığı Almanya 'da yaşamış olan bir Türk 'ün durumunu düşünüyorum. Benimsediği toplumun gö-z ü n d e o bir Alman değildir; köklerinin geldiği toplumda ise ar-

10

Page 9: Amin maalouf olumcul kimlikler

tık tam olarak Türk sayılmaz. Sağduyu isterdi ki, o bu çifte ai-diyeti tam anlamıyla talep edebilsin. A m a ne yasalarda, ne de zihniyetlerde hiçbir şey b u g ü n onun bileşik kimliğini u y u m l u bir şekilde üstlenmesine izin vermemektedir.

Aklıma gelen ilk örnekleri sıraladım. Çok daha başkalarını da sayabilirdim. Sırp bir anne ile Hırvat bir babadan Belg-rad 'da doğan biri. Bir Tutsi'yle evli bir Hu tu kadını ya da tersi. Siyah baba ve Yahudi anneden doğan bir Amerikalı.

Bazıları bunların çok özel durumlar o l d u ğ u n u düşüne-cektir. Doğrusu ben buna inanmıyorum. Saydığım birkaç kişi, karmaşık bir k imliğe sahip olmada tek değil. Her insanda za-man zaman kendi aralarında çelişen ve onu yürek burkan ter-cihlere zorlayan çoklu aidiyetlere rastlanır. Kimisinde d u r u m ilk bakışta anlaşılır; k imis inde ise daha yakından b a k m a çaba-sı gerekir.

Bugünün Avrupa 's ında, yüzlerce yıllık bir ulusa -Fransa, İspanya, Danimarka, İngiltere...- aidiyetiyle, inşa halindeki kıta bütünlüğüne aidiyeti arasında, ister istemez artacak bir çekiş-meyi hissetmeyecek kimse var mıdır? Bask ülkesinden İskoç-ya 'ya bir bölgeye, halkına, tarihine, diline güçlü ve derin bir bağlılık duyan ne kadar Avrupalı vardır? Birleşik Devlet lerde kim hâlâ önceki köklerine -Afrikal ı , İspanyol soylu, İrlandalı, Yahudi, İtalyan, Polonyalı ve daha başkalar ı- bakmadan top-lumdaki yerini düşünebilir?

Bunları söylerken, seçtiğim ilk örneklerin özel bir yanı ol-d u ğ u n u kabul etmek isterim. Hepsi de içlerinde b u g ü n şiddetli bir çatışma halinde olan aidiyetler taşıyorlar; bir bakıma, içle-rinden etnik, dinsel ya da daha başka kırılma hatlarının geçtiği, sınırda insanlar. Aslında "ayrıcalıklı" demeye dilimin varmadı-ğı bu durum nedeniyle bağlar kurmak, anlaşmazlıkları gider-mek, kimilerini mantığa davet etmek, kimilerini yatıştırmak, sorunları düzlüğe çıkartmak, barıştırmak gibi bir rol oynamak durumundalar... Çeşitli toplumlar, çeşitli kültürler arasında bir-leşme çizgisi, köprü, arabulucu olmaya çağrılılar. Tam da bu yüzden, ikilemleri ağır bir anlam taşıyor: bu insanlar çok yönlü aidiyetlerini üstlenemiyorlarsa, sürekli olarak saflarını seçmek durumunda bırakmıyorlarsa, kabilelerinin safları arasına dön-

11

Page 10: Amin maalouf olumcul kimlikler

meye zorlanıyorlarsa, o halde dünyanın gidişatı hakkında en-dişelenmekte haklıyız demektir.

"Seçmek durumunda bırakılıyorlar", "zorlanıyorlar" de-dim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, ara-mızdaki herkes tarafından. Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve i fade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, yobaz, kolaycı yaklaşım yüzünden.

İçimden işte katiller böyle "imal ediliyor" diye haykırmak geliyor! Kabul ediyorum, biraz hırçın ama sonraki sayfalarda açıkça ortaya koymayı tasarladığım bir doğrulama.

12

Page 11: Amin maalouf olumcul kimlikler

I

Kimliğim, aidiyetlerim

Page 12: Amin maalouf olumcul kimlikler

1

Yazarlık hayatım bana sözcüklerden çekinmeyi öğretti. En açık gibi görünenleri çoğu zaman en kalleşleridir. Bu sözde dostlardan biri de "kimlik"tir. Hepimiz bu sözcüğün ne anlama geldiğini bildiğimizi sanırız ve o sinsi sinsi tersini söylemeye koyulsa da, ona güvenmeyi sürdürür dururuz.

Kimlik kavramını tekrar tekrar tanımlamak bana uzak geli-yor. Bu Sokrates'in "Kendini tanı !"smdan başlayarak, nice usta-lardan geçip Freud'a gelinceye kadar felsefenin en öncelikli so-runu olmuştur; g ü n ü m ü z d e bunu yeniden çözmeye girişmek için bende o lduğundan çok daha fazla ustalık ve çok daha fazla gözüpekl ik gerekirdi. Benim giriştiğim çabaysa son derece mü-tevazı: neden b u g ü n bunca insanın dinsel, etnik, ulusal ya da başka kimlikleri adına cinayetler işlediğini anlamaya çalışmak. Bu çok eski zamanlardan beri mi böyleydi, yoksa çağımızda daha özel gerçeklikler mi söz konusu? Sözlerim zaman zaman fazla basit gibi görünebilir. Çünkü düşüncelerimi olabildiğince dingin bir zihinle, sabırla, dürüstçe, hiçbir jargona ya da aldatı-cı kestirmelere sapmadan yürütmek istiyorum.

"Kimlik cüzdanı" demenin u y g u n g ö r ü l d ü ğ ü şeyin üzerin-de bir soyadı, ön ad, d o ğ u m yeri ve tarihi, fotoğraf, birtakım fi-ziksel özellikler, imza, hatta bazen parmak izi bulunur - karı-şıklığa olanak tanımadan işbu belgenin Filancaya ait olduğunu, geri kalan milyarlarca insan arasında ister tıpatıp benzeri, ister kardeşi olsun onunla karıştırılabilecek tek bir kişinin var ola-mayacağını gösteren bir işaretler yelpazesi.

15

Page 13: Amin maalouf olumcul kimlikler

Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.

Böyle tanımlandığında kimlik sözcüğü göreli olarak net ve karışıklığa yol açmaması gereken bir kavram. Birbirinin eşi iki varlık olmadığını ve olamayacağını ortaya koymak için uzun kanıtlara gerçekten gerek var mıdır? Yarın, korkulduğu gibi, in-san "klonlama" başarılsa bile, bu klonlar da olsa olsa " d o ğ u ş " anında birbirinin eşi olacaktır; yaşamlarında attıkları ilk adım-dan itibaren farklılaşacaklardır.

Her kişinin kimliği, resmi kayıtlarda görünenlerle kesinlik-le sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluşur. Elbette insanların b ü y ü k çoğunluğu için dinsel bir geleneğe bağlılık söz konusu-dur; bir ulusa, bazen iki ulusa; etnik ya da dilsel bir gruba; az ya da çok geniş bir aileye; bir mesleğe; bir kuruma; belli bir sos-yal çevreye... Ama liste daha da uzundur, neredeyse sınırsızdır: insan bir eyalete, bir köye, bir mahalleye, bir kabileye, bir spor takımına ya da meslek kuruluşuna, bir arkadaş grubuna, bir sendikaya, bir işletmeye, bir partiye, bir derneğe, bir cemaate, aynı tutkuları, aynı cinsel tercihleri, aynı fiziksel özürleri payla-şan ya da aynı zararlı etkilere maruz kalan bir insan topluluğu-na ait o lduğunu hissedebilir.

Bütün bu aidiyetler, her halükârda aynı anda, elbette aynı derecede önem taşımazlar. A m a hiçbiri de tam olarak anlamsız değildir. Bunlar kişiliğin yapı taşlarıdır, çoğunun doğuştan gel-mediğini vurgulamak koşuluyla, neredeyse "ruhun genleri" denebilir onlara.

Bu öğelerin her birine çok sayıda bireyde rastlamak müm-künse de, iki farklı insanda aynı bileşimi asla bulamazsınız ve her birinin zenginliğini, kendine özgü değerini oluşturan da iş-te budur, her varlığın tekil ve potansiyel olarak yerinin doldu-rulmaz oluşunu sağlayan budur.

Öyle durumlar olur ki, sevindirici ya da üzücü bir olay, hatta hiç beklenmedik bir rastlantı kimlik d u y g u m u z d a binler-ce yıllık bir mirasa bağlı l ığımızdan çok daha ağır basar. Yirmi yıl önce Saraybosna'da bir kahvehanede tanışan, birbirini se-ven, sonra da evlenen bir Sırp erkeğiyle Müslüman bir kadının d u r u m u n u düşünelim. Bundan böyle kimliklerini asla tama-

16

Page 14: Amin maalouf olumcul kimlikler

men Sırp ya da tamamen Müslüman bir çift olarak algılayama-yacaklar; vatana bakış açıları gibi inançları da eskisi gibi olama-yacak artık. Her biri, ailelerinin onlara miras bıraktıkları aidi-yetleri daima içlerinde taşıyacak ama bunları algılama biçimleri artık farklı olacak, bunlara verecekleri yer farklı olacak.

Saraybosna'dan ayrı lmayalım daha. Hayali bir anket için düşüncelerimizde orada kalalım. Sokakta elli yaşlarında bir adamı inceleyelim.

1980'e gelirken, bu adam şöyle derdi: "Ben Yugoslavım!", gururla ve gönül koymadan; daha yakından sorular sorulduğun-daysa Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti 'nde yaşadığını ve bu arada Müslüman geleneği olan bir aileden geldiğini belirtildi.

On iki yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde aynı adam, hiç duraksamadan ve bastırarak şöyle cevap verirdi: "Ben Müs-lümanım!" Hatta belki de şeriat kurallarına u y g u n bir sakal bı-rakmış bile olurdu. Hemen arkasından Boşnak o lduğunu ve bir zamanlar gururla Yugos lav o lduğunu vurguladığının kendisine hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığını eklerdi.

Bugünse adamımızı sokakta çevirsek önce Boşnak, sonra Müslüman o lduğunu söyleyecektir; düzenli olarak camiye git-tiğini de belirtecektir; ama ülkesinin Avrupa 'nın bir parçası ol-d u ğ u n u ve bir gün A v r u p a Birliği'ne katılmasını umut ettiğini söylemeden geçemeyecektir.

Aynı insana yirmi yıl sonra aynı yerde rastlasak, acaba kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa ko-yardı? Avrupalı mı? Müslüman mı? Boşnak mı? Başka bir şey mi? Belki de Balkan mı?

Tahminlerde bulunmaya kalkmayacağım. Bütün bu öğeler gerçekten de onun kimliğinin bir parçasını oluşturuyor. Bu adam Müslüman geleneğinden gelen bir aile içinde doğmuştur; dil bakımından bir zamanlar tek bir devletin sınırları içinde toplanmış halde bulunan, b u g ü n s e öyle olmaktan çıkan Güney Slavları'na bağlıdır; kimi zaman Osmanlı, kimi zaman Avustur-yalı olan ve Avrupa tarihinin b ü y ü k dramlarından payını almış bir toprakta yaşamaktadır. Her dönemde aidiyetlerinden biri ya da ötekisi, söylemek gerekirse, neredeyse bütün diğerlerini gölgede bırakacak ve bütün kimliğiyle karışıp kaynaşacak ka-

17

Page 15: Amin maalouf olumcul kimlikler

dar şişecektir. Yaşamı boyunca ona her çeşitten masallar anlatıl-mıştır. Bir proleter o lduğu ve başkaca hiçbir şey olmadığı. Yu-gos lav o lduğu ve başka hiçbir şey olmadığı. Son zamanlarda da Müslüman olduğu ve başka hiçbir şey olmadığı; hatta zorlu ge-çen birkaç ay boyunca Kabil 'deki insanlarla Trieste'dekilerden çok daha fazla ortak yanları o lduğuna bile inandırmışlardı onu!

Bütün dönemlerde, meşru olarak "kimlik" denebilecek ka-dar her koşulda ötekilerden son derece üstün, tek bir ana aidi-yet o lduğunu düşünen insanlar olmuştur. Kimileri için ulus, ki-mileri içinse din ya da sınıf. A m a hiçbir aidiyetin mutlak suret-te baskın çıkmadığını anlamak için dünyada olup biten farklı çatışmalara bir göz gezdirmek yeter. İnançlarının tehdit altında o l d u ğ u n u hisseden insanlar arasında, bütün kimliklerini özet-ler gibi görünen şey dinsel aidiyet oluyor. A m a tehdit altında olan anadilleri ve etnik gruplarıysa, o zaman dindaşlarıyla kı-yasıya savaşıyorlar. Türkler de Kürtler de Müslüman, ama dil-leri farklı; çatışmaları bu y ü z d e n daha mı az kanlı? Hutular da Tutsiler gibi Katolik ve aynı dili konuşuyorlar, bu onların bir-birlerini katletmelerini önleyebildi mi? Çekler ve Slovaklar da Katolik, bu, bir arada yaşamalarını kolaylaştırmış mıydı?

Bütün bu örnekler, herkesin kimliğini oluşturan öğeler ara-sında her zaman belli bir hiyerarşi olsa bile, bunun değişmez olmadığı, zamana göre başkalaştığı ve davranışları derinleme-sine farklılaştırdığı o lgusu üzerinde durmak için.

Herkesin yaşamında önem taşıyan aidiyetler, her zaman, temel olarak bilinen, dilden, derinin renginden, ulusal kimlik-ten, sınıf ve dinden kaynaklanan aidiyetler olmamıştır. Faşizm döneminde eşcinsel bir İtalyan'ın d u r u m u n u ele alalım. Onun için kişiliğinin o çok özel g ö r ü n ü m ü önemliydi, ama sanırım işini yapması, politik tercihleri ya da dinsel inançları kadar de-ğil. Birden devletin baskısı üzerine biniyor, aşağılanmakla, sür-günle, ölümle tehdit edildiğini hissediyor - bu örneği seçerken açıkça kimi edebiyat ve sinema izlenimlerimden yararlanıyo-rum. Birkaç yıl öncesine kadar yurtsever, belki de milliyetçi olan bu adam resmi geçit halindeki İtalyan birliklerini gördü-ğ ü n d e artık sevinemeyecek, hiç k u ş k u s u z yenilmelerini dileme

18

Page 16: Amin maalouf olumcul kimlikler

noktasına bile gelecektir. Kovuşturmalar yüzünden cinsel ter-cihleri öteki aidiyetlerinin önüne geçecek, hatta o dönemde en uç noktasına varan ulusal aidiyetini bile gölgede bırakacaktır. Adamımız ancak savaştan sonra, daha hoşgörülü bir İtalya'da yeniden tam anlamıyla İtalyan hissedecektir kendini.

Çoğu zaman ileri sürülen kimlik, hasmınınki üzerine -ters y ö n d e - inşa edilir. Katolik bir İrlandalı İngil izlerden öncelikle din bakımından farklıdır, ama o, krallığa karşı cumhuriyetçi ol-d u ğ u n u vurgulayacak ve Gaelceyi yeterince bilmese de, en azından İngilizceyi kendine has bir tarzda konuşacaktır; Ox-ford aksanıyla konuşan Katolik bir yöneticiye neredeyse bir ha-in gözüyle bakılacaktır.

Kimlik mekanizmalarının karmaşıklığını -k imi zaman gü-leryüzlü, çoğu zaman tra j ik- gösterecek onlarca örnek var. Bir-çoğuna sonraki sayfalarda değineceğim, kimine kısaca, kimine ise ayrıntılara girerek; özellikle geldiğim bölgeyle ilgili olanlara - Yakındoğu, Akdeniz, A r a p dünyası ve öncelikle de Lübnan. İnsanın nereye ait olduğu, kökenleri, ötekilerle ilişkileriyle, gü-neşte ve gölgede işgal edeceği yeri konusunda sürekli olarak kendi kendini sorgulamaya itildiği bir ülke. SPARTACUS

19

Page 17: Amin maalouf olumcul kimlikler

2

Kimilerinin vicdan muhasebes i yaptığı gibi, ben de zaman zaman "kimlik m u h a s e b e m " dediğ im şeyi yaparım. Amacım içimde, yeniden kendime döneceğim herhangi bir "esas" aidi-yet bulmak olmadığından - b u anlaşılacaktır-, b u n u n tam tersi bir yol izlerim: kimliğimde ne kadar öğe varsa ortaya çıkarmak için belleğimi didik didik eder, bunları toplar, sıralarım, hiçbiri-ni reddetmem.

Ben yüzyıl lardır Lübnan dağlarına yerleşmiş ve o zaman-dan beri art arda göçlerle M ı s ı r d a n Brezilya'ya, Küba'dan Avustra lya 'ya, dünyanın dört bir köşesine yayı lan Güney Ara-bistanlı bir aileden gel iyorum. Ailem muhtemelen II. ya da III. Yüzy ı ldan itibaren, yani İslamiyetin ortaya çıkışından çok önce, hatta Batı'nın Hıristiyanlığı benimsemesinden de önce, daima A r a p ve Hıristiyan olmaktan g u r u r duymuştur.

Hıristiyan olmak ve anadilimin Islamın kutsal dili olan Arapça olması, benim kimliğimi oluşturan temel çelişkilerden biridir. Bu dili konuşmak, onu her gün dualarında kullanan ve b ü y ü k bir çoğunluğu benim kadar iyi bi lmeyen insanlarla aramda bir bağ oluşturuyor; Orta Asya 'ya gittiğiniz ve Timur zamanından kalma bir medresenin kapısında yaşlı bir ulemaya rastladığınzda, onun kendini bir dost luk ortamında hissetmesi ve asla bir Rus'la ya da bir İngiliz'le yapamayacağı kadar içten konuşması için ona Arapça seslenmemiz yeter.

Bu dil, onun, benim ve bir milyardan fazla insanın ortak dili. Öte yandan Hıristiyan olmam -köklü biçimde dinsel ya da

20

Page 18: Amin maalouf olumcul kimlikler

sadece sosyolojik olması konumuz değ i l - da, benimle dünya-daki birkaç milyar Hıristiyan arasında anlamlı bir bağ oluştu-ruyor. Pek çok şey beni her Hıristiyandan ayırıyor, tıpkı her A r a p ve her Müslüman'dan ayırdığı gibi, ama her biriyle aram-da, biri dinsel ve entelektüel, öteki dilbilimsel ve kültürel bağ-lamda, yadsınmayacak bir akrabalığım var.

Her şeye rağmen, hem Arap hem de Hıristiyan olmak çok özel, son derece az rastlanır ve taşınması her zaman kolay ol-mayan bir durumdur ; kişide derin ve kalıcı izler bırakır; konu ben o lduğuma göre, bu durumun, bu kitabı yazma kararım da dahil olmak üzere, hayatım boyunca almak zorunda kaldığım bütün kararlarda belirleyici o lduğunu inkar etmeyeceğim.

Böylece, kimliğimin bu iki öğesini ayrı ayrı göz önüne al-dığ ımda kendimi gerek din, gerekse dil bakımından insanlığın neredeyse yarısına yakın hissediyorum; bu iki ölçütü eşzaman-lı olarak ele a ldığımda, kendimi özgül lüğümle yüzleşmiş bu-luyorum.

Aynı gözlemi başka aidiyetlerle yapabilirim: Fransız olma-yı altmış milyon insanla paylaşıyorum; Lübnanlı olmayı, dün-yanın dört bir yanına dağılmış Lübnanlı ları sayarsak, sekiz-on milyon kişiyle paylaş ıyorum; ama aynı zamanda Fransız ve Lübnanlı olmayı kaç kişiyle paylaşıyorum acaba? Hepsi hepsi birkaç bin.

Aidiyetlerimin her biri beni çok sayıda insana bağlıyor; bu-na karşın, hesaba kattığım aidiyetlerim çoğaldıkça, kimliğim de özel bir d u r u m olarak ortaya çıkıyor.

Köklerime biraz daha uzanacak olsaydım, birtakım Bizans ayin düzenlerine bağlı kalmakla birlikte papanın otoritesini de tanıyan Katolik-Yunan ya da Melki olarak bilinen bir cemaatin içinde d o ğ d u ğ u m u belirtmem gerekirdi. Uzaktan bakılınca, bu aidiyet sadece bir ayrıntı, bir ilginçlik; yakından bakıldığındıy-sa, kimliğimin belirleyici bir yönü, daha güçlü cemaatlerin top-rak ve iktidardaki payları için uzun süre savaşt ığı Lübnan gibi bir ülkede, benimki gibi son derece azınlıkta kalan cemaatlerin üyeleri nadiren silaha sarılmıştır, zaten sürgüne ilk gidenler de onlar oldu. Bana gelince, saçma ve intihar demek olan bu sava-şa bulaşmayı daima reddetmişimdir; ama bu yargı, bu mesafeli

21

Page 19: Amin maalouf olumcul kimlikler

bakış, silahlara sarılmayı bu reddediş azınlıkta kalmış bir cema-ate ait oluşumla ilgisiz değildir.

Evet, Melki. Buna rağmen, günün birinde biri eğlenip, res-mi devlet kayıtlarında ismimi -ki, beklendiği gibi Lübnan'da din esasına göre düzenlenmiştir- aramaya kalkacak olsa, beni Melki'ler listesinde değil Protestan kayıtları arasında bulacaktır. Hangi nedenle mi? Bunu anlatmak çok uzun sürer. Burada aile-miz içinde birbirine rakip iki dinsel gelenek o lduğunu ve çocuk-luğum boyunca bu çekişmelerin tanığı o lduğumu söylemekle yetineceğim; tanığı, bazen de kozu: Cizvit papazlarının Fransız okuluna kaydedilmemin nedeni, kesinlikle Katolik olan anne-min, çocuklarını geleneksel olarak Amerikan ya da İngiliz okul-larına gönderen baba tarafımda ağır basan Protestan etkisinden uzak tutmak istemesidir; bu çekişme yüzündendir ki, kendimi Fransızca konuşur buldum, bunun sonucu olarak da Lübnan sa-vaşı sırasında New York'a, Vancouver'a ya da Londra'ya değil Paris'e gelip yerleştim ve Fransızca yazmaya başladım.

Kimliğimden daha başka ayrıntılar da sıralayacak mıyım? Türk olan büyükannemden, Mısır Marunisi kocasından ve ben doğmadan çok önce ölen ve bana şair, özgür düşünce sahibi, belki de mason ama her halükarda şiddetli bir kilise karşıtı ol-d u ğ u anlatılan öteki b ü y ü k b a b a m d a n söz edecek miyim? Moli-ere'i Arapçaya ilk çeviren ve bunu 1848'de bir Osmanlı tiyatro-sunun sahnesinde oynatan büyük-büyük-büyük dayıma kadar uzanacak mıyım?

Hayır, bu kadarı yeter, burada d u r u p soruyorum: kimliği-mi belirleyen ve kaba hatlarıyla yolumu çizen bu birkaç dağı-nık öğeyi, hemcinslerimden kaçı benimle paylaşıyor? Çok azı. Belki de hiçbiri. İşte benim de üzerinde durmak istediğim bu: ayrı ayrı alındığında, aidiyetlerimden her biri sayesinde hem-cinslerimin büyük bir çoğunluğuyla belli bir akrabalığım var; aynı ölçütleri toplu olarak ele aldığımdaysa başka hiçbir kim-likle karıştırılmayacak, kendime özgü bir kimliğim oluyor.

Biraz genelleştirerek şöyle diyeceğim: her insanla birtakım ortak aidiyetlerim var; ama dünyada hiç kimse benim bütün ai-diyetlerimi, hatta bunların b ü y ü k bir kısmını benimle paylaşa-maz; kendi oğlum ya da babam da olsa, başka birininkinden

22

Page 20: Amin maalouf olumcul kimlikler

farklı olan özel kimliğimin apaçık ortaya konması için, sıralaya-bileceğim onlarca ölçütten pek azı yeterli olacaktır.

Önceki sayfaları yazmaya baş lamadan önce uzun süre te-reddüt ettim. Daha kitabın başında kendi d u r u m u m üzerinde böyle durmalı mıydım?

Bir yandan, bana en yakın olan kendimi örnek olarak kul-lanırken, insanın birkaç aidiyet ölçütüyle, benzerleriyle bağları-nı ve özelliğini nasıl ortaya koyabileceğini söylemek istiyor-dum. Öte yandan, özel bir d u r u m u n çözümlemesinde ne kadar uzağa giderseniz, kendinizi bunun tam bir özel d u r u m olduğu-nu ileri sürerken görme riskinizin o kadar artacağını da bilmi-yor değildim.

Sonunda, kendi "kimlik muhasebesini" yapan iyi niyetli herkesin, tıpkı benim gibi, kendisinin özel bir d u r u m olduğunu keşfetmekte gecikmeyeceğine kanaat getirerek kolları sıvadım. Bütün bir insanlık özel durumlardan başka bir şey değil, yaşam farklılıklara gebe, "yeniden üretim" varsa da asla aynı olmu-yor. İstisnasız her insan karma bir kimlikle donanmış; unutul-m u ş çatlakları, hiç akla gelmeyen dallanmaları ortaya çıkarmak ve kendisinin karmaşık, biricik o lduğunu, yerinin başkası tara-fından doldurulamayacağını keşfetmesi için kendi kendine bir-kaç soru sorması yeter.

İşte herkesin kimliğini belirten tam da bu: karmaşık, biri-cik, yeri doldurulamaz, başka hiç kimseyle karıştırılamaz. Bu noktada ısrar etmemin nedeni, kimliğini belirtmek için sadece "Arab ım", "Fransızım", "Siyahım", "Sırpım", "Müslümanım", "Yahudiyim" denmesi gerektiği şeklindeki hâlâ son derece yay-gın ve benim g ö z ü m d e son derece sakıncalı d ü ş ü n m e alışkanlı-ğı; çeşitli aidiyetlerini benim yaptığım gibi sıralayan biri, derhal kimliğini bütün renklerin silineceği bulanık bir çorba içinde "eritmek" istemekle suçlanır. Oysa benim söylemeye çalıştığım bunun tam tersi. Bütün insanların eşit o l d u ğ u değil ama her bi-rinin farklı o lduğu. Kuşkusuz bir Sırp bir Hırvat'tan farklıdır, ama her Sırp da bütün öteki Sırpla^dan farklıdır ve her Hırvat da bütün öteki Hırvatla^dan farklıdır. Gene Lübnanlı bir Hıris-tiyan Lübnanlı bir Müslümandan farklıysa, ben birbirinin aynı-sı iki Lübnanlı Hıristiyan tanımıyorum, ne de iki Müslüman,

23

Page 21: Amin maalouf olumcul kimlikler

ayrıca dünyada birbirinin eşi iki Fransız, iki Afrikalı, iki A r a p ya da iki Yahudi de yok. İnsanlar birbirinin yerini tutamaz ve aynı Ruandalı ya da İrlandalı ya da Lübnanlı ya da Cezayirli ya da Bosnalı aile içinde, aynı çevrede yetişen iki kardeş arasında, görünüşte çok küçük ama onları politika, din ya da günlük ya-şam konusunda birbirlerinin kutbuna itecek, birini bir katil, di-ğeriniyse bir diyalog ve uzlaşma insanı yapacak farklılıklara sık rastlanır.

Şu ana kadar söylediklerime pek az insan açıkça karşı çık-mayı düşünecektir. Ama bizler, hepimiz, sanki bu böyle değil-miş gibi davranıyoruz. Kolayına kaçıp birbirinden farklı insan-ları aynı kefeye koyuyoruz, gene kolaylık olsun diye onlara ci-nayetler, toplu eylemler, ortak görüşler yüklüyoruz - "Sırplar katliam yaptı...", "İngilizler yağmaladı...", "Yahudiler el koy-du...", "Siyahlar ateşe verdi...", "Araplar reddediyor..." Filan ya da falan halk hakkında "çalışkan", "becerikli" ya da "tembel", " k u ş k u verici", "sinsi", "kibirli" ya da "inatçı" diyerek d u y g u -suzca yargılarda bulunuyoruz ve bu da kimi zaman kanla sona eriyor.

Bütün çağdaşlarımızdan ifade alışkanlıklarını bugünden yarına değiştirmelerini beklemenin gerçekçi olmayacağını bili-yorum. A m a her birimizin, sözlerinin masum olmadığının, ta-rih boyunca kötü ve ölümcül o lduğu ortaya çıkan önyargıların sürdürülmesinde payı o lduğunun bilincine varması bana önemli görünüyor.

Çünkü başkalarını çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sı-kıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak da gene bizim bakışımız. SPARTACUS

24

Page 22: Amin maalouf olumcul kimlikler

3

Kimlik öyle bir çırpıda verilmez, yaşam boyunca oluşur ve değişir. Pek çok kitapta bunlar söylenmiş ve uzun uzun açık-lanmıştır ama bir kez daha altını çizmenin zararı yok: doğarken içimizde var olan kimlik öğelerimiz pek fazla değil - bazı fizik-sel özellikler, cinsiyet, renk... Hatta orada bile her şey doğuştan gelmiyor. Cinsiyetimizi belirleyen elbette sosyal çevremiz değil ama bu aidiyetin yönünü belirleyen gene de o; Kabil 'de kız doğmakla Oslo'da kız d o ğ m a k aynı anlamı taşımıyor, kadınlık aynı biçimde yaşanmıyor, ne de kimliğin başka hiçbir öğesi...

Renk konusunda da benzer bir göz lemde bulunabiliriz. N e w York'ta, Lagos'ta, Pretoria'da ya da Luanda'da siyah ola-rak d o ğ m a k aynı anlamı taşımaz, kimlik açısından neredeyse aynı rengin söz konusu olmadığı bile söylenebilir. Nijerya 'da doğan bir çocuk için kimliğinin en belirleyici öğesi beyaz değil de s iyah olmak değildir, ama sözgelimi Haoussa deği l Yoruba ol-maktır. Güney Afr ika 'da s iyah ya da beyaz olmak belirleyici bir kimlik öğesi olmayı sürdürmektedir ; ama en azından etnik ai-diyet -Zulu, Xhosa, v b . - de bir anlam taşır. Birleşik Devlet-le r de Yoruba köklerle Haoussa köklerden gelmek arasında hiç-bir fark yoktur; etnik köken daha çok Beyazlar -İtalyanlar, İngi-lizler, İrlandalılar ve diğer ler i- arasında kimliği belirleyici rol oynar. Üstelik Birleşik Devlet lerde, ataları arasında hem Beyaz hem de Siyahlar bulunan bir kişi " s iyah" olarak kabul edilir-ken, Güney Afr ika 'da ya da Angola 'da "melez" olarak kabul edilir.

25

Page 23: Amin maalouf olumcul kimlikler

Melezlik kavramı neden bazı ülkelerde dikkate alınırken, diğerlerinde alınmamıştır? Etnik aidiyet neden bazı toplumlar-da belirleyicidir de, başkalarında değildir? Her d u r u m için şöy-le ya da böyle ikna edici çeşitli örnekler ileri sürülebilirdi. Ama şu aşamada beni ilgilendiren bu değil. Bu örnekleri sadece renk ve cinsiyetin dahi "mutlak" kimlik öğeleri olmadığını vurgula-mak için sıraladım... Çok daha önemli nedenlerle, bütün öteki öğeler daha da göreli.

Kimlik öğeleri arasında gerçekten doğuştan gelenleri tart-mak için son derece aydınlatıcı bir mantık oyunu var: daha do-ğarken çevresinden koparılıp bambaşka bir ortama yerleştirilen bir bebek düşünelim; edinebileceği "kimlikleri", yürüteceği mücadeleleri ve kurtarıldığı zorlukları karşılaştıralım... Ne "kendi " esas dini, ne "kendi" milliyeti, ne de "kendi" diliyle il-gili hiçbir anısının olmayacağını ve kendini, kendi insanları ol-ması gerekenlere karşı canla başla savaşırken bulacağını belirt-meye gerek var mı?

Bir kişinin belli bir gruba ait oluşunu belirleyen şeyin te-melde başkaları olduğu ne kadar doğrudur; onu kendilerinden y a p m a y a çalışan yakınlarının -akrabalar, memleketliler, din-daş lar- etkisi ve onu dışlamak için uğraşan karşı kamptakilerin etkisi. Her birimiz, itildiğimiz, bize yasaklanan ya da tuzaklar kurulan yollar arasından kendine bir yol açmak zorunda; bir-denbire kendimiz olamayız, ne o lduğumuzun "bilincine var-makla" yetinmeyiz, neysek o oluruz; kimliğimizin "bilincine varmakla" yetinmeyiz, onu adım adım kazanırız.

Çıraklık çok erken, daha bebeklikte başlar. İsteyerek ya da istemeden çocuğun ailesi onu biçimlendirir, oluşturur, ailevi inançları, adet ve alışkanlıkları, davranışları, üzerinde uzlaşıl-mış kuralları, elbette anadilini ve daha sonra korkuları, emelle-ri, önyargıları, kinleri ve daha başka aidiyet ve ait olmama duy-gularını ona aşılar.

Gene erkenden sıra, e v d e ya da okulda, ya da yan sokak-tan çıkagelen ilk yaralardadır. Başkaları sözleriyle, bakışlarıyla ona yoksul ya da topal ya da bodur ya da "leylek bacaklı" ya da yanık tenli ya da çok sarışın ya da sünnetli ya da sünnetsiz ya da öksüz olduğunu hissettirir - her kişinin dış çizgilerini be-

26

Page 24: Amin maalouf olumcul kimlikler

lirleyen bu sayılmayacak kadar çok irili ufaklı farklılıklar, çoğu zaman son derece yapıcı olarak ortaya çıkan ama kimi zaman da sonsuza kadar süren yaralara neden olan davranışları, gö-rüşleri, korkuları, emelleri yaraür.

Yaşamın her aşamasında, insanların aidiyetlerine karşı ta-vırları ve bunlar arasındaki hiyerarşiyi belirleyen bu yaralardır. İnsanlar dinleri y ü z ü n d e n eziyet gördüğünde, derilerinin rengi ya da yamalı giysileri veya şivesi yüzünden aşağılandığı ya da alaya alındığında b u n u unutmazlar. Buraya kadar kimliğin çok çeşitli aidiyetlerden o luş tuğu üzerinde ısrarla durdum; ama ay-nı zamanda kimliğin tek o lduğu ve bizim onu bir bütün olarak yaşadığımız olgusu üzerinde ısrar etmek de kaçınılmaz oluyor. Bir insanın kimliği başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklen-meleri demek değildir, kimlik bir "yamalı bohça" değildir, ger-gin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete doku-nulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır.

Zaten çoğu zaman, kendinizi en fazla saldırıya uğrayan ai-diyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir; kimi zaman bu aidi-yeti savunacak gücü kendinizde bulamadığınızda onu gizlersi-niz, bu durumda o sizin içinizin derinliklerinde kalır, gölgeye sinip ödeşme saatini bekler; ama ister sahip çıkılsın ister izlen-sin, ister fazla açık etmeden ya da gürül tüyle ilan edilsin, ken-dinizi özdeşleştirdiğiniz kimlik odur. O zaman söz konusu ai-diyet -renk, din, dil, sınıf...- bütün bir kimliğinizi istila eder. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hissederler, bir-birlerine benzerler, birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler, "karşı taraftakilere" cephe alırlar. On-lar için "kimliğini kabul etmek" zorunlu olarak bir cesaret eyle-mi, kurtarıcı bir eylem haline gelir...

Her yaralı topluluğun içinde doğal olarak önderler belirir. Öfkeli ya da hesapçı bu kişiler, yaralara merhem olan "sonuna kadar gidelim" söylemleriyle ortaya çıkarlar. Bir hak olan say-gıyı karşıdakilerden dilenmemek gerektiğini, ama bunu onlara dayatmak gerektiğini söylerler. Zafer ya da intikam sözü verir, zihinleri ateşler ve zaman zaman, incinmiş kardeşlerinden ba-zılarının için için rüyalarına girmiş olabilecek aşırılıklardan da

27

Page 25: Amin maalouf olumcul kimlikler

yararlanırlar. Artık dekor hazırdır, savaş başlayabilir. Ne olursa olsun, "ötekiler" bunu hak etmişlerdir, çok eski zamanlardan beri "bize çektirdikleri her şeyi" "bizler" bir bir hatırlamakta-yızdır. Bütün cinayetleri, bütün haksızlıkları, bütün aşağılan-maları, bütün korkuları, isimleri, tarihleri, rakamları.

Savaş içindeki bir ülkede, komşu mahalleden gelen bom-bardıman yağmuruna maruz kalmış bir mahallede yaşamış, dı-şarda patlama gürültüleri, içerde her an bir saldırı olacağı ve katledilen aileler hakkında bin bir söylenti, s ığmak haline geti-rilmiş bir bodrumda hamile genç karım ve küçük yaştaki oğ-lumla bir iki gece geçirmiş biri olarak, korkunun herhangi bir insanı cürüme itebileceğini çok iyi bilirim. Eğer benim mahal-lemde işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım yaşanmış olsaydı, ben aynı soğukkanlıl ığı uzun zaman koruya-bilecek miydim? Eğer o sığınakta iki gün geçirmek yerine bir ay geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddede-cek miydim?

Ben bu soruları kendime fazla ısrarla sormamayı tercih edi-yorum. Şansım vardı, çok ağır etkilenmedim, şansım vardı, ai-lemle birlikte sağ salim o cehennemden erkenden çıkabildim, şansım vardı, ellerimi temiz, vicdanımı rahat tutabildim. A m a " şans" diyorum, evet, çünkü eğer Lübnan savaşı başladığında yirmi altı değil de on altı yaşında olsaydım, değer verdiğim bir yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal çevreden, başka bir cemaatten gelseydim, durumlar bambaşka bir şekilde de gelişe-bilirdi...

Her yeni etnik katliamdan sonra, insanların nasıl böyle korkunç şeyler yapma noktasına geldiğini kendi kendimize haklı olarak soruyoruz. Bazı şiddet boşalımları bize anlaşılmaz geliyor, mantıklarını çözemiyoruz. O zaman da katliam çılgınlı-ğından, köklerden gelen, kalıtımsal kan dökme çılgınlığından söz ediyoruz. Bir bakıma, gerçekten de bir çılgınlık var. A m a binlerce, milyonlarca katil varsa, olaylar bir ülkeden ötekine farklı kültürlerin göbeğinde, her dinden inananlar arasında ol-d u ğ u kadar hiç inanmayanlar arasında da kendini gösteriyorsa, artık buna "çılgınlık" demek yetmeyecektir. Rahatça "öldürme çılgınlığı" dediğimiz şey, "kabilelerini" tehdit altında hissettik-

28

Page 26: Amin maalouf olumcul kimlikler

lerinde hemcinslerimizin katliamcılara dönüşme yatkınlığıdır. Korkma ya da güvensizl ik d u y g u s u her zaman akılcı gerekçele-re dayanmaz, abartıldığı hatta paranoyaya dönüş tüğü de olur; ama bir halkın korkmaya başladığı andan itibaren dikkate alın-ması gereken şey, bu tehdidin gerçekliğinden çok korkunun gerçekliğidir.

Şu ya da bu etnik, dini, ulusal ya da başka bir aidiyetin öl-dürmeye eğilimli o lduğunu düşünmüyorum. Varlığını az da ol-sa aşağılanmış ya da tehdit altında hisseden her insan toplulu-ğunun haklı o lduğunu, Cennet'e gitmeyi ve kendi insanlarının hayranlığını hak ettiği inancı içinde en korkunç vahşete sapa-cak katiller üretme eğil iminde o lduğunu saptamak için şu son yıllardaki olayları gözden geçirmek yeter. Hepimizin içinde bir Mr. Hyde var; önemli olan canavarın başını göstermesini kolay-laştıracak koşulların bir araya toplanmasını önlemektir.

Bütün katliamlara evrensel bir açıklama getirmeye, hele hele mucize bir ilaç önermeye kalkışacak değilim. Basitleştirici çözümlere de, basitleştirici kimliklere de inanmam. Dünya bir tornavidayla parçalarına ayrılamayacak karmaşık bir düzenek-tir. Bu bizim gözlem yapmamızı, anlamaya, fikirler üretmeye, tartışmaya, bazen şu ya da bu düşünce tarzını ileri sürmeye ça-lışmamızı engellememeli.

Bu kitabı baştan sona satır aralarında kat eden düşünce şöyle toparlanabilir: eğer her ülkeden, her d u r u m d a , her inanç-ta insanlar bu kadar kolayca kıyıcı katillere dönüşebiliyorsa, her çeşitten bağnaz çıkıp kendisini bu kadar kolayca kimlik sa-vunucusu olarak kabul ettirebiliyorsa, bunun nedeni, kimlik konusunda bütün dünyada hâlâ ağır basan "kabi le" kavramı-nın böyle bir sapmayı desteklemesidir; geçmişteki çatışmalar-dan miras kalan ve içimizden pek çoğunun daha yakından in-celeyecek olsa reddedeceği, ama alışkanlık yüzünden, hayal gücü kıtlığından ya da boyun eğme yüzünden istemeyerek bağlı kalmayı s ü r d ü r d ü ğ ü ve böylece yarın öbür g ü n açıkça sarsılacağımız dramlarda payımızın bulunması sonucunu geti-ren bir kavram.

29

Page 27: Amin maalouf olumcul kimlikler

1

Bu kitabın başından beri "ölümcül" kimliklerden söz edi-yorum - bu tanım benim kınadığım, yani kimliği tek bir aidiye-te indirgeyen kavramın insanları taraf tutucu, katı, hoşgörüsüz, baskıcı, kimi zaman kendini yok edici bir tavra yerleştirmesi ve onları çoğu zaman katillere ya da katillerin yandaşlarına dö-nüştürmesi oranında bana yanlış gibi gelmiyor. Bunların dünya görüşleri çarpık ve terstir. Aynı topluluğa ait olanlar "bizimki-ler" olur, yazgılarına arka çıkmak istenir, ama onlara karşı za-limce davranmaktan da kaçınılmaz; "ılımlı" görülürlerse kına-nır, yıldırılır, "hain" ya da "döneklikle" suçlanırlar. Ötekilere gelince, karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine koymaya çalışmayız, şu ya da bu sorunla ilgili olarak tamamen haksız olamayacaklarını kendimize sormaya hiç gelemeyiz, on-ların şikayetleri, çektikleri acılar, kurbanı oldukları haksızlıklar karşısında yumuşamaktan kaçınırız. Sadece, çoğu zaman top-luluğun en militan, en laf ebesi, en aşırı kesiminin bakış açısı olan "bizimkiler"in bakış açısı önemlidir.

Tersine, kimliğin, bazısı etnik bir tarihe bağlı, bazısı değil, bazısı dini bir geleneğe bağlı, bazısı değil, çok sayıda aidiyetten oluştuğunun kavrandığı an, insan kendi içinde, kendi kökenle-rinde, izlediği yolda, farklı mecralar, farklı katkılar, farklı me-lezlikler, ince ve birbiriyle çelişen farklı etkiler görmeye başla-dığı an, tıpkı kendi "kabilesi"yle o lduğu gibi başkalarıyla da farklı bir ilişki kurulur. Artık sadece "biz" ve "s iz" yoktur - bir sonraki karşılaşmaya, bir sonraki ödeşmeye hazırlanan savaş

30

Page 28: Amin maalouf olumcul kimlikler

düzeninde iki ordu. Artık, "bizim" tarafta, sonuçta pek az ortak şeyimiz olan insanlarla, "onların" tarafında kendimi son derece yakın hissedebileceğim insanlar olacaktır.

A m a daha önceki tavra geri dönersek, bunun insanları na-sıl en kötü aşırılıklara sürükleyebileceği hayal edilebilir: eğer "ötekilerin" kendi budunları, dinleri ya da ulusları için bir teh-dit oluşturdukları d u y g u s u n a kapılmışlarsa, bu tehdidi savuş-turmak için yapabilecekleri her şey onlara son derece meşru görünecektir: katliamlara girişme noktasına geldiklerinde dahi, orada söz konusu olanın kendi halklarının yaşamını kurtarmak için zorunlu bir önlem olduğuna inanacaklardır. Etraflarında toplanan herkes de bu d u y g u y u paylaştığından, çoğu zaman katliamcıların vicdanı rahattır ve kendilerine cani denildiğini işittiklerinde şaşırırlar. Cani olamayacaklarına yemin ederler, çünkü onlar sadece yaşlı analarını, kız ve erkek kardeşlerini ve çocuklarını korumaya çalışmışlardır.

Kendi insanlarının hayatta kalması için ey lemde bulunma, onların dualarıyla ileri atılma, hemen değilse bile, en azından uzun erimde meşru savunma d u r u m u n d a olma d u y g u s u , son yıllarda Ruanda'dan eski Yugos lavya 'ya kadar yeryüzünün farklı köşelerinde en iğrenç cinayetleri işleyenlerin ortak bir özelliğidir.

Söz konusu olan birkaç münferit olay değildir, dünya bugün dahi eziyet çeken ya da eski çilelerin anısını içinde saklayan ve intikam anını düşleyen yaralı toplumlarla doludur. Onların çek-tiklerine duyarsız kalamayız, ama onların kendi dillerini özgürce konuşma, dini vecibelerini korkusuzca yerine getirme ya da ge-leneklerini koruma arzularını paylaşabiliriz. A m a zaman zaman acıyı paylaşma noktasından aşırı hoşgörüye kaydığımız da olur. Sömürgeciliğin hoyratlığından, ırkçılıktan, yabancı düşmanlığın-dan çekmiş olanların kendi milliyetçi hoyratlıklarının, kendi ırk-çılıklarının ve kendi yabancı düşmanlıklarının aşırılıklarını ba-ğışlıyoruz, hatta bu yüzden en azından oluk oluk kan akmadık-ça, kurbanlarının kaderleriyle hiç ilgilenmiyoruz.

Çünkü meşru kimlik d ı şavurumunun nerede duracağı ve ötekilerin hakkını çiğnemenin nerede başlayacağı asla biline-mez! Az önce "kimlik" sözcüğünün bir "sahte dost" o lduğunu

31

Page 29: Amin maalouf olumcul kimlikler

söylememiş miydim? Meşru bir eğilimi yansıtmakla başlar ve bir savaş aleti haline gelir. Bir anlamdan diğerine kayış hiç fark edilmez, doğal gibidir ve bizler, hepimiz zaman zaman kendi-mizi buna kaptırırız. Bir haksızlığı kınarız, zulüm gören bir hal-kın haklarını savunuruz ve ertesi gün kendimizi bir katliamın suç ortakları olarak buluruz.

Son yıllarda meydana gelen bütün katliamlarla kanlı çatış-maların çoğu, karmaşık ve çok eski kimlik "dosyalar ı"y la bağ-lantılıdır; bazen kurbanlar umutsuzca her zaman hep aynı ta-raftır; bazen de ilişkiler tersine döner, dünün cellatları kurban haline gelir ve kurbanlar cellada dönüşür. Şunu söylemek ge-rek, bu sözcükler bile ancak dış gözlemciler için bir anlam taşı-maktadır; bu kimlik çatışmalarına doğrudan taraf olanlar için, acı çekenler için, korkuyu yaşayanlar için sadece "bizler" ve "onlar", hakaret ve ödeşme vardır, başka bir şey değil ! "Bizler" zorunlu olarak ve kesinlikle masum kurbanlarızdır, "onlarsa" zorunlu olarak suçludurlar, şimdi ne çekerlerse çeksinler, eski-den beri hep onlar suçludurlar.

Bakışlarımız, demek istediğim dış gözlemcilerin bakışları, bu ahlaksız oyuna karıştığında, falanca toplumu kuzu, filanca-yı da kurt rolüne oturt tuğumuzda bilmeden yaptığımız şey, bir tarafın cinayetlerinin cezasız kalmasına peşinen onay vermek-tir. Son yıllardaki çatışmalarda bazı grupların, uluslararası ka-m u o y u n u n anında düşmanlarını suçlayacağını bildiklerinden, kendi halklarına karşı ş iddete giriştikleri bile görülmüştür.

Bu acıyı paylaşma biçimine aynı derecede talihsiz bir baş-kası eklenir. Her yeni kimlik katliamında, tarihin başından beri hep böyle o lduğunu ve bu işlerin değişeceğini umut etmenin hayalcilik ve saflık olacağını ilan etmekten geri kalmayan ezeli kuşkucularınki. Etnik kıyımlar bazen bilinçli ya da bilinçsiz, el-bette üzüntü verici ama anlaşılabilir ve "insan doğasının özün-de var o lduğundan" ne olursa olsun kaçmılamaz olan toplu tutku suçları gibi ele alınır...

Bu bırakmız-öldürsünler tavrı daha önce de çok zararlı so-nuçlara yol açmıştır ve savladığı gerçekçilik bana haksız geli-yor. Günümüzde "kabilesel" kimlik kavramının bütün dünya-

32

Page 30: Amin maalouf olumcul kimlikler

da, üstelik sadece bağnazlar arasında da değil, hâlâ ağır basma-sı ne yazık ki gerçeğin ta kendisidir. Ama, erkeğin "doğal açı-d a n " kadına üstünlüğü, ırklar arasındaki hiyerarşi, hatta günü-m ü z e daha yakın olarak Apartheid ve çeşitli ayrımcılıklar gibi b u g ü n artık kabul edilmez olan pek çok kavram yüzyıl lardır ağır basmaktaydı. İşkence de uzun zaman hukukun uygulama alanı içinde "normal" kabul edilmiş ve kölelik geçmişteki bü-y ü k zekaların sorgulamaktan özenle kaçındıkları, hayatın bir gerçeği olarak görülmüşü.

Daha sonra yeni düşünceler yavaş yavaş kendini dayatmayı başardı: her insanın tanımlanması ve saygı gösterilmesi gereken hakları olduğu düşüncesi, kadınların da erkeklerle aynı haklara sahip olması gerektiği düşüncesi, doğanın da korunmaya hakkı o lduğu düşüncesi, bütün insanlar için, gitgide daha fazla alanda -çevre, barış, uluslararası ilişkiler, büyük afetlere karşı ortak sa-v a ş - ortak çıkarlara sahip olunduğu düşüncesi; temel insan hak-larına saygı gösterilmediği durumlarda ülkelerin içişlerine karı-şılabileceği, hatta karışılması gerektiği düşüncesi...

Bu demektir ki, tarih boyunca ağır basan düşünceler ille de gelecek onyıllarda da ağır basacak düşünceler olmayacaktır. Ye-ni gerçeklikler ortaya çıkmaya başladığında tavırlarımızı, alış-kanlıklarımızı yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var; kimi zaman, bu gerçeklikler çok hızlı ortaya çıktığında, aklımız karı-şır ve biz kendimizi yangına körükle giderken buluruz.

Küreselleşme çağında, hepimizin etrafını kuşatan bu sürat-li, baş döndürücü kaynaşmayla birlikte yeni bir kimlik kavramı kendini dayatıyor - acilen! Ne yapacağını bilemez haldeki mil-yarlarca insana kimliklerinin aşırı vurgulanması ile her türlü kimliğin kaybı, bütünleşme ile ayrışma arasında bir seçimi da-yatmakla yetinemeyiz. Oysa bu alanda hâlâ geçerli olan kavra-mın içerdiği budur. Eğer çağdaşlarımız çoğul kimliklerini be-nimsemeye yüreklendirilmezse, kimlik ihtiyaçlarını farklı kül-türlere samimi ve komplekslerden arınmış bir açılmayla uzlaş-tıramazlarsa, kendilerini kendini yadsımayla ötekini yadsıma arasında seçim yapmak zorunda hissederlerse, bizler kan dö-kücü çılgınlardan oluşan ordular, yolunu kaybetmişlerden olu-şan ordular kurmak durumunda olacağız.

33

Page 31: Amin maalouf olumcul kimlikler

A m a kitabın en başında verdiğim bazı örneklere biraz dön-mek istiyorum: Sırp bir anneyle Hırvat bir babadan olan bir adam, çifte aidiyetini içine sindirmeyi başarabilirse, bundan böyle hiçbir etnik katliama, hiçbir "temizlik" harekatına katıl-mayacaktır; Hutu bir anneyle Tutsi babadan olma bir adam, onu dünyaya getiren bu iki "kolu" özümseyebilirse, asla bir katliamcı ya da soykırımcı olmayacaktır; daha yukarda sözünü ettiğim Cezayirli Fransız genç de, Türk-Alman genç de karma kimliklerini huzur içinde yaşamayı başarabilseler asla fanatik-lerden yana olmayacaklardır.

Burada da, söz konusu örneklerde sadece uç durumlar gör-mek haksızlık olurdu. Bugün birbirlerinden din, renk, dil, bu-dun ya da milliyetleri bakımından farklı olan insan toplulukla-rının yan yana yaşadığı her yerde, -göçmenlerle yerli halk, be-yazlarla siyahlar, KatolikleıTe Protestanlar, Yahudilerle Araplar, Hindula^la Sihler, Litvanyalı laı la Ruslar, Sırplarla Arnavutlar, Yunanlı lar la Türkler, İngilizce konuşanlarla Quebecliler, Fla-manlar la YVallonlar, Çinlilerle Malaylar arasında...-, eski ya da yeni, az ya da çok şiddetli gerilimlerin yaşandığı her yerde, evet her yerde, bölünmüş her toplumda, içlerinde birbirleriyle çelişen aidiyetler taşıyan, birbirine karşı iki toplum arasındaki sınırda yaşayan belli sayıda kadın ve erkekler, bir bakıma içle-rinden etnik, dinsel ya da başka bir kırılma çizgisinin geçtiği in-sanlar bulunuyor.

Karşımızdakiler bir avuç marjinal değil, sayılan binleri, mil-yonları buluyor ve hiç durmadan da artmakta. Doğuştan ya da yaşam çizgilerindeki rastlantıların sürüklemesiyle, hatta özgür iradeleriyle "sınırda yaşayan" bu insanlar, olaylara ağırlıklarını koyabilir ve terazinin kefesini şu ya da bu yana çevirebilirler. Aralarında çeşitliliklerini doyasıya yaşayanlar, farklı toplumlar, farklı kültürler arasında köprü görevini üstlenecekler ve içinde yaşadıkları toplumda bir çeşit "çimento" rolü oynayacaklardır. Buna karşılık, kendi çeşitliliklerini özümseyemeyenler, unuttur-mak istedikleri kendi benlik parçalarını temsil edenlere saldıra-rak, kimi zaman en azılı kimlik katilleri durumuna düşeceklerdir. Tarih boyunca pek çok örneğini gördüğümüz bir "öznefret"...

34

Page 32: Amin maalouf olumcul kimlikler

Kuşkusuz sözlerim bir göçmenin, bir azınlık mensubunun sözleri. Ama bana göre, çağdaşlarımız tarafından gitgide daha çok paylaşılan bir duyarlılığı yansıtıyor. Çağımızın en ağır ba-san özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hali-ne getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı toprak-lara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepi-miz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorun-dayız; hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz.

Birçokları d o ğ d u ğ u toprakları terk etti, daha başkaları terk etmese de, onu tanıyamaz hale geldi. Kuşkusuz bu kısmen, do-ğal olarak geçmişe özleme eğilimli olan insan ruhunun hiç ek-silmeyen bir özelliğinden kaynaklanıyor; ama aynı zamanda, eskiden sayısız kuşakların geçmesi gereken şeyleri bize otuz yılda yaşatan hızlı evrimleşmenin de rolü var.

Bu yüzden, göçmen statüsü sadece d o ğ u p büyüdükler i yerden koparılan insanlar kategorisiyle sınırlı değildir, bir ör-nek değeri kazanmıştır. "Kabilesel" kimlik kavramının ilk kur-banı onlardır. Eğer geçerli tek bir kimlik söz konusuysa, mutla-ka bir seçim yapması gerekiyorsa, göçmen kendini parçalan-mış, bölünmüş, ya d o ğ d u ğ u ülkeye ya da onu kabul eden ülke-ye ihanete mahkûm bir halde bulur, kaçınılmaz olarak bir bu-ruklukla, öfkeyle yaşayacağı bir ihanet.

İnsan sığınmacı olmadan önce göçmen olur; bir ülkeye gel-meden önce başka bir ülkeyi terk etmek zorunda kalmışsınızdır

35

Page 33: Amin maalouf olumcul kimlikler

ve bir insanın terk ettiği y u r d u n a karşı olan duygular ı asla ba-site alınamaz. Gidilmişse, reddettiğiniz şeyler -baskı, can gü-venliği yokluğu, yoksulluk, gelecek endişesi- o lduğu içindir. A m a bu reddediş sıklıkla bir suçluluk duygusuy la atbaşı gider. Terk ettiğiniz için kendinizi suçladığınız yakınlarınız, içinde b ü y ü d ü ğ ü n ü z bir ev, nice nice hoş anı vardır. Dil ya da din, müzik, sürgün dostları, kutlamalar, mutfak gibi hiç kopmayan bağlar da vardır.

Bunun yanı sıra, sizi kabul eden ülkeye karşı olan duygula-rınız da bundan daha az karışık sayılmaz. Oraya gelmenizin nedeni, orada kendiniz ve yakınlarınız için daha iyi bir hayat umut ettiğiniz içindir; ama bu beklentiye -güçler dengesinin aleyhte olmasını da düşünürseniz- bilinmeyen karşısındaki korku da eklenir; reddedilmekten, hor görülmekten korkulur, küçümseme, alay ya da merhamet i fade eden her davranışa karşı tetiktesinizdir.

İlk tepki farklılığı açık etmemek, göze batmamak olur. Göç-menlerin pek çoğunun gizli rüyası kendilerini o ülkenin evladı olarak kabul edilmektir. En baştaki eğilimleri ev sahiplerini tak-lit etmek olur ve zaman zaman b u n u başarırlar da. Çoğu za-mansa başaramazlar. Aksanları bozuktur, renk tonları u y g u n değildir, gerekli isim, soyadı ve belgelere de sahip değillerdir, taktikleri çok çabuk boşa çıkar. Birçokları bunun denemeye bile değmeyeceğini bilirler ve böylece gurur lan, meydan okuma is-tekleri yüzünden kendilerini olduklarından daha farklı göste-rirler. Hatta bazıları -hatır latmak gerekir mi?- daha da ileri gi-der, buruklukları şiddetli tepkilere dönüşür.

Göçmenin ruh halleri üzerinde böyle uzun boylu durma-mın nedeni, sadece kişisel olarak bu ikilemin bana yabancı ol-mamasından değil. Aynı zamanda, bu alandaki kimlik gerilim-lerinin başka alanlarda o lduğundan çok daha ölümcül sapma-lara yol açabilmesinden.

Bugün yerel kültürün taşıyıcısı yerleşik bir halkla, daha ya-kın tarihlerde gelmiş farklı geleneklerin taşıyıcısı bir başka hal-kın yan yana yaşadığı çok sayıda ülkede, her iki tarafın davra-nışları, sosyal atmosfer, politik tartışmalar üzerinde ağırlığını

36

Page 34: Amin maalouf olumcul kimlikler

hissettiren gerginlikler baş göstermektedir. Bunun için, bu son derece ateşli sorunlara s a ğ d u y u ve serinkanlılıkla yaklaşmak kaçınılmaz olmuştur.

S a ğ d u y u bıçak sırtı bir yoldur, iki uçurum arasındaki, iki uç kavram arasındaki dar geçittir. Göçmenlik konusunda, bu uç kavramlardan ilki, sizi kabul eden ülkeyi herkesin canının istediği gibi yazıp çizeceği boş bir sayfa, daha da kötüsü, herke-sin hareket ve alışkanlıklarında hiçbir değişiklik yapmadan, si-lahı ve pılı pırtısıyla gel ip yerleşeceği boş bir arazi gibi gören-dir. Öteki uç kavramsa, gelinen ülkeyi çoktan yazıl ıp basılmış bir kağıt, yasaları, değerleri, inançları, kültürel ve insani özel-likleri bir kereliğine sonsuza kadar sabitlendiğinden, göçmenle-rin buna uymaktan başka çareleri olmadığı bir toprak gibi gö-ren kavramdır.

İki kavram da bana gerçekdışı, kısır ve zararlı geliyor. On-ları karikatürleştirerek mi gösterdim acaba? Ne yazık ki, böyle o lduğunu sanmıyorum. Kaldı ki, böyle yapmış o l d u ğ u m u var-saysak bile karikatür çizmek yararsız değildir, karikatürler, en uç sonuçlarına kadar götürülmesi halinde, herkesin kendi ko-numunun saçmalığını ölçmesine izin verir; bazıları direnmekte devam edeceklerdir ama s a ğ d u y u sahibi insanlar geldikleri ül-kenin ne bomboş bir sayfa, ne de sonuna gelinmiş bir sayfa ol-madığını, yazı lmaya d e v a m etmekte olan bir sayfa o lduğunu bilerek, açık bir anlaşma zeminine doğru ilerleyeceklerdir.

Tarihine saygı gösterilmeli -tarih derken bunu tarihe tut-kun biri olarak söylüyorum, bu kavram benim için ne boş bir özlemle, ne de geçmişe hayranlıkla özdeş, tam tersine yüzyıl lar boyunca bellek, simgeler, kurumlar, dil, sanat eserleri adına ya-ratılan her şeyi, meşru olarak bağlanabileceğiniz her şeyi içine alıyor. Bu arada herkes bir ülkenin geleceğinin tarihinin basit bir uzantısı olamayacağını kabul edecektir- hangi halk olursa olsun, geleceğinden çok tarihine hayranlık duyması üzücü bile sayılabilir; geçmişin parlak çağlarında o lduğu gibi, belli bir sü-reklilik ruhu içinde ama köklü dönüşümlerle ve anlamlı dış katkılarla oluşturulacak bir gelecek.

Uzlaşma sağlanabilecek açık gerçekleri sıralamaktan başka bir şey yapmamış olabilir miyim? Belki. Ama madem ki gergin-

37

Page 35: Amin maalouf olumcul kimlikler

likler hâlâ var ve gitgide daha vahim hale geliyor, b u n u n anla-mı, bu gerçeklerin ne yeterince açık olduğu, ne de içtenlikle ka-bullenildiğidir. Benim bu sislerin arasından ortaya çıkarmaya çalıştığım şey bir uzlaşma değil, bir hal ve gidiş kodu ya da en azından birileri ve diğerleri için bir parmaklık.

Israr ediyorum, birileri ve diğerleri için. Benim yaklaşı-mımda sürekli olarak bir karşılıklılık talebi var - bu aynı za-manda adalet ve sonuca götürebilme kaygısı. İşte bu yaklaşım içinde önce "birilerine" şöyle demek isterdim: "Geldiğiniz ül-kenin kültürüyle ne kadar yakmlaşırsanız, kendi kül türünüzü de ona o kadar yakınlaştırırsınız."; sonra da "diğerlerine" şun-ları söylerdim: "Bir göçmen kendi kültürünün saygı gördüğü-nü ne kadar hissederse, geldiği ülke kültürüne de o kadar açıla-caktır."

Bir taburenin ayakları gibi hiç ayrı lmadan birbirlerine "tu-tundukları" için, aynı esinle k u r d u ğ u m iki "denklem". Ya da, daha kaba bir söyleyişle bir sözleşmenin art arda sıralanan hü-kümleri gibi. Çünkü gerçekten söz konusu olan tam da bu, öğe-leri her maddede belirtilmeyi hak edecek ahlaki bir sözleşme: gelinen ülkenin kül türünde herkesin katılması istenen asgari paket neleri kapsıyor ve neler meşru olarak tartışılabilir ya da reddedilebilir? Göçmenlerin geldiği ülkelerin kültürü için de aynı soru geçerli: bu kültürün hangi bileşenleri değerli bir çeyiz gibi, yeni gelinen ülkeye taşınmaya değer ve hangileri -hangi alışkanlıklar? hangi uygulamalar?- "vest iyerde" bırakılmalı-dır?

Verilebilecek farklı yanıtlar asla tamamen tatmin edici ola-masa bile, bu soruların sorulması ve herkesin her d u r u m üze-rinde sırasıyla düşünmesi gerekir. Fransa'da yaşayan ben, bu-rada yaşamak isteyenlerin bu ülkenin mirası içinde bağlanma-ları gereken her şeyi saymaya kalkışmayacağım; ister cumhuri-yetin ilkelerinden biri, bir y a ş a m biçiminin veçhesi, ister önemli bir kişi ya da simge değeri taşıyan bir yer olsun, sıralayacağım her öğe, evet istisnasız her öğe, meşru olarak tartışılabilir; ama bundan her şeyin toptan reddedilebileceği sonucunu çıkartmak yanlış olur. Bir gerçekliğin belirsiz, kavranamaz ve istikrarsız olması onun var olmadığı anlamına gelmez.

38

Page 36: Amin maalouf olumcul kimlikler

Burada da anahtar sözcük karşılıklılıktır: eğer ben benim-sediğim ülkeme katılıyorsam, onu kendi ülkemmiş gibi görü-yorsam, artık onun benim bir parçam olduğuna, benim de onun bir parçası o lduğuma inanıyorsam ve buna u y g u n davra-nıyorsam, o zaman benim onun her veçhesini eleştirmeye hak-kım var demektir; buna koşut olarak, eğer bu ülke bana saygı duyuyorsa , benim katkımı kabul ediyorsa, beni farklılıklarımla birlikte artık kendinden biri olarak görüyorsa, o zaman benim kül türümün onun yaşam biçimiyle ya da kurumlarının ruhuyla bağdaşmayacak bazı veçhelerini reddetme hakkına da sahiptir.

Ötekini eleştirme hakkı kazanılır, hak edilir. Birine karşı düşmanlık ya da küçümseme sergilediğinizde, dile getirilen haklı ya da haksız en küçük gözlem, onu sertleşmeye, içine ka-panmaya itecek bir saldırı olarak değerlendirilecek ve yanlışla-rını düzel tmeye güçlükle yöneltecektir; tersine, birine sadece görünüşte değil ama içten ve karşı taraftan da öyle algılanacak bir dostluk, sempati ve saygı gösterdiğinizde, onun eleştirilebi-lir g ö r d ü ğ ü n ü z yanlarını eleştirmeye hak kazanırken, sizi din-lemesi için de biraz şansınız olabilir.

Acaba bunları söylerken, aklımda bazı ülkelerde "İslami başör tüsü"nün etrafında başlatılan tartışmalar gibi tartışmalar mı var? Söylemimin özü bu değil. Gene de, göçmenlerle ilişki-lerin farklı bir yaklaşımla ele alınması halinde bu tür sorunların daha kolay çözüleceğine inanıyorum... Dilinizin küçümsendiği-ni, dininizle alay edildiğini, kül türünüzün aşağılandığını hisse-derseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergile-yerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı d u y u l d u ğ u n u hissetti-ğinizde, yaşamayı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz o lduğunu his-settiğinizde daha farklı davranırsınız.

Kararlı olarak ötekine gitmek için başınız dik ve kollarınız açık olmalıdır, ancak başınız dikse kollarınız açık olabilir. Attı-ğınız her adımda kendi insanlarınıza ihanet ve kendinizi inkar ettiğiniz hissine kapılırsanız, ötekine doğru ilerleyişiniz aksar; dilini incelediğim benimkine saygı göstermezse, onun dilini konuşmak bir açılma jesti olmaktan çıkar, bir bağlılık ve boyun eğme eylemine dönüşür.

39

Page 37: Amin maalouf olumcul kimlikler

A m a bir an için yukarda sözü edilen "başörtüsü" konusu-na dönersek, ben burada geçmişe özenen ve gerici bir tutumun söz konusu olduğundan k u ş k u duymuyorum. İnandığım şey-lerin ışığında ve Müslüman-Arap dünyasının tarihindeki farklı dönemleri ve kadınlarının açılımları uğrunda verdikleri uzun mücadeleyi hatırlatarak olaylara neden böyle baktığımı uzun uzun anlatabilirdim. Bu gereksiz olurdu, asıl sorun orada değil. Asıl sorun eskiye bağlılıkla modernlik arasında bir çatışmayla karşı karşıya olup olmadığımızı bilmek değil, ama halkların ta-rihinde modernliğin neden kimi zaman reddedildiğini, neden her zaman bir ilerleme, yararlı "bir evrim gibi görülmediğini bil-mek.

Kimlik üzerinde düşünürken, bu sorgulamalar b u g ü n her zamankinden daha temel nitelikte. Üstelik Arap dünyası örneği bu bakımdan en zengin ipuçlarıyla dolu. SPARTACUS

40

Page 38: Amin maalouf olumcul kimlikler

II

Modernlik Öteki'nden gelince

SPARTACUS

Page 39: Amin maalouf olumcul kimlikler

1

A r a p dünyasının büyülediği , çektiği, endişelendirdiği, dehşete sürüklediği ya da kuşkulandırdığ ı herkes zaman za-man kendi kendine birtakım sorular sormaktan geri duramaz.

Bu örtüler, bu çarşaflar, o iç kapayıcı sakallar, bu ölüme çağrı neden? Bunca eskiye bağlılık, şiddet gösterisi neden? Bü-tün bunlar o toplumların, onların kültürlerinin, dinlerinin özünde mi var? İslamiyet özgürlükle, demokrasiyle, insan ve kadın haklarıyla, modernlikle bağdaşabi l ir mi?

Bu soruların sorulması normal ve bunlara çoğu zaman ve-rilen kolaycı yanıtlardan daha fazlasını hak ediyorlar. Her iki taraftan da -görüleceği üzere, sevdiğ im bir d e y i m - demek zo-rundayım. Evet, her iki taraftan da. Dün o l d u ğ u gibi b u g ü n de İslamiyete karşı aynı eski önyargıları tekrarlayıp duranları, her ö fke uyandıran olayda, kendilerini bazı halkların ve onların dinlerinin doğası üzerine ahkam kesmeye yetkili görenlere ka-tılamam. Bu arada, kılını k ı rpmadan olan bitenlerin üzücü bir yanlış anlamadan kaynaklandığını ve dinin hoşgörüden ibaret o l d u ğ u n u tekrarlayıp duranların hararetli savunmalar ı karşı-sında kendimi rahat hissedemiyorum; gerekçeleri onları aklıyor ve ben onları nefret saçanlarla aynı kefeye k o y m u y o r u m ama söylemleri beni tatmin etmiyor.

Kınanması gereken bir eylem, hangisi olursa olsun bir doktrin adına işlendiğinde, bu doktrin hiç suçlu sayılmıyor; bu eyleme tamamen yabancı olarak görülemese bile. Mesela, ben Afganis tan 'daki Taliban'm İslamiyetle hiçbir ilgisi olmadığını,

43

Page 40: Amin maalouf olumcul kimlikler

Pol Pot'un Marksizmle hiçbir ilgisi olmadığım, Pinochet rejimi-nin Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi olmadığını hangi hakla ileri sü-rebilirim? Bir gözlemci olarak, bu durumlardan her birinde ilgi-li doktrinin tek değil, en yayg ın biçimiyle de değil, ama elin ter-siyle, öfkeyle reddedilemeyecek olası bir kullanımının söz ko-nusu olduğunu teslim etmek zorundayım... İşler aniden rayın-dan çıktığında bunun kaçınılmaz o lduğunu açıklamak biraz fazla kolaycılık oluyor; bunun asla olmaması gerektiğini ve ta-mamen bir kaza olduğunu ispatlamak istemenin tamamen saç-ma olması gibi. Eğer olmuşsa, olması için belli bir olasılık var o lduğu için olmuştur.

Kendini bir inanç sisteminin içine yerleştiren biri için, doktrinin filanca y o r u m u n u değil de falanca y o r u m u n u benim-sediğini söylemek tamamen meşrudur. İnançlı bir Müslüman Taliban'ın davranışının, imanının ruhuna ve anlamına u y d u ğ u -nu ya da uymadığını düşünebilir. Müslüman olmayan ve zaten kendisini tereddütsüz her türlü inanç sisteminin dışına yerleşti-ren ben, kendimi İslamiyete u y g u n olanla olmayanı ayırt etme-ye asla yetkili görmüyorum. Tabii ki, dileklerim, tercihlerim, bakış açım var. Hatta sürekli olarak içimden, şu ya da bu aşırı davranışın -bombalar koymak, müziği yasaklamak ya da kızla-rın sünnetini yasaya b a ğ l a m a k - benim İslama bakışımla bağ-daşmadığını söylemek geliyor. A m a benim İslama bakışımın hiçbir önemi yok. Hatta ben en sofusundan, derin bilgi sahibi bir şeriat uleması bile olsaydım, benim görüşümle hiçbir çatış-ma son bulmazdı.

İstenildiği kadar kutsal kitaplara dalınsın, meallere bakıl-sın, gerekçeler toplansın, daima farklı, birbiriyle çelişen yorum-lar olacaktır. Aynı kitaplara dayanarak köleliği içinize sindirebi-lir ya da mahkûm edebilir, ikonaları yüceltebilir ya da ateşe atabilirsiniz, şarabı haram kılabilir ya da hoş görebilir, demok-rasiyi ya da din devletini savunabilirsiniz; bütün insan toplu-lukları yüzyılların akışı içinde şimdiki uygulamalarını doğru göstermişe benzeyen kutsal ayetler bu lup çıkarmayı bilmişler-dir. İncil'i benimseyen Hıristiyan ve Yahudi toplumlarının, "as-la öldürmeyeceksin"in idam cezalarına da uygulanabileceğini söylemeye başlamaları için iki ya da üç bin yıl geçmesi gerek-

44

Page 41: Amin maalouf olumcul kimlikler

miştir; y ü z yıl sonra bize her şeyin kendiliğinden geliştiği söy-lenecektir. Metin değişmiyor, değişen bizim bakışımız. Ama bu metin dünyadaki gerçeklikler üzerinde ancak bizim bakışımız aracılığıyla etkili olabiliyor. Bu bakış her çağda bazı cümleler üzerinde duruyor ve diğerlerini görmeden atlıyor.

Bu nedenle, Hıristiyanlığın, İslamm ya da Marksizmin "gerçekte ne dediği" üzerinde kendini sorgulamak bana yarar-sız görünüyor. Eğer sadece önceden beri içte barındırılan olum-lu ya da olumsuz önyargıların doğrulanması değil de, cevaplar aranıyorsa, doktrinin özüne değil, onu benimseyenlerin tarih boyunca sergiledikleri davranışlarına eğilmek gerekir.

Hıristiyanlık özünde hoşgörülü, özgürlüklere saygılı, de-mokrasiye yatkın mıdır? Soruyu bu şekilde ortaya koyarsak, "hayır" demek zorunda kalırız. Çünkü, son yirmi yüzyı l bo-yunca din adına bol bol işkence yapıldığını, z u l ü m uygulandı-ğını ve katliamlara girişildiğini, inananların ezici çoğunluğu-nun siyah köle ticaretini, kadınların ezilmesini, en kötü dikta-törlükleri ve Engizisyon'u içlerine sindirdiklerini görmek için birkaç tarih kitabı karıştırmak yeter. Bu, Hıristiyanlığın özünde despot, ırkçı, gerici ve hoşgörüsüz o lduğu anlamına mı gel-mektedir? Hiç de değil, bugün Hıristiyanlığın i fade özgürlüğü, insan hakları ve demokrasiyle iyi geçindiğini görmek için etra-fınıza bakmak yeter. Bundan Hıristiyanlığın özünün değiştiği sonucunu mu çıkarmak gerekir? Ya da onu harekete geçiren "demokrasi r u h u n u n " on dokuz yüzyıl saklanıp, y ü z ü n ü ancak XX. Yüzyılın ortalarında gösterdiğini?

Eğer anlamak istiyorsanız, sorulan elbette başka türlü sor-manız gerekecektir: Hıristiyan dünyasında demokrasi sürekli bir talep miydi? Yanıt açıkça "hayır"dır. A m a demokrasi gene de bir Hıristiyan geleneğinden gelen toplumlarda mı yerleşe-bildi? Burada yanıt açıkça "evet" tir. Bu evrim ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleşti? Bu soruya -benzer bir formülle İslamiyetle ilgili olarak da sormaya hakkımız olan- verilecek yanıt önceki-lere verilen yanıtlar kadar kısa olamaz, ama mantıklı bir biçim-de yanıt vermeye çalışabileceğiniz sorulardan biridir bu; bura-da özgürlüklere saygılı bir toplumun kuruluşunun derece dere-

45

Page 42: Amin maalouf olumcul kimlikler

ce ve eksik olarak ilerleyen ve tarihin bütünlüğü içinde ele alın-dığında son derece geç kalmış bir süreç olduğunu; bu evrimi kabullenseler de, kiliselerin hareketi başlatmaktan çok, genelde az ya da çok sesiz kalarak hareketin gerisinden geldiğini; çoğu zaman özgürlük atılımının dini düşünce çerçevesi dışında yer alan kişilerden geldiğini söylemekle yetineceğim.

Son sözlerim içlerinde dine bağlılık taşımayanların hoşuna gitmiş olabilir. Bununla birlikte kendimi, onlara XX. Yüzyı l 'da despotizm, işkence, her türlü özgür lüğün ve her türlü insan onurunun çiğnenmesi alanındaki en korkunç felaketlerin dini bağnazlıklara değil ama dini mahvetmek iddiasıyla ortaya çı-kan -Stalinciliğin d u r u m u - ya da ona sırtını dönen -Nazil iğin ve daha başka milliyetçi doktrinlerin d u r u m u - bambaşka bağ-nazlıklara bağlanabileceğini hatırlatmak zorunda hissediyo-rum... 1970'lerden itibaren dini bağnazlığın, tabiri caizse, deh-şet açığını kapatmak için lokmaları ikişer ikişer atıştırdığı doğ-rudur; ama u m d u ğ u n u bulmaktan çok uzaktır.

XX. Yüzyıl bize hiçbir doktrinin mutlaka kendiliğinden öz-gürlükçü olamayacağını, hepsinin, komünizmin, liberalizmin, milliyetçiliğin, b ü y ü k dinlerden her birinin, hatta laikliğin kontrolden çıkabileceğini, hepsinin yozlaşabileceğini, hepsinin elinin kana bulaştığını öğretmiş olacak. Hiç k imse fanatizmin tekeline sahip değil ve tam tersine hiç kimse de insanlığın teke-line sahip olamaz.

Bu son derece nazik sorulara yeni ve yararlı bir bakış getir-mek isteniyorsa, sorgulamanın her aşamasında tarafsızlık ko-nusunda titizlik göstermek gerekir. Ne düşmanlık, ne merha-met, ne de kimileri için Batı'da ve başka yerlerde ikinci bir do-ğa haline gelmişe benzeyen küçümsemeyle karışık o dayanıl-maz arka çıkış. SPARTACUS

46

Page 43: Amin maalouf olumcul kimlikler

2

Akdeniz ' in etrafında yüzyı l lardan beri biri kuzeyde, öteki g ü n e y d e ve doğuda, iki uygarl ık alanı yan yana yaşar ve birbi-riyle çatışır. Ben bu bölünmenin o luşumu üzerinde fazla dur-mayacağım ama tarihten söz ederken, her şeyin bir başlangıcı, gelişimi ve sonunda bir bitimi o lduğunu hatırlatmak hiçbir za-man yararsız değildir. Roma döneminde, o zamandan sonra Hıristiyan, Yahudi ya da Müslüman olan bütün bu bölgeler ay-nı imparatorluğa aitti; Suriye Galya'dan daha az Romalı değil-di ve Kuzey Afr ika kültürel açıdan Kuzey A v r u p a ' d a n açıkça çok daha fazla Yunan- Roma uygarl ığına bağlıydı.

Durumlar peş peşe tektanrılı iki fetihçi dinin ortaya çıkma-sıyla kökten değişti. IV. Yüzyı l 'da Hıristiyanlık Roma İmpara-torluğu'nun resmi dini oldu; Hıristiyanlar yeni inançlarını va-az, dua ve din şehitlerini örnek göstererek hayranlık uyandıra-cak derecede yaydıktan sonra, otoritelerini pekiştirmek ve ken-dilerini tamamen kabul ettirmek için iktidar silahını alabildiği-ne kullanarak eski Roma dinini yasadışı ilan ettiler, son inanan-ları da sürdüler. Çok geçmeden Hıristiyan dünyası İmparator-luğun sınırlarına kadar uzandı, ama sınırlar da gitgide daha be-lirsiz olmaya başlamıştı; Roma, V. Yüzyı l 'dan beri eski elyaz-malarmda söylendiği gibi "barbarların darbeleriyle düşecekti".

Doğu'nun başkenti Bizans bin yıl kadar daha yaşadı ama imparatorluğu yeniden eski haline getirme girişimi bambaşka bir yöne kaydı: Justinianos bir an için İtalya'da, İspanya'da, Ku-zey Afr ika 'da terk edilen yerlerin b ü y ü k bir kısmını geri almayı

47

Page 44: Amin maalouf olumcul kimlikler

başardı... Zahmet boşuna oldu. Girişimi umutsuzlukla sonuç-landı, generalleri yeniden fethedilen eyaletleri savunacak çapta çıkmadılar ve 565 yılında öldüğünde, artık bir sayfa kapanmış, bir hayal sönmüştü. Büyük Roma imparatorluğu artık yeniden doğamayacaktı. Akdeniz bir daha asla tek bir otorite altında toplanamayacaktı. Barcelonalılar, Lyonlular, Romalılar, Trablus-lular, İskenderiyeliler, Kudüslüler ve Konstantinopolisliler di-leklerini bir daha asla tek bir hükümdara iletemeyeceklerdi.

Beş yıl sonra, 570'te, İslam peygamberi Muhammet doğdu. İmparatorluğun sınırları dışında, ama o kadar da uzak değil. Muhammet' in d o ğ d u ğ u Mekke kentiyle, Roma dünyasındaki Şam ya da Palmira gibi siteler arasında sürekli bir kervan hattı kurulmuştu; tıpkı İran'da, Romalılar'ın rakibi ve kendisi de gibi görülmemiş sancılarla çalkalanan Sasani İmparatorluğu'yla ol-d u ğ u gibi.

Ortaya çıkışı karmaşık, kavranması olanaksız yasalara da-yanan İslamiyetin bildirisinin oluşturduğu mistik ve dini olgu-yu açıklamak istememekle birlikte, o dönemde, politik açıdan yeni bir gerçekliğin ortaya çıkması için u y g u n bir boş luğun ol-d u ğ u kesindir. Altı yüzyı ldan beri - insan belleği ölçü alındığın-da neredeyse ezelden ber i- ilk kez b ü y ü k Roma İmparatorlu-ğu 'nun gölgesi ortadan kalkmıştı. Bu yüzden pek çok halk ken-dini özgür ve öksüz bulmaktaydı.

Germen kabilelerinin A v r u p a ' y a yayılarak, ilerde Saksonya ya da Frank krallığı adını alacak toprakları ele geçirmelerini sağlayan bu boşluk -belki de bu "hava çekimi" demek gereki-yor-, aynı şekilde Arabistan'daki kabilelerin de çöllerinin dışı-na ilginç bir "çıkış" yapmalarına olanak sağladı. O zamana ka-dar tarihin kıyısında yaşamış olan bu Bedeviler, birkaç onyıl içinde İspanya'dan Hindistan'a kadar uzanan uçsuz bucaksız bir alanın hakimi olmayı başardılar. Hepsinde de şaşılacak de-recede düzenli, başkalarına görece saygılı ve boş yere aşırı şid-dete başvurmadan.

Bu fetihleri ne barışçı bir ilerleyiş olarak sunma, ne de İs-lam alemini bir özgürlük cenneti olarak betimleme düşüncesin-de değilim. Ama çağlarına bakıldığında davranışları değer ka-zanmakta. Ayrıca İslamın kontrolünü elinde tuttuğu topraklar-

48

Page 45: Amin maalouf olumcul kimlikler

da, geleneksel olarak öteki tektanrılı dinlere m e n s u p kişilerin varlığıyla uzlaştığına hiç kuşku yok.

Bana karşı çıkanlar, hal şimdi böyleyken geçmişteki hoşgö-rüyü övmek neye yarar diyeceklerdir. Bir anlamda, ben onları haksız da bulmuyorum. Eğer b u g ü n rahipler boğazlanıyor, en-telektüeller hançerleniyor ve turistler taranıyorsa, İslamın VIII. Yüzyı l 'da hoşgörülü o l d u ğ u n u bilmek kötü bir avuntu oluyor. Ben geçmişi hatırlarken, günlük haberlerin Cezayir 'den, Ka-bil 'den, Tahran'dan, Yukarı-Mısır ya da başka yerlerden gelen haber ve görüntülerle her gün suratımıza fırlattığı vahşeti, hiç-bir şekilde örtmeye çalışmıyorum. Benim amacım bambaşka, nereye varmak istediğim bilinsin diye bunu açık açık belirtme-yi tercih ediyorum: benim mücadele ettiğim ve daima edece-ğim şey, bir yanda, her zaman için modernizmi, özgürlüğü, hoşgörü ve demokrasiyi taşımaya yazgılı bir din -Hıristiyan-lık-, öbür yanda ise, en başından beri despotizme ve karanlıkçı-lığa adanmış başka bir din -Müs lümanl ık- o lduğunu ileri sü-ren düşüncedir. Bu yanlıştır, tehlikelidir ve insanlığın b ü y ü k bir kesimi için tüm gelecek ufuklarını karartmaktadır.

Atalarımın dinini asla inkar etmedim, bu aidiyetimi de üst-leniyorum ve hayatım üzerindeki etkisini kabul etmekte tered-düt etmiyorum... 1949 d o ğ u m l u y u m , temel olarak, görece hoş-görülü, diyaloğa açık, kendini sorgulamayı bilen tek bir Kilise tanıdım ve dogmalara karşı hâlâ kayıtsız, birtakım tavır alma-lara karşı hâlâ kuşkucu isem de, bana aktarılan bu aidiyette bir zenginlik ve bir açıklık görüyorum, asla bir kısırlık değil. Hatta kendime Kilise'nin g ö z ü n d e inançlı bir insan olarak kabul gö-r ü p görmediğimi bile sormuyorum, benim g ö z ü m d e inançlı bir insan, sadece bazı değerlere inanan kişidir - ve ben bunları tek bir değerde özetlerdim: insanoğlunun onuru. Gerisi mitoloji ya da umutlardan başka bir şey değil.

Bütün bunlar, b u g ü n bana Kilise'nin "gidilebil ir" göründü-ğünü söylemek için. Eğer y ü z yıl önce d o ğ m u ş olsaydım, ilerle-me düşüncesine, özgürlük düşüncesine iflah olmaz biçimde ayak dirediğini, bir daha hiç değişmemecesine yobazlık ve de-ğişim düşmanlığı yolunu seçtiğini düşünerek, herhalde ona sırt

49

Page 46: Amin maalouf olumcul kimlikler

çevirirdim. Bu yüzden insan ve kurumların davranışlarını tari-hi bakış açısından değerlendirmek önem taşıyor. Ben, pek çok-ları gibi Müslüman dünyasında gördüklerim ve işittiklerim karşısında ürküntüye kapılıyorum. Ama olanların İslamın do-ğasına u y g u n olduğunu ve bunun değişmeyeceğini ilan etmek-ten pek memnun olmuşa benzeyenler karşısında da üzüntü du-y u y o r u m .

Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir ama bu iki " rak ip" dinin bir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena görünmez... Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fet-hedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tara-f ından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyı l köy ve kentlerinde yaşa-maya d e v a m edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İs-panya 'daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya'daki Müslüman-lara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.

İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan ya-na yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Ge-çen yüzyıl ın sonunda, en b ü y ü k İslam gücünün başkenti İstan-bul 'un n ü f u s u içinde başlıca Rumlardan, Ermeniler den ve Ya-hudilerden oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunu-yordu. Aynı dönemde Paris'te, Londra'da, Viyana'da ya da Ber-lin'de nüfusun yarısının Hıristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bi-le, kentlerinde müezzinin ezan o k u d u ğ u n u işiten pek çok Av-rupalı rahatsız olurdu.

Hiçbir yargıda bulunmuyorum, ben sadece Müslümanlık tarihi boyunca uzun bir yan yana birlikte yaşama ve hoşgörü uygulamasının var o lduğunu saptıyorum. Hoşgörünün beni tatmin etmediğini hemen eklemek istiyorum. Ben hoş görülme-yi arzu etmiyorum, inançlarım ne olursa olsun her türlü hakka sahip bir yurttaş olarak görülmek istiyorum. İster Müslümanla-rın çoğunlukta olduğu bir ülkede Hıristiyan ya da Yahudi, is-ter Hıristiyan ve Yahudiler arasında bir Müslüman, hatta hiçbir dine bağlı olmadığını ilan eden biri de olsam. "Kutsal Kitap'a" yani İncil'e inanan cemaatlerin Müslümanların koruması altına

50

Page 47: Amin maalouf olumcul kimlikler

alınması gerektiği düşüncesi bugün artık kabul edilemez; alçal-tıcı davranışlardan hiçbir zaman uzak olmayan bir alt statü söz konusudur.

Ama kıyaslanabileni kıyaslamak gerekir. İslam, Hıristiyan toplumlarının hiçbir şeyi hoş görmedikleri bir devirde bir "hoş-görü protokolü" düzenlemişti. Bu "protokol" yüzyıllar boyunca bütün dünyada yan yana birlikte yaşamanın en ileri biçimi oldu.

XVII. Yüzyıl ' ın ortalarında, belki Amsterdam'da, ya da belki bi-raz daha sonra İngiltere'de, bizim bugünkü vicdan özgürlüğü kavramımıza daha yakın bir başka tutum uç vermeye başladı;

XVIII. Yüzyıl ' ın sonunda, Fransa'da Condorcet gibi bir adam Ya-hudilerin "kurtuluşunu" savunabildi; gene ancak XX. Yüzyıl ' ın ikinci yarısında ve bilinen dehşetten sonradır ki, Hıristiyan Av-rupa'nın içindeki dini azınlıkların durumu anlamlı ve artık geri-ye dönüş olamayacağını umut ettirecek biçimde düzeldi.

Müslüman ülkelerde geçerli olan "hoşgörü protokolü" ar-tık yeni ölçülere uymuyordu. Tartışılmış, yenilenmiş yeni du-rumlara uyarlanmış mıydı? Temelde hayır. Hatta, hoşgörü ilke-lerinin, çağdaşlarımızın beklentilerine daha u y g u n bir doğrul-tuda yeniden değerlendiri lmek yerine, bazen dar hedeflere gö-re elden geçirildiği bile söylenebilirdi... Öyle ki, Müslüman dünyası yüzyıllar boyunca özgürlüğün öncülüğünü yaparken, kendini geride buldu. A m a Akdeniz ' in kuzeyiy le güneyi ara-sındaki "moral güçler ilişkisi"nin bu şekilde tersine dönüşü ya-kın tarihlidir, son derece yakın tarihlidir ve herkesin inanır gibi göründüğü kadar da tamamlanmış değildir.

Burada da iki düşünce çürütülmeyi hak ediyor. Müslüman dünyasının hoşgörü konusundaki "toplam olarak o lumlu" tari-hi bilançosuna bakarak, günümüzdeki aşırılıkları gel ip geçici durumlar olarak gören düşünce; ve tersine, b u g ü n k ü hoşgörü-süz lüğü temel alıp, geçmişteki .tavrı içi boş bir anıya dönüştü-ren düşünce. İki d u r u m da bana saçma geliyor. Bana göre, tarih İslamın, içinde öteki kültürlerle yan yana birlikte yaşama ve ve-rimli etkileşim konusunda sonsuz potansiyel taşıdığını açıkça kanıtlıyor; ama daha yakın tarih de, gerilemenin m ü m k ü n ol-d u ğ u n u ve bu potansiyelin gerçekten de daha uzun zaman po-tansiyel halinde kalabileceğini gösteriyor.

51

Page 48: Amin maalouf olumcul kimlikler

Çizgileri belki zorlayarak ama çok az zorlayarak, biraz da-ha ileri gideceğim; Hıristiyan dünyasıyla Müslüman dünyas ı arasında karşılaştırmalı tarih uygulaması yapılsa, bir yanda, uzun süre hoşgörüyü tanımamış, içinde açıkça totaliter eğilim-ler taşıyan ama y a v a ş y a v a ş bir açıklık dinine dönüşen bir din; öte yandaysa açıklığı içinde barındıran ama y a v a ş y a v a ş hoşgö-rüsüz ve totaliter hareketlere doğru sapan bir dinin ortaya çık-tığı görülür.

Örnekler çoğaltılabilir, Katharlar'ın akıbeti, sonra Hugu-e n o t l a f m ya da Yahudilerin başına gelenler hatırlatılabilir, bu iki tektanrılı evrenin her ikisinde de sapkın, bölücü ya da din düşmanı olarak görülenlere neler yapıldığı açıklanabilir... Ama bu kitap bir tarih kitabı değil, paradokslar yıllığı ise hiç değil. Ben bu iki güzergahı kıyaslarken aklımı kurcalayan tek bir so-run var: neden evrim Batı'da bu kadar olumlu gelişti de, Müs-lüman dünyasında bu kadar d ü ş kırıcı oldu? Evet, vurgu luyor ve ısrar ediyorum: uzun bir hoşgörüsüzlük geleneği olan, "Öte-ki" yle yan yana yaşamaktan her zaman rahatsızlık d u y m u ş olan Hıristiyan Batı i fade özgür lüğüne saygılı toplumlar ortaya çıkarabilmişken, uzun zaman yan yana birlikteliği uygulamış olan Müslüman dünyası neden artık fanatizmin kalesi olarak görülüyor? SPARTACUS

52

Page 49: Amin maalouf olumcul kimlikler

1

Batı'da çok yaygın olan ve Müslümanlığa bağlı insanların çektiği tüm acıların kaynağını kolayca Müslüman dininde bu-lan genel düşünceye katı lmadığım anlaşılacaktır. Daha önce de yeri gelmişken söylediğim gibi, bir inancın, ona bağlı olanların kaderinden ayrı tutulabileceğine de inanmıyorum. A m a bana öyle geliyor ki, dinlerin halklar üzerindeki etkisi fazlaca abartı-lırken, tersine halkların dinler üzerine olan etkisi dikkate alın-mıyor.

Kaldı ki, bu d u r u m bütün doktrinler için gerçektir. Eğer komünizmin Rusya 'ya neler yaptığı konusunu sorgulamak meşruysa, Rusya'nın da komünizme neler yaptığını, komüniz-min Rusya ya da Çin yerine Almanya 'da, İngiltere'de ya da Fransa'da zafer kazanması halinde, bu doktrinin evriminin, ta-rihteki yerinin, y e r y ü z ü n ü n farklı bölgelerindeki etkisinin nasıl olacağını sorgulamak da eğitici olur. Kuşkusuz Heidelberg, Le-eds ya da Bordeaux doğumlu bir Stalin'in olabileceği hayal edi-lebilir, ama hiç Stalin olmayabileceği de hayal edilebilir.

Aynı şekilde, Roma'da zafer kazanmasaydı ve bugün Hı-ristiyan Batı uygarlığının temel direkleri gibi görünen, aslın-daysa her ikisi de en parlak çağlarına Hıristiyanlığın doğuşun-dan çok önce ulaşmış olan Yunan felsefesi ve Roma hukukuyla yoğrulmuş bir bölgede yerleşmemiş olsaydı, Hıristiyanlığın na-sıl bir şey olacağı da sorgulanabilirdi.

Bu açık gerçeklikleri hatırlatırken, asla batılı din kardeşleri-min erdemlerini inkar etmeye değil, sadece eğer Hıristiyanlık

53

Page 50: Amin maalouf olumcul kimlikler

Avrupa 'y ı şekillendirmişse, Avrupa 'nın da Hıristiyanlığı şekil-lendirdiğini söylemeye çalışıyorum. Bugün Hıristiyanlık Avru-pa toplumları ona ne yapmışsa odur. Bu toplumlar maddi ve entelektüel açıdan dönüşüme uğradılar ve kendileriyle birlikte Hıristiyanlığı da d ö n ü ş ü m e uğratülar. Katolik Kilisesi kendini kaç kez itilmiş, ihanete uğramış, hırpalanmış hissetti! Kendisi-ne, inanca, ahlak ilkelerine ve ilahi iradeye ters gibi görünen değişimleri geciktirmek için kaç kez direndi! Çoğu zaman kay-betti; bununla birlikte, bilmeden, kazanma yolundaydı . Her g ü n kendini sorgulamaya zorlanan, her alanı fethederek kutsal kitaplara meydan okur gibi görünen bir bilimle yüzleştirilen, cumhuriyetçi, laik düşüncelerle, demokrasiyle yüzleştirilen, ka-dın özgür lüğü hareketiyle, evlilik öncesi cinsel ilişkilerin, evli-lik dışı doğumların, d o ğ u m kontrolünün yasal laşmasıyla yüz-leştirilen, bin bir "şeytani yenilikle" yüzleşen Kilise, boyun eğip kabullenmeden önce, u y u m sağlamadan önce, işe daima sertleşerek başlamıştı.

Kendine ihanet mi etti? Çoğu zaman buna inanıldı ve yarın da buna inandıracak durumlar ortaya çıkacak. Oysa gerçek şu ki, Batı toplumu b u g ü n yaşadıkları olağanüstü macerada in-sanlara eşlik edebilecek bir kiliseyi ve dini, binlerce küçük ka-lem darbesiyle şekillendirdi.

Batı toplumu ihtiyacı olan Kilise'yi ve dini yarattı. "İhti-yaç" sözcüğünü, terimin en eksiksiz anlamında, yani, içine el-bette tinsellik ihtiyacını da katarak kullanıyorum. İnananları ve inanmayanlarıyla bütün bir toplum katıldı buna, zihniyetlerin evrimine katkısı olan herkes Hıristiyanlığın evrimine de katkı-da bulundu. Madem ki tarih devam ediyor, katkıda bu lunmaya da d e v a m edecekler.

Müslüman dünyasında da toplum sürekli olarak kendine benzeyen bir din ortaya çıkartmıştır. Üstelik ne bir çağdan bir çağa, ne de bir ülkeden diğerine asla aynı kalmamış olan bir din. Araplar zafer kazandıkları dönemlerde, dünyanın kendile-rine ait o lduğu d u y g u s u n u yaşadıkları dönemlerde inançlarını bir hoşgörü ve açıklık ruhu içinde yorumlamışlardır. Sözgelimi Yunan, İran ve Hint mirasının dillerine çevrilmesi konusunda

54

Page 51: Amin maalouf olumcul kimlikler

geniş çaplı girişimlerde bulundular, bu da bilim ve felsefenin b ü y ü k bir gel işme göstermesini sağladı; başlangıçta taklitle, k o p y a etmekle yetinildi, sonra astronomide, tarımbilimde, kim-yada, tıpta, matematikte yeniliklere cesaret edildi. Günlük ya-şamda, yemek yeme sanatında, g iyim kuşamda, saç biçiminde ya da şarkı söyleme sanatında da; hatta, içlerinde en ünlüsü Ziryab olan moda "guru lar ı " bile çıkmıştı.

Bu kısa bir parantez değildi; VII. Yüzyı l ' la XV. Yüzyı l ara-sında Bağdat'ta, Şam'da, Kahire'de, Kurtuba 'da, Tunus'ta bü-y ü k bilginler, b ü y ü k düşünürler, yetenekli sanatçılar vardı; XVII. Yüzyı l 'a, hatta daha ileri dönemlere kadar İsfahan'da, Se-merkant'ta, İstanbul'da hâlâ b ü y ü k ve güzel eserler vardı. Bu harekete katkıda bulunanlar sadece Araplar değildi. İslamiyet daha ilk adımlarından itibaren hiçbir engelle karşı laşmaksızm İranlılara, Türklere, Hintlilere, Berberi lere açılmışlardı; kimi-lerine göre ihtiyatsızca, çünkü Araplar kendilerini yeniden isti-la edilmiş buldular ve fethettikleri imparator luğun içinde ikti-dar güçlerini hızla kaybettiler. Bu, İslamın bayraktarl ığını yap-tığı evrenselliğin bedeliydi. Bazen Orta Asya bozkırlarından cengaver bir Türkmen kabilesi k o p u p gel iyordu; Bağdat kapıla-rına dayanan bu insanlar İslamı kabul ettiklerini i fade eden ayeti okuyorlardı - " A l l a h ' t a n başka tanrı yoktur, Muhammet onun elçisidir"-, bir daha hiç kimse bunların Müslüman olup olmadığını tartışma hakkına sahip olamıyordu ve ertesi gün, dönmelerde çoğu zaman g ö r ü l d ü ğ ü üzere imanda aşırılığa bile kaçarak iktidardan p a y talep ediyorlardı. Bu tavır, politik istik-rar açısından kimi zaman felaketlerle sonuçlandı; ama kültürel y a ş a m açısından ne b ü y ü k bir zenginlikti! İndus kıyılarından At las Okyanusu 'na kadar A r a p uygarl ığ ının bağr ında en mü-kemmel beyinler gel işme zemini buldu. Hem de sadece yeni di-nin mensupları arasında değil; çeviri atılımında, Yunancayı mükemmel bilen Hıristiyanlara çok iş düştü; Maimonide'in Ya-hudi düşüncesinin anıtlarından biri olan Yolunu Kaybedenlere Rehber'ini Arapça yazmayı seçmesi çok anlamlıdır.

Resmini çizdiğim bu İslamın tek d o ğ r u İslam o lduğunu söylemeye çalışmıyorum. Ne de doktrinlerinin, sözgelimi Tali-ban 'mkinden daha tipik o lduğunu. Zaten anlatmak istediğim

55

Page 52: Amin maalouf olumcul kimlikler

özel bir İslam değil, ben birkaç satırla, İslamın bin bir görüntü-sünün kendini gösterdiği yüzyıl lar ve diyarlar üzerinden uç-tum. IX. Yüzyı l 'da Bağdat hâlâ cıvıl cıvıl yaşam doluydu. X. Yüzyı l 'da Bağdat somurtkan, yobaz ve kasvetli bir yer haline gelmişti; Kurtuba ise tam tersine X. Yüzyı l 'da en parlak döne-mini yaşıyordu; XIII. Yüzyıl ' ın başında bağnazlığın kalesi hali-ne geldi; çünkü Katolik birlikleri ilerliyordu, zaten çok geçme-den burayı ele geçirdiler, son savunucuların çatlak seslere ta-hammülleri yoktu.

Bizimki de dahil her devirde gözlemlenebilecek bir tutum. Müslüman toplumu kendini güvende hissettiği her defasında açık olmayı başarmıştır. Böyle zamanlarda ortaya çıkan İslam görüntüsünün bugünün karikatürleriyle hiçbir benzerliği yok-tur. Eski görüntünün İslamın başlangıçtaki esas ruhunu daha iyi yansıttığını söylemeye çalışmıyorum ama sadece, bu dinin de, tıpkı öteki dinler gibi, tıpkı öteki doktrinler gibi her dönem-de zamanın ve mekanın damgasını taşıdığını söylemek istiyo-rum. Kendilerinden emin olan toplumlar yansımalarını güven verici, huzur dolu, açık bir dinde bulurlar; güvens iz toplumlar-sa korkak, bağnaz, çatıkkaşlı bir dinde. Dinamik toplumlar, ye-nilikçi, yaratıcı bir İslamda yansırlar; oldukları yerde kalan top-lumlar durağan, en küçük değişime bile isyan eden bir İslamda yansırlar.

A m a "iyi" ve "kötü" din arasındaki sonuçta basite indirge-yici bu karşıtlıklardan biraz uzaklaşıp daha belirgin tanımlara girelim. Toplumların dinler üzerindeki etkisini dile getirirken, sözgelimi, Üçüncü Dünya Müslümanlar ının Batı'ya şiddetle hınç duymalarının, sadece kendilerinin Müslüman, Batı'nm Hı-ristiyan olmasından değil, aynı zamanda onlar yoksul, baskı al-tında, küçümsenmişken, Batı'nm zengin ve güçlü olmasından ileri geldiğini düşünüyorum. "Aynı zamanda" d iye yazdım. A m a içimden "özellikle" diye düşündüm. Çünkü b u g ü n ü n mi-litan İslamcı hareketlerine bakarken, gerek söylemlerinde ge-rekse yöntemlerinde altmışlı yıllardaki üçüncü dünyacılığının etkilerini kolayca keşfediyorum; bu arada, İslam tarihini araş-tırşam da bu hareketlerin açıkça atası olabilecek hiçbir şey bula-mıyorum. Bu hareketler Müslümanlık tarihinin saf bir ürünü

56

Page 53: Amin maalouf olumcul kimlikler

değil, bizim çağımızın, çağımızın gerginliklerinin, çarpıklıkları-nın, uygulamalarının, umutsuzluklarının ürünüdür.

Ben burada onların doktrinlerini tartışmıyorum, kendime bu doktrinin İslama u y g u n l u ğ u n u bilip bi lmediğim sorusunu sormuyorum, bu çeşit sorgulamalar hakkında ne düşündüğü-mü daha önce söylemiştim. Ben sadece bu hareketlerin hangi noktalarda çalkantılı çağımızın ürünü o lduğunu oldukça açık bir şekilde g ö r d ü ğ ü m ü söylüyorum, nelerde Müslüman tarihi-nin ürünü olabileceklerini o kadar iyi göremiyorum. Etrafı dev-rim muhafızlarıyla kuşatılmış, halkından kendi gücüne güven-mesini isteyen, "Büyük Şeytan"ı lanetleyen ve Batı kültürünün bütün izlerini si lmeye ant içen Ayetullah Humeyni 'ye baktı-ğımda, etrafı kızıl muhafızlarla kuşatılmış, "koca kağıt kaplan"ı lanetleyen ve kapitalist kültürün bütün izlerini silmeyi vaat eden yaşlı Mao Zedong 'u düşünmekten kendimi alamıyorum. Elbette ikisinin aynı o l d u ğ u n u söyleyecek değilim, ama arala-rında pek çok benzerlik saptıyorum, oysa İslam tarihinde bana Humeyni 'yi hatırlatan hiçbir f igür göremiyorum. Ayrıca, çok arıyorum, ama Müslüman dünyasının tarihinde ne bir "İslam Cumhuriyeti"nin kuruluşuyla, ne de "İslam Devrimi"yle ilgili en küçük bir not da göremiyorum...

Burada karşı çıktığım şey, olanları çok daha iyi açıklayan başka başka etkenler işin içindeyken, her Müslüman ülkede - K u z e y ' d e ve Güney'de, uzak gözlemciler indinde olduğu gibi ateşli yandaşlar arasında d a - meydana gelen her olayı "İslam" başlığı altında toplama alışkanlığı. Başlangıcından bu yana İs-lam tarihi üzerine on koca cilt okuyabilirsiniz, Cezayir de olan-lardan hiçbir şey anlayamazsınız. Sömürgecilik ve sömürgecili-ğin sona ermesi hakkında otuz sayfa okuyun, çok daha fazlası-nı anlarsınız.

57

Page 54: Amin maalouf olumcul kimlikler

4

A m a bu kısa parantezi kapatıp baştaki söylemime dönüyo-rum: çoğu zaman dinlerin halklar üzerindeki etkisine çok fazla yer veriliyor, halkların ve tarihlerinin dinler üzerindeki etkisine ise yeterince yer verilmiyor. Etkileşim karşılıklı, biliyorum; top-lum dini biçimlendirir, din de toplumu; buna rağmen belli bir düşünce alışkanlığının bizi bu diyalektiğin sadece bir y ü z ü n ü görmeye sürüklediğini, bunun da bakış açısını özellikle çarpıt-tığını fark ediyorum.

İslam söz konusu olduğunda, kimileri Müslüman toplum-ların yaşadığı ve hâlâ yaşamakta o lduğu bütün dramlardan onu sorumlu tutmakta asla tereddüt etmiyor. Bu görüşü sadece haksız olmakla suçlamıyorum, dünyadaki olayları tamamen anlaşılmaz hale getirmekle de suçluyorum.

Sonunda modernleşebileceği keşfedi lmeden önce, Hıristi-yanlık hakkında da yüzyıl larca benzer şeyler söylendi. Ben İs-lamiyet için de aynı şeyin olacağına inanıyorum. Her şeye rağ-men, bundan kuşku duyulmasını da çok iyi anlıyorum. Engi-zisyoncuların odun ateşinin ya da ilahi hakka sahip monarşi-nin Hıristiyanlığın ayrı lmaz parçası olmadığı nasıl ortaya çık-tıysa, Cezayir'de, Afganis tan 'da, az çok her yerde karşımıza çı-kan şiddet, gericilik, zorbalık, zulümle dolu bu manzaranın da İslamın özüne has olmadığı kanıtlanıncaya kadar daha zaman, çok zaman, belki de birkaç kuşak geçmesi gerekeceğine inanı-yorum.

İslamın daima bir durgunluk etmeni olduğu düşüncesi zi-

58

Page 55: Amin maalouf olumcul kimlikler

hinlerde öylesine yerleşmiş ki, buna karşı çıkmaya zorlukla ce-saret ediyorum. Gene de bunu yapmak gerek. Çünkü bunu bir belit gibi bir kez ortaya k o y d u n u z mu, artık hiçbir yere vara-mazsınız: Islamın müminlerini iflah olmaz biçimde hareketsiz-liğe mahkûm ettiği düşüncesine boyun eğerseniz, bu müminler de -insanlığın dörtte birine yakınını oluşturuyorlar- dinlerin-den asla vazgeçmeyeceklerine göre, gezegenimizin geleceği pek karanlık görünüyor. Bana gelince ne temel belitleri ne de yargılamaları kabul ederim.

Evet, elbette durgunluk olmuştur. XV. ve XIX. Yüzyıl lar arasında Batı hızla ilerlerken, A r a p dünyası o l d u ğ u yerde sayı-yordu. Kuşkusuz dinin b u n d a bir parça etkisi olmuştur ama bana öyle geliyor ki, din daha çok bunun kurbanı olmuştur. Batı'da toplum dinini modernleştirmiştir; Müs lüman dünya-sında, olaylar aynı şekilde gelişmemiştir. Bu din, "modernleşti-r i lemez" o lduğu için değil - b u n u n kanıtı ortaya konmamışt ı r-ama toplumun kendisi modernleşemediği için. İslamiyet yü-zünden, diyecekler bana. Bu acele söylenmiş bir sözdür. Avru-pa 'yı Hıristiyanlık mı modernleştirmiştir? Modernleşmenin di-ne karşı gerçekleştirildiğini savunacak kadar ileri gitmeden, dinin bu gelişmenin " lokomotif i" olmadığını, daha çok, çoğu zaman vahşice bir dirençle sürekli karşı çıktığını ve bu diren-cin kırılması ve dinin u y u m sağlaması için değiş im baskısının derin, güçlü ve sürekli olması gerektiğini söylemek mantıklı olacaktır.

Müslüman dünyası içinde, böyle dengeleri altüst edici ve kurtarıcı bir baskı asla gelişememiştir. Yaratıcı insanlığın bu müthiş baharı, bu bilimsel, teknolojik, endüstriyel, entelektüel ve moral, topyekün devrim, her gün icatta bulunan ve yenilik-ler yaratan, hiç durmadan kesin kabul edilen gerçekleri tepe-taklak eden ve zihniyetleri sarsan, sürekli değişim halindeki in-sanlar tarafından "kazı kalemiyle" yapılan bu uzun çalışma alelade bir olgu değildir, tarihte benzeri yoktur, b u g ü n tanıdığı-mız şekliyle dünyayı kuran bir olgudur ve Batı'da gerçekleş-miştir - Batı'da ve başka hiçbir yerde değil.

Neden Batı'da da, Çin'de, Japonya'da, Rusya 'da ya da A r a p dünyasında değil? Bu dönüşüm Hıristiyanlık sayesinde

59

Page 56: Amin maalouf olumcul kimlikler

mi, yoksa Hıristiyanlığa rağmen mi gerçekleşti? Tarihçiler daha çok uzun süre bu konudaki kuramlarını tartışacaklardır, tartı-şılması en zor olan tek şey, o luşumun kendisidir: Batı'da son yüzyı l larda maddi düzlemde o lduğu kadar entelektüel düz-lemde de bütün dünya için bir referans olacak bir uygarl ığ ın ortaya çıkması. O kadar ki, bütün öteki uygarlıklar onun tara-f ından bir kenara itilmiş, ortadan kalkma tehdidi altındaki dış kültürler haline indirgenmişlerdir.

Batı uygarlığının bu ezici üs tünlüğü hangi andan itibaren hemen hemen tersinmez bir hale gelmiştir? XV. Yüzyı l 'dan iti-baren mi? XVIII. Yüzyı l 'dan önce değil. Bugün benim de be-nimsediğim bakış açısına göre, pek önemi yok. Kesin ve çok önemli olansa, bir gün belirli bir uygarl ığın gezegenin dizginle-rini eline aldığı. Onun bilimi bilim oldu, tıbbı tıp oldu, felsefesi fe lsefe oldu, bu yoğunlaşma ve "standart laşma" hareketi artık hiç durmadı, tam tersine, aynı zamanda bütün alanlara ve bü-tün kıtalara yayılarak hızını arttırdıkça arttırdı.

Israr ediyorum, hâlâ ısrar ediyorum: burada tarihte hiç gö-rülmemiş bir olgu söz konusudur. Geçmişte şu ya da bu uygar-lığın -Mısır, Mezopotamya, Çin, Yunan, Roma, A r a p ya da Bi-z a n s - bütün diğerlerine üstün gibi g ö r ü n d ü ğ ü anlar olmuştur. A m a son yüzyıllar boyunca Avrupa 'da gerçekleşen şey tama-men farklı bir olgudur. Ben bunu bir çeşit döllenme olarak gö-rüyorum. Aklıma gelen tek benzetme bu: çok sayıda sperm hücresi yumurtaya doğru yöneliyor ve içlerinden biri zarı del-meyi başarıyor; o an, bütün öteki "talipler" dışarı atılıyor; artık bir "baba" vardır, tek bir tane, çocuk ona benzeyecektir. Neden o da, bir başkası değil? Bu "talip"in komşularından, rakiplerin-den üstün bir yanı mı vardı? Daha mı sağlıklıydı, daha mı vaat-kârdı? İlle de değil, kesin olarak değil. Her çeşit etmen söz ko-nusu, kimi performansına bağlı, kimi koşullara ya da rastlantı-lara...

A m a bu benzetmede bana en anlamlı görünen şey bu de-ğil, devamı. Sorun, o kadar da Aztek ya da İslam ya da Çin uy-garlıklarının -hepsinin hantallıkları, kusurları, talihsizlikleri v a r d ı - neden baskın uygarl ık olmayı başaramadığını anlamak değil. Daha çok, Hıristiyan Avrupa uygarlığı üs tünlüğü ele ge-

60

Page 57: Amin maalouf olumcul kimlikler

çirdiği zaman, neden bütün ötekilerin geri lemeye başladığını, neden hepsinin b u g ü n artık geri dönüşü olmayacak gibi görü-nen bir biçimde ikinci plana atıldığını bilmek. Kuşkusuz - b u sadece bir yanıt başlangıcı- insanlık gezegensel bir egemenliğin teknik araçlarına sahip o lduğu için. Ama egemenlik sözcüğünü bir yana bırakalım, daha çok şöyle diyelim: insanlık gezegensel bir uygarlığın doğması için olgunlaşmıştı; yumurta döllenmeye hazırdı, Batı Avrupa da onu dölledi.

Öyle ki, b u g ü n artık -etraf ımıza şöyle bir bakal ım!- Batı her yerde! Vladivostok'ta, Singapur'da, Boston'da, Dakar, Taş-kent, Sâo Paulo, Numea, Kudüs ve Cezayir'de. Yarım bin yıl-dan beri insanların düşüncelerini ya da sağlıklarını ya da man-zaralarını ya da günlük yaşamlarını kalıcı biçimde etkileyen her şey Batı'nın eseri. Kapitalizm, komünizm, faşizm, psikana-liz, çevrecilik, elektrik, uçak, otomobil, atom bombası, telefon, televizyon, bilgiişlem, penisilin, d o ğ u m kontrol hapı, insan hakları ve de gaz odaları... Evet, bütün bunlar, dünyanın mut-luluğu ve felaketi, bütün hepsi Batı'dan geldi.

Bu gezegenin üzerinde nerede yaşanırsa yaşansın, artık her türlü modernleşme Batılılaşma demektir. Teknik gelişmelerin daha da vurgulay ıp hızlandırdığı bir eğilim. Elbette, hemen her yerde çok özel uygarlıkların damgasını taşıyan anıtlar ve eser-ler bulunur. Ama yeni olarak yaratılan her şey -ister binalar, kurumlar, bilgi araçları söz konusu olsun, ister yaşam biçimi-Batı'ya öykünmedir.

Bu gerçeklik, egemen uygarl ığın bağrında doğanlarla, dı-şında doğanlar tarafından aynı tarzda yaşanmıyor. Birinciler kendileri olmaktan vazgeçmeden değişebilir, hayatta ilerleyebi-lir, u y u m sağlayabilirler; hatta Batılılaı'ın modernleştikçe, ken-dilerini kültürleriyle daha çok u y u m içinde hissettikleri bile söylenebilir, sadece modernliği reddedenler kendilerini yaban-cılaşmış bulurlar.

Dünyanın geri kalanı için, darmadağın olmuş kültürlerin içinde doğanlar için, değişimi ve modernliği alış farklı biçimler-de ortaya kondu. Çinliler, Afrikalılar, Japonlar, Kızılderililer ya da Amerika yerlileri için, Yunanlılar ve Ruslar için, İranlılar,

61

Page 58: Amin maalouf olumcul kimlikler

Araplar, Yahudiler ya da Türkler için modernleşme, sürekli ola-rak kendilerinden bir parçanın terk edilmesi anlamına geldi. Zaman zaman coşkuyla karşılandığında bile, hiçbir zaman belli bir burukluk olmadan, bir aşağılanma ve inkar d u y g u s u olma-dan yaşanmadı. Sindirilmenin tehlikelerini acıyla sorgulama-dan. Derin bir kimlik bunalımına düşmeden. SPARTACUS

62

Page 59: Amin maalouf olumcul kimlikler

1

Modernlik "Öteki"nin damgasını taşıdığında, farklılıkları-nı vurgulamak için bazı insanların gericilik simgeleriyle bayrak açtığını görmek şaşırtıcı olmaz. Bugün kadın, erkek bazı Müs-lümanlarda b u n u gözlemliyoruz ama olay bir kültürün ya da bir dinin d ı şavurumundan daha farklı bir şeydir.

Mesela Rusya'da, eski Jülyen takviminden vazgeçilmesi için Bolşevik devrimini beklemek gerekmiştir. Çünkü Gregor-yen takvimini kabul etmekle insanlar, Ortodokslukla Katoliklik arasındaki neredeyse bin yıllık bilek güreşinde son sözün Kato-likliğe ait olacağı d u y g u s u n a kapılıyorlardı.

Bu sadece bir s imge miydi? Tarihte her şey simgelerle i fade edilir. Büyüklük ve çöküş, zafer ve bozgun, mutluluk, refah, se-falet. Ve hepsinden fazla, kimlik. Bir değişimin kabul edilmesi için, onun zamanın havasına u y g u n olması yetmez. Simgeler düzeyinde incitici olmaması, değişikl iğe sürüklediğiniz insan-larda kendi kendilerini inkar ettikleri izlenimini uyandırmama-sı gerekir.

Birkaç yıldır, Fransa'da en yakın dostlarımdan bazılarında küresel leşmeden bir afetmiş gibi söz etme eğilimi gözlemliyo-rum. "Gezegen köyü"nden söz edilmesi onları fazla heyecan-landırmıyor, İnternet'e ve iletişim konusundaki en son gelişme-lere mesafeli bir ilgi duyuyorlar. Çünkü onların gözünde küre-selleşme Amerikanlaşma'yla eşanlamlı: kendi kendilerine, hızla tektipleşmeye doğru giden bu dünyada yarın Fransa'nın yeri-nin ne olacağını, diline, kültürüne, saygınlığına, parıltısına, ya-

63

Page 60: Amin maalouf olumcul kimlikler

şam biçimine neler olacağını soruyorlar; mahallelerine bir fast food açılınca sinirleniyor, Hol lywood'a, CNN'e, Disney'e ve Microsoft 'a veryansın ediyor ve gazetelerde İngilizceden alın-dığı şüphesi uyandıran en küçük bir dil kullanımının peşine düşüyorlar.

Bu örneği vermemin nedeni, benim gözümde, modernleş-menin Batı'da bile, gel işmiş bir kültürü olan ve evrensel say-gınlığa sahip ileri bir ü lkede bile, egemen bir yabancı kül türün Truva atı olarak algılandığı an nasıl kuşku lu hale geldiğini gös-termesidir.

Kaç kuşaktan beridir, varl ıklarındaki her adıma bir teslimi-yet ve kendini inkar d u y g u s u n u n eşlik ettiği Batılı o lmayan çe-şitli halkların nasıl bir d u y g u yaşamış olabileceği pekâlâ hayal edilebilir. Bütün bilgi ve becerilerinin miyadmı d o l d u r m u ş ol-d u ğ u n u ; ürettikleri her şeyin Batı'nın ürettikleriyle kıyaslanın-ca değersiz kaldığını; geleneksel tıbba bağlılıklarının batıl inançtan kaynaklandığını; askeri değerlerinin uzak bir anıdan başka bir şey olmadığını; sayg ı d u y m a y ı öğrendikleri b ü y ü k adamların, b ü y ü k şairlerin, bilginlerin, askerlerin, azizlerin, seyyahların dünyanın g ö z ü n d e hiçbir değeri olmadığını; dinle-rinin barbarlıkla suçlandığını; kendi dilleri artık sadece bir avuç uzman tarafından incelenirken, ayakta kalmak, çalışmak ve insanlığın geri kalanıyla bir bağlantıları olmasını istiyorlar-sa, başkalarının dillerini öğrenmek zorunda kaldıklarını kabul etmeleri gerekti onların... Bir Batılı'yla konuştuklarında, bu ne-redeyse asla onların dilinde değil, daima Batılı'nın dil inde ol-muştur; Akdeniz ' in güney inde ve d o ğ u s u n d a İngilizce, Fran-sızca, İspanyolca, İtalyanca konuşabilen milyonlarca insan bu-labilirsiniz. Buna karşılık, kaç İngiliz, Fransız, İtalyan ve İspan-yol, Arapça ya da Türkçeyi öğrenmekte yarar görmüştür?

Evet, hayattaki her adımda bir hayal kırıklığı, umutsuz luk, aşağılanma yaşıyorsunuz. İnsanın kişiliği bütün bunlardan na-sıl olur da örselenmeden çıkabilir? Kimliğinin tehdit altında ol-d u ğ u n u insan nasıl hissetmez? Nasıl, başkalarına ait, başkaları tarafından konmuş kurallara dayanan bir dünyada, kendisinin bir öksüz, bir yabancı, bir asalak ya da bir parya gibi o lduğu bir d ü n y a d a yaşadığı hissine kapı lmaz? Kimilerinin her şeyini

64

Page 61: Amin maalouf olumcul kimlikler

kaybettiği, artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı duygusuy la ,

tıpkı Samson gibi, binanın, kendilerinin ve düşmanlarının üze-

rine yıkılmasını -Tanrım!- dileyecek hale gelmesi nasıl önlene-

bilir? Sonuna kadarcı tutumları benimseyenlerin çoğunun bilinç-

li olarak böyle bir mantık yürütüp yürütmediklerini bilmiyo-rum. Doğrusunu söylemek gerekirse, buna ihtiyaçları yok. Ya-raların hissedilmesi için tanımlanmaya ihtiyaçları yoktur.

XVIII. Yüzyıl ' ın sonuna doğru, Akdenizli Müslüman dün-yası bir kenara itildiğinin ve kendisini Batı'dan ayıran uçuru-mun bilincine vardı. Bilinçlenme gibi çok belirsiz bir olguya bir tarih koymak kolay değildir, ama genel olarak kabul edilen, ge-rek aydınlar gerekse siyasal sorumlular arasından pek çok kişi-nin, Napolyon'un 1799 Mısır seferinden sonra, kendilerine şöy-le sorular sormaya başladığıdır: Neden biz bu kadar geri kal-dık? Batı şimdi neden bu kadar ilerde? Bunu nasıl başardı? Ona yetişmek için ne yapmalıyız?

Mısır hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya göre Avrupa 'ya yetişmenin tek yolu onu taklit etmekti. Bu yolda, Kahire'de bir fakülte kurmaları için Avrupal ı hekimleri davet ederek, tarım-da ve endüstride hızla yeni teknikler getirterek, işi ordusunun kumandasını Napolyon ordusundan eski bir subaya teslim et-meye vardıracak kadar ileri giderek epeyce yol aldı; hatta Av-rupa'nın istemediği cüretkar deneyleri Mısır topraklarında yapmaları için Fransız ütopyacılarına -Saint-Simon'cular- ku-cak bile açtı. Birkaç yıl içinde, ülkesini saygı duyulan bir bölge-sel güç haline getirmeyi başardı. Öncülüğünü yaptığı Batılılaş-ma istemi, tartışmasız meyvelerini vermeye başlamıştı. Büyük Petro gibi kararlı bu eski Osmanlı devlet adamı, biraz daha az sert bir tarzda ve çok daha az dirençle karşılaşarak, Doğu'da, uluslar arasında yerini alabilecek modern bir devlet kurma yo-lundaydı.

A m a rüya bozulacaktı ve Araplar bu deneyimden acı bir hatıradan başka bir şey hatırlamayacaklardı. Bugün bile, aydın-lar ve politik yöneticiler bu başarısız buluşmayı üzüntüyle ve öfkeyle anarlar, her fırsatta, önlerine gelene Avrupal ı güçlerin

65

Page 62: Amin maalouf olumcul kimlikler

Mehmet Ali Paşa'yı fazla tehlikeli ve fazla başına b u y r u k bula-rak yükselişini frenlemek için ona karşı ortak bir askeri hareket düzenleyecek kadar birlik olduklarını hatırlatırlar. Mehmet Ali Paşa'nın hayaü yenik ve küçük d ü ş m ü ş bir halde son bulacaktı.

Gerçekten de, şu Doğu sorununun etrafında dönen askeri ve diplomatik oyunlara, zamanda geriye dönüp bakıldığında, bunun b ü y ü k devletler arasındaki güç ilişkilerine dayanan sıra-dan olgu olduğu sonucunu çıkartmak mantıklıdır, ingiltere, Hindistan yolu üzerinde güçlü ve modern bir Mısır yerine, za-yıf d ü ş m ü ş ve hasta bir Osmanlı İmparatorluğu'nu tercih eder-di. Bu tavır, aynı İngiltere'yi birkaç yıl önce Napolyon'a karşı çıkmaya ve onun k u r d u ğ u A v r u p a imparator luğunu parçalaya-bilecek güçte bir ittifak kurmaya iten tavırdan pek fazla farklı değildir. A m a XIX. Yüzyı l Mıs ır ı Fransa'yla kıyaslanamaz; Fransa zaten çoktan beri b ü y ü k bir güçtü, yenilebilir, yok ol-m u ş gibi görünebilir, ardından bir kuşak sonra refah içinde ve gal ip olarak ayağa kalkabilirdi. 1815'te Fransa yenilmiş ve işgal edilmişti; tam on beş yıl sonra 1830'da ise, uçsuz bucaksız Ce-zayir'i fethe kalkışacak kadar toparlanmıştı. Mısır bu kadar sağlıklı değildi. Uzun, çok uzun bir uyurgezerl ik halinden he-nüz çıkmıştı, modernleşmeye daha yeni başlamıştı; Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminde indirilen darbe ölümcül olmuştu. Küme başını yakalayabilmesi için bir daha asla böyle bir fırsat çıkmadı karşısına.

Arapla/ ın bu dönemden çıkarmış oldukları ve hâlâ çıkar-dıkları sonuç, Batı'nm kendisine benzenmesini istemediği ve sadece kendisine itaat edilmesini istediği şeklindedir. Mısır'ın hakimi ile konsolosluklar arasındaki mektuplaşmalarda, girişti-ği "uygar l ık hamlesi"ni ortaya koymakta tereddüt etmediği yü-rek burkucu bölümlere rastlanır; Avrupal ı lar ın çıkarlarına her zaman saygı d u y d u ğ u n u vurgulayarak, kendi kendine neden onu kurban etmeye çalıştıklarını sormaktadır. "Ben onların di-ninden değilim", diye yazar, "ama ben de insanım ve bana in-sanca davranmaları lazım." SPARTACUS

66

Page 63: Amin maalouf olumcul kimlikler

6

Kavalalı Mehmet Ali Paşa örneğinin ortaya k o y d u ğ u şey, modernleşmenin A r a p dünyas ında çok erken tarihlerde bir zo-runluluk, hatta bir aciliyet olarak algılanmış olmasıdır. Ama hiçbir zaman serinkanlılıkla ele alınamamıştır. A v r u p a kendi kültürel, sosyal ve dinsel ağırlığını koymayı bilmişken, sadece hiç durmamacasına ilerlemek yetmiyordu; ama bir de kendini yayılma halindeki, doymak bilmez ve çoğu zaman küçümse-yen bir Batı'ya karşı koruyarak Batılılaşmak gerekiyordu.

Mısır'ı örnek verdim, aynı dönemde çok kazançlı uyuştu-rucu ticaretine açılmayı reddettiği için, serbest ticaret adına o aşağılık "afyon savaş ı"nın acısı çeken Çin'den de söz edebilir-dim. Yani, bütün bir insanlığa kazandırdıkları kıyas kabul et-mez olan Batı'nın gelişmesinin de - b u n u hatırlatmalı mı?- pek parlak olmayan veçheleri vardır. Modern dünyanın kurulması olgusu, aynı zamanda yıkıcı bir olgu da olmuştur. Enerji fazlası olan, yeni gücünün bilincinde olan, üstünlüğüne inanan Batı, tıbbın, yeni tekniklerin nimetlerini ve özgürlükçü düşünceleri yayarak, ama aynı zamanda katliamlara, yağmalamalara ve sö-mürgeleştirmelere girişerek, aynı anda her yönde ve her alanda dünyayı fethe çıkmıştır. Ve her yerde büyülü bir hayranlık ka-dar kin de uyandırarak.

Bu gerçekleri kısaca hatırlatmak istememin nedeni, bir A r a p için -bir Kızılderili için, bir Malgaş, bir Çinhintli ve Aztek soyundan biri için de elbette- artdüşünce olmaksızın, içi içini kemirmeden, benliği parçalanmadan Batı kül türüyle bütünüyle

67

Page 64: Amin maalouf olumcul kimlikler

kaynaşmanın asla kolay olmadığını vurgu lamak içindir. Pek çok korkunun, pek çok kınamanın üstesinden gelmesi, bazen g u r u r u n u çiğnemesi, ince uzlaşma yolları hayal etmesi gerek-miştir. Çok geçmeden, artık Mehmet Ali Paşa zamanındaki gibi kendine sadece şu soruyu sorması yetmeyecektir: "Nasıl mo-dernleşmeli?" Kaçınılmaz olarak daha karmaşık sorular sor-mak gerekmiştir: "Kimliğimizi kaybetmeden nasıl modernleşe-biliriz?"; "Kendi öz k ü l t ü r ü m ü z ü yads ımadan Batı kü l türünü nasıl özümseyebil ir iz?" "Batı 'nm insafına kalmadan onun bilgi ve tekniğini nasıl kazanabil ir iz?"

Mısır'ın hakimi taraf ından uygulandığ ı biçimiyle, sistemli ve hiçbir komplekse kapı lmadan Batılılaşma artık g ü n d e m d e değildir. Hidiv başka bir devr in adamıydı. Tıpkı, hükümetin Giulio Mazarini gibi bir İtalyan'a tereddütsüzce teslim edildiği XVII. Yüzyı l Fransası 'nda o l d u ğ u gibi, bir Alman' ın çarların tahtına çıkabildiği XVIII. Y ü z y ı l Rusyası 'nda o lduğu gibi, Meh-met Ali Paşa'nın kuşağının yaklaş ımı ulusalcılığa değil, hane-dan ve devlet anlayışına dayanıyordu. Kendisi de A r n a v u t kö-kenli olan Paşa'nın, Mısır o r d u s u n u n kumandasını bir A r a p ye-rine bir Boşnak'a ya da bir Fransız'a bırakmaması için hiçbir neden yoktu. Kaderi, bir parça, imparatorluğun bir eyaletinde kendilerine bir iktidar ü s s ü kuran ama tek düşleri kendilerini imperator ve A u g u s t u s ilan etmek için Roma'ya y ü r ü m e k olan Romalı generallerinkine benzer. O da d ü ş ü n ü gerçekleştirebil-miş olsaydı, İstanbul'a yerleşecek ve orayı Avrupal ı laşmış bir İslam imparatorluğunun başkenti yapacaktı.

Bununla birlikte, 1849'da ö lümünde her şey çoktan değiş-m e y e başlamıştı. Avrupa milliyetçilik çağına gir iyordu ve çoku-luslu imparatorluklar çöküş halindeydi. Bu akım Müslüman dünyasınca da izlenmekte gecikmeyecekti. Balkanlarda Os-manlı yönetimi altındaki uluslar, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndakiler gibi, k ımıldanmaya başladılar. Yakın Doğu 'da da insanlar artık "gerçek" kimliklerinin ne o lduğu ko-nusunda kendi kendilerini sorguluyorlardı. O zamana kadar her birinin dilbilimsel, dinsel ya da bölgesel aidiyetleri vardı, ama hepsi de Sultan'ın kulları o lduğundan bir devlete ait olma sorunsalı hiç ortaya konmuyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun

68

Page 65: Amin maalouf olumcul kimlikler

parçalanmaya başlamasıyla birlikte, çözümsüz çatışmalar eşli-ğ inde enkazın paylaşımı zorunlu olarak g ü n d e m e girmişti. Her topluluğun kendi devletine sahip olması gerekiyor muydu? Ya aynı ülkede yüzyıl lardır birçok topluluk yan yana birlikte yaşı-yor idiyseler ne olacaktı? İmparatorluğun topraklarını dillere, dinlere göre mi yoksa eyaletlerin geleneksel sınırlarını izleye-rek mi bölmeliydi? Son yıllarda Yugoslavya 'nın parçalanması-na bakanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun tasf iye edilişinin nasıl bir şey olduğu hakkında -çok daha hafif ve küçük ölçekte- bir fikir edinebilirler.

Çeşitli halklar karşı karşıya kaldıkları felaketlerin sorum-lu luğunu birbirlerinin üzerine atmaya başladılar. Araplar iler-leyememişse, bu elbette ki onları hareketsizliğe m a h k û m eden Türk hakimiyeti yüzündendi ; Türkler in i lerleyememesinin ne-deniyse, yüzyıl lardır A r a p sultası altında kalmalarıydı. Milli-yetçiliğin birinci erdemi her sorun için bir çözümden çok bir sorumlu bulmak değil midir? Böylece Araplar yeniden doğuş-larının nihayet başlayacağı inancıyla Türk b o y u n d u r u ğ u n u sil-keleyip attılar; bu arada Türkler de A v r u p a ' y a daha az ayakba-ğıyla daha kolay katılabilmek için kültürlerini, dillerini, alfabe-lerini, g iy im kuşamlarını " A r a p etkisinden kur tarma" işine gi-riştiler.

Her iki tarafın söyleminde de belki bir gerçek payı vardı. Başımıza gelenler hep biraz da başkalarının hataları yüzünden-dir, başkalarının başına gelenlerse daima biraz bizim hatamız-dır. A m a ne önemi var... Türk ya da Arap, bu milliyetçi gerekçe-leri sıralamamın nedeni bunları tartışmak değil, dikkatleri faz-lasıyla sık unutulan bir gerçeğin üzerine çekmek. Müslüman dünyasının zorunlu modernleşmenin getirdiği ikileme hiç dü-şünmeden vereceği cevabın radikal İslam olmadığı bilinmeli. Bu tavır uzun zaman, çok uzun zaman, son derece azınlıkta ka-lan, çok küçük grupları etkileyen, önemsiz denmese de marji-nal bir tavır olarak kaldı. Akdenizli Müslüman dünyası din adına değil ulus adına yönetildi. Ülkeleri bağımsızl ığa götüren-ler milliyetçilerdi; onlar vatanın babaları oldular, daha sonra onlarca yıl dizginleri ellerinde tutan onlardı ve bütün bakışlar beklentilerle, umutla onlara yönelmişti. Hepsi Atatürk kadar

69

Page 66: Amin maalouf olumcul kimlikler

açıkça laik ve modernlik yanlısı değildi, ama dayanak noktaları hiçbir zaman, bir bakıma bir yana attıkları din olmamıştı.

Bu yöneticilerden en önemlisi Nas ı ld ı . "En önemlisi" mi dedim? Bu çok d ü z bir i fade oldu. 1956'dan itibaren Mısır cum-hurbaşkanının nasıl bir saygınlığa sahip o lduğunu b u g ü n ha-yal etmek zor. Aden'den Kazablanka'ya her yerde fotoğrafları vardı, gençler, hatta daha yaşlılar onun ismini anarak ant içiyor, hoparlörlerden onun şerefine çalınan marşlar yüksel iyor ve o ardı arkası kesilmeyen söylevlerinden birine başladığında, in-sanlar iki saat, üç saat, dört saat bıkmamacasına transistörlü radyoların başına üşüşüyorlardı. Nasır halk için bir ilah, bir ta-pınma aracıydı. Yakın tarihte benzer durumlar aradıysam da hiç bulamadım. Böylesine bir yoğunlukla aynı zamanda bu ka-dar ülkeye birden yayılan hiç kimse yok. Her halükârda Müs-lüman A r a p dünyasında uzaktan olsun bu o l g u y u andıran bir olay asla yaşanmamıştır.

Oysa Araplar ın ve Müslümanların özlemlerinin herkesten fazla taşıyıcısı olan bu adam İslamcıların amansız düşmanıydı ; onu öldürmeye kalkıştılar, kendisi de onların başlarından çok kişiyi idam ettirdi. Bu arada, o dönemde, bir İslamcı hareket militanının sokaktaki adamın gözünde A r a p u lusunun bir düş-manı ve çoğu zaman da Batı'nın işbirlikçisi olarak görüldüğü-nü hatırlıyorum.

Bunları siyasal, modernlik karşıtı ve Batı karşıtı İslamcılı-ğın, A r a p halklarının içten ve doğal ifadesi gibi görülmesinin en hafif inden aceleci bir kestirme olduğunu belirtmek için söy-lüyorum. Halkın önemli bir kesiminin radikal dinciliğin söy-lemlerine kulak vermeye başlaması ve 1970'li yıl lardan itibaren protesto mahiyetindeki örtünme ve sakalın pıtrak gibi çoğaldı-ğını görmek için, başta Nasır olmak üzere, milliyetçi yöneticile-rin gerek art arda gelen askeri başarısızlıkları, gerekse azgeliş-mişliğe bağlı sorunları çözmede yetersiz kalmaları sonucunda bir çıkmaza girmeleri gerekti.

Her durum üzerinde, Cezayir'deki, Mıs ı rdaki ve başka yerlerdeki durumlar üzerinde çok daha uzun uzadıya durabi-lirdim, hayal ve hayal kırıklıklarını, kötü başlangıçları ve fela-

70

Page 67: Amin maalouf olumcul kimlikler

ketle sonuçlanan seçimleri, milliyetçiliğin, sosyalizmin iflasını, o bölgelerdeki gençlerin, tıpkı Endonezya'dan Peru'ya kadar dünyanın başka yerlerindeki gençler gibi, inandıkları, sonra inanmaz oldukları her şeyin iflasını anlatabilirdim. Ben burada sadece radikal dinciliğin A r a p l a r ı n ya da Müslümanların en iç-ten seçimi, doğal seçimi, ilk seçimi olmadığını tekrar tekrar söylemek istiyordum.

Bu yola başvurmalar ından önce, diğer bütün yolların ka-panmış olması gerekti. Bu yol da, yani geçmişe dönüş yolu da, çelişkili biçimde zamanın havasına u y g u n düşmekte. SPARTACUS

71

Page 68: Amin maalouf olumcul kimlikler

III Gezegensel kabileler zamanı

SPARTACUS

Page 69: Amin maalouf olumcul kimlikler

1

"Zamanın havas ı " elbette oturmuş bir kavram değil; onu kullanmamın nedeni tarihin bazı anlarında çok sayıda insanın kimliklerinden bir öğeyi ötekilerin zararına olarak yüceltmeye başlatan şu yaygın, anlaşılmaz gerçekliği ortaya koymak. Bu-nun sonucu olarak b u g ü n dinsel aidiyetini vurgulamak, onu kimliğinin ana öğesi olarak görmek yaygın bir tavırdır; üç yüz yıl önce olduğundan k u ş k u s u z daha az yaygın ama elli yıl ön-cekinden tartışma götürmez biçimde daha yaygın bir tavır.

Zamanın havasından bir nebze daha az belirsiz kavramlar olan entelektüel çevre ya da entelektüel iklimden söz edebilir-dim. Ama sözcüklerin ötesinde önemli olan tek şey gerçek so-rular: bütün dünyada, her kökenden kadın ve erkek birkaç yıl öncesine kadar, ilk ağızda başka aidiyetlerini öne sürmeyi ter-cih ederken, bugün aynı insanların dini aidiyetlerini yeniden keşfetmelerine ve çeşitli tarzlarda bunu vurgu lamaya itildikle-rini hissetmelerine yol açan şey nedir? Yugoslavyal ı bir Müslü-man'ın günün birinde Yugoslav olduğunu söylemekten vazge-çip her şeyden önce Müslümanlığını ortaya koyması nereden kaynaklanıyor? Nasıl oluyor da, Rusya'da yaşamı boyunca kendini her şeyden önce bir proleter olarak gören bir Yahudi, bir gün her şeyden önce Yahudi olduğunu kavramaya başlıyor? Hangi dinden olduğunu g ö ğ s ü n ü gere gere vurgu lamak bir za-manlar u y g u n s u z olarak görülürken, nasıl oluyor da günü-müzde, hem de aynı zamanda ve ne çok ülkede doğal ve meşru kabul ediliyor?

75

Page 70: Amin maalouf olumcul kimlikler

Durum karmaşık ve hiçbir açıklama tatmin edici bir sonuç veremez. Bununla birlikte komünist dünyanın önce gerileyişi ve ardından çöküşünün bu evr imde b ü y ü k bir rolü o lduğu apaçık. Oysa Marksizmin gezegenin tamamı üzerinde Tanrı düşüncesinin silineceği yeni tip bir toplum kurmayı vaat edeli yüzy ı ldan fazla oluyor; bu projenin gerek ekonomik ve politik, gerekse ahlaki ve entelektüel planda başarısızlığa uğraması, ta-rihin çöplüğüne atmak istediği inançların yeniden saygınlık ka-zanması sonucunu getirdi. Din manevi bir s ığmak, bir kimlik s ığmağı olarak, Polonya'dan Afganistan 'a komünizmle müca-dele eden herkes için açık bir birleşme noktası haline geldi. Böylece Marx ve Lenin'in b o z g u n u da dinlerin intikamı, en azından kapitalizmin, liberalizmin ya da Batı'nın zaferi olarak göründü.

Ama XX. Yüzyıl ' ın son çeyreği boyunca din o lgusunun "yükse l i ş i "nde belirleyici rol oynayan sadece bu etmen değil-dir. Komünist dünyadaki nihai kriz, entelektüel ve politik tar-tışmalarda hâlâ ağırlığını koruyorsa ve korumaya devam ede-cekse de, bazılarının basit bir şekilde "kriz" deyip geçtiği, Ba-tı'yı etkileyen diğer krizden başlamak üzere başka etmenlerin de aynı şekilde dikkate alınmaması halinde pek çok gerçek an-laşılmaz olarak kalacaktır.

Bu kriz, komünizminkiyle aynı düzleme konulamaz. İki ta-rafı birbirine düşüren uzun çatışmada bir kazananla bir kaybe-den o lduğunu inkar etmek boşuna olacaktır. A m a Batı modeli-nin de, etkisini bütün kıtalar üzerine yaymasına rağmen, zaferi-ne rağmen, kendisini kendi metropollerinde yoksulluk sorunla-rıyla baş edemeyen, işsizlikle, suç eğilimiyle, uyuşturucu soru-nuyla ve daha başka bir yığın felaketle mücadele etmekte aciz kalan, krizde bir model olarak algıladığı da inkar edilemez. Za-ten, bütün toplum biçimlerinin iflahını kesen en cazip toplum modelinin kendi kendinden derin biçimde kuşkuya düşmesi, çağımızın en şaşırtıcı çelişkilerinden biridir.

Bir an kendimizi Arap dünyas ında bir üniversiteye giren on dokuz yaşında genç bir adamın yerine koyalım. Eskiden ol-sa, yaşam koşullarının sıkıntılarına duyarlı davranacak ve onu kendi usulünce fikir tartışmalarına yönlendirecek Marksist eği-

76

Page 71: Amin maalouf olumcul kimlikler

limli bir k u r u m u tercih ederdi; ya da onun kimlik ihtiyacını ok-şayan ve belki de ona yeniden doğuştan ve modernleşmeden söz edecek milliyetçi bir kuruma katılırdı. Bugün Marksizm çe-kiciliğini yitirdi, otoriter, beceriksiz ve yozlaşmış rejimlerce el konulan A r a p milliyetçiliğiyse güvenirl iğini yitirdi. Bu deli-kanlının, yaşam biçimi, bilimsel ve teknolojik başarıları yüzün-den Batı'yı çekici bulması da göz ardı edilemez; bununla birlik-te bu modeli temsil eden anlamlı hiçbir politik kuruluş bulun-madığından böyle bir çekimin onun bağlanacağı yol üzerinde ancak pek az sonucu olacaktır... "Batı cennetine" özlem duyan-ların, çoğu zaman göçmenlikten başka çareleri yoktur. Meğer ki, imrenilen bu modelin bazı veçhelerini iyi kötü kendi evle-rinde yaşamaya çalışan ayrıcalıklı "kes imlerden" birine men-s u p olmasınlar. A m a balkonunun altında bir l imuzinle doğma-mış olan herkes, kurulu düzeni sarsma arzusu d u y a n herkes, yozlaşmaya, devlet zorbalığına, eşitsizliklere, işsizliğe, gelecek endişesine isyan eden herkes, çok çabuk değişen bir dünyadaki yerinin neresi o lduğunu bulmakta zorlanan herkes İslamcı ha-reketin etkisine kapılıyor. Orada hem kimlik ihtiyaçlarını, bir gruba dahil olma ihtiyaçlarını, maneviyata olan ihtiyaçlarını, fazlasıyla karmaşık gerçekliklerin basit biçimde açıklanmasına olan ihtiyaçlarını, hem de eylem ve başkaldırı ihtiyaçlarını gi-deriyorlar...

Müslüman dünyasının gençlerini dinsel akımlara karışma-ya götüren bütün bu koşulları sıralarken, derin bir rahatsızlık hissetmekten kendimi alamıyorum. Bu da, İslamcılarla onlara karşı mücadele eden yöneticiler arasındaki çatışmada kendimi taraflardan ne biriyle ne de ötekiyle özdeşleştirmeyi başarama-mamdan ileri geliyor. Radikal İslamcıların söylemlerine sadece bir Hıristiyan olarak kendimi dışlanmış hissetmem yüzünden değil, ama çoğunlukta bile olsa dini bir g rubun yasalarını hal-kın tümüne dayatmasını kabul edemediğim için de yabancıyım - benim g ö z ü m d e çoğunluğun zulmü, ahlaki açıdan, azınlığın zulmünden daha iyi değildir; ayrıca özellikle kadın erkek her-kesin eşitliğiyle inanç özgürlüğüne, herkesin hayatını dilediği gibi yaşama özgür lüğüne derinden inanıyorum ve bu kadar te-

77

Page 72: Amin maalouf olumcul kimlikler

mel değerleri sorgulamaya kalkan bütün doktrinlerden de sakı-nıyorum.

Bütün bunları olabildiğince açık bir biçimde dile getirirken, İslamcılara savaş açan zorba iktidarların da g ö z ü m d e daha faz-la değeri olmadığını eklemekten kendimi alamıyor ve daha az zararlı olacağı bahanesiyle yaptıkları haksızlıkları alkışlamayı reddediyorum... Bu halklar hafif bir zarardan çok daha iyisini, ehven-i şerden daha iyisini hak ediyorlar, onlara gerçek de-mokrasiden, gerçek modernlikten başka bir şey olmayan ger-çek çözümler gerekir, demek istediğim, g ü d ü k ve zorla dayatı-lan bir modernlikten çok, bütünlüklü ve kabul gören bir mo-dernlik. Bana öyle geliyor ki, kimlik kavramına farklı bir bakış getirildiğinde, çıkmazın dışında, insanca bir özgürlük yolunun çizilmesine katkıda bulunulabilir.

Parantezi kapatarak "zamanın havasına" geri dönüyo-rum... Dinin yükselişi kısmen komünizmin çöküşüyle, kısmen çeşitli üçüncü dünya toplumlarının içinde bulunduklar ı çık-mazla, kısmen de batılı modeli etkileyen krizle açıklanıyorsa, olayın boyutlarının ve renginin, iletişim alanında son zaman-lardaki muazzam evrime ve küreselleşme diye bilinenlerin bü-tününe dayandırı lmadan anlaşılmasının mümkün olamayaca-ğını söylemek için.

1973'te yayımlanan bir metinde, İngiliz tarihçi Arnold Toynbee insanlık yolunun birbirini izleyen üç merhaleden geç-tiğini açıklıyordu.

Tarih öncesine denk düşen birinci merhalede iletişim son derece yavaştı, ama bilginin gelişimi daha da y a v a ş ilerliyordu, öyle ki bir başka yenilik araya girinceye kadar her yenilik bü-tün dünyaya yayılacak kadar zaman buluyordu; bu y ü z d e n in-san toplulukları hissedilebilir biçimde aynı evrim düzeyindey-diler ve sayılmayacak kadar çok ortak özellikleri vardı.

İkinci merhalede bilginin gelişimi yayılmasından daha çabuk oldu, öyle ki insan toplulukları her alanda gitgide farklılaşmaya başladılar. Tarih adını verdiğimiz bu merhale binlerce yıl sürdü.

Sonra, çok yakın tarihlerde yeni bir dönem başladı, bilginin k u ş k u s u z gitgide daha hızlı ilerlediği ama bilginin yayılması-

78

Page 73: Amin maalouf olumcul kimlikler

nın daha da hızlı gittiği bizim dönemimiz, öyle ki insan toplu-lukları kendilerini gi tgide daha az farklılaşmış bulacaklar.

Aslında çok kabataslak çizdiğim bu kuramın geçerliliği uzun süre tartışılabilir. Niyetim buradan bir dayanak çıkarmak değil, bana göre sadece bugün etrafımızda fark ettiklerimizin hoş ve en-telektüel açıdan son derece uyarıcı bir sunumu söz konusu.

Hiç durmamacasına yoğunlaşan ve hiç kimsenin kontrol edemez gibi g ö r ü n d ü ğ ü bu evrensel görüntü ve fikir harmanı-nın bilgilerimizi, algılayışlarımızı, davranışlarımızı derinden - v e çok kısa vadede, uygarl ıklar tarihi açıs ından- dönüşüme uğratacağı açıktır. Olasılıkla kendi kendimize, aidiyetlerimize, kimliğimize bakışımızı da aynı derecede derinden farklılaştıra-caktır. Toynbee'nin varsayımından hareketle hafifçe genelleşti-rerek, insan toplumlarının farklılıklarını vurgu lamak için, ken-dileriyle ötekiler arasına sınırlar çizmek için yüzyıl lar boyunca uydurduklar ı her şeyin tam da bu farklılıkları azaltmayı, bu sı-nırları silmeyi hedefleyen baskılara boyun eğeceği söylenebilir.

Sayısız uğultularla, sayısız şimşeklerle gözlerimizin önün-de cereyan eden ve daha da süratlenen bu görülmemiş başkala-şım engelsiz ilerlemiyor. Çevremizi kuşatan dünyanın bizlere s u n d u ğ u pek çok şeyi gerek bize yararlı göründüğü, gerekse kaçınılmaz g ö r ü n d ü ğ ü için, elbette hepimiz kabul ediyoruz; ama kimliğinin anlamlı bir öğesi -dili, dini, kültüründeki deği-şik simgeler ya da bağımsız l ığ ı- üzerinde bir tehdidin ağırlığını hissettiği an, herkesin direndiği durumlar oluyor. Bu yüzden içinde b u l u n d u ğ u m u z dönem u y u m ve u y u m s u z l u k gibi ikili bir atmosfer içinde geçiyor, insanlar hiçbir zaman bu kadar or-tak şeye sahip olmamışlardı, bu kadar ortak bilgiye, bu kadar ortak referansa, bu kadar imaja, bu kadar söyleme, bu kadar paylaşılan araca, ama bu, birilerini ve ötekilerini farklılıklarını daha da vurgulamaya itiyor.

Şimdi i fade ettiğim şey çıplak gözle incelenebilir. Hızlı kü-reselleşmenin kimlik ihtiyacının güçlenmesi gibi bir tepkiye yol açtığına hiç kuşku yoktur. Bu arada, bu kadar ani değişimlere eşlik eden varoluş sıkıntısı yüzünden maneviyat ihtiyacının ço-ğalmasına da. Oysa bu iki ihtiyaca sadece dinsel aidiyet cevap verebilir ya da en azından cevap vermeye çalışabilir.

79

Page 74: Amin maalouf olumcul kimlikler

"Tepki" sözcüğünü kullandım; bunun tek başına olayın bütününü veremeyeceğini belirtmek doğru olurdu. Değişiklik-ten korkan bir insan topluluğu eski geleneğin değerlerine ve simgelerine sığındığında, sözcüğün her anlamıyla bir "tep-k e d e n k u ş k u s u z söz edilebilir. Ama bana göre dinselliğin yük-selişinde basit bir tepkiden daha fazlası, belki kimlik ihtiyacıyla evrensellik talebi arasında bir sentez girişimi var gibi. Gerçek-ten de, inançlı cemaatler gezegen kabileleri gibiler - kimlikle-rinde ağır basan nitelik y ü z ü n d e n "kabile" diyorum, ama ke-yif le sınırları aştıkları için de "gezegensel" diyorum. Ulusal, ırksal, sosyal aidiyetlerin üstüne çıkacak bir imana bağlılık, ba-zılarının gözünde bunların kendilerini evrensel gösterme biçi-mi. Böylelikle, bir inanç cemaatine ait oluş, bir bakıma en küre-sel, en evrensel ayrılıkçılık olurdu; ya da belki en elle tutulur, en "doğal" , en köklü evrensellik demek gerekirdi.

En u y g u n formül ne olursa olsun, bugün kendini gösterdi-ği biçimiyle, dini bir cemaate ait olma d u y g u s u n u n daha önce-ki duruma basit bir dönüşten ibaret olmadığını belirtmek önem taşıyor. Milliyetler çağının şafağında değil günbatımndayız. En azından "proletaryen" biçimiyle internasyonalizmin de şafa-ğında değiliz, ama aynı şekilde günbatımındayız. Bu yüzden, bir dine ait olma d u y g u s u n u n önceliği, gelip geçecek tarihi bir an gibi elinin tersiyle küçümseyerek geri çevrilemez. Çünkü karşımıza çıkan soru kaçınılmaz olarak şudur: neye doğru ge-çecek? Yeni bir uluslar çağına doğru mu? Bu, bana ne olası ne de arzu edilebilir gibi geliyor - zaten b u g ü n ortak bir "Kili-se 'ye" bağlı olma d u y g u s u , milliyetçiliğin, hatta laik olanların en emin çimentosudur, bu Türkler le Ruslar için o lduğu kadar Yunanlılar, Polonyalılar ya da İsrailliler için ve bunu kabul et-mekte huysuzlanacak pek çokları için doğrudur.

O halde dinsel aidiyet nereye doğru aşılacak? Başka hangi aidiyet onu bir zamanlar kendisinin de o lduğu gibi, "battal" hale getirebilecek?

80

Page 75: Amin maalouf olumcul kimlikler

2

Düşüncelerimin bu aşamasında vahim bir yanlış anlamayı önlemek için bir şeyi belirtmem şart oluyor. Ben dinsel aidiye-tin aşılmasından söz ederken dinin kendisinin de aşılması ge-rektiğini söylemeye çalışmıyorum. Bana göre, din asla tarihin zindanlarına gömülemeyecek, ne bilim tarafından, ne bir dokt-rin, ne de siyasal bir rejim tarafından. Bilim ilerledikçe insan, sonunun ne olacağı üzerine kendini daha çok sorgulayacak. "Nasıl"ın Tanrı'sı bir gün gelecek silinecek ama "niçin"in Tan-rı'sı asla ölmeyecek. Bin yıl sonra belki aynı dinler olmayacak ama ben hiçbir biçimiyle bir din olmadan dünyayı düşünemi-yorum.

Şunu da hemen eklemek istiyorum, benim bakış açıma göre, maneviyat ihtiyacı ifadesini mutlaka bir inanç cemaatine ait ol-mada bulmamalıdır. Aslında burada her ikisi de farklı düzeyler-de, doğal ve meşru, ama karıştırılması yanlış olan iki eğilim var: bir yanda varlığımızı, acılarımızı, düş kırıklıklarımızı aşkmlaştı-racak, hayata ve ölüme -yanılsamalı da olsa- bir anlam katacak bir dünya görüşüne özlem; öte yanda, her insanın içinde yaşattı-ğı, onu kabul eden, onu tanıyan ve fazla söze gerek kalmadan anlaşacağı bir cemaate bağlı o lduğunu hissetme ihtiyacı.

Ben artık dine yer olmayan bir dünya hayal etmiyorum, ama maneviyat ihtiyacının aidiyet ihtiyacından ayrıldığı bir dünya hayal ediyorum. İnsanın inançlara, bir külte, muhteme-len kutsal bir kitaptan esinlenen manevi değerlere bağlı kalır-ken, artık din kardeşleri ordusuna yazılma ihtiyacını hissetme-

81

Page 76: Amin maalouf olumcul kimlikler

yeceği bir dünya. Dinin savaş halindeki budunlara çimento ro-lünü artık üstlenmeyeceği bir dünya. Kilise'yi devletten ayır-mak artık yeterli değil; dinseli bir kimlik bildirimi olmaktan çı-kartmak da aynı derecede önemli. Tam da bu noktada, bu tuhaf karışımın, fanatizmi, terörü ve etnik savaşları bes lemeye de-vam etmesinin önüne geçilmek isteniyorsa, kimlik ihtiyacını bir başka şekilde doyurmak gerekecektir.

Bu da beni en baştaki soruma geri götürüyor: bir inanç top-luluğuna ait olmanın yerine b u g ü n ne konulabilir?

Önceki sayfalarda hissettirilen sıkıntı, bu aidiyetin artık, en son, en az gelip geçici, en güçlü kökleri olan, insanın pek çok temel ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilecek tek aidiyet gibi gö-rünmesidir; ve hepsinin de -ulus , budun, ırk, hatta s ınıf- daha dar, daha kısıtlayıcı ve hiç de daha az ölümcül olmadığı ortaya çıkan geleneksel aidiyetler tarafından kalıcı olarak çiğneneme-yeceğidir; eğer bir "gezegen kabilesine" aidiyet aşılmak zorun-da ise, belki de bu, ancak daha eksiksiz hümanist bir u f k u n ta-şıyıcısı olan çok daha geniş bir aidiyete doğru ilerlemekle mümkündür .

Hiç k u ş k u s u z bana denilecek ki, hangi aidiyete? Hangi "daha geniş aidiyete"? Ve hangi "hümanist u f k a " ? Tarih bo-yunca insanlığı seferber etme başarısını göstermiş güçlü bilinç-dışı aidiyetler karşısında denge sağlayabilecek hiçbir yeni aidi-yetin ortaya çıkmadığını saptamak için dünyaya şöyle bir bak-mak yeter. Üstelik b u g ü n küresellik iddiasındaki her görüş, ya onlara safça geldiğinden, ya da kimlikleri için bir tehlike olarak algılandığından çağdaşlarımızda bir güvensizl ik uyandırıyor.

Güvensizlik hiç k u ş k u s u z zamanımızın anahtar sözcükle-rinden biridir. İdeolojilere karşı, mutlu yarınlara karşı güven-sizlik, politikaya, bilime, akla, modernliğe karşı güvensizl ik. İlerleme düşüncesine ve pratik olarak bütün bir XX. Yüzyıl bo-yunca - b ü y ü k işlerin gerçekleştirildiği, tarihin başından beri eşi benzeri olmayan bir yüzyı l ama aynı zamanda bağış lanmaz suçların ve kırık umutların yüzyı l ı- inanabildiğimiz her şeye karşı güvensizlik. Küresel, dünya ya da gezegen ölçeğinde gibi görünen her şeye karşı da güvensizl ik.

82

Page 77: Amin maalouf olumcul kimlikler

Daha birkaç yıl önce, pek çok insan gezegensel aidiyeti, bir bakıma, insanlık tarihinin doğal sonu olarak gören düşünceyi ka-bul etmeye hazırdı; sözgelimi, Torinolu bir adam, önce Piemonte-li'yken İtalyan vatandaşı olacak, sonra da sırasıyla Avrupa vatan-daşı, ardından da dünya vatandaşı olacaktı. Son derece basitleşti-riyorum, ama gitgide daha geniş aidiyetlere doğru geriye dönüşü olmayan bu gidiş fikri hiç de abartılı görünmüyordu. İnsanlık birbirini izleyen bölgesel kümeleşmelerden yola çıkarak, bir gün en üst toplaşmaya ulaşacakü; birbirine rakip iki sistem üzerine, kapitalizm ve komünizmin, birincisi gitgide sosyalleşerek, ikinci-si ise güdümcülüğü gitgide daha az uygulayarak, tek sistem hali-ne gelinceye kadar birbirlerine yöneleceklerine dair büyüleyici kuramlar bile ortaya atıldı. Huzur veren geniş bir sentezle birle-şecekleri öngörülen dinler için de aynı şey olacaktı.

Bugün artık tarihin asla kendisine çizilen yoldan gitmediği biliniyor. Doğası gereği yeri zamanı belli olmadığından, anlaşıl-maz ya da çözülemez olduğundan, insan aklına s ığmadığından değil, ama tam da insanların yaptıklarından başka bir şey ol-madığı için, onların bireysel olarak ya da ortaklaşa bütün ey-lemlerinin, bütün söylemlerinin, karşı karşıya kaldıkları şeyle-rin, acılarının, nefretlerinin, yakınlıklarının toplamı olduğu için. Tarihteki oyuncular çoğaldıkça ve özgür oldukça, bunların eylemlerinin bileşkesi daha karmaşık, kavranması daha zor, ba-sitleştirici kuramlara gelmez olacaktır.

Tarih her an sonsuz yollar üzerinde ilerlemekte. Bütün bunlardan her şeye rağmen herhangi bir anlam, bir yön çıkacak mıdır? Biz bunu elbette ancak "varış"ta bilebileceğiz. Üstelik bu sözcüğün de bir anlam kazanması gerekecektir.

Gelecek, umutlarımızın mı yoksa karabasanlarımızın mı yarını olacak? Özgürlükle mi donanacak, yoksa kölelikle mi? Sonuçta bilim kur tu luşumuzun mu aracı olacak yoksa felaketi-mizin mi? Bir Yaratıcı'nın aydın yardımcıları mı olacağız, yoksa adi büyücü çırakları mı? Daha iyi bir dünyaya doğru mu gide-ceğiz, yoksa "dünyaların en iyisine" mi?

Öncelikle de, daha yakınımızdaki gelecek onyıllar bize ne gösterecek? Bir "uygarl ıklar savaş ı" mı, yoksa "küresel k ö y " ü n huzurunu mu?

83

Page 78: Amin maalouf olumcul kimlikler

Ben geleceğin hiçbir yerde yazılı olmadığına derinden ina-nıyorum, gelecek bizim ona yaptıklarımız olacak.

Bazıları anlamlı anlamlı göz kırparak, Doğulu olan bana, "ya kader?" diye soracaktır. Buna hep bir yelkenli için rüzgâr neyse, kaderin de bir insan için aynı şey o lduğu cevabını veri-yorum. Dümen başındaki insan rüzgârın nereden eseceğine ka-rar veremez, ne şiddette eseceğine de, ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Ve bu da kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Aynı rüzgâr deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış ka-rar veren bir denizciyi felakete sürüklerken, bir başkasını sakin bir l imana ulaştıracaktır.

Gezegen üzerinde esen küresel leşme "rüzgâr ı" hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Bunu baltalamaya çalışmak saçma olur; ama kıyı kıyı g idip kör kayalardan sakınarak ustaca dü-men açılırsa "doğru l imana" varılabilir.

Bu sınırlı deniz manzarasıyla yetinmek istemem; durumla-rı daha açık bir şekilde i fade etmek zorunlu görünüyor bana: teknolojide birkaç yıldır hızlanan, özellikle de iletişim ve bilgi-ye erişme alanında yaşamlarımızı derinden dönüşüme uğratan müthiş ilerlemenin bizim için " iy i" mi, "kötü" mü olduğunu sormamız hiçbir işe yaramaz, bu bir referandum konusu değil, bir gerçek; bununla birlikte geleceğimizi nasıl etkileyeceği de geniş ölçüde bize bağlı.

Bazılarının içinden bir çırpıda her şeyi reddetmek ve dünya-lılaşmaya, küreselleşmeye, egemen Batı'ya ya da dayanılmaz Amerika 'ya karşı dokunaklı lanetler okuyarak "kimliklerine" sa-rılmak gelecektir. Tersine, başkalanysa ne kim olduklarını, nere-ye gittiklerini, ne de dünyanın nereye gittiğini bilemez hale gele-cek derecede fark gözetmeden her şeyi kabule, her şeyi "sindir-meye" hazır olacaktır! Taban tabana zıt, ama her ikisi de boyun eğme özelliği taşıdığından sonunda birleşen iki tavır. İkisi de - b u r u k ve yüze gülücü, somurtkan ve bön- dünyanın bir tren gi-bi raylar üzerinde ilerlediğini ve hiçbir şeyin onu yolundan çı-kartamayacağmı sanan aynı önvarsayımdan kaynaklanıyor.

Benim duygularım farklı. Dünyalılaşma "rüzgâr ı" bana, bizleri gerçekten felakete de, en iyiye de götürebilecekmiş gibi

84

Page 79: Amin maalouf olumcul kimlikler

geliyor. Bizi birbirimize çabucak yakınlaştıran yeni iletişim araçları, bizleri tepki olarak farklılıklarımızı ortaya koymaya it-se de, aynı zamanda ortak kaderimizin bilincine varmamızı da sağlıyor. Bu da bana, b u g ü n k ü evrimin sonuçta kimlik kavra-mına yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmasını destekleyebileceğini düşündürüyor. Bütün aidiyetlerimizin toplamı gibi algılanacak ve içinde insanlık toplumuna aidiyetin gi tgide daha fazla önem kazanarak, çok yönlü özel aidiyetlerimizi de silmeden, sonun-da bir gün esas aidiyet haline geleceği bir kimlik - elbette küre-selleşme "rüzgâr ı" nın bizleri ister istemez bu yöne sürüklediği-ni söyleyecek kadar ileri gitmeyeceğim, ama bu rüzgâr bana böyle bir yaklaşımı göze almayı daha az zor hale getirecekmiş gibi geliyor. Aynı zamanda da kaçınılmaz. SPARTACUS

85

Page 80: Amin maalouf olumcul kimlikler

6

Tarihçi Marc Bloch, "İnsanlar babalarından çok, zamanları-nın çocuklarıdır" diyordu. Bu k u ş k u s u z her zaman d o ğ r u y d u , ama asla b u g ü n k ü kadar d o ğ r u olmamıştı. Son birkaç onyıldır her şeyin nasıl gitgide daha hızlı geliştiğini hatırlatmak gerekir mi? Çağdaşlarımızdan hangisi eskiden bir yüzyı la yayılabile-cek değişikliklerin zaman zaman bir ya da iki yıl içinde yaşan-dığını fark ettiği izlenimine kapılmamıştır? İçimizden daha yaşlı olanlar çocukluklarındaki zihniyetlerine geri dönmek için, edindikleri alışkanlıkları, artık vazgeçemeyecekleri alet ve ürünleri kavrayabilmek için, hafızalarını b ü y ü k ölçüde zorlama ihtiyacını bile duyuyorlar. Gençlerse daha önceki kuşaklarmki bir yana, büyükanne ve babalarının nasıl bir yaşam sürdükleri hakkında çoğu zaman en küçük bir fikir sahibi bile değiller.

Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza o lduğundan çok daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokak-larında rasgele çevirdiğim biriyle, kendi büyük-büyükbabamla olduğundan çok daha fazla ortak şeyim olduğunu söylesem, abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve ta-vırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafı-mızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, d ü ş ü n m e alışkanlıklarında da.

İnançlarda da. Biz kendimize istediğimiz kadar Hıristiyan, - y a da Müslüman, ya da Musevi ya da Budist ya da Hindu- di-yelim, öteki dünyaya dair g ö r ü ş ü m ü z ü n beş yüz yıl önce yaşa-mış olan "din kardeşlerimizin"kiyle artık hiçbir ilgisi kalma-

86

Page 81: Amin maalouf olumcul kimlikler

mıştır. Onların b ü y ü k bir çoğunluğu için cehennem, tıpkı mah-şer tablolarındaki gibi, günahkarları ezeli ateşe atmaya hazır çatal ayaklı iblisleriyle birlikte Anadolu ya da Habeşistan kadar gerçek bir yerdi. Bugün artık hiç kimse ya da hemen hemen hiç kimse durumları böyle görmüyor. Çok karikatürlük bir örnek verdim, ama bu her alandaki kavramlarımızın tümü için doğ-ru. Bugün inanan bir insana tamamiyle kabul edilebilir gelen pek çok davranış, onun eski "din kardeşleri" için tasavvur dahi edilemezdi. Bu sözcüğü tekrar tırnak içine aldım, çünkü o ata-lar bizimle aynı dini yaşamıyorlardı. Eğer b u g ü n k ü davranışla-rımızla onların arasında yaşayacak olsaydık, hepimiz zındıklık-tan, zinadan, sapkınlıktan ya da büyücülükten sokaklarda taş-lanır, bir zindana atılır ya da ateşte yakılırdık.

Toparlarsak, içimizden her biri iki mirasa sahip: "dikey" olanı bize atalarımızdan, halkımızın geleneklerinden, ait oldu-ğ u m u z dini cemaatten geliyor; "ya tay" olanı ise çağımızdan, çağdaşlarımızdan. Bana göre en belirleyici olanı sonuncusu ve her geçen gün biraz daha belirleyici oluyor. Bununla birlikte bu gerçek, kendi kendimizi algılayışımıza yansımıyor. Biz "vatay" mirasımızla değil, ötekiyle öne çıkıyoruz.

İzninizle, g ü n ü m ü z d e ortaya çıktığı haliyle kimlik kavramı-na eğildiğiniz andan itibaren şunun temel bir nokta olduğunda ısrar ediyorum: bir yanda, gerçekte ne o l d u ğ u m u z ve kültürün dünyalılaşmasının etkisiyle ne olacağımız var, yani çağdaşlarıy-la geniş bir toplum halinde referanslarının esasını, davranışları-nın esasını, inançlarının esasını paylaşan her renk iplikten do-k u n m u ş varlıklar. Sonra, öte yanda olmayı d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z , ol-ma iddiasında b u l u n d u ğ u m u z şey var, yani falanca topluluğun değil de filanca topluluğun üyesi, şu inancın değil de bu inancın müridi. Söz konusu olan dinsel, ulusal ya da başka aidiyetleri-mizin önemini yadsımak değil. "Dikey" mirasımızın çoğu za-man kesin olan etkisini yadsımak söz konusu değil. Bu evrede özellikle söz konusu olan, ne olduğumuzla o lduğumuza inandı-ğımız şey arasında bir uçurum olduğunu gün ışığına koymak.

Doğrusunu söylemek gerekirse, farklılıklarımızı büyük bir hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az fark-

87

Page 82: Amin maalouf olumcul kimlikler

h hale gelmemizdir. Çünkü çatışmalarımıza, çok eskilere daya-

nan düşmanlıklarımıza rağmen, her geçen gün farklılıklarımızı

biraz daha azalüyor ve benzerliklerimizi biraz daha çoğaltıyor. Sanki bundan keyiflenir gibiyim. İnsanların birbirlerine

gitgide daha çok benzemelerini görünce gerçekten sevinmeli midir? Pek yakında tek bir dilin konuşulacağı, herkesin aynı asgari inanç demetini paylaşacağı, herkesin televizyon karşısın-da aynı sandviçleri geveleyerek aynı Amerikan dizilerine baka-cağı renksiz bir dünyaya d o ğ r u gitmiş olmayacak mıyız?

İşin karikatürü bir yana, soru en ciddi biçimde sorulmayı hak ediyor. Gerçekten de dünyalı laşmanın hemcinslerimizin b ü y ü k çoğunluğunun gözüne, herkes için zenginleştirici müt-hiş bir karışım olarak değil, yoksullaştırıcı bir tektiplilik ve ken-di öz kültürünü, kimliğini, değerlerini korumak için mücadele edilmesi gereken bir tehdit gibi göründüğü son derece şaşırtıcı bir çağdan geçiyoruz.

Belki bunlar artçı mücadelelerden başka bir şey değil, ama şimdilik bu konuda hiçbir şey bilmediğimizi kabul edecek al-çakgönüllülüğü göstermek gerek. Tarihin çöplüklerinde her za-man u m d u ğ u m u z u bulamayız. Hem sonra, özellikle bunca in-san kendisini dünyalılaşmanın tehdidi altında hissediyorsa, söz konusu tehdidin daha yakından incelenmesi normal olurdu.

Kuşkusuz, kendilerini tehlikede hissedenlerde, insanlık ka-dar eski olan değişim korkusunu bulmak mümkün. A m a daha güncel ve haksız demeye dilimin varmadığı endişeler de var. Çünkü dünyalılaşma bizi tek bir hareketle, biri g ö z ü m e hoş, di-ğeri kötü gelen, birbirine zıt iki gerçekliğe doğru sürüklüyor; yani evrenselliğe ve tektipliliğe. Bize tek bir yol söz konusuy-muşçasına iç içe geçmiş, farksızlaşmış gibi görünen iki yol. O kadar ki, insan kendi kendine, birinin ötekinin gösteri lmeye la-yık y ü z ü olup olmadığını sorabilir.

Yan yana olsalar, birbirlerine değseler ve göz alabildiğine birbirlerine dolaşsalar da, ben kendi payıma, birbirinden farklı iki yol olduğuna inanıyorum. Çileyi hemen çözmek istemek hayalcilik olurdu, ama çileden ilk ipliği çekmeye çalışılabilir.

88

Page 83: Amin maalouf olumcul kimlikler

4

Evrenselliğin temel öngerçeği, insanlık onuruna ilişkin hak-lar olduğu, hiç kimsenin dini, rengi, milliyeti, cinsiyeti ya da da-ha başka nedenler yüzünden hemcinslerini bu haklardan yok-sun bırakamayacağıdır. Bunun anlamı, başka şeylerin yanında, temel insan ve kadın haklarına şu ya da bu özel gelenek -sözge-limi dinsel- adına her türlü saldırının evrensellik ruhuna aykırı olduğudur. Bir tarafta evrensel insan hakları beyannamesi, öte tarafta özel yasalar, bir İslam şeriatı, bir Yahudi şeriatı, bir Hıris-tiyan şeriatı, bir Afr ika yasası, bir Asya yasası vs. olamaz.

İlke olarak buna pek az kişi karşı çıkacaktır- uygulamada ise, sanki buna hiç inanmıyormuş gibi davranılır. Mesela hiçbir Batılı hükümet, Afr ika 'daki ve A r a p dünyasındaki insan hakla-rına Polonya ya da Küba'dakine baktığı gibi talepkar bir bakış-la bakmaz. Saygılı olma iddiasında, ama benim g ö z ü m d e son derece aşağılayıcı bir tutum. Birine saygı göstermek, tarihine saygı göstermek, onun aynı insanlığa ait o lduğunu kabul et-mekle olur, farklı bir insanlığa, ucuz bir insanlığa değil.

Kanıtlarla desteklenerek tek başına uzun uzun işlenmeyi hak eden bu sorun üzerinde yayı lmak istemiyorum. Ama bu-rada bunun evrensellik kavramının esası o l d u ğ u n u hatırlatma-yı da önemli görüyorum. Hiç ayrım y a p m a d a n bütün insanları ilgilendiren değerler o l d u ğ u n u peşinen kabul etmeseydi, bu kavram anlamından boşalırdı. Bu değerler her şeyden önce ge-lir. Gelenekler ancak sayg ıdeğer oldukları ölçüde sayg ı görme-ye layıktır, yani tam olarak temel erkek ve kadın haklarına say-

89

Page 84: Amin maalouf olumcul kimlikler

gılı davrandıkları ölçüde. "Geleneklere" ya da ayrımcı yasala-ra saygı göstermek, bunların kurbanı olan insanları aşağı gör-mektir. Bütün halklar ve bütün doktrinler, tarihlerinin bazı an-larında, zihniyetlerdeki evrim sonucu, insan onuruyla bağdaş-mayacağı ortaya çıkan davranış lar üretmiştir; bunlar hiçbir yerde bir kalem oynatmakla yürür lükten kaldırı lamaz, ama bu onların kınanmasına ve ortadan kalkması için çalışılmasına en-gel değildir.

Temel haklara ilişkin her şey -babalarının dünyasında her yerde bir yurttaş olarak hiçbir kovuşturma ve aşağı lanmaya uğramadan yaşama hakkı; nerede olursa olsun, onurlu yaşama hakkı; hayatını, aşklarını, inançlarını başkasının özgür lüğüne saygı göstererek özgürce seçme hakkı; engellenmeden bilgiye, sağlığa, dürüst ve onurlu bir yaşama ulaşma hakkı- , liste bu kadarla sınırlı değildir, bütün bunlar bir inancı, atalardan kal-ma bir uygulamayı ya da bir geleneği koruma bahanesiyle hemcinslerimizden esirgenemez. Bu alanda evrensell iğe doğru, hatta gerekiyorsa tektipliliğe doğru uzanmalıdır, çünkü çoğul olsa da, önce tek bir insanlık vardır.

Ya her uygarlığın kendine özgülüğü? Elbette buna saygı gösterilmelidir, ama başka bir tarzda ve basireti asla elden bı-rakmadan.

Değerlerin evrenselliği mücadelesinin yanı sıra, yoksullaş-tırıcı tektipliliğe karşı, ideolojik, politik, ekonomik ya da med-yatik hegemonyaya karşı, aptallaştırıcı uzlaşmalara ve tektip düşünceye karşı, çeşitli dilbilimsel, sanatsal, entelektüel i fade biçimlerinin yolunu tıkayan her şeye karşı mücadele etmek de bir zorunluluktur. Tekdüze ve çocuksulaştıran bir dünyaya doğru giden her şeye karşı. Bazı âdetlerin, bazı kültürel gele-neklerin korunması için bir mücadele, ama aklı başında, talep-kar, seçici, ürkek olmayan, paniğe kapılmayan ve sürekli olarak geleceğe açık bir mücadele.

Bütün bir gezegen, zevklerimizi, hayallerimizi, davranışla-rımızı, yaşam biçimimizi, dünyaya ve kendimize bakışımızı her gün biraz daha değiştiren bir imaj, ses, düşünce ve çeşitli ürün selinin istilası altında. Bu olağanüstü kaynaşmadan çoğu za-

90

Page 85: Amin maalouf olumcul kimlikler

man çelişkili gerçekler ortaya çıkıyor. Mesela, b u g ü n artık Pa-ris'in, Moskova'nın, Şanghay ' ın ya da Prag'ın ana caddelerinde fast food'un mâlum işaretlerine rastlandığı doğru. A m a bütün kıtalar üzerinde artık sadece, uzun zamandan beri dışa açılmış bulunan İtalyan ya da Fransfz, Çin ya da Hint değil, Japon, En-donezya, Kore, Meksika, Fas ya da Lübnan gibi çok çeşitli mut-fakların gitgide daha çok b u l u n d u ğ u da doğru.

Kimilerine göre bu sadece önemsiz bir ayrıntı. Benim gö-zümdeyse, açıklayıcı bir olgu. Günlük yaşamda bu karışımın ne anlama geldiğini açıklayıcı. Aynı zamanda şu ya da bu tara-fın tepkilerinin ne olabileceğini açıklayıcı. Gerçekten de, bütün bu evr imde sadece tek bir veçhe, yani bazı gençlerin Amerikan usulü ayaküstü yiyeceklere d ü ş k ü n l ü ğ ü n ü gören ne kadar çok insan var. Ben bırakınız-yapsınlar taraftarı deği l im ve d o ğ r u s u yalnızca kendini bırakmayanlara karşı sayg ım var. Bir sokağın, bir mahallenin karakterini ya da belli bir y a ş a m kalitesini koru-mak için mücadele etmek, meşru ve çoğu zaman da zorunlu bir mücadeledir. A m a bizim tablonun bütününü görmemizi engel-lememelidir.

A r z u edildiğinde, dünyanın her yer inde ülkenin kendi tar-zında yemek yenebilmesi, ama aynı zamanda ABD'ninki de da-hil olmak üzere başka mutfak geleneklerinin de tadına bakıla-bilmesi; İngilizlerin köriyi naneli sosa tercih etmeleri, Fransız-la r ın bazen etli sebzeli türlü yerine k u s k u s s ipariş etmeleri ve bir Minskli'nin onyıllarca süren tekdüzelikten sonra ketçap ve hamburger le fantezilerinin sesini dinlemesi - bunların hiçbiri, itiraf etmeliyim ki beni kızdırmıyor, hüzünlendirmiyor da. Ter-sine ben bu olgunun daha da genişlemesini isterdim, ister Seçu-an'dan Halep'ten, Champagne 'dan, Apul ia 'dan, ister Hanno-v e r d e n ya da Milvvaukee'den gelsin her mut fak geleneğinin bütün dünyada beğenilmesini isterdim.

Mutfak hakkında söylediklerimi gündel ik kül türün başka alanlarına da yayabil ir im. Mesela müziğe. Burada da olağanüs-tü bir kaynaşma var. Cezayir 'den bize çoğu zaman en isyan et-tirici haberler gelir, ama oradan kendilerini Arapça, Fransızca ya da Kabilce i fade eden bütün o gençler tarafından yayılan ya-ratıcı müzikler de yüksel iyor; bazıları her şeye rağmen ülkede

91

Page 86: Amin maalouf olumcul kimlikler

kalırken, ötekiler tanığı oldukları bir halkın gerçeğini, bir kül-türün ruhunu yanlarında, içlerinde getirdiler.

Geldikleri yol, ancak bir zamanlar köle olarak Amerika 'ya taşman Afrikal ı lar ın o daha eski ve daha engin yollarını hatır-latıyor. Bugün onların Louisiana'dan ya da Karayipleı 'den çı-kan müzikleri bütün dünyaya yayıldı, artık müzik ve d u y g u mirasımızın bir parçası oldu. Bu da bir dünyalılaşmadır. İnsan-lık geçmişte bu kadar müziği, Liverpool'dan Memphis'ten, Brüksel 'den ve Napoli 'den o lduğu kadar Kamerun'dan, İspan-ya 'dan, Mısır'dan, Arjantin'den, Brezilya'dan, Cabo Verde'den gelen canınızın istediği bütün bu sesleri yayabilecek teknik ola-naklara asla sahip olmamıştı. Asla bu kadar insan çalmak, bes-telemek, şarkı söylemek ve sesini dinletmek olanağına sahip ol-mamıştı. SPARTACUS

92

Page 87: Amin maalouf olumcul kimlikler

6

Gözüme dünyalılaşmanın yararlı sonuçlarından biri gibi, gerçek bir evrensellik etkeni gibi görünen şey üzerinde ısrar edi-yorsam da, bu kaynaşmada Anglo-sakson şarkılarının gitgide ar-tan ağırlığından çok daha önemsiz bir olgu görenlerin endişeleri-ne de sessiz kalmak istemiyorum. Aynı şekilde daha birçok alan-da, sözgelimi bazı uluslararası medya kuruluşlarının etkisinden söz ederken ya da Hollywood'un tartışılmaz derecede ezici ağır-lığını koyduğu sinema konusunda gözlemlenen bir endişe.

Endişeden söz ettim; bu belirsiz sözcük tepkilerin sonsuz çeşitliliğini veremiyor. Radyoda son derece az Fransız şansonu dinleyebildiği için köpüren Parisli bir kahveci ile ona göre Ba-tı'nın siren seslerini aktardığı için u y d u antenlerine "Şeytan an-tenleri" diyen bağnaz bir vaiz arasında hiçbir ortaklık yoktur. Belki, oluşmaktaki haliyle küresel kültüre karşı belli bir tavır dışında. Ne olursa olsun, kendi payıma, tabiri caizse bu iki en-dişe beni endişelendiriyor; eşit ölçüde değil ama aynı anda. Modernliğe karşı öfkeli ve gerileyen bir A r a p dünyas ı istemez-dim; ama yeni binyıla tereddütlü adımlarla giren ürkek bir Fransa'yı da istemezdim.

Buna rağmen, dünyalı laşmanın yol açtığı endişeler bana bazen çok aşırı görünüyorsa da, onları nedensiz yargılamadığı-mı tekrarlamak istiyorum.

Bana göre endişeler iki çeşit. Birincisini hak etmediği kadar kısa olarak belirtmekle yetineceğim, çünkü bu denemenin sınır-

93

Page 88: Amin maalouf olumcul kimlikler

larını fazlasıyla aşıyor. Bu, b u g ü n k ü kaynaşmanın bizi olağa-nüstü bir zenginleşmeye, i fade yollarının çoğalmasına, görüşle-rin çeşitlenmesine götürmekten çok, tam tersine, çelişkili ola-rak, yoksullaşmaya götürdüğü; bu yüzden, bu başıboş müzikal i fade bol luğunun baygın ve zorlama bir çeşit hafif fon müziğiy-le son bulacağı; bu yüzden bu müthiş fikir harmanının ancak tektip ve basitleştirici bir görüşten, en küçük bir entelektüel or-tak paydadan başka bir şey üretemeyeceği; öyle ki sonunda bü-tün dünyanın çok yakında bir avuç orijinalin dışında hep aynı kalıptan çıkma romanları okuyacağı -okursa tabii!-, tonlarla boca edilen melodisi belirsiz müzikleri dinleyeceği, aynı tasla-ğa göre üretilen filmler seyredeceği, lafın kısası, aynı ses, gö-rüntü ve inanç bulamacını yutacağı düşüncesi.

Kitle iletişim araçları konusunda da aynı yoksunluk ileri sü-rülebilir. İnsan kimi zaman, bu kadar gazete, radyo, televizyon-la binlerce farklı görüş duyacağı hayaline kapılıyor. Sonra bakı-yor ki, durum bunun tam tersi: bu megafonların gücü o anın ha-kim görüşünü genişletip yaymaktan başka işe yaramıyor, o ka-dar ki, başka hiçbir ses duyulmaz oluyor. Görüntü ve sözcük bombardımanı eleştirel düşünceyi her zaman besleyemiyor.

Buradan, bolluğun kültürde bir çeşitlilik etkeni olmak bir ya-na, birtakım aldatıcı yasalar marifetiyle aslında tektipliliğe götür-d ü ğ ü sonucuna varmalı mıyız? Reyting oranı zorbalığının ve "politik açıdan kabul edilir"in kontrolden çıkmasının da göster-diği gibi, risk hiç kuşkusuz mevcut. Ama bu bütün demokratik sistemlerin özünde olan bir risk; kendinizi edilgin biçimde sayıla-rın ağırlığına teslim ederseniz, en kötüsünden korkabilirsiniz; buna karşılık eldeki ifade biçimlerini bilinçli olarak kullanırsanız, sayıların basit gerçekliğinin altında insanların karmaşık gerçekli-ğini görmeyi bilirseniz, hiçbir sapma önüne geçilmez değildir.

Çünkü, -hatırlatmak gerekir mi? - biz birtakım dış görü-nüşlere rağmen kitleler çağında değil, bireyler çağındayız. Bu açıdan bakıldığında, insanlık XX. Yüzyı l 'da tarihindeki en bü-y ü k tehlikelerle karşı karşıya geldikten sonra bunların içinden öngörüldüğünden çok daha iyi bir şekilde çıktı.

Gezegenin n ü f u s u y ü z yılda dört kat artmakla birlikte, bütünü içinde, her kişinin bireyselliğinin, haklarının geçmişe

94

Page 89: Amin maalouf olumcul kimlikler

oranla daha fazla, görevlerinin k u ş k u s u z biraz daha az bilin-cinde, toplumdaki yerine, sağlığına, rahatına, bedenine, kendi geleceğine, sahip o l d u ğ u güçlere, kimliğine -üste l ik buna yüklediğ i içerik ne olursa o l s u n - daha dikkatli o l d u ğ u n u gö-rüyorum. Aynı şekilde, b u g ü n ulaşabileceği görü lmemiş ola-nakları kullanmasını bilmesi halinde, içimizden her birinin çağdaşlarını ve gelecek kuşakları anlamlı b iç imde etkileyebi-leceğini d ü ş ü n ü y o r u m . Onlara söyleyeceği bir şey olması ko-şuluyla. Aynı zamanda yaratıcı görünmek koşuluyla, çünkü yeni gerçeklikler bize yanlarında kullanma kı lavuzlar ıyla gel-miyor.

En çok da ve özellikle homurdanarak köşesine çekilmemek koşuluyla: "Gaddar dünya, artık seni i s temiyorum!"

Dünyalılaşmanın yol açtığı öteki endişe konusunda da benzer ürkeklik aynı ölçüde kısırlık olurdu. Bu kez konu sıra-danlık sonucu tektipleşme değil, ama hegemonya yüzünden tektipleşme. Çok sayıda kanlı çatışmanın ve sayısız gerilimin kökeninde yatan, son derece yaygın bir endişe.

Bu endişe şöyle açıklanabilir: dünyal ı laşma Amerikanlaş-madan başka bir şey değil midir? Başlıca sonucu bütün dünya-ya aynı dilin, aynı ekonomik, politik ve sosyal sistemin, aynı yaşam biçiminin, aynı değerler yelpazesinin, yani Amerika Bir-leşik Devletleri'ninkilerin dayatılması olmayacak mı? Bazıları-na bakarsanız, dünyalı laşma olgusu tümüyle bir kılık değiştir-meden, bir kamufla jdan, altında bir hegemonya girişiminin yattığı bir Truva atından başka bir şey değildir.

Mantık sahibi her gözlemci, teknolojinin ve yaşam biçimle-rinin b ü y ü k bir güç ya da bir güçler ittifakı tarafından "uzaktan kumanda ile" evrimi düşüncesini saçma bulacaktır. Buna karşı-lık, kendi kendimize dünyalılaşmanın bir uygarl ığ ın ya da bir gücün hegemonyasının üstünlüğünü pekiştirip pekiştirmeyece-ğini meşru olarak sorabiliriz. Çünkü bu, iki vahim tehlikeye ze-min hazırlardı: birincisi, dillerin, geleneklerin, kültürlerin ya-vaş y a v a ş yok o lduğunu görmek; ikincisi, tehdit altındaki bu kültürlerin taşıyıcılarının gitgide daha radikal, daha kendi ken-dini yok edici tavırlar benimsediğini görmek.

95

Page 90: Amin maalouf olumcul kimlikler

Hegemonyanın taşıdığı riskler gerçektir. Hatta buna "risk-ler" deyip geçmek işi haf i fe almak olur. Batı uygarl ığının yüz-yıllardan beri diğer bütün uygarlıklara, kendilerini Hıristiyan Batı tarafından gitgide bir kenara itilmiş ve yeniden biçimlen-dirilmiş demesek de, derinden etkilenmiş bir halde bulan As-ya ' daki, Afr ika ' daki, Kolomb öncesi Amerika 'daki ve Doğu Av-rupa 'daki uygarlıklara göre ayrıcalıklı bir statü elde ettiğinden hiç k u ş k u yok. Sovyetler Birliği'nin yıkılışıyla Batı'nm gelişmiş ülkelerinin, bütün d ü n y a d a bir ölçü haline gelmekte olan kendi ekonomik ve politik sistemlerinin mutlak üs tünlüğünü yerleş-tirmeyi başardıklarından da hiç kuşku yok.

Gene, soğuk savaşın sonunda tek gerçek süper güç olarak ortaya çıkan Birleşik Devletlerin bugün bütün bir gezegen üze-rinde görülmemiş bir etki yarattığını görmek için kanıtları ço-ğaltmaya hiç ihtiyaç yok. Çok farklı biçimlerde, bazen kararlı bir eylemle -bölgesel bir anlaşmazlığı çözmek için, bir düşmanı zararsız hale getirmek ya da bir rakibin ekonomi politikasını çökertmek için-, ama çoğu zaman istemsiz bir sürüklenişle, modelin gücü ve çekiciliğiyle kendini gösteren bir etki; birbi-rinden son derece farklı kültürlerden gelen milyarlarca kadın ve erkek, Amerikal ı lar ı taklit etmek, onlar gibi yemek, onlar gi-bi giyinmek, onlar gibi konuşup şarkı söylemek için can atıyor; onlar gibi ya da onları kafasında canlandırdığı gibi.

Bütün bu açık gerçekleri bir bir sıralamamın nedeni, bura-dan çıkacak soruları ortaya koymadan önce bunları açık açık hatırlatmada yarar görmem. Sorular şöyle: Günden güne olu-şan küresel kültür ne ölçüde Batılı, hatta daha özel olarak Ame-rikalı olacaktır? Bu sorunsaldan hareketle başka sorular da ek-lenecektir zincire: Farklı kültürlere ne olacaktır? Bugün konuş-t u ğ u m u z pek çok dile ne olacaktır? Peki er ya da geç yok olma-ya yazgılı yerel lehçeler? Dünyalılaşma gitgide kültürlerin, dil-lerin, törenlerin, inançların, geleneklerin yok edicisi gibi, kim-liklerin yok edicisi gibi görünecek olursa, gelecek onyıllarda hangi atmosfer içinde gelişecektir? Eğer her birimizden, tanım-landığı şekliyle ve tanımlanacağı şekliyle modernliğe ulaşmak için kendini inkar etmesi istenecekse, gerici tepkiler ve elbette şiddet genelleşmeyecek midir?

96

Page 91: Amin maalouf olumcul kimlikler

IV Panteri evcilleştirmek

SPARTACUS

Page 92: Amin maalouf olumcul kimlikler

2

Bu deneme, ne önceki sayfalarda ne de bundan sonrakiler-de, dünyalı laşma kavramının kapsadığı durumların -ekono-mik, teknolojik, jeopolitik...- bütününü kucaklamaya çalışmı-yor: tıpkı ilk bölümlerde geniş kimlik kavramını didik didik in-celemeye çalışmadığı gibi. Burada da hedef çok daha alçakgö-nüllü, çok daha belirgin: şu dünyalı laşma denen şeyin kimliğe ilişkin davranışları nasıl azdırdığını ve günün birinde bunları nasıl daha az ölümcül hale getirebileceğini anlamayı denemek.

Düşüncelerim bir saptamadan yola çıkıyor: bir toplum mo-dernlikte "yabancı eli" görüyorsa, onu reddetmeye ve ondan korunmaya eğilimli oluyor. Müslüman-Arap dünyası ve ona Batı'dan gelen her şeyle olan karmaşık ilişkileri hakkında ko-nuşurken bundan uzun uzun söz etmiştim. Dünyalılaşma ko-nusunda da yeryüzünün farklı köşelerinde benzer bir olgu göz-lemlenebilir. Eğer bunun milyonlarca ve milyonlarca hemcinsi-mizde, nefret ve kin dolu, kendi kendini yok edici, sistemli bir red tepkisi yaratmasının önüne geçilmek isteniyorsa, kurul-makta olan küresel uygarl ığın sadece ve sadece Amerikalı gibi görünmemesi çok önemlidir; herkesin kendini bu uygarl ığın içinde biraz görebilmesi, herkesin kendini bir parça onunla öz-deşleştirebilmesi, hiç kimsenin onu kendine iflah olmaz biçim-de yabancı, dolayısıyla da düşman görmeye itilmemesi gerekir.

Burada da anahtar-ilke olan "karşılıklılık" ilkesine gönder-mede bulunmak bana yararlı görünüyor: b u g ü n her birimiz en güçlü kültürlerden gelen sayılmayacak kadar çok unsuru zo-

99

Page 93: Amin maalouf olumcul kimlikler

runlu olarak benimsemek durumundayız ; ama aslolan hepimi-zin kendi öz kültürünün bazı unsurlarının da -insanlar, moda-lar, sanat eserleri, kullanım eşyaları, müzikler, yemekler, söz-cükler...- Kuzey Amerika da dahil, bütün kıtalarda benimsendi-ğinden ve artık bütün insanlığın ortak evrensel mirasına dahil o lduğundan emin olmasıdır.

Kimlik önce simgeler, hatta görünüşler işidir. Bir toplulu-ğun arasında benimkiyle aynı tınılara sahip isimleri olan, aynı ten rengine ya da aynı benzerliklere, hatta aynı kusurlara sahip insanlar gördüğümde, kendimin böyle bir topluluk tarafından temsil edildiğini hissedebilirim. Bir "aidiyet" zinciri beni onlara bağlar, bu zincir ince ya da kalın olabilir, ama kimliği dış görü-nüşte olanlar tarafından hemen fark edilir.

Bir topluluk için gerçek olan, sosyal bir g r u p için, ulusal bir toplum ya da küresel bir toplum için de gerçektir. Nerede olu-nursa olunsun, insanların bu kimlik işaretlerine, bu ötekine doğru köprülere - b u hâlâ kimlik ihtiyacını doyurmanın en " u y g a r " tarzıdır- ihtiyacı vardır.

İç gerilimlerini azaltmak söz konusu olduğunda bu tür dış görünüşlere dikkat eden bazı toplumlar, dünya planında farklı kültürlerle ilişkiler söz konusu o lduğunda daha az dikkatlidir-ler. Elbette Birleşik Devletleri düşünüyorum. Orada ister Po-lonya, İrlanda, İtalya, Afrika, ister İspanya kökenli olsun, insan ne zaman televizyonun başına geçse kaçınılmaz olarak Polon-yalı, İrlandalı, İtalyan, Afrikalı ya da İspanyol isim ve yüzlerin resmi geçidini seyreder. Bu kimi zaman o kadar sistemlidir, o kadar "yapma", o kadar "anlaşmalı"dır ki, insan sinirlenir. Azınlıkları olumsuz tarafından gösteriyor izlenimi vermemek için polisiye dizilerin onda dokuzunda tecavüzcü sarışın mavi gözlüdür; suçlu siyah, onu kovalayan detektif beyaz olursa, po-lis şefinin siyah olmasına dikkat edilir. Sinir bozucu mu? Belki. A m a Kızılderililerin veletlerin çılgınca alkışları altında kitleler halinde biçildiği eski kovboy ve kızılderili filmleri hatırlandı-ğında, b u g ü n k ü tutumun ehven-i şer o lduğu söylenebilir.

Gene de bu dengeleyici uygulamalara hak ettiklerinden fazla değer vermek istemem. Çünkü bunlar bazen ırkçı, etnik ya da başka türlü önyargıların gerilemesine yardımcı olmakla

100

Page 94: Amin maalouf olumcul kimlikler

birlikte, çoğu zaman s ü r ü p gitmesine de katkıda bulunuyor. Aynı ilke adına -"hiçbir Amerikalı gördüğü ya da d u y d u ğ u bir şey karşısında kendini hakarete uğramış hissetmemelidir"- ek-randa beyaz bir adamla siyah bir kadın ya da beyaz bir kadınla siyah bir adam arasındaki her türlü birleşme hemen hemen yok sayılmıştır, çünkü k a m u o y u n u n bu tür karma ilişkiler karşısın-da rahat olmadığı söylenir. Yani işler öyle ayarlanır ki herkes kendi "kabilesiyle" "görüşür" . Burada da her şey o kadar sis-temli, o kadar önceden kestirilebilirdir ki, insan çileden çıkar, hatta onuru kırılır.

Bunlar çocuksulaştıran tektipliliğin sapmaları... A m a be-nim gözümde, bunlar b u g ü n ABD'de geçerli olan ve her yurtta-şın, özellikle de her "azınlık mensubunun" televizyon seyre-derken orada geçen isim ve yüzlerde kendini bulabilmesi ve kendini ulusal toplumdan dışlanmış hissetmemesi için olumlu olarak temsil edildiğini görmesi gerektiğine dayanan bu basit düşüncenin d o ğ r u l u ğ u n u ortadan kaldırmıyor.

Daha geniş bir çerçeveye aktarılması gereken bir düşünce: m a d e m ki b u g ü n bütün bir gezegen aynı görüntülere, aynı ses-lere, aynı ürünlere ulaşabiliyor, bu görüntülerin, bu seslerin, bu ürünlerin bütün kültürleri temsil etmesi, herkesin bunlarda kendini bulması normal olmaz mıydı? Her toplumun içinde ol-d u ğ u gibi, küresel düz lemde de, ötekilerin arasında yaşayabil-mek için hiç kimsenin, utançla dinini ya da rengini ya da dilini ya da ismini ya da kimliğini oluşturan herhangi bir öğeyi sakla-mak zorunda kalacak derecede kendini hakarete uğramış, alaya alınmış, değer veri lmemiş, "umacı gibi gösteri lmiş" hissetme-mesi gerekirdi. Herkesin başı yukarda, korkusuzca ve hınç duymadan aidiyetlerinin her birini içine sindirmesi gerekirdi.

Halihazırdaki dünyalı laşmanın tek yönlü işlemesi felaket olurdu, bir yanda "evrensel vericiler", öte yanda "alıcılar"; bir yanda "norm", öte yanda "istisnalar"; bir yanda dünyanın geri kalanının onlara bir şey öğretemeyeceğini sananlar, öte yanda dünyanın asla kendilerini dinlemek istemeyeceğine inananlar.

Bunları yazarken sadece hegemonya eğilimini düşünmüyo-rum, ama gezegenin faklı köşelerinde kendini gösteren, bir ba-

101

Page 95: Amin maalouf olumcul kimlikler

kıma birincinin tersi ya da negatifi olan ve bana aynı derecede kötü gelen başka bir eğilimi de düşünüyorum: küsme eğilimi.

Ne çok insan kendini boş luğa kaptırıp ne olup bittiğini an-lamaktan vazgeçmiştir. Ne çok insan etraflarındaki dünyanın n ü f u z edilmez, düşman, insan yiyici, aklını kaybetmiş, şeytani o lduğuna bir kere karar verdiği için evrensel kültüre yapacağı katkılarından vazgeçmiştir. Ne çok insan kurban rolüne sığın-maya istek duymuştur - Amerika 'nın kurbanı, Bah'nın kurba-nı, yeni teknolojilerin kurbanı, medyanın kurbanı, değişimin kurbanı... Bu insanların kendilerini gerçekten de haksızlığa uğ-ramış hissettiklerini ve bu y ü z d e n acı çektiklerini hiç kimse in-kar edemez; bana talihsiz gelen onların tepkileri. Saldırıya uğ-ramışlık zihniyeti içine kapanıp kalmak, kurban için saldırının kendisinden de yıkıcıdır. Üstelik bu, bireyler için o lduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. İçine kapanır, etrafına barikatlar yı-ğar, kendini her şeyden korur, içine atar, aramaktan vazgeçer, keşfetmekten vazgeçer, ilerlemekten vazgeçer, gelecekten, şim-diki zamandan ve ötekilerden korkar.

Böyle tepki gösterenlere hep şöyle demek gelir içimden: b u g ü n ü n dünyası sizin hayalinizdeki dünyaya benzemez! Her şeye kadir karanlık güçler tarafından yönetildiği doğru değil ! "Ötekiler"e ait olduğu doğru değil ! Kuşkusuz değiş imdeki baş döndürücü hız gibi dünyalı laşmanın boyutları da hepimize olan bitenler tarafından bir istila edilmişlik ve olanların seyrini değişt i rmede yetersiz o lduğu d u y g u s u veriyor. Ama bunun, merdivenin en tepesinde görmeye alıştığımız kişiler de dahil, son derece paylaşılan bir d u y g u o lduğunu sürekli hatırlamak çok önemli.

Daha önceki bir bölümde çağımızda herkesin kendini biraz azınlık, biraz sürgün gibi hissettiğini söylemiştim. Çünkü bü-tün topluluklar, bütün kültürler kendilerinden daha kuvvetl iy-le boy ölçüştükleri ve miraslarını bozulmadan koruyamadıkları izlenimindeler. Güney'den ve Doğu'dan bakıldığında, egemen olan Batı'dır; Paris'ten bakıldığında egemen olan Amerika olur; oysa ABD'ye doğru yol alırsanız, ne görürsünüz? Dünyanın bütün çeşitliliğini yansıtan ve hepsi de kökenlerindeki aidiyet-lerini vurgulama ihtiyacını duyan azınlıklar. Siz bu azınlıkların

102

Page 96: Amin maalouf olumcul kimlikler

r arasında dolaşırken, iktidarın beyaz adamın elinde olduğunu, Protestan Anglo-saksonlar'ın elinde o lduğunu binlerce kez işi-tirken, birden Oklahoma City 'de korkunç bir patlama olur. So-rumlular kimlerdir? Tam da, kendilerinin azınlıklar arasında en ihmal edilen ve aşağılanan gruba dahil olduklarına ve dünyalı-laşmanm "onların" Amerikası 'nın çanına ot tıkadığına inanan Anglo-sakson ve Protestan beyaz adamlar. Dünyanın geri kala-nının gözünde Timothy McVeigh ve yardakçıları, gezegene ha-kim olacakları ve geleceğimizi ellerinde tutacakları düşünülen-lerin etnik profiline sahiptir; kendi gözlerindeyse, onlar ellerin-de en ölümcül silahtan, yani terörizmden başka bir şeyleri kal-mayan, soyu tükenmeye y ü z tutmuş bir türden başka bir şey değildir.

O halde dünya kime ait? Hiçbir özel ırka, hiçbir özel ulusa değil. Tarihin öteki anlarından çok daha fazla olarak orada ken-dine bir yer açmayı isteyen herkese ait. Kendi yararına kullan-mak için oyunun yeni kurallarını - n e kadar şaşırtıcı olsalar d a -kavramaya çalışan herkese ait.

Doğru anlaşılsın, içinde yaşadığımız dünyanın çirkinlikle-rini bir tesettür peçesiyle örtmeye çalışmıyorum, bu kitabın ba-şından beri yaptığım, sadece onda yolunda gitmeyen şeyleri, aşırılıkları, eşitsizlikleri, ölümcül kontrolden çıkışları kınamak; benim bir parça hararetle karşı çıktığım şey, umutsuz luk eğili-mi, "d ış" kültürlerin sahiplerinde son derece yayg ın olan, bu-ruklaşıp, boynunu bükerek, edilgenliğe sığınarak ve bu durum-dan ancak başarısızlığa m a h k û m şiddet yoluyla çıkmaktan iba-ret o tavır.

Dünyalı laşmanm kültürdeki çeşitliliği, özellikle de dillerin ve yaşam biçimlerinin çeşitliliğini tehdit ettiğinden kuşku duy-muyorum; hatta, sonraki sayfalarda yeniden söz etme olanağı-nı bulacağım gibi, bu tehdidin geçmişte o lduğundan son derece daha vahim olduğuna inanıyorum; ne var ki b u g ü n ü n dünyası tehdit altındaki kültürleri korumak isteyenlere kendilerini ko-ruma fırsatlarını da sağlıyor. Yüzyıl lardır olageldiği gibi ilgisiz-lik içinde çöküp yok olmak yerine, artık bu kültürler ayakta ka-labilmek için mücadele etme olanaklarına sahipler; bunları kul-lanmamak saçma olmaz mıydı?

103

Page 97: Amin maalouf olumcul kimlikler

Çevremizde gelişen teknolojik ve sosyal altüst oluşlar, her-kesin yarar sağlayabileceği ve hiç kimsenin -Amerika 'n ın bile!— dizginleyemeyeceği bir karmaşıklık ve genişlikte tarihi bir olgu oluşturuyor. Dünyalılaşma, "kimilerinin" dünya üzerinde hük-mettirmeye çalışacakları "yeni bir düzen"in aracı değil, ben bu-nu daha çok, içinde aynı anda binlerce cirit oyununun, binlerce güreşin yapılacağı ve herkesin zapt edilmez bir kakafoniyle kendi şarkıları, kendi silahlarıyla girebildiği, her yanı açık, uç-suz bucaksız bir arenaya benzetirdim.

Mesela İnternet, dışardan ve peşin bir güvensizl ikle bakıl-dığında, bu dünyadaki güçlülerin, sayesinde ahtapot kollarını bütün dünyaya uzattıkları sanal bir gezegen canavarı; içerden bakı ldığındaysa İnternet, herkesin keyfince kullanabildiği ye-terince eşitlikçi bir alan ve içinde dört hınzır öğrencinin bir devlet başkanı ya da bir petrol şirketi kadar etkili olabileceği müthiş bir özgürlük aracı. İngilizcenin üs tünlüğü ezici olmak-la birlikte, güncel çeviri alanında bazı buluşlarla - h e n ü z emek-leme döneminde, henüz çok yetersiz ve kimi zaman gülünç bir etki yapan, ama gelecek için umut vermekten de uzak olma-yan bu luş la r- desteklenen dil çeşitliliği her gün biraz daha ge-lişiyor.

Daha genel olarak, yeni iletişim araçları çağdaşlarımızın çok b ü y ü k bir kısmına, bütün ülkelerde yaşayan ve her türlü kültür geleneğinin taşıyıcısı olan insanlara, yarın ortak kültürü-m ü z olacak şeyin oluşturulmasına katkıda bulunma olanağını sunuyor.

Dilinizin ölmesini önlemek istiyorsanız, bağrında b ü y ü d ü -ğ ü n ü z kültürü dünyaya tanıtmak, saygı duyulmasını sağlamak ve sevdirmek, ait o lduğunuz topluluğun özgürlüğü, demokra-siyi, onuru ve refahı tanımasını istiyorsanız, savaş önceden kaybedilmemiş demektir. Her kıtadan gelen örnekler zorbalığa karşı, karanlıkçılığa karşı, ayrımcılığa karşı, küçümsemeye kar-şı, unutuluşa karşı ustaca mücadele edenlerin, çoğu zaman da-valarını kazandıklarını gösteriyor. Açlıkla, cehaletle ya da sal-gın hastalıklarla mücadele edenlerin de. Dahice, sapıkça ya da gereksiz de olsa bir fikri olan herkesin, bunu hemen o gün on-

104

Page 98: Amin maalouf olumcul kimlikler

larca milyon hemcinsine ulaştırabileceği şaşırtıcı bir dönem ya-şıyoruz.

Bir şeylere inanıyorsanız, içinizde yeterince enerji, yeterin-ce tutku, yeterince yaşama iştahı taşıyorsanız, bugünün dünya-sının s u n d u ğ u kaynaklarda düşlerinizden birkaçını gerçekleş-tirme olanağını bulabilirsiniz. SPARTACUS

105

Page 99: Amin maalouf olumcul kimlikler

2

Bu örneklerle, b u g ü n k ü uygarl ığın karşımıza ne zaman bir sorun çıkarsa her defasında, Hızır gibi yetişip bize onu çözecek çareleri de verdiğini söylemeye çalışmış olabilir miyim? Bu ko-nuda açıklanabilecek herhangi bir yasanın o lduğunu sanmıyo-rum. Gene de bilimin ve modern teknolojilerin insana verdiği muazzam gücün, biri yıkıcı, öteki onarıcı, birbirine zıt iki kulla-nıma yaradığı doğru. Sözgelimi, doğa asla bu kadar kötüye kullanılmamıştı; ama biz onu eskiden o lduğundan çok daha iyi koruyabilecek durumdayız, çünkü müdahale olanaklarımız da-ha önemli ve bilinçlenmemiz eskisinden çok daha güçlü.

Ne yazık ki bu, ozon tabakası ya da hâlâ soyu tükenme tehlikesi altındaki çok sayıdaki türler şeklinde pek çok örneğin gösterdiği gibi, onarıcı eylemimizin her zaman için zarar verme kapasitemizle aynı düzeyde o lduğu anlamına gelmiyor.

Çevreden başka alanları da anabilirdim. Çevreyi seçmemin nedeni, bu alanda rastlanan tehlikelerden bazılarının dünyalı-laşmanın bizi yüz y ü z e getirdikleriyle benzerlikler taşıması. Her iki durumda da çeşitlilik tehdit altındadır; tıpkı milyonlar-ca yıl yaşadıktan sonra gelip gözlerimizin önünde yok olan tür-ler gibi, yüzlerce, binlerce yıl dayanmayı başaran nice kültür, önlemini almazsak aynı şekilde gözlerimizin önünde sönüp gi-debilir.

Bazıları kayboluyor bile. Diller son okuyucularının ölü-müyle artık konuşulmaz oluyorlar. Tarih boyunca bin bir bu-luşla -kıyafetler, tıp, resim, müzik, jest ve davranışlar, zenaat,

106

Page 100: Amin maalouf olumcul kimlikler

mutfak, anlatı geleneği alanında...- özgün bir kültür dokuyan insan toplulukları topraklarını, dillerini, belleklerini, bilgilerini, özel kimliklerini, onurlarını kaybetme tehdidi altında.

Çok uzun zamandan beri tarihteki b ü y ü k hareketlerin ge-niş çapta uzağında kalmış toplumlardan söz etmiyorum sade-ce, Batı'dan ve Doğu'dan, Kuzey'den ve Güney'den, hepsi de kendilerine has özelliklere sahip sayısız topluluktan söz ediyo-rum. Benim anlayışıma göre, birini ya da ötekini gelişmesinin bir anında dondurmak, hele onu bir panayır seyirliği haline çe-virmek söz konusu değil; ortak bilgi ve etkinlikler mirasımızı, olanca çeşitliliği içinde ve Provence'tan Borneo'ya, Louisi-ana'dan Amazon'a kadar bütün gökler altında korumak söz konusu; bütün insanlara b u g ü n ü n dünyasında dolu dolu yaşa-ma, ne kendi özel belleklerini, ne de onurlarını yitirmeden tek-nik, sosyal, entelektüel gelişmelerden dolu dolu yararlanabilme olanağının verilmesi söz konusu.

Neden insan kültürlerinin çeşitliğine, hayvan ve bitki türle-rinin çeşitliliğine karşı o l d u ğ u m u z d a n daha az dikkatli olalım? O çok meşru, çevremizi koruma istemimiz insan çevresine ka-dar da uzanmak zorunda değil mi? Sadece artık "yararlı" tür-lerle, bize "dekorati f" gelen ya da simgesel değer kazanmış olan birkaç başka tür kalsaydı, gezegenimiz kültür açısından o l d u ğ u kadar, doğa açısından da çok kasvetli olurdu.

İnsan kültürünün bütün bu veçhelerini hatırlarken, bu kül-türün aynı zamanda iki farklı mantığa bağlı o lduğu da apaçık ortaya çıkıyor; gitgide dur durak tanımayan bir rekabete doğru uzanan ekonominin mantığı ve koruma düşüncesinden kay-naklanan çevrebilimin mantığı. Birincisi açıkça zamanın gidişi-ne uygun, ama ikincisinin daima bir amacı olacak. En katı biçi-miyle serbest ekonomiye en sıcak bakan ülkeler bile, sözgelimi doğal bir sit alanının müteahhitler tarafından yağmalanmasını önlemek için korumacı yasalar çıkarıyorlar. Kültür konusunda da, korkuluklarla çevirmek, tamiri mümkün olmayanı önlemek için, bazen aynı yöntemlere başvurmak gerekir.

Ama bu belki de geçici bir çözüm yolu. Sonunda biz yurttaş-ların bayrağı kapmaları gerekecek; bizler aynen pandaların ya da gergedanların soyunun tükenmesini önleme konusunda gös-

107

Page 101: Amin maalouf olumcul kimlikler

terdiğimiz inançla, kaybolma tehdidi altındaki bir dil için ente-lektüel açıdan, duygusal açıdan ve maddi açıdan seferber olma-ya hazır olduğumuzda, kültürel çeşitlilik savaşı kazanılacaktır.

Bir kültürü ve bir kimliği tanımlayan öğeler arasında sü-rekli olarak dilden söz ettim; bununla birlikte söz konusu ola-nın sadece diğerleri gibi bir öğe olmadığı konusu üzerinde dur-madım. Kitabın bu son bölümünde, belki de artık dili kümeden ayırıp hak ettiği yeri vermenin zamanı geldi.

Kendimizde kabul ettiğimiz bütün aidiyetlerimiz arasında dil, neredeyse her zaman en belirleyici olanlardan biridir. En azından, bütün tarih boyunca bir bakıma başlıca rakibi, ama bazen de müttefiki o lduğu din kadar. İki topluluk farklı diller konuştuğunda, ortak dinleri onları bir araya getirmeye yetmez -Katolik Flamanlar'la VVallonlar, Müslüman TürklerTe Kürtler ya da Araplar, vs. -; dil ortaklığı da, b u g ü n Bosna'da Ortodoks Sırplarda Katolik Hırvatların ve Müslüman Boşnakların yan yana yaşamasını sağlayamıyor. Dünyanın her yanında ortak bir dil etrafında kurulan pek çok devlet dini çatışmalar yüzünden parçalandı ve ortak bir din etrafında toplanan nice devlet de dil çatışmaları yüzünden bölündü.

Bu, rekabet konusu. Aynı zaman içinde, İslamla A r a p dili, Katolik Kilisesi'yle Latince ve Luther İncili ile Almanca arasın-da çok eski "ittifakların" işlendiğinden de hiç k u ş k u yok. Gene İsrailliler b u g ü n bir ulus oluşturmuşlarsa, bunun tek nedeni, ne kadar güçlü olursa olsun, onları birleştiren din bağı değildir, kendilerini modern İbranice sayesinde gerçek bir ulusal dille donatmayı başarmış olmalarıdır; kırk yıl İsrail'de kalıp da sina-goga adımını asla atmamış bir kişi bir anda toplum dışına atıl-mayacaktır; orada kırk yıl yaşayıp da İbraniceyi öğrenmek iste-meyen birisi içinse aynı şey söylenemez. Bu, dünyanın her ye-rindeki birçok ülkede geçerlidir ve bir insanın dinsiz yaşayabi-leceğini ama herhangi bir dili olmadan kesinlikle yaşayamaya-cağını görmek için uzun ispatlamalara gerek yoktur.

Aynı oranda açık, ama kimliğin en b ü y ü k şu iki öğesi kıyas-landığı anda hatırlatılmayı hak eden başka bir gözlem: din özel ve mutlak olmaya çağrılıdır, dil öyle değildir. İnsan İbraniceyi,

108

Page 102: Amin maalouf olumcul kimlikler

Arapçayı, İtalyancayı ve İsveççeyi aynı zamanda kullanabilir, ama aynı zamanda Musevi, Müslüman, Katolik ve Protestan olamaz; zaten, insan kendini aynı anda iki dine birden bağlı his-setse bile, böyle bir konum başkaları tarafından kabul edilemez.

Din ile dil arasındaki bu kısa kıyaslamadan yola çıkarak bir öncelik ya da bir seçim ortaya koymaya çalışıyor değilim. Ben sadece dilin hem kimlik etkeni, hem de iletişim aracı olma gibi o harika özelliğine dikkat çekmek istiyorum. Bu yüzden ve din konusunda ileri s ü r d ü ğ ü m dileğin aksine, dili kimlik bü-tünlüğünden ayırmak bana ne m ü m k ü n ne de d o ğ r u bir iş gibi geliyor. Dil kültürel kimliğin ekseni olarak kalma eğiliminde, dilde çeşitlilikse bütün çeşitliliklerin ekseni.

İnsanlarla dilleri arasındaki ilişkiler kadar karmaşık bir ol-g u y u ayrıntılı olarak incelemek istemesem de, bu denemenin son derece sınırlı çerçevesi içinde özellikle kimlik kavramını il-gilendiren bazı durumlara değinmenin önemli o l d u ğ u n u düşü-nüyorum.

Önce, her insanın kimliğini oluşturan bir dile ihtiyacı oldu-ğ u n u saptamak için; bu dil bazen y ü z binlerce kişinin ortak dili olabilir, bazen de sadece birkaç bin kişinin, bunun pek bir öne-mi yok; bu aşamada tek önemli olan, aidiyet duygusudur . Her birimizin bu güçlü ve g ü v e n verici kimlik bağına ihtiyacı var.

Bir insanı diline bağlayan göbek bağını koparmaya çalış-mak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Koparıldığı ya da ağır biçim-de zedelendiğinde bu bir felaket halinde bütün bir kişilikte yan-kılanıyor. Cezayir'i kana boğan fanatizm, dinden çok daha fazla dille ilgili bir hoşnutsuzlukla açıklanabilir; Fransa Cezayirli Müslümanları Hıristiyan yapmaya asla kalkışmamıştır, ama dil-lerinin yerine çabuk tarafından ve karşılığında onlara gerçek bir yurttaşlık vermeden kendi dilini koymak istemiştir; bu arada belirtmeliyim ki, kendine laik diyen bir devletin uyruklarından bazılarını "Müslüman Fransız" sıfatıyla tanımlamasını ve sade-ce kendi dininden başka bir dine mensup oldukları için bazı haklarından yoksun bırakmasını asla anlamış değilim...

Ama bu parantezi hemen kapatıyorum, bu sadece pek çok trajik örnek arasından biriydi; sırf kendilerini etraflarında kuş-

109

Page 103: Amin maalouf olumcul kimlikler

ku, düşmanlık, küçümseme ya da alaycı tavırlar uyandıran bir di lde i fade ettikleri için insanların bütün ülkelerde b u g ü n dahi katlanmak zorunda oldukları şeyleri ayrıntılarıyla anlatmaya kalkacak olsam yer yetmezdi.

Her insanın kimlik dilini koruma ve onu özgürce kullanma hakkının en küçük bir anlam sapması olmadan açıkça ortaya konması ve aralıksız kollanması temeldir. Bu özgürlük bana inanç özgürlüğünden daha önemli geliyor; din bazen özgürlük düşmanı ve temel kadın ve erkek haklarına aykırı doktrinleri koruyor; ben, kendi hesabıma, özgürlüklerin kaldırılmasını sa-vunanların i fade özgür lüğünü ve çeşitli nefret ve kölelik dokt-rinlerini savunmayı içime sindiremezdim; buna karşılık, her in-sanın kendi dilini konuşma hakkından yana tavır koymak bu çeşit bir tereddüt uyandırmazdı.

Bunun anlamı bu hakkın her zaman kolayca işlerlik kazan-ması demek değildir. İlke ortaya konur, ama asıl kısım geriye kalır. Her insan idari bir k u r u m a gitme ve gişenin ardındaki memurun onu anlayacağından emin, kendi kimlik dilini ko-nuşma hakkını talep edebilir mi? Uzun zamandan beri baskı gören ya da en azından ihmal edilen bir dil, ötekilerin aleyhine olarak ve başka tipte bir ayrımcılığa yol açma pahasına yerini meşru olarak yeniden talep edebilir mi? Elbette burada Pakis-tan'dan Québec'e, Nijerya'dan Katalonya'ya çeşitli yüzlerce ör-nek üzerine eğilmek söz konusu değil; söz konusu olan, yerle-rini başka haksızlıklarla, başka dışlamalarla, başka hoşgörüsüz-lüklerle doldurmadan geçmişteki haksızlıklardan kurtularak ve herkese kimliğinin içersinde birden fazla dilsel aidiyeti yan ya-na yaşatması hakkını tanıyarak, sağduyuyla bir özgürlük ve huzur dolu çeşitlilik çağına girmek.

Kuşkusuz bütün diller eşit doğmamıştır. Ama insanlar hak-kında söylediklerimi, yani bütün insanların eşit derecede onur-larına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduklarını, diller hak-kında da söyleyeceğim. Kimlik ihtiyacı açısından, İngiliz dili de, İzlanda dili de tamamen aynı işlevi görüyor; dilin öteki işle-vi, yani karşılıklı ilişkilerde bir araç olma işlevi göz önüne alın-dığında, dillerin eşitliği sona eriyor.

110

Page 104: Amin maalouf olumcul kimlikler

3

Beni yakından etkileyen ve daha önce değindiğ im bir ne-denle, dillerin eşitsizliği konusu üzerinde birkaç sayfa durmak isterdim: Fransa'da bazı insanlarda dünyanın gidişatı konusun-da endişeler, şu ya da bu teknik yenilik, falan ya da filan ente-lektüel ya da sözel ya da müzikal moda ya da mutfak modası karşısında tereddütler sezdiğimde, "korku", geçmişe aşırı öz-lem ve hatta gerici belirtiler gözlemlediğimde, bu çoğu zaman şu ya da bu şekilde insanların İngilizcenin hiç d u r m a y a n ilerle-yişi ve onun g ü n ü m ü z d e k i öncelikli uluslararası dil statüsü karşısında hissettikleri hınçla bağlantılı.

Bazı yönleriyle bu tavır Fransa'ya özgü gibi görünüyor. Çünkü onun da dil konusunda küresel emelleri vardı, İngiliz-cenin olağanüstü yükseliş inden ilk zarar gören o oldu; böyle umutları olmayan - y a da artık o lmayan- ülkeler için baskın dille ilişkiler sorunu aynı şekilde ortaya konmuyor - ama ko-nuyor!

En büyüğünden en küçüğüne. Konuşanların sayısı üç y ü z bini bile bulmayan İzlanda örneğine dönersem, sorunun verile-ri basit gibi görünür: bütün ada sakinleri aralarında kendi dille-rini konuşuyor, bir yabancıyla temasa geçtikleri an İngilizceyi iyi bilmelerinde yarar var. Her dil, sınırları iyice çizilmiş kendi alanına sahip gibi görünüyor; İzlanda dili hiçbir zaman ulusla-rarası ilişkiler dili olmadığından dışarda hiçbir rekabet yok; hiçbir İzlandalı annenin aklına çocuğuyla İngilizce konuşmak gelmeyeceğinden içte de hiçbir rekabet yok.

111

Page 105: Amin maalouf olumcul kimlikler

Bununla birlikte o geniş, bi lgiye erişme alanı söz konusu olduğunda işler karışıyor. İzlanda, gençlerinin dünyada neler yayımlandığını İngilizceden çok İzlandaca okumaya d e v a m et-meleri için sürekli bir çaba göstermek zorunda. Aksi halde, dik-katler gevşer, sayılar yasası ve piyasa yasası işletilmekle yetini-lirse, çok geçmeden ulusal dil ancak günlük konuşmalarda kul-lanılır hale gelecek, alanı daraldıkça daralacak ve sonunda ba-yağı bir yerel ağız konumuna düşecek. İzlandacanın bağımsız bir dil ve temel bir kimlik öğesi olarak kalması için izlenecek yol, elbette İngilizceye karşı önceden kaybedilmiş bir savaş de-ğil, ama herkesin hem ulusal dilin korunması ve ilerlemesi hem de başka dillerle olan bağların korunması ve güçlendirilmesi için gönüllü olması.

İnternette İzlanda sitelerini - n ü f u s sayısına göre dünyanın en kalabalıkları arasında olması gereken- dolaşmaya çıktığınız-da dikkatinizi üç şey çekiyor: hemen hemen hepsi İzlanda di-linde; çoğunluğunda bir tıklamayla İngilizceye geçme seçeneği var; ve pek çoğu, sıklıkla Danca ya da Almanca olmak üzere si-ze üçüncü bir dil daha öneriyor. Bence daha başka dillerin de önerilmesi ve bunun daha sistematik biçimde yapılması iyi olurdu; ama izlenen yol bana akıllıca geliyor.

Açıklayayım: bugün gezegenin bütünüyle iletişim kurmak isteniyorsa, İngilizceyi iyi bilmek bir zorunluluk, bu tartışılması gereksiz, açık bir gerçek; ama İngilizcenin yeterli o lduğunu id-dia etmek de aynı derecede boşuna. İngilizce b u g ü n k ü ihtiyaçla-rımızdan bazılarına mükemmel karşılık veriyorsa da, karşılık veremediği başka ihtiyaçlar da var; özellikle de kimlik ihtiyacı...

İngilizce Amerikalılar, İngilizler ve daha başkaları için el-bette bir kimlik dili, ama çağdaşlarımızın onda d o k u z u n u oluş-turan insanlığın geri kalanı için bu rolü oynayamaz ve denge-siz, yolunu kaybetmiş, kimliği çarpılmış varlıklar ordusu yara-tılmak istenmediği sürece ona bu rolü oynattırmak tehlikeli olurdu. Bugünün dünyasında bir insanın kendini rahat hisset-mesi ve dünyaya n ü f u z edebilmesi için kendi kimlik dilinden vazgeçmek zorunda kalmaması çok önemli. Hiç kimse önüne her kitap açtığında, ekranın karşısına her oturduğunda, her tar-tıştığında ya da d ü ş ü n d ü ğ ü n d e zihinsel olarak " y u r d u n u terk

112

Page 106: Amin maalouf olumcul kimlikler

etmek" zorunda kalmamalı. Herkes modernliği hep başkaların-dan ödünç alma izlenimine kapılmak yerine, kendi içine sindi-rip özümseyebilmeli.

Ayrıca, artık kimlik dili ve küresel dil yeterli olmamaktadır ve bu bana b u g ü n altının çizilmesi gereken en önemli d u r u m gibi geliyor. Olanakları, yaşı ve kapasitesi elveren herkes için bunların ötesine gitmek şart.

Bir Fransız'la bir Koreli'nin karşılaştıklarında aralarında İngilizce anlaşıp, tartışıp işi bir sonuca bağlamaları geçmişe gö-re k u ş k u s u z bir ilerlemedir; ama bir Fransız'la bir İtalyan'ın ar-tık İngilizceden başka bir di lde anlaşamaz olmaları tartışmasız bir gerileme ve ilişkilerinde bir yoksullaşma demektir.

Madrid 'de bir kütüphanede çok sayıda okuyucunun Fa-ulkner'ı ya da Steinbeck'i özgün dilinde o k u y u p tat alması mü-kemmel bir şeydir; ama bir gün gelip de orada hiç kimsenin Haubert' i, Musil'i, Puşkin'i, Strindberg'i metinden okuyamaz hale gelmesi üzücü olur.

Bu gözlemlerden bana çok temel nitelikte görünen bir so-nuç çıkarmaya çalışıyorum: görünenler başka şey hissettiriyor-sa da, dil alanında zorunlu en azla yetinmek, çağımızın ruhuna aykırı olurdu. Kimlik diliyle küresel dil arasında doldurmayı bilmemiz gereken geniş bir alan, uçsuz bucaksız bir alan var...

Söylemimi aydınlatmak için bu kez en karmaşık ve sonuç-ları bakımından en ağır olabilecek bir örnek vermek isterdim -A v r u p a Birliği örneğini. Her biri kendi tarihi çizgisine, kendi kültürel gelişmesine sahip ve kader birliği etmeye girişen bir ülkeler topluluğu. Elli yıl sonra federasyon, konfederasyon ha-line gelip geriye dönmemecesine birbirleriyle kaynaşacaklar mı, yoksa tersine darmadağın mı olacaklar? Bu birlik Doğu Av-rupa 'ya doğru, Akdeniz 'e doğru uzanacak mı ve hangi sınırla-ra kadar? Balkanları içine alacak mı? Mağrip ülkelerini? Türki-ye'yi? Yakındoğu'yu? Kafkaslar ı? Yarının dünyasında pek çok şey bu sorulara verilecek yanıtlara bağlı olacak, özellikle de farklı uygarlıklar arasındaki, farklı dinler arasındaki -Hıristi-yanlık, İslamiyet ve Yahudil ik- ilişkiler. A m a A v r u p a binasının geleceği ne olursa olsun, birliğin biçimi nasıl olursa olsun ve

113

Page 107: Amin maalouf olumcul kimlikler

üye ülkeler ne olursa olsun, b u g ü n karşımıza bir soru çıkıyor ve gelecek pek çok kuşak için de çıkmaya d e v a m edecek: sayı-ları onlarcayı bulan çokdilliliğin üstesinden nasıl gelinecek?

Başka birçok alanda birleştirmeler, ayarlamalar yapılıyor, bir alay standartlar getiriliyor; o alanda ise ketum davranılıyor. Yarın tek paraya ve tek tip mevzuata ek olarak, tek bir ordu, tek bir polis ve tek bir hükümet olabilir; ama diller en cüce haliyle es geçilmeye kalkışılırsa, en tutkulu, en kontrolden çıkmış tep-kilere meydan verilmiş olacaktır. Dramların önüne geçmek için çeviri tercih ediliyor, çeviri, çeviri, bedeli ne olursa olsun...

Bu arada kimsenin kararlaştırmadığı, pek çoklarını kızdı-ran, ama günlük gerçeklerin herkese kabul ettirdiği emrivaki bir birleşme gerçekleşmekte... İster öğrenci, gazeteci, işadamı, ister sendikacı ya da memur olsun, bir İtalyan, bir Alman, bir İsveçli ve bir Belçikalı bir kadeh içki etrafında bir araya gelme-ye görsün, ister istemez ortak bir dile başvuruyorlar. A v r u p a bi-nası bundan yüz yıl hatta elli yıl önce inşa edilseydi, bu dil Fransızca olurdu; b u g ü n İngilizce.

Bu iki zorunluluk, yani herkesin kendi kimliğini koruma istemiyle Avrupalılar arasında karşılıklı konuşma ve iletişim gereksinimi, mümkün olan en az engelle sürekli olarak bağdaş-tırılabilecek mi? Bu ikilemden çıkmak, insanların birkaç yıl son-ra acı ve çıkışı olmayan dil çatışmalarına sürüklenmesini önle-mek için, işi zamana bırakmak yetmez, zamanın ne yapacağını biz çok iyi biliyoruz.

Mümkün olan tek yol basit bir düşünceden yola çıkarak çokdilliliği destekleyecek ve bunu bir gelenek haline getirecek gönüllü bir eylemdir: b u g ü n herkesin açıkça üç dile ihtiyacı vardır. Birincisi kendi kimlik dili; üçüncüsü İngilizce. Bu ikisi arasında, özgürce seçilmiş, genellikle ama her zaman değil, bir başka Avrupa dili mutlaka ikinci bir dil haline getirilmelidir. Herkes için bu dil okuldan başlayarak birinci yabancı dil ola-cak, ama aslında bundan da fazlası, gönlündeki dil, benimsedi-ği dil, birleştiği dil, sevdiği dil olacaktır...

Yarın Almanya ile Fransa arasındaki ilişkiler her iki ülke-nin İngilizce konuşanlarının elinde mi olacaktır, yoksa Fransız-ca konuşan Almanlar ın ya da Almanca konuşan Fransızların

114

Page 108: Amin maalouf olumcul kimlikler

mı? Yanıt hiçbir k u ş k u y a yer bırakmamalıdır. Ya İspanya ile İtalya arasında? Ya bütün Avrupal ı ortaklar arasında? Günü-m ü z d e karşılıklı ticari, kültürel ve başka alanlardaki alışveriş ilişkilerinin öncelikle karşı tarafa özel bir ilgi d u y a n ve b u n u ona anlamlı bir kültürel bağlılıkla -onun kimlik dilini benimse-y e r e k - gösterenlerin elinde olması için biraz s a ğ d u y u , biraz bi-linç, biraz irade yeterli olacaktır; sadece bunlar ilişkiyi daha ile-ri götürebilir.

Gelecek yıllarda ayrıca, sadece kendi dillerini ve İngilizceyi bilen "genelciler"le, bu asgari paket dışında kendi kişisel ya-kınlıklarıyla özgürce seçilmiş, özel ve mesleki gelişimlerini ger-çekleştirecek ayrıcalıklı iletişim dillerine de sahip "özelciler" olabilecek. İngilizceyi bilmemek daima ciddi bir engel oluştura-cak, ama bir tek İngilizce bilmek de gitgide daha fazla oranda ciddi bir engel olacaktır. Hatta anadili İngilizce olanlar için bile.

Kendi kimlik dillerini konuşanların b u g ü n k ü uygarl ığın onlara önerdiklerine erişmek istediklerinde, ondan asla vazgeç-mek zorunda kalmamaları için onu korumak, onu asla y ü z ü s t ü bırakmamak; buru lup öfkelenmeden, gençlere bunun aynı an-da ne kadar gerekli ve ne kadar yetersiz o lduğunu bıkıp usan-madan açıklayarak, üçüncü dil İngilizcenin eğitimini genelleş-tirmek; bu arada di lde çeşitliliği teşvik etmek, her ulusun için-de İspanyolcaya, Fransızcaya, Portekizceye, Almancaya, hatta Arapçaya, Japoncaya, Çinceye ve uzmanlaşması daha seyrek görülen, dolayısıyla da hem kişinin kendi için, hem de ortaklık için daha değerli y ü z başka dile hakim çok sayıda insan olması-nı sağlamak - böylesi bana iletişimdeki muazzam patlamadan, yoksullaşma, yaygın kuşku ve zihinsel karışıklıktan çok, her d ü z e y d e zenginlik çıkarmak isteyen herkes için bilgelik yolu gibi geliyor.

Çokkültürlülüğü korumak için önerdiğim doğrultunun belli dozda bir gönüllülük istediğini inkar edecek değilim. Ama bu çabayı harcamaktan kaçınır, her şeyi b u g ü n k ü akışına bıra-kırsanız ve gözlerimizin önünde kurulmakta olan evrensel uy-garlık gelecek yıllarda da tamamen Amerikan, dili tamamen İn-gilizce, hatta tamamen Batılı gibi görünmeye d e v a m edecek

115

Page 109: Amin maalouf olumcul kimlikler

olursa, bana öyle geliyor ki, bundan kaybeden bütün dünya olacaktır. Gezegenin b u g ü n k ü güç ilişkilerine katlanamayan b ü y ü k bir kesimini kendinden uzaklaştıracağı için Amerika Birleşik Devletleri; varoluş nedenleri olan her şeyi adım adım kaybedecekleri ve çıkışı olmayan bir isyana sürüklendikleri için Batılı olmayan kültürler; belki de hepsinden fazla, kendi dil ve kültür çeşitliliğini korumaktan acizken, kendilerini dışlanmış hissedenlerin ilk hedefi haline geleceği için her iki tabloda da kaybeden Avrupa. SPARTACUS

116

Page 110: Amin maalouf olumcul kimlikler

6

Neredeyse bu denemeye iki başlık veriyordum: ölümcül kimlikler ya da panteri nasıl evcilleştirmeli? Neden panter? Çünkü eziyet edildiğinde öldürür, çünkü serbest bırakılırsa öl-dürür, en kötüsü de yaraladıktan sonra onu doğaya bırakmaktır. A m a gene de panter, çünkü panter evcilleştirilebilir de ondan.

Bu biraz kimlik arzusu konusunda bu kitapta söylemek id-diasında o lduğum şey. Dünyanın bir cangıla dönüşmesinin önüne geçmek isteniyorsa, geleceğin geçmişteki en kötü görün-tülere benzemesinin önüne geçmek isteniyorsa, elli yıl sonra, y ü z yıl sonra çocuklarımızın biz güçsüzler gibi katliamlara, sürgünlere ve başka "temizlik harekatlarına" tanık olması ve bazen bunlara katlanmak zorunda kalmasının önüne geçmek isteniyorsa, pantere ne işkenceyle ne de merhametle davranıl-maması, ama serinkanlılıkla gözlemlenmesi, incelenmesi, anla-şılması sonra dizginlenmesi, evcilleştirilmesi gerekir.

Gerekli o lduğunu hissettiğim her defasında kendimi "pan-t e r i n hangi yollarla dizginlenebileceğin! söylemeye zorladım. Elimde beni buna yetkili kılan gerçeklere sahip o lduğumdan değil; sadece bu düşünceye kapıldığımdan beri dilekler belirt-mekle ve acil zorunlulukları sıralamakla yetinmek bana sorum-luluk gibi gelmiyor. Sayfalar boyunca bana vaatkâr görünen bazı yollarla, çıkmaz sokak gibi gelenleri de işaret etmeliydim.

Bu kitap bunlar için bir çareler kataloğu değil; aynı derece-de karmaşık ve birbirine hiç benzemeyen gerçeklikler söz konu-su olduğundan, hiçbir formül bir ülkeden diğerine olduğu gibi

117

Page 111: Amin maalouf olumcul kimlikler

aktarılamaz. "Formül" sözcüğünü bilerek kullanıyorum. Lüb-nan'da konuşmalar arasında, iktidarın çok sayıda dini cemaat arasında paylaşılmasını esas alan düzenlemeyi belirtmek için bu sözcük sık sık tekrarlanır. Çok genç yaşımdan beri İngilizce, Fransızca ve kuyumculuk işlerini hatırlatan "siglm" terimiyle, özellikle Arapça olarak etrafımda hep bunu duymuşumdur .

"Lübnan formülü" , en kendine ö z g ü yönleri içinde tek ba-şına u z u n uzun üzerinde d u r m a y a değer, ama ben burada bu f o r m ü l ü tam da onun en az özel, en örnek niteliğindeki, en fazla açıklayıcı yönleri içinde ele alacağım. Hâlâ " m e z h e p " olarak adlandırılan, kendi yollarıyla, çok eskiye dayanan kor-kularıyla, kanlı çatışmaları ve şaşırtıcı barışmalarıyla yirmi kü-sur cemaatin envanterini değil, ama sadece dengelere saygının titiz bir kota sistemiyle güvence altına alınmasına dayanan ku-rucu fikri.

Söylemimi daha iyi oturtabilmek için işe şu soruyla başlı-yorum: bir ülkenin insanları kendilerinin farklı farklı cemaatle-re -dini, dilsel, etnik, ırksal, b u d u n a ilişkin ya da başkas ı - ait olduklarını hissediyorlarsa, bu gerçekle nasıl baş edilmeli? Bu aidiyetleri hesaba katmalı mı? Ne ölçüde? Yoksa onları bilmez-den mi gelmeli? Görmüyormuş gibi mi yapmalı?

Yanıtlar yelpazesi geniş. Modern Lübnan'ın kurucularının tasarladığı yanıt çok kesin biçimde uç bir seçimi temsil ediyor. Çok cemaatliliği açık bir biçimde tanıması bakımından saygıya değer, ama bu tanımanın mantığını aşırılığa kadar vardıran bir yanıt. Bir örnek oluşturabilirdi, bir karşı-örnek haline geldi. Ge-niş ölçüde kısmen Ortadoğu 'nun karmaşık gerçeklerinden, ama kısmen de bu formülün yetersizliklerinden, katılıkların-dan, tuzaklarından, tutarsızlıklarından.

Deneyimi bu yüzden bütünlüğü içinde karalamak da ge-rekmez. Sözüme "saygıya değer" diyerek başladım, çünkü ikti-darı o l d u ğ u gibi cemaatlerden birine vermek ve ötekileri boyun e ğ m e y e ya da yok olmaya m a h k û m etmek yerine, her cemaate bir yer vermek saygıya değer; tek dinli, tek ideolojiye bağlı, tek partili ya da tek dilli, ya da cemaatler sınırının iyi tarafında d o ğ m a şansına sahip olmayanların boyun eğmekten, sürgün-

118

Page 112: Amin maalouf olumcul kimlikler

den, ya da ölümden başka seçeneklerinin olmadığı devletlerin ağır bastığı bir bölgede, özgürlüklerin boy atmasına ve sanatın gelişmesine zemin hazırlayan hassas dengeli bir sistem tasarla-mış olmak saygıya değer. Bütün bu nedenlerden dolayı, Lüb-nan deneyimi başarısızlıklarına rağmen benim g ö z ü m d e bir iç savaşla sonuçlanmayan ya da henüz sonuçlanmayan, ama gö-reli istikrarlarını baskı, zulüm, sinsice bir "temizlik" ve tepeden inme bir ayrımcılık üzerine dayandıran Orta Doğu'daki ve baş-ka yerlerdeki öteki deneyimlerden hâlâ çok daha onurlu.

Yani, saygıya değer bir düşünceden yola çıkan Lübnan for-mülü, buna rağmen yozlaşmıştır. Kota sisteminin ve "cemaatle-ri temel alan" her hayalin sınırlarını açık biçimde göstermesi bakımından örnek oluşturacak nitelikte bir çarpıklık.

Lübnan formülünün "mucitlerinin" en başta gelen endişe-si, bir seçim sırasında Hıristiyan bir adayla Müslüman bir ada-yın karşı karşıya gelmesinin ve her cemaatin bir anda kendili-ğinden "kendi oğ lunun" etrafında seferber olmasının önüne geçilmesiydi; benimsenen çözüme göre çeşitli üst düzey görev-ler önceden dağıtılacak, böylece rekabetin hiçbir zaman iki ce-maat arasında değil, ama aynı cemaate mensup adaylar arasın-da geçmesi sağlanacaktı. Kuram olarak zekice ve mantıklı bir düşünce. Buna rağmen, Cumhurbaşkanlığından Parlamentoya ve devlet memuriyetlerine kadar iktidarın her düzeyine uygu-lamaya kalkışılınca, gerçekte olan, önemli her mevkiin tek bir cemaatin "mülkiyet i" haline gelmesi oldu!

Tek bir göreve talip iki aday arasından en yeteneklinin de-ğil de, bağlı o lduğu cemaatte o mevkide "hak sahibi" olan kişi-nin seçildiği bu aptalca sisteme karşı gençliğimde sık sık sesimi yükseltmişimdir. Bugün bile, bana fırsat veri ldiğinde aynı tep-kiyi gösteriyorum. Tek fark, on dokuz yaş ındayken bu sistemi ne olursa olsun bir başkasıyla değiştirmek istememdi. Kırk do-kuz yaşında, bunun hâlâ değişmesini dil iyorum, ama ne olursa olsun şeklinde değil.

Bunları yazarken, biraz Lübnan'dan öteye bakıyorum. Ora-da kurulan sistem yozlaşmayla sonuçlandıysa da, bu gerçeklik-ten daha yoz sonuçlar çıkartmak gerektiğini sanmıyorum. Söz-gelimi, çok cemaatli toplumların "demokrasiye u y g u n olmadı-

119

Page 113: Amin maalouf olumcul kimlikler

ğını" ve oralarda iç barışı ancak çok otoriter bir iktidarın koru-yabileceğini düşünmek gibi.

Son yıllardaki olaylar aksini ortaya koymuş olmasına kar-şın, bazı demokratların bile çoğu zaman, hâlâ bu türden "ger-çekçi" geçinen söylemlerde b u l u n d u ğ u n u duyuyoruz. Demok-rasi "etnik" denilen sorunları çözmede her zaman başarılı ola-mıyorsa da, diktatörlüğün b u n u daha iyi başaracağını gösterdi-ği de hiçbir zaman ispatlanmış değil. Tek partili Yugoslav rejimi iç barışı korumada, Lübnan'daki çok partili sistemden daha mı becerikli çıktı? Dünya artık çeşitli halkların birbirlerini öldür-d ü ğ ü n ü görmez olduğu için, Mareşal Tito otuz yıl önce ehven-i şer gibi görünebilirdi. Bugünse tam tersine, temeldeki hiçbir so-runun çözülmediğini fark ediyoruz.

Eski komünist dünyanın çoğu ülkesinde olanlar zihinlerde hâlâ o kadar taze ki, uzun uzun ispatlamaya kalkmayı gereksiz kılıyor. Ama her türlü demokrasi yaşamını engelleyen iktidar-ların, aslında geleneksel aidiyetlerin güçlenmesini destekledik-leri o lgusu üzerinde ısrar etmek belki de lüzumsuz kaçmaz; bir toplumun içine kuşku yerleştiğinde tutunacak en son dayanış-ma en derinlerde olandır; ve her türlü politik ya da sendikal ya da akademik özgürlük kösteklendiğinde, ibadet yerleri insanla-rın toplanıp tartışabileceği ve düşman karşısında kendilerini birlik içinde hissedebilecekleri tek yer haline gelir. Ne kadar çok insan "proleter", ve "enternasyonalist" olarak Sovyet dün-yasına girmiş ve sonunda hiç olmadığı kadar "dindar" ve "mil-liyetçi" olup çıkmıştır. Zaman ilerledikçe, sözde "laik" diktatör-lükler dinci fanatizmin fidanlığı gibi görünmeye başladılar. De-mokrasinin olmadığı bir laiklik, hem demokrasi hem de laiklik için bir felakettir.

A m a burada duruyorum, bunu çürütmede yoğunlaşmanın ne yararı var? Özgür ve adil bir dünya özleyen herkes için her türlü diktatörlük, dinsel aidiyetlere, etnik aidiyetlere ya da kimliğe ilişkin sorunları çözmede gösterdiği apaçık yetersizlik üzerinde özel olarak konuşmaya değmeyecek kadar kabul edi-lemez bir çözümdür. Tercih ancak demokrasinin çerçevesi için-de yer alabilir.

120

Page 114: Amin maalouf olumcul kimlikler

Yalnız, bütün bunlara rağmen, fazla ilerlemiş sayılmam. Çünkü birlikte yan yana u y u m içinde yaşamanın gerçekleşmesi için "demokras i " demek yetmiyor. Demokrasi var, demokrasi var; ve bu alandaki ölümcül çarpıklıklar, diktatörlüğünkilerden aşağı kalmıyor. Çok kültür lülüğün korunması ve demokrasinin temel ilkelerine saygı konusunda iki yol bana özellikle tehlikeli görünüyor: kuşkusuz, saçmalığa vardırılan bir kota sistemi, ama bir o kadar da, bunun tam tersi bir seçim olan, hiçbir sınır çizmeden sadece çoğunluk yasasını dikkate alan sistem.

Bu yollardan ilkinde, Lübnan örneği, tek olmasa da, tabii ki en anlamlı örneklerden biri. Gerginlikleri yumuşatmak umu-duyla ve insanları adım adım "ulusal bir cemaat"e ait oldukları d u y g u s u n a d o ğ r u itme planıyla bizlere iktidarın geçici olarak cemaatler arasında paylaşı ldığı söyleniyor. A m a sistemin man-tığı bambaşka bir yöne doğru kayıyor: "pas ta"nm paylaşılması söz konusu o lduğunda, her cemaatte kendi payının çok ince ol-duğunu, apaçık bir haksızlığın kurbanı o lduğunu ileri sürme eğilimi baş gösteriyor ve bu hoşnutsuzlukları propagandaların-da sürekli işleyen politikacılar ortaya çıkıyor.

Kendilerini boş vaatlere kaptırmayan politikacılar y a v a ş y a v a ş bir kenara itiliyor. O zaman da, farklı "kabilelere" ait ol-ma d u y g u s u zayıf layacağına güçleniyor, ulusal cemaate ait ol-ma d u y g u s u büsbütün ya da neredeyse yok olacak kadar azalı-yor. Hep bir burukluk, bazen de kan gölü içinde. Bu sistem Batı Avrupa 'ya gel indiğinde Belçika'yı yaratıyor; Ortadoğu'ya ge-l indiğindeyse Lübnan'ı.

Biraz şemalaştırıyorum ama etnik sorunların ele alınışında, cemaat aidiyetlerini yeniden tanımlanan, genişletilmiş bir ulu-sal kimlik içine katmak yerine, bunların ikame kimlikler haline dönüşmesine izin veren belli bir çizgi aşıldığı an yönelinen se-naryo budur.

Ulusal birlik içinde belli sayıda aidiyetlerin -dilsel, dinsel, bölgesel, v b . - tanınması çoğu zaman gerginlikleri hafifletebilir ve farklı yurttaş grupları arasındaki ilişkileri sağlıklı bir hale getirebilir; ama bu, arzu edilenin tersi bir etki yaratması için pek az şey yettiğinden, öyle rasgele kalkışılamayacak nazik bir süreçtir. Bir azınlık grubunun bütünlüğe katılmasının kolaylaş-

121

Page 115: Amin maalouf olumcul kimlikler

tırılması istenmiş, yirmi yıl sonra ise bu grubun artık içinden çıkmayı başaramayacağı bir getoya kapatıldığı fark edilmiştir; ve farklı yurttaş grupları arasındaki havayı düzeltmek yerine, varoluş nedenlerini ve sermayelerini buna bağlayan politikacı-larla artık düzelemeyecek bir hale gelen boş vaatlerden, karşı-lıklı suçlamalardan ve hırçın taleplerden oluşan bir sistem orta-ya konmuştur.

Acı çeken bir topluluğun iyiliği için yürür lüğe konsa bile her türlü ayrımcı uygulama tehlikelidir. Sadece bu yolla bir haksızlığın yerini başka bir haksızlığın alması y ü z ü n d e n ve nefretle k u ş k u y u pekiştirdiği için değil, ama benim g ö z ü m d e daha da vahim bir ilke nedeniyle: bir insanın toplumdaki yeri, onun şu ya da bu cemaate ait oluşuna bağlı kalmaya d e v a m et-tikçe, bölünmeleri daha da derinleştirmekten başka bir işe yara-mayan çarpık bir sistem hâlâ sürdürülüyor demektir; mantıklı tek hedef olarak, onurlu tek hedef olarak eşitsizliklerin, haksız-lıkların, ırkçı ya da etnik, dinsel ya da başka türden gerginlikle-rin azaltılmasının yollarını araştırmak, aidiyetleri ne olursa ol-sun her yurttaşın bütün haklarına sahip bir yurttaş gibi mu-amele görmesi için çalışmak demektir. Elbette böyle bir ufka bugünden yarına hemen ulaşılamaz, ama bu, gidişi tam aksi yöne çevirmek için bir neden de olamaz. SPARTACUS

122

Page 116: Amin maalouf olumcul kimlikler

6

Kotalar sisteminin ve "cemaatçiliğin" sapmaları dünyanın farklı bölgelerinde o kadar çok drama neden oldu ki, tam tersi tavrı, yani farklılıkları yok saymayı ve her şeyi çoğunluğun ya-nılmaz diye adı çıkmış kararına bırakmayı tercih eden tavrı haklı çıkarmış gibi görünüyor.

İlk bakışta bu tavır, en saf haliyle demokrasinin sağduyu-sunu yansıtır gibi görünüyor: yurttaşlar arasında Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Siyahlar, Asya kökenliler, İspanya kö-kenliler, YVallonlar, Flamanlar varmış, bilinmek istenmiyor, bunların her birinin seçimlerde bir oy hakkı var ve genel seçim-den daha mükemmel bir yasa yok! Bu kutsal " y a s a " d a can sıkı-cı olan, g ö k y ü z ü kararmaya başladığı an onun d o ğ r u dürüst çalışamaz hale gelmesi. 1920'lerin başında Almanya 'da genel seçim kamuoyunun eğilimlerini yansıtan hükümet koalisyonla-rının kurulmasına yarıyordu; 1930'ların başında ağır bir sosyal kriz ve ırkçı propaganda atmosferi altında yapılan aynı genel seçimler demokrasinin sonunu getirdi; Alman halkı kendini ye-niden rahatça i fade edebildiğinde ölü sayısı çoktan onlarca mil-yonu bulmuştu. Çoğunluk yasası her zaman demokrasiyle, öz-gürlükle ve eşitlikle eşanlamlı olmuyor; kimi zaman zorbalıkla, köleleştirmeyle ve ayrımcılıkla eşanlamlı oluyor.

Bir azınlık baskı görüyorsa, oy hakkı onu ille de özgür kıla-mıyor, hatta daha da eziyor. İktidarın bir çoğunluk grubuna bı-rakılarak azınlıkların çektiklerinin azaltıldığını s a v u n m a k için çok saf - y a da tersine çok pervas ız- olmak gerek. Ruanda'da

123

Page 117: Amin maalouf olumcul kimlikler

Hutulaı^m n ü f u s u n yaklaşık onda dokuzunu, Tutsiler'inse on-da birini o luşturduğu tahmin ediliyor. Bugün orada yapılacak "özgür" bir seçim etnik bir sayım olmaktan öteye gitmeyecektir ve buna hiçbir önlem almadan çoğunluk yasası u y g u l a m a y a kalkışılacak olursa, işin sonu kaçınılmaz olarak bir toplu kıyı-ma ya da bir diktatörlüğe varacaktır.

Bu örneği rasgele vermiş değilim. 1994'teki katliama eşlik eden politik tartışmalarla ilgilenildiğinde, aşırıların daima de-mokrasi adına hareket ettiklerini, hatta ayaklanmalarını 1789 Fransız İhtilali'yle, Tutsiler'in yok edilmesini ise Robespierre ve arkadaşlarının giyotin saltanatının s ü r d ü ğ ü devirlerde yaptığı gibi, ayrıcalıklı bir kastın ortadan kaldırılmasıyla kıyaslayacak kadar ileri gittiklerini görüyorsunuz. Hatta bazı Katolik rahip-ler, "yoksullardan yana" olmaları ve "öfkelerini anlamak" ge-rektiği inancıyla işi, bir soykırımın işbirlikçileri haline ge lmeye kadar vardırmışlardı.

Bu türden bir dayanağın beni endişelendirmesinin tek ne-deni, katilin nefret edilesi davranışına soyluluk kazandırmaya çalışılması değil, aynı zamanda en soylu ilkelerin bile ne yollar-la "çarpıklaştırılabileceğini" göstermesi. Etnik kıyımlar hep en güzel bahanelere sığınılarak gerçekleştirilir - adalet, eşitlik, ba-ğımsızlık, insan hakları, demokrasi, ayrıcalıklara karşı mücade-le. Şu son yıllarda çeşitli ülkelerde olanlar, genel seçim kavra-mının kimlik anlaşmazlığı çerçevesinde kullanıldığı her du-rumda bizleri kuşku duymaya itmeliydi.

Apartheid' ın kaldırılmasına kadar Güney Afr ika 'da oldu-ğu gibi, ayrımcılığa maruz kalan insan toplulukları arasında bazıları ülkelerinde çoğunluktadır. A m a çoğu zaman d u r u m tersinedir, acı çekenler, en temel haklarından yoksun bırakılan-lar, sürekli dehşet içinde, aşağılanma halinde yaşayanlar azın-lıklardır. Adınızın Pierre ya da Mahmut ya da Baruh o lduğunu itiraf etmekten korktuğunuz ve bunun dört ya da kırk kuşak-tan beri sürdüğü bir ülkede yaşıyorsanız; zaten y ü z ü n ü z d e ai-diyetinizin rengini taşıdığınız için, bazı yerlerde "görünür azın-lıklar" denilen azınlıklardan o lduğunuz için böyle bir " i t i r a f t a bulunmanıza gerek bile kalmayan bir ülkede yaşıyorsanız; o

124

Page 118: Amin maalouf olumcul kimlikler

zaman "çoğunluk" ve "azınl ık" sözcüklerinin her zaman de-mokrasi sözlüğünün içinde yer almadığını anlamanız için uzun açıklamalara ihtiyacınız yoktur.

Demokrasiden söz edebilmek için fikir tartışmasının göreli bir huzur ortamında gerçekleşmesi gerekir; bir oylamanın anla-mı olabilmesi içinse özgür i fade sayılabilecek tek şey olan gö-rüş oyunun, otomatik oyun, etnik oyun, fanatik oyun, kimlik o y u n u n yerini alması gerekir. Cemaatlere dayanan ya da ırkçı ya da totaliter bir mantık içine girildiği an, dünyanın her yerin-de demokratların rolü artık çoğunluğun tercihlerini en ön pla-na çıkartmak değil, gerekirse çoğunluk kuralına karşı, ezilenle-rin haklarına saygı duyulmas ın ı sağlamak olmalıdır.

Demokraside kutsal olan, mekanizmalar değil, değerlerdir. Mutlaka ve en küçük bir ödün vermeden sayg ı gösterilmesi ge-reken şey, insanların, inançları ve renkleri ne olursa olsun, sayı-sal önemleri ne olursa olsun, kadın, erkek ve çocuk, bütün in-sanların onurudur; oylama biçimi bu zorunluluğa u y g u n hale getirilmelidir.

Eğer genel seçim fazla adaletsizliğe yol açmadan özgürce gerçekleşebiliyorsa, ne âlâ; yoksa korkuluklar tasarlamak gere-kir. Bütün b ü y ü k demokrasi ler şu ya da bu dönemlerinde buna başvurmuşlardır . Çoğunluk esasının egemen o lduğu İngilte-re'de, Kuzey İrlanda'daki Katolik azınlık sorununun bir çözü-me bağlanması istendiğinde, yalnızca o zalimce çoğunluk kura-lını esas almayan farklı oylama sistemleri düşünülmüştür . Fransa'da son d ö n e m d e özel bir sorunun kendini gösterdiği Korsika için, ülkenin geri kalan kısmından farklı, bölgesel bir oylama sistemi y ü r ü r l ü ğ e konmuştur. Birleşik Devletlerde, bir milyon nüfus lu Rhode Island'ın iki senatörü varken, otuz mil-yon Kaliforniyal ının da iki senatörü vardır, b ü y ü k eyaletlerin daha zayıf olanları ezmesini önlemek için kurucu ataların ço-ğ u n l u k yasasına attığı bir çelme.

A m a bir sözcükle yeniden Güney Af r ika 'ya dönmek istiyo-rum. Çünkü bir dönem karışıklığa neden olabilecek bir slogan, majority rule ya da çoğunluk hükümeti sloganı revaçtaydı. Nel-son Mandela gibi adamların yaptığı gibi, amacın ne beyaz bir hükümetin yerine s iyah bir hükümet koymak, ne de bir başka-

125

Page 119: Amin maalouf olumcul kimlikler

sına ayrımcılık uygulamak olmadığının, ama kökenleri ne olur-sa olsun bütün yurttaşlara aynı siyasal hakların verilmesi oldu-ğunun, kendilerinin bu noktadan itibaren ister Afr ika kökenli, ister A v r u p a ve Asya kökenli ya da melez olsun, beğendiği yö-neticileri seçmekte özgür olduklarının belirtilmesi koşuluyla Apartheid bağlamında anlaşılabilir bir kestirmeydi.

Bir gün Birleşik Devletler başkanlığına bir siyahın, Güney Afr ika başkanlığına bir beyazın seçilmesini düşünmeyi engelle-yecek hiçbir şey yok. Gene de böyle bir olasılık ancak etkili bir iç barış, bütünleşme ve olgunlaşma sürecinin sonunda, her aday kendi yurttaşları tarafından, miras aldığı aidiyetlere göre değil, nihayet insani nitelikleri ve görüşleri esas alınarak değer-lendirilebileceği zaman m ü m k ü n gibi görünüyor. Henüz o nok-tada olmadığımızı söylemeye gerek yok. İşin gerçeği, bu her yer için böyle. Ne Amerika Birleşik Devletleri'nde, ne Güney Afr ika 'da, ne de başka bir yerde. Durumlar bazı ülkelerde di-ğerlerinde olduğundan daha iyi gelişiyor; ama harita üzerinde ne kadar ararsam arayayım, bütün adayların dinsel ya da etnik aidiyetlerinin seçmenlerince önemsenmediği tek bir yer bile bulamadım.

Eski demokrasilerde bile bazı katılıklar s ü r ü p gidiyor. Bu-gün bana "Roma Katolik Kilisesi'ne mensup" birinin Londra'ya başbakan olması hâlâ zor gibi geliyor. Fransa'da inançlı ya da değil, mensupları seçmenlerin kişisel erdemlerinden ve politik hedeflerinden başka bir şeyi dikkate almasından etkilenmeksi-zin, en üst düzey görevlere talip olabilen Protestan azınlığa karşı artık hiçbir önyargı yok; buna karşılık altı yüz küsur met-ropol seçim bölgesinden hiçbiri Millet Meclisine Müslüman bir üye seçmemiştir. Bir oylama, toplumun kendisinin ve farklı bi-leşenlerinin ufkunun yansımasından başka bir şey değildir. Teşhis konulmasına yardımcı olur ama asla tek başına çare bu-lamaz.

Belki de son sayfalarda Lübnan'daki, Ruanda'daki, Güney Afr ika 'daki ya da eski Yugoslavya 'daki durumları uzun uzun konu etmekten kaçınmalıydım. Son onyıllardır oraları kana bu-layan dramlar günlük gazeteleri o kadar meşgul etti ki, bunla-

126

Page 120: Amin maalouf olumcul kimlikler

rın yanında bütün öteki gerginlikler hafif, hatta önemsiz kalabi-lirdi. Oysa -hatır latmaya gerek var mı?- b u g ü n tek bir ülke yok ki, yerleşik ya da göçmen, farklı halk topluluklarının birlikte yaşayabileceği şekilde düşünebilsin. Her yerde üzeri az çok us-talıkla örtülmüş ve genel olarak ciddileşme eğil iminde gergin-likler var. Zaten çoğu zaman sorun aynı anda birçok d ü z e y d e birden kendini gösteriyor; mesela Avrupa 'da devletlerin çoğun-da aynı anda bölgesel ve dilsel sorunlar, göçmen toplulukların varlığından kaynaklanan sorunlar ve b u g ü n artık daha yumu-şak olan ama her biri kendi tarihine, kendi diline ve kendi du-yarlılıklarına sahip yirmi otuz kadar ulusun "ortak yaşamını" örgütlemek söz konusu olacağından, Avrupa Birliği'ne katılma gerçekleştikçe ortaya çıkacak "kıtalılarm" sorunları var.

Elbette orantı d u y g u s u n u korumak gerekir. Her ateş veba-nın habercisi değildir. A m a hiçbir ateş omuz silkerek geçiştirile-mez. Grip salgınından da endişe edilmiyor mu? Virüsün seyri sürekli olarak izlenmiyor mu?

Tabii ki her "has ta"ya aynı tedavi uygulanmaz. Bazı vaka-larda kurumsal "bariyerler" yerleştirmek hatta "vahim bir ev-veliyatı" olan ülkelerde hem katliamları ve ayrımcılıkları önle-mek hem de çokkültürlülüğü korumak için uluslararası toplum tarafından etkin bir üst denetim sistemi getirmek gerekir; öteki-lerin çoğu için özellikle sosyal ve entelektüel havayı düzeltecek daha ince ayarlamalar yeterlidir. Ama kimlik hayvanını evcil-leştirmenin en iyi yolu konusunda serinkanlı ve küresel dü-şünme zorunluluğu her yerde kendini hissettiriyor. SPARTACUS

127

Page 121: Amin maalouf olumcul kimlikler

Sonsöz

Buraya kadar katettiğim yolu izlemiş olanlar, bana göre, bu düşüncelerimin şu ana düşünceden yola çıkması gerektiğini okuduklar ında şaşırmayacaklar: her insan az da olsa, yaşadığı ülkeyle ve b u g ü n k ü dünyamızla özdeşleşebilsin. Bu da gerek kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da g r u p halinde karşı-sındakiler tarafından benimsenecek birtakım davranış ve alış-kanlıkları kapsıyor.

Her birimiz kendi çeşitliliğini üst lenmeye, kimliğini en üst aidiyet konumuna yükselt i lmiş ve dış lanma aracı, bazen de sa-vaş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli aidiyetlerinin toplamı gibi algı lamaya teşvik edilmelidir. Özel-likle de, içinde yaşadıkları toplumun kül türüyle içinden çıktık-ları kültür örtüşmeyen herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara al-madan üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıkları-nı koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları kabul eden ülkeye kendilerini açabilmeleri gerekir.

Böyle i fade edi ldiğinde bu temel ilke en başta göçmenleri ilgilendiriyor gibi görünüyor, ama hep aynı toplum içinde ya-şadıkları halde çıkış kültürlerine d u y g u s a l bir bağla bağlı ka-lanları da -birçokları arasında, b u g ü n k ü tanımları olan african americans'la çifte aidiyetlerinin ne o lduğu açık seçik ortaya ko-nulan Amerikalı siyahları d ü ş ü n ü y o r u m - kapsıyor; bu temel il-ke, sahip oldukları tek vatanda dinsel, etnik, sosyal ya da daha başka nedenler y ü z ü n d e n kendilerini "azınlıkta" hisseden, "ay-

129

Page 122: Amin maalouf olumcul kimlikler

rı" hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından oldu-ğu kadar iç barış açısından da b ü y ü k önem taşıyor.

Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üst-lenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında gördüğüy le özdeşleşe-bilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bula-bilmesi ve genellikle o lduğu gibi tedirgin, hatta kimi zaman düşman bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yo-lunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle görünür simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla çaba harcamaları gerekirdi.

Elbette bir ülkenin kabullendiği bütün aidiyetler aynı önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği istemek değil, farklı i fade yollarının meşru luğunu vurgulamak. Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa'nın Katolik geleneğin ağır bastığı bir ülke o lduğundan hiç kuşku yok; bu onun Pro-testan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir boyutu ve her dine derin bir kuşkuyla bakan "Voltaire'ci" bir boyutu ka-bul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri - l i s te bu ka-darla da ka lmaz- ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kav-rayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da d e v a m et-mektedir

Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir kimliği o lduğu açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Ger-men, Kelt, sonra Afr ika 'dan, Antiller'den, Arapçadan, Slavca-dan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması gerekmeyen ama zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.

Burada sadece Fransa'nın durumuna değindim, aslında bu konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı o lduğu yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan ko-p u p gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. A m a bu göç-menlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırı-

130

Page 123: Amin maalouf olumcul kimlikler

lıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde ya-şadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda ger-çekleşebilecektir. Ama orada sorun farklılık ilkesinden çok, bu-nun işleyişindedir.

Bu arada, ulusal kimlik sorunu farklı biçimde kendini gös-teriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen ama böyle bir misyon için kendini u y g u n görmeyen Batı Avru-pa 'da bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine re-feranstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından yoksun bırakılmış halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik bağlar. Buna rağmen, bütünü içinde Avrupa, bir leşmeye yak-laştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetleri-nin bir toplamı gibi kavramak zorunda kalacak. Eğer tarihinin her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına Alman ya da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden kendilerini tamamen Avrupal ı gibi hissedebilmeleri gerektiğini açık seçik söylemezse, var olmaktan d ü p e d ü z çıkacak.

Yeni Avrupa 'y ı yaratmak Avrupa için, onu oluşturan ülke-lerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için ye-ni bir kimlik kavramı yaratmaktır.

Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girme-nin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim g ö z ü m d e önem taşıyan, kimliğin " i ş leyiş i "- 'n bir yönüne değinmekle ye-tiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik Avrupa gibi bir bütünün üyesi o lduğunuz an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir sorumluluğu korur-sunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler dokunmaya başlamış-tır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, To-rino'ya ve onun geçmişine d u y d u ğ u özel sevgi içinde saklı kal-sa da, Venedik'in ve Napoli 'nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe Amsterdam ya

131

Page 124: Amin maalouf olumcul kimlikler

da Lübeck yörüngeleri onun için gi tgide daha az uzak, gitgide daha az yabancı gelecek. Bu oluşum belki iki üç kuşağı bula-cak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha ş imdiden bütün kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıy-mış gibi davranan genç Avrupalı lar tanıyorum.

Aidiyetlerimden her birini y ü k s e k sesle talep eden ben, d o ğ d u ğ u m bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği g ü n ü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan'a, Fransa'ya ve Avrupa 'ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu'ya "vatan" ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına "vatan-daş" diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını is-terdim.

Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düz lemde tekrarlamak için paran-tezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç k imse kendini doğmakta olan uygarl ıktan dışlanmış hissetmesin, her-kes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sı-ğınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini g ö r d ü ğ ü şeyle özdeşleştirebilsin

Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, ye-ni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazan-maya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.

İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları konusunda aşağı yukarı söylemek istediklerim. Amacım sorunu didik didik et-mekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, yazdığım her parag-rafta içimden yirmi sayfa daha yazmak geliyordu. Yazdıklarımı tekrar o k u d u ğ u m d a bu sayfalarda gerekli tonu - n e fazla so-ğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri ya da en d o ğ r u formülleri b u l d u ğ u m d a n emin değilim. A m a bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son

132

Page 125: Amin maalouf olumcul kimlikler

derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyay ı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağ-lamak istedim.

Genelde, bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dile-ği, kitabının y ü z yıl sonra, iki y ü z yıl sonra hâlâ okunuyor ol-masıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun di-ye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. A m a daima umut edilir.

Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri o lup da, gü-nün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde bi-raz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulma-sına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun. SPARTACUS

133

Page 126: Amin maalouf olumcul kimlikler