16
Savaş Muhabirliği Notları Star TV Muhabiri Murat Uslu “Vakıf Üniversiteleri, Türkiye’de Eğitim Sistemine Rekabet Getirmiştir” NİSAN 2013 Sayı: 3 Zaman Zaman Iraz YÖNTEM Engelli-Özürlü- Sakat Gülsen TUNCER Ötekileştirilenlerden misiniz? Yoksa Ötekileştirilemeyenlerden misiniz? Türkiye’de LGBT olmak; Sayfa 14’te Simto Alev: “Kelimelere Takılmıyorum, İsteyen Bidon Desin” Sayfa 5’te Sayfa 4’te Kadir Has Üniversitesi Rektörü Mustafa Aydın: “Vakıf Üniversiteleri, Türkiye’de Eğitim Sistemine Rekabet Getirmiştir” Gazetecilerin Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri üzerinden yazdıkları iletilere, kurumlarından uyarı geldi. Medya kuruluşlarının ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bu hareketi üzerine Mersin Üniversitesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Eylem Çamuroğlu Çığ ile konuştuk. “Kuş” Kimin İçin Ötüyor? HaberTürk Ankara Muhabiri Süreçler Dönemi 13’te 6’da Celal Camur Sayfa 6’da Sayfa 12’de Orta Sayfa’da Yeni Trend Dijital Kitapçılar Türkiye’de Bir İlk! Ali Öz’ün “Ayıp Şehir: Tarlabaşı” Fotoğraf Sergisi Muhabirlikte İstanbul-Ankara Rekabeti. Hangisi Daha Zor? TR 06 TR 34 Doğukan Gezer’in Haberi; Sayfa 6’da 10’da 13’te Mete Çubukçu @metecubukcu Gazeteci/Journalist. Kişisel görūşleridir/ twitting only his ideas Eda Utku @UtkulardanEda Radikal Blog editörü de olsam zaman zaman terbiyesizlik ediyorum burda. Haliyle benden Radikal mesul değil. Ahmet Yeşiltepe @ahmetyesiltepe Söylediklerimden sorumluyum, anladıklarınızdan değil...

Acaba Gazetesi Sayı 3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Acaba Gazetesi Sayı 3

Savaş Muhabirliği

Notları

Star TV Muhabiri

Murat Uslu

“Vakıf Üniversiteleri, Türkiye’de Eğitim Sistemine Rekabet Getirmiştir”

NİSAN 2013 Sayı: 3

Zaman Zaman

IrazYÖNTEM

Engelli-Özürlü-Sakat

GülsenTUNCER

Ötekileştirilenlerden misiniz?

Yoksa Ötekileştirilemeyenlerden

misiniz?

Türkiye’de LGBT olmak; Sayfa 14’te

Simto Alev: “Kelimelere Takılmıyorum, İsteyen Bidon Desin”

Sayfa 5’te

Sayfa 4’te

Kadir Has Üniversitesi Rektörü Mustafa Aydın:“Vakıf Üniversiteleri, Türkiye’de Eğitim Sistemine Rekabet Getirmiştir”

Gazetecilerin Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri üzerinden yazdıkları iletilere, kurumlarından uyarı geldi. Medya kuruluşlarının ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bu hareketi üzerine Mersin Üniversitesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Eylem Çamuroğlu Çığ ile konuştuk.

“Kuş” Kimin İçin Ötüyor?

HaberTürk Ankara Muhabiri

SüreçlerDönemi

13’te

6’da

Celal Camur

Sayfa 6’da Sayfa 12’deOrta Sayfa’da

Yeni TrendDijital Kitapçılar

Türkiye’de Bir İlk!Ali Öz’ün “Ayıp Şehir:

Tarlabaşı” Fotoğraf Sergisi

Muhabirlikteİstanbul-Ankara Rekabeti.

Hangisi Daha Zor?

TR 06TR 34

Doğukan Gezer’in Haberi; Sayfa 6’da

10’da

13’te

Mete Çubukçu @metecubukcu

Gazeteci/Journalist. Kişisel görūşleridir/ twitting only his ideas

Eda Utku @UtkulardanEda

Radikal Blog editörü de olsam zaman zaman terbiyesizlik ediyorum burda. Haliyle benden

Radikal mesul değil.

Ahmet Yeşiltepe@ahmetyesiltepe

Söylediklerimden sorumluyum, anladıklarınızdan değil...

Page 2: Acaba Gazetesi Sayı 3

NİSAN 2013

Doğukan Gezer- Ahşap tekne üretimine yönelik olarak Mersin Valiliği tarafından başlatılan “Ekmeğini Denizden Kazan Projesi”ne Mersin Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, eğitim teknesi yapımı ile dahil oldu. Projenin kabul edilmesiyle hazırlıklara başlayan lise öğretmeni Halil İbrahim Yüksel, ilk iş olarak okulun boş arazisine bir atölye yaptırdı.

Milli Eğitim Bakanlığı’na Gemi Yapım Bölümü açılması için yapılan başvurunun kabul edilmesiyle öğrenci kayıtlarına başlandı. Bölümün açılmasının ardından 20 öğrencinin kayıt yaptırdığını söyleyen Yüksel, “Biz de bu kadar yoğun bir ilgi beklemiyorduk. Ama gönüllü olarak gelen bu 20 öğrenci, çok önemli bir projeyle eğitimlerine başladı” dedi.

Öğrenciler, Hafta Sonları Başka Yerlerde Çalışıyor

Atölyede çalışan öğrencilerin el becerileri de dikkat çekiyor. Bu becerinin nedenini ise Yüksel şöyle açıklıyor; “Bu bölümü tercih eden öğrencilerin çoğu ekonomik açıdan zor durumda olduğu için aynı zamanda başka yerlerde de çalışıyorlar. Bir öğrencimiz marangoz atölyesinde çalışıyor, bir diğeri hafta sonları fayans döşeme işlerine gidiyor. Sürekli iş ortamında oldukları için de burada zorluk çekmiyorlar.”

321 kilometre sahile sahip olan Mersin’de tekne yapımı için sadece 3 atölye bulunmasından dolayı bu bölümün açıldığını belirten Yüksel, “Türkiye, tekne üretimi açısından dünya üçüncüsü. Ama Mersin, ülke genelinde çok alt sıralarda yer alıyor. Biz de il genelinde sektörü geliştirmek ve ara

eleman yetiştirmek için bu bölümü açtık. Burada öğrenciler yapım uygulamalarının yanı sıra proje okuma ve yazmayı da öğreniyorlar” ifadesini kullandı.

Tekne Yapımı Öğrencileri Yapacak, Denizci Öğrenciler Kullanacak

Yaklaşık 3 ay sonra tamamlanması beklenen eğitim teknesi, Mersin Denizcilik Meslek Lisesi’ne gönderilecek. Denizcilik çalışmalarını simülatör üzerinden yapan öğrenciler, bu tekne ile ilk kez su üzerinde çalışmış olacak.

Liseli Öğrencilerden El Yapımı TekneMersin Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi öğrencileri tarafından el yapımı bir eğitim teknesi yapılıyor. Yapımına 2012 yılında başlanan teknenin, Mayıs ayında suya indirilmesi hedefleniyor.

Acaba Gazetesi’ni kurarak, Türkiye’nin en genç genel yayın yönetmeni unvanına sahip olan Doğukan Gezer ile yapılan röportaj, geçtiğimiz günlerde okuyuculara sunuldu. Gezer’in Acaba Gazetesi’nin işleyişi hakkında verdiği çeşitli bilgilerden dikkat edilen haber konularına, gazeteye gelen eleştirilerden köşe

yazarlarına kadar çok sayıda konuyu yorumladığı röportaj, “ihaber.istanbul.edu.tr” adresinde yerini aldı.

Türkiye’nin En Genç GazetesiyizGenel Yayın Yönetmenliği’ni Doğukan Gezer’in, Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nü ise Ece Mehmetoğlu’nun yürüttüğü Acaba Gazetesi, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nün yönettiği İstanbul Haber Ajansı resmi sitesinde yer aldı.

Mersin İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre; denetimlerin devamlı olarak yapılacağı ve uyarıları dikkate almayan işyerlerinin mühürleneceği bildirildi.

“Sağlık Kasaplarına” Ceza Yağdı!

Mersin’de hizmet veren Kasaplar Çarşısı’nda satışa sunulan

etlerin tehlike saçtığı ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler

gösterebileceği konusunda yaptığımız haber üzerine harekete

geçen Mersin İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü yetkilileri, uygunsuz şartlar altında satış yapan

esnaflara para cezası uyguladı.

Acaba Gazetesi Ekim sayısında “Sağlık Kasabı!” manşetiyle, konuyu okuyucularımıza sunmuştuk.

Page 3: Acaba Gazetesi Sayı 3

3NİSAN 2013

Sürekli turistlerle dolan çarşı bugünlerde bomboş

Komşu ülke Suriye’de yaşanan iç karışıklıktan nasibini alan Hatay esnafı, sıkıntılı günler geçiyor. Kentin ekonomisinin çöktüğünü ve çok zor durumda kaldığını belirten Hatay esnafı, Suriye’deki iç karışıklığın bir an önce sonlanmasını istiyor.

Suriye’den gelen turistlerin yoğun ilgi gösterdiği “Ayakkabıcılar Çarşısı”nda bir ayakkabı mağazası işleten Yusuf Cevrioğlu, “Bu savaş kimi zengin eder bilmiyoruz ama bizi büyük sıkıntıya düşürdü. Kentimizin ekonomisi çökmüş durumda. Satışlarımızda da azalma var. Önceden çarşıda her taraf Suriyeli turistlerle dolardı. Şimdi ise mültecilerden geçilmiyor. Şehrimize doluşan mülteciler huzursuzluğu da beraberlerinde getirdiler. Hırsızlık, kenti talan etmiş durumda. Halk mülteci korkusundan artık çarşıya da çıkamıyor. Kendi kentimizin yabancısı olduk. Kendi kentimizin çarşısına çıkıp alışveriş yapmaya korkar olduk. Eski günlerimizi arıyoruz. Önceden turistlerle dolan çarşımız, şimdi neredeyse bomboş. Bu karışıklıklar, bu savaşlar bize hiçbir şey

kazandırmadığı gibi maddi manevi büyük zararlara da neden oluyor. Bir an önce bu karışıklığın bitmesini ve kentin eski huzuruna kavuşmasını dört gözle bekliyoruz” dedi.

“Ticaret tamamen bitmiş durumda”

Kentteki bütün esnaflar durumdan oldukça muzdarip. Kent çarşısının oldukça sakin olması gözlerden kaçmıyor. Kentin en kalabalık çarşısı olan “Uzun Çarşı”da yıllardır esnaflık yaptığını ve ömrünün bu çarşıda geçtiğini belirten Ali Genç, “Uzun yıllardır bu çarşıda esnaflık yapıyorum. Daha önce bu çarşıyı hiç

bu kadar sessiz görmedim. Eskiden oturup çayımı yudumlamaya bile fırsatım olmazdı. Fakat şu an çay ocağı hesabıma çalışıyor. Esnaf mağdur. Ticaret tamamen bitmiş durumda. Suriyeli vatandaşlar artık gelmiyor. Her yer mülteci kaynıyor. Gelen mülteciler de alışveriş yapmıyor. Yapmadıkları gibi alışveriş yapacak insanları da çeşitli şekilde rahatsız ediyorlar. Yani yerli müşteriler de, bu iç savaştan kaçıp kente sığınan mültecilerden rahatsız olmakta, kendilerini güvende hissetmemekte. Çünkü buraya gelen mültecilerle ilgili olumsuz şeyler duyuluyor. Önceden huzurun

adresi olan kentimiz, şimdi huzursuzluğun adresi. Bu savaşın bitmesi ve mültecilerin yurduna dönmesi, hem kentimizin huzuru hem de esnafın kalkınması için çok önemli” ifadelerini kullandı.“Vizesiz geçişe sevinmiştik”

Suriye ile vizelerin

kaldırmasıyla beraber Suriyeli turistlerin kente doluştuğunu ve ticaretin tavan yaptığını belirten Antakya Ticaret Borsası Başkanı (ATB) Mehmet Ali Kuseyri, “Cilvegözü ve Yayladağı sınır kapıları ile Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı durumundaki Hatay’da, komşu ülkede yaşanan olayların etkileri gayet net görülmektedir. Vizesiz geçiş uygulamasıyla Suriye ile Türkiye arasındaki ticari ilişkiler tavan yaptı. Esnaf olsun, kent halkı olsun bu durumdan oldukça memnundu. Hatta hafta sonu tatilini bile yerli halk Suriye’de, oradakiler de bizim kentimizde geçiriyordu. Ancak, Suriye’de başlayan iç karışıklıklar nedeniyle bu güzel tablo yerini olumsuzluğa bıraktı. Artık Hatay’da bile Suriyelileri göremez hale geldik” diyerek Suriye’deki iç savaşın Hatay’da da etkilerini gösterdiğini belirtti. Kuseyri, “Suriyelilerin kentimize gelmemesi, esnafı olumsuz yönde etkiledi. Çarşılar boşaldı, sınır kapılarında da eski hareketlilik yok. Bir an önce Suriye’deki olayların bitmesini, iki ülke arasında eskiden olduğu gibi ekonomik ve sosyal yönden güzel gelişmelerin yaşanmasını umut ediyorum” diyerek sözlerini noktaladı.

Huzurun Temsili Hatay’da Sancılı GünlerYüzyıllar boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış; barışın, huzurun, kardeşliğin simgesi; ezanın, çanın ortak bir nağme oluşturduğu medeniyetlerin başkenti: “Hatay” Yıllarca barış içinde yaşamış bu kent, bugünlerde sancılı bir süreçten geçiyor. Hemen yanı başında bulunan komşu ülke Suriye’de yaşanan iç karışıklık kent ekonomisini, dolayısıyla da esnafı oldukça mağdur ediyor.Soner Avcı-

Damla Şener-

Röportaja Leyla ile Mecnun’la başlayalım tabi. L&M seti ve çekim süreci nasıl geçiyor? Absürtlük sette de var mı?

Sizin televizyonda diziyi izlerken güldüğünüz kadar biz de sette çekim yaparken gülüyoruz. Ama bir yandan da iş devam etmeli, bölüm yetişmeli; bunun farkındayız. Çok keyifli bir işin içindeyiz. Bu yüzden hepimiz sette çok mutluyuz.

Diziyle tanışma sürecinizi ve rolü ilk okuduğunuzdaki tepkinizi anlatır mısınız?

Ben bir arkadaşımın yönlendirmesi ile Leyla ile Mecnun setine gittim. Hatta ilk gittiğimde sadece 1 bölümlük çekim yapılacak diye biliyordum. Ama sağ olsun Burak Aksak, absürt doktor rolünü yazmaya devam etti ve bu rol sürekli oldu. Leyla ile Mecnun benim espri anlayışıma çok yakın. Bu yüzden senaryoyu okuyunca hiç yadırgamadım. Hemen ezber yapmam gerekli diye düşündüm. Ben diziye 7. bölümde girdim. Oyunculardan farklı oynamamak için onların oyunculuk üsluplarını

görmem lazımdı. İlk iş olarak dizinin benden önce yayınlanan 6 bölümü izledim. Daha sonra da her şey düzene oturdu zaten. Şu anda da severek oynuyorum.

Absürt dizide absürt doktor; çevreden nasıl yorumlar alıyorsunuz?

Çevremdeki yorumlar çok güzel. Hep iyi yorumlar alıyorum. Zaten izleyenimiz çok fazla. İnsanlar Leyla ile Mecnun’u seviyor. Ben de bu işin içindeyim. Dolayısıyla hem Leyla ile Mecnun’a hem de benim rolüme gelen güzel yorumlar beni çok mutlu ediyor.

Canlandırdığınız doktor rolü hakkında, dizinin ön plandaki karakterlerinden bir farkı olmadığı ve herhangi bir sahnesinin mutlaka akılda kaldığı yönünde yorumlar yapılıyor. Bu etkinin oluşmasını neye bağlıyorsunuz?

Bu tür yorumlar beni çok mutlu ediyor. Yaptığım işin birileri tarafından beğenilmesi ve başrol olmasa da; başrolmüş

gibi algılanması benim için gurur verici bir durum. Bu tarz yorumlar beni daha da şevklendiriyor. Rolümün hakkını verebildiysem ne mutlu bana.

Tiyatro ve dizi alanında aynı anda sahne alıyorsunuz. Aradaki farklar ne?

Temelde ikisi de oyunculuk ama tabi ki teknik farklar var. Tiyatro, canlı bir olgu. Hatta bana göre oyunculuğun er meydanı olarak nitelendirilebilir. Tiyatroda seyirciyle anlık bir etkileşim yakalama şansın var. Televizyonda ise bu mümkün değil. Fakat televizyon da çok zahmetli ve emek isteyen bir sektör. İkisinin de tadı farklı. İkisinin de benim için ayrı bir yeri var.

Absürt Diziye Absürt DoktorLeyla ile Mecnun, Türkiye’nin ilk absürt komedi dizisi olma özelliğini taşıyor. Bu absürt dizideki absürt karakterler de izleyiciler tarafından büyük ilgi görüyor. Biz de onlardan biri olan “doktor” karakterine hayat veren Onursal Yıldırım ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Alt Komşumuz CamiMersin’de hizmet veren “apartman camiler” görenleri hayrete düşürüyor. Sokak aralarında yer alan bazı apartmanların giriş katları, cami olarak kullanılıyor. Apartman sakinleri duruma alışmış fakat İslami usullere göre bu yapılarda yapılan ibadetin mekruh olduğu vurgulanıyor.

Doğukan Gezer- Mersin’in farklı mahallelerinde yaklaşık 10 apartmanın giriş katı, ibadethane olarak kullanılıyor. Kayıtlarda “cami” olarak geçen bu yapılar, mahallelide soru işaretleri yaratıyor. Apartman sakinleri, binaya taşındıklarında çok şaşırdıklarını belirterek, “Buraya geldiğimizde çok farklı duygular yaşadık. Çünkü alt komşumuzun cami olması hem bizi hem de misafirlerimizi kuşkuya düşürüyordu. Namaz vakitlerinde evde sessiz olmaya dikkat ediyorduk ama bu ilginç duruma artık alıştık” diyor.

Bölge esnafı ise duruma tepkili. Caminin üst katlarında öğrencilerin konakladığını belirten komşu esnaflar, bu durumun tamamen yanlış olduğunu ve yetkililerin harekete geçmelerini istediklerini ifade ediyor.

Diyanet İşleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, bu tür yapılar mekruh olarak nitelendiriliyor. Bölgede camilerin yetersiz sayıda olduğu yıllarda oluşturulan bu yapıların, gerekli düzenlemelerin tamamlanmasının ardından kapanması bekleniyor.

Page 4: Acaba Gazetesi Sayı 3

4 NİSAN 2013

Doğukan Gezer- Ülkemizde eğitim alanında son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler, eğitime önemli bir ivme kazandırdı. Bilinen devlet üniversitelerinin yanı sıra çok sayıda yeni üniversite hizmet vermeye başladı. Bu üniversitelerin çoğu ise vakıflara ait. Ülkemizde pek de eski olmayan bu yapılar hakkında tüm merak edilenleri Prof. Dr. Aydın’a sorduk.

İlk olarak eğitim kurumlarında sürdürülen yöneticilik üzerine bir soru sormak istiyorum; Türkiye›de üniversite yönetiminin zorlukları nedir?

Üniversitelerin faaliyet alanlarını “eğitim-öğretim”, “araştırma” ve “topluma hizmet” başlıkları altında nitelendirebiliriz. Bu çerçevede üniversiteler, geleceği şekillendirecek bireyler yetiştirmelerinin yanı sıra, bilimsel ve akademik üretimin yapıldığı ve tüm bu çalışmaların toplumla bütünleşmiş bir şekilde yürütülmesinin gerekli olduğu yapılardır. Bu eğitim, üretim ve topluma hizmet ayaklarından birinin eksik kalması, üniversitenin işlevini iyi bir şekilde yerine getirememesini beraberinde getirir. Dolayısıyla üniversite yönetmenin en ciddi zorluğunun, bir taraftan üniversitenin üzerinde durduğu üçlü temel, diğer taraftan farklılaşan hizmet alanları arasında hassas bir

denge sağlamak olduğu söylenebilir. Türkiye söz konusu olduğunda ise, yükseköğretim sektöründeki hızlı büyüme ve sürekli değişim ile yerleşik ve herkesin kabul ettiği geleneklerin olmaması bu dengenin sağlanmasını daha da zorlaştırmaktadır. Ayrıca maddi, akademik, sistemsel, kurumsal ve kişisel yetersizlikler ve sınırlılıklar da zamana zaman üniversite yöneticilerini zorlamaktadır. Oldukça merak edilen ve net olmayan bir konu; vakıf ve devlet üniversiteleri arasındaki temel farklar nelerdir?

Halihazırda Türkiye’de faaliyet gösteren devlet ve vakıf üniversiteleri arasındaki en temel fark kuşkusuz devlet üniversitelerinin ücretsiz, vakıf üniversitelerin ise verilen hizmet karşılığında belirli bir ücret talep ediyor olmasıdır. Ayrıca, coğrafi olarak tüm Türkiye’ye yayılan devlet üniversitelerinin yükseköğretimi yaygın ve ulaşılabilir şekilde gençlere taşımak gibi “devlet” olmaktan kaynaklanan ayrı bir görevi de vardır. Vakıf üniversiteleri yapılanırken genellikle şehir, fakülte, bölüm seçimlerinde tercihlerini talep ve gerçekleştirilebilirlik zemininde oluştururlar. Bu nedenle devlet üniversiteleri gibi her şehirde olma

ya da her alanda eğitim verme eğilimleri yoktur. Bu nedenle vakıf üniversitelerinde uzmanlaşma örneklerine Türkiye’de daha sık rastlanmaktadır. Vakıf üniversitelerinin Türkiye’deki yükseköğretim sistemine önemli katkılarının başında sisteme rekabeti getirerek, akademik kalitenin artmasına katkı sağlamış olmaları gelmektedir. Sisteme akademik performans, endeksli yayın, rekabet, kalite garantisi, uluslararası tanınma, akreditasyon gibi kavramlar son yıllarda vakıf üniversiteleri sayesinde girmiştir. Bu sayede ortaya çıkan akademik rekabet ortamı, özellikle üst seviyedeki devlet üniversitelerini de kendilerini yenilemeye, uluslararası gelişmeleri takip etmeye zorlamaktadır.

Peki, her vakıf üniversitesi aynı kaliteyi verebiliyor mu?

Kurumların kalitesi, gelişimleri, eğitime yaptıkları yatırım, öğretim üyelerinin kalitesi ve alt yapısının gücüyle belirlenir. Nasıl ki herhangi bir alanda, konuda, hizmette veya üründe tüm üreticiler veya hizmet sağlayanlar aynı kalitede değilse, eğitim alanında da farklı kalitede hizmet sağlayan üniversiteler mevcuttur. Burada önemli olan nokta; üniversitelere ilişkin kalite kontrol mekanizmalarının kurulması ve iyi şekilde işletilmesidir.

Bu sağlanabilirse, kalitesi belirli bir düzeyin altına düşmeyecek üniversiteler arasındaki farklılıklar, piyasa şartlarında öğrenciler, onların velileri ve bu öğrencileri istihdam edecek kurumların tercihleriyle belirlenecektir.

Dershanelerin kapatılması gündemde yer alan konulardan biri. Sizce bu yönde çıkacak olan uygulama doğru mu? Dershanelerin kapatılması, vakıf üniversitelerinin geleceğini nasıl etkiler?

Dershaneler bir yönleriyle eğitim kurumları olmakla beraber, bir taraftan da iş dünyasında hizmet veren kuruluşlardır. Bu nedenle iş dünyasının her alanında olduğu gibi günün şartlarına göre hayatlarını idame ettirecek esnekliğe sahip yapılardır ve çözümlerini kendileri üreteceklerdir. Genç nüfusu yoğun bir ülke olarak Türkiye’nin temel önceliklerinden birisi, yükseköğretimde okullaşma oranını gerek vakıf gerek devlet üniversiteleri yoluyla artırmaktır. Burada önemli olan, istekli gençlerin yükseköğretime ulaşabilirliklerini sağlamaktır. Bu çerçevede üniversite sayısı yeterli düzeye ulaştıkça ve her isteyen üniversiteye gidebilir hale geldikçe, dershanelerin de işlevlerinin bir kısmı ortadan kalkacaktır.

Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın:

“Vakıf Üniversiteleri, Türkiye’de Eğitim Sistemine Rekabet Getirmiştir”“Vakıf üniversiteleri ile devlet üniversiteleri arasındaki farklar neler?”, “Her üniversite aynı kaliteyi verebiliyor mu?”, “Dershanelerin kapatılması, vakıf üniversitelerini nasıl etkiler?”. Son yıllarda ülkemizde yaygınlaşan vakıf üniversitelerine ilişkin bu gibi farklı sorular cevap arıyor. Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın ile bu konulara dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Prof Dr. Aydın, vakıf üniversitelerinin getirdiği en büyük yeniliğin, eğitim sistemindeki rekabet olduğunu dile getirdi.

Page 5: Acaba Gazetesi Sayı 3

5NİSAN 2013

Gencay Olcan- Profesyonel anlamda sosyal medya kullanıcısı olan Simto Alev, Türkiye’nin engellere yönelik bir politikaya sahip olmadığını ve bununla birlikte yaptırım getirecek yasaların olduğunu ama yaptırım için gerekli olan sürenin sürekli uzatıldığını vurguladı.

Öncelikle sizi tanımak isteriz. Biraz kendinizden bahseder misiniz?

Ekim 1984 doğumluyum ve İstanbul’da yaşıyorum. C.O.R.E Interaktif Kolektivite adlı dijital ajansta ara yüz geliştiricisi olarak çalışıyorum. Aynı zamanda simtoalev.com adresinde dört yıldır sürdürdüğüm bir bloğum var. Beraberinde eski bir sosyal medya kullanıcısıyım. Buradan kazandığım deneyimle yarı profesyonel olarak dijital pazarlama ile ilgileniyorum. Daha kişisel yaşantım elbette hemen herkes gibi okumak, dinlemek, izlemek, gezmek vb. eylemlerle geçiyor.

Sanal Cafe nedir? Sanal Cafe’de ne tür etkinlikler düzenliyorsunuz?

Sanal Cafe, 1999 yılında kurulmuş, her anında yirmi kadar kişinin gönüllü emeği olan, yeni tabiriyle bir sosyal ağ sitesidir. 2003 yılında geçirdiği revizyon dönemiyle sosyal ağ kavramını monitörlerin dışına çıkarmaya, bazılarına göre gerçek hale getirmeye başladı. Örneğin her ay düzenli olarak üyelerimizle sinemaya gittik. Beraberinde bowling ya da halı saha turnuvaları düzenledik, partiler organize ettik. Açıkçası seksen kişi bowling oynamak, bir sinema salonunu Sanal Cafe üyeleriyle doldurmak gurur verici bir şey. Ancak tüm ekibin yoğunlaşan işleri nedeniyle son 1-2 yılda hiçbir etkinlik düzenleyemedik.

Ülkemizde ötekileştirilmeye çalışılan engellilik konusunda konuşalım biraz. “Engelli mi yoksa özürlü mü?” tartışmaları günümüzde son buldu gibi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

“Ötekileştirme” son yıllarda daha çok kullandığımız bir sözcük oldu. Bu sadece engellilere ait bir kavram değil. Artık bizden olmayan

herkese öteki diyerek kendimizi bile ötekileştirir hale geldik. Haliyle engelliler de fiziksel ya da zihinsel farklarıyla öteki olmayı hak eden(!) bir konuma geliyor. “Özürlü mü, engelli mi?” Sorusuna bakarsak ben hiç umursamıyorum. Bir isim takmak ötekileştirmek değildir. Durumu tanımlamak için illa ki bir sözcüğe ihtiyacımız var. Ben sadece fonetik olarak beğendiğim için engelli diyorum. Ötekileştirme, bu sıfatı taşıyan kişiler hakkında önyargı ile farklı düşünmeye ve bu kişilere farklı davranma ile başlıyor. Eğer sorunlar çözülüyorsa, eğer ötekileştirme kalkıyorsa isterseniz bana “bidon” da diyebilirsiniz.

Türkiye’nin engellilere yönelik politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin bir engelli politikası yok. Dolayısıyla bir değerlendirme yapamıyorum. Elbette engelliler için yapılan birtakım çalışmalar var ancak her belediye sınırlı alanda birbirinden bağımsız çalışmalar yapıyor. Özel kurumlar keyfe keder. Yaptırım getirecek bir yasa var ama yaptırım için gereken süre sürekli erteleniyor. Denetim yok. Bu yüzden bir politika da yok.

Radikal’de Taksim’e çıkış hikâyenizi okuduk. İstanbul’un daha birçok noktasında bu sıkıntıları yaşıyorsunuzdur sanırım?

İstanbul’un neredeyse tamamında bu sorunu yaşıyorum elbette. Hatta şöyle bir gezeyim desem, neredeyse gidebileceğim hiçbir yer yok. Elbette özel araç, taksi, en az birinin refakati vb. özel şartları yok sayıyorum. “Şimdi çıkayım, bineyim bir otobüse, falanca semtte bir kahve içeyim” desem, o semte giden engelli erişimli otobüs var mı belli değil. Varsa şoför kaldırıma benim için uygun şekilde yanaşacak mı belli değil. Kaldırıma yanaşmazsa o otobüse binmek için 2 kişinin yardımı gerekebiliyor. İnişte de bu durum tekrar ediyor. Haydi, indim, o semtte kaldırımlar nasıl? Kaldırımlar da güzel diyelim. Peki, hiç basamak görmeyeceğim kaç kafe var? vs.vs. gidiyor. Taksim hem çok merkezi ve hemen herkesin eriştiği bir yer olduğu hem de meydan projesiyle

gündemde üst sıralarda olduğundan dikkat çekmek için Taksim’i özellikle kullandım. Öte yandan hakikaten Taksim’i bana kilitlediler ve ne olacağı hala belli değil. Eğer bugün bir plan yapılmamışsa, inşaat bitip Taksim herkese açıldığında ben hala erişemiyor olacağım.

Hiç sıkıldığınız ve pes etme noktasına geldiğiniz oldu mu?

Taksim’in kapatılmasıyla başlayan süreçte çok sıkıldım mesela. Tek bir tweet attım, 500 RT aldı. Bu hemen Radikal muhabiri Elif İnce’nin tepkisiyle gazete haberine dönüştü. Hemen ertesi günü de bir radyo yayınına katıldım. Tepkiler büyüyor. Çok fazla ses getirdim ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi Beyaz Masa hep aynı cevabı veriyor. Ardından imza kampanyası başladı. İki aya yakın zamanda 2700 imza toplandı. Yine çok ses getirdi ama devlet tarafından gelen bir tepki yok. Belediyeye gittik, imzaları resmi bir dilekçe olarak sundum. Orada çok ilgilendiler. Yine bütün basına haber oldu ama hala bir gelişme yok. Bu süreçte bazı engelliler, dernekler vb. kitleler bana ulaştı. Kimi arkadaş olmak için, kimi destek istemek için. Ancak ben her şeye rağmen engelli kişi veya ilgili sivil toplum kuruluşlarının hiçbirinden destek göremedim. Üstelik engelli olarak tek başıma uğraştığım bu süreç, beni “engelli” olarak daha çok ön plana itip sosyal kimliğimi geri plana itti. Diğer bir deyişle yukarıda söz ettiğimiz “ötekileştirme”yi körükledi. “Ara verme” noktasına geldim ama pes etmedim.

Geçen ay çok aşık olduğum için doğal olarak bu ay terk edildim.

Tabi “Biz ne ayrılıklar görmüş adamız” diyip üzülmemeye çalıştım ama adam beni öyle böyle terk etmedi. Sanki ananız 9 ay karnında taşıdıktan sonra cami avlusuna bırakır da “Neden bıraktı?” diye kendinizi yersiniz ya öyle bir şey. Şimdi gelelim paşamızın ayrılma bahanesine. Adama karşı dünyanın en anlayışlı, en rahat, en cool kızı oldum. Ama adam yanımdayken gerçek aşkın prensi Romeo, yanımdan gidince askerlik arkadaşım İrfan oluyor. Aramıyor, sormuyor, merak etmiyor, kıskanmıyor.

Benim gibi bir kız kıskanılmaz mı? Neyse. Ben bunları ona güzel bir dilde uyarma maksadıyla söyledim. Meğer adam “Ayşe gak dese de ayrılsam” diye bekliyormuş. Aradı beni yok efendim bu 3 senelik ilişki yaşamış, üzülmüş, mahvolmuş, düşüncesiz olmuş, beni üzüyormuş, mutsuz olurmuşum ben bıdı bıdı bir konuştu; lan dedim ne oluyor, ne kustun öyle. 3 sene ilişki yaşamış da sanki bana yaşamış. Millet karısından boşanıyor bu ne isyan bu yaşta.

Yani kısacası adam değişemezmiş. “Tamam değişme ben seni böyle de kabul ederim” demeyi bekleyen saf ben, 2. darbeyi yedim. Adam bana, “İnanıyorum bir gün ben de beni anlayan birini bulacağım” dedi. Da da da dam! Lan dur bir bismillah bir ayrılsaydık. Neyse ben de ne diyeyim; “İNŞALLAH CNM YHA :)” dedim. Ne diyeyim; “Canım sen kıskanılmamayı, merak edilmemeyi, ilgi görmemeyi, unutulmayı, sözünün dinlenmemesini falan anlayışla karşılayacak kız istedin ama bu bildiğin şişme bebek” mi deseydim?

Keşke deseydim de neyse olmadı bir çay koyar mutluluklar dileriz. Esen kalın.

Askerlik Arkadaşım İrfan

Simto Alev:

“Kelimelere Takılmıyorum Bana ‘Bidon’ da Diyebilirsiniz”Yaşamımızın içinde çok sayıda zihinsel, işitme ve bedensel engelli insan bulunuyor. Bu duruma karşı insanlarımızın çoğunun bilinçsiz bir şekilde hareket etmesi sorunların çıkmasına neden oluyor. Fiziksel engeli bulunan Simto Alev ile mesleğini ve ülkemizde ötekileştirilmeye çalışılan engellilik konusunu konuştuk. Bu konu üzerine düşüncelerini dile getiren Alev, “Eğer sorunlar çözülüyorsa, eğer ötekileştirme kalkıyorsa isterseniz bana ‘bidon’ da diyebilirsiniz” ifadesini kullandı.

NİSAN 2013 Sayı:3

Page 6: Acaba Gazetesi Sayı 3

6 NİSAN 2013

Artık “zaman”la olan ilişkimizin değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Yelkovanla akrep sürekli bir kovalamaca halinde ve bu süreçte belki de yapmak istediğimiz bir sürü şey için vakit bulamadığımızdan şikayet ediyoruz.

Mesela eskiden hiçbir şey yapmadığımızda zaman bir türlü geçmek bilmezdi. Oysa şimdi onu biraz olsun yavaşlatabilmek için neler vermeyiz...

Cep telefonlarından önce hafta sonu buluşmaları ne kadar kıymetli olurdu. Günler öncesinden verilen sözler, tam zamanında tutulurdu. Şimdilerdeyse sürekli kurduğumuz cümle “5 dakikaya oradayım” oldu. Sürekli ötelenen 5 dakikalarla kim bilir kaç saat kaçırıyoruz hayattan.

Bilgiye çabucak ulaşabilmemiz için internet her zaman, her yerde bizimle ama bir yandan da samanlıkta iğne arar gibiyiz. Çünkü bir şeyin peşindeyken gittiğimiz yollar yüzünden başlangıç noktamızı unutabiliyoruz.

Bazen durup düşünmeli; hem nereye gittiğimizi, hem de nereden ve neden geldiğimizi. Hayat o zaman daha anlamlı olmaz mı?

IrazYÖNTEM

Doğukan Gezer-

Gazetecilerin, Twitter açıklamalarında yer alan “Burada yazdıklarım kurumumu değil beni bağlar” gibi yazıların sayısı son dönemde bir hayli artmış durumda. Bunun temel sebebi ise; bağlı oldukları kurumlardan gelen uyarılar.

‘Kurumun İtibarını Düşürecek Paylaşımlardan Kaçınılmalıdır’

Doğan Medya Grubu’nun hazırlamış olduğu “Yazılı Basın Yayın İlkeleri”nde yer alan maddelerin bir kısmı, çalışanların sosyal medyada yaptığı paylaşımlarla ilgili. “Gazete ve dergi

çalışanları, sosyal medyada da mesleki ve kurumsal kimliklerini unutmamalı, kurumun itibarını zedeleyecek ve saygınlıklarına gölge düşürecek davranışlardan kaçınmalıdır” gibi cümlelerin yer aldığı kitapçıkta, gazetecilerin etik ilkelere uyum göstermeleri gerektiği vurgulanıyor.

Doğuş Medya Grubu’nun geçtiğimiz aylarda yaptığı uyarı da sosyal medya ile ilgili. Kurum içi yazışma sistemi ile gönderilen mesajda, çalışanların sosyal medyada yaptıkları paylaşımlara dikkat etmeleri hatırlatılıyor.

Mersin Üniversitesi Gazetecilik Bölümü Öğr. Gör. Dr. Eylem Çamuroğlu Çığ, bu tür etik kodlar oluşturularak gazetecilerin ifade özgürlüğünün kısıtlandığına dikkati çekti. Özgür yapılar üzerine oturması gereken gazetecilik mesleğinin bu tür yaptırımlar ile baskı altına alındığına tepki gösteren Çığ, “Yapılan uyarılar sadece haber paylaşımı konusunda olmalı. Yayınlanacak haberlerin yayın tarihinden önce paylaşılması kurum açısından haklı olarak sakıncalı bulunabilir. Ama bu uyarılar ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bir duruma dönüşmemeli” dedi.

Zaman Zaman

Gazetecilerin, Twitter gibi sosyal medya hesapları üzerinden yaptığı paylaşımlar, bağlı oldukları kurumlar tarafından denetim altında tutulmaya çalışılıyor. Son olarak Doğan ve Doğuş Medya Grupları yaptıkları açıklamalar ile çalışanlarının paylaşımlarında kurum

kimliklerini unutmamaları gerektiğini belirtti.

Yapılan birçok anket ve değerlendirme sonucunda ülkemizde kitap okuma oranın düşük olduğu sıkça vurgulanıyor. Bu konu hakkında yapılan son araştırmada ise 2012 yılı itibariyle ülkemizdeki kitap okuma oranının %4,5 olduğu açıklandı. İnsanların, az kitap okumalarının sebepleri arasında en başta kitap fiyatlarının pahalı olması yer alıyor. İnternet siteleri ise kitapları piyasa fiyatlarının yarısına satarak, insanlara bu konuda büyük kolaylık sağlıyor. Üstelik kitapçılarda bulamayacağınız kitapları internette bulmak mümkün. Kitapçılar, yer sıkıntısından dolayı sınırlı sayıda kitabı dükkanlarında bulundurabilirken, internet siteleri böyle bir sıkıntı yaşamıyor ve veritabanlarında çok sayıda kitap bulundurabiliyorlar.

Tabi internetten kitap satışıyla ilgili yaşanan birtakım sıkıntılar da olmuyor

değil. Çoğu internet sitesi kredi kartıyla satış işlemini gerçekleştiriyor. İnternetten ucuz kitap almak isteyenler, kredi kartı bilgilerini paylaşmak istemediklerinden dolayı alışverişten vazgeçiyor. İnternet sitelerinde kredi

kartıyla ilgili çeşitli güvenlik önlemleri olmasına rağmen alışveriş yapmaya cesaret edemeyenlerin sayısı çok fazla. Bazı internet siteleri ise bu duruma çözüm olarak “kapıda ödeme” sistemiyle müşterilerine kolaylık

sağlıyor. Satın aldıkları kitabın ücretini, kitabı teslim aldıkları kargo şirketine ödeyen müşteriler, bu sistemi daha güvenli buluyor ve sadece “kapıda ödeme” olanağının olduğu sitelerden alışveriş yapıyor.

Peki, internette kitap satışları ne durumda, en çok hangi tür kitaplar sipariş ediliyor, kitap satın alanların cinsiyet ve yaş dağılımı nedir? Gelin bu soruların cevaplarına birlikte göz atalım.

Ortalama düzeyde kitap satışı yapan bir internet sitesi, ayda bin kitap siparişi alıyor. En çok sipariş edilen kitap türleri ise edebiyat ve siyaset. Bu türleri, kişisel gelişim ve çocuk kitapları takip ediyor. İnternet üzerinden kitap satın alanların yaş ortalaması yirmi altı. Cinsiyet dağılımında ise erkekler, kadınların bir adım önünde bulunuyor.

Kitaplar, Kitapçılarda Pahalı. Peki ya İnternette?Ece Mehmetoğlu-

Ülkemizde kitap okuma oranının düşük olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Kitap fiyatlarının pahalı olması ise bu durumun nedenleri arasında gösteriliyor. İnternette ise neredeyse piyasa fiyatının yarısına kitap

bulmak mümkün. Peki, internet ortamında kitap satışları ne durumda?

Page 7: Acaba Gazetesi Sayı 3

7NİSAN 2013

Ece Mehmetoğlu-

Özel olarak toplumsal olaylara ve öğrenci olaylarına ilgi duyuyorsunuz. Bunun temel sebebi nedir?

Biz 78 kuşağının insanlarıyız.Dolayısıyla benim bakış açım o bilinçle, o sınıf ve insan temeliyle oluştu. Kamusal yarar ve insanlık adına bir iş yapmak için bu gazeteciliği seçtim. Daha sonra fotoğrafla tanıştım ve onun yalansız dolansız, direkt anlatım dilini benimsedim. Ben ülkemin hikayesini fotoğraflamaya odaklandım. Bunun içinde öğrenci olayları da var, 1 Mayıs olayları da var, siyasal İslam da var, işçi memur olayları da var. Gazeteler benim bu tür olaylara gitmemi istemezlerdi. Nahcivan’da savaş olduğu sırada oraya gitmek istedim fakat o dönem çalıştığım gazete beni göndermek istemedi. Ben de gidip fotoğrafları çektim ve döndüğümde istifa ettim. Benim basın hayatım hep böyle geçti. Bu bir tercih meselesi.

Türkiye’nin önde gelen foto muhabirlerindensiniz. Peki, yılların verdiği deneyim ve bilgiyle sizin de yetiştirdiğiniz kişiler var mı? Bu konuda bir şeyler yapmayı planlıyor musunuz?

Farklı okullarda ders veriyorum, birçok insanla görüşlerimi paylaşıyorum. Ben biraz örgütsüz bir insanım. Bu yüzden benim gibi olmak inatçı bir tavır istiyor, birçok şeyi göze almayı gerektiriyor. Ben bu meslek adına en az 10 kez ölümden döndüm. Benim için “Arkandan gelen bir Ali Öz daha yok” diyorlar ama keşke 100 tane Ali Öz olsa da bu ülkenin taşını toprağını fotoğraflasa. Biz fotoğrafçılar bugünü yarına taşıyan insanlarız. Ama basının bugün geldiği durumda, insanların foto muhabiri olarak karınlarını doyurması zor.

Belgesel fotoğrafçılıkla da uğraşıyorsunuz. Foto muhabirliğiyle karşılaştırdığınızda ortaya nasıl ayrımlar çıkıyor? Siz hangisinden daha fazla tat alıyorsunuz?

Ben bir foto muhabiriyim. Ama benim bakış açıma göre bir foto muhabiri aynı zamanda bir belgesel fotoğrafçısıdır. Hayatı belgeliyoruz sonuçta. Aslında arada çok ince bir nüans farkı var. Ben ikisinin de belgesel olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ikisinden de aynı derece tat alıyorum.

Sıkça tartışılan bir konudur; vicdan mı yoksa iş mi? Örneğin; fotoğrafçı Kevin Cartner’ın Afrika’da çektiği açlıktan kemikleri sayılan bir çocuğun başında bekleyen akbaba fotoğrafı dünya gündemine oturmuştu. Fotoğrafçı o fotoğrafı çekip gitmişti. Ve olaydan 3 ay sonra vicdanına karşı koyamayıp intihar etmişti. Aynı görüntüyle karşı karşıya kalsaydınız siz ne yapardınız?

Ben vicdanlı bir foto muhabiri olmaya çalıştım ama bunun sınırlarını çok

doğru koymak lazım. Foto muhabiri

olarak yapmamız gereken çok önemli işler var. Kamuoyunun gözü kulağı olmalıyız. Biz çekmezsek her şey gizli kalır. Diyelim ki köprüde bir adam intihar edecek ve yanında bir tek ben varım. O zaman fotoğraf çekmem ve o adamı kurtarmaya çalışırım. Ama orada halk, polis veya gazeteciler varsa ben orada fotoğraf çekerim. Çünkü zaten benim dışımda o adamı kurtarmaya çalışan insanlar var. Dolayısıyla orada benim görevim olayı fotoğraflamak. Ama bunu yaparken de o adamı tehlikeye atmam. Mesela geceyse adamı ani hareketlere sevk etmemek için flaş patlatmamam gerekir.

Ülkemizde “fotoğrafçılık mesleği” denince akla ilk olarak vesikalık, pasaport ya da düğün fotoğrafı çeken dükkanların başındaki insanlar geliyor. Bunların dışında çekilen fotoğraflar “hobi” olarak adlandırılıyor. Bu algının kırılması için ne gerekiyor?

Aslında bu algı günümüzde kırıldı sayılır. Eskiden eğitimsiz insanları foto muhabiri yaparlardı. Bu yüzden de foto muhabirleri kendilerini savunamazdı. Ama şimdi yeni dönemde fotoğrafla ilgili okullar çoğaldıkça ve eğitimli fotoğrafçılar gelişmeye başladıkça teknik ve kültürel anlamda fotoğrafçılar güçlendiler. Bizim yaptığımız iş aslında çok önemli. Çünkü fotoğraf başlı başına bir haber. Ben insanların düşünüp sorgulamasını istiyorum. Bizim gibi okuma yazma oranı düşük olan ülkelerde göstererek anlatmak çok önemlidir. Biz de foto muhabirleri olarak bunu sağlıyoruz.

Sizce gelişen teknoloji foto muhabirliğini nasıl etkiledi?

Artık eski masum dönem bitti ve kirli bir döneme girdik. Fotoğraflar manipüle edilmeye başlandı. Çok hızlı bir gelişme var ve açıkçası bu beni korkutuyor. Ama her şeye rağmen mücadele etmek zorundayız.

“Keşke 100 tane Ali Öz olsa da bu ülkenin taşını toprağını fotoğraflasa”Bazı isimler vardır; kişisel tarihleri ve içinde yaşadıkları toplumların tarihleri iç içe geçer. Bu isimlerin mesleklerine bakarsanız genelde foto muhabiri olduklarını görürsünüz. Tarihe not düşen foto muhabirlerinden biri olan Ali Öz, 30 yıllık meslek hayatında Türkiye’yi şekillendiren pek çok önemli olayı fotoğraflayan kişi

oldu. Biz de ünlü foto muhabiri Öz ile mesleğe dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Foto Muhabiri Ali Öz:

İstanbul’un tam orta yerinde bir semt yok ediliyor! Semtin dokusunu oluşturan sokaklar, sokaklara rengini veren binalar, konutlar, işyerleri ve orada yaşayan kadınlar, erkekler, çocuklar, gençler; bin bir çeşit hayat imha/iptal ediliyor. Tarlabaşı “soylulaştırma”ya kurban gidiyor! Ayıp Şehir, bu imha sürecini tüm canlılığı, hiç de “estetik” olmayan yakıcı gerçekliği önümüze getiriyor. Yılların fotoğrafçısı Ali Öz, tam bir buçuk yıl boyunca Tarlabaşı’nı mesken tuttu. Kentin ve semtin yaşadığı “imha/iptal” sürecini kare kare kaydetti. Sokak sokak, adım adım... Azerisinden Pakistanlısına ve Afrikalısına, Bingöl depreminden İstanbul’a savrulanlardan midye dolmacılara... Kahvehanelerden birahanelere, barlardan pavyonlara “kentsel dönüşüm” adı altında bir anda “buharlaşıveren” Tarlabaşı’nın suretini çıkardı köşe bucak. Öz, gece-gündüz, yaz-kış tam bir buçuk yıl boyunca izlediği, yazgılarına tanıklık ettiği, yaşamlarına eşlik ettiği Tarlabaşı ve sakinlerinden tam 30 bin kareyi objektifiyle kaydetti. Bunlardan küçük bir seçkiyi sosyal medyada yayınlamasıyla, Tarlabaşı gerçeği kitleselleşti.

Orta Sayfada Yer Alan “Ayıp Şehir: Tarlabaşı” Fotoğraf Sergisine Bekleriz

Foto

ğraf

: Sel

in G

ülse

ven

Page 8: Acaba Gazetesi Sayı 3

8 NİSAN 2013

Ayıp Şehir: Tarlabaşı Fotoğraf Sergisi Ali Öz*Türkiye’de Bir İlk! Gazetemizin orta sayfasını fotoğraf sergisi olarak okuyucularımıza sunmaktan gurur duyarız.

Page 9: Acaba Gazetesi Sayı 3

9NİSAN 2013

Ayıp Şehir: Tarlabaşı Fotoğraf Sergisi Ali Öz*Türkiye’de Bir İlk! Gazetemizin orta sayfasını fotoğraf sergisi olarak okuyucularımıza sunmaktan gurur duyarız.

Page 10: Acaba Gazetesi Sayı 3

10 NİSAN 2013

Bu kelimeler, bedensel yahut zihinsel melekesini tam ve sağlıklı olarak kullanamayanlar için sözlüğümüze girmiştir. İşlev olarak kullanımda aynıdırlar ama özürlü, sakat kelimelerine kötücül, aşağılayıcı anlam yüklenmiştir. Hep olagelen bu seçkin anlayış, insanların sağlıklı, güzel, dinç, genç, varlıklı, başarılı olmaları üzerine kurulur. Sakat, özürlü olanlar “toplumun çirkin, eksik parçalarıdır. Gözden ırak tutulmaları, daha da iyisi yok edilmeleri çok yerinde olur!” Bu anlayış, daha çocukluktan sinsice beyinlere işlenir. Sakatların acınılacak bireyler olduğu, onların topluma yük olduğu, sakatların biraz dengesiz ve akılca da eksik oldukları zihinlere ince ince, türlü yollarla kazınır. Yetişkin olduğunda da birey, bu önyargılara nasıl kapıldığını bilmeden saplanır kalır.

Sakattan eş, arkadaş, komşu külfetli ve risklidir. Çünkü onlar nasıl söylemeli biraz tuhaftırlar. Bu anlayışın kökü çok çok eskilere dayanır. Örneğin İskitler’de sakat çocuklar öldürülürdü. Ortaçağda onların uğursuz, tekinsiz, kötülük kumkuması oldukları düşüncesi egemendi. Ama yakın tarih Nazi Almanya’sı olaya daha “bilimsel” yaklaştı. Onları toplama kamplarına topladı ve bedenleri

üstünde türlü işkence yöntemli deneyler geliştirdi ve sonra imha etti. Böylece bilimsel çalışmalarla insanlığa hizmet edilmiş oldu. İmha edilmeleriyle de toplum dezenfekte edilmişti; temizlenmişti. Onlar sakattı, topluma yüktüler, yaşama külfet ve moralsizlik veriyorlardı; yok edilmeliydiler.

Engellilerin örgütlerinde, dernek adı olarak “özürlüler, sakatlar” kelimelerini kullanmak ne mene bir akıldır. Anlaşılır gibi değil. Peki, ey sağlıklı insan, bir gün sonra bile değil bir saniye sonra, bir damar tıkanıklığı, bir kaza, bir doğal afet sonrası seninde engelli olabileceğin hiç mi aklına gelmiyor? Dünya neden yalnızca sağlıklı, başarılı, genç, güzel, varlıklı insanların olmalı? Bu dayatılan, ilelebet egemen kılınmaya çalışılan dünya düzeninin çarpık değer yargısıdır. Yapacağımız ilk iş sakat-özürlü kelimelerini sözlüklerden çıkarıp çöp kutusuna atmak olmalıdır.

Tarihte altın imzalardan birkaç örnek;

Toulouse Lautrec-Frida Kahlo, resim sanatının kral ve kraliçelerinden. Stefan Hawking, fizik biliminin yıldızı. Louis Braille, görmezlerin alfabesinin mucidi. Franklin D. Roosevelt, devlet adamı. Rosa Luxemburg, politik teorisyen ve kadın hakları savunucusu. Âşık Veysel Şatıroğlu, ozan. Bu adları biliyoruz. Peki, Aksaray Hasandağı ilköğretim okulunda 8. sınıfa giden 15 yaşındaki Hasan Tunç, doğuştan iki kolu olmamasına rağmen ayaklarıyla not tutup öğrenim görüyor. Sonra iki ayağı olmayan dağcılar, yüzücüler… Onlar o kadar çoklar ki. Ama ne yazılı ne de görsel basın onları pek yer vermeye değer bulmuyor. Ayrıca engellilere küçümseyerek bakarken aklımıza hiç gelmiyor dünyamızın engelsiz ama başarısız insanlarla dolu olduğu. Unutmayalım dünya suç tarihinde

istatistiklere bir bakacak olursak şampiyonluk engelsizlerde. Ayrıca sokakta karısını, sevgilisini yatırıp koyun keser gibi kesen erkekler hep engelsiz.

Şampiyonluk dedim de aklıma engelli olimpiyatları geldi. Onca kötülüğün her gün keşfedilip, icat edildiği dünyamızda ender görülen, muhteşem organizasyonlardan biri. Televizyonda izlediğimiz engelli basketbol, voleybol, futbol turnuvaları. Bu tür çalışmalara destek veren, isterse yalnızca gönlüyle, kalbiyle destek veren herkes baş tacıdır. Ve bilinsin ki insanlık; ortak bilincin yükselmesine katkıda bulunmaktadır. Engelli olmak nedir diye kafa yormak, engelliler için ne yapabilirim diye düşünüp ve bulduğu yolları yaşama geçirmek, yaşamda engelsizler kadar engellilerin de eşit hakları olduğu ve onların asla 2. sınıf vatandaş olmadıklarına yürekten inanmak… Aksini ısrarla düşünen, savunanlar varsa çöpe attığımız sakat-özürlü kelimelerini, çöpten çıkarıp bütün cömertliğimizle onlara armağan edebiliriz.

Sidar Eren-

Önce yapıp sonra düşünen ve kendini sabırsız biri olarak tanımlayan yazar Mehtap Şafak, okur ile ilişkilerini, onlarla nasıl bir etkileşim içinde olduğunu ve bir anda yazar olunamayacağını; yazar olabilmek için uzun süre çalışmak gerektirdiğini dile getirdi.

Öncelikle röportajımıza sizi tanıyarak başlayalım. Mehtap Şafak kimdir? Yazarlık hayatına nasıl başlamıştır?Önce yapıp sonra düşünen sabırsızın biriyim. Konuşmasını, duymasını, dinlemesini, gezip görmeyi seven ritmik bir kişiliğim var. Klasik yaşamın tütsüsünde, modern hayatın içinde yaşamayı tercih eden renkli yaşam stilimle suratsız gibi görünsem de sonrasında suratımı göstermeyi bilen sosyal biriyimdir. Yaşamın renklerini görebilen biri olarak bu renkleri dışa vurmam gerektiğini düşünürdüm çocukluğumdan bu yana. Bunu da kitlelerin gönüllerine dokunarak yapabilirdim ancak. Bu sebeple beni rahatlatan, mutlu eden bir eylemle yazarlık hayatına ‘merhabalar’ dedim.

“Öpücük Kıvamında” adlı kitabınızla bu yılki TÜYAP Kitap Fuarı’nda büyük beğeni topladınız. Bu size neler hissettirdi?Açıkçası ilk imza günümün öncesinde kaygılıydım. Sonuçta ilk ve tek kitabımla, kitapseverlerle buluşacaktım. Onlarca güçlü ve tanınmış yazarlarla masanın aynı tarafında olacağım için zor bir sınav olacaktı benim için. Aslında ben çok güçlü bir insan değilimdir. Eğer ilk imza günümde imza verememiş olsaydım, küsebilirdim edebiyata. İmza alanına gittiğimde kaygılarımın ne denli yersiz olduğunu anladım. Kitabımın adı, birçok

kitleye ilginç geldi. Ardından kitabımın içeriğine de onay veren okurlarımla göz göze geldim. Okuma bayramında yakasına kırmızı kurdele takılmış öğrenciler gibi şen oldum. Hayvan sevgisinden de bahsettiğim kitabımda, okurlarımdan birinin, adını ‘Öpücük’ koyduğu kırmızı bir balığı hediye etmesi beni çok mutlu etti. Bu samimi ve güçlü ilgi yumağının karşısında, ne denli önemli ve hassas bir yükün altına girdiğimi anlamış oldum.

“Öpücük Kıvamında” adlı kitabınızın içeriğinden bahseder misiniz?İlişkilerin ve sevgilerin çeşitli hallerini öpücüklerle hikayelendirdim. ‘Öpücük Kıvamında’ adını ilk okuyanların yüzlerinde haylaz bir gülümseme beliriyor ve bu haylazlığı izlemek hoşuma gidiyor. Yediden yetmişe herkesin kendinden bir parça bulduğu bir hikaye aslında. Babasından ayrı büyümüş bir kız çocuğunun babaya olan öfkesi karşısında, ondan kaçmaya çalışırken geri dönüp sımsıkı sarılmak istemesinin hikayesi. Ayrıca yasak aşkın değil, yanlış zamanlarda yaşanan aşkların anlatıldığı bir kitap.

Hayranlıkla okuyup izlediğiniz güçlü kalemlerle artık aynı kulvardasınız. Bunu nasıl başardınız?Aslında böyle söylemek için daha çok erken. Kendimi edebiyatçı olarak görmüyorum. Yazmayı seven, meraklı ve yaramaz biriyim. Sevgili üstadımız Turgut Özakman ‘Hoş geldin aramıza’ dediği zaman çok garipsemiştim. Birkaç üstat daha kitabımın içeriğinin, üslubunun ve akışının her yazarın harcı olmadığını kalın kafama sokmaya çalıştı. Sevgili Ayşe Kulin’den de aynı cümleleri işitince ‘Evet doğru yoldayım’ dedim nihayetinde.

Bir yazar olarak okur ile sürekli etkileşim içindesiniz. Okurların beklentilerini nasıl karşılıyorsunuz?Okurlarla etkileşimimi kaldırırsam kaynağımı kurutmuş olurum. Sonuçta yazılanlar tamamen yazarın hissettikleri, yaşadıkları, tecrübeleri değil. Gözlemleyerek, dinleyerek, görerek, duyarak, empati kurarak yazılarımı zenginleştirebilirim. Birçok okurum özelini benimle paylaşmak istiyor. ‘Beni anlayacağınızı biliyorum’ diyerek sözlerine başlıyorlar. Sonuçta herkesin en az bir sırrı, zaafı, hüznü, yenilgisi veya özlemi var. Duygularını paylaşmaları beni onurlandırıyor aslında. Ama şunu unutmamak gerek ki; ben bir psikolog değilim.

Sizce kadın ve erkek yazarlar arasında farklılık var mı?Bence kadın yazarlar daha ince işliyor duygu selini. Erkek yazarlar daha analitik düşünüyor. Ayrıca şöyle bir şanssızlığımız var; biz kadın yazarların kaleminin ucu çok sivri olamıyor. Yazdıklarımızı yazarın hayatı olarak algılayabiliyor bazı okurlar. Eş dost ne diyecek kaygısını taşıyabiliyoruz. Mesela bir fahişenin düşüncelerini, hayatını yazamayabiliyoruz. İnsanlar “Nereden biliyor böyle düşündüğünü? Demek ki o da…” diyebiliyor. Benim kitabımda yazılanları benim hayatımmış gibi düşünen birçok insanla karşılaştım. “Ah yavrum sen neler yaşamışsın da haberimiz yokmuş” diyen akrabalarımla konuştum; dedikodulara maruz kaldım. Aslında bu da beni mutlu ediyor. ‘Demek ki sağlam yazıp iyi yansıtmışım okurlara’ dedirtiyor bana.

Sizce Türk Edebiyatı ne hak ettiği yerde mi?Günümüz Türk Edebiyatı yelpazesinin

gittikçe genişlediğini düşünüyorum. Popüler kültürün rüzgarına edebiyatımız da kapıldı bence. Sanatta, müzikte ve modada da olduğu gibi edebiyatı da bir çırpıda tüketiyoruz. Gelişmiş ülkelerde bir kitabı, müzik CD’sini yıllarca raflarda görebilirken; bizde hemen yeri yenisine devrediliyor. Almanya’da bir yıl içerisinde çıkarılan kitap sayısı ile ülkemizde çıkarılan kitap sayısı arasında uçurumlar var. Bizdeki kadar kitap basılmadığı halde okur oranı bizden çok fazla.

Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, ABD’de 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, ülkemizde sadece binde bir kişi kitap okuyor. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?Tabii ki bu üzücü bir oran. İnsanlarımızın öncelikleri arasında edebiyat alt sıralarda maalesef. Kitap okuyarak zihinlerini harekete geçirmektense, televizyon dizilerini izlemek daha çekici geliyor insanlara.

Engelli-ÖzürlüSakat

“Yazmayı seven, meraklı ve yaramaz biriyim”Yazar Mehtap Şafak:

Bir zamanlar hayranlıkla okuyup izlediği güçlü kalemlerin adımlarını takip eden ve onlarla aynı kulvarda olmayı başaran yazar Mehtap Şafak ile yazarlık, Türkiye’deki okuma oranı ve Türk Edebiyatı’nın bugünkü durumu üzerine konuştuk.

Page 11: Acaba Gazetesi Sayı 3

11NİSAN 2013

Murat Özçelik-Arap yarımadasının Güneydoğu kıyısında, gizli bir cennet Umman. Nefis plajları, korunmuş mimarisi, kültürü ve doğası ile çok keyifli bir coğrafya. Toplam nüfusu 2.8 milyon olan ülkenin, 900 bin kadarı göçmen. Monarşi ile yönetilen ülkede devlet başkanlığını 1970’ten bu yana Qaboos Bin Said yapmakta. Gelirinin %25’ini petrolden elde eden Umman’da, diğer Arap yarımadası ülkelerine nazaran göze çarpan en büyük fark, daha kontrollü, tarih ve kültür miraslarını koruyarak büyümesi. Bu da ziyaretçiler için çok çekici kılıyor coğrafyayı.

THY’nin direkt uçuşları ile Muscat’a ulaşım çok kolay. Otel fiyatları, yiyecek, içecek fiyatları makul denebilir. 70 Euro ile 150 Euro arasında değişmekte çift kişilik oda fiyatları. Oteller genel olarak temiz ve konforlu. Sonbahar ve kış ayları en ideal zamanlar Muscat’ı ziyaret için.

Muscat şehir merkezine yakın en popüler plaj Qurum plajı. Özellikle gün batımı manzarası müthiş Qurum’da. Plaj ve su temiz, su sıcaklığı da makul ( sonbahar/kış aylarında). Qurum plajında yapılacak uzun yürüyüş sırasında farklı insan profillerini ve kültürlerini spor yaparken, yürüyüş yaparken, piknik yaparken gözlemleme imkanı var. Muscat, güler yüzlü, misafirperver ve dost halkı ile de etkiliyor ziyaretçisini.

Muscat şehir merkezindeki en görkemli yapılardan birisi Sultan Qaboos Grand Camii. Gerçekten büyük bir yapı. Lakin o kadar güzel uyum sağlamış ki Muscat’a, oraya ait olduğunu kabul ediyorsunuz. Sanki hep oradaymış gibi tüm görkemi ile selamlıyor sizi; ki Mayıs 2001’de bitmiş inşası.

Qantab Plajı görülmesi gereken yerlerden. Yol boyu gözlemlenecek farklı volkanik oluşumlar ve plajın doğal güzelliği çok etkileyici. Gün batımına yakın gitmek çok daha keyifli olur.

Ayrıca Royal Opera House ve Sultan Qaboos Sarayı da görülmesi gereken yerler.Bu güzel ülke ziyaret edilmesi gereken ve çok sevilecek bir coğrafya.

Page 12: Acaba Gazetesi Sayı 3

12 NİSAN 2013

Doğukan Gezer- Kayıt cihazımızı İstanbul’da NTV’den Yağız Şenkal’a, Radikal Gazetesi’nden Ayça Örer’e ve Star TV Haber Merkezi’nden Sena Kiper’e yönelterek bu kalabalık kentte muhabirlik yapmanın zorluklarını dinledik. Bürokrasinin her alanda etkin olduğu Ankara’da ise Haber Türk’ten Celal Çamur ve CNN Türk’ten Murat Pazarbaşı ile iletişimin soğuk olduğu bir kentte muhabirlik yapmanın inceliklerine ilişkin konuştuk.

İstanbul Muhabirliği, Türkiye Muhabirliği Demek

NTV’den Yağız Şenkal, İstanbul muhabirlerinin siyasi, toplumsal, kültürel ve ekonomik olmak üzere çok sayıda konuya hakim olması ve bu alanlarda haber servis etmesi gerektiğini belirterek, ülke genelinde yaşanan büyük olaylara, İstanbul’da görev yapan muhabirlerin gönderildiğini dile getiriyor. Şenkal, “Örnek verecek olursam; İstanbul’da yaşamama rağmen, ayın ortalama dörtte birinde şehir dışında bulunuyorum ”diyor.

Star TV Haber Merkezi’nden Sena Kiper, nüfusu Hollanda kadar olan İstanbul’da muhabirlerin en büyük düşmanın “trafik” olduğunu belirterek, haber yetiştirmenin de zor olduğu bu ortamda, muhabirlerin çok olmasının rekabeti arttırdığını söylüyor. Stres yoğunluklu bir haber yapım süreci olduğuna dikkati çeken Kiper, “İstanbul’da muhabirlik yapmak gerçekten de büyük şans. Ama hem fiziksel hem de ruhen yoruluyoruz. Bu zorlu döngü içerisinde ‘Haber kaynağına ilk kim ulaşacak?’, ‘Kaynağı kim, nasıl ikna edecek?’ gibi sorulara da çözüm arıyoruz. Örnek verecek olursak, muhabirin elinde akşama yetiştirmesi gereken 2 haber varsa ve birinin çekimi Avrupa Yakası’nda, diğerinin Anadolu Yakası’nda ise o zaman zorlu bir sınav veriyoruz” ifadelerini kullanıyor.

Ankara’da yapılan haberlerin ağırlıklı olarak siyasi konularda olması, İstanbul muhabirlerine renksiz ve sıkıcı geliyor. İstanbul muhabirleri, her gün farklı haber konularıyla ilgileniyor. Star TV Haber Merkezi’nden Kiper’in değimiyle; her sabah bir bilinmeze

uyanılıyor. İki ilde de çalışmış olan Radikal Gazetesi’nden Ayça Örer, “Ankara’daki muhabirler, İstanbul’dakilerin rahat çalışma saatlerine sahip olmasından şikâyet eder. Ki bu doğrudur. Bizim devlet daireleriyle aynı anda başlayan bir tempomuz yoktur ama unutulmaması gereken unsur; mesaimiz asla 6’da bitmez. İstanbul ise Ankara’yı çok memur bulur. Oradan çıkan haberlerde İstanbul’daki gibi bir renklilik olmaz” şeklinde konuşuyor.

Ankara’da Alınan Karar Ülke Genelini İlgilendiriyor

Ankara’da muhabirlik yapanların büyük bir kısmı, başkente görev aldıklarından dolayı siyasi haberler yapıyor. Meclisten servis edilen bu haberler, ülke gündemini ilgilendirdikleri için büyük önem taşıyor. Haber Türk’ten Celal Çamur ise kulislerden yapılan haberler hakkında şu ifadeleri kullanıyor; “Milletvekilleri Genel Kurul çalışmaları sırasında kendilerine ayrılan kulislerde misafirleri ile görüşür. İktidar ve muhalefet kulisi basın mensupları için önemli bir haber noktasıdır. Bu

noktalardan çok sayıda sıcak bilgiyi elde etmek mümkündür.”

Bu ciddi ortamda haber yapım süreci de oldukça dikkat edilmesi gereken bir konu. CNN Türk’ten Murat Pazarbaşı, “Yazacağınız bir kelime ya da yayında, ağzınızdan çıkacak bir ifade sizi veya bağlı bulunduğunuz kurumu, hatta ülkenizi olumlu ya da olumsuz direkt etkileyebilir” diyerek bu süreçte ince eleyip sık dokuduğunu belirtiyor.

Gazetecilik mesleğinde unutulmaysa yüz tutan uzmanlık, İstanbul’un aksine Ankara’da devam ediyor. Başbakanlık, diplomasi, eğitim ve sağlık gibi alanlarda uzmanlaşmanın mümkün olduğu bu kentte mesleğini icra eden gazeteciler, daha sonralarda medya kuruluşlarında önemli yerlere gelebiliyor. Bu konuyu NTV’den Yağız Şenkal şöyle yorumluyor; “İstanbul’da medya kuruluşlarının yönetim kadrolarına baktığımızda, genellikle Ankara kökenli gazetecileri görüyoruz. Siyaset ile ilişkilerin medyanın gidişatını daha da belirlediği bu dönemde, Ankara’nın öneminin artması kaçınılmaz.”

34’dan Takım Elbiseli’den Spor Ayakkabılı

MUHABİRLER

06

Ankara- İstanbul polisi arasında tatlı bir rekabet olmuştur uzun yıllardır. Bu iki büyük kentte görev alan farklı meslek grupları arasında da sık sık rekabet ve farklılık yaşanmaktadır. Bu mesleklerden biri de muhabirlik. Haberimizde, Ankara ve İstanbul muhabirlerinden aldığımız görüşlerden yola çıkarak aynı meslek grubunun Ankara ve İstanbul kentlerine göre farklarına yer verdik.

Yağız Şenkal Ayça ÖrerSena Kiper

Cel

al Ç

amur

Murat Pazarbaşı

Page 13: Acaba Gazetesi Sayı 3

13NİSAN 2013

Türkiye, tarihinin belki de en önemli ikinci dönüm noktasında. İlki ilk sıradaki yerini ilelebet koruyacak Kurtuluş Savaşı’ydı. O dönüm noktasında yepyeni gencecik bir devletin temelleri atıldı. Tabi ki günümüze kadar geçen zamanda birçok olay yaşadı Türkiye Cumhuriyeti. Çok badireler atlattı. Ve son 30 yıldır bir türlü sonlandıramadığı terör belası ile karşı karşıya. Terörü, doğuşu, yayılışı, destekleyenleri, işine gelenleri, mücadele edenleri şeklinde birçok alt başlıkta incelemek mümkün. Ama şimdi mesele terörün sonlandırılması. Habur Süreci Hükümetin terör sorununu çözmek için attığı ilk önemli ve somut adım Başbakan’ın “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” dediği ama kamuoyunda “Habur Süreci” olarak hafızalara kazınan gelişmeydi. Temelde çözüm mantığı terörün silahla bitirilemeyeceği, diyalog sürecinin başlatılmasına yönelik kararlılıktı. Kamuoyunun ilk kez duyduğu bir olguydu bu proje. 30 yıla yakın bir süredir kan akıtan terör örgütü ile diyalog en başta çok da kabul edilebilir gelmedi. Tepkiler de bu nedenleydi zaten. Özellikle Kandil’den gelen terör örgütü mensuplarının Habur Sınır Kapısı›ndan girdikleri anda yaşanan olaylar daha doğru gövde gösterisine dönen karşılama töreni projeyi sekteye uğrattı. Sert eleştiriler nedeniyle proje rafa kalkmasa da uygulama yavaşladı. Bir sonraki sürecin adı duyulduğunda ise tamamen yürürlükten kalktı. Oslo Süreci Habur sürecinde belirlenen diyalog yönteminin bir adım daha ilerisi olarak yansıdı kamuoyuna. PKK’nın yöneticileri ile devlet yöneticileri aynı masa etrafında buluştu. Neler yapılabileceği konuşuldu. İddialara göre protokoller imzalandı. Ama o protokoller iddiadan öteye gidemedi. Görüşmeler ortaya çıktığında deyim yerindeyse kızılca kıyamet koptu. Aslında eleştiriler ve itiraz noktaları görüşmelerden ziyade iddiadan öteye gidemeyen ve imzalandığı söylenen protokollerdi. İddia sahiplerine göre o protokollerde PKK’nın özerklik talebi yerine gelecek, anadilde eğitim başlayacak ve böylece Türkiye bölünecekti. Görüşmelerin sızdırılması sonrasında belki de hali hazırda devam eden süreç noktalandı. Geri sadece iddialar kalsa da atılan adım bir sonraki süreç için temel oluşturdu. Karşılıklı güven zedelenmesi yaşansa da taraflar açısından cesaret veren bir dönem kayıtlara geçti. Ve İmralı Süreci... Terör sorununun çözümü için hemen her kesimin umut bağladığı, “Çözüm hiç bu kadar yakın olmamıştı” dediği bir süreç başladı İmralı’da. Bir dönem bozuk olduğu gerekçesiyle kosterlerin gidemediği adaya artık devlet kelimenin tam anlamıyla duble yol yaptı. Hükümet kanadından yapılan açıklamalar “Görüşmeleri biz değil devlet organları yapıyor” şeklindeydi. Aradaki fark iktidar ile muhalefet arasında polemik konusu oldu, olmaya da devam ediyor. MİT Müsteşarı ile başladı süreç, BDP milletvekili Ayla Akat ve DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün ziyaretiyle ivme kazandı. Daha önce “Çözüm için adres İmralı” diyen BDP, “Beni de sürece dahil edin” dedi. Yeni bir polemik başladı. Şimdi gözler Adalet Bakanlığı’nda. Bugünlerde adaya gidecek ikinci heyette kimlerin yer alacağını açıklayacak. Daha doğrusu kimlere adaya gitmesine izin verildiğini. Muhtemeldir ki kışın tam ortası olan Şubat ayı hayli sıcak geçecek. Ama her kışın sonunda baharı yaşamak da var. Sözün Özü Sorunun çözümü için İmralı’da yapılan görüşmelerin önemli olduğu aşikar. Abdullah Öcalan’a ev hapsi mi verilecek, ileride tahliye mi edilecek, ya da daha da ötesi Meclis’te de görecek miyiz bunların hepsi Siyaset biliminden ziyade Astroloji biliminin ilgi konusu. Ama bir gerçek var ki sorunun çözümüne katkı sağlayanları tarih ayrı bir yerde tutacak. Sadece Türkiye kamuoyunun değil dünya kamuoyunun gözü bu süreçte. Öyle sanıyorum ki Türkiye dönüm noktaları listesinin ikinci sıradaki vazgeçilmezi de şayet başarı ile sonuçlanırsa İmralı Süreci olacaktır.

Celal ÇamurHaberTürk Ankara Muhabiri

twitter.com/celalcamur

Süreçler Dönemi

Sevgili arkadaşlar merhaba.

Malum gündem yoğun. “Gazeteci yorulmaz” prensibi ile çalışmaya, haber üretmeye, takip etmeye devam ediyoruz.

Kurumum Star Ana Haber, her geçen gün haber bültenleri içerisindeki zirvedeki yerini sağlamlaştırıyor. Bir muhabir için de yaptığı haberin izlenmesi oldukça önemli. 2 yıldır komşu Suriye’deki iç savaş devam ediyor. Türkiye sınırı da bu savaştan nasibini alıyor. Bir haber muhabiri olarak orada yaşananları yakından takip etmeye çalışıyorum. Bu tür iç savaşların yaşandığı bölgelerde (Mısır, Libya, Suriye) habercilik yapmak hem çok zor hem de çok tehlikeli.

Bir haberci için iç savaş, savaştan çok daha tehlikelidir. İç savaşta taraflar aynı dili konuşur, aynı yerde yaşar. Tehlikenin nerden geleceği bilinmez. Haberci olarak bu tür bölgelerde tarafsızlığınız korumak gerekmektedir. Bu tür bölgelerde ilk yapacağınız şey; can güvenliğinizi sağlamak ve tedbir almaktır.

Eğer bölgenin diline hakim değilseniz güvenilir bir mihmandarla çalışmak ve güçlü istihbaratlar edinmelisiniz. Bu tür yerlerin şakası yoktur. Suriye iç savaşında 13 yabancı gazeteci öldürüldü. 6 gazeteci kayıp, birinden (Baser Kadumi) halen haber alınamıyor. En ufak hata kendi canınıza ya da ekip arkadaşlarınızın hayatına mal olabilir.

Sıcak haber muhabirliğinde strateji kadar ekipman da önemlidir. Suriye’ye giden bir gazetecinin ekipmanlarını sayacağım size: Kompozit çelik başlık, 4 cm kalınlığında bir çelik yelek, enerji barları, su, pusula, çoklu çakı, sırt çantası, ilk yardım kutusu, antibiyotik, ağrı kesici, uyku ilacı (bazen uyumak zor olur), uydu telefonu, ince pamuklu kumaşlardan bolca tişört ve iç çamaşırı. Sıcak haber muhabirliği fiziki güç de gerektirir. Bazen zorlu şartlarda uzun yürüyüşler, tırmanışlar, ağır ekipmanla hareket etmek durumunda kalabilirsiniz. Kondisyonunuz en az 1 saat aralıksız koşabilecek seviyede olmalı.

Savaş Muhabirliği

Notları

Murat UsluStar TV Muhabiri

Savaş bölgesinde yukarıda yazdıklarımı yaparsanız 1-0

öndesiniz demektir. Peki, sıcak çatışmanın yaşandığı bir

bölgede kameraman, muhabir neler yapmalı?

1.Çevre güvenliğini almalı.

2. “En iyi görüntü hayattayken alınır” mantığıyla çalışmalı.

3.Hedef küçültmeli.

4.Ateşin iki tarafında da olmamaya çalışmalı.

5.En önemlisi bir askere değil gazeteciye benzemeli. Bunu

çelik yeleklerinin, kasklarının üzerine beyaz renkle “pres”

yazarak sağlayabilirler.

6.Savaş bölgelerinde gazeteciler, askeri renklerden uzak

durmalıdır.

Page 14: Acaba Gazetesi Sayı 3

Çağla Akalın: “Sosyal Oldum, Kaçmadım, Savaştım ve Kazandım”

Türkiye’nin ilk transseksüel blog yazarı olan 24 yaşındaki Çağla Akalın, aynı zaman bir köşe yazarı, oyuncu ve ses sanatçısı. Aktivist biri olan ve birçok sosyal alanda görev alan Akalın, “Sosyal oldum, kaçmadım, savaştım ve kazandım” diyerek bu yolda verdiği savaştan asla vazgeçmediğini dile getirdi.

Yıldız Tar: “Bu Ülkede Biz de Varız”

Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olan Yıldız Tar, 23 yaşında. Lambdaistanbul LGBT Dayanışma Derneği ve İstanbul LGBT Dayanışma Derneği gönüllüsü. Tar, “Bu ülkede biz de varız” diyerek kimsenin LGBT bireyleri yok saymaması gerektiğini vurguladı.

Cinsel kimliğinizin ne zaman farkına vardınız? Daha sonra hayata bakış açınız nasıl değişti?

Çağla Akalın: Çok küçük yaşlarda fark ettim. 6 yaşındaydım sanırım. Tam anlamıyla 12 ya da 13 yaşlarımda emindim eşcinsel olduğumdan. Sonrası psikiyatri tedavileriyle ve toplumun baskısıyla gerçekleşti. Toplum arada kalmışlığı reddediyor. Ya kadın gibi olacaksın ya da erkek gibi. Tabi şimdi bu da yavaş yavaş değişmeye başladı. Ama 10 sene önce bu böyleydi.10 yıldır trans olarak hayatımı idame ettiriyorum, mutluyum.

Yıldız Tar: Feminizmle lise yıllarında tanıştım. Kendimi tarif etmeye çalışırken feminist yazılar önümü açtı. Kendimi inşa etmeye çalıştığım, sıklıkla bocaladığım, acı çektiğim dönemlerde; feminist kadınların deneyimleri acılarımı sağaltmaya, kendimle barışmama her şeyden önemlisi yalnız olmadığımı görmeme yardım etti. Etrafta gerçek kimliğimle dolaşabilmek beni mutlu ediyor.

Cinsel seçiminizi ailenize ve çevrenize açıkladığınızda nasıl tepkilerle karşılaştınız?

Çağla Akalın: Başta ‘Hayır, olamaz’ deseler de zamanla alıştılar. Doktorların da etkisiyle fazla zorluk yaşamadım.

Yıldız Tar: Ben aşırı maskülen dayılarla birlikte büyüdüm. Onlar beni “erkek” yapmak için çok uğraştılar. Ama baktılar ki olmuyor; vazgeçtiler ve

tüm ailem bu durumu kabullendi. Daha doğrusu kabullenmek zorunda kaldı.

LGBT birey olarak yaşadığınız zorluklar nelerdir?

Çağla Akalın: Ben az zorluk yaşadım. Eşcinsel olarak doğsam da hetero olarak yaşam biçimini kabullendim. Sosyal oldum, kaçmadım, savaştım ve kazandım. Ama zorluk çeken çok arkadaşım oldu. Öldürülen, bıçaklanan, gasp edilen, arabalardan atılan daha neler neler! Arşivler nefret cinayetleriyle dolup taşıyor.

Yıldız Tar: Transfobi ve homofobi, toplumsal yapıyı şekillendiren güçlü mekanizmalar. Ayrımcılık ve ötekileştirme mekanizmalarını çalışma hayatından eğitime her yerde görebiliyoruz. Birçok LGBT birey iş bulamıyor. İş hayatında tacize maruz kalıyor. Eğitim heteronormatif bir şekilde düzenlenmiş durumda ve heteroseksüel bireyler yetiştiren bir kurum olarak çalışıyor. LGBT öğrenciler eğitimin her kademesinde hem eğitimciler hem de diğer öğrenciler tarafından baskı, psikolojik ve fiziksel şiddet gibi araçlarla asimile edilmeye çalışılıyor. LGBT realitesinin üstü örtülüyor. Birçok LGBT birey ev bulamıyor, sokaklarda yaşamak zorunda kalıyor. Nefret cinayetleri son zamanlarda gittikçe artmaya başladı. Bütün bu baskı, imha ve asimilasyon politikaları nefret

cinayetlerini doğuruyor. Her gün yeni bir cinayet haberi ile güne başlar hale geldik.

LGBT birey olarak seks işçiliğine nasıl bakıyorsunuz?

Çağla Akalın: Bu ülkede kadınlar da erkekler de seks işçiliği yapıyor. Hatta devlet imkan bile tanıyor kadınlara. Ama sıra trans bireylere gelince ‘Yapacak bir şeyimiz yok’

mantığı ile yola çıkıyorlar. Çark böyle dönüyor zannediyorlar ama öyle değil! Mücadele veren savaşan herkes her şeyi başarır.

Yıldız Tar: Seks işçiliği de bana göre iştir ve fabrika işçiliğine nasıl bakıyorsam öyle bakıyorum. Kapitalist düzende bedenleri sömürülen seks işçilerinin emekleri de aynen fabrika işçilerinin emekleri gibi sömürülüyor. Seks işçiliğinin üniversitede makale yazmaktan, fabrikada çalışmaktan emek bağlamında bir farkı olduğunu sanmıyorum. Ancak trans bireyler söz konusu olduğunda “zorunlu seks işçiliği” kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Zira transların önünde başka bir iş imkanı yok. Keza birçok seks işçisi bireyler, genelevler gibi görece korunaklı alanlarda değil, sokaklarda polis ve müşteri şiddetine açık bir şekilde çalışmak zorunda kalıyor.

Çıkacak olan yeni anayasa taslağından haberiniz var mı? Yapılacak yeni anayasa, LGBT bireylere yeteri kadar hak getirecek mi?

Çağla Akalın: Hiçbir zaman yeterince yardımcı olmayacaklar. Tarihimizde

bile LGBT bireyler yok deniliyor. Eşcinselliğin tarih boyu akıp gittiğini görmemezlikten geliyorlar. İnsan ve kadın hakları kısıtlı bir ülkede LGBTT hakkı komik gibi şu anda. Belki yıllar sonra neden olmasın.

Yıldız Tar: Yapılan yeni düzenlemelerden haberim var. LGBT örgütleri olarak anayasa yazım sürecine müdahil olduk. Anayasanın eşitlik ve ayrımcılık maddelerine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin eklenmesi için çalıştık. Ancak katliamcı politikalarını anayasa yazım sürecinde de gösterip karşı çıkanlar yüzünden anayasaya bu maddelerin ekleneceğini sanmıyorum. Anayasal düzenlemeler birer adım olmasına rağmen, bütün toplumsal yapıyı değiştirip dönüştürmek gerek. Heteronormatif ve ataerkil toplumsal yapıyı yıkmak için mücadelede anayasa sadece bir araç, amaç değil.

Kendi şehriniz veya Türkiye dışında yabancı bir şehir veya ülkede yaşamayı düşündünüz mü? Düşündüyseniz sebebi nedir?

Çağla Akalın: Asla düşünmedim. Kendi vatanımda mutluyum. İstanbul aşığıyım ama yaşamak istediğim başka şehir neresi derseniz; İzmir derim. Sebebi; insanların kültürlü, görgülü ve saygılı olması. Tabi oraya da göç olayları devam ettiği için orası da bozulmaz ise.

Yıldız Tar: Ben zaten göçmenim. Haliyle benim şehrim diyebileceğim bir şehir yok. Ailem Dersim göçmeni. Bursa’da büyüdüm ve İstanbul’da yaşıyorum.

14 NİSAN 2013

“Ötekileştirilenler”Ülkemizde birçok zorlukla karşılan LGBT bireyler, adeta bir yaşam savaşı veriyorlar. Çevrelerinden gelen baskı ve ‘öteki’ yaftası, onların yaşamdan soyutlanmasına neden oluyor. Toplumsal yaşamın her alanında LGBT bireyler ayrımcılıkla karşılaşıyor. Biz de, Transseksüel birer birey olan Çağla Akalın ve Yıldız Tar ile LGBT bireylerin yaşadığı zorluklarla ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik.Mikail Eren & Serhat Acar-

Yıldız TAR Çağla AKALIN

Page 15: Acaba Gazetesi Sayı 3

Komşuluk varken ilginç diyaloglar oluyordu. Belki de diyalog varken komşuluk vardı. Neyse bu, yumurta tavuk çıkmazı. Bak, şöyle bir tembihle komşuya gönderiliyorsun; “Yavrum git Rahime ablana!” Bu, ‘Rahime abla’ bir bütün. Kalıp o. ‘Rahime git!’ olmaz! Geldiğin yere geri dön anlamına gelebilir ki olmaz, büyük iş! “Rahime ablana git, de ki varsa üç yumurta versin, yoksa bir!” Yumurta yokken bile bir yumurta verebilendir o Rahime abla! İlaç ne ki! “Yavrum git

Rahime ablana, ağrı kesici varsa versin.” O Rahime abla fare zehri verse şifa niyetine içecek, imanı tam komşuya. Zıkkımın pekini -ki tam olarak ne olduğunu anneler bilir- verse, bir seferde yutacak. -“Yemekte ne var?” -“Patlıcan”

-“Ben patlıcan yemem!” -“Zıkkımın pekini ye!”Dünyada sadece annelerin bildiği bazı şeyler vardır. Onlara göre çocuklarının bir anlama sorunu vardır. İlacı da şu: Anlamak için anne olmak şarttır. Bu tavsiyelerinden asla vazgeçmezler.Ne zaman tartışsan ve köşeye sıkışsa, dayandığı tez hep odur: “Anne ol ki anlayasın!” Oğlan, kız fark etmez. Hiç ayrım gayrım yapmazlar. Anne olman lazım. Evladından imkânsızı istemek böyle

bir şey. -“Elini, ayağını öpeyim ana! Bunu benden isteme! Kıyma oğluna, töreler batsın ana! Kestirip atma!”-“Babanın intikamını sen alacaksın, kanı yerde kalmayacak, vuracaksın o it soyunu!’

Yok, bu başkaydı! Sanki bilgeliğin esas şartıdur doğurmak. -Ikııın, az kaldı!-Huh, huh, huh, huh!-İşte! Tamam. Nur topu gibi kız!-Eveeet! Şimdi anladııım! Tamaaam! O sarı çantayı almamalıydııım!

Misal terlik fırlatma diye meşhur sanat, anadan kıza aktarılarak devam eder. Hatırla! Babanın arkasına saklanırsın. “Sen çekil, sen çekil!” Nişan almalar devam eder. Bir taraftan da söylenir. “Ben sana demedim mi kudurma diye!” O ‘kudurma!’ da

roket fırlar! Annelerde olur bu beceri. Öyle bir beceridir ki; sana vurduğu silahını tekrar getirtir; “Getir o terliği!” Aselsan’a önerimdir. İlk uzun menzilli füzemizi yapabilirsek, adı Ana-1 olsun. Vefa borcumuz olsun. Genç kızlarımıza vefa olsun dersen, adı ‘trip’ olsun. Düşmanı öldürmez ama moralini bozar. “Arkadaş, Türkler trip atıp duruyor, askerin morali sıfır!” Çok isabetlidir anne terliği ve acısı hemen geçer. Ama hiçbir anne terliği baba lafı kadar isabet etmez. Onun acısı geçmez. Kodu mu oturtmayan adamdan baba mı olur? Anneninki öyle değil. Annenin evladına bedduası bile geçmiyor. Bizimki, biz çocukken, sokağa oynamaya çıktığımızda uyarırdı; “Arabaların altında kalırsanız sizi öldürürüm!”

15NİSAN 2013

Spor spikeri olmaya nasıl karar verdiniz?

Basketbolu bıraktıktan sonra yine de basketbolun içinde kalmak, özellikle basketbolla alakalı bir şeyler yapmak istedim. Babam da hep basketboldan ekmeğini kazandı. Ben de profesyonel basketbol oynadığım zamanlarda bu alandan para kazandım. Babamın işi nedeniyle Fransa’ya yerleştikten sonra orada İletişim Fakültesi’ne gittim. Daha sonra İstanbul’a döndükten sonra üniversiteye devam edip Radyo ve Televizyon Programcılığını bitirdim. Daha çok kamera arkasında olmak istiyordum ama sonra ‘Neden kamera önü olmasın?’ diye düşündüm ve spiker olmaya karar verdim.

Ülkemizde spora -özellikle futbola- hakim erkek bakış açısını aralayarak kadın spor spikerliği yapmanın avantajları ya da dezavantajları neler?

Maalesef kadın olarak Türkiye’de bir şeyler yapmak zor. ‘Kadının elinin hamuruyla erkek işine karışmamalı’ anlayışı var. Zaten bugünkü tartışmalar ve polemiklerle durum ortada. Bu sadece futbolda değil; maalesef her alanda böyle. Konu spor olduğunda daha da zorlaşıyor. Kadınlar sporla, özellikle futbolla ilgilendikleri zaman, ben bazı erkeklerin biraz sert bir tabir olacak fakat ellerinden oyuncaklarının alınmış olduğu hissine kapıldıklarını düşünüyorum. Avantajlarına gelecek olursak; benim için spor bir hayat, bir yaşam tarzı. Bunu işimle birleştirmek çok güzel. Ben yaptığım işten çok keyif alıyorum. İşe hiç sıkılarak geldiğim bir günü hatırlamıyorum.

Kadın spor spikerleri arasında sizce fark yaratmak gerekir mi? Fark yaratmak için ne yapmak gerekir?

Maalesef şu an spekülasyonların çok olduğu bir konu bu. Bence

önemli olan dış görünüş olmamalı. Herkes sporcu olamaz ama işi bilmek ve çalışmak gerekir. Özellikle kadın spor spikerleri, erkeklerden daha zor durumdalar. Kadın oldukları için; bütün gözler onların üzerinde. Fakat bu işi çok iyi yapan kadın spor spikerleri de var. Bence fark yaratmak için kendine uzmanlaşabileceği bir spor dalı seçmeli. Ama diğer spor dalları ile de yakından ilgilenmeli. Bir futbol programı yaparken; futbolun kurallarını, takımlarını, oyuncularını hatta futbolun geçmişini bile bilmek gerekir. En azından toplumda ‘spordaki erkek egemen’ algısı yıkılana kadar kadın spor spikerlerinin erkeklerden daha çok şey bilmesi gerekiyor. Daha çok hazırcevap olması gerekiyor.

Spor spikerliği yapmak için nasıl bir eğitimden ya da ön çalışmadan geçmek gerekir?

Her şeyden önce güzel Türkçe konuşmak gerekiyor. Artık ana dilini düzgün konuşan insanlar yok. Daha çok ‘argo’ diye tabir edebileceğimiz bir dil geliştirildi. Bu işi yapmak isteyenler mutlaka bir diksiyon eğitimi almalı. Bunun dışında genel kültür de çok önemli bu işi yapmak için.

Özellikle son 10 yılda ekranlarda spor spikerleri olarak kadınların tercih edilmesinin nedeni sizce nedir?

Maç anlatan ya da ciddi tartışma programları yapan kadın spor spikerleri yok; sadece amatör branşlarda program yapma şansı buluyorlar. Bültenlerde kadınların tercih edilmesinin nedeni; maalesef görselliğin öne çıkarılmak istenmesi. Ama bir noktadan sonra görsellik de yetmiyor; spikerin bilgisi ve yetenekleri devre giriyor.

NTV Spor Spikeri Roksan Kunter:

“Futbol, erkeklerin oyuncağı değil”

Osmanlı hanedanın genç üyelerinden, eski profesyonel basketbolcu, Erman Kunter’in kızı, ekranların başarılı ve sevecen yüzü Roksan Kunter ile sporu ve spor spikerliğini konuştuk. Kunter, yaptığı profesyonel sporculuk geçmişi ve NTV Spor’da sunduğu başarılı bülten ve

programlarla dikkat çekiyor.Melek Gedik-

Sadece Annelerin Bildiği Şeyler

Komedyen

ÖzkanÖZGÜR

Page 16: Acaba Gazetesi Sayı 3

19 O

cak

2013

Bira

nd’a

Ved

a

Bira

nd’a

Ved

aHra

nt’a

Vef

a

Hrant

’a V

efa

Foto

ğrafl

ar- D

oğuk

an G

ezer