33
Kültürün Yerleşkesi Mimari: Bacıköy Üzerinden bir Sorgulama Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Ankara Dr. Nerkis Kural, Cem Dedekargınoğlu, Reha Oğuzhan Türel, Gökçe Altay, Burcu Tuncel Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Ankara [email protected] Anadolu tarihinde, Roma döneminden beri birçok medeniyetin izlerini taşıyan Bacıköy, 14.yy.da Taptuk Emre’nin kızı Bacı Sultan’ın yatırı ve camii ile yörede adını perçinledi. Bugün karşımızda terk edilmiş, topraktan bir yıkıntı olarak duran yerleşme, yaşamının izlerini sürdürmeye devam ediyor. Yapılan sözlü tarih ve alan çalışmasında, bu izlerin orada daha evvel yaşamış Bacıköylüler tarafından nasıl hatırlandığı saptanırken, bu saptamalardan mekan ve kültür arasındaki etkileşim ile mekan ve hikayenin birlikteliği, sürdürülebilir kentsel tasarım kıstasları çerçevesinde gözlemlendi. Çalışmada, Bacıköy özelinde, mimarlığın yaşam, bellek ve kültür ile olan ilişkisi; kullanıcıların mekansal değişimler sonucunda yeniden şekillenen toplumsal hiyerarşileri, üretim ve yaşam şekilleri; değişimin getirdiği soru ve sorunları ile topluluk olarak birbirleriyle ve kent ile sahip oldukları ilişkiler incelendi. Köyün yer olarak tarihsel bağlamının kentlileştirme kültürü üzerinden, göçlerle birlikte yaşadığı aşınmanın sonuçları belgelendi. Marc Auge’nin antropolojik yaklaşımı çerçevesinde Bacıköy’de kimlik ve aidiyet duygularının evrensel çizgisi tarihi ve mekansal kurgusu ile dayanışma, sevgi ve saygı içinde devam ettirilmeye çalışıldığı gözlemlendi. Çalışmalar, araştırmacıları sadece konu özelinde mekanların ve kullanıcıların değişimleri hakkında yargılara ulaştırmakla kalmadı; kendileri, eğitimleri ve disiplinleri hakkında sorgulamalar yapmaya itti ve belli yargılara ulaşmalarını sağladı. Anahtar Kelimeler: Kentlilik, kültürel peyzaj, yer, kimlik.

Kültürün Yerleşkesi Mimarlık

  • Upload
    metu

  • View
    0

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Kültürün Yerleşkesi Mimari: Bacıköy Üzerinden bir

Sorgulama

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Ankara

Dr. Nerkis Kural, Cem Dedekargınoğlu, Reha Oğuzhan Türel, Gökçe Altay,

Burcu Tuncel

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Ankara

[email protected]

Anadolu tarihinde, Roma döneminden beri birçok medeniyetin izlerini taşıyan

Bacıköy, 14.yy.da Taptuk Emre’nin kızı Bacı Sultan’ın yatırı ve camii ile yörede

adını perçinledi. Bugün karşımızda terk edilmiş, topraktan bir yıkıntı olarak duran

yerleşme, yaşamının izlerini sürdürmeye devam ediyor. Yapılan sözlü tarih ve alan

çalışmasında, bu izlerin orada daha evvel yaşamış Bacıköy’lüler tarafından nasıl

hatırlandığı saptanırken, bu saptamalardan mekan ve kültür arasındaki etkileşim ile

mekan ve hikayenin birlikteliği, sürdürülebilir kentsel tasarım kıstasları çerçevesinde

gözlemlendi.

Çalışmada, Bacıköy özelinde, mimarlığın yaşam, bellek ve kültür ile olan ilişkisi;

kullanıcıların mekansal değişimler sonucunda yeniden şekillenen toplumsal

hiyerarşileri, üretim ve yaşam şekilleri; değişimin getirdiği soru ve sorunları ile

topluluk olarak birbirleriyle ve kent ile sahip oldukları ilişkiler incelendi. Köyün yer

olarak tarihsel bağlamının kentlileştirme kültürü üzerinden, göçlerle birlikte yaşadığı

aşınmanın sonuçları belgelendi. Marc Auge’nin antropolojik yaklaşımı çerçevesinde

Bacıköy’de kimlik ve aidiyet duygularının evrensel çizgisi tarihi ve mekansal kurgusu

ile dayanışma, sevgi ve saygı içinde devam ettirilmeye çalışıldığı gözlemlendi.

Çalışmalar, araştırmacıları sadece konu özelinde mekanların ve kullanıcıların

değişimleri hakkında yargılara ulaştırmakla kalmadı; kendileri, eğitimleri ve

disiplinleri hakkında sorgulamalar yapmaya itti ve belli yargılara ulaşmalarını sağladı.

Anahtar Kelimeler: Kentlilik, kültürel peyzaj, yer, kimlik.

Bir yerin hikayesi

Bacıköy, tarlaların içinden kıvrıla kıvrıla giden bir yolun sonunda, tepeler silsilesi

arkasına saklanmış ve nihayet bir tepenin doruk noktasına ulaşıldığında kalabalık bir

aile fotoğrafı gibi kendini ortaya koyan, mimari betimlemelere meydan okuyan bir

yaşanmışlık ve terkedilmişlik sergiler. Onlarca pencere, bizi izleyen gözler gibi,

birşeyler anlatmaya hazırdır sanki. Bu anlık karşılaşma/yüzleşme bu yerin tüm

hikayesini dinlemeye yöneltir seyredenleri. Öyle hikayeler ki, bir kültür düşünürü

olarak Michel de Certeau’nun deyimiyle, mekansal analizler için çok zengin bir

kaynaktır; her hikaye bir gezi, bir mekansal uygulama/pratik, bir yer düzenleyicisidir

(1988:115). Her tanım, kültürel bir yaratıcılık biçimi/davranışıdır (de Certau,

1988:123). de Certeau’nun modernist plancılığı suçlarken nostalji yaşamadığını,

sadece, tarih içermeyen bir yaklaşımla insan hikayelerinin yok sayıldığını, halbuki

gündelik hayatta mimarlık ve planlama kadar bu hikayelerin de insanlar tarafından

yerleşmelerin-kentin- yaratıcı yaşam biçimleri için kullanıldığını belirttiğine işaret

eder Sheldrake (2007:61). Diğer bir Fransız düşünürü, Paul Ricoeur da hikaye

olmazsa iki tehlike ile karşı karşıya kalacağımızı aktarır : “...insan dayanışmasının

çökmesi (hikaye paylaşımı insanları kaynaştırır/ birbirine kenetler), ve statüko

değişiminin veya yenilenmesinin önemli bir itici gücü olarak ortadan kalkması”. Yine

Sheldrake, Certeau’nun da aynı şekilde “...hikayeye yer verilmesinin kentin bir

yapılar ve mekanlar birikimi değil bir sosyal topluluk olarak oluşmasında hayati

önemi olduğunu ve hikaye anlatımının bir “yerin” tarihini kucakladığını; geçmişe

saygı duyulmadığında bir kent işlevsiz ve tehlikeli olacaktır” demiştir (2007:61).

Bu çalışmanın amacı Bacıköy’ün kültürünü mekan üzerinden sorgulamak ve anlamak,

bugününe bazı sorular yöneltmek, mümkün olursa çıkarımlarda bulunmak. Tarihi,

Selçuklu dönemine uzanan Bacı kariyesinin (bölgenin ilk kazası) bir oba yerleşimi

olarak başlaması, bu güne kadar sürmesi, tutarlı ve bütüncül bir çevre oluşturması,

1980’lerden sonra göçle birlikte sosyal anlamda yavaş yavaş çözülürken, kerpiç

köyün yağmur altında erimeye de başlaması hüzünlü ve dikkat çekicidir. (Bkz. Şekil

1, 2)

Holistik bir inceleme olarak başlayan çalışmada, köyün bütüncül, doğa ile barışık bir

yapılı çevre örüntüsünün oluşturduğu mimarlık kültürünün nasıl bir süreç, nasıl bir

algı, nasıl bir sosyal dayanışma ve gelenekler içinde süregeldiğinin izlenmesi

Şekil 1. Bacıköy’ün Eski Görünümü

Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi

Şekil 2. Bacıköy’ün Yeni Görünümü

araştırmanın temelini oluşturdu. Köyün boşalmasını, sürecin sebeplerini birebir

yaşayanlarla yüzleşilerek anlanmaya çalışıldı; kendi içinde tutarlı, sürdürülebilir,

kültürel zenginliği olan bir topluluğun yer değiştirmesi ve/veya göçmesi ile giderek

doğadaki izlerinin kaybolması yaşandı. Marc Auge’nin de dediği gibi tarih bitmek bir

yana, gözümüzün önünde sürüyor ve bizi de parçası haline getiriyordu (1998: xi).

Bacıköy yerinde direniyor- ama biz onu de Certeau’nun deyimiyle yazıya döktük.

Bunu yaparken antropolojik bir çerçevenin gerekliliğini görerek sosyal antropoloji

alanındaki yabancılığımızı/çekingenliğimizi hafifletmek için, biz mimarlar grubuna

da tanıdık gelen yer / yersizlik tartışmasını sürdüren Auge’nin antropoloji alanındaki

çağdaş görüşlerinin yol göstericiliğine sığındık.

Antropoloji ve Çağdaş Birey

Bugün içinde bulunduğumuz ve birbirimizle olan ilişkilerimizi anlamak ve

yönetmekte zorlandığımız bir sosyal anlam krizinde antropolojiye olan ihtiyacımızı

sorgulamakta Marc Auge. Bu sorgulamanın öncesinde söz konusu krizin çeşitli

durumlarını ve biçimlerini anlamak için teknolojik olarak çok gelişmiş gündelik

çevremize bakmış; ve havaalanları, supermarketler, dahası, soyut mekanlar

diyebileceğimiz haber ve görüntü ekranları, kablo ağları, radyo dalgaları ve uyduları

gibi çağımız mekanlarını yersiz/yerden yoksun (nonplace) olarak tanımlamış; bunları

yer (place) karşıtı kabul etmiştir. Bu yersizliğin karakterize ettiği günümüzü

süpermodernite olarak adlandırırken kültürel antropologların insanların kimliğini,

karşılıklı ilişkilerini ve ortak geçmişlerini çözümlemek için yer’e baktıklarının da

altını çizmiştir (Auge, 1999:ix).

Dahası, Auge, günümüzde modernitenin süpermodernite-üçlü aşırılık- bağlamında

devam ettiğini belirtir; bilgide aşırılık, görüntüde aşırılık ve aşırı

“kişisellik/bireysellik” değerlerinin kimlik tanımında etkin olan ötekilik sorunsalının

antropoloji açısından nasıl ele alınacağını sorgular (1998:xiv). Auge’nin dikkati çeken

diğer bir özelliği antropoloji alanında egzotiği değil modern insanı inceleme dürtüsü,

dünyaların çağdaşlığı ve kültürün yoğurganlığı/akışkanlığı (plasticity) düşüncelerine

sahip olmasıdır.

Antropoloji tanımını Auge sosyal anlam üzerinden yapmakta ve sosyal/toplumsal

anlam birarada yaşayan insanların varoluşlarına atfettikleri anlam olarak

nitelendirmektedir (1998: 26). Ona göre sosyal anlama iki eksen üzerinden erişilir: 1.

Kimlik/aidiyet- kişinin üyesi olduğu çeşitli sınıfsal kimlikler-toplumsal veya kişisel

olarak, 2. Bağıntı veya ötekilik-kişi veya grup olarak aynılık/farklılık. Temel hedefi

birey veya toplum kimlikleri tesis etmek, çoğaltmak veya yenilemek olan adetler de,

ya kişisel/toplumsal veya aynı/farklı kategorilerinden etkilenirler. Bir anlamda sosyal

ve kişisel birbirlerinin gölgesi gibidir (Auge, 1998:29).

Auge, antropolojik çalışmalara yaklaşımda günümüzde önemli bir değişikliğin

meydana geldiğini, güncel tarih incelemesini şekillendiren inanışın değişerek,

geçmişin günümüzü açıkladığı görüşü yerine şimdiki zamanın geçmişi bir veya birkaç

şekilde okumayı mümkün kıldığını belirtmekte (1999:3). Bunun bizim için anlamı:

Bacıköy’e bugünün söylemleri çerçevesinde baktığımızda (mesela sürdürülebilir

yaşam, modern mimarlık, yerel mimari) yeni tartışmalara girebiliyor olmamız.

(Köyden göçedenlerden Nuh Pekcan, “o zaman hepimiz evlerimizi terkedip

apartmanlara koştuk, bilirmiydik böyle olacağını” demekte. “Annemin hergün

tahtalarını ovduğu, ayak bastırmadığı ahşap merdivenimizi yakacak olarak kullandık”

derken canının acıdığını hissettirmekte.)

Auge, antropolojinin incelediği mekanın insanlar tarafından kullanılan mekan

olduğu, o mekanın okunurluğunun, orada yaşayanlar tarafından, sosyal varoluşlarını

ve düzen ilkelerini (schemata) yansıtan sembollerle donatılarak arttırıldığını söyler.

Simgelenen üç ana tema - birbirine geçmiş olarak- kimlik, bağıntı ve tarihtir. Bir

topluluğun mekanını simgeleştirme şekli ise bireylerin kişiliklerini belirleyen ve

deneyimlerini oluşturan etkendir (Auge, 1999:5). Antropolojide sembollerin

incelenmesi, iki anlamda gerçekleşmekte: birincisi, ötekinin kendini nasıl

ötekileştirdiği-bunu kimlik tespiti takip eder; ikincisi ise anlam -sosyal anlam-

insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl sembolize edildiğidir. Auge, sonuçta

antropolojinin adetlerle (ritual) ilgilendiğini, bunun da çağdaşlaşan dünyamızda

politik adetlere dönüştüğü veya politik adetler anlamına geldiğini söylemektedir

(1999:57). Bacıköy özelinde bu adetler incelendiğinde köyün önemli sosyal

etkinlikleri arasında yer alan düğün, cenaze, Cuma/bayram namazları, asker uğurlama

gibi ritüellerin, göç edenlerin zihinlerinde köy ile ilgili yer etmiş önemli kavramlar

olduğu saptanmıştır. Ayrıca, Bacıköy’ü çevresindeki diğer yerleşimlerden

farklılaştıran kültürel ve sosyal bağlamının topluluğun ortak hafızasında ve çevre ile

ilişkilerinde topluluğa statü sağlayan bir yer edindiği de alan çalışmasında izlenmiştir.

Auge’ye göre (Bacıköy’ü anlamaya çalışırken), kabul etmemiz gereken bir olgu,

çağdaşlık. Antropoloji dünyasında bugün çarpışan çeşitli görüşlere Auge’nin yanıtı

şöyle: “nihayet, tüm insanlar çağdaş olduklarını söyleyebilir” ve sözkonusu çağdaşlık

antropolojik çalışmalarda yenilenmeyi getirir, araştırmalara nesnesini sağlar

(1999:38). Çağdaş antropolojide, tarafların farklı ve eşit olmayan durumlarına

rağmen, diyalog esnasında, taraflar tanıştır bu evrende; çünkü çağdaşlık dünyadaki

değişimden dolayı zorla kabul ettirilmiştir taraflara (Auge, 1999:50). Ancak burada da

bir çelişki söz konusudur, çünkü her an yeniden inşa edilen dünyaların çeşitliliği ve

anlamların çeşitliliği mümkün olmakta. Antropoloji aynı zamanda birbirine bağlantılı

bu “dünyaları” anlamaya yönelik olarak bu sık dokulu, karmaşık çağdaşlık yapısını

çözümleyecek yollarla ilgilenmelidir. Hem özgünlükler, hem göreceli evrensellikler

eski sosyo-kültürel sınrların yerine yenilerini koymaktadır (Auge, 1999:90).

Bacıköy’de tarihi yerleşmenin boşalması, köye geri dönüş düşünceleri ve köyün

geleceği üzerine fikirler çeşitlenirken bir kimlik krizinin yaşanıp yaşanmadığı

sorgulanmış, Auge’nin açıklamasına göre kimlik saptamasında kullanılagelen

ötekiden ayrı olma biçimleri krize girdiği için bir anlam krizinin de tetiklenip

tetiklenmediği olgusu Bacıköylüler ile tartışılmıştır. Ritüellerin hala köyde biraraya

gelerek yerine getirilmesi, akraba evliliklerinin yaygınlığı, dışarıdan “kız alma”, ama

vermeme, 1920’lerde Temelli’ye yerleştirilen muhacirlerle hala az ilişki... Buna göre:

Gazi Mahallesi, Temelli, Temelli TOKİ konutları, Polatlı ve Ankara’da oturan

Bacıköylülerin köye ve tersine göç düşüncesine yaklaşımlarına bakacak olursak, ilk

üç yerleşimde oturan göçmenlerin köyle bağlarının kopmadığı, sıklıkla köylerini

ritüeller için ziyaret ettikleri; köyün orta yaş ve üstü eski sakinlerinin, hala yöredeki

bahçelerinde ve tarlalarında çiftçilik yaptıkları saptanmış, bu yaş grubuna geri dönüş

ve köyün yeniden imarı hakkında sorulan sorulara çoğunlukla olumlu yanıtlar

alınmıştır. Öte yandan, son iki yerleşimdekilerin ve ilk üç yerleşimdeki orta-yaş altı

göçmenlerin kent ile bağlarının önceki kuşaklara göre daha güçlü olduğu ve göç ile

değişmekte olan sosyal rollerine daha rahat uyum sağladıkları gözlemlenmiş; bu

anlamda yeni kuşağın köy ile bağlamsal bir kopukluğu olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Bacıköy Kalkınma ve Dayanışma Derneği üyeleriyle yapılan görüşmelerde yinelenen

“genç kuşağın köye ilgisizliği” vurgusu bunu kanıtlar niteliktedir.

Auge, kimlik krizinin tartışılmasının anlam krizinin ve “öteki” krizinin incelenmesini

beraberinde getirdiğini söylemekte. Bunun için de bireylerin mekansal dolaşımlarını

gözlemlemenin önemine işaret etmiş ve de Certeau’nun mekan-yaya retoriğine dikkat

çekerek, günümüzde bireye aracılık edebilecek söylemlerin çok karmaşık hale

geldiğini veya çöktüğünü, doğrudan bireye başvurulması gerektiğini söylemiştir

(1999:94).

Çağdaş dünyada bireylerin dünyasını tanımlamak birkaç “dünyayı” birleştirmeyi

gerektiriyor ki bu da oldukça zor görünüyor, çünkü bireyin dünyası bir de görüntüler

dünyasını içeriyor; her iki dünya ayrıca dini ve siyasi dünyalardan etkileniyor (Auge,

1999:108). Bunun ötesinde, dünyaların çağdaş kentin gerçek dünyasında biraraya

geldiğini ve deneyimlerin mekansal olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz. Kentin

edebiyatta, resimde ve hatta müzikte betimlendiğini söyleyen Auge, bireylerin, basit

de olsa, kendi betimlemelerini yaptıklarını, kentle ilişkilerini, tarihine nasıl

bağlandıklarını, kentin içinde nasıl dolaştıklarını anlattıklarını söyler. Ancak bugün

bir “kentsel kriz”den söz ederken sadece planlama, mimarlık ve sosyolojik

sorunlardan değil, giderek daha derinleşen, kenti kendimiz için betimleme

zorluğundan bahsediyoruz der. Bu bakımdan kent krizi çağdaşlığın betimlenmesine

dayanan bir krizdir Auge’ye göre (1999:109). Bacıköy’de bu “dünya

çeşitlenmelerinde” belleklerde yaşayan ve paylaşılan mutlu bir dünya ile şimdiki

yerlerinde çeşitlenmiş ve değişken duygularla anlatılan, kimi zaman hüzünlü, çaresiz,

kimi zaman çekimser veya kabullenmişlik ifadeleri ile karşılaşıldı; kentlilik

olgusunun günümüz Türkiye’sinin de etkisinde olumlu bir algısal nitelik taşımadığı

izlendi.

Yukarıdaki gözlem Auge’yi çağdaş mekanları ve çağdaş dünyaları tanımlamak için

kullandığı iki kavrama yöneltiyor: yer/yer olmayan ve modernite/süpermodernite. Yer

sembolik veya deneysel, gerçek mekanı ve kişilerin onunla ilişkisini, diğerleri ile olan

ilişkisini ve ortak tarihlerini içermekte; buna karşılık yersizlik ne kimlik, ne bağıntı ne

de tarih içermektedir. İlaveten, birisi için yer olan, bir diğeri için yersizlik veya tersi

olabilir. Çağımızın özelliği yer olmayan yerlerin (havaalanları, AVMler, otoyollar,

süpermarketler, vs.) giderek çoğalmasıdır. Bu mekanlar insanların tüketici veya yalnız

yolcu olarak ortak veya yanyana kullandığı, ancak beraber yaşamadığı alanlardır.

Auge bu yerleri ve neticesinde oluşan düşünce biçimini ve toplum ilişkilerini

modernite karşıtı, süpermodernite olarak tanımlar (1999:110). Bacıköy’ü

terkedenlerde yer’in çekimi geri dönme, köye yerleşme tutkusu olarak

gözlemlenmektedir.

Mekan – Kültür – Mimarlık İlişkisi

Araştırmanın anahtar kelimelerinden kültür, algısı itibariyle karmaşık görünse de

tanımı bugün oldukça bilindiktir. Biz bu tanımlar içerisinde Avustralyalı mimar Amos

Rapoport’un (1929- ) uzun yıllar konut ve kültür çalışmalarında, yerel mimarlık

örneklerinden aktarımlarla sürdürdüğü konut tasarım ilkeleri için kullandığı

söylemlerin “kültürün yerleşkesi mimarlık” başlığımız için de geçerli olduğunu kabul

ettik. Rapoport’un kültür tanımına dönmeden önce, Auge’nin kültür tanımına

bakarsak: “kültür, insanların faal olarak katıldıkları tarihsel pratiklerden doğar” diyor

Auge (1998:76). Auge, tüm kültürleri küresel anlamı ile tanımlarken demokratik

idealizmin sosyal ayrıştırmaya karşı olduğuna işaret etmekte, ancak kültürlerin

eşdeğer olmayabileceklerini de belirtmekte (1998:75).

Kültürel sosyoloji alanına katkısı ile bilinen Raymond Williams, antropolojik ve

sosyolojik olarak kültürü bir topluluğun veya sosyal grubun tüm hayat tarzı olarak

tanımlamakta (1995:11). Rapoport ise benzer yaklaşımla kültürü üç ayrı, ama birbirini

tamamlayıcı gördüğü özellikleri ile betimliyor: kültürü bir grubun hayat biçimi olarak

kabul ederken, ikinci tanımı kültürü anlamlar ve şemata olarak sembollerle aktarılan

bir sistem olarak belirliyor; diğer bir tanımı ise bir grubun ekoloji ve kaynaklara bağlı

olarak hayatta kalmak için uyarlayacağı strateji seti oluyor (1998:3)

İnsan ve çevre arasındaki ilişkiyi yansıtan mekanizmaların büyük bir bölümünün

kültürel veya kültürle alakalı, kültürle değişkenlik gösterdiğini belirten Rapoport

bunları şöyle sıralamaktadır: fizyolojik özellikler / anatomi-ergonomi /algı / idrak-

biliş /anlam / duyarlılık / değerlendirme / davranış-faaliyet /destekleyici olmak

(2005:13). Bunlara zaman içinde yeni mekanizmalar veya yeni bilgiler eklenebilir.

Bu mekanizmaların, kültürle ilişkilerinde, aralarında oluşabilecek farklılıklar da şu

şekilde ortaya çıkıyor: mesela algıda kültürün etkisi zayıf iken, biliş-idrak kültürden

çok etkileniyor. Anlam-duyarlılık ve değerlendirme etkileşerek, birarada çalışabiliyor.

(Rapoport, 2005:39). Bacıköy anketlerinde öne çıkan çevre betimlemelerinin

Rapoport’un sıraladığı ilişki özellikleri ile örtüştüğünü izledik. Bir kültürün nasıl

dağıldığı, yer değiştirdiği ve mekana yansıyan kültürel özelliklerin belleklerde

bıraktığı izleri ve yeni yaşam yerlerinde bu kültürel özelliklerini koruyamadıklarını

deneyimledik. Temelli’ye taşınan Muhittin Pekcan (55) kendisini burada “sığıntı” gibi

hissettiğini söylemekte-Bacıköyü terketmenin ona ağır geldiğini hissettirmektedir.

“Kültürün yerleşkesi mimari” derken kastedilen, tek bir yapı üzerinden

kavramsallaştırılan mimarlık olmayıp kültürün etkilediği en soyut ve dolayısı ile en

karmaşık çevre kavramından, en somut ve en basit tanıma kadar bir yelpaze

anlaşılmalıdır. Aynı paralelde, Rapoport’un yaptığı sınıflamada birbirini tamamlayan,

amaca göre birarada veya tek başına kullanılabilir çevre tanımları görmekteyiz (2005:

24) :

1. Mekan, zaman, anlam ve iletişim düzenlemesi.

2. Bir sahne ve/veya davranış ortamı sistemi (setting).

3. Kültürel peyzaj.

4. Sabit, yarı-sabit ve sabit olmayan elemanlar bütünü.

Mekan-zaman-anlam-iletişim çeşitli ölçeklerde, fiziki bir kültürel peyzaj

oluştururken, bu peyzaj çeşitli aktivitelerin yer aldığı bir ortam olarak; sabit, yarı-sabit

elemanlardan meydana gelmekte ve sabit olmayan elemanların (ağırlıklı olarak

insanlar) kullanımına sunuluyor (2005:25). Rapoport’a göre bu sınıflama iç mekan

tefrişinden bölgeye, tüm ölçeklerden kesitleri içeriyor. Bacıköy’ü bir “kültürel

peyzaj” olarak ele aldığımızda doğal peyzajın kültürel peyzajın bir parçası

olduğundan söz edebiliriz (anketlerde, doğal peyzaj ayırımı yapılmadığını görüyoruz).

Tasarımdaki bütünlük- peyzaj tasarımı, kentsel tasarım, mimari tasarım ve iç tasarım-

tek bir sistemin çeşitli parçalarından oluşmuştur. Çevreye uyarlanan değişimin düzeyi

-el değmemiş tabiattan insan eliyle şekillendirilen tabiata geçiş- doğalın da kültürel

hale gelmesidir. Rapoport’un da altını çizdiği gibi, kültürel peyzajların en önemli

özelliği, alıştığımız anlamda ‘tasarlanmamış’ veya çok az tasarlanmış olmaları;

insanların sayısız ve bağımsız kararlarının uzun bir zamana yayılmasının sonucu

olmaları. Ama çok belirgin bir karaktere sahiptir bu kültürel peyzaj ve tek bir ipucu

bile teşhisini olanaklı kılar (2005:31). Bunun nasıl mümkün olduğu sorusunu ise

insanların peyzajlarını paylaştıkları kültürel şemata ile yaratmaları diye cevaplar

Rapoport (2005:32).

Çevre tasarımında kültürün anlaşılmasının ve dikkate alınmasının çok önemli

olduğunu savunan Rapoport bunun hala ispatlanması gereken bir hipotez olduğunu,

ancak bu konuda çok veri bulunduğunu ve gözlem yapılabileceğini belirtir (2005:36).

Bacıköy’ün belleklerden aktarılan ve şimdilerde de gözlemlenebilen mimari

özellikleri bu savı destekleyebilecek niteliktedir.

Kültürel peyzaja dönecek olursak, Rapoport, bu çevrelerin insanların paylaştıkları

tercihlerden-idealler, imgeler ve şematada yer alan benzer özelliklerden-

kaynaklandığını ve sonuçta tanımlı bir bütün oluşturduğunu belirtir. Belleklerdeki

Bacıköy olumlu bir kültürel peyzajı yansıtmakta, belki Rapoport’un da üstünde

durduğu gibi ihtiyaçtan ziyade (genellikle gizli kalan) istemden doğan bir Bacıköy’ü

çağrıştırmaktadır. Tasarımın da odağında bulunan olumlu çevre kalitesinin de

ikincisinde yattığını belirten Rapoport’un çevresel kaliteyi tanımlayış biçiminin

Bacıköy’lülerin bakış açısı ile örtüştüğü söylenebilir. Çevresel kalitenin iki yönlü

tanımlanabileceğini, birinin fiziksel, diğerinin psikolojik, bio-sosyal ve kültürel olarak

tercihleri etkilediği, bunun da ihtiyaçlar ve istekler olarak daha iyi çevrelerin

yaratılması için birlikte ele alınmasının gerekliliği üzerinde duran Rapoport (2005:

57), Bacıköy araştırmasında ortaya çıkan sonuçlara da ışık tutmakta. Köy belleklerden

silinememekle beraber, değişen yaşam koşulları ve ihtiyaçlardan dolayı terkedilmiştir;

ihtiyaçlar ve isteklerin ayrışması sonucunda ortaya çelişen duygular/hüsran/gerilim

saçılmaktadır. Bu durumun günümüz tasarım süreçlerinde dikkate alındığı iddia

edilemez.

Çevre kalitesi (dolayısı ile yaşam kalitesi) ile insanların çevre seçimi arasında bir bağ

olduğu; seçilenin, çevrenin algısal bir çoklu duyusal deneyimler toplamı açısından

“estetik” olarak tanımlanabileceği gibi, tüm duyuları ilgilendirdiği için “ambiyans”

olarak nitelenebileceği görüşü (Rapoport, 2005:61) estetik konusuna da Bacıköy

bağlamında bir açıklama olarak kabul edilebilir.

Rapoport günümüz çevre-kültür ilişkisini hayat tarzları üzerinden okumayı uygun

görüyor: çünkü ona göre kültür bugün geldiği noktada çok soyut, karmaşık ve genel

(2005:94). Bacıköy’lüler de bugün farklı hayat tarzları ile ayrışıyor: Köyde aileler

yatayda yoğunlaşarak ihtiyaca göre artan birimlerde, Temelli’de 2-3 katta dikey

olarak yaşıyor, kentte ise apartmanda oturuyorlar.

Bacıköy Yerleşmesinin Özellikleri

Bacıköy Anadolu’daki kırsal yerleşmelerin yerel mimari özelliklerini paylaşır.

Selçuklu zamanında, henüz ticari canlılığını kaybetmemiş bir bölgede (İpek Yolunun

Ankara Çayı yakınlarından geçtiği dönemde), ancak Anadolu’nun güvenliksiz

ortamında korunma amaçlı bir yer seçimi yapılarak, iki tepenin arasına-bir dere

yatağına da inen yamaçlara konumlanmıştır. 1310 yılında vefat ettiği belgelenen Ahi

büyüğü Bacım Sultan’ın türbesi köyde caminin yanında olup zaviyesi bugüne

ulaşmamıştır (Erdoğan, 2007:55).

Köyün morfolojisini Bernard Rudofsky’nin “mimarsız mimarlık” anlatımlarında

kullandığı başlıklarla tanımlayabiliriz (Bkz. Şekil 3):

Yer seçimi- Rudofsky modern insanın gün geçtikçe anakronistik yerleşmelere ilgi

duyduğunu ve bu yerlerin kentliler için bir sığınak haline geldiğini; araba takıntısı

olmayanların buralarda bir “gençlik çeşmesi” bulduklarını söylüyor (1960: 37).

Yüzyıllar öncesinden korunma, gizlenme amacı ile bir sel yatağına yerleşmiş

olmaları, mevsimsel seli olağan kabul edip, suyun durması ile günlük yaşamlarına

devam etmeleri Bacıköy yerleşmesinin özelliği. (Nuh Pekcan köy dışına taşınan yeni

mahallenin de Bacı diye nitelenmesine bile karşı).

Tek tip yapı- Rudofsky tek tip yapı tipolojisinin monoton sayılamayacağını;

topoğrafyadaki değişimler beraberinde, yapılarda standarttan farklı ölçülerin

kullanılması küçük değişikliklerle sonuçlanıyor ki bu da bütünlük ve çeşitlilik

arasında tam bir dengeyi sağlıyor demekte (1960:56). Bacıköy’ün bütününü

karakterize eden bu tek tip yapı özelliği içindeki çeşitlemeler köyü çekici kılmakta;

alçak gönüllü bir mimari ifade doğal peyzaj ile birleşerek sakin, huzurlu bir görüntü

ve estetik yansıtmaktadır. (Bkz. Şekil 4)

Köy odaları, konak, kahvehane ve çamaşırhaneler, okul gibi sosyal yapılar da bütünün

parçası. Varlığından bahsedilen, sayıları üçü geçmeyen köy konakları, köyün varlıklı,

geniş toprak sahibi ailelerine ait olup, misafir ağırlamada, özel günlerde köyün önemli

sosyal merkezleri oluyor, büyük kalabalıklara yemekler veriliyor. Tarihi Bacıköy

Camisi ve Bacı Sultan yatırı köyün bugün de yaşatılmasının başlıca nedeni.

Şekil 3. “Mimarsız Mimarlık”

Kaynak: Kazım Uludağ Fotograf Arşivi

Şekil 4. Bacıköy’de Bir Ev

Doğa ile içiçe- Rudofsky’e göre bembeyaz yapıların doğanın içinden fışkırması

(alışılagelinmiş) yerelin insanın sanatsal gücünü tetiklediği şeklinde algılanabilir

(1960:58). Bacıköy’de beyaz badana izleri taşıyan, kerpiç yapıların yıkıntıları dahi

geçmişe göndermelerde bulunmakta, birbiri üzerinden her iki yamaçtan aşağı

dökülen, çotakların yatay çizgileri ve aynı küçük pencerelerle bezenmiş cepheleri,

verandaları, dışarıdan merdivenlerle ulaşılan ikinci katları buradaki yereli

tanımlamakta ve bu uyumu hiçbirşey bozmamaktadır. İmmi Babaoğlu 15 yaşinda

terkettiği köyün görüntüsünü “tepeden baktığınızda biblo gibiydi” diye hatırlamakta.

Doğa gündelik hayatın parçası olarak deneyimlenmekte, ağaçlarla bezenmiş boşluklar

yapılarla bütünleşmekte; yerleşmenin dışında kalan bağ ve bahçeler, tarlalar gündelik

hayatın tümünü kaplayan “iş” yerleri olarak görülmektedir.

Avlular- Tarih boyunca köyde yaşanan yer darlığı, topoğrafyanın genişlemeye

elverişli olmaması, ihtiyacı karşılamak için ek yapılara gereksinim evlerin avlularını

kısıtlamıştır. Kamusal alan ile mahrem açık alanlar arasındaki sınırlar zaman zaman

ortadan kalkmış, sokak ve ev birlikte varolmuştur..

Çatılar- Çotak denilen düz, toprak çatıları bu gün de izlemek mümkün. Çatıya serilen

toprak özel olarak su geçirmeyen, yalıtım gücü yüksek cinsten. Ancak her mevsim

bakımı yapılmadığında su tutma özelliğini yitiriyor; yağmur suyu koruduğu kerpiç

duvarlara zarar veriyor.

Yerelde incelikler- Kerpiç mimarisinin gerektirdiği malzeme kullanımındaki (toprak

çeşitliliği, kerpiç karışımları, mevsimsel hazırlıklar ve uygulamalar), yapısal detaylar,

yüzyıllar boyu yaşatılmış. Konakların ahşap işçiliğinin, dolap ve tavan süslemelerinin

belleklerde yer eden anlatımları dışında bugüne bir şey ulaşmamış olması, bir devrin

kültürel değerlerinin yok olduğuna, kıymetinin bilinmediğine işaret ediyor.

Araştırma Metodolojisi

Araştırma süreci, bir grup mimarlık öğrencisinin tarihin derinliklerinden bugüne gelen

bir yeri deneyimleyerek; o yerde yaşayanların belleklerinde sakladıkları ile bugün yer

değiştirmelerinin etkilerini izlemek; ve mimarlık üzerine bir katarsis olarak belirlendi.

Mimarca bakış açısı antropoloji ile derinleştirerek modern dünyada kırsaldan göç

eden kişilerin kente geçişleri incelendi; yaşam-mekan arasındaki bağın ipuçları

arandı. Güncel mekan düzenlemelerinin (mimari tasarım) yaşam biçimleri ile

çakışmalarını anlamak ve mimariyi salt işlevsellik ile sınırlamadan, daha geniş bir

açıdan hareketle şüphelerimiz/kaygılarımız sınandı. Modern mimarlık kalıplarının

yeterliliği sorgulandı. Gerek araştırmacı, gerekse araştırılanların bir ikilemde kaldığını

görüyor ve bunun bir çaresizliğe (frustration) yol açtığını düşünüyoruz.

Araştırma nicelikten ziyade niteliksel sorgulama ağırlıklı, alanda sözlü tarih, yüzyüze

derinlemesine görüşme tekniği ile bizi kabul eden herkesle konuşma şeklinde

yürümüştür. Sorgulayan ile sorgulanan arasındaki iletişim çağdaşlık üzerinden olup,

araştırmanın hedefleri arasında Bacıköy’lülerin fayda görüp görmeyeceği konusu

Bacıköy’lülerce merak edilmiş ve iletişim bu şekilde daha da ivme kazanmış;

araştırmacılar sürecin katılımcıları olmuştur. Geçmişin anlatılmasında bugünün de

farkındalığı her iki taraf için söz konusudur.

Anketlerin uygulandığı alanlar Bacıköy’lülerin geçmişte ve bugün yaşadıkları yerler

olan Bacıköy, Yeni Bacı Mahallesi, Temelli (TOKİ konutları dahil), Ankara olarak

belirlendi. Tüm alanlardaki görüşmelerde şimdiki yerle Bacıköy’deki yaşamların

karşılaştırılması yapıldı. Bacıköy ile ilgili tarihi bilgiler araştırıldı; kişisel fotoğraf

arşivleri tarandı.

Beş bölümde düzenlenen sorularda kişisel bilgiler, halen yaşanan ev ve Bacıköy’deki

evle ilgili karşılaştırmalı sorular; yaşanan çevre ile ilgili karşılaştırmalı sorular;

gündelik yaşam ve mekan kullanımı açısından kadın erkek farklılıkları; son bölümde

tarih bilinci, gelecek bilinci, göç ve geri dönüş, kent bilinci, kimlik ve Bacıköy’ün

geleceği üzerine sorular soruldu.

Bulgular ve Değerlendirmeler

Kentleşme

Göç

Bugün Bacıköy tarihini belirleyen en önemli süreç 1980’lerde başlayan köyden

göçtür; 2013 itibariyle köyde 2-3 aile ve 2-3 yaşlı dışında kimse kalmamıştır. Köyün

yeniden ve yerinde yapılandırılması önemsenmiş ise de bunu gerçekleştirecek bir

kurumsal destek sağlanamamış- muhtarın bu işin altından kalkamadığı belirtilmiştir.

1963 de köyün “aşağı” bölümüne yeni bir ilkokul yapılmasına ve etrafında bir

gelişme başlamasına rağmen bu alanın yeterli nüfusa ulaşamaması sonucu bu okul

kapanmıştır. Ancak köyden kopmak istemeyen 150 civarında aile birleşerek Temelli

yolu üzerinde arazi satın almış, 1990 başlarında yaptırdıkları mevzii plana hayat

tarzlarını sürdürecek şekilde, kendi imkânlarıyle evlerini yaptırmışlardır. Yaklaşık

200 hane ise Temelli içinde yaptırdıkları evlerde veya satın aldıkları apartman

katlarında, 2 aile de Temelli TOKİ konutlarında yaşamaktadır. Polatlı, Ankara

(Sincan, Etimesgut, Keçiören, Çankaya ilçelerinde) ve diğer illerde Bacıköy doğumlu

veya nüfusuna kayıtlı, çeşitli mesleklerden aileler bulunmaktadır.

Nüfus artışına bağlı olarak, miras kalan arazilerin giderek daha küçük parçalara

ayrılması, küçülen arazilerden elde edilen ürünlerin ve gelirlerin aileleri

geçindirmeyecek miktarda olması göçün öncelikli nedenidir.

Köyde mevcut eğitim imkânlarının yeni nesiller için yeterli görülmemesi göçün diğer

bir nedeni. Köylüler her ne kadar geçimlerini toprağa ve hayvancılığa bağlı olarak

sağlasalar da bu geçim yollarını gelecek nesiller için kurtulunması gereken zor bir

hayat tarzı olarak görmekteler. Genelde ailede bir erkek çocuğun çiftçiliği sürdürmesi

benimsenmiş, diğer erkek çocuklar okutularak iş sahibi kılınmış; kız çocukları ise

evlendirilmiştir. Fatma Özen (60) insanların çoğunun köyden gitmek için asıl

sebeplerinin iş bulmak ya da çocuk okutmak olmadığını; sürü psikolojisi gibi, gidenin

ardından başkalarının da gittiğini düşünüyor. Diğer kaynak kişiler de benzer görüşleri

paylaşmışlar ve köyde yalnızlığın da göçte etkili olduğunu belirtmişlerdir.

Coğrafi etkenlere baktığımızda köyün konumlandığı topografyanın, yağışın fazla

olduğu zamanlarda sel tehdidi yarattığı, topoğrafyanın yeni inşaatları engellediği, yer

darlığının genişlemeye imkan vermediği; depolama, ulaşım ve alt yapı

gereksinimlerinin karşılanamadığı görülür. Ulaşımda var olan imkânsızlıklar diğer bir

göç nedeni. Göçün gerçekleştiği tarihlerde araba-otobüs-tren gibi ulaşım araçları

henüz yaygınlık kazanmış değil. Şu anda vasıtalarla kolaylıkla ulaşılabilecek

mesafeler bir zamanlar ciddi engeldi.

Üreticilikten tüketiciliğe

Köylülerin kente göçle beraber üretici konumundan tüketici konumuna geçmesi ve bu

durumun göç eden insanlarda yarattığı psikolojik sarsıntı gözlemlendi (Teyzenin

şehirli olmakla peyniri hazır almak arasında kurduğu ilişki). Ancak her şeye rağmen

kentteki (Temelli) mekanların el verdiği ölçüde üretime devam etmekteler (bazlama,

ekmek yapımı, tavuk besleme vs.); Temelli’ye göçten sonra çiftçiliğe devam

etmenlerine karşın bahçe yapamamakta, hayvan besleyememekte ve hayvansal

ürünleri hazır almaktadırlar. Bunun sonucu Temelli’de ve Yeni Bacıda özellikle

kadınlar kendilerini ”aylak” olarak tanımlamakta, kuran kursları ile yetindiklerini,

erkekler ise kahvede vakit geçirdiklerini söylemekte. Hareketsiz yaşam biçimlerinin

şişmanlık ve diğer sağlık sorunlarına sebep olduğunu belirtmektedirler.

Kentlilik

Kent bilinci çeşitli şekilde yorumlanmakta. Çocukluğu ve gençliği Bacıköy’de

geçenlerden emekli olunca dönenler mevcut: Yıldırım Sert (52), kenti iş imkanı olan

ancak yaşamı monotonlaştıran bir yer olarak görüyor, burada o monotonluğu

engelleyen şey insanlar arasındaki ilişkiler; gürültünün ve yapılaşmanın az olması

diyor. Bir kaynak kişi kente akraba ziyaretine gittiğinde, apartman dairesinde kendini

“düdüklü tencere içinde” gibi hissediyor.

Şimdilerde Temelli TOKİ konutlarında yaşayan Ahmet Pehlivan (53) kente gittiği

vakit bir kent hayatı ile karşılaşmadığını söylüyor. 1995’te Sincan’a gitmiş ancak

Sincan’ın yapısı itibari ile kozmopolit olmasından dolayı ciddi bir güvenlik sorunu

varmış, o yüzden rahatsız olmuşlar.

Necibe Akkaya (63), “şehre gidersem kese kâğıdı ile doymam ben dedim benim

adama, gitmek istemedim” diyor ve arkasından ekliyor: “İş zor geldiğinde ben de niye

gitmedim diye pişman oluyorum, ben de hanım olaydım ya diyorum”. Göç edenler

için şöyle diyor: “Hanım olalım, efendi olalım diye göçtüler, şimdi pişman oluyorlar”.

Kaynak kişiler kentte yaşamın pahalı olduğunu, köyde suya, oduna para

vermediklerini, vakit geçirdikleri kahvelerde çay parasının bile aylık büyük bir masraf

olduğunu söylemekte. Kadınlar ise köyde yaşadıkları bolluğun sona erdiğini, misafir

ikramlarının bittiğini belirtmekte.

Geniş ailesi ile halen köyde yaşayan ve göçe direnen çiftçi Ali Özen (81) bu konudaki

düşüncelerini şöyle ifade ediyor: “armut piş ağzıma düş, sapı yukarı gelsin… İnsan

cenazesini kendi kendine taşıyamaz... Yayan yürürken zorlanmam, yavan yerken

küçülmem... Akıllı insan teberru etmez, yokluğa tahammül eder” diyerek zorlu

yaşamdan gocunmadığını, babasının arazilerin satılmamasını vasiyet ettiğini

söylemekte. ““Biz asıl, asil Bacıköy’lüyüz... Ben buralarda çok mutluyum. “

Mahalleler

Eski Bacı

Yerleşilen mahalleler bağlamında Bacıköy’lülerin yaşam tarzlarına baktığımızda

bugün her ailenin geride bıraktığı yıkık bir kerpiç evi bulunduğu; bazılarının buraları

depo olarak kullandığı, bahçe yaptığı, hafta sonlarında geldiği görülmüştür. Evler

genelde tek katlı (yaklaşık 70 m2), 2 oda bir “ara” dan oluşmakta, kiminin bir bahçesi

veya avlusu bulunmaktadır. 2. katı olan evlere dışarıdan verandaya bağlanan ahşap

merdiven ile çıkılmakta, her evin müştemilatı, tandır evi mevcut olup; mutfak giriş

katında, diğer ıslak hacimler dışarıda, bazen da odada dolap içinde bulunmakta.

Evlerin yaşı, yapım tarihi hakkında kesin bilgi yoktur, ancak hepsinin ecdat mülkü

olduğu, zaman içinde tamiratların ve tadilatların yapıldığı söylenmektedir. Dikkat

çekici olan, eskilerden günümüze gelen yapılaşmada bütünlüğün bozulmamış olması.

Bacıköy’ün kendi içindeki dayanışma yerleşim dokusunda gözlenmekte: aileler kendi

deyimleri ile “duvar duvara”, “sırtını dayamış” yapılarda yaşamakta. Genişledikçe

aynı alan içinde –tüm yer darlığına karşı- ilave inşaatlarla yaşamaya devam

etmişlerdir. Bahçe içinde yer kalmayınca tüm aile bir sırttan karşı sırta geçerek

(Pekcan ailesinin yaptığı gibi) yeniden aile sitesi denebilecek yaşam alanlarını inşa

etmişlerdir. (Bkz. Şekil 5)

Köyün sosyal hayatında önemli iki yapı Köy Odaları ve Köy Konaklarıdır. Köy

odalarını, tüm sosyal önemine rağmen, diğer evlerden ayırteden bir özelliğin

görülmemesi şaşırtıcıdır. Bugüne kadar gelmiş bir yapı olup, bugün de köyün özel

günleri için yine aynı şekilde köyün aşağısında bir yenisi inşa edilmiştir.

Zamanın ileri gelen, hali vakti yerinde ailelerine ait, köyün sosyal yaşantısının önemli

parçası olan (köye gelen misafirlerin ağırlandığı, toplu yemeklerin yendiği) Köy

Konaklarının (Hacı Abdi Konağı, Mehmet Altınova Konağı, Nazım Dede Konağı)

bugün izlerine rastlanmamakta, hepsi çeşitli nedenler yıkılmış, ama belleklerde

yaşamaya devam etmektedir. Ankara’da yaşamını sürdüren İmmi Hanım

çocukluğunun geçtiği konağı iki katlı, aşhane denilen geniş bir orta mekan etrafında

dizili, banyosu içinde olan 11 odalı, han denilen alt katına misafirlerin atlarının

Şekil 5. Bacıköy’de Bır Ev Rölevesi

Kaynak: www.bacikoy.wordexpress.com

bağlandığı bir ahırı bulunan yapı olarak hatırlıyor. Yapı, diğer evlerden farklı olarak

bağdadi yapı sistemi ile inşa edilmiş; ahşap işçiliği ve tavan süslemeleri ile ünlü. (Bu

konakların korunmamasını anlamakta zorluk çekildi. İlk tahribatın terkedilen yapıda

altın arayıcıları tarafından yapıldığı, bunun sonucunda ailenin yapıyı 1990’lı yıllarda

tümden yıktırdığı söylendi.)

Genelde mezarlık civarı köyün dışı, cami, kahve, oda civarları köyün içi olarak kabul

edilmekte; Fuat Deliktaş (60) “evler her yerde olabilirdi, zengin fakir ayırımı yoktu”

diyor. Evlerin dil birliğini Ali Özen (81) “hem zengine ayarlı, hem fakire ayarlı” diye

açıklıyor. Köyün en çok kullanılan mekanları köy odaları ve önleri, kahvehaneler,

Aktaş (doruk). Muhsin Özen, Aktaş’tan “köyün evlerinin o dizili üst üste

görüntüsü”nü hatırlıyor ve “köylüğü belliydi” diyor.

Yeni Bacı

Yerleşmede tek veya 2 katlı, 3 oda 1 salon, ortalama 130 m2, müstakil bahçeli evler,

genelde 1-2 dönüm parsellerden oluşan ızgara planı, belediye tarafından düzenlenen

çocuk bahçesi, mescidi ile kent düzenine geçişi yansıtmakta. Alt katta ebeveyn, üst

katta evli bir erkek evlat (çiftçilikle uğraşan) oturmakta. Evlerin ve bahçelerin fiziki

özellikleri dikkate alındığında kırsal işlevlerin (depolama, süt ve süt ürünlerinin

üretilmesi-yoğurt, peynir yapımı- kümes hayvanlarının beslenmesi, tarım aletleri,

binek araçları sahipliliği) modern donatılarla devam ettirildiği görülmüştür. Ancak,

Yeni Bacı’da yaşayanlar hayat şartlarının yaşamlarını zorlamaya devam ettiğini,

çiftçilik mesleklerini tarla ve bahçelerde, (azalsa da, kısmen) hayvancılığı

sürdürmelerine karşın maliyet (gübre, mazot gibi) ve vergilerde artışlardan, ürün

fiyatlarının düşmesinden çok etkilendiklerinden, fakirleştiklerinden şikâyetçi

olmuşlardır; Atatürk’ün “çiftçiler milletin efendisi” deyiminin “çiftçiler milletin

rezili” olarak değiştiğini dile getirmişlerdir.

Atatürk Mahallesi –Temelli

Bu mahallede Yeni Bacı’daki evlere benzer tek veya 2 katlı evler ve benzer yaşam

tarzları görülmekle beraber, 3-5 katlı apartman dairelerinde oturan Bacıköy’lüler ve

çiftçilik dışı mesleklerde çalışanlar mevcuttur. Bacıköy Kültür ve Dayanışma

Derneğinde yapılan görüşmede genelde Temelli’ye yerleşenlerde bir rahatsızlık

olduğu algılanmış; bazılarının köyden ayrılmayı “kendilerine yediremediği”,

Temelli’ye yabancı gözüyle bakıldığı ifade edilmiştir. Buraya civar köylerden çok

gelen olduğu gibi, Organize Sanayi Bölgesinde çalışanların da Türkiye üzerinden

geldiği, Temelli’nin adeta bir kent mikrokozmozu olduğu; ancak kentsel servislerin

çok çeşitlenemediği ve gelişmediği bir yer. Daha evvel yapılan araştırmalarda da

(Kural, 2009) kentin yabancılarla dolu olduğu ve bundan rahatsızlık duyulduğu

belirtilmiştir. Bu farklılıkların Temelli’deki kahvelere yansıdığı, her köyün kendi

kahvesinin olduğu görülmektedir. Bunun neticesinde sosyal iletişim, dayanışma,

kaynaşma olamamakta; Temelli Belediyesinin de kapatılıp, beldenin mahalle

statüsüne indirilerek Sincan’a bağlanması yörenin yerindenlik ve yönetişim sürecine,

demokratikleşmesine sekte vurmuştur. (Bkz. Şekil 6)

Şekil 6. Temelli’de Ahmet İmrenk Evi

Gündelik Yaşam - Sosyal İlişkiler, Ritüeller

Günlük yaşam ağırlıklı olarak erkekler için tarlada, kadınlar için ev işlerinde geçmekte

idi köyde. Köy odaları ve kahvehaneler erkeklerin toplanma yeri; evler, bahçeler,

çamaşırhane (ılıca) ve çeşmeler kadınların sosyal alanları olarak ayrışmakta, çocuklar

ise her yerde. Bircan Özkan (50), “Köyde ebe vardı, doktor dışarıdan gelirdi, lokman

hekim, kırıkçı, sünnetçi vardı, berber köy odasında olurdu, köy göçmeden önce

camiye sığmazdık, şimdi ancak Cumadan Cumaya doluyor.” demekte. Hüda Sert “eski

köyde herkesin iyi kötü bir meşgalesi vardı, evet kahvelerimiz falan vardı ama bu

kadar da boş değildik” diyor. “Kış olduğunda davarları sırayla güdüyorduk, öyle bir

oyalanış vardı. Kahvelere de akşamları gidiyorduk, ama burası (Yeni Bacı) aylak yeri

yani. Canımız sıkıldığında tepenin oraya geliyorduk, ben geliyorum hala. O

taşındığımız yerde kahve yok, sadece birkaç sıra ev var. Cami yok, hoca yok, oralarda

geziyorsun sıkılıyorsun, mecbur geliyorsun Temelli’ye”. Ve şöyle devam ediyor:

“Köyde biz iki arkadaş, o tepenin (Aktaş) üzerine çıkıp vakit geçiriyorduk veya odanın

önünde oturuyorduk. Burada akşama kadar Temelli’de kahvede günde beş lira çay

parası veriyoruz, sigara da bir beş lira. Ayda onar liradan 300 lira. Nereden çıkıyor bu

para?”

Kaynak kişiler sosyal hayat ve ritüeller denildiği zaman belleklerde yaşananları söz

birliği etmişçesine coşku ile anmaktalar. Kadir İmrenk (50), düğünlerin odalarda

yapıldığını, bayram sabahlarında cami odasına herkesin yiyeceğini getirdiğini

anlatıyor. Göç edince 1-2 kez yapıldı, devamı gelmedi demekte. İmmi Babaoğlu (72)

“askere uğurlama yapılırken geceden ona kına yakılırdı, camiden gece yatsı

namazıyla çıkıldıktan sonra sabaha kadar eğlenilirdi; öğle vakti Aktaş’ın oradan

uğurlanırdı” diyor ve devam ediyor: “Düğünlerimizde saz olmazdı, hanımlar tef

çalardı. Eski zamanlarda kadın-erkek ayrı eğlence yapılırdı. Misafirimiz bol olurdu,

akrabalar civar yerlerden gelirdi...Komşuluk çok iyiydi, herkes herkesi çat kapı

ziyaret ederdi”. Fuat Deliktaş (60) “herkes hoşsohbetti, bir kişi konuştu muydu 20-30

kişi dinlerdi, kimse sözünü bölmezdi... Kültür çok güzeldi... Kapılarımızı

kilitlemezdik... Eskiden köye misafirler Cumadan gelirdi, Pazartesi sabahı ya da Pazar

akşam giderdi” demekte. “Artık kimse gelmiyor, hısım akraba koptu, beraber yeme

içme bitti” diye ekliyor. Diğer bir özel gün “Koyun gözü”: ilk koyun kuzuladığı

zaman gençler evleri gezer yiyecek toplar sonra piknik yapar ve yerlermiş-bir nevi

bahar şenliği. 1990’lara kadar Köy Odası önünde, meydanda düğünlerde, bayramlarda

erkeklerin bir daire çizerek oynadıkları “sin sin” artık oynanmıyor. Düğünler düğün

salonunda bir gecede bitiyor.

Bacıköy’de Kadın Olmak

Köyün, adını bir “ahi” büyüğü olan Fatma Bacı’dan almasının bugün kadının

gündelik yaşamdaki yeri açısından bir çelişki yarattığı düşünülebilir. Kendisi aynı

zamanda bir “veliye” “bölgenin hem idarecisi hem de gönül sultanıdır” (Erdoğan,

2007:55); ama Bacıköy’de kamusal alanda kadının yeri yoktur ve hala durumunda bir

değişiklik olduğu söylenemez. Kadınlar mülakatlarda büyük çekingenlik göstermiş;

sözü “benim aklım ermez” demeye getirmiş, anlatacak birşeyi olmadığını belirtmiş;

ama hayatının küçümsenecek bir yanı olmadığına ikna olunca “bülbül” kesilmiştir.

Eskiden köyde kadın ve erkek karşılaşmamaya dikkat ederlermiş. “Benim hanım

mesela çeşmeden su doldurmaya giderken eğer Ahmet ağabey ile karşılaşırsa yolunu

kesmezdi, durur geçmesini beklerdi. Öyle bir saygı, sevgi vardı” diyor Hüda Sert. Çar

denen örtüyü örtünürlermiş ki kollar bile açıkta kalmazmış, “şimdiki kızlarda rahatlık

iyi ama din bakımından iyi değil” diyor Necibe Akkaya (63). Her yerin (köyün) kendi

giyim tarzı varmış. Bacıköy’ün giyimi diğerlerine nazaran daha muhafazakârmış

ancak kara çarşaf giymezlermiş. Eskiden bir kadın pazara alışverişe geldiğinde (köyün

meydanındaki pazara) tanıdığı bir erkeğe işaret eder, o erkek kadın için istediğini

alırmış.

Erkekler bizim içeride muhabbetle oynadığımızı görmesinler diye pencerelere perde

çekilirdi, düğünlerde kadınlar evlerde toplanırlar, tefler çalınır şarkılar söylenirdi,

“zıngır zıngır oynardık” diyerek gülüyor Necibe Akkaya (63). Manilere de bir örnek

veriyor: Asil azmaz/Bal kokmaz/Kokarsa yağ kokar/Aslı ayrandır.

Onlar kendi eğlencelerini evlerde yaparlardı, biz odalarda olurduk diyor Hüda Sert ve

bugün köye nazaran pek değişmedi hayatları diye ekliyor. Kuran’da, mevlitte, kına

gecelerinde evlerde toplanırlar, ama çarşı pazara gidiyorlar. Yeni nesil kadın

(gelinler) tarlada çalışmak, hayvan bakmak istemiyor.

Eskiden köyde, ileri gelen aileler herkese kız verip kız almazlarmış. Mesela

“muacırlarla” kız alıp vermezlermiş; erkek çocuklar okutulurken kızlar erken yaşta

çoğunlukla akraba evlilikleri yapmış. (Bkz. Şekil 7,8,9).

Şekil 7. Bacıköy’de Çocuklar

Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi

Şekil 8. Bacıköy’de Kadınlar

Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi

Şekil 9. Bacıköy’de Erkekler

Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi

Tarih, Kimlik

Ahmet İmrenk (72) köyün tarihini şöyle anlatıyor (Polatlı kitabından) “Aşağı yukarı

1030 ile 1100 yılları arasında buraya Selçuklu akınları gelirmiş Türkistan’dan. Bacım

Sultan (Fatma Bacı) o dönemlerde bu yöreye gelmiş. Köy onun ismini almış.

Buralarda yörük obası olarak kurulmuş. 1300-1400’lerde buradaki 30 köy ve 81

mezra ile kaza olmuş Bacı. 1500’lerde büyüyerek 56 000 civarı nüfusa ulaşmış. O

dönem bugün Haymana olan bölgede iki kaza bulunurmuş: Zir (Yenikent) ve Polatlı.

1700’lerde kurulan yeni kazalarla birlikte nüfusu azalmış, 1875’te nahiye statüsüne

düşmüş; Zir’e, sonra Haymana’ya, 1909’da da Polatlı’ya bağlanmış”. Bacım Sultan

efsanesi köyümüzün en önemli birleştirici unsurlarından biridir; ilk Müslüman Türk

köylerinden olmamızla iftihar ederiz diyor Ishak Aşık (49). “Bacım Sultan, Yunus

Emre’nin yoldaşı, biz onların torunlarıyız... Savaş zamanı zarar gelmesin diye

atalarımız vadi içine yerleşmiş... Bacım Sultan torunu olmak bu yöre için ayrıcalıktır,

saygınlık verir... Geleneğimiz göreneğimiz boldur, daha aktifizdir, meşhuruzdur

(Anise Uludağ, 43).

Tarih bilinci Bacıköylülerin kimlik ve aidiyet duygularını şekillendiriyor; her ne

kadar üstünlük gibi bir iddiaları olmasa da davranış biçimlerinin bir ayrıcalığı

olduğunu anlatmaktalar. Muhsin Özen (47) bu konuda şöyle diyor: Yuvamızdır, çok

tarihi eski bir köydür, bir de köyümüzde namus davası gibi hır çıkaran durumlar

olmazdı. Bacılı olmanın bir namı vardı, itibarımız vardı. Köyümüzde üçkağıtçı,

dolandırıcı yoktu, çevrede soygun cinayet filan olurdu bizde olmazdı. Diğer

köylülerden alışveriş yaparken 2-3 kefil isterler, biz Bacı’lı olduğumuz için kefilsiz

alırdık, saygındık. Üzüldük tabii, hala buraya alışamadık. İlk geldiğimiz zaman akşam

hala köydeki kahveye giderdik. Kadir İmrenk (50) de köyü bırakmanın

“burukluğunu” yaşadığını, “Bazen gidiyorum, yıkık olduğu halde evin bahçesinde 1-2

saat oturuyorum” demekte. İshak Aşık 25 yaşında göç etmiş: “Eskiden neredeyse her

akşam oraya geri giderdik, odaya komşuları görmeye. Zamanla köy boşaldıkça

ziyaretlerimiz azaldı. İnsan alışıyor... Küçükken çeşmenin önünü çok severdim, hep

orada oyun oynardım” diyor.

Berat Pekcan (44) “Çevredeki en iyi örf-adet-tarih bize aittir” derken, İshak Aşık

köyün kimliğini “saygınlık” la özdeşleştiriyor, “çok değişik, güzel, saygın bir

köyümüz vardı” diyor. Fuat Deliktaş, (60) Bacı denince akla “türbesi gelir, eski

insanları gelir. Çok bilgili, kültürlüydü bizim atalarımız. Bağlıydık, yerimize

bağlıydık” diye ekliyor. İlk çıkışı eğitim için olan Yıldırım Sert geri dönmesini köy

ve doğa özlemine bağlamakta, Bacıköy’ün gelenek-görenek ve Anadolu kültürü

açısından kendisine verdiklerinden söz ederken, “kendisini terkedenleri bekleyen bir

yer, eski kimliğine kavuşacak demekte.

Köyde şimdiki yaşamı ile gurur duyan Ali Özen (81) “Biz doruğu, seti aşmadık. Halk

birbirine iltifatlı haliyle sürdü gitti. Akrabalar çok. Herkes aile, akraba... Her

cemiyette bizim Bacılı olduğumuz tespit edilir” ve şöyle devam ediyor: “Hayat çok

kıymetliydi, şimdiki gibi değil. Bir hayvan kesiliyorsa önce komşuya, sonra çoluğa

çocuğa taksim edilirdi. Yoğurt verilirdi, paylaşılırdı. Sürüye kurt girmezdi . Herkes

birbirine çok itibarlıydı; şimdi itibar da bitti, itikat da gitti...O zengin o fakire

fakirliğini hissettirmezdi... Bu köyden aç giren, tok çıkardı.” (Bkz. Şekil 10).

Şekil 10. Bacıköy’de Yaşayan Ali Özen’in Evi

Geri Dönüş, Gelecek

Bacıköy’ün geleceği üzerine düşünceler çeşitli. Ahmet İmrenk Bacıköy’den geriye

kalan “yıkılmak üzere olan eski ev yığını, bir yandan da anılar, gelenekler” diyor.

Bacıköy’ün unutulacağını çünkü orada yaşamlarının hiçbir bölümünü geçirmemiş

olan nesillerin bir aidiyet hissetmediğini söylüyor. Orta yaş ve üzerinde olanlar

bağlarını koparmadıklarını, imkanları olsa veya destek görseler geri dönebileceklerini,

köydeki araziler düzlense hafta sonu evi, bahçe yapabileceklerini söylüyorlar. Halen

cenaze törenlerinde, yağmur duasında, bayramlarda sosyal medya ve Bacıköy Kültür

ve Dayanışma Derneği vasıtası ile haberleşerek köyde toplanıyorlar. Yeni inşa edilen

köy odası ise birlikteliğin önemine işaret ediyor.

Ahmet İmrenk “Biz kendi arazimizi satmak istemiyoruz, büyük ayıptır atalarımıza

karşı. Ama biz iki amca çocuğu sahibiyiz arazinin, ikimizin de beşer çocuğu var.

Nasıl bölünecek? Çocuklarım çiftçilik yapmaz ki benim gibi. Satın alan da tarım

yapmıyor ki, öyle boş bırakıyor. Ahirette Bacım Sultan bize sorar ‘Ben buraları size

bıraktım da niye satıp savdınız?’ diye.”

Ali Özen isyan ediyor: “Köy el değiştiriyor, yediler yediler doymadılar. Arazi elden

gidiyor. Köyü de, araziyi de kendi hırsları için hor gördüler. Beni mesala, çoğu hor

görür. Mesela Anisegil-akrabası- gitti, boş arazinin ortasına...” Buna karşılık Anise

Hanım “Oğlanlar evlendikten sonra geri dönebiliriz, bizim yurdumuz orası, burada

emanet gibiyiz” diyor, Yeni Bacı’da konforlu bir evi olmasına rağmen.

Berat Pekcan “Temelli kötüye gidiyor, topraklar elden gittiği için çiftçilik bitiyor,

“En genç çiftçi ben kaldım” diyor ve devam ediyor: “Köy kötüye gidecek...

topraklarını Ankara’lılara sattılar... köyde başkası tarım yapıyor”.

Geride kalan evlerin yakacak malzemesi olarak kullanılmasını Anise Hanım “Ruh

çıkınca ceset ne yapsın, yıkılacak, bakım yok” diye açıklarken, bir diğeri “üstünü

açıyoruz-ağacını kullanıyoruz-duvarları göçürüyoruz bir kaza olmasın diye” olarak

yanıtlıyor. Evler içinde yaşayan olmayınca çöküyor. Evlerin fiziki yapılarının

yenileme ve tamire müsaade etmediği düşünülüyor. “Evlerin konumlanacağı yerleri

kendimiz belirlerdik, şimdi devletten habersiz taş koyamıyoruz” deniyor.

Geleceğe yönelik öneriler var ama, Ahmet Pehlivan’ın şöyle bir gözlemi mevcut:

“Biz Bacıköy’lüler birbirimizi çok severiz ama organize olabilme özelliğimiz yoktur”.

Bacıköy için bir şey yapmak ister misiniz sorusuna gelen cevaplar arasında, “isterim,

gücüme göre köyün ismi, bekası için ne gerekirse yaparım”; okula bir kütüphane

kurmak isterdim, Bacıköy müzesi gibi bir şey de iyi olur; su yok, kanalizasyon yok,

gelsin isteriz, gençler gelsin diye yapacağız bunları; hamam, çarşı, yollar yapılabilir,

güzel olan her şey yapılabilir; okul yapsalar keşke, okul olmadığı için göç etti herkes;

kadınlar için el işi yapabilecekleri, satabilecekleri yerler olabilir; köy yerleşkesini

yeniden imardan geçirmek-bos alanları ağaçlandırmak; köyü daha kalabalık olarak

eski durumuna ulaştırmak gibi öneriler bulunmakta.

Son Sözler

Bacıköy’ün Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesinde bir dersin

günübirlik bir gezisi olmaktan çıkıp bu araştırmanın konusu haline gelmesinin

sebepleri arasında bu köyün yerel mimarisinin kültürel izler taşıdığı halde, köyün

neredeyse tamamen terkedilmiş olması ve bizlerin bunun nedenlerini mimarca merak

etmemizdir. Diğer bir merak konusu Bacıköy’deki gibi bir hayat tarzının, kültürün,

bir moda olma yoluna sapmadan, gerçek anlamda, korunup korunamayacağı, bunun

nasıl yapılabileceğidir.

Bacıköy üzerinde bir yılı aşkın süredir gerçekleştirmekte olduğumuz çalışmalarda,

edindiğimiz deneyimleri ele alacak olursak; sürecin başında “pastoral bir tablonun

bilinçsizce terk edilmesi ve yıkıma uğratılması” olarak ele aldığımız vakanın, süreç

ilerledikçe ve köyde yaşamış ve yaşayanların izlenimlerini edindikçe, çalışmalarımızı

gittikçe “köyden kente dönüşüm sürecinde değişen toplumsal rollerin ve sınıf atlama

arzusunun yere, mekanlara ve mimariye etkisi” üzerinden temellendirmeye

başladığımızı söyleyebiliriz. Özellikle ülkemizde koruma ve yeniden inşa kavramları

arasında son yıllarda ayyuka çıkan kafa karışıklığını, ve yeri bağlamdan ve

kullanıcıların deneyimlerinden soyutlayarak sadece mimari detay özeline

indirgemenin yanlışlığını mimar-kentli grubu olarak deneyimleyebilmemiz açısından,

öğretici bir çalışma yaptığımıza hemfikiriz. Bunun dışında, mevcut politik pratiklerle

ilişkili olarak, “yer”in bağlamından koparılmasının ve adeta bir nostaljik süsleme

sanatı olarak, piyasanın dinamiklerine bağlı bir soyut meta haline getirilmesinin de

vurgulamamız gereken durumlardan biri olduğuna inanıyoruz.

Bacıköy’de yaşamış nesiller için köye duyulan hasret bir altın çağ özlemidir.

Bacıköy’lü göçle beraber kapitalist bir despotizmin içine düşmüş ve köy, köylünün

zihninde fiziksel varlığından soyutlanmış, taştan kerpiçten bir ana rahmi imgesine

dönüşmüştür; özlenir ve geri dönüşün hayali kurulur. Ancak, aynı mekân yeni nesiller

için aynı imgelemi yaratmaz (bu noktada eskilerin yüzünde hep aynı ifade okundu).

Mekân- kültür etkileşimi bağlamında, günümüz mimarisinin despotik yönü nedir ve

mimarlık disiplininin/eğitiminin bu despotizmin oluşumuna katkısı var mıdır?

Rapoport, mimarların genelde ayrık (soyutlanmış) eserler ve kontrollü mekânlar

tasarladıklarından; tekrar eden ve sıkıcı mekânlar yaratan teknolojik bir söylem

içerisinde çalıştıklarından bahseder. Oysa yerel mimari doğrudan ihtiyaçtan,

anlamdan, malzemeden, gelenekten, kültürden ve kullanıcının doğal düzeninden

doğar (Bradley,1970:16).

Bu noktada, günümüz mimarisinin eleştirilen yönü; mekânın, oluşum aşamasında ve

kullanıma açıldıktan sonra dahi despotik bir söylem içerisinde bulunması ve

kullanıcının sürece katılımına imkân tanımamasıdır. Bacıköy özeli üzerinden yerel

mimari geneline baktığımızda tersi yönünde bir hassasiyet görmemiz mümkündür;

mekânların söylemi (ister yapı ölçeğinde ister kamusal mekân ölçeğinde olsun)

kullanıcının mimariyi doğrudan etkilemesine imkân tanır. Rapoport, modern

mimarinin yapması gerekenin; açık uçlu bir çerçeve inşa etmesi ve kullanıcının bu

yapıyı tamamlamasına, değiştirmesine ve yapıya kendi anlamını katmasına imkân

tanıması olduğunu söyler (1970:16). Günümüz toplu konutlarındaki tekdüze ifadenin,

kullanıcı üzerinde baskıcı bir etkisi olduğu ve ‘kişiselleştirme ihtiyacına’ cevap

verecek mimari bir söyleme sahip olmadığı açıktır. Bu noktada, kültür- mekân

etkileşiminin yok edilmesi değil, etkileşimin tam tersi istikamete çevrilmesi söz

konusudur. Doğal süreç mekânların toplum yapısına bağlı olarak değişmesini

gerektirirken, bugün toplum yapısı mekânların baskıcı söylemi altında yeniden

şekillenmektedir.

Kullanıcının mimariye etkisi bağlamında mevcut mimari anlayış eleştirilirken,

mimarlık eğitimindeki anlayışın bu eleştiriden bir pay alması (yahut paylanması)

gereği açıktır. Mimari eğitimin bu bağlamda eleştirilecek çok yönü olup; eğiticilerin

bu konudaki tavırları bir aydın despotizmi olarak görülebilir. Voltaire şöyle demekte:

“Tout pour le peuple, rien par le peuple” (Her şey halk için, hiçbir şey halkla beraber

değil) (Meriç, 1997:48).

Bu durumda bizim kendi disiplinimizin sürece katkısı -ya da katkısızlığı- hakkında bir

özeleştiri yapmamızın gerektiği düşünülebilir. Gerek eğitim, gerek mesleki uygulama

aşamalarında, mimari yaklaşımların yerel mimariyi ve öğretildiği anlamıyla

“modernite” ile entegre olmamış sosyal grupla yaşadığı temas kopukluğu; teori ve

pratik arasında var olan ikilemleri derinleştirerek, mimarı sahip olduğu etik değerler

ile piyasanın dinamikleri arasında seçimler yapmaya zorlamakta, böylece tutarsızlığa

itmektedir. Akademi-pratik-kullanıcı arasında oluşan bu açmazlar, hem piyasa etkileri

ile şekillenmiş mekanların kullanıcının bireysel ve toplumsal gereksinimlerini

karşılayamamasına yol açmakta, hem de kullanıcıyı mekan aracılığıyla sahip olduğu

kültürel bellekten ve toplumsal ilişkilerden uzaklaştırarak, toplum hiyerarşisinde sahip

olduğu rolü ve ait olduğu bağlamı yok etmektedir.

Sonuç olarak, modernizm tartışmaları sırasında insanın ontolojik sorunlarını çözmek

amacıyla yola çıkan çağdaş mimarlığın; insanın yalnızlaşmasında, yoksullaşmasında

ve çaresizleşmesinde sahip olduğu rolü göz ardı etmek mümkün değildir. Bu

durumda, bizim bu çalışmadan varmaya çalıştığımız noktaların, mimarın bu süreçteki

rolünün ne olduğunun ortaya çıkması, mimarın ait olduğu kültür ve bağlam ile

arasındaki mekan-bellek-kültür ilişkisinin ne şekilde tesis edilebileceği ve neoliberal

politikalar ile küresel kültürün propagandası karşısında insanın yerel ve özgün

değerlerinin nasıl korunabileceği ve sürdürülebileceği üzerine, ileride bu konuda

çalışmada bulunacaklar için yol gösterici olmasını ümit ediyoruz.

Calvino, Görünmez Kentler ‘de Zora diye bir kentten şöyle bahseder; “… daha iyi

anımsanmak için hep aynı kalmak ve hareketsiz durmak zorunda olduğundan, Zora

eridi, çözüldü ve yok oldu. Yeryüzü unuttu onu” (2002:66).

Bacıköy’ün yeryüzü tarafından unutulmasını engellemek için tek formül; onun

dinamizmini sağlamak, suni müdahaleler olmaksızın değişmesine/dönüşmesine imkân

tanımaktır. Daha iyi anımsanması için hep aynı şekilde yaşatılmaya çalışılması

Bacıköy’ün kültürünü ve bizzat Bacıköy’ü eritir, çözer ve yok eder. Bacıköy hakkında

çalışmaya başlarken aklımıza birçok soru düşmüştü ve çalışma neticesinde tüm bu

soruların var olma sebebinin bizi bir tek soruya yönlendirmek olduğunu gördük; bu

dinamizm nasıl sağlanır?

Bu sorunun kesin bir cevabını bulmak zor, seçenekler önermek ise başlı başına bir

meşakkat. Bizim bu çalışmada amacımız doğru soruyu teşhis etmekti, alternatif tedavi

önerileri ise başka bir çalışmanın konusu.

KAYNAKÇA

Andrew Ballantyne, Gillian Ince. (2010). “Rural and urban milieux”, içinde Rural and

Urban: Architecture Between Two Cultures. Andrew Ballantyne ed., London and

New York: Routledge Taylor and Francis Group, 1-27.

Aran, Kemal. (2000). Barınaktan Öte: Anadolu Kır Yapıları, İstanbul: Ofset

Yapımevi.

Auge, Marc. (1999). An Anthropology for Contemporaneous Worlds. trans., Amy

Jacobs. Stanford, California: Stanford University Press.

...........Auge. (1998). A Sense for the Other, The Timeliness and Relevance of

Anthropology, trans., Amy Jacobs. Stanford, California: Stanford University Press.

...........Auge (1995). Non-Places, Introduction to an Anthropology of Supermodernity,

Terc. John Howe, Biddles Ltd., Guilford & Kings Lynn, London.

Bradley, Russ V.V. Jr. (1970). “A Critical Analysis of the Writings of Amos

Rapoport”. Journal of Architectural Education. 24 (2/3): 16-25.

Calvino, Italo. (2002). Görünmez Kentler. çev. I. Saatcioğlu. İstanbul: Yapı Kredi

Yayınları.

Cengizkan, Ali, Didem Kılıçkıran. (2010). “From the ‘model village to a satellite

town’ reading change in Temelli through the transformation of its residential

landscape”, içinde Rural and Urban: Architecture Between Two Cultures Andrew

Ballantyne ed., London and New York, Routledge Taylor and Francis Group, s. 190-

207.

de Certeau, Michel. (1988/1997). The Practice of Everyday Life. trans. Steven

Rendall, University of California Press: Berkeley and Los Angeles, California.

Erdoğan, Abdülkerim. (2007). Tarih İçinde Polatlı. Doğuş Matbaası: Polatlı.

Erman, Tahire (2011). Kentsel Dönüşüm Projesi ile Dönüşen/Dönüş(e)meyen

Yaşamlar: Karacaören-TOKİ Sitesindeki Günlük Yaşam Pratikleri, Mimarlık ve

Gündelik Yaşam, Dosya 27, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankara: 25-

31.

İnalcık, Halil. (2000). Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I. Cilt:

1300-1600. Terc: Halil Berktay. İstanbul: Eren Yayıncılık.

Jacobs, Jane. (2004). Dark Age Ahead. Random House: New York.

Kalaycıoğlu Sibel, B. Duduhacıoğlu, H. Karaçalı, D. Beyaz (2009). “Mekanda

Değişimin Algılanması: Ankara Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşümü”, VI. Ulusal

Sosyoloji Kongresi. Toplumsal Dönüşümler ve Sosyolojik Yaklaşımlar, 6. Ulusal

Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi: 893-910.

Kural, Nerkis. (2009). Parameters of Sustainability in Urban Residential Areas: A

Critique of Temelli, Ankara. unpublished PhD Thesis. METU, Ankara.

...........(1995-2007). People and Environment, Unpublished lecture notes, Bilkent

University, Faculty of Art and Architecture, Dept. of Interior and Environmental

Design.

...........(2009-). Fundamentals of Site Planning (Sustainable Urban Design),

Unpublished lecture notes, Middle East Technical University, Faculty of Architecture,

Dept. of Architecture.

Küçükbasmacı, Gülten. (2012). “Halk Anlatısının Sözlü Kültür Ortamlarında Değişim

ve Dönüşüm: Oda ve Konak”. Turkish Studies, 7(2) :769-792.

Meriç, Cemil. (1997). Sosyoloji Notları ve Konferanslar. İstanbul: İletişim Yayınları

Rapoport, Amos. (2005). Culture, Architecture, and Design. Chicago: Locke Science

Publishing Company, Inc.

.............(1998). “Using ‘Culture’ in Housing Design”. Housing and Society, 25(1&2).

http://www.housingeducators.org/Journals/H%26S_Vol_25_No_1-

2_Using_Culture_in_Housing_Design.pdf (11 Haz. 2013 de bakıldı).

Rudofsky, Bernard. (1964). Architecture Without Architects, Doubleday & Company

Inc., Garden City, New York.

Russel, Bernard H. (2006). Research Methods in Anthropology, Qualitative and

Quantitative Approaches, New York: Altamira Press, Rowman&Littlefield

Publishers, Inc.

Sheldrake, Philip F. (2007). “ A Spiritual City? Place, Memory and City Making”

Architecture, Ethics, and the Personhood of Place, içinde Gregory Caicco,

ed..Hanover and London: University Press of New England, 50-68.

Williams, Raymond. (1995). The Sociology of Culture. Chicago: The University of

Chicago Press.

http:// bacikoy.wordpress.com

http://www.arkitera.com/soylesi/index/detay/mimarligin-globallesmesi-bizi-nereye-

goturuyor_-tekduzelige/540 (Haz. 2013 de bakıldı)