Upload
metu
View
0
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Kültürün Yerleşkesi Mimari: Bacıköy Üzerinden bir
Sorgulama
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Ankara
Dr. Nerkis Kural, Cem Dedekargınoğlu, Reha Oğuzhan Türel, Gökçe Altay,
Burcu Tuncel
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Ankara
Anadolu tarihinde, Roma döneminden beri birçok medeniyetin izlerini taşıyan
Bacıköy, 14.yy.da Taptuk Emre’nin kızı Bacı Sultan’ın yatırı ve camii ile yörede
adını perçinledi. Bugün karşımızda terk edilmiş, topraktan bir yıkıntı olarak duran
yerleşme, yaşamının izlerini sürdürmeye devam ediyor. Yapılan sözlü tarih ve alan
çalışmasında, bu izlerin orada daha evvel yaşamış Bacıköy’lüler tarafından nasıl
hatırlandığı saptanırken, bu saptamalardan mekan ve kültür arasındaki etkileşim ile
mekan ve hikayenin birlikteliği, sürdürülebilir kentsel tasarım kıstasları çerçevesinde
gözlemlendi.
Çalışmada, Bacıköy özelinde, mimarlığın yaşam, bellek ve kültür ile olan ilişkisi;
kullanıcıların mekansal değişimler sonucunda yeniden şekillenen toplumsal
hiyerarşileri, üretim ve yaşam şekilleri; değişimin getirdiği soru ve sorunları ile
topluluk olarak birbirleriyle ve kent ile sahip oldukları ilişkiler incelendi. Köyün yer
olarak tarihsel bağlamının kentlileştirme kültürü üzerinden, göçlerle birlikte yaşadığı
aşınmanın sonuçları belgelendi. Marc Auge’nin antropolojik yaklaşımı çerçevesinde
Bacıköy’de kimlik ve aidiyet duygularının evrensel çizgisi tarihi ve mekansal kurgusu
ile dayanışma, sevgi ve saygı içinde devam ettirilmeye çalışıldığı gözlemlendi.
Çalışmalar, araştırmacıları sadece konu özelinde mekanların ve kullanıcıların
değişimleri hakkında yargılara ulaştırmakla kalmadı; kendileri, eğitimleri ve
disiplinleri hakkında sorgulamalar yapmaya itti ve belli yargılara ulaşmalarını sağladı.
Anahtar Kelimeler: Kentlilik, kültürel peyzaj, yer, kimlik.
Bir yerin hikayesi
Bacıköy, tarlaların içinden kıvrıla kıvrıla giden bir yolun sonunda, tepeler silsilesi
arkasına saklanmış ve nihayet bir tepenin doruk noktasına ulaşıldığında kalabalık bir
aile fotoğrafı gibi kendini ortaya koyan, mimari betimlemelere meydan okuyan bir
yaşanmışlık ve terkedilmişlik sergiler. Onlarca pencere, bizi izleyen gözler gibi,
birşeyler anlatmaya hazırdır sanki. Bu anlık karşılaşma/yüzleşme bu yerin tüm
hikayesini dinlemeye yöneltir seyredenleri. Öyle hikayeler ki, bir kültür düşünürü
olarak Michel de Certeau’nun deyimiyle, mekansal analizler için çok zengin bir
kaynaktır; her hikaye bir gezi, bir mekansal uygulama/pratik, bir yer düzenleyicisidir
(1988:115). Her tanım, kültürel bir yaratıcılık biçimi/davranışıdır (de Certau,
1988:123). de Certeau’nun modernist plancılığı suçlarken nostalji yaşamadığını,
sadece, tarih içermeyen bir yaklaşımla insan hikayelerinin yok sayıldığını, halbuki
gündelik hayatta mimarlık ve planlama kadar bu hikayelerin de insanlar tarafından
yerleşmelerin-kentin- yaratıcı yaşam biçimleri için kullanıldığını belirttiğine işaret
eder Sheldrake (2007:61). Diğer bir Fransız düşünürü, Paul Ricoeur da hikaye
olmazsa iki tehlike ile karşı karşıya kalacağımızı aktarır : “...insan dayanışmasının
çökmesi (hikaye paylaşımı insanları kaynaştırır/ birbirine kenetler), ve statüko
değişiminin veya yenilenmesinin önemli bir itici gücü olarak ortadan kalkması”. Yine
Sheldrake, Certeau’nun da aynı şekilde “...hikayeye yer verilmesinin kentin bir
yapılar ve mekanlar birikimi değil bir sosyal topluluk olarak oluşmasında hayati
önemi olduğunu ve hikaye anlatımının bir “yerin” tarihini kucakladığını; geçmişe
saygı duyulmadığında bir kent işlevsiz ve tehlikeli olacaktır” demiştir (2007:61).
Bu çalışmanın amacı Bacıköy’ün kültürünü mekan üzerinden sorgulamak ve anlamak,
bugününe bazı sorular yöneltmek, mümkün olursa çıkarımlarda bulunmak. Tarihi,
Selçuklu dönemine uzanan Bacı kariyesinin (bölgenin ilk kazası) bir oba yerleşimi
olarak başlaması, bu güne kadar sürmesi, tutarlı ve bütüncül bir çevre oluşturması,
1980’lerden sonra göçle birlikte sosyal anlamda yavaş yavaş çözülürken, kerpiç
köyün yağmur altında erimeye de başlaması hüzünlü ve dikkat çekicidir. (Bkz. Şekil
1, 2)
Holistik bir inceleme olarak başlayan çalışmada, köyün bütüncül, doğa ile barışık bir
yapılı çevre örüntüsünün oluşturduğu mimarlık kültürünün nasıl bir süreç, nasıl bir
algı, nasıl bir sosyal dayanışma ve gelenekler içinde süregeldiğinin izlenmesi
Şekil 1. Bacıköy’ün Eski Görünümü
Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi
Şekil 2. Bacıköy’ün Yeni Görünümü
araştırmanın temelini oluşturdu. Köyün boşalmasını, sürecin sebeplerini birebir
yaşayanlarla yüzleşilerek anlanmaya çalışıldı; kendi içinde tutarlı, sürdürülebilir,
kültürel zenginliği olan bir topluluğun yer değiştirmesi ve/veya göçmesi ile giderek
doğadaki izlerinin kaybolması yaşandı. Marc Auge’nin de dediği gibi tarih bitmek bir
yana, gözümüzün önünde sürüyor ve bizi de parçası haline getiriyordu (1998: xi).
Bacıköy yerinde direniyor- ama biz onu de Certeau’nun deyimiyle yazıya döktük.
Bunu yaparken antropolojik bir çerçevenin gerekliliğini görerek sosyal antropoloji
alanındaki yabancılığımızı/çekingenliğimizi hafifletmek için, biz mimarlar grubuna
da tanıdık gelen yer / yersizlik tartışmasını sürdüren Auge’nin antropoloji alanındaki
çağdaş görüşlerinin yol göstericiliğine sığındık.
Antropoloji ve Çağdaş Birey
Bugün içinde bulunduğumuz ve birbirimizle olan ilişkilerimizi anlamak ve
yönetmekte zorlandığımız bir sosyal anlam krizinde antropolojiye olan ihtiyacımızı
sorgulamakta Marc Auge. Bu sorgulamanın öncesinde söz konusu krizin çeşitli
durumlarını ve biçimlerini anlamak için teknolojik olarak çok gelişmiş gündelik
çevremize bakmış; ve havaalanları, supermarketler, dahası, soyut mekanlar
diyebileceğimiz haber ve görüntü ekranları, kablo ağları, radyo dalgaları ve uyduları
gibi çağımız mekanlarını yersiz/yerden yoksun (nonplace) olarak tanımlamış; bunları
yer (place) karşıtı kabul etmiştir. Bu yersizliğin karakterize ettiği günümüzü
süpermodernite olarak adlandırırken kültürel antropologların insanların kimliğini,
karşılıklı ilişkilerini ve ortak geçmişlerini çözümlemek için yer’e baktıklarının da
altını çizmiştir (Auge, 1999:ix).
Dahası, Auge, günümüzde modernitenin süpermodernite-üçlü aşırılık- bağlamında
devam ettiğini belirtir; bilgide aşırılık, görüntüde aşırılık ve aşırı
“kişisellik/bireysellik” değerlerinin kimlik tanımında etkin olan ötekilik sorunsalının
antropoloji açısından nasıl ele alınacağını sorgular (1998:xiv). Auge’nin dikkati çeken
diğer bir özelliği antropoloji alanında egzotiği değil modern insanı inceleme dürtüsü,
dünyaların çağdaşlığı ve kültürün yoğurganlığı/akışkanlığı (plasticity) düşüncelerine
sahip olmasıdır.
Antropoloji tanımını Auge sosyal anlam üzerinden yapmakta ve sosyal/toplumsal
anlam birarada yaşayan insanların varoluşlarına atfettikleri anlam olarak
nitelendirmektedir (1998: 26). Ona göre sosyal anlama iki eksen üzerinden erişilir: 1.
Kimlik/aidiyet- kişinin üyesi olduğu çeşitli sınıfsal kimlikler-toplumsal veya kişisel
olarak, 2. Bağıntı veya ötekilik-kişi veya grup olarak aynılık/farklılık. Temel hedefi
birey veya toplum kimlikleri tesis etmek, çoğaltmak veya yenilemek olan adetler de,
ya kişisel/toplumsal veya aynı/farklı kategorilerinden etkilenirler. Bir anlamda sosyal
ve kişisel birbirlerinin gölgesi gibidir (Auge, 1998:29).
Auge, antropolojik çalışmalara yaklaşımda günümüzde önemli bir değişikliğin
meydana geldiğini, güncel tarih incelemesini şekillendiren inanışın değişerek,
geçmişin günümüzü açıkladığı görüşü yerine şimdiki zamanın geçmişi bir veya birkaç
şekilde okumayı mümkün kıldığını belirtmekte (1999:3). Bunun bizim için anlamı:
Bacıköy’e bugünün söylemleri çerçevesinde baktığımızda (mesela sürdürülebilir
yaşam, modern mimarlık, yerel mimari) yeni tartışmalara girebiliyor olmamız.
(Köyden göçedenlerden Nuh Pekcan, “o zaman hepimiz evlerimizi terkedip
apartmanlara koştuk, bilirmiydik böyle olacağını” demekte. “Annemin hergün
tahtalarını ovduğu, ayak bastırmadığı ahşap merdivenimizi yakacak olarak kullandık”
derken canının acıdığını hissettirmekte.)
Auge, antropolojinin incelediği mekanın insanlar tarafından kullanılan mekan
olduğu, o mekanın okunurluğunun, orada yaşayanlar tarafından, sosyal varoluşlarını
ve düzen ilkelerini (schemata) yansıtan sembollerle donatılarak arttırıldığını söyler.
Simgelenen üç ana tema - birbirine geçmiş olarak- kimlik, bağıntı ve tarihtir. Bir
topluluğun mekanını simgeleştirme şekli ise bireylerin kişiliklerini belirleyen ve
deneyimlerini oluşturan etkendir (Auge, 1999:5). Antropolojide sembollerin
incelenmesi, iki anlamda gerçekleşmekte: birincisi, ötekinin kendini nasıl
ötekileştirdiği-bunu kimlik tespiti takip eder; ikincisi ise anlam -sosyal anlam-
insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl sembolize edildiğidir. Auge, sonuçta
antropolojinin adetlerle (ritual) ilgilendiğini, bunun da çağdaşlaşan dünyamızda
politik adetlere dönüştüğü veya politik adetler anlamına geldiğini söylemektedir
(1999:57). Bacıköy özelinde bu adetler incelendiğinde köyün önemli sosyal
etkinlikleri arasında yer alan düğün, cenaze, Cuma/bayram namazları, asker uğurlama
gibi ritüellerin, göç edenlerin zihinlerinde köy ile ilgili yer etmiş önemli kavramlar
olduğu saptanmıştır. Ayrıca, Bacıköy’ü çevresindeki diğer yerleşimlerden
farklılaştıran kültürel ve sosyal bağlamının topluluğun ortak hafızasında ve çevre ile
ilişkilerinde topluluğa statü sağlayan bir yer edindiği de alan çalışmasında izlenmiştir.
Auge’ye göre (Bacıköy’ü anlamaya çalışırken), kabul etmemiz gereken bir olgu,
çağdaşlık. Antropoloji dünyasında bugün çarpışan çeşitli görüşlere Auge’nin yanıtı
şöyle: “nihayet, tüm insanlar çağdaş olduklarını söyleyebilir” ve sözkonusu çağdaşlık
antropolojik çalışmalarda yenilenmeyi getirir, araştırmalara nesnesini sağlar
(1999:38). Çağdaş antropolojide, tarafların farklı ve eşit olmayan durumlarına
rağmen, diyalog esnasında, taraflar tanıştır bu evrende; çünkü çağdaşlık dünyadaki
değişimden dolayı zorla kabul ettirilmiştir taraflara (Auge, 1999:50). Ancak burada da
bir çelişki söz konusudur, çünkü her an yeniden inşa edilen dünyaların çeşitliliği ve
anlamların çeşitliliği mümkün olmakta. Antropoloji aynı zamanda birbirine bağlantılı
bu “dünyaları” anlamaya yönelik olarak bu sık dokulu, karmaşık çağdaşlık yapısını
çözümleyecek yollarla ilgilenmelidir. Hem özgünlükler, hem göreceli evrensellikler
eski sosyo-kültürel sınrların yerine yenilerini koymaktadır (Auge, 1999:90).
Bacıköy’de tarihi yerleşmenin boşalması, köye geri dönüş düşünceleri ve köyün
geleceği üzerine fikirler çeşitlenirken bir kimlik krizinin yaşanıp yaşanmadığı
sorgulanmış, Auge’nin açıklamasına göre kimlik saptamasında kullanılagelen
ötekiden ayrı olma biçimleri krize girdiği için bir anlam krizinin de tetiklenip
tetiklenmediği olgusu Bacıköylüler ile tartışılmıştır. Ritüellerin hala köyde biraraya
gelerek yerine getirilmesi, akraba evliliklerinin yaygınlığı, dışarıdan “kız alma”, ama
vermeme, 1920’lerde Temelli’ye yerleştirilen muhacirlerle hala az ilişki... Buna göre:
Gazi Mahallesi, Temelli, Temelli TOKİ konutları, Polatlı ve Ankara’da oturan
Bacıköylülerin köye ve tersine göç düşüncesine yaklaşımlarına bakacak olursak, ilk
üç yerleşimde oturan göçmenlerin köyle bağlarının kopmadığı, sıklıkla köylerini
ritüeller için ziyaret ettikleri; köyün orta yaş ve üstü eski sakinlerinin, hala yöredeki
bahçelerinde ve tarlalarında çiftçilik yaptıkları saptanmış, bu yaş grubuna geri dönüş
ve köyün yeniden imarı hakkında sorulan sorulara çoğunlukla olumlu yanıtlar
alınmıştır. Öte yandan, son iki yerleşimdekilerin ve ilk üç yerleşimdeki orta-yaş altı
göçmenlerin kent ile bağlarının önceki kuşaklara göre daha güçlü olduğu ve göç ile
değişmekte olan sosyal rollerine daha rahat uyum sağladıkları gözlemlenmiş; bu
anlamda yeni kuşağın köy ile bağlamsal bir kopukluğu olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Bacıköy Kalkınma ve Dayanışma Derneği üyeleriyle yapılan görüşmelerde yinelenen
“genç kuşağın köye ilgisizliği” vurgusu bunu kanıtlar niteliktedir.
Auge, kimlik krizinin tartışılmasının anlam krizinin ve “öteki” krizinin incelenmesini
beraberinde getirdiğini söylemekte. Bunun için de bireylerin mekansal dolaşımlarını
gözlemlemenin önemine işaret etmiş ve de Certeau’nun mekan-yaya retoriğine dikkat
çekerek, günümüzde bireye aracılık edebilecek söylemlerin çok karmaşık hale
geldiğini veya çöktüğünü, doğrudan bireye başvurulması gerektiğini söylemiştir
(1999:94).
Çağdaş dünyada bireylerin dünyasını tanımlamak birkaç “dünyayı” birleştirmeyi
gerektiriyor ki bu da oldukça zor görünüyor, çünkü bireyin dünyası bir de görüntüler
dünyasını içeriyor; her iki dünya ayrıca dini ve siyasi dünyalardan etkileniyor (Auge,
1999:108). Bunun ötesinde, dünyaların çağdaş kentin gerçek dünyasında biraraya
geldiğini ve deneyimlerin mekansal olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz. Kentin
edebiyatta, resimde ve hatta müzikte betimlendiğini söyleyen Auge, bireylerin, basit
de olsa, kendi betimlemelerini yaptıklarını, kentle ilişkilerini, tarihine nasıl
bağlandıklarını, kentin içinde nasıl dolaştıklarını anlattıklarını söyler. Ancak bugün
bir “kentsel kriz”den söz ederken sadece planlama, mimarlık ve sosyolojik
sorunlardan değil, giderek daha derinleşen, kenti kendimiz için betimleme
zorluğundan bahsediyoruz der. Bu bakımdan kent krizi çağdaşlığın betimlenmesine
dayanan bir krizdir Auge’ye göre (1999:109). Bacıköy’de bu “dünya
çeşitlenmelerinde” belleklerde yaşayan ve paylaşılan mutlu bir dünya ile şimdiki
yerlerinde çeşitlenmiş ve değişken duygularla anlatılan, kimi zaman hüzünlü, çaresiz,
kimi zaman çekimser veya kabullenmişlik ifadeleri ile karşılaşıldı; kentlilik
olgusunun günümüz Türkiye’sinin de etkisinde olumlu bir algısal nitelik taşımadığı
izlendi.
Yukarıdaki gözlem Auge’yi çağdaş mekanları ve çağdaş dünyaları tanımlamak için
kullandığı iki kavrama yöneltiyor: yer/yer olmayan ve modernite/süpermodernite. Yer
sembolik veya deneysel, gerçek mekanı ve kişilerin onunla ilişkisini, diğerleri ile olan
ilişkisini ve ortak tarihlerini içermekte; buna karşılık yersizlik ne kimlik, ne bağıntı ne
de tarih içermektedir. İlaveten, birisi için yer olan, bir diğeri için yersizlik veya tersi
olabilir. Çağımızın özelliği yer olmayan yerlerin (havaalanları, AVMler, otoyollar,
süpermarketler, vs.) giderek çoğalmasıdır. Bu mekanlar insanların tüketici veya yalnız
yolcu olarak ortak veya yanyana kullandığı, ancak beraber yaşamadığı alanlardır.
Auge bu yerleri ve neticesinde oluşan düşünce biçimini ve toplum ilişkilerini
modernite karşıtı, süpermodernite olarak tanımlar (1999:110). Bacıköy’ü
terkedenlerde yer’in çekimi geri dönme, köye yerleşme tutkusu olarak
gözlemlenmektedir.
Mekan – Kültür – Mimarlık İlişkisi
Araştırmanın anahtar kelimelerinden kültür, algısı itibariyle karmaşık görünse de
tanımı bugün oldukça bilindiktir. Biz bu tanımlar içerisinde Avustralyalı mimar Amos
Rapoport’un (1929- ) uzun yıllar konut ve kültür çalışmalarında, yerel mimarlık
örneklerinden aktarımlarla sürdürdüğü konut tasarım ilkeleri için kullandığı
söylemlerin “kültürün yerleşkesi mimarlık” başlığımız için de geçerli olduğunu kabul
ettik. Rapoport’un kültür tanımına dönmeden önce, Auge’nin kültür tanımına
bakarsak: “kültür, insanların faal olarak katıldıkları tarihsel pratiklerden doğar” diyor
Auge (1998:76). Auge, tüm kültürleri küresel anlamı ile tanımlarken demokratik
idealizmin sosyal ayrıştırmaya karşı olduğuna işaret etmekte, ancak kültürlerin
eşdeğer olmayabileceklerini de belirtmekte (1998:75).
Kültürel sosyoloji alanına katkısı ile bilinen Raymond Williams, antropolojik ve
sosyolojik olarak kültürü bir topluluğun veya sosyal grubun tüm hayat tarzı olarak
tanımlamakta (1995:11). Rapoport ise benzer yaklaşımla kültürü üç ayrı, ama birbirini
tamamlayıcı gördüğü özellikleri ile betimliyor: kültürü bir grubun hayat biçimi olarak
kabul ederken, ikinci tanımı kültürü anlamlar ve şemata olarak sembollerle aktarılan
bir sistem olarak belirliyor; diğer bir tanımı ise bir grubun ekoloji ve kaynaklara bağlı
olarak hayatta kalmak için uyarlayacağı strateji seti oluyor (1998:3)
İnsan ve çevre arasındaki ilişkiyi yansıtan mekanizmaların büyük bir bölümünün
kültürel veya kültürle alakalı, kültürle değişkenlik gösterdiğini belirten Rapoport
bunları şöyle sıralamaktadır: fizyolojik özellikler / anatomi-ergonomi /algı / idrak-
biliş /anlam / duyarlılık / değerlendirme / davranış-faaliyet /destekleyici olmak
(2005:13). Bunlara zaman içinde yeni mekanizmalar veya yeni bilgiler eklenebilir.
Bu mekanizmaların, kültürle ilişkilerinde, aralarında oluşabilecek farklılıklar da şu
şekilde ortaya çıkıyor: mesela algıda kültürün etkisi zayıf iken, biliş-idrak kültürden
çok etkileniyor. Anlam-duyarlılık ve değerlendirme etkileşerek, birarada çalışabiliyor.
(Rapoport, 2005:39). Bacıköy anketlerinde öne çıkan çevre betimlemelerinin
Rapoport’un sıraladığı ilişki özellikleri ile örtüştüğünü izledik. Bir kültürün nasıl
dağıldığı, yer değiştirdiği ve mekana yansıyan kültürel özelliklerin belleklerde
bıraktığı izleri ve yeni yaşam yerlerinde bu kültürel özelliklerini koruyamadıklarını
deneyimledik. Temelli’ye taşınan Muhittin Pekcan (55) kendisini burada “sığıntı” gibi
hissettiğini söylemekte-Bacıköyü terketmenin ona ağır geldiğini hissettirmektedir.
“Kültürün yerleşkesi mimari” derken kastedilen, tek bir yapı üzerinden
kavramsallaştırılan mimarlık olmayıp kültürün etkilediği en soyut ve dolayısı ile en
karmaşık çevre kavramından, en somut ve en basit tanıma kadar bir yelpaze
anlaşılmalıdır. Aynı paralelde, Rapoport’un yaptığı sınıflamada birbirini tamamlayan,
amaca göre birarada veya tek başına kullanılabilir çevre tanımları görmekteyiz (2005:
24) :
1. Mekan, zaman, anlam ve iletişim düzenlemesi.
2. Bir sahne ve/veya davranış ortamı sistemi (setting).
3. Kültürel peyzaj.
4. Sabit, yarı-sabit ve sabit olmayan elemanlar bütünü.
Mekan-zaman-anlam-iletişim çeşitli ölçeklerde, fiziki bir kültürel peyzaj
oluştururken, bu peyzaj çeşitli aktivitelerin yer aldığı bir ortam olarak; sabit, yarı-sabit
elemanlardan meydana gelmekte ve sabit olmayan elemanların (ağırlıklı olarak
insanlar) kullanımına sunuluyor (2005:25). Rapoport’a göre bu sınıflama iç mekan
tefrişinden bölgeye, tüm ölçeklerden kesitleri içeriyor. Bacıköy’ü bir “kültürel
peyzaj” olarak ele aldığımızda doğal peyzajın kültürel peyzajın bir parçası
olduğundan söz edebiliriz (anketlerde, doğal peyzaj ayırımı yapılmadığını görüyoruz).
Tasarımdaki bütünlük- peyzaj tasarımı, kentsel tasarım, mimari tasarım ve iç tasarım-
tek bir sistemin çeşitli parçalarından oluşmuştur. Çevreye uyarlanan değişimin düzeyi
-el değmemiş tabiattan insan eliyle şekillendirilen tabiata geçiş- doğalın da kültürel
hale gelmesidir. Rapoport’un da altını çizdiği gibi, kültürel peyzajların en önemli
özelliği, alıştığımız anlamda ‘tasarlanmamış’ veya çok az tasarlanmış olmaları;
insanların sayısız ve bağımsız kararlarının uzun bir zamana yayılmasının sonucu
olmaları. Ama çok belirgin bir karaktere sahiptir bu kültürel peyzaj ve tek bir ipucu
bile teşhisini olanaklı kılar (2005:31). Bunun nasıl mümkün olduğu sorusunu ise
insanların peyzajlarını paylaştıkları kültürel şemata ile yaratmaları diye cevaplar
Rapoport (2005:32).
Çevre tasarımında kültürün anlaşılmasının ve dikkate alınmasının çok önemli
olduğunu savunan Rapoport bunun hala ispatlanması gereken bir hipotez olduğunu,
ancak bu konuda çok veri bulunduğunu ve gözlem yapılabileceğini belirtir (2005:36).
Bacıköy’ün belleklerden aktarılan ve şimdilerde de gözlemlenebilen mimari
özellikleri bu savı destekleyebilecek niteliktedir.
Kültürel peyzaja dönecek olursak, Rapoport, bu çevrelerin insanların paylaştıkları
tercihlerden-idealler, imgeler ve şematada yer alan benzer özelliklerden-
kaynaklandığını ve sonuçta tanımlı bir bütün oluşturduğunu belirtir. Belleklerdeki
Bacıköy olumlu bir kültürel peyzajı yansıtmakta, belki Rapoport’un da üstünde
durduğu gibi ihtiyaçtan ziyade (genellikle gizli kalan) istemden doğan bir Bacıköy’ü
çağrıştırmaktadır. Tasarımın da odağında bulunan olumlu çevre kalitesinin de
ikincisinde yattığını belirten Rapoport’un çevresel kaliteyi tanımlayış biçiminin
Bacıköy’lülerin bakış açısı ile örtüştüğü söylenebilir. Çevresel kalitenin iki yönlü
tanımlanabileceğini, birinin fiziksel, diğerinin psikolojik, bio-sosyal ve kültürel olarak
tercihleri etkilediği, bunun da ihtiyaçlar ve istekler olarak daha iyi çevrelerin
yaratılması için birlikte ele alınmasının gerekliliği üzerinde duran Rapoport (2005:
57), Bacıköy araştırmasında ortaya çıkan sonuçlara da ışık tutmakta. Köy belleklerden
silinememekle beraber, değişen yaşam koşulları ve ihtiyaçlardan dolayı terkedilmiştir;
ihtiyaçlar ve isteklerin ayrışması sonucunda ortaya çelişen duygular/hüsran/gerilim
saçılmaktadır. Bu durumun günümüz tasarım süreçlerinde dikkate alındığı iddia
edilemez.
Çevre kalitesi (dolayısı ile yaşam kalitesi) ile insanların çevre seçimi arasında bir bağ
olduğu; seçilenin, çevrenin algısal bir çoklu duyusal deneyimler toplamı açısından
“estetik” olarak tanımlanabileceği gibi, tüm duyuları ilgilendirdiği için “ambiyans”
olarak nitelenebileceği görüşü (Rapoport, 2005:61) estetik konusuna da Bacıköy
bağlamında bir açıklama olarak kabul edilebilir.
Rapoport günümüz çevre-kültür ilişkisini hayat tarzları üzerinden okumayı uygun
görüyor: çünkü ona göre kültür bugün geldiği noktada çok soyut, karmaşık ve genel
(2005:94). Bacıköy’lüler de bugün farklı hayat tarzları ile ayrışıyor: Köyde aileler
yatayda yoğunlaşarak ihtiyaca göre artan birimlerde, Temelli’de 2-3 katta dikey
olarak yaşıyor, kentte ise apartmanda oturuyorlar.
Bacıköy Yerleşmesinin Özellikleri
Bacıköy Anadolu’daki kırsal yerleşmelerin yerel mimari özelliklerini paylaşır.
Selçuklu zamanında, henüz ticari canlılığını kaybetmemiş bir bölgede (İpek Yolunun
Ankara Çayı yakınlarından geçtiği dönemde), ancak Anadolu’nun güvenliksiz
ortamında korunma amaçlı bir yer seçimi yapılarak, iki tepenin arasına-bir dere
yatağına da inen yamaçlara konumlanmıştır. 1310 yılında vefat ettiği belgelenen Ahi
büyüğü Bacım Sultan’ın türbesi köyde caminin yanında olup zaviyesi bugüne
ulaşmamıştır (Erdoğan, 2007:55).
Köyün morfolojisini Bernard Rudofsky’nin “mimarsız mimarlık” anlatımlarında
kullandığı başlıklarla tanımlayabiliriz (Bkz. Şekil 3):
Yer seçimi- Rudofsky modern insanın gün geçtikçe anakronistik yerleşmelere ilgi
duyduğunu ve bu yerlerin kentliler için bir sığınak haline geldiğini; araba takıntısı
olmayanların buralarda bir “gençlik çeşmesi” bulduklarını söylüyor (1960: 37).
Yüzyıllar öncesinden korunma, gizlenme amacı ile bir sel yatağına yerleşmiş
olmaları, mevsimsel seli olağan kabul edip, suyun durması ile günlük yaşamlarına
devam etmeleri Bacıköy yerleşmesinin özelliği. (Nuh Pekcan köy dışına taşınan yeni
mahallenin de Bacı diye nitelenmesine bile karşı).
Tek tip yapı- Rudofsky tek tip yapı tipolojisinin monoton sayılamayacağını;
topoğrafyadaki değişimler beraberinde, yapılarda standarttan farklı ölçülerin
kullanılması küçük değişikliklerle sonuçlanıyor ki bu da bütünlük ve çeşitlilik
arasında tam bir dengeyi sağlıyor demekte (1960:56). Bacıköy’ün bütününü
karakterize eden bu tek tip yapı özelliği içindeki çeşitlemeler köyü çekici kılmakta;
alçak gönüllü bir mimari ifade doğal peyzaj ile birleşerek sakin, huzurlu bir görüntü
ve estetik yansıtmaktadır. (Bkz. Şekil 4)
Köy odaları, konak, kahvehane ve çamaşırhaneler, okul gibi sosyal yapılar da bütünün
parçası. Varlığından bahsedilen, sayıları üçü geçmeyen köy konakları, köyün varlıklı,
geniş toprak sahibi ailelerine ait olup, misafir ağırlamada, özel günlerde köyün önemli
sosyal merkezleri oluyor, büyük kalabalıklara yemekler veriliyor. Tarihi Bacıköy
Camisi ve Bacı Sultan yatırı köyün bugün de yaşatılmasının başlıca nedeni.
Doğa ile içiçe- Rudofsky’e göre bembeyaz yapıların doğanın içinden fışkırması
(alışılagelinmiş) yerelin insanın sanatsal gücünü tetiklediği şeklinde algılanabilir
(1960:58). Bacıköy’de beyaz badana izleri taşıyan, kerpiç yapıların yıkıntıları dahi
geçmişe göndermelerde bulunmakta, birbiri üzerinden her iki yamaçtan aşağı
dökülen, çotakların yatay çizgileri ve aynı küçük pencerelerle bezenmiş cepheleri,
verandaları, dışarıdan merdivenlerle ulaşılan ikinci katları buradaki yereli
tanımlamakta ve bu uyumu hiçbirşey bozmamaktadır. İmmi Babaoğlu 15 yaşinda
terkettiği köyün görüntüsünü “tepeden baktığınızda biblo gibiydi” diye hatırlamakta.
Doğa gündelik hayatın parçası olarak deneyimlenmekte, ağaçlarla bezenmiş boşluklar
yapılarla bütünleşmekte; yerleşmenin dışında kalan bağ ve bahçeler, tarlalar gündelik
hayatın tümünü kaplayan “iş” yerleri olarak görülmektedir.
Avlular- Tarih boyunca köyde yaşanan yer darlığı, topoğrafyanın genişlemeye
elverişli olmaması, ihtiyacı karşılamak için ek yapılara gereksinim evlerin avlularını
kısıtlamıştır. Kamusal alan ile mahrem açık alanlar arasındaki sınırlar zaman zaman
ortadan kalkmış, sokak ve ev birlikte varolmuştur..
Çatılar- Çotak denilen düz, toprak çatıları bu gün de izlemek mümkün. Çatıya serilen
toprak özel olarak su geçirmeyen, yalıtım gücü yüksek cinsten. Ancak her mevsim
bakımı yapılmadığında su tutma özelliğini yitiriyor; yağmur suyu koruduğu kerpiç
duvarlara zarar veriyor.
Yerelde incelikler- Kerpiç mimarisinin gerektirdiği malzeme kullanımındaki (toprak
çeşitliliği, kerpiç karışımları, mevsimsel hazırlıklar ve uygulamalar), yapısal detaylar,
yüzyıllar boyu yaşatılmış. Konakların ahşap işçiliğinin, dolap ve tavan süslemelerinin
belleklerde yer eden anlatımları dışında bugüne bir şey ulaşmamış olması, bir devrin
kültürel değerlerinin yok olduğuna, kıymetinin bilinmediğine işaret ediyor.
Araştırma Metodolojisi
Araştırma süreci, bir grup mimarlık öğrencisinin tarihin derinliklerinden bugüne gelen
bir yeri deneyimleyerek; o yerde yaşayanların belleklerinde sakladıkları ile bugün yer
değiştirmelerinin etkilerini izlemek; ve mimarlık üzerine bir katarsis olarak belirlendi.
Mimarca bakış açısı antropoloji ile derinleştirerek modern dünyada kırsaldan göç
eden kişilerin kente geçişleri incelendi; yaşam-mekan arasındaki bağın ipuçları
arandı. Güncel mekan düzenlemelerinin (mimari tasarım) yaşam biçimleri ile
çakışmalarını anlamak ve mimariyi salt işlevsellik ile sınırlamadan, daha geniş bir
açıdan hareketle şüphelerimiz/kaygılarımız sınandı. Modern mimarlık kalıplarının
yeterliliği sorgulandı. Gerek araştırmacı, gerekse araştırılanların bir ikilemde kaldığını
görüyor ve bunun bir çaresizliğe (frustration) yol açtığını düşünüyoruz.
Araştırma nicelikten ziyade niteliksel sorgulama ağırlıklı, alanda sözlü tarih, yüzyüze
derinlemesine görüşme tekniği ile bizi kabul eden herkesle konuşma şeklinde
yürümüştür. Sorgulayan ile sorgulanan arasındaki iletişim çağdaşlık üzerinden olup,
araştırmanın hedefleri arasında Bacıköy’lülerin fayda görüp görmeyeceği konusu
Bacıköy’lülerce merak edilmiş ve iletişim bu şekilde daha da ivme kazanmış;
araştırmacılar sürecin katılımcıları olmuştur. Geçmişin anlatılmasında bugünün de
farkındalığı her iki taraf için söz konusudur.
Anketlerin uygulandığı alanlar Bacıköy’lülerin geçmişte ve bugün yaşadıkları yerler
olan Bacıköy, Yeni Bacı Mahallesi, Temelli (TOKİ konutları dahil), Ankara olarak
belirlendi. Tüm alanlardaki görüşmelerde şimdiki yerle Bacıköy’deki yaşamların
karşılaştırılması yapıldı. Bacıköy ile ilgili tarihi bilgiler araştırıldı; kişisel fotoğraf
arşivleri tarandı.
Beş bölümde düzenlenen sorularda kişisel bilgiler, halen yaşanan ev ve Bacıköy’deki
evle ilgili karşılaştırmalı sorular; yaşanan çevre ile ilgili karşılaştırmalı sorular;
gündelik yaşam ve mekan kullanımı açısından kadın erkek farklılıkları; son bölümde
tarih bilinci, gelecek bilinci, göç ve geri dönüş, kent bilinci, kimlik ve Bacıköy’ün
geleceği üzerine sorular soruldu.
Bulgular ve Değerlendirmeler
Kentleşme
Göç
Bugün Bacıköy tarihini belirleyen en önemli süreç 1980’lerde başlayan köyden
göçtür; 2013 itibariyle köyde 2-3 aile ve 2-3 yaşlı dışında kimse kalmamıştır. Köyün
yeniden ve yerinde yapılandırılması önemsenmiş ise de bunu gerçekleştirecek bir
kurumsal destek sağlanamamış- muhtarın bu işin altından kalkamadığı belirtilmiştir.
1963 de köyün “aşağı” bölümüne yeni bir ilkokul yapılmasına ve etrafında bir
gelişme başlamasına rağmen bu alanın yeterli nüfusa ulaşamaması sonucu bu okul
kapanmıştır. Ancak köyden kopmak istemeyen 150 civarında aile birleşerek Temelli
yolu üzerinde arazi satın almış, 1990 başlarında yaptırdıkları mevzii plana hayat
tarzlarını sürdürecek şekilde, kendi imkânlarıyle evlerini yaptırmışlardır. Yaklaşık
200 hane ise Temelli içinde yaptırdıkları evlerde veya satın aldıkları apartman
katlarında, 2 aile de Temelli TOKİ konutlarında yaşamaktadır. Polatlı, Ankara
(Sincan, Etimesgut, Keçiören, Çankaya ilçelerinde) ve diğer illerde Bacıköy doğumlu
veya nüfusuna kayıtlı, çeşitli mesleklerden aileler bulunmaktadır.
Nüfus artışına bağlı olarak, miras kalan arazilerin giderek daha küçük parçalara
ayrılması, küçülen arazilerden elde edilen ürünlerin ve gelirlerin aileleri
geçindirmeyecek miktarda olması göçün öncelikli nedenidir.
Köyde mevcut eğitim imkânlarının yeni nesiller için yeterli görülmemesi göçün diğer
bir nedeni. Köylüler her ne kadar geçimlerini toprağa ve hayvancılığa bağlı olarak
sağlasalar da bu geçim yollarını gelecek nesiller için kurtulunması gereken zor bir
hayat tarzı olarak görmekteler. Genelde ailede bir erkek çocuğun çiftçiliği sürdürmesi
benimsenmiş, diğer erkek çocuklar okutularak iş sahibi kılınmış; kız çocukları ise
evlendirilmiştir. Fatma Özen (60) insanların çoğunun köyden gitmek için asıl
sebeplerinin iş bulmak ya da çocuk okutmak olmadığını; sürü psikolojisi gibi, gidenin
ardından başkalarının da gittiğini düşünüyor. Diğer kaynak kişiler de benzer görüşleri
paylaşmışlar ve köyde yalnızlığın da göçte etkili olduğunu belirtmişlerdir.
Coğrafi etkenlere baktığımızda köyün konumlandığı topografyanın, yağışın fazla
olduğu zamanlarda sel tehdidi yarattığı, topoğrafyanın yeni inşaatları engellediği, yer
darlığının genişlemeye imkan vermediği; depolama, ulaşım ve alt yapı
gereksinimlerinin karşılanamadığı görülür. Ulaşımda var olan imkânsızlıklar diğer bir
göç nedeni. Göçün gerçekleştiği tarihlerde araba-otobüs-tren gibi ulaşım araçları
henüz yaygınlık kazanmış değil. Şu anda vasıtalarla kolaylıkla ulaşılabilecek
mesafeler bir zamanlar ciddi engeldi.
Üreticilikten tüketiciliğe
Köylülerin kente göçle beraber üretici konumundan tüketici konumuna geçmesi ve bu
durumun göç eden insanlarda yarattığı psikolojik sarsıntı gözlemlendi (Teyzenin
şehirli olmakla peyniri hazır almak arasında kurduğu ilişki). Ancak her şeye rağmen
kentteki (Temelli) mekanların el verdiği ölçüde üretime devam etmekteler (bazlama,
ekmek yapımı, tavuk besleme vs.); Temelli’ye göçten sonra çiftçiliğe devam
etmenlerine karşın bahçe yapamamakta, hayvan besleyememekte ve hayvansal
ürünleri hazır almaktadırlar. Bunun sonucu Temelli’de ve Yeni Bacıda özellikle
kadınlar kendilerini ”aylak” olarak tanımlamakta, kuran kursları ile yetindiklerini,
erkekler ise kahvede vakit geçirdiklerini söylemekte. Hareketsiz yaşam biçimlerinin
şişmanlık ve diğer sağlık sorunlarına sebep olduğunu belirtmektedirler.
Kentlilik
Kent bilinci çeşitli şekilde yorumlanmakta. Çocukluğu ve gençliği Bacıköy’de
geçenlerden emekli olunca dönenler mevcut: Yıldırım Sert (52), kenti iş imkanı olan
ancak yaşamı monotonlaştıran bir yer olarak görüyor, burada o monotonluğu
engelleyen şey insanlar arasındaki ilişkiler; gürültünün ve yapılaşmanın az olması
diyor. Bir kaynak kişi kente akraba ziyaretine gittiğinde, apartman dairesinde kendini
“düdüklü tencere içinde” gibi hissediyor.
Şimdilerde Temelli TOKİ konutlarında yaşayan Ahmet Pehlivan (53) kente gittiği
vakit bir kent hayatı ile karşılaşmadığını söylüyor. 1995’te Sincan’a gitmiş ancak
Sincan’ın yapısı itibari ile kozmopolit olmasından dolayı ciddi bir güvenlik sorunu
varmış, o yüzden rahatsız olmuşlar.
Necibe Akkaya (63), “şehre gidersem kese kâğıdı ile doymam ben dedim benim
adama, gitmek istemedim” diyor ve arkasından ekliyor: “İş zor geldiğinde ben de niye
gitmedim diye pişman oluyorum, ben de hanım olaydım ya diyorum”. Göç edenler
için şöyle diyor: “Hanım olalım, efendi olalım diye göçtüler, şimdi pişman oluyorlar”.
Kaynak kişiler kentte yaşamın pahalı olduğunu, köyde suya, oduna para
vermediklerini, vakit geçirdikleri kahvelerde çay parasının bile aylık büyük bir masraf
olduğunu söylemekte. Kadınlar ise köyde yaşadıkları bolluğun sona erdiğini, misafir
ikramlarının bittiğini belirtmekte.
Geniş ailesi ile halen köyde yaşayan ve göçe direnen çiftçi Ali Özen (81) bu konudaki
düşüncelerini şöyle ifade ediyor: “armut piş ağzıma düş, sapı yukarı gelsin… İnsan
cenazesini kendi kendine taşıyamaz... Yayan yürürken zorlanmam, yavan yerken
küçülmem... Akıllı insan teberru etmez, yokluğa tahammül eder” diyerek zorlu
yaşamdan gocunmadığını, babasının arazilerin satılmamasını vasiyet ettiğini
söylemekte. ““Biz asıl, asil Bacıköy’lüyüz... Ben buralarda çok mutluyum. “
Mahalleler
Eski Bacı
Yerleşilen mahalleler bağlamında Bacıköy’lülerin yaşam tarzlarına baktığımızda
bugün her ailenin geride bıraktığı yıkık bir kerpiç evi bulunduğu; bazılarının buraları
depo olarak kullandığı, bahçe yaptığı, hafta sonlarında geldiği görülmüştür. Evler
genelde tek katlı (yaklaşık 70 m2), 2 oda bir “ara” dan oluşmakta, kiminin bir bahçesi
veya avlusu bulunmaktadır. 2. katı olan evlere dışarıdan verandaya bağlanan ahşap
merdiven ile çıkılmakta, her evin müştemilatı, tandır evi mevcut olup; mutfak giriş
katında, diğer ıslak hacimler dışarıda, bazen da odada dolap içinde bulunmakta.
Evlerin yaşı, yapım tarihi hakkında kesin bilgi yoktur, ancak hepsinin ecdat mülkü
olduğu, zaman içinde tamiratların ve tadilatların yapıldığı söylenmektedir. Dikkat
çekici olan, eskilerden günümüze gelen yapılaşmada bütünlüğün bozulmamış olması.
Bacıköy’ün kendi içindeki dayanışma yerleşim dokusunda gözlenmekte: aileler kendi
deyimleri ile “duvar duvara”, “sırtını dayamış” yapılarda yaşamakta. Genişledikçe
aynı alan içinde –tüm yer darlığına karşı- ilave inşaatlarla yaşamaya devam
etmişlerdir. Bahçe içinde yer kalmayınca tüm aile bir sırttan karşı sırta geçerek
(Pekcan ailesinin yaptığı gibi) yeniden aile sitesi denebilecek yaşam alanlarını inşa
etmişlerdir. (Bkz. Şekil 5)
Köyün sosyal hayatında önemli iki yapı Köy Odaları ve Köy Konaklarıdır. Köy
odalarını, tüm sosyal önemine rağmen, diğer evlerden ayırteden bir özelliğin
görülmemesi şaşırtıcıdır. Bugüne kadar gelmiş bir yapı olup, bugün de köyün özel
günleri için yine aynı şekilde köyün aşağısında bir yenisi inşa edilmiştir.
Zamanın ileri gelen, hali vakti yerinde ailelerine ait, köyün sosyal yaşantısının önemli
parçası olan (köye gelen misafirlerin ağırlandığı, toplu yemeklerin yendiği) Köy
Konaklarının (Hacı Abdi Konağı, Mehmet Altınova Konağı, Nazım Dede Konağı)
bugün izlerine rastlanmamakta, hepsi çeşitli nedenler yıkılmış, ama belleklerde
yaşamaya devam etmektedir. Ankara’da yaşamını sürdüren İmmi Hanım
çocukluğunun geçtiği konağı iki katlı, aşhane denilen geniş bir orta mekan etrafında
dizili, banyosu içinde olan 11 odalı, han denilen alt katına misafirlerin atlarının
bağlandığı bir ahırı bulunan yapı olarak hatırlıyor. Yapı, diğer evlerden farklı olarak
bağdadi yapı sistemi ile inşa edilmiş; ahşap işçiliği ve tavan süslemeleri ile ünlü. (Bu
konakların korunmamasını anlamakta zorluk çekildi. İlk tahribatın terkedilen yapıda
altın arayıcıları tarafından yapıldığı, bunun sonucunda ailenin yapıyı 1990’lı yıllarda
tümden yıktırdığı söylendi.)
Genelde mezarlık civarı köyün dışı, cami, kahve, oda civarları köyün içi olarak kabul
edilmekte; Fuat Deliktaş (60) “evler her yerde olabilirdi, zengin fakir ayırımı yoktu”
diyor. Evlerin dil birliğini Ali Özen (81) “hem zengine ayarlı, hem fakire ayarlı” diye
açıklıyor. Köyün en çok kullanılan mekanları köy odaları ve önleri, kahvehaneler,
Aktaş (doruk). Muhsin Özen, Aktaş’tan “köyün evlerinin o dizili üst üste
görüntüsü”nü hatırlıyor ve “köylüğü belliydi” diyor.
Yeni Bacı
Yerleşmede tek veya 2 katlı, 3 oda 1 salon, ortalama 130 m2, müstakil bahçeli evler,
genelde 1-2 dönüm parsellerden oluşan ızgara planı, belediye tarafından düzenlenen
çocuk bahçesi, mescidi ile kent düzenine geçişi yansıtmakta. Alt katta ebeveyn, üst
katta evli bir erkek evlat (çiftçilikle uğraşan) oturmakta. Evlerin ve bahçelerin fiziki
özellikleri dikkate alındığında kırsal işlevlerin (depolama, süt ve süt ürünlerinin
üretilmesi-yoğurt, peynir yapımı- kümes hayvanlarının beslenmesi, tarım aletleri,
binek araçları sahipliliği) modern donatılarla devam ettirildiği görülmüştür. Ancak,
Yeni Bacı’da yaşayanlar hayat şartlarının yaşamlarını zorlamaya devam ettiğini,
çiftçilik mesleklerini tarla ve bahçelerde, (azalsa da, kısmen) hayvancılığı
sürdürmelerine karşın maliyet (gübre, mazot gibi) ve vergilerde artışlardan, ürün
fiyatlarının düşmesinden çok etkilendiklerinden, fakirleştiklerinden şikâyetçi
olmuşlardır; Atatürk’ün “çiftçiler milletin efendisi” deyiminin “çiftçiler milletin
rezili” olarak değiştiğini dile getirmişlerdir.
Atatürk Mahallesi –Temelli
Bu mahallede Yeni Bacı’daki evlere benzer tek veya 2 katlı evler ve benzer yaşam
tarzları görülmekle beraber, 3-5 katlı apartman dairelerinde oturan Bacıköy’lüler ve
çiftçilik dışı mesleklerde çalışanlar mevcuttur. Bacıköy Kültür ve Dayanışma
Derneğinde yapılan görüşmede genelde Temelli’ye yerleşenlerde bir rahatsızlık
olduğu algılanmış; bazılarının köyden ayrılmayı “kendilerine yediremediği”,
Temelli’ye yabancı gözüyle bakıldığı ifade edilmiştir. Buraya civar köylerden çok
gelen olduğu gibi, Organize Sanayi Bölgesinde çalışanların da Türkiye üzerinden
geldiği, Temelli’nin adeta bir kent mikrokozmozu olduğu; ancak kentsel servislerin
çok çeşitlenemediği ve gelişmediği bir yer. Daha evvel yapılan araştırmalarda da
(Kural, 2009) kentin yabancılarla dolu olduğu ve bundan rahatsızlık duyulduğu
belirtilmiştir. Bu farklılıkların Temelli’deki kahvelere yansıdığı, her köyün kendi
kahvesinin olduğu görülmektedir. Bunun neticesinde sosyal iletişim, dayanışma,
kaynaşma olamamakta; Temelli Belediyesinin de kapatılıp, beldenin mahalle
statüsüne indirilerek Sincan’a bağlanması yörenin yerindenlik ve yönetişim sürecine,
demokratikleşmesine sekte vurmuştur. (Bkz. Şekil 6)
Şekil 6. Temelli’de Ahmet İmrenk Evi
Gündelik Yaşam - Sosyal İlişkiler, Ritüeller
Günlük yaşam ağırlıklı olarak erkekler için tarlada, kadınlar için ev işlerinde geçmekte
idi köyde. Köy odaları ve kahvehaneler erkeklerin toplanma yeri; evler, bahçeler,
çamaşırhane (ılıca) ve çeşmeler kadınların sosyal alanları olarak ayrışmakta, çocuklar
ise her yerde. Bircan Özkan (50), “Köyde ebe vardı, doktor dışarıdan gelirdi, lokman
hekim, kırıkçı, sünnetçi vardı, berber köy odasında olurdu, köy göçmeden önce
camiye sığmazdık, şimdi ancak Cumadan Cumaya doluyor.” demekte. Hüda Sert “eski
köyde herkesin iyi kötü bir meşgalesi vardı, evet kahvelerimiz falan vardı ama bu
kadar da boş değildik” diyor. “Kış olduğunda davarları sırayla güdüyorduk, öyle bir
oyalanış vardı. Kahvelere de akşamları gidiyorduk, ama burası (Yeni Bacı) aylak yeri
yani. Canımız sıkıldığında tepenin oraya geliyorduk, ben geliyorum hala. O
taşındığımız yerde kahve yok, sadece birkaç sıra ev var. Cami yok, hoca yok, oralarda
geziyorsun sıkılıyorsun, mecbur geliyorsun Temelli’ye”. Ve şöyle devam ediyor:
“Köyde biz iki arkadaş, o tepenin (Aktaş) üzerine çıkıp vakit geçiriyorduk veya odanın
önünde oturuyorduk. Burada akşama kadar Temelli’de kahvede günde beş lira çay
parası veriyoruz, sigara da bir beş lira. Ayda onar liradan 300 lira. Nereden çıkıyor bu
para?”
Kaynak kişiler sosyal hayat ve ritüeller denildiği zaman belleklerde yaşananları söz
birliği etmişçesine coşku ile anmaktalar. Kadir İmrenk (50), düğünlerin odalarda
yapıldığını, bayram sabahlarında cami odasına herkesin yiyeceğini getirdiğini
anlatıyor. Göç edince 1-2 kez yapıldı, devamı gelmedi demekte. İmmi Babaoğlu (72)
“askere uğurlama yapılırken geceden ona kına yakılırdı, camiden gece yatsı
namazıyla çıkıldıktan sonra sabaha kadar eğlenilirdi; öğle vakti Aktaş’ın oradan
uğurlanırdı” diyor ve devam ediyor: “Düğünlerimizde saz olmazdı, hanımlar tef
çalardı. Eski zamanlarda kadın-erkek ayrı eğlence yapılırdı. Misafirimiz bol olurdu,
akrabalar civar yerlerden gelirdi...Komşuluk çok iyiydi, herkes herkesi çat kapı
ziyaret ederdi”. Fuat Deliktaş (60) “herkes hoşsohbetti, bir kişi konuştu muydu 20-30
kişi dinlerdi, kimse sözünü bölmezdi... Kültür çok güzeldi... Kapılarımızı
kilitlemezdik... Eskiden köye misafirler Cumadan gelirdi, Pazartesi sabahı ya da Pazar
akşam giderdi” demekte. “Artık kimse gelmiyor, hısım akraba koptu, beraber yeme
içme bitti” diye ekliyor. Diğer bir özel gün “Koyun gözü”: ilk koyun kuzuladığı
zaman gençler evleri gezer yiyecek toplar sonra piknik yapar ve yerlermiş-bir nevi
bahar şenliği. 1990’lara kadar Köy Odası önünde, meydanda düğünlerde, bayramlarda
erkeklerin bir daire çizerek oynadıkları “sin sin” artık oynanmıyor. Düğünler düğün
salonunda bir gecede bitiyor.
Bacıköy’de Kadın Olmak
Köyün, adını bir “ahi” büyüğü olan Fatma Bacı’dan almasının bugün kadının
gündelik yaşamdaki yeri açısından bir çelişki yarattığı düşünülebilir. Kendisi aynı
zamanda bir “veliye” “bölgenin hem idarecisi hem de gönül sultanıdır” (Erdoğan,
2007:55); ama Bacıköy’de kamusal alanda kadının yeri yoktur ve hala durumunda bir
değişiklik olduğu söylenemez. Kadınlar mülakatlarda büyük çekingenlik göstermiş;
sözü “benim aklım ermez” demeye getirmiş, anlatacak birşeyi olmadığını belirtmiş;
ama hayatının küçümsenecek bir yanı olmadığına ikna olunca “bülbül” kesilmiştir.
Eskiden köyde kadın ve erkek karşılaşmamaya dikkat ederlermiş. “Benim hanım
mesela çeşmeden su doldurmaya giderken eğer Ahmet ağabey ile karşılaşırsa yolunu
kesmezdi, durur geçmesini beklerdi. Öyle bir saygı, sevgi vardı” diyor Hüda Sert. Çar
denen örtüyü örtünürlermiş ki kollar bile açıkta kalmazmış, “şimdiki kızlarda rahatlık
iyi ama din bakımından iyi değil” diyor Necibe Akkaya (63). Her yerin (köyün) kendi
giyim tarzı varmış. Bacıköy’ün giyimi diğerlerine nazaran daha muhafazakârmış
ancak kara çarşaf giymezlermiş. Eskiden bir kadın pazara alışverişe geldiğinde (köyün
meydanındaki pazara) tanıdığı bir erkeğe işaret eder, o erkek kadın için istediğini
alırmış.
Erkekler bizim içeride muhabbetle oynadığımızı görmesinler diye pencerelere perde
çekilirdi, düğünlerde kadınlar evlerde toplanırlar, tefler çalınır şarkılar söylenirdi,
“zıngır zıngır oynardık” diyerek gülüyor Necibe Akkaya (63). Manilere de bir örnek
veriyor: Asil azmaz/Bal kokmaz/Kokarsa yağ kokar/Aslı ayrandır.
Onlar kendi eğlencelerini evlerde yaparlardı, biz odalarda olurduk diyor Hüda Sert ve
bugün köye nazaran pek değişmedi hayatları diye ekliyor. Kuran’da, mevlitte, kına
gecelerinde evlerde toplanırlar, ama çarşı pazara gidiyorlar. Yeni nesil kadın
(gelinler) tarlada çalışmak, hayvan bakmak istemiyor.
Eskiden köyde, ileri gelen aileler herkese kız verip kız almazlarmış. Mesela
“muacırlarla” kız alıp vermezlermiş; erkek çocuklar okutulurken kızlar erken yaşta
çoğunlukla akraba evlilikleri yapmış. (Bkz. Şekil 7,8,9).
Şekil 7. Bacıköy’de Çocuklar
Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi
Şekil 8. Bacıköy’de Kadınlar
Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi
Şekil 9. Bacıköy’de Erkekler
Kaynak: Kazım Uludağ Fotoğraf Arşivi
Tarih, Kimlik
Ahmet İmrenk (72) köyün tarihini şöyle anlatıyor (Polatlı kitabından) “Aşağı yukarı
1030 ile 1100 yılları arasında buraya Selçuklu akınları gelirmiş Türkistan’dan. Bacım
Sultan (Fatma Bacı) o dönemlerde bu yöreye gelmiş. Köy onun ismini almış.
Buralarda yörük obası olarak kurulmuş. 1300-1400’lerde buradaki 30 köy ve 81
mezra ile kaza olmuş Bacı. 1500’lerde büyüyerek 56 000 civarı nüfusa ulaşmış. O
dönem bugün Haymana olan bölgede iki kaza bulunurmuş: Zir (Yenikent) ve Polatlı.
1700’lerde kurulan yeni kazalarla birlikte nüfusu azalmış, 1875’te nahiye statüsüne
düşmüş; Zir’e, sonra Haymana’ya, 1909’da da Polatlı’ya bağlanmış”. Bacım Sultan
efsanesi köyümüzün en önemli birleştirici unsurlarından biridir; ilk Müslüman Türk
köylerinden olmamızla iftihar ederiz diyor Ishak Aşık (49). “Bacım Sultan, Yunus
Emre’nin yoldaşı, biz onların torunlarıyız... Savaş zamanı zarar gelmesin diye
atalarımız vadi içine yerleşmiş... Bacım Sultan torunu olmak bu yöre için ayrıcalıktır,
saygınlık verir... Geleneğimiz göreneğimiz boldur, daha aktifizdir, meşhuruzdur
(Anise Uludağ, 43).
Tarih bilinci Bacıköylülerin kimlik ve aidiyet duygularını şekillendiriyor; her ne
kadar üstünlük gibi bir iddiaları olmasa da davranış biçimlerinin bir ayrıcalığı
olduğunu anlatmaktalar. Muhsin Özen (47) bu konuda şöyle diyor: Yuvamızdır, çok
tarihi eski bir köydür, bir de köyümüzde namus davası gibi hır çıkaran durumlar
olmazdı. Bacılı olmanın bir namı vardı, itibarımız vardı. Köyümüzde üçkağıtçı,
dolandırıcı yoktu, çevrede soygun cinayet filan olurdu bizde olmazdı. Diğer
köylülerden alışveriş yaparken 2-3 kefil isterler, biz Bacı’lı olduğumuz için kefilsiz
alırdık, saygındık. Üzüldük tabii, hala buraya alışamadık. İlk geldiğimiz zaman akşam
hala köydeki kahveye giderdik. Kadir İmrenk (50) de köyü bırakmanın
“burukluğunu” yaşadığını, “Bazen gidiyorum, yıkık olduğu halde evin bahçesinde 1-2
saat oturuyorum” demekte. İshak Aşık 25 yaşında göç etmiş: “Eskiden neredeyse her
akşam oraya geri giderdik, odaya komşuları görmeye. Zamanla köy boşaldıkça
ziyaretlerimiz azaldı. İnsan alışıyor... Küçükken çeşmenin önünü çok severdim, hep
orada oyun oynardım” diyor.
Berat Pekcan (44) “Çevredeki en iyi örf-adet-tarih bize aittir” derken, İshak Aşık
köyün kimliğini “saygınlık” la özdeşleştiriyor, “çok değişik, güzel, saygın bir
köyümüz vardı” diyor. Fuat Deliktaş, (60) Bacı denince akla “türbesi gelir, eski
insanları gelir. Çok bilgili, kültürlüydü bizim atalarımız. Bağlıydık, yerimize
bağlıydık” diye ekliyor. İlk çıkışı eğitim için olan Yıldırım Sert geri dönmesini köy
ve doğa özlemine bağlamakta, Bacıköy’ün gelenek-görenek ve Anadolu kültürü
açısından kendisine verdiklerinden söz ederken, “kendisini terkedenleri bekleyen bir
yer, eski kimliğine kavuşacak demekte.
Köyde şimdiki yaşamı ile gurur duyan Ali Özen (81) “Biz doruğu, seti aşmadık. Halk
birbirine iltifatlı haliyle sürdü gitti. Akrabalar çok. Herkes aile, akraba... Her
cemiyette bizim Bacılı olduğumuz tespit edilir” ve şöyle devam ediyor: “Hayat çok
kıymetliydi, şimdiki gibi değil. Bir hayvan kesiliyorsa önce komşuya, sonra çoluğa
çocuğa taksim edilirdi. Yoğurt verilirdi, paylaşılırdı. Sürüye kurt girmezdi . Herkes
birbirine çok itibarlıydı; şimdi itibar da bitti, itikat da gitti...O zengin o fakire
fakirliğini hissettirmezdi... Bu köyden aç giren, tok çıkardı.” (Bkz. Şekil 10).
Şekil 10. Bacıköy’de Yaşayan Ali Özen’in Evi
Geri Dönüş, Gelecek
Bacıköy’ün geleceği üzerine düşünceler çeşitli. Ahmet İmrenk Bacıköy’den geriye
kalan “yıkılmak üzere olan eski ev yığını, bir yandan da anılar, gelenekler” diyor.
Bacıköy’ün unutulacağını çünkü orada yaşamlarının hiçbir bölümünü geçirmemiş
olan nesillerin bir aidiyet hissetmediğini söylüyor. Orta yaş ve üzerinde olanlar
bağlarını koparmadıklarını, imkanları olsa veya destek görseler geri dönebileceklerini,
köydeki araziler düzlense hafta sonu evi, bahçe yapabileceklerini söylüyorlar. Halen
cenaze törenlerinde, yağmur duasında, bayramlarda sosyal medya ve Bacıköy Kültür
ve Dayanışma Derneği vasıtası ile haberleşerek köyde toplanıyorlar. Yeni inşa edilen
köy odası ise birlikteliğin önemine işaret ediyor.
Ahmet İmrenk “Biz kendi arazimizi satmak istemiyoruz, büyük ayıptır atalarımıza
karşı. Ama biz iki amca çocuğu sahibiyiz arazinin, ikimizin de beşer çocuğu var.
Nasıl bölünecek? Çocuklarım çiftçilik yapmaz ki benim gibi. Satın alan da tarım
yapmıyor ki, öyle boş bırakıyor. Ahirette Bacım Sultan bize sorar ‘Ben buraları size
bıraktım da niye satıp savdınız?’ diye.”
Ali Özen isyan ediyor: “Köy el değiştiriyor, yediler yediler doymadılar. Arazi elden
gidiyor. Köyü de, araziyi de kendi hırsları için hor gördüler. Beni mesala, çoğu hor
görür. Mesela Anisegil-akrabası- gitti, boş arazinin ortasına...” Buna karşılık Anise
Hanım “Oğlanlar evlendikten sonra geri dönebiliriz, bizim yurdumuz orası, burada
emanet gibiyiz” diyor, Yeni Bacı’da konforlu bir evi olmasına rağmen.
Berat Pekcan “Temelli kötüye gidiyor, topraklar elden gittiği için çiftçilik bitiyor,
“En genç çiftçi ben kaldım” diyor ve devam ediyor: “Köy kötüye gidecek...
topraklarını Ankara’lılara sattılar... köyde başkası tarım yapıyor”.
Geride kalan evlerin yakacak malzemesi olarak kullanılmasını Anise Hanım “Ruh
çıkınca ceset ne yapsın, yıkılacak, bakım yok” diye açıklarken, bir diğeri “üstünü
açıyoruz-ağacını kullanıyoruz-duvarları göçürüyoruz bir kaza olmasın diye” olarak
yanıtlıyor. Evler içinde yaşayan olmayınca çöküyor. Evlerin fiziki yapılarının
yenileme ve tamire müsaade etmediği düşünülüyor. “Evlerin konumlanacağı yerleri
kendimiz belirlerdik, şimdi devletten habersiz taş koyamıyoruz” deniyor.
Geleceğe yönelik öneriler var ama, Ahmet Pehlivan’ın şöyle bir gözlemi mevcut:
“Biz Bacıköy’lüler birbirimizi çok severiz ama organize olabilme özelliğimiz yoktur”.
Bacıköy için bir şey yapmak ister misiniz sorusuna gelen cevaplar arasında, “isterim,
gücüme göre köyün ismi, bekası için ne gerekirse yaparım”; okula bir kütüphane
kurmak isterdim, Bacıköy müzesi gibi bir şey de iyi olur; su yok, kanalizasyon yok,
gelsin isteriz, gençler gelsin diye yapacağız bunları; hamam, çarşı, yollar yapılabilir,
güzel olan her şey yapılabilir; okul yapsalar keşke, okul olmadığı için göç etti herkes;
kadınlar için el işi yapabilecekleri, satabilecekleri yerler olabilir; köy yerleşkesini
yeniden imardan geçirmek-bos alanları ağaçlandırmak; köyü daha kalabalık olarak
eski durumuna ulaştırmak gibi öneriler bulunmakta.
Son Sözler
Bacıköy’ün Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesinde bir dersin
günübirlik bir gezisi olmaktan çıkıp bu araştırmanın konusu haline gelmesinin
sebepleri arasında bu köyün yerel mimarisinin kültürel izler taşıdığı halde, köyün
neredeyse tamamen terkedilmiş olması ve bizlerin bunun nedenlerini mimarca merak
etmemizdir. Diğer bir merak konusu Bacıköy’deki gibi bir hayat tarzının, kültürün,
bir moda olma yoluna sapmadan, gerçek anlamda, korunup korunamayacağı, bunun
nasıl yapılabileceğidir.
Bacıköy üzerinde bir yılı aşkın süredir gerçekleştirmekte olduğumuz çalışmalarda,
edindiğimiz deneyimleri ele alacak olursak; sürecin başında “pastoral bir tablonun
bilinçsizce terk edilmesi ve yıkıma uğratılması” olarak ele aldığımız vakanın, süreç
ilerledikçe ve köyde yaşamış ve yaşayanların izlenimlerini edindikçe, çalışmalarımızı
gittikçe “köyden kente dönüşüm sürecinde değişen toplumsal rollerin ve sınıf atlama
arzusunun yere, mekanlara ve mimariye etkisi” üzerinden temellendirmeye
başladığımızı söyleyebiliriz. Özellikle ülkemizde koruma ve yeniden inşa kavramları
arasında son yıllarda ayyuka çıkan kafa karışıklığını, ve yeri bağlamdan ve
kullanıcıların deneyimlerinden soyutlayarak sadece mimari detay özeline
indirgemenin yanlışlığını mimar-kentli grubu olarak deneyimleyebilmemiz açısından,
öğretici bir çalışma yaptığımıza hemfikiriz. Bunun dışında, mevcut politik pratiklerle
ilişkili olarak, “yer”in bağlamından koparılmasının ve adeta bir nostaljik süsleme
sanatı olarak, piyasanın dinamiklerine bağlı bir soyut meta haline getirilmesinin de
vurgulamamız gereken durumlardan biri olduğuna inanıyoruz.
Bacıköy’de yaşamış nesiller için köye duyulan hasret bir altın çağ özlemidir.
Bacıköy’lü göçle beraber kapitalist bir despotizmin içine düşmüş ve köy, köylünün
zihninde fiziksel varlığından soyutlanmış, taştan kerpiçten bir ana rahmi imgesine
dönüşmüştür; özlenir ve geri dönüşün hayali kurulur. Ancak, aynı mekân yeni nesiller
için aynı imgelemi yaratmaz (bu noktada eskilerin yüzünde hep aynı ifade okundu).
Mekân- kültür etkileşimi bağlamında, günümüz mimarisinin despotik yönü nedir ve
mimarlık disiplininin/eğitiminin bu despotizmin oluşumuna katkısı var mıdır?
Rapoport, mimarların genelde ayrık (soyutlanmış) eserler ve kontrollü mekânlar
tasarladıklarından; tekrar eden ve sıkıcı mekânlar yaratan teknolojik bir söylem
içerisinde çalıştıklarından bahseder. Oysa yerel mimari doğrudan ihtiyaçtan,
anlamdan, malzemeden, gelenekten, kültürden ve kullanıcının doğal düzeninden
doğar (Bradley,1970:16).
Bu noktada, günümüz mimarisinin eleştirilen yönü; mekânın, oluşum aşamasında ve
kullanıma açıldıktan sonra dahi despotik bir söylem içerisinde bulunması ve
kullanıcının sürece katılımına imkân tanımamasıdır. Bacıköy özeli üzerinden yerel
mimari geneline baktığımızda tersi yönünde bir hassasiyet görmemiz mümkündür;
mekânların söylemi (ister yapı ölçeğinde ister kamusal mekân ölçeğinde olsun)
kullanıcının mimariyi doğrudan etkilemesine imkân tanır. Rapoport, modern
mimarinin yapması gerekenin; açık uçlu bir çerçeve inşa etmesi ve kullanıcının bu
yapıyı tamamlamasına, değiştirmesine ve yapıya kendi anlamını katmasına imkân
tanıması olduğunu söyler (1970:16). Günümüz toplu konutlarındaki tekdüze ifadenin,
kullanıcı üzerinde baskıcı bir etkisi olduğu ve ‘kişiselleştirme ihtiyacına’ cevap
verecek mimari bir söyleme sahip olmadığı açıktır. Bu noktada, kültür- mekân
etkileşiminin yok edilmesi değil, etkileşimin tam tersi istikamete çevrilmesi söz
konusudur. Doğal süreç mekânların toplum yapısına bağlı olarak değişmesini
gerektirirken, bugün toplum yapısı mekânların baskıcı söylemi altında yeniden
şekillenmektedir.
Kullanıcının mimariye etkisi bağlamında mevcut mimari anlayış eleştirilirken,
mimarlık eğitimindeki anlayışın bu eleştiriden bir pay alması (yahut paylanması)
gereği açıktır. Mimari eğitimin bu bağlamda eleştirilecek çok yönü olup; eğiticilerin
bu konudaki tavırları bir aydın despotizmi olarak görülebilir. Voltaire şöyle demekte:
“Tout pour le peuple, rien par le peuple” (Her şey halk için, hiçbir şey halkla beraber
değil) (Meriç, 1997:48).
Bu durumda bizim kendi disiplinimizin sürece katkısı -ya da katkısızlığı- hakkında bir
özeleştiri yapmamızın gerektiği düşünülebilir. Gerek eğitim, gerek mesleki uygulama
aşamalarında, mimari yaklaşımların yerel mimariyi ve öğretildiği anlamıyla
“modernite” ile entegre olmamış sosyal grupla yaşadığı temas kopukluğu; teori ve
pratik arasında var olan ikilemleri derinleştirerek, mimarı sahip olduğu etik değerler
ile piyasanın dinamikleri arasında seçimler yapmaya zorlamakta, böylece tutarsızlığa
itmektedir. Akademi-pratik-kullanıcı arasında oluşan bu açmazlar, hem piyasa etkileri
ile şekillenmiş mekanların kullanıcının bireysel ve toplumsal gereksinimlerini
karşılayamamasına yol açmakta, hem de kullanıcıyı mekan aracılığıyla sahip olduğu
kültürel bellekten ve toplumsal ilişkilerden uzaklaştırarak, toplum hiyerarşisinde sahip
olduğu rolü ve ait olduğu bağlamı yok etmektedir.
Sonuç olarak, modernizm tartışmaları sırasında insanın ontolojik sorunlarını çözmek
amacıyla yola çıkan çağdaş mimarlığın; insanın yalnızlaşmasında, yoksullaşmasında
ve çaresizleşmesinde sahip olduğu rolü göz ardı etmek mümkün değildir. Bu
durumda, bizim bu çalışmadan varmaya çalıştığımız noktaların, mimarın bu süreçteki
rolünün ne olduğunun ortaya çıkması, mimarın ait olduğu kültür ve bağlam ile
arasındaki mekan-bellek-kültür ilişkisinin ne şekilde tesis edilebileceği ve neoliberal
politikalar ile küresel kültürün propagandası karşısında insanın yerel ve özgün
değerlerinin nasıl korunabileceği ve sürdürülebileceği üzerine, ileride bu konuda
çalışmada bulunacaklar için yol gösterici olmasını ümit ediyoruz.
Calvino, Görünmez Kentler ‘de Zora diye bir kentten şöyle bahseder; “… daha iyi
anımsanmak için hep aynı kalmak ve hareketsiz durmak zorunda olduğundan, Zora
eridi, çözüldü ve yok oldu. Yeryüzü unuttu onu” (2002:66).
Bacıköy’ün yeryüzü tarafından unutulmasını engellemek için tek formül; onun
dinamizmini sağlamak, suni müdahaleler olmaksızın değişmesine/dönüşmesine imkân
tanımaktır. Daha iyi anımsanması için hep aynı şekilde yaşatılmaya çalışılması
Bacıköy’ün kültürünü ve bizzat Bacıköy’ü eritir, çözer ve yok eder. Bacıköy hakkında
çalışmaya başlarken aklımıza birçok soru düşmüştü ve çalışma neticesinde tüm bu
soruların var olma sebebinin bizi bir tek soruya yönlendirmek olduğunu gördük; bu
dinamizm nasıl sağlanır?
Bu sorunun kesin bir cevabını bulmak zor, seçenekler önermek ise başlı başına bir
meşakkat. Bizim bu çalışmada amacımız doğru soruyu teşhis etmekti, alternatif tedavi
önerileri ise başka bir çalışmanın konusu.
KAYNAKÇA
Andrew Ballantyne, Gillian Ince. (2010). “Rural and urban milieux”, içinde Rural and
Urban: Architecture Between Two Cultures. Andrew Ballantyne ed., London and
New York: Routledge Taylor and Francis Group, 1-27.
Aran, Kemal. (2000). Barınaktan Öte: Anadolu Kır Yapıları, İstanbul: Ofset
Yapımevi.
Auge, Marc. (1999). An Anthropology for Contemporaneous Worlds. trans., Amy
Jacobs. Stanford, California: Stanford University Press.
...........Auge. (1998). A Sense for the Other, The Timeliness and Relevance of
Anthropology, trans., Amy Jacobs. Stanford, California: Stanford University Press.
...........Auge (1995). Non-Places, Introduction to an Anthropology of Supermodernity,
Terc. John Howe, Biddles Ltd., Guilford & Kings Lynn, London.
Bradley, Russ V.V. Jr. (1970). “A Critical Analysis of the Writings of Amos
Rapoport”. Journal of Architectural Education. 24 (2/3): 16-25.
Calvino, Italo. (2002). Görünmez Kentler. çev. I. Saatcioğlu. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Cengizkan, Ali, Didem Kılıçkıran. (2010). “From the ‘model village to a satellite
town’ reading change in Temelli through the transformation of its residential
landscape”, içinde Rural and Urban: Architecture Between Two Cultures Andrew
Ballantyne ed., London and New York, Routledge Taylor and Francis Group, s. 190-
207.
de Certeau, Michel. (1988/1997). The Practice of Everyday Life. trans. Steven
Rendall, University of California Press: Berkeley and Los Angeles, California.
Erdoğan, Abdülkerim. (2007). Tarih İçinde Polatlı. Doğuş Matbaası: Polatlı.
Erman, Tahire (2011). Kentsel Dönüşüm Projesi ile Dönüşen/Dönüş(e)meyen
Yaşamlar: Karacaören-TOKİ Sitesindeki Günlük Yaşam Pratikleri, Mimarlık ve
Gündelik Yaşam, Dosya 27, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankara: 25-
31.
İnalcık, Halil. (2000). Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I. Cilt:
1300-1600. Terc: Halil Berktay. İstanbul: Eren Yayıncılık.
Jacobs, Jane. (2004). Dark Age Ahead. Random House: New York.
Kalaycıoğlu Sibel, B. Duduhacıoğlu, H. Karaçalı, D. Beyaz (2009). “Mekanda
Değişimin Algılanması: Ankara Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşümü”, VI. Ulusal
Sosyoloji Kongresi. Toplumsal Dönüşümler ve Sosyolojik Yaklaşımlar, 6. Ulusal
Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi: 893-910.
Kural, Nerkis. (2009). Parameters of Sustainability in Urban Residential Areas: A
Critique of Temelli, Ankara. unpublished PhD Thesis. METU, Ankara.
...........(1995-2007). People and Environment, Unpublished lecture notes, Bilkent
University, Faculty of Art and Architecture, Dept. of Interior and Environmental
Design.
...........(2009-). Fundamentals of Site Planning (Sustainable Urban Design),
Unpublished lecture notes, Middle East Technical University, Faculty of Architecture,
Dept. of Architecture.
Küçükbasmacı, Gülten. (2012). “Halk Anlatısının Sözlü Kültür Ortamlarında Değişim
ve Dönüşüm: Oda ve Konak”. Turkish Studies, 7(2) :769-792.
Meriç, Cemil. (1997). Sosyoloji Notları ve Konferanslar. İstanbul: İletişim Yayınları
Rapoport, Amos. (2005). Culture, Architecture, and Design. Chicago: Locke Science
Publishing Company, Inc.
.............(1998). “Using ‘Culture’ in Housing Design”. Housing and Society, 25(1&2).
http://www.housingeducators.org/Journals/H%26S_Vol_25_No_1-
2_Using_Culture_in_Housing_Design.pdf (11 Haz. 2013 de bakıldı).
Rudofsky, Bernard. (1964). Architecture Without Architects, Doubleday & Company
Inc., Garden City, New York.
Russel, Bernard H. (2006). Research Methods in Anthropology, Qualitative and
Quantitative Approaches, New York: Altamira Press, Rowman&Littlefield
Publishers, Inc.
Sheldrake, Philip F. (2007). “ A Spiritual City? Place, Memory and City Making”
Architecture, Ethics, and the Personhood of Place, içinde Gregory Caicco,
ed..Hanover and London: University Press of New England, 50-68.
Williams, Raymond. (1995). The Sociology of Culture. Chicago: The University of
Chicago Press.
http:// bacikoy.wordpress.com
http://www.arkitera.com/soylesi/index/detay/mimarligin-globallesmesi-bizi-nereye-
goturuyor_-tekduzelige/540 (Haz. 2013 de bakıldı)