Upload
independent
View
1
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
‘BEYAZ KALE’ ve ‘SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜN’DE DOĞU-BATI SORUNU ve TÜRK MODERNİZMİ ELEŞTİRİSİ
Orhan Pamuk, doğu-batı sorunuyla estetik düzeyde
hesaplaşmaya yönelen Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi
önemli yazarlardan biridir ve bu sorunsalı kültürel ve felsefi
içerimleriyle edebiyatına taşımıştır. Hemen hemen tüm
romanlarında ‘doğu-batı sorunu’ temasına rastlanan Pamuk;
belli başlı fikir yazıları ve makalelerinden oluşan derleme
kitabı Öteki Renkler’de, kendisine bu bağlamda en yakın duran
yazarlardan birinin Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu söyler
(1999: 166). Ahmet Hamdi Tanpınar ise, gerek yapıtlarında,
gerekse fikir hayatı boyunca Türk toplumunun karşılaştığı
uygarlık sorununun yarattığı bölünme üzerine kafa yormuş ve
Doğuyla Batı, geçmişle bugün arasında sıkışıp kalmış Türk
toplumunun içine düştüğü buhranı analiz etmeye çalışmıştır.
Nihayetinde, Tanpınar ve Pamuk’un ortak teması olduğunu
söylediğimiz ‘doğu-batı sorunu’nun, bu iki yazarın romanlarına
benzer şekilde nüfuz ettiğini görmek şaşırtıcı değildir. Ben
burada, bu bağlam içerisinde, Pamuk’un Beyaz Kale’si1 ile1 Pamuk, Orhan. Beyaz Kale, İletişim Yayınları. 23. baskı, ocak 2000.
YaprakTanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü2 arasındaki, aynı tema
üzerinden giden ve ortak paydalarda buluşan yönleri ile bu iki
usta yazarın bu temayı nasıl kullandıklarını irdeleyecek; bu
açıdan ise, doğu-batı sorunu olarak adlandırdığım tarihsel
bağlamın içine biraz daha girerek, bunun bir Türk modernizmi
eleştirisi olduğunu ve romanın birçok yerinde bunu belli
edecek açık göndermelerin bizzat yazarlar tarafından
romanlarına konduğunu göstermeye çalışacağım. Fakat daha önce
Türk modernizmine eleştirel gözle bakan ve post-modern kabul
edilen düşünce akımı İkinci Cumhuriyetçiler’e bir göz atmak
gerektiğine inanıyorum:
İkinci Cumhuriyetçiler; “Aydınlanma felsefesi üzerine
inşa edilmiş olan cumhuriyet ilke ve değerlerinin; Kürt,
Alevi, gayrimüslim, kadın, örtünen kadın, eşcinsel vb.
kimlikleri bastırdığı[nı], bu ilke ve değerlerin günümüzde
siyasi İslam ve Kürt sorunu gibi toplumsal bölünmelere yol
açmış olduğu”nu savunan (Toprak; 2007: 8); Türkiye’nin aslında
devrim yaşamadığını; Atatürk inkılâplarının bir çeşit tepeden
inmecilik olduğunu; Türkiye’nin hâkim ideolojisi olan
Kemalizmin demokratik değil, otoriter bir elit rejimi
2 Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları. 10. baskı, ekim 2005.
2
Yaprakyarattığını iddia eden; Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma
eleştirel yaklaşan görüşleriyle hayli eleştirilen bir aydınlar
grubudur (Artvinli, Aytekin, 2000). Bu oluşumun içerisinde
Orhan Pamuk’un, özellikle 90’lardan sonra kendini gösterdiğini
ve çok ağır eleştirilere maruz kaldığını da eklemeden
geçmeyelim. Şimdi romanlarımızı incelemeye başlayabiliriz.
Türk toplumunun tarihle/geçmişle sorunu
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İkinci Cumhuriyetçi olarak
gösterilmesine yoğun bir itirazın gelmesi an meselesiyken,
böyle bir şeyi iddia etmediğimi derhal söylemeliyim. Fakat
şunu da kabul etmeliyiz ki, “Tanpınar, tüm samimiyetine rağmen
kendi neslinin bazı garip saplantılarından kurtulmuş değildir.
Çünkü o da, Tanzimat’tan beri hayatımızda artarak devam eden
kültür ikiliğini bütün ruhuyla yaşa[mıştır]. (…) Nitekim
[kendisinin] 1932 yılına kadar “çok cezri” bir batıcı
olduğunu ve Doğu kültürüne karşı düşmanca bir tavır aldığını”
da biliyoruz (Ayvazoğlu: 1987: 341). Haliyle bu iki yazarın
Türk toplumunu eleştirmesinde farklılıklar olsa da, aynı fikir
yapısını paylaştıklarını (kabaca) söylemek mümkün.
3
Yaprak
Bunlardan benim vereceğim ilk örnek Türk toplumunun
tarihiyle olan sorunlarından kaynaklanır. Orhan Pamuk’un
içinde bulunduğu İkinci Cumhuriyetçiler, devletin kendine ait
farklı bir tarih versiyonu yarattığını iddia ederler ve bu
sahte tarihin halka dikte ettirildiğinden yakınırlar. Fikret
Başkaya Resmi Tarih üzerine şunları söylüyor:
Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği
tarihtir. Tarihin; geçmişte yaşanmış olanın, iktidar sahiplerinin
ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla
toplumsal bellek [hafıza–ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza
kaybına uğratılmak istenir Fakat resmi tarih oluşturmak bir başına
amaç değildir. Asıl amaç ‘resmi ideoloji’3 oluşturmaktır. Velhasıl,
resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak, resmi tarih
oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal
belleğin [kollektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif
edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imal
edilmesiyle mümkün oluyor (Başkaya: 2006).
Yani geçmiş; var olan, nesnel, statik, yaşanmış bitmiş bir
şey değildir ‘resmi ideoloji’ için. Yapılan hatalarla
yüzleşmek yerine o hataların görmezden gelindiği, ‘gerçek’in bile
3 Bundan sonraki ‘italik’ ve ‘bold’ kullanımlar tamamen bana aittir.
4
Yaprakistenilen şekle sokulup biçimlendirilebildiği bir geçmişe
sahiptir Türk halkı. Geçmiş, objektif bir tarihçinin gözünde
nesnel bir gerçekliği ifade ederken; tarihini yeniden kurmak
isteyen ve geçmişiyle uzlaşmak istemeyen Türk aydını da Halit
Ayarcı’nın bedeninde vücut bulur. Ayarcı’ya göre:
“Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir.
Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir.
Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti
olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? Hakikati
olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak…” (218).
Tanpınar’ın romanında Geçmiş; çok geçmeden Enstitü’nün
hüviyetinde de bir boşluk olarak hissedilmeye başlar. Ayarcı,
bunun üzerine İrdal’dan –bu boşluğun doldurulması için-
Muvakkit Nuri Efendi’nin hayatı ve fikirleri üzerine bir kitap
yazmasını istese de; bir müddet sonra ani bir ilhamla fikrini
değiştirip Ahmet Zamani Efendi diye güya 17. yüzyılda yaşamış
bir adam uydurarak bu adam üzerine yazmasını ister. İrdal da,
hiç var olmamış bu şahıs üzerine tamamen uydurma, kendisinin
de hiç inanmadığı bu kitabı yazar. “Burada dikkat edilmesi
gereken husus, Muvakkit Nuri Efendi’nin, yani hakiki geçmişin
yok farz edilerek yeni ve uydurma bir geçmiş üretilmesidir.
5
YaprakZira Doktor Ramiz ve Ayarcı’ya göre tarih günün emrindedir
(Ayvazoğlu: 348). Günün emrinde olan bir tarihse; rahatlıkla
deforme edilebilir, üzerinde oynanabilir, şekilden şekle
sokulabilir bir tarihtir. Böyle bir tarih ise tarih olmaktan
çıkmış, tamamen onu kullanacak ideolojinin eline düşmüş, son
derece subjektif bir ucubeden başka bir şey değildir artık.
Tanpınar, gerçekte var olan bir kişinin yerine uydurma birinin
kitabının yazılması örneğinde, bunun bir ‘sistem’ için
yapıldığını gösterir bize. Burada sistem-yani Saatleri
Ayarlama Enstitüsü; resmi ideolojiyi, yazılan uydurma kitap
ise resmi tarihi temsil eder.
Orhan Pamuk ise; Türk resmi ideolojisinin yarattığı
tarihi, okuyucusuna göstermek için bizzat o tarihi yaratan-
yazan birini, bir tarihçiyi –Darvınoğlu’nu- bize sunar. Daha
kitabın giriş bölümü yoğun bir tarih eleştirisiyle başlar.
Faruk, dede mesleği olan ansiklopediciliğe zorunlu olarak
döndüğünü (“(…) arkadaşlarımla birlikte üniversiteden ayrılmak
zorunda kaldığımız için…” [8]), Gebze Kaymakamlığına bağlı
döküntü arşivde bulduğu ve yazmaya üşendiği için çaldığı
elyazmasıyla, içkiden arta kalan vakitlerinde ilgilendiğini;
elyazması üzerine yaptığı araştırmalardan sonra (“yaptığım
6
Yaprakaraştırmalar başarısız çıkmıştı” [9]) iz sürmeyi bıraktığını
ve tarih kısmından sorumlu olduğu bir meşhurlar
ansiklopedisine kitabın yazarını koyma fikrinin nasıl
başarısız olduğunu (“Korktuğum gibi, basmadılar bu maddeyi,
bilimsel kanıt yokluğundan değil, anlattığı kişi yeterince ünlü
bulunmadığı için.” [9]) bir bir anlatır. Faruk, daha sonra,
arşivden çaldığı elyazmasını, yazarının kimse tarafından
bilinmemesi üzerine sahiplenir, bir nevi onu tekrar çalar.
Öyle ki, kitabı günümüz Türkçesine hiçbir üslup kaygısı
gütmeden, son derece “ilkel”, bilimsellikten uzak yöntemlerle
çevirir (“Bir masanın üzerine koyduğum elyazmasından bir iki
cümle okuduktan sonra, kâğıtlarımın durduğu başka bir odadaki
öteki bir masaya geçiyor, aklımda kalan anlamı günümüz
kelimeleriyle anlatmaya çalışıyordum” (10).
Görüldüğü gibi, sadece giriş bölümüne (toplam dört sayfa),
Türk tarihi ve tarihselciliği hakkında, kurgusuna enfes
şekilde sindirmiş olduğu eleştirilerini birer mayın gibi
yerleştirmiştir Orhan Pamuk. Tasavvur edilen bu ortam
gerçekten tüyler ürperticidir. Arşivlere arşiv bile denemeyen
(arşiv kelimesi için tırnak işaretinin kullanılmak zorunda
kalındığı), akademik çevrelerde bilimselliğin geri plana
7
Yaprakitildiği, İstanbul’un arka sokaklarındaki ahşap evlerde
bulunan onbinlerce elyazmasının sobalarda yakılmak için
kullanıldığı hayli kötü bir Türkiye portresi bu. Tarihçimiz
Faruk ise, içkiden ve boş vakitlerinden sıkıldığında ‘iş’ini
yapıyor; arşivde bulduğu bir elyazmasını çalmaktan utanmıyor,
elyazması üzerine yaptığı araştırmalarda elyazmasının yazarı
belli olmayınca onu kendi yazmış gibi gösteriyor, (İrdal ve
Ayarcı gibi) var olanı yazmaktansa (çevirmektense); tamamen
kendi kafasına göre uydurulmuş, bilimsellik ve tarihselcilikle uzaktan
yakından alakası olmayan bir eser yaratıyor. Çünkü Faruk için
de tarih –İrdal ve Ayarcı’da olduğu gibi- bugünün emrindedir.
Pamuk ve Tanpınar; Türk modernizminin ‘tarihle-geçmişle
yüzleşme’ yerine, ondan kaçtığını ve onu günümüze göre yeniden
şekillendirdiğimizi –hatta yoktan var ettiğimizi- iddia
ediyorlar.
İdeoloji sorunu
Hem Tanpınar’ın hem de Pamuk’un Türk modernleşmesinde
sorun gördükleri bir diğer konu ise, Türk aydınlarının içine
düştükleri ideoloji batağıdır. Bakınız Selahattin Hilav, Türk
8
Yaprakaydınlanmasının başarısızlığa uğramasının nedenlerini nasıl
özetliyor:
“Türkiye’de, özellikle Cumhuriyet döneminde, resmi
ideolojinin temeli olarak pozitivizmin yanı sıra benimsenmiş olan
Aydınlanma, hemen hemen boyutlarından bir tanesine, yani laikliğe
indirgenmiş; Aydınlanmanın özgür düşünce ve eleştiri gibi öteki temel
boyutları, resmi ideolojinin mutlak kısıtlamasına uğramıştır.
Halkın cahil olduğunun (…) düşünülmesi; akıl öğretme yoluyla
bilgilendirme, emir verme ve baskı yapma gibi tutumların doğal bir
davranış haline gelmesine yol açmıştır. Kendisinden başkasına
tahammül edemeyen bu garip aydınlanma anlayışı, körü körüne inanma
ve savunma bakımından, (…) “ilericiler” ve “gericiler” arasındaki
karşıtlığı sürekli olarak beslemiş; manevi ve siyasal alanda tam
bir anlayışsızlık, inat ve çözümsüzlük doğurmuştur” (2003: 426).
Kanımca, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bu örnekle
birebir uyuşan bölüm Hayri İrdal ile Doktor Ramiz arasında
geçen bölümdür. Dr. Ramiz Avrupa’da psikanaliz okumuş, gözü
başka bir şey görmeyen, fakat psikanalize hastaya “tatbik
edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek bir
vasıta” olarak bakan bir bilim adamıdır. Ona göre bu yeni
bilim her şeydir:
9
Yaprak
Cürüm, cinayet, hastalık, ihtiras, parasızlık, sefalet,
talihsizlik, sakat doğma, düşmanlık, hülasa insan hayatını bizim
irademizin dışında cehennem yapan şeylerin hiç biri yoktu. Yalnız
psikanaliz vardı. Hepsi dönüp dolaşıp ona geliyorlardı. O hayat
muammasının biricik anahtarı idi (99).
Dr. Ramiz memlekette hiçbir şeyi beğenmez. Zihniyeti eski
bulur. Kafasında burası ve orası olarak yarattığı bir ayrımla
yaşar. Oralarda ihtisasa hürmet vardır. Viyana, hele Almanya’da
psikanalizin gündelik ekmek gibi bir ihtiyaç olduğunu söyler
durur. Bilim adamı olduğunu söyleyen Dr. Ramiz, tamamen bilime
ve ilerlemeye sırtını vermiş olan Aydınlanma felsefesinin bir
sembolüdür aslında. Selahattin Hilav’ın belirttiği gibi, içine
düştüğü ideoloji tuzağı onu eleştiri ve özgür düşünceden
uzaklaştırmıştır (İrdal’ın dediği hiçbir şeyi ciddiye almaz
Ramiz). Kendisini ‘bilgi sahibi olan/her şeyi bilen’ tarafa
koyan Ramiz’in karşısındakini anlamaya artık tahammülü yoktur;
çünkü karşısında ‘bilmeyen-cahil (halk)’ bulunmaktadır.
Modernizmin ilerlemecilik adına öne sürdüğü en büyük araç, akıl
yoluyla öğretim, Ramiz tarafından son haddine kadar kullanılır bu
bölümde. İşler öylesine çığırından çıkar ki, psikanaliz; rüya
10
Yaprakreçetesi yazmaktan tutun (“sizden hastalığınıza daha uygun
rüyalar görmenizi bekliyorum…” (114)), dil bilmeyen hastaya
orijinal dilinde eser verip okutmaya kadar gider. Tepeden
inmeci bir aydınlanmayı özetleyen bu bölümde İrdal’ın içinde
bulunduğu durum da, böyle bir toplumda halkın içine düştüğü
buhranı çok iyi özetlemektedir. Bölüm boyunca asıl delinin
Ramiz olduğunu okuyucu rahatlıkla görmesine rağmen, İrdal buna
boyun eğmek zorunda kalır; çünkü tahsil görmüş, okumuş yazmış
ve doktor olan Ramiz’i kendisine rehber edinmek gayet makul
görünmektedir (“Doktorun memleket meseleleri ve aydın
konuşmalar dediği şey hakikatte alelade dedikoduydu. Fakat
onun âlim bakışlarında iş tabiatıyla değişiyordu”(131)).
Böylece akıl sağlığı gayet yerinde olmasına rağmen İrdal,
Ramiz’in sözde muayenesiyle kendisinde gerçekten sorun görmeye
başlar: “Sonra kendime kızdım. Dünyanın en gülünç hastalığına
tutulmuştum, bir de elâlemin işine karışıyordum” (113).
Tanpınar, Ramiz metaforuyla ilericilik ile gericilik
arasındaki ilişkinin modernistlerin düşündüğü gibi açık seçik
ve net olmadığını, tam tersine bu zeminin çok kaygan olduğunu
göstermiş olur. Çünkü modernizm, “Ben’in ortaya çıkması [nı,
uyanmasını sağlamasına rağmen bu,] “toplum açısından yıkıcı
11
Yaprakbir özellik taşımakta[dır].” (…) “Ben-bilgisi, bireye ya da
insana ilişkin bir bilgi olmaktan ziyade, bireye kendisi-
olmayı dikte eden bir bilgi[dir]” (Çiğdem, 2003: 48). Yani Ben,
ben-bilgisine sahip olduğu anda Öteki’ni yadsıyor-
aşağılıyordur. “Dolayısıyla bu mantığı içselleştirmiş olanlar,
tüm yaşam biçimi normlarını diğerlerine empoze etme ve zorla
uygulatma hakkına sahip olmaktadırlar. (…) Modernitenin
“hoşgörüsü” de bir noktada bitmekte ve “olması gereken” tepeden
(…) verilmektedir” (Mahçupyan, 1996: 195). Berna Moran, Dr.
Ramiz’den şu şekilde bahseder:
“Dr. Ramiz, Avrupa’da okumuş ve orada öğrendikleri bir çare
ile Türkiye’nin sorunlarını çözmek iddiasında olan bazı 19. yüzyıl
aydınlarımızı andırmıyor mu acaba? Kimi pozivitizme inanmış ve
Türkiye’nin bu yolda eğitimle kalkınacağını savunmuştu, kimi hür
teşebbüs ve Anglo-Saxon tipi eğitimi savunmuştu vb. Ramiz de
Viyana’da öğrendiği psikanalizle Türkiye’nin bütün sorunlarını
çözebileceğine inanır” (Moran, 311).
“Tanpınar bu vesile ile, Bergsonizm’den psikanalizme kadar
aydınlarımızın tek kurtuluş reçetesi olarak gördükleri bütün
düşüncelerle (…) çekinmeden ve ustaca alay eder. Bir başka
12
Yaprakifadeyle Türk aydınlarının çeşitli dönemlerde bağlandıkları
çeşitli düşünceler, felsefeler yahut kavramlar, aslında
Aristidi Efendi’nin, Seyit Lütfullah’ın, Abdüsselam Bey’in bel
bağladığı mucizeli kelime, formül, dua yahut ameliyeden pek de
farklı değildir (Ayvazoğlu: 349).
Beyaz Kale’de ise, Dr. Ramiz’in (ve aslından birden çok
karakterin) temsil ettiği aydınlanmacı/tahakkümcü aydın
kişilik, Hoca karakterinde vücut bulur. Pamuk’un kurgusu,
modernizm eleştirilerinin gözde temalarından “ben ve öteki”
nosyonu üzerine kuruludur. ‘Hoca Ben’, büyük bir tutkuyla bağlı
olduğu Batı’nın düşünce sisteminden kopup gelmiş ‘Venedikli
Öteki’ karşısında; onların üstünlüğünü başından kabul
ettiğinden, sürekli, Venedikliden aşağı kalmadığını ona
kanıtlamaya çalışır (“(…) aramızdaki bilgi farkı, ona göre,
yalnızca, hücremden getirip bir göze dizdiği (…) ciltlerin
sayısı kadardı” [33].), bunu başaramadığındaysa öfkesini dışa
vurmaktan başka çare bulamaz: “içten içe küçümsediğim bu
sorunlarla ilgilenmediğimi gördükçe, Hoca beni hor görürdü,
ama benim ‘üstünlüğümü ve farklılığımı’ sezdiğini düşünüyordum o
sıralar, o da benim bunu sezdiğimi düşündüğü için öfkeleniyordu
belki” (36). Doğal olarak bu ilişki en başından eşit bir
13
Yaprakilişki değildir, bir tarafta dayatmayla/zorla karşısındakine
emir veren bir öğretmen [bkz: Dr. Ramiz’in ve Halit Ayarcı’nın
İrdal’a karşı olan tutumları] (“Batlaymus’un dizgesini
tartışma konusu yapacağını söyledi, ama tartışmıyorduk, o
söylüyor ben dinliyordum” [35].), diğer taraftaysa her
denileni yapmak zorunda kalan bir öğrenci vardır: “Hoca (…)
kitabın beni heyecanlandırmadığını görünce öfkelendi. (…) bu
cilde bir göz atmam doğru olurmuş. Uslu bir öğrenci gibi…” (25).
Çünkü “tarihsel ve toplumsal bir proje olarak karşımıza çıkan
“teknik us”, doğa ve insan üzerinde baskıda bulunmakta, onlara
efendilik taslamaktadır”. (…) Modernizm “aklı” ile “doğaya
egemen olmayı ve onu dönüştürmeyi, doğanın güçlerini istendiği
gibi insanın yararına kullanmayı amaçla[mıştır], ama bu
insanın insan üzerindeki koşulsuz egemenliğine dönüşen bir
yöntem olmuştur (Bozkurt, 33). Hoca’nın (aklın) Venedikliyi
(doğayı, ötekini) anlama çabasıdır aslında Beyaz Kale’de
anlatılan; ama aklın öteki’ni anlamadaki başarısızlığı onu
önce narsisizme (Lasch, 248-250), sonra indirgeyici ve baskıcı
olmaya doğru götürür (Best, Kellner, 1998: 57).
Sıfırdan başlama ideali ve arafta kalma sorunu
14
Yaprak
Hem Tanpınar’a hem de Orhan Pamuk’a göre, Türk toplumu ne
tam anlamıyla Batılı ne de tam anlamıyla Doğulu olabilmiştir.
Coğrafyasında dahi görülen bu durum, Türk halkının düşünce
yapısına ve geleneklerine de sinmiş, ortaya iki tarafa da ait
olmayan, kimlik bunalımında bir toplum çıkmıştır. Tanpınar,
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bu temayı birçok yerde
ayrıntılı bir şekilde işlemiştir.
Örneğin Şehzadebaşı’ndaki bir kıraathaneyi anlatan uzun,
önemli bir kısım vardır. Bu bölümde “Tanpınar, hiç şüphesiz
kıraathane halkını anlatırken toplumumuzun (…) iki uygarlık
arasındaki bocalayışını dile getirmektedir” (Moran: 303).
Kıraathanedekilerin en büyük özelliği (…) bir ayakları daima
eşikte yaşa[malarıdır]. “Buradaki hayat asıl kapının dışında
bir hayattı[r]. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye
girmeyi düşünmeden yahut da bir ayakları daima eşikte
yaşıyorlardı[r]” (132). Toplumun içinde bulunduğu ikircikliğin
en iyi özetlendiği bölüm ise Ayarcı’nın ağzından veriliyor:
“Bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi
düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da
diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde
yarı ciddi yarı şaka, tembel bir hayat” (131).
15
Yaprak
Hurafelerle bilimin iç içe geçtiği bir yaşam biçimidir bu.
Ortada Artisidi Efendi’nin laboratuarı vardır ama o
laboratuarda büyü ve simya karışımı tekniklerle altın
yapılmaya çalışılır. Dr. Ramiz bir yandan Freud’a tapan, bir
yandan da bizdeki eski rüya tabirlerine merak salmış, eşiği
atlayamamış bir adamdır vb. Fakat Tanpınar’ı asıl rahatsız
eden şey Cumhuriyet dönemi inkılâplarıdır. Ona göre Cumhuriyet
dönemi; geçmişle bağlarını kopararak yeni bir Türk toplumu
yaratma çabası içerisinde koca bir yanılgıya düşmüştür. Bu
dönemin özelliği eski ile yeniyi bir arada yaşamak yerine
eskiyi tamamen atıp yeniye sarılmaktır (Moran: 304). “1923’te
başlayan tasfiye, eski ile yeni arasındaki bu denksiz mücadeleye
son ver[miştir]” (Tanpınar: 1970: 27). Tanpınar hazzetmediği
bu sonla birlikte, kurgusunu; yeni’ye olan bağlılığın
sonunu/yok oluşunu deşifre etmek amacıyla kurar. Bu yüzden de
Enstitü’nün kurulma felsefesini Ayarcı’nın ağzından şöyle
verir: “Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur”
(218). “Bu yeni düşünce tarzına bir türlü alışamayan İrdal,
çalıştığı Enstitü’de yapılanlara ayak uyduramayıp karşılaştığı
şeylere sağduyusu ile zaman zaman karşı çıktıkça “yeni”yi
anlamamakla suçlanır” (Moran: 305). Bu bölümlerde yapı
16
Yapraköylesine iyi kurulmuştur ki, okuyucu İrdal’ın haklı olduğunu
bilmesine rağmen tıpkı İrdal gibi hiç sesini çıkaramaz ve
kendisine sunulanlara ‘evet’ demekten başka bir yolu kalmaz
(gerek Ramiz’in gerekse Ayarcı’nın sözlerinin saçma sapan
olması hiçbir şeyin olumlu anlamda değişmesini sağlamaz).
Tanpınar yeniye duyulan hayranlığın tasviri olan tüm bir
hikâyenin ana mevzusu Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nin çöküşünü
anlatarak, adeta yenicilerden intikam alıyor gibidir. Aslında
anlatılan şeyin, “(…) son bir buçuk asır içinde yenilik ve
gelişme diye takdim edilen şeylerin hepsini[n], bir düşüşün
tezahürleri olarak değerlendirilmesi (…)” olduğu söylenebilir
(Ayvazoğlu: 346).
Orhan Pamuk da Tanpınar gibi düşünmekte ve topluma yeni
diye sunulan şeylerin aslında geçmişin toptan silinmesinden
başka bir şey olmadığını belirtmektedir (Faruk’un giriş
bölümünde anlattığı, sobalarda yakılan elyazmaları açık bir
göndermedir: bu durum “… 1928 tarihli dil devrimine gönderme
içermekle kalmaz, aynı zamanda böyle önlemlerin başlıca
olumsuz yönlerini gösterir: kültürel miras bütününü devralma
yetersizliği” (Göknar, 119-120).) Maureen Freely’nin Pamuk’tan
ve onun kitaplarından bahsettiği makalesinde (“Talking
17
YaprakTurkey”); Pamuk’un Batı’ya benzemek adına kendi geçmişini
toptan silen Atatürk’ü ve devrimlerini eleştirdiği görülür:
“'I am angry at the silliness of the imitator. It's not
because I think everything should be ours, or Islamic, or
traditional, but because 1 think the raison d'etre of everything
should be logical. 'The best way to modernise a country, (…) is to
draw consciously upon the traditions that are already there. This
did not happen in Kemal Ataturk's Republic. 'For example, there
were a lot of religious sects in Turkey - some radical, some
fundamentalist and some very liberal. They were fighting and
competing. Reforms were evolving in these heretical places. But
Kemal Ataturk closed them, saying they were corrupt, and the
hybridity of Ottoman or Turkish Islam was destroyed.' instead
there was a 'void' that turned into this 'unified, single colour
fundamentalism'.
Pamuk da Tanpınar gibi, kendi köklerimizden kopmadan
yenileşmekten yanadır. Yeni hayat biçimlerini yine Türk
toplumun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi
geçmişimiz ve Batı, vazgeçemeyeceğimiz iki kaynaktır.
Cumhuriyet’te geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya
edebileceğimize inanmakla aldandık (Moran: 305). İşte bu
18
Yaprakgeçişi sembolik olarak niteleyen imge, Tanpınar’ın romanında
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür. Enstitü, geçmişi gömerek
yeniye ulaşmak anlamına geliyordu. Yapılan her ama her
yenilik, eşiği geçmek ve muasır seviyeye ulaşmak amacıyla
yapılıyordu. Beyaz Kale’de geçişi sembolize eden imge ise
kitaba adını veren Beyaz Kale’dir (her iki kitaba adını veren
durum, yeniyle eski arasındaki geçişi sağlayacak olan kapı,
yani eşik: kale ile enstitüdür). “Hoca’nın yaptığı “silah”ın
“yağmurdan balçıklaşmış bir çamura saplanıp kalması”
(gerçekten de Osmanlı, Batı’nın üstünlüğünü ilkin “silah”
alanında görmüştür; Batılılaşma çağcıl silah gereksinimiyle
başlamıştır ülkemizde. Ve “mertlik bozulmuştur”…) ve
“askerlerimizin kalenin beyaz kulelerine hiçbir zaman
erişemeyeceklerini”nin altını çizilmesi, [ile] Orhan Pamuk
Batılılaşma serüvenimizi…” özetlemiş olur (Naci, 1985: 84).
Tanpınar gibi, Pamuk da; kayıtsız şartsız yeniliğe olan
düşkünlüğün, geçmişin toptan inkârının ve Türk modernizminin
sonucunun hüsran olduğunu düşünmektedir.
Sonuç yerine
19
Yaprak
Peki, Tanpınar Türk toplumunun ve modernizminin aksayan
yönlerini gösterirken eserinde bir çıkar yola işaret ediyor
mu? Romanda alaya maruz kalmayan veya hicvedilmemiş,
dikkatimizi çeken iki karakter var: Nuri Efendi ile İrdal’ın
oğlu Ahmet İrdal. Berna Moran şöyle diyor:
“(…) Nuri Efendi iyiliksever, dürüst, temiz yürekli, sakin
tabiatlı, yarı evliya bir kişi. Ahmet, babasının yaptıklarını hiç
onaylamayan, servetinden yararlanmayı reddedip, eğitimini devlet
sınavlarını kazanarak sürdüren ve doktor çıkan bir gençtir. Eski
zaman adamı Nuri Efendi ile Cumhuriyet genci arasında ortak bir
yön var: İşin nizamından geçmiş olmak. İşinin sorumluluğunu yüklenen
insan belli bir ahlak terbiyesinden geçer. “İş insanı temizliyor,
güzelleştiriyor” (351) sözleriyle dile getirir bu düşünceyi
İrdal.” (322).
Burada Nuri Efendi’nin, bozuk bir saate; bir hastaya, bir
muhtaca bakar gibi baktığını hatırlayalım. Tanpınar; bir
romanda, yüksek perdeden bir ana fikri –düşünce yazılarında
olduğu gibi- veremezdi. Haliyle, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü’nde; Enstitü’nün çöküşüyle birlikte Tanpınar’ın Türk
aydınlanmasını yerdiği ama yerilenlerin yerine de yeni bir şey
koymadığı eleştirileri gelmiştir. Oysa hem romanın içine
20
Yaprakyedirilmiş hem de birçok makalesinde dile getirilmiş “iş”
kavramına Tanpınar’ın fazlasıyla önem verdiğini ve asıl
çıkışın da bu yönde gerçekleşebileceğine inandığını biliyoruz:
“Bütün sıkıntılarımız ümitsizliklerimiz istihsal azlığından
meydana gelmektedir. Binaenaleyh tam bir iktisadi kalkınma (…)
ancak mevzuunu iyi kavrayan bir bilgi ile yapılan çok geniş
bir ihtisal hareketi ile kabildir. Aksi takdirde şehir
hayatımız, tefekkürümüz sun’i bir kabuk vaziyetinde kalır”
(Tanpınar, Ahmet Hamdi: 42).
Bu üretimi ise Tanpınar; Türk toplumunun kendini
gerçekleştirmesiyle yapmasını ister. Kendi uygarlığımızı,
kendi hayat şekillerimizi yaratmak için, her şeyden önce kendi
gerçekliğimize uygun bir üretim programına ihtiyacımız vardır.
“Kendi gerçekliğimiz” ise ne Batı’da, ne de Garp’tadır ona
göre. Bir sentezi gerçekleştirememenin acısını çekmektedir
Türk toplumu. Ya oradan ya da buradan olmaya zorlanmakta; çok
spesifik bir kesinlik ile formasyonun net şekilde
gerçekleşebileceği iddia edilmektedir. Romanın başkahramanı
İrdal’ın bazen budala gibi görünmesi, bazen usta bir
dolandırıcı; bazen pişkin, yüzsüz biri; bazen aşırı bir
yenilikçi, bazen de kaybedilen değerler karşısında vicdan
21
Yaprakazabı duyan bir gelenekçi olması; birçok kişiye göre
Tanpınar’ın karakter yaratmadaki başarısızlığından
kaynaklanmaktadır. Oysa İrdal, “kendi kendisiyle tezat
halindeki Türk aydınının bir prototipidir. Doğuyla Batı,
geçmişle bugün iç içe geçmiştir [İrdal’da]” (Ayvazoğlu: 346).
Batı da Doğu da gerçekliğimizin içindedir ve biz bunların bir
sentezini yapmak zorundayızdır.
Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinde de çok benzer bir mesaj
vardır. Romanın sonunda Venedikliyle Hoca yer değiştirirler.
Böylece uzun uzun eleştirdiğimiz Hoca’nın birden “diğeri”
olmasıyla birlikte, Pamuk tüm eleştirilerini ters yüz etmiş
olur, ilgiyi başka alana çeker, okurun algısını yapı bozumuna
uğratır [bu Tanpınar’ınkine nazaran çok daha ‘radikal’ bir
finaldir]. Modernizm eleştirisi şeklinde ilerleyen roman bir
çeşit durum tespitiyken, finalde Pamuk, neye inandığını, olması
gerekenin ne olduğunu bize açık açık söyler: “(…) Öteki’ni
kendine örnek edindikten sonra aslında onun “benzeri” olduğunu
keşfeden” (Parla, 1992: 85), etmesi gereken
Hoca’nın/aklın/Türkiye’nin hikâyesidir anlatılan. “(…) Batılı
öznenin ilk bakışta sanıldığı kadar sabit bir egemenlik
pozisyonunu koruyamadığı, egemenliği altına almaya çalıştığı
22
YaprakDoğulu’yla son derece inişli çıkışlı ve yer değiştiren bir
karşılıklı güç ilişkisine girdiği” (Parla, 1992: 93) bir
dünyadır bu. Pamuk’a göre “doğu-batı ayrımı basit bir
illüzyon”dan başka bir şey değildir (Jaggi, 2007). Pamuk,
Beyaz Kale için, “denemeye çalıştığım şey kimlik sorunu
üzerine bir oyun kurmak ve doğulu ya da batılı olmanın bir
öneminin olmadığını göstermekti,” (Stone) demiştir.
Böylece Orhan Pamuk; Beyaz Kale romanıyla ve romanındaki
çok katmanlılık sayesinde, yarattığı karakterlere sembolik
anlamlar yükleyip, gerek genel anlamda modernizm-aydınlanma
felsefesine, gerekse bunun Türkiye’ye yansıyan Türk
aydınlanmasına ve onun ideolojisine; derin ve anlamlı
eleştiriler yöneltmiştir. Fakat bu eleştirilerden, Pamuk’un
ülkesini küçümseyen ve Batı’ya hayran biri olduğu şeklinde
yorumlar çıkarmak tamamen anlamsız ve sığdır [aynı şey
Tanpınar için de geçerlidir]. Beyaz Kale, çok açık, “doğu-
batı” diye bir ayrımın olmadığını söylemektedir ve Pamuk’un
romanı bu temel üzerine kurulmuştur, şöyle der Pamuk:
“Aslında, Türklerin %95’i kendilerinde iki ruh barındırır.
Uluslararası Gözlemciler, Türkiye’de iyilerin –laikler,
demokratlar, liberaller- ve kötülerin –milliyetçiler, politik
23
Yaprak
İslamcılar, muhafazakârlar, devlet yanlıları- bulunduğuna
inanıyor. Hayır. Ortalama her Türk’te, bu iki yaklaşım her zaman
birlikte yaşar. Bir şekilde herkes kendisiyle savaş halindedir, ya
da belki, kendi çelişkilerini içinde taşıyordur” (Edemariam,
2006).
Orhan Pamuk, “(…) doğru ile yanlışı, mutlak iyi ve mutlak
kötü şeklinde algılayacak bir duyguyla engellenmemiş olduğu
için, iyi ile kötü konusunda esnek olarak ilgilene[bilmekte]
(Goody, 1996: 60)” ve kendi eleştirdiği modernizmin tuzağına
düşmemektedir. İçinde bulunduğu konum Edward Said’vari bir
konumdur, Jale Parla bu konumu şöyle açıklar:
“Batılı öznenin Doğu ile ilişkisini yapılandıran bir
bilinçaltı varsa eğer, Doğulu’nun da edilgen ya da masum nesne
olmadığını, onun da Batı ile ilişkisini kuran bir bilinçaltına
sahip olduğunu ileri süren bu görüş, güç ilişkisine dayalı Doğu-
Batı çiftilliğinin bir gün gelip bozulabileceğine ilişkin iyimser
bir imayı da barındırması açısından, oryantalist söylemlere karşı
üretilmiş anti-oryantalist bir söylem olarak görülür (1992: 93).”
Bu açıdan bakıldığında da, modernizm eleştirisi yerini, en
temel ilke olarak farklılıklara saygı duymaya bırakır. Pamuk,
Beyaz Kale ile mesajını kendi karakterinin ağzından verir
24
Yaprakokuyucusuna. Romanın sonlarında, İstanbul’da kalan anlatıcıya
kimin kim olduğu üzerine sorular sorup duran Sultan’a;
anlatıcı şöyle bir cevap vermektedir ve Pamuk’un mesajı gayet
manidardır: “İnsanın kim olduğunun ne önemi var,” derdim,
“önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır” (167).
BİBLİYOGRAFYA
Artvinli, Fatih ve Nesrin Aytekin. II. Cumhuriyet. İstanbul:
2000
< http://www.ikincicumhuriyet.org/dogru/ikinci_cum_tez1.html >
25
YaprakAyvazoğlu, Beşir. “’Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ Yahut Bir
İnkıraz Felsefesi”. Saatleri Ayarlama Enstitüsü (ek) . Dergâh
Yayınları, 1983. 341-354
Başkaya, Fikret. Neden Resmi Tarih? 16 şubat, 2006<http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4958>
Best, Steven ve Dougles Kellner. Postmodern Teori. çev. Mehmet
Küçük. Ayrıntı Yayınları. 1998
Bozkurt, Nejat. Eleştiri ve Aydınlanma (Felsefe İncelemeleri).
İstanbul: Say Yayınları. 1994
Cahoone, Lawrence. “Aydınlanma ve Narsisism: Adorno,
Horkheimer ve Lasch.” Modernliğin Çıkmazı. Çev. Ahmet
Demirhan, Erol Çatalbaş. İnsan Yayınları, 2001. 242-250
Çiğdem, Ahmet. Aydınlanma Düşüncesi. İstanbul: Ağaç
Yayıncılık. 2003
Edemariam, Aida. “I Want to Continue the Life I Had Before.”
The Guardian. 3 April, 2006
< http://www.guardian.co.uk/books/2006/apr/03/fiction.turkey >
Freely, Mauren. “Talking Turkey.” Interview and Review.
< http://www.orhanpamuk.net/popuppage.aspx?id=26&lng=eng >
Goody, John. Batı’daki Doğu. çev. Burhan Mert Angılı-İsmail
Mert Bezgin. Ankara: Dost Kitabevi. 2002
26
Yaprak
Göknar, Erdağ. “Beyaz Kale’de Özdeşleşme Politikası.” Orhan
Pamuk’u Anlamak. der. Engin Kılıç. İstanbul: İletişim
Yayınları. 1999. 115-122
Hilav, Selahattin. Felsefe Yazıları. İstanbul: YKY. 2003
Jaggi, Maya. “Between Two Worlds.” The Guardian. December 8,
2007
<
http://www.guardian.co.uk/books/2007/dec/08/classics.nobelpriz
e >
Mahçupyan, Etyen. Osmanlı’dan Postmoderniteye. Yol Yayınları.
1996
Moran, Berna. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. Türk Romanına
Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İletişim Yayınları. 2005. 297-
322
Naci, Fethi. “Beyaz Kale.” Orhan Pamuk’u Anlamak. der. Engin
Kılıç. İstanbul: İletişim Yayınları. 1999. 84
Pamuk, Orhan. “Ahmet Hamdi Tanpınar”. Öteki Renkler. İstanbul:
İletişim Yayınları. Aralık 1999.
27
YaprakParla, Jale. “Roman ve Kimlik: Beyaz Kale.” Orhan Pamuk’u
Anlamak. der. Engin Kılıç. İstanbul: İletişim Yayınları. 1999.
85-98
Stone, Judy. “Enigma is Sovereign.” Interview and Review.
< http://www.orhanpamuk.net/popup.aspx?id=40&lng=eng >
Tanpınar, Ahmet Hamdi. “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki…”.
Yaşadığım Gibi. Dergâh Yayınları (basım tarihi belirtilmemiş).
42
Toprak, Binnaz. “Giriş.” Aydınlanma Sempozyumu. der. Binnaz
Toprak. İstanbul: Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi.
2007.
28