28
‘BEYAZ KALE’ ve ‘SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜN’DE DOĞU-BATI SORUNU ve TÜRK MODERNİZMİ ELEŞTİRİSİ Orhan Pamuk, doğu-batı sorunuyla estetik düzeyde hesaplaşmaya yönelen Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi önemli yazarlardan biridir ve bu sorunsalı kültürel ve felsefi içerimleriyle edebiyatına taşımıştır. Hemen hemen tüm romanlarında ‘doğu-batı sorunu’ temasına rastlanan Pamuk; belli başlı fikir yazıları ve makalelerinden oluşan derleme kitabı Öteki Renkler’de, kendisine bu bağlamda en yakın duran yazarlardan birinin Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu söyler (1999: 166). Ahmet Hamdi Tanpınar ise, gerek yapıtlarında, gerekse fikir hayatı boyunca Türk toplumunun karşılaştığı uygarlık sorununun yarattığı bölünme üzerine kafa yormuş ve Doğuyla Batı, geçmişle bugün arasında sıkışıp kalmış Türk toplumunun içine düştüğü buhranı analiz etmeye çalışmıştır. Nihayetinde, Tanpınar ve Pamuk’un ortak teması olduğunu söylediğimiz ‘doğu-batı sorunu’nun, bu iki yazarın romanlarına benzer şekilde nüfuz ettiğini görmek şaşırtıcı değildir. Ben burada, bu bağlam içerisinde, Pamuk’un Beyaz Kale’si 1 ile 1 Pamuk, Orhan. Beyaz Kale, İletişim Yayınları. 23. baskı, ocak 2000.

‘BEYAZ KALE’ ve ‘SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜN’DE DOĞU-BATI SORUNU ve TÜRK MODERNİZMİ ELEŞTİRİSİ

Embed Size (px)

Citation preview

‘BEYAZ KALE’ ve ‘SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜN’DE DOĞU-BATI SORUNU ve TÜRK MODERNİZMİ ELEŞTİRİSİ

Orhan Pamuk, doğu-batı sorunuyla estetik düzeyde

hesaplaşmaya yönelen Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi

önemli yazarlardan biridir ve bu sorunsalı kültürel ve felsefi

içerimleriyle edebiyatına taşımıştır. Hemen hemen tüm

romanlarında ‘doğu-batı sorunu’ temasına rastlanan Pamuk;

belli başlı fikir yazıları ve makalelerinden oluşan derleme

kitabı Öteki Renkler’de, kendisine bu bağlamda en yakın duran

yazarlardan birinin Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu söyler

(1999: 166). Ahmet Hamdi Tanpınar ise, gerek yapıtlarında,

gerekse fikir hayatı boyunca Türk toplumunun karşılaştığı

uygarlık sorununun yarattığı bölünme üzerine kafa yormuş ve

Doğuyla Batı, geçmişle bugün arasında sıkışıp kalmış Türk

toplumunun içine düştüğü buhranı analiz etmeye çalışmıştır.

Nihayetinde, Tanpınar ve Pamuk’un ortak teması olduğunu

söylediğimiz ‘doğu-batı sorunu’nun, bu iki yazarın romanlarına

benzer şekilde nüfuz ettiğini görmek şaşırtıcı değildir. Ben

burada, bu bağlam içerisinde, Pamuk’un Beyaz Kale’si1 ile1 Pamuk, Orhan. Beyaz Kale, İletişim Yayınları. 23. baskı, ocak 2000.

YaprakTanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü2 arasındaki, aynı tema

üzerinden giden ve ortak paydalarda buluşan yönleri ile bu iki

usta yazarın bu temayı nasıl kullandıklarını irdeleyecek; bu

açıdan ise, doğu-batı sorunu olarak adlandırdığım tarihsel

bağlamın içine biraz daha girerek, bunun bir Türk modernizmi

eleştirisi olduğunu ve romanın birçok yerinde bunu belli

edecek açık göndermelerin bizzat yazarlar tarafından

romanlarına konduğunu göstermeye çalışacağım. Fakat daha önce

Türk modernizmine eleştirel gözle bakan ve post-modern kabul

edilen düşünce akımı İkinci Cumhuriyetçiler’e bir göz atmak

gerektiğine inanıyorum:

İkinci Cumhuriyetçiler; “Aydınlanma felsefesi üzerine

inşa edilmiş olan cumhuriyet ilke ve değerlerinin; Kürt,

Alevi, gayrimüslim, kadın, örtünen kadın, eşcinsel vb.

kimlikleri bastırdığı[nı], bu ilke ve değerlerin günümüzde

siyasi İslam ve Kürt sorunu gibi toplumsal bölünmelere yol

açmış olduğu”nu savunan (Toprak; 2007: 8); Türkiye’nin aslında

devrim yaşamadığını; Atatürk inkılâplarının bir çeşit tepeden

inmecilik olduğunu; Türkiye’nin hâkim ideolojisi olan

Kemalizmin demokratik değil, otoriter bir elit rejimi

2 Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları. 10. baskı, ekim 2005.

2

Yaprakyarattığını iddia eden; Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma

eleştirel yaklaşan görüşleriyle hayli eleştirilen bir aydınlar

grubudur (Artvinli, Aytekin, 2000). Bu oluşumun içerisinde

Orhan Pamuk’un, özellikle 90’lardan sonra kendini gösterdiğini

ve çok ağır eleştirilere maruz kaldığını da eklemeden

geçmeyelim. Şimdi romanlarımızı incelemeye başlayabiliriz.

Türk toplumunun tarihle/geçmişle sorunu

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İkinci Cumhuriyetçi olarak

gösterilmesine yoğun bir itirazın gelmesi an meselesiyken,

böyle bir şeyi iddia etmediğimi derhal söylemeliyim. Fakat

şunu da kabul etmeliyiz ki, “Tanpınar, tüm samimiyetine rağmen

kendi neslinin bazı garip saplantılarından kurtulmuş değildir.

Çünkü o da, Tanzimat’tan beri hayatımızda artarak devam eden

kültür ikiliğini bütün ruhuyla yaşa[mıştır]. (…) Nitekim

[kendisinin] 1932 yılına kadar “çok cezri” bir batıcı

olduğunu ve Doğu kültürüne karşı düşmanca bir tavır aldığını”

da biliyoruz (Ayvazoğlu: 1987: 341). Haliyle bu iki yazarın

Türk toplumunu eleştirmesinde farklılıklar olsa da, aynı fikir

yapısını paylaştıklarını (kabaca) söylemek mümkün.

3

Yaprak

Bunlardan benim vereceğim ilk örnek Türk toplumunun

tarihiyle olan sorunlarından kaynaklanır. Orhan Pamuk’un

içinde bulunduğu İkinci Cumhuriyetçiler, devletin kendine ait

farklı bir tarih versiyonu yarattığını iddia ederler ve bu

sahte tarihin halka dikte ettirildiğinden yakınırlar. Fikret

Başkaya Resmi Tarih üzerine şunları söylüyor:

Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği

tarihtir. Tarihin; geçmişte yaşanmış olanın, iktidar sahiplerinin

ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla

toplumsal bellek [hafıza–ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza

kaybına uğratılmak istenir Fakat resmi tarih oluşturmak bir başına

amaç değildir. Asıl amaç ‘resmi ideoloji’3 oluşturmaktır. Velhasıl,

resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak, resmi tarih

oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal

belleğin [kollektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif

edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imal

edilmesiyle mümkün oluyor (Başkaya: 2006).

Yani geçmiş; var olan, nesnel, statik, yaşanmış bitmiş bir

şey değildir ‘resmi ideoloji’ için. Yapılan hatalarla

yüzleşmek yerine o hataların görmezden gelindiği, ‘gerçek’in bile

3 Bundan sonraki ‘italik’ ve ‘bold’ kullanımlar tamamen bana aittir.

4

Yaprakistenilen şekle sokulup biçimlendirilebildiği bir geçmişe

sahiptir Türk halkı. Geçmiş, objektif bir tarihçinin gözünde

nesnel bir gerçekliği ifade ederken; tarihini yeniden kurmak

isteyen ve geçmişiyle uzlaşmak istemeyen Türk aydını da Halit

Ayarcı’nın bedeninde vücut bulur. Ayarcı’ya göre:

“Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir.

Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir.

Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti

olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? Hakikati

olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak…” (218).

Tanpınar’ın romanında Geçmiş; çok geçmeden Enstitü’nün

hüviyetinde de bir boşluk olarak hissedilmeye başlar. Ayarcı,

bunun üzerine İrdal’dan –bu boşluğun doldurulması için-

Muvakkit Nuri Efendi’nin hayatı ve fikirleri üzerine bir kitap

yazmasını istese de; bir müddet sonra ani bir ilhamla fikrini

değiştirip Ahmet Zamani Efendi diye güya 17. yüzyılda yaşamış

bir adam uydurarak bu adam üzerine yazmasını ister. İrdal da,

hiç var olmamış bu şahıs üzerine tamamen uydurma, kendisinin

de hiç inanmadığı bu kitabı yazar. “Burada dikkat edilmesi

gereken husus, Muvakkit Nuri Efendi’nin, yani hakiki geçmişin

yok farz edilerek yeni ve uydurma bir geçmiş üretilmesidir.

5

YaprakZira Doktor Ramiz ve Ayarcı’ya göre tarih günün emrindedir

(Ayvazoğlu: 348). Günün emrinde olan bir tarihse; rahatlıkla

deforme edilebilir, üzerinde oynanabilir, şekilden şekle

sokulabilir bir tarihtir. Böyle bir tarih ise tarih olmaktan

çıkmış, tamamen onu kullanacak ideolojinin eline düşmüş, son

derece subjektif bir ucubeden başka bir şey değildir artık.

Tanpınar, gerçekte var olan bir kişinin yerine uydurma birinin

kitabının yazılması örneğinde, bunun bir ‘sistem’ için

yapıldığını gösterir bize. Burada sistem-yani Saatleri

Ayarlama Enstitüsü; resmi ideolojiyi, yazılan uydurma kitap

ise resmi tarihi temsil eder.

Orhan Pamuk ise; Türk resmi ideolojisinin yarattığı

tarihi, okuyucusuna göstermek için bizzat o tarihi yaratan-

yazan birini, bir tarihçiyi –Darvınoğlu’nu- bize sunar. Daha

kitabın giriş bölümü yoğun bir tarih eleştirisiyle başlar.

Faruk, dede mesleği olan ansiklopediciliğe zorunlu olarak

döndüğünü (“(…) arkadaşlarımla birlikte üniversiteden ayrılmak

zorunda kaldığımız için…” [8]), Gebze Kaymakamlığına bağlı

döküntü arşivde bulduğu ve yazmaya üşendiği için çaldığı

elyazmasıyla, içkiden arta kalan vakitlerinde ilgilendiğini;

elyazması üzerine yaptığı araştırmalardan sonra (“yaptığım

6

Yaprakaraştırmalar başarısız çıkmıştı” [9]) iz sürmeyi bıraktığını

ve tarih kısmından sorumlu olduğu bir meşhurlar

ansiklopedisine kitabın yazarını koyma fikrinin nasıl

başarısız olduğunu (“Korktuğum gibi, basmadılar bu maddeyi,

bilimsel kanıt yokluğundan değil, anlattığı kişi yeterince ünlü

bulunmadığı için.” [9]) bir bir anlatır. Faruk, daha sonra,

arşivden çaldığı elyazmasını, yazarının kimse tarafından

bilinmemesi üzerine sahiplenir, bir nevi onu tekrar çalar.

Öyle ki, kitabı günümüz Türkçesine hiçbir üslup kaygısı

gütmeden, son derece “ilkel”, bilimsellikten uzak yöntemlerle

çevirir (“Bir masanın üzerine koyduğum elyazmasından bir iki

cümle okuduktan sonra, kâğıtlarımın durduğu başka bir odadaki

öteki bir masaya geçiyor, aklımda kalan anlamı günümüz

kelimeleriyle anlatmaya çalışıyordum” (10).

Görüldüğü gibi, sadece giriş bölümüne (toplam dört sayfa),

Türk tarihi ve tarihselciliği hakkında, kurgusuna enfes

şekilde sindirmiş olduğu eleştirilerini birer mayın gibi

yerleştirmiştir Orhan Pamuk. Tasavvur edilen bu ortam

gerçekten tüyler ürperticidir. Arşivlere arşiv bile denemeyen

(arşiv kelimesi için tırnak işaretinin kullanılmak zorunda

kalındığı), akademik çevrelerde bilimselliğin geri plana

7

Yaprakitildiği, İstanbul’un arka sokaklarındaki ahşap evlerde

bulunan onbinlerce elyazmasının sobalarda yakılmak için

kullanıldığı hayli kötü bir Türkiye portresi bu. Tarihçimiz

Faruk ise, içkiden ve boş vakitlerinden sıkıldığında ‘iş’ini

yapıyor; arşivde bulduğu bir elyazmasını çalmaktan utanmıyor,

elyazması üzerine yaptığı araştırmalarda elyazmasının yazarı

belli olmayınca onu kendi yazmış gibi gösteriyor, (İrdal ve

Ayarcı gibi) var olanı yazmaktansa (çevirmektense); tamamen

kendi kafasına göre uydurulmuş, bilimsellik ve tarihselcilikle uzaktan

yakından alakası olmayan bir eser yaratıyor. Çünkü Faruk için

de tarih –İrdal ve Ayarcı’da olduğu gibi- bugünün emrindedir.

Pamuk ve Tanpınar; Türk modernizminin ‘tarihle-geçmişle

yüzleşme’ yerine, ondan kaçtığını ve onu günümüze göre yeniden

şekillendirdiğimizi –hatta yoktan var ettiğimizi- iddia

ediyorlar.

İdeoloji sorunu

Hem Tanpınar’ın hem de Pamuk’un Türk modernleşmesinde

sorun gördükleri bir diğer konu ise, Türk aydınlarının içine

düştükleri ideoloji batağıdır. Bakınız Selahattin Hilav, Türk

8

Yaprakaydınlanmasının başarısızlığa uğramasının nedenlerini nasıl

özetliyor:

“Türkiye’de, özellikle Cumhuriyet döneminde, resmi

ideolojinin temeli olarak pozitivizmin yanı sıra benimsenmiş olan

Aydınlanma, hemen hemen boyutlarından bir tanesine, yani laikliğe

indirgenmiş; Aydınlanmanın özgür düşünce ve eleştiri gibi öteki temel

boyutları, resmi ideolojinin mutlak kısıtlamasına uğramıştır.

Halkın cahil olduğunun (…) düşünülmesi; akıl öğretme yoluyla

bilgilendirme, emir verme ve baskı yapma gibi tutumların doğal bir

davranış haline gelmesine yol açmıştır. Kendisinden başkasına

tahammül edemeyen bu garip aydınlanma anlayışı, körü körüne inanma

ve savunma bakımından, (…) “ilericiler” ve “gericiler” arasındaki

karşıtlığı sürekli olarak beslemiş; manevi ve siyasal alanda tam

bir anlayışsızlık, inat ve çözümsüzlük doğurmuştur” (2003: 426).

Kanımca, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bu örnekle

birebir uyuşan bölüm Hayri İrdal ile Doktor Ramiz arasında

geçen bölümdür. Dr. Ramiz Avrupa’da psikanaliz okumuş, gözü

başka bir şey görmeyen, fakat psikanalize hastaya “tatbik

edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek bir

vasıta” olarak bakan bir bilim adamıdır. Ona göre bu yeni

bilim her şeydir:

9

Yaprak

Cürüm, cinayet, hastalık, ihtiras, parasızlık, sefalet,

talihsizlik, sakat doğma, düşmanlık, hülasa insan hayatını bizim

irademizin dışında cehennem yapan şeylerin hiç biri yoktu. Yalnız

psikanaliz vardı. Hepsi dönüp dolaşıp ona geliyorlardı. O hayat

muammasının biricik anahtarı idi (99).

Dr. Ramiz memlekette hiçbir şeyi beğenmez. Zihniyeti eski

bulur. Kafasında burası ve orası olarak yarattığı bir ayrımla

yaşar. Oralarda ihtisasa hürmet vardır. Viyana, hele Almanya’da

psikanalizin gündelik ekmek gibi bir ihtiyaç olduğunu söyler

durur. Bilim adamı olduğunu söyleyen Dr. Ramiz, tamamen bilime

ve ilerlemeye sırtını vermiş olan Aydınlanma felsefesinin bir

sembolüdür aslında. Selahattin Hilav’ın belirttiği gibi, içine

düştüğü ideoloji tuzağı onu eleştiri ve özgür düşünceden

uzaklaştırmıştır (İrdal’ın dediği hiçbir şeyi ciddiye almaz

Ramiz). Kendisini ‘bilgi sahibi olan/her şeyi bilen’ tarafa

koyan Ramiz’in karşısındakini anlamaya artık tahammülü yoktur;

çünkü karşısında ‘bilmeyen-cahil (halk)’ bulunmaktadır.

Modernizmin ilerlemecilik adına öne sürdüğü en büyük araç, akıl

yoluyla öğretim, Ramiz tarafından son haddine kadar kullanılır bu

bölümde. İşler öylesine çığırından çıkar ki, psikanaliz; rüya

10

Yaprakreçetesi yazmaktan tutun (“sizden hastalığınıza daha uygun

rüyalar görmenizi bekliyorum…” (114)), dil bilmeyen hastaya

orijinal dilinde eser verip okutmaya kadar gider. Tepeden

inmeci bir aydınlanmayı özetleyen bu bölümde İrdal’ın içinde

bulunduğu durum da, böyle bir toplumda halkın içine düştüğü

buhranı çok iyi özetlemektedir. Bölüm boyunca asıl delinin

Ramiz olduğunu okuyucu rahatlıkla görmesine rağmen, İrdal buna

boyun eğmek zorunda kalır; çünkü tahsil görmüş, okumuş yazmış

ve doktor olan Ramiz’i kendisine rehber edinmek gayet makul

görünmektedir (“Doktorun memleket meseleleri ve aydın

konuşmalar dediği şey hakikatte alelade dedikoduydu. Fakat

onun âlim bakışlarında iş tabiatıyla değişiyordu”(131)).

Böylece akıl sağlığı gayet yerinde olmasına rağmen İrdal,

Ramiz’in sözde muayenesiyle kendisinde gerçekten sorun görmeye

başlar: “Sonra kendime kızdım. Dünyanın en gülünç hastalığına

tutulmuştum, bir de elâlemin işine karışıyordum” (113).

Tanpınar, Ramiz metaforuyla ilericilik ile gericilik

arasındaki ilişkinin modernistlerin düşündüğü gibi açık seçik

ve net olmadığını, tam tersine bu zeminin çok kaygan olduğunu

göstermiş olur. Çünkü modernizm, “Ben’in ortaya çıkması [nı,

uyanmasını sağlamasına rağmen bu,] “toplum açısından yıkıcı

11

Yaprakbir özellik taşımakta[dır].” (…) “Ben-bilgisi, bireye ya da

insana ilişkin bir bilgi olmaktan ziyade, bireye kendisi-

olmayı dikte eden bir bilgi[dir]” (Çiğdem, 2003: 48). Yani Ben,

ben-bilgisine sahip olduğu anda Öteki’ni yadsıyor-

aşağılıyordur. “Dolayısıyla bu mantığı içselleştirmiş olanlar,

tüm yaşam biçimi normlarını diğerlerine empoze etme ve zorla

uygulatma hakkına sahip olmaktadırlar. (…) Modernitenin

“hoşgörüsü” de bir noktada bitmekte ve “olması gereken” tepeden

(…) verilmektedir” (Mahçupyan, 1996: 195). Berna Moran, Dr.

Ramiz’den şu şekilde bahseder:

“Dr. Ramiz, Avrupa’da okumuş ve orada öğrendikleri bir çare

ile Türkiye’nin sorunlarını çözmek iddiasında olan bazı 19. yüzyıl

aydınlarımızı andırmıyor mu acaba? Kimi pozivitizme inanmış ve

Türkiye’nin bu yolda eğitimle kalkınacağını savunmuştu, kimi hür

teşebbüs ve Anglo-Saxon tipi eğitimi savunmuştu vb. Ramiz de

Viyana’da öğrendiği psikanalizle Türkiye’nin bütün sorunlarını

çözebileceğine inanır” (Moran, 311).

“Tanpınar bu vesile ile, Bergsonizm’den psikanalizme kadar

aydınlarımızın tek kurtuluş reçetesi olarak gördükleri bütün

düşüncelerle (…) çekinmeden ve ustaca alay eder. Bir başka

12

Yaprakifadeyle Türk aydınlarının çeşitli dönemlerde bağlandıkları

çeşitli düşünceler, felsefeler yahut kavramlar, aslında

Aristidi Efendi’nin, Seyit Lütfullah’ın, Abdüsselam Bey’in bel

bağladığı mucizeli kelime, formül, dua yahut ameliyeden pek de

farklı değildir (Ayvazoğlu: 349).

Beyaz Kale’de ise, Dr. Ramiz’in (ve aslından birden çok

karakterin) temsil ettiği aydınlanmacı/tahakkümcü aydın

kişilik, Hoca karakterinde vücut bulur. Pamuk’un kurgusu,

modernizm eleştirilerinin gözde temalarından “ben ve öteki”

nosyonu üzerine kuruludur. ‘Hoca Ben’, büyük bir tutkuyla bağlı

olduğu Batı’nın düşünce sisteminden kopup gelmiş ‘Venedikli

Öteki’ karşısında; onların üstünlüğünü başından kabul

ettiğinden, sürekli, Venedikliden aşağı kalmadığını ona

kanıtlamaya çalışır (“(…) aramızdaki bilgi farkı, ona göre,

yalnızca, hücremden getirip bir göze dizdiği (…) ciltlerin

sayısı kadardı” [33].), bunu başaramadığındaysa öfkesini dışa

vurmaktan başka çare bulamaz: “içten içe küçümsediğim bu

sorunlarla ilgilenmediğimi gördükçe, Hoca beni hor görürdü,

ama benim ‘üstünlüğümü ve farklılığımı’ sezdiğini düşünüyordum o

sıralar, o da benim bunu sezdiğimi düşündüğü için öfkeleniyordu

belki” (36). Doğal olarak bu ilişki en başından eşit bir

13

Yaprakilişki değildir, bir tarafta dayatmayla/zorla karşısındakine

emir veren bir öğretmen [bkz: Dr. Ramiz’in ve Halit Ayarcı’nın

İrdal’a karşı olan tutumları] (“Batlaymus’un dizgesini

tartışma konusu yapacağını söyledi, ama tartışmıyorduk, o

söylüyor ben dinliyordum” [35].), diğer taraftaysa her

denileni yapmak zorunda kalan bir öğrenci vardır: “Hoca (…)

kitabın beni heyecanlandırmadığını görünce öfkelendi. (…) bu

cilde bir göz atmam doğru olurmuş. Uslu bir öğrenci gibi…” (25).

Çünkü “tarihsel ve toplumsal bir proje olarak karşımıza çıkan

“teknik us”, doğa ve insan üzerinde baskıda bulunmakta, onlara

efendilik taslamaktadır”. (…) Modernizm “aklı” ile “doğaya

egemen olmayı ve onu dönüştürmeyi, doğanın güçlerini istendiği

gibi insanın yararına kullanmayı amaçla[mıştır], ama bu

insanın insan üzerindeki koşulsuz egemenliğine dönüşen bir

yöntem olmuştur (Bozkurt, 33). Hoca’nın (aklın) Venedikliyi

(doğayı, ötekini) anlama çabasıdır aslında Beyaz Kale’de

anlatılan; ama aklın öteki’ni anlamadaki başarısızlığı onu

önce narsisizme (Lasch, 248-250), sonra indirgeyici ve baskıcı

olmaya doğru götürür (Best, Kellner, 1998: 57).

Sıfırdan başlama ideali ve arafta kalma sorunu

14

Yaprak

Hem Tanpınar’a hem de Orhan Pamuk’a göre, Türk toplumu ne

tam anlamıyla Batılı ne de tam anlamıyla Doğulu olabilmiştir.

Coğrafyasında dahi görülen bu durum, Türk halkının düşünce

yapısına ve geleneklerine de sinmiş, ortaya iki tarafa da ait

olmayan, kimlik bunalımında bir toplum çıkmıştır. Tanpınar,

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bu temayı birçok yerde

ayrıntılı bir şekilde işlemiştir.

Örneğin Şehzadebaşı’ndaki bir kıraathaneyi anlatan uzun,

önemli bir kısım vardır. Bu bölümde “Tanpınar, hiç şüphesiz

kıraathane halkını anlatırken toplumumuzun (…) iki uygarlık

arasındaki bocalayışını dile getirmektedir” (Moran: 303).

Kıraathanedekilerin en büyük özelliği (…) bir ayakları daima

eşikte yaşa[malarıdır]. “Buradaki hayat asıl kapının dışında

bir hayattı[r]. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye

girmeyi düşünmeden yahut da bir ayakları daima eşikte

yaşıyorlardı[r]” (132). Toplumun içinde bulunduğu ikircikliğin

en iyi özetlendiği bölüm ise Ayarcı’nın ağzından veriliyor:

“Bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi

düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da

diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde

yarı ciddi yarı şaka, tembel bir hayat” (131).

15

Yaprak

Hurafelerle bilimin iç içe geçtiği bir yaşam biçimidir bu.

Ortada Artisidi Efendi’nin laboratuarı vardır ama o

laboratuarda büyü ve simya karışımı tekniklerle altın

yapılmaya çalışılır. Dr. Ramiz bir yandan Freud’a tapan, bir

yandan da bizdeki eski rüya tabirlerine merak salmış, eşiği

atlayamamış bir adamdır vb. Fakat Tanpınar’ı asıl rahatsız

eden şey Cumhuriyet dönemi inkılâplarıdır. Ona göre Cumhuriyet

dönemi; geçmişle bağlarını kopararak yeni bir Türk toplumu

yaratma çabası içerisinde koca bir yanılgıya düşmüştür. Bu

dönemin özelliği eski ile yeniyi bir arada yaşamak yerine

eskiyi tamamen atıp yeniye sarılmaktır (Moran: 304). “1923’te

başlayan tasfiye, eski ile yeni arasındaki bu denksiz mücadeleye

son ver[miştir]” (Tanpınar: 1970: 27). Tanpınar hazzetmediği

bu sonla birlikte, kurgusunu; yeni’ye olan bağlılığın

sonunu/yok oluşunu deşifre etmek amacıyla kurar. Bu yüzden de

Enstitü’nün kurulma felsefesini Ayarcı’nın ağzından şöyle

verir: “Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur”

(218). “Bu yeni düşünce tarzına bir türlü alışamayan İrdal,

çalıştığı Enstitü’de yapılanlara ayak uyduramayıp karşılaştığı

şeylere sağduyusu ile zaman zaman karşı çıktıkça “yeni”yi

anlamamakla suçlanır” (Moran: 305). Bu bölümlerde yapı

16

Yapraköylesine iyi kurulmuştur ki, okuyucu İrdal’ın haklı olduğunu

bilmesine rağmen tıpkı İrdal gibi hiç sesini çıkaramaz ve

kendisine sunulanlara ‘evet’ demekten başka bir yolu kalmaz

(gerek Ramiz’in gerekse Ayarcı’nın sözlerinin saçma sapan

olması hiçbir şeyin olumlu anlamda değişmesini sağlamaz).

Tanpınar yeniye duyulan hayranlığın tasviri olan tüm bir

hikâyenin ana mevzusu Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nin çöküşünü

anlatarak, adeta yenicilerden intikam alıyor gibidir. Aslında

anlatılan şeyin, “(…) son bir buçuk asır içinde yenilik ve

gelişme diye takdim edilen şeylerin hepsini[n], bir düşüşün

tezahürleri olarak değerlendirilmesi (…)” olduğu söylenebilir

(Ayvazoğlu: 346).

Orhan Pamuk da Tanpınar gibi düşünmekte ve topluma yeni

diye sunulan şeylerin aslında geçmişin toptan silinmesinden

başka bir şey olmadığını belirtmektedir (Faruk’un giriş

bölümünde anlattığı, sobalarda yakılan elyazmaları açık bir

göndermedir: bu durum “… 1928 tarihli dil devrimine gönderme

içermekle kalmaz, aynı zamanda böyle önlemlerin başlıca

olumsuz yönlerini gösterir: kültürel miras bütününü devralma

yetersizliği” (Göknar, 119-120).) Maureen Freely’nin Pamuk’tan

ve onun kitaplarından bahsettiği makalesinde (“Talking

17

YaprakTurkey”); Pamuk’un Batı’ya benzemek adına kendi geçmişini

toptan silen Atatürk’ü ve devrimlerini eleştirdiği görülür:

“'I am angry at the silliness of the imitator. It's not

because I think everything should be ours, or Islamic, or

traditional, but because 1 think the raison d'etre of everything

should be logical. 'The best way to modernise a country, (…) is to

draw consciously upon the traditions that are already there. This

did not happen in Kemal Ataturk's Republic. 'For example, there

were a lot of religious sects in Turkey - some radical, some

fundamentalist and some very liberal. They were fighting and

competing. Reforms were evolving in these heretical places. But

Kemal Ataturk closed them, saying they were corrupt, and the

hybridity of Ottoman or Turkish Islam was destroyed.' instead

there was a 'void' that turned into this 'unified, single colour

fundamentalism'.

Pamuk da Tanpınar gibi, kendi köklerimizden kopmadan

yenileşmekten yanadır. Yeni hayat biçimlerini yine Türk

toplumun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi

geçmişimiz ve Batı, vazgeçemeyeceğimiz iki kaynaktır.

Cumhuriyet’te geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya

edebileceğimize inanmakla aldandık (Moran: 305). İşte bu

18

Yaprakgeçişi sembolik olarak niteleyen imge, Tanpınar’ın romanında

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür. Enstitü, geçmişi gömerek

yeniye ulaşmak anlamına geliyordu. Yapılan her ama her

yenilik, eşiği geçmek ve muasır seviyeye ulaşmak amacıyla

yapılıyordu. Beyaz Kale’de geçişi sembolize eden imge ise

kitaba adını veren Beyaz Kale’dir (her iki kitaba adını veren

durum, yeniyle eski arasındaki geçişi sağlayacak olan kapı,

yani eşik: kale ile enstitüdür). “Hoca’nın yaptığı “silah”ın

“yağmurdan balçıklaşmış bir çamura saplanıp kalması”

(gerçekten de Osmanlı, Batı’nın üstünlüğünü ilkin “silah”

alanında görmüştür; Batılılaşma çağcıl silah gereksinimiyle

başlamıştır ülkemizde. Ve “mertlik bozulmuştur”…) ve

“askerlerimizin kalenin beyaz kulelerine hiçbir zaman

erişemeyeceklerini”nin altını çizilmesi, [ile] Orhan Pamuk

Batılılaşma serüvenimizi…” özetlemiş olur (Naci, 1985: 84).

Tanpınar gibi, Pamuk da; kayıtsız şartsız yeniliğe olan

düşkünlüğün, geçmişin toptan inkârının ve Türk modernizminin

sonucunun hüsran olduğunu düşünmektedir.

Sonuç yerine

19

Yaprak

Peki, Tanpınar Türk toplumunun ve modernizminin aksayan

yönlerini gösterirken eserinde bir çıkar yola işaret ediyor

mu? Romanda alaya maruz kalmayan veya hicvedilmemiş,

dikkatimizi çeken iki karakter var: Nuri Efendi ile İrdal’ın

oğlu Ahmet İrdal. Berna Moran şöyle diyor:

“(…) Nuri Efendi iyiliksever, dürüst, temiz yürekli, sakin

tabiatlı, yarı evliya bir kişi. Ahmet, babasının yaptıklarını hiç

onaylamayan, servetinden yararlanmayı reddedip, eğitimini devlet

sınavlarını kazanarak sürdüren ve doktor çıkan bir gençtir. Eski

zaman adamı Nuri Efendi ile Cumhuriyet genci arasında ortak bir

yön var: İşin nizamından geçmiş olmak. İşinin sorumluluğunu yüklenen

insan belli bir ahlak terbiyesinden geçer. “İş insanı temizliyor,

güzelleştiriyor” (351) sözleriyle dile getirir bu düşünceyi

İrdal.” (322).

Burada Nuri Efendi’nin, bozuk bir saate; bir hastaya, bir

muhtaca bakar gibi baktığını hatırlayalım. Tanpınar; bir

romanda, yüksek perdeden bir ana fikri –düşünce yazılarında

olduğu gibi- veremezdi. Haliyle, Saatleri Ayarlama

Enstitüsü’nde; Enstitü’nün çöküşüyle birlikte Tanpınar’ın Türk

aydınlanmasını yerdiği ama yerilenlerin yerine de yeni bir şey

koymadığı eleştirileri gelmiştir. Oysa hem romanın içine

20

Yaprakyedirilmiş hem de birçok makalesinde dile getirilmiş “iş”

kavramına Tanpınar’ın fazlasıyla önem verdiğini ve asıl

çıkışın da bu yönde gerçekleşebileceğine inandığını biliyoruz:

“Bütün sıkıntılarımız ümitsizliklerimiz istihsal azlığından

meydana gelmektedir. Binaenaleyh tam bir iktisadi kalkınma (…)

ancak mevzuunu iyi kavrayan bir bilgi ile yapılan çok geniş

bir ihtisal hareketi ile kabildir. Aksi takdirde şehir

hayatımız, tefekkürümüz sun’i bir kabuk vaziyetinde kalır”

(Tanpınar, Ahmet Hamdi: 42).

Bu üretimi ise Tanpınar; Türk toplumunun kendini

gerçekleştirmesiyle yapmasını ister. Kendi uygarlığımızı,

kendi hayat şekillerimizi yaratmak için, her şeyden önce kendi

gerçekliğimize uygun bir üretim programına ihtiyacımız vardır.

“Kendi gerçekliğimiz” ise ne Batı’da, ne de Garp’tadır ona

göre. Bir sentezi gerçekleştirememenin acısını çekmektedir

Türk toplumu. Ya oradan ya da buradan olmaya zorlanmakta; çok

spesifik bir kesinlik ile formasyonun net şekilde

gerçekleşebileceği iddia edilmektedir. Romanın başkahramanı

İrdal’ın bazen budala gibi görünmesi, bazen usta bir

dolandırıcı; bazen pişkin, yüzsüz biri; bazen aşırı bir

yenilikçi, bazen de kaybedilen değerler karşısında vicdan

21

Yaprakazabı duyan bir gelenekçi olması; birçok kişiye göre

Tanpınar’ın karakter yaratmadaki başarısızlığından

kaynaklanmaktadır. Oysa İrdal, “kendi kendisiyle tezat

halindeki Türk aydınının bir prototipidir. Doğuyla Batı,

geçmişle bugün iç içe geçmiştir [İrdal’da]” (Ayvazoğlu: 346).

Batı da Doğu da gerçekliğimizin içindedir ve biz bunların bir

sentezini yapmak zorundayızdır.

Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinde de çok benzer bir mesaj

vardır. Romanın sonunda Venedikliyle Hoca yer değiştirirler.

Böylece uzun uzun eleştirdiğimiz Hoca’nın birden “diğeri”

olmasıyla birlikte, Pamuk tüm eleştirilerini ters yüz etmiş

olur, ilgiyi başka alana çeker, okurun algısını yapı bozumuna

uğratır [bu Tanpınar’ınkine nazaran çok daha ‘radikal’ bir

finaldir]. Modernizm eleştirisi şeklinde ilerleyen roman bir

çeşit durum tespitiyken, finalde Pamuk, neye inandığını, olması

gerekenin ne olduğunu bize açık açık söyler: “(…) Öteki’ni

kendine örnek edindikten sonra aslında onun “benzeri” olduğunu

keşfeden” (Parla, 1992: 85), etmesi gereken

Hoca’nın/aklın/Türkiye’nin hikâyesidir anlatılan. “(…) Batılı

öznenin ilk bakışta sanıldığı kadar sabit bir egemenlik

pozisyonunu koruyamadığı, egemenliği altına almaya çalıştığı

22

YaprakDoğulu’yla son derece inişli çıkışlı ve yer değiştiren bir

karşılıklı güç ilişkisine girdiği” (Parla, 1992: 93) bir

dünyadır bu. Pamuk’a göre “doğu-batı ayrımı basit bir

illüzyon”dan başka bir şey değildir (Jaggi, 2007). Pamuk,

Beyaz Kale için, “denemeye çalıştığım şey kimlik sorunu

üzerine bir oyun kurmak ve doğulu ya da batılı olmanın bir

öneminin olmadığını göstermekti,” (Stone) demiştir.

Böylece Orhan Pamuk; Beyaz Kale romanıyla ve romanındaki

çok katmanlılık sayesinde, yarattığı karakterlere sembolik

anlamlar yükleyip, gerek genel anlamda modernizm-aydınlanma

felsefesine, gerekse bunun Türkiye’ye yansıyan Türk

aydınlanmasına ve onun ideolojisine; derin ve anlamlı

eleştiriler yöneltmiştir. Fakat bu eleştirilerden, Pamuk’un

ülkesini küçümseyen ve Batı’ya hayran biri olduğu şeklinde

yorumlar çıkarmak tamamen anlamsız ve sığdır [aynı şey

Tanpınar için de geçerlidir]. Beyaz Kale, çok açık, “doğu-

batı” diye bir ayrımın olmadığını söylemektedir ve Pamuk’un

romanı bu temel üzerine kurulmuştur, şöyle der Pamuk:

“Aslında, Türklerin %95’i kendilerinde iki ruh barındırır.

Uluslararası Gözlemciler, Türkiye’de iyilerin –laikler,

demokratlar, liberaller- ve kötülerin –milliyetçiler, politik

23

Yaprak

İslamcılar, muhafazakârlar, devlet yanlıları- bulunduğuna

inanıyor. Hayır. Ortalama her Türk’te, bu iki yaklaşım her zaman

birlikte yaşar. Bir şekilde herkes kendisiyle savaş halindedir, ya

da belki, kendi çelişkilerini içinde taşıyordur” (Edemariam,

2006).

Orhan Pamuk, “(…) doğru ile yanlışı, mutlak iyi ve mutlak

kötü şeklinde algılayacak bir duyguyla engellenmemiş olduğu

için, iyi ile kötü konusunda esnek olarak ilgilene[bilmekte]

(Goody, 1996: 60)” ve kendi eleştirdiği modernizmin tuzağına

düşmemektedir. İçinde bulunduğu konum Edward Said’vari bir

konumdur, Jale Parla bu konumu şöyle açıklar:

“Batılı öznenin Doğu ile ilişkisini yapılandıran bir

bilinçaltı varsa eğer, Doğulu’nun da edilgen ya da masum nesne

olmadığını, onun da Batı ile ilişkisini kuran bir bilinçaltına

sahip olduğunu ileri süren bu görüş, güç ilişkisine dayalı Doğu-

Batı çiftilliğinin bir gün gelip bozulabileceğine ilişkin iyimser

bir imayı da barındırması açısından, oryantalist söylemlere karşı

üretilmiş anti-oryantalist bir söylem olarak görülür (1992: 93).”

Bu açıdan bakıldığında da, modernizm eleştirisi yerini, en

temel ilke olarak farklılıklara saygı duymaya bırakır. Pamuk,

Beyaz Kale ile mesajını kendi karakterinin ağzından verir

24

Yaprakokuyucusuna. Romanın sonlarında, İstanbul’da kalan anlatıcıya

kimin kim olduğu üzerine sorular sorup duran Sultan’a;

anlatıcı şöyle bir cevap vermektedir ve Pamuk’un mesajı gayet

manidardır: “İnsanın kim olduğunun ne önemi var,” derdim,

“önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır” (167).

BİBLİYOGRAFYA

Artvinli, Fatih ve Nesrin Aytekin. II. Cumhuriyet. İstanbul:

2000

< http://www.ikincicumhuriyet.org/dogru/ikinci_cum_tez1.html >

25

YaprakAyvazoğlu, Beşir. “’Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ Yahut Bir

İnkıraz Felsefesi”. Saatleri Ayarlama Enstitüsü (ek) . Dergâh

Yayınları, 1983. 341-354

Başkaya, Fikret. Neden Resmi Tarih? 16 şubat, 2006<http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4958>

Best, Steven ve Dougles Kellner. Postmodern Teori. çev. Mehmet

Küçük. Ayrıntı Yayınları. 1998

Bozkurt, Nejat. Eleştiri ve Aydınlanma (Felsefe İncelemeleri).

İstanbul: Say Yayınları. 1994

Cahoone, Lawrence. “Aydınlanma ve Narsisism: Adorno,

Horkheimer ve Lasch.” Modernliğin Çıkmazı. Çev. Ahmet

Demirhan, Erol Çatalbaş. İnsan Yayınları, 2001. 242-250

Çiğdem, Ahmet. Aydınlanma Düşüncesi. İstanbul: Ağaç

Yayıncılık. 2003

Edemariam, Aida. “I Want to Continue the Life I Had Before.”

The Guardian. 3 April, 2006

< http://www.guardian.co.uk/books/2006/apr/03/fiction.turkey >

Freely, Mauren. “Talking Turkey.” Interview and Review.

< http://www.orhanpamuk.net/popuppage.aspx?id=26&lng=eng >

Goody, John. Batı’daki Doğu. çev. Burhan Mert Angılı-İsmail

Mert Bezgin. Ankara: Dost Kitabevi. 2002

26

Yaprak

Göknar, Erdağ. “Beyaz Kale’de Özdeşleşme Politikası.” Orhan

Pamuk’u Anlamak. der. Engin Kılıç. İstanbul: İletişim

Yayınları. 1999. 115-122

Hilav, Selahattin. Felsefe Yazıları. İstanbul: YKY. 2003

Jaggi, Maya. “Between Two Worlds.” The Guardian. December 8,

2007

<

http://www.guardian.co.uk/books/2007/dec/08/classics.nobelpriz

e >

Mahçupyan, Etyen. Osmanlı’dan Postmoderniteye. Yol Yayınları.

1996

Moran, Berna. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. Türk Romanına

Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İletişim Yayınları. 2005. 297-

322

Naci, Fethi. “Beyaz Kale.” Orhan Pamuk’u Anlamak. der. Engin

Kılıç. İstanbul: İletişim Yayınları. 1999. 84

Pamuk, Orhan. “Ahmet Hamdi Tanpınar”. Öteki Renkler. İstanbul:

İletişim Yayınları. Aralık 1999.

27

YaprakParla, Jale. “Roman ve Kimlik: Beyaz Kale.” Orhan Pamuk’u

Anlamak. der. Engin Kılıç. İstanbul: İletişim Yayınları. 1999.

85-98

Stone, Judy. “Enigma is Sovereign.” Interview and Review.

< http://www.orhanpamuk.net/popup.aspx?id=40&lng=eng >

Tanpınar, Ahmet Hamdi. “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki…”.

Yaşadığım Gibi. Dergâh Yayınları (basım tarihi belirtilmemiş).

42

Toprak, Binnaz. “Giriş.” Aydınlanma Sempozyumu. der. Binnaz

Toprak. İstanbul: Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi.

2007.

28