Upload
murat-akcicek
View
2.403
Download
1
Embed Size (px)
DESCRIPTION
İlk e-book'um yayında. Keyifli okumalar...
Citation preview
2
Önsöz
Elinizdeki bu kitabı 2008’de yazmaya başladım ve 2010’da
tamamlandı. Guareschi’nin “Don Camillo” serisi her zaman hoşuma
gitmiştir. Aynı karakterlerden oluşan farklı hikâyeler... Sizi sıkmaz,
yormaz. Konsantrasyonunuz bozulmadan her gece ya da iki gecede
bir tane hikâye bitirebilirsiniz.
Böylesi yazar için de iyidir (en azından benim için böyleydi).
Yaptığı tek iş yazarlık olmayan ya da başka bir ifadeyle hayatını bu
işten kazanmayan biri için her gün oturup romanını yazmaya devam
etmek, onu geliştirmeye çalışmak, onunla ilgili hayaller kurup
araştırmalar yapmak, sonunda da (Allah izin verir de görebilirse tabi)
iyi bir sonla onu tamamlamak gerçekten çok zor iş. İşte bu kitapta
Guareschi’nin yaptığı basit ama dâhice şeyi sürdürme fikrinden
ortaya çıktı; Aynı karakterlerin farklı hikâyeleri.
Kapıcı Nezih ve çevresindeki insanların hikâyeleri, her gün
hepimizin yaşadığı ya da en azından bir şekilde görüp duyduğu
hikâyeler. Her insan farklı olsa da yaşadığımız pek çok şey ortak ya
da birbirine çok benzer aslında. Bizi birbirimizden ayıran şey
verdiğimiz kararlar.
Murat Akçiçek 2010, İstanbul
3
Eşim Gülnur Akçiçek’e...
4
İçindekiler Kiracının Sırrı........................................................................... 5 Nezih ve Bahis Kuponu............................................................. 16 Banka Soyguncuları.................................................................. 26 Köfteci Orhan Usta.................................................................... 39 Gribal Enfeksiyon...................................................................... 50 Benim Kapıcım İşini Bilir.......................................................... 69 Oruçla Ödeşmek......................................................................... 86 Genel Secim.................................................................................. 96 Doğal Mucize............................................................................... 110 Kapıcılar Savaşı........................................................................... 129
5
Kiracının Sırrı
İkinci kattaki turizm firması taşınmaya karar vermişti. Daha
uygun kiralı, arka sokaktaki bir ofise taşınacaklardı. Burası 8–10
kişinin çalıştığı bir turizm acentesi idi.
Taşınma haberini İzak bey’den öğrendiğinde buna sevindi
Nezih. Tabi sevincini belli etmedi. Sebebi şuydu; biri taşınacağı
zaman ufak bir ücret karşılığında Nezih de yardımcı oluyordu.
Burada genellikle firmalar kiracıdır. Bir firmanın taşınması bir evin
taşınmasına benzemez. Evlerde kontrol genelde evin hanımındadır.
Eşyalar bellidir ve onları taşıyacak nakliye şirketinin ameleleri de
bellidir.
Ancak bir ofisin taşınması başkadır. Orada bir hanım yoktur.
Üstelik evrakından mobilyasına envai çeşit eşya vardır ve bunların
bazılarını güvenilir biri taşımalıdır. İşte bu noktada binanın güvenilir
demirbaşı olan kapıcısı en iyi yardımcıdır.
6
Tabi ufak bir ücret karşılığında. Ve tabi apartman yönetici
İzak beyin gözüne de fazla batmamak lazımdır. İşte Nezih bu konuda
oldukça tecrübelidir.
Nakliye şirketinin ekşi ekşi ter kokan ameleleri organize
olmuş, çoktan kolilenmiş eşyaları aşağıdaki kamyona yüklemeye
başlamışlardı.
Nezih de firma çalışanlarının kendisine teslim ettiği özel
eşyalardan, evraklardan, değerli eşyalardan oluşan kolileri firmanın
kendi aracına yükleyip duruyordu. Gün biterken eşyalardan çoğu
kamyona yüklenmişti bile. Nezih arada kapıcılık görevini de
yapmayı ihmal etmiyordu. Binaya gelen gideni kontrol etmek,
merdivenlerin temizliği gibi günlük işlerini yani.
Akşam olduğunda ameleler kamyon atlayıp eşyaları arka
sokaktaki yeni ofise götürmüşlerdi. Geride içi boş oluğu için daha
büyük görünen bir ofis ve birkaç parça koli kalmıştı yalnızca.
Nezih boş ofiste ilerleyip yerdeki kolilerden birini kaldırdı.
Ancak kolinin altı iyi yapıştırılmamıştı. Birden içinde ne varsa yere
dökülüverdi.
Sesi duyup gelen, kendisini azarlayacak biri var mı diye
bakındı Nezih ama ofiste o sırada kimse yoktu. Allah'tan kırılacak bir
şey koymamışlardı koliye. Ofisten biri gelsin de durumu görsün diye
az daha bekledi Nezih. Ama anlaşılan herkes yeni ofise eşyaları
yerleştirmeye gitmişti.
Boş bir koli aldı. Altını, sağlamlığını kontrol edip, yerdeki
eşyaları içine doldurmaya başladı. Kalemlik, ajandalar, dosyalar,
kırtasiye malzemeleri, süs eşyaları, hepsini dikkatlice koliye
doldurdu. O sırada ofisin çalışanları yorgun, bezgin bir halde ofise
girdiler. Kalan eşyaları almaya gelmişlerdi.
Yorgunluktan kimsenin konuşmaya mecali de hevesi de
yoktu zaten. Herkes biran önce evine gitmenin hayalindeydi.
7
Nezih kutuyu aşağıdaki aracın bagajına koydu. Diğerleri de
kucaklarındaki kolilerle iniyordu.
“Başka kaldı mı?” diye sordu. Kucağındaki koliyle kolları
sarkmış bir genç kız bezgin bir tavırla cevap verdi; “Bunlar son. Bitti
hele şükür.”
Ofis çalışanları araca sıkış tepiş bindi. Ön koltukta oturan
genç bir adam başını sarkıtıp; “Nezih bey dairenin kapısını sen kapar
mısın?” diye sordu.
“Biz oradan evlere gideriz. Yarın görüşürüz.”
“Tamam, ben kapatırım. Hadi iyi akşamlar!” dedi Nezih ve
yorgun adımlarla ağır ağır merdivenleri tırmandı.
Sonunda bitmişti işte. Nezih bir yandan etrafa bakınıp
unutulan bir şey kalmış mı diye kontrol ediyor bir yandan da odaların
ışıklarını söndürüyordu. Onunda aklındaki tek şey bir an önce evine
gidip bir duş almak, sonra güzel bir çay içip bir de keyif sigarası
tüttürmekti.
Dipteki odanın ışığını söndürmek için uzanmıştı ki yerde bir
şey fark etti. Kâğıt süprüntülerinin altında kalmış, ucu görünen ufak
bir kutu.
Yorgunluktan ağrıyan beliyle yavaşça eğilip kutuyu aldı.
Ağaçtan güzel bir kutuydu bu. “Taşınırken illaki gözünden bir şeyler
kaçıyor işte insanın” diye düşündü. Kutunun içi doluydu.
“Bunu nasıl unuttular acaba?” diye düşündü. Açıp
açmamakta tereddüt etti. Sonunda merakına yenik düşüp kutuyu açtı.
Nezih gördükleri karşısında biran donup kaldı. Gözlerine
inanamıyordu. Kutu da bir düzine fotoğraf vardı. Uygunsuz vaziyette
bir grup çıplak insan. Üstelik onları tanıyordu. Az önce taşınmalarına
yardım etmişti.
8
Nezih başını uzatıp koridora baktı. Dikkatli dinledi. Gelen
giden yoktu. Şimdi ne yapacaktı? Bunları kime teslim edecekti? Ya
da edecek miydi? Etmese ne yapacaktı?
Fotoğraflara bakarken bir şey fark etti Nezih. “Yan oda” diye
mırıldandı. Yandaki odaya geçti yavaşça. Burası en geniş odalardan
biriydi ve firma tarafından toplantı odası olarak kullanılıyordu.
Hepside burada çekilmişti.
Fotoğraflardaki ifadelerinden hepsinin keyfinin oldukça
yerinde olduğu belliydi. Etrafta süsler, başlarında koni şeklinde
parlak şeylerden vardı. Muhtemelen yılbaşı kutlaması gibi bir şeydi
bu.
“İyi de bu nasıl bir kutlama?” diye mırıldandı. Fotoğraflarda
3 kız ve 3 erkek vardı. Birini diğerlerinden biraz daha iyi tanıyordu.
Rafet. Az önce arabanın önüne oturan genç adam. Bu adam
müdürleriydi. Yani çalışanların başındaki adam. Diğerlerinin sadece
yüzlerini tanıyordu.
Fotoğrafların sonuncusu resmen final gibiydi. Burada artık
sadece çıplak da değillerdi. Resmen iş üstündeydiler. Hayretten ağzı
bir karış açık kalmıştı Nezihin. Hemen kutuya doldurdu fotoğrafları.
“Bunların arasında evli olan, sevgilisi olan da mı yok yahu?”
diye mırıldandı. Nezih boş dairede dolanıp duruyor, düşünmeye
çalışıyordu.
“Belki de alkollüydüler. Kendilerini kaybettiler.” diye
düşündü. Yinede bu olanaksız geliyordu. Hangi alkol bunu yaptırırdı
ki? Hem de altısına birden. Sonunda boş dairede dolaşmaktan başı
döndü. Şimdilik yapacak bir şey yoktu.
Nezih dairenin ışıklarını kapatıp kutuyla yavaşça aşağıya,
kalorifer dairesine indi. Kutuyu karanlıkta güvenli bir yere sakladı.
Apartmanın girişindeki hole çıktı. Akşam karanlığı çökmüş herkes
evine gitmişti. Nezih holdeki kapıcı masasına çöktü ve düşünmeye
9
başladı. “Eğer bu kutunun sahibi onu sakladıysa, kaybettiğini
anladığında mutlaka gelir” diye düşündü.
Nakliye şirketinin amelelerine gidemeyeceğine, diğer ofis
çalışanlarına da soramayacağına göre geleceği tek yer eski ofisi,
kayıp eşyayı soracağı tek kişi de kendisiydi.
“Peki ya gelmezse?”diye düşündü. O zaman ne yapacaktı?
Firmanın patronuna mı götürüp vermeliydi? En doğrusu götürüp
polise teslim etmek gibi görünüyordu aslında.
Sonunda yorgunluktan ve stresten başı zonklamaya
başlayınca Nezih gidip yatmaya karar verdi. En güzeli, yarın dinç
kafayla düşünmekti.
Ertesi gün Nezih dinlenmişti. Sabah temizliğini yapmış, İzak
beyin sabah alışverişini de bitirmiş, bina girişindeki masasında
gazete okuyordu. Günlerden cumaydı. Hafta sonu çoğu şirket
çalışmadığından bugün en sevilen günlerden biriydi.
Turizm firması bugün kalan eşya var mı diye bakmaya
gelirdi ama Nezih, kutunun sahibinin henüz ortaya çıkmasını
beklemiyordu. Kutunun kayıp olduğunu anlaması için henüz erkendi.
Birkaç gün içinde tüm eşyalar açıldığında ve tamamen
yerleştiklerinde anlaşılacaktı durum.
“Günaydın Nezih bey!” Nezih kafasını kaldırınca firmanın
müdürü Rafet'i karşısında gördü.
“Günaydın Rafet bey.”
“Geride kalan var mı diye ofisi bir kontrol edeceğim.”
Fotoğraflardaki altılıdan biri gelmişti işte.
“Güle güle oturun. Yeni ofise yerleşebildiniz mi bari?”
“Sağ olun. Hemen hemen.” Rafet bey boş ofise çıktı. Birkaç
dakika sonrada bir şey sormadan eliyle selam vererek binadan çıktı.
10
“Acaba bu mu?” Nezihin gözüne hepsi de şüpheli
görünüyordu. Hatta belki de o altı kişinin haricinde başka biri de
çekmiş olabilirdi fotoları.
Böylece Nezih günlük işleriyle uğraşıp işi zamana bıraktı.
Bu arada Ne Orhan ustaya ne karısına kimseye bundan söz etmedi.
Pazar günü hava oldukça güzeldi. Nezih apartmanın hemen
önüne sandalyesini çıkarmış gazetesini okuyor bir yandan da çayını
yudumluyordu. Birden yanında birinin durduğunu fark etti. Bu Rafet
beydi.
“Ne haber Nezih bey? Pazar keyfi mi yapıyorsun?”
“Sağ olun Rafet bey. Kendi halimde oturuyorum işte.
Hayırdır? Pazar günü ne işiniz var böyle?”
Rafet beyin gerginliği fark ediliyordu. “Bir şey soracaktım.
Ofiste hiç ufak bir kutuya rastladın mı? Taşınma esnasında bizden
biri kaybetmiş de...”
Nezih adamını bulduğunu hissediyordu.
“Hayır rastlamadım. Dün siz kontrol etmediniz mi?
“Ettim de belki sen daha önce bulup kenara ayırdıysan diye
sorayım dedim.”
Nezih böyle bir konuşmayı planlamamıştı ama şimdi
kelimeler kendiliğinden ağzından dökülüyordu işte.
“Hayırdır ne kutusu? Kiminmiş?”
“Bilmiyorum bana da öylesine söylediler. Kimin
olduğunu sormadım.” Rafet beyin canının iyice sıkıldığı yüzünden
belliydi. Bir şeyler daha söyleyip selam verip gitti.
İçinden bir ses ona susmasını söylemiş o da bu sese uymuştu.
Bu işin nereye varacağını bilmiyordu ama şimdiye dek doğru
davrandığına kanaat getirdi. Çıkarıp fotoğrafları verseydi ve herif de
kötü niyetli piç kurusunun tekiyse o zaman ne olacaktı? Belki de
bunlarla şantaj yapıyordu kadınlardan birine. Ya da hepsine.
11
Yakmak geldi aklına. Sorun kökünden çözülürdü o zaman.
Kimse bir şey ispat edemez, şantaj yapamaz, kirli çamaşırlar ortadan
kalkmış olurdu. Nezih kararını vermişti. İlk fırsatta onları yakıp yok
edecekti. Yine de bunu bu güzel Pazar günü yapması şart değildi.
Nezih kararını vermiş olmanın rahatlığıyla gazetesine döndü tekrar.
Hafta her zamanki gibi başladı. Öğlene dek apartmanın
işleriyle vakit geçirdi. Öğleden sonra İzak bey onu çağırıp bazı
faturalar verdi. Son günü gelip ödenmesi gereken faturalar. Nezih
son güne bıraktığı için, bunlara bankadan otomatik ödeme talimatı
vermediği için İzak beye içten içe küfrederek yola koyuldu.
Faturaları ödeme işi oldukça uzun sürmüştü. Sonunda hepsini
halledip tekrar apartmana doğru yola koyuldu. Sigarasını içip ağır
ağır yürüyor, gelen geçene bakıyordu. Birden oldukça alımlı bir
kadın gördü ve o anda aklına fotoğraflar geldi. Bugün ilk fırsatta
onları yok etmeye karar verdi.
Binaya iyice yaklaşmıştı ki kalabalığı fark etti. Hemen
apartmanın önünde toplanmış bir kalabalık vardı. Bir de polis aracı.
Polis aracının ışıkları yanıp sönüyordu. Bir olay olmuştu besbelli.
Tam da kendi binasının önünde. Belki de apartmanla ilgiliydi ve
kapıcı ortalıkta yoktu. Midesinin büzüldüğünü hissetti Nezih ve
adımlarını sıklaştırdı.
Kalabalığın içinde tanıdık yüzler de vardı. Orhan usta,
güvenlik görevlisi Recep, binadan birkaç kiracı. Taşınan turizm
firmasından, fotoğraftaki insanlar… Ve müdürleri Rafet. Rafet onu
görmüştü ve yüzünde garip bir ifade vardı. Sonra Rafet'in yanındaki
takım elbiseli adamı fark etti. Adam Rafet'in kendisine baktığını
görmüştü ve kalabalığın içinden hızla kendisine doğru yürümeye
başladı.
“Sen buranın kapıcısı mısın?”
12
“Evet, siz kimsiniz?” Tüm gözleri üzerinde hissediyordu.
Şimdi her kafadan bir ses çıkıyordu. Turizm firmasının çalışanı olan
kadınlar bağırıp sinirli sinirli bir şeyler söylüyorlardı. Tam bir
curcunaydı.
“Ben Asayiş Şube'denim. Buraya neden geldiğimizi biliyor
musunuz?” Nezih ne diyeceğini bilemiyordu. İçten içe, bunun
fotoğraflarla ilgili olduğunu hissediyordu ama şimdilik bir şey
söylememenin en iyisi olduğuna karar verdi.
“Hayır, memur bey. Hayrola?” Yalan söylediğimi anladı
diye düşündü.
“İfadenizi almak için karakola kadar gelmeniz gerekiyor.
Şuradan lütfen!” Polis kaldırımın kenarındaki aracı işaret ederken bir
eliyle de hafifçe onu yönlendiriyordu. Bu arada turizm şirketi
çalışanları da polis araçlarına bindirilmişti.
Nezih filmlerdeki gibi sorgulanacağını sanıyordu. Karanlık,
zindan gibi bir yerde, yüzüne çevrilmiş ışıklar altında. Oysa onu
geniş ve havadar bir odaya soktular. İçeride üç polis memuru,
masalarının başında çalışıyordu. Nezihi kendisini getiren sivil polisle
buraya girdi. Sivil polis onu masalardan birinin yanına oturttu.
Bilgisayarın başında ifadeyi yazacak polis hazır bekliyordu. Sivil
polis de yandaki masanın üzerine yavaşça çöktü.
“Benim adım Mesut. Asayiş Şube'denim.” Nezih sessizce
başını salladı. Üniformalı polis ağızdan çıkan her şeyi tıkır tıkır
seslerle bilgisayara yazıyordu.
“Olay şu; “Rafet bey taşınma esnasında özel bir eşyasını, bir
kutuyu kaybetmiş. Bulamayanıca ofistekilere sormuş. Onlar da buna
biraz takılmak istemişler. Sanki bulmuş da saklıyormuş gibi
yapmışlar. Şaka yapmışlar yani. Ancak Rafet bey sinirlenip
köpürünce olay ciddileşmiş. Ortam gerildikçe daha da paniklemiş ve
kutuda olanları söylemiş. Yılbaşı fotoğrafları! Sanırım bir yılbaşı
13
partisinde çekilmiş uygunsuz fotoğraflar söz konusu. Diğerlerinin de
bildiği bir şey yani. Ancak diğerleri bunları imha ettiğini sanırken
aslında etmediği de ortaya çıkmış. Böylece ofiste fırtına kopmuş.
Hepsi de bunun gırtlağına sarılmış. Kısacası hepsinin de ortak bir
sırrı varmış ve diğerleri Rafet beyin fotoğrafları hala sakladığından
habersizmiş.”
“Rafet beyin dediğine, içinde özel eşyalarının olduğu kutusu
kayıpmış. Ancak içinde fotoğraf falan yokmuş. Kutuyu kaybettikten
sonra üzerine bir de diğerleri dalga geçince, onları kızdırmak için
böyle söylemiş.”
Nezih belli etmemeye çalışsa da bu bahaneye cidden şaşırdı.
Yalanı bayağı iyi düşünmüştü herif.
“Ama diğerleri farklı bir şey anlattı. Bir yılbaşı akşamı ofiste
kendi aralarında parti yapmışlar. Bu Rafet, parti sırasında gizlice
içkilerine ilaç karıştırmış. Böylece parti, toplu seks partisine
dönüşmüş. Alkolün etkisiyle şakasına yapmış bunu. Bu arada
fotoğraflar da çekmiş. Ertesi gün toplanıp konuşmuşlar ve olayı
unutmaya karar vermişler. Bu arada fotoğrafları ondan alıp imha
etmişler. Ancak anlaşılan adam da birer kopyası daha varmış. Tabi o
bunu inkâr ediyor.”
“Taşıma şirketinin işçileri ve bir de sen yardım etmişsin
taşınmaya. Sana sormuş ama görmediğini söylemişsin. Ama Rafet
ısrarla seni suçluyor. Diğerleri de ortada böyle bir kutu ve fotoğraflar
varsa öğrenmek istiyor. Şimdi bak kardeşim! İnsanlık hali. Şeytana
uyup alabilirsin. Aldıysan ve içinde böyle bir şey varsa başın büyük
dertte. Üstelik bu sapık herifi de korumuş olacaksın.
“O kutuyu sen mi aldın?” Nezih ilk kez odadaki tüm
polislerin bakışlarını üzerinde hissetti. Kendini gazete manşetlerinde
görür gibi oluyordu. “Sapık Kapıcı!”
14
Rafet şerefsizi birden tüm suçu üzerine yıkıvermişti. Peki
diğerleri ne olacak? İstemeden bu herifin oyununa gelmişlerdi ve
anlatırsa hepsinin de hayatı mahvolacaktı. Anlatmazsa bu herif elini
kolunu sallaya sallaya bu işten sıyrılacaktı. Sonunda kararını verdi.
Kendisine göre en doğru olanı yapmak zorundaydı. Yavaşça
boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.
O gün apartmanın her zamanki günlerinden biriydi. Nezih
apartmanın işleriyle koşturup durmuştu. Öğlen olmak üzereydi.
Sonunda masasına oturup bir sigara yakma fırsatı bulmuştu. Orhan
ustaya baktı. Orhan usta garson Aykut'la birlikte simit arabasının
başında hararetli hararetli bir şeyler konuşuyordu. Nezih polislere bir
şey görmediğini söylemişti. Olay da böylece kapanmıştı. Aradan bir
hafta geçmişti. İzak beye de Orhan ustaya da eşi Fatma'ya da aynı
şeyleri anlatmıştı. Yani neredeyse hiçbir şey. Sonunda konu yavaş
yavaş gündemden düşmüştü.
Nezih şişmiş olan sağ eline baktı. Hafifçe zonkluyordu eli.
Bazen çalışırken böyle kazalar olur işte. Eline sürdüğü kremin
mentol kokusunu hissetti. Derin bir iç çekip gazetedeki habere
döndü.
Bir hafta önceydi. Karakoldan döndüğü günün hemen ertesi
günüydü. Mesai saati bitmiş insanlar iş yerlerinden evlerine
dağılıyorlardı. Arka sokaktaki turizm şirketinin çalışanları da öyle.
Herkes birbirine iyi akşamlar dileyerek yoluna gidiyordu. Bunların
arasında müdür Rafet bey de vardı.
Rafet bir alt sokağa inip otoparka girdi, arabasıyla yavaş
yavaş evine yollandı. Şirinevler’de bir yerdeydi evi. Sonunda bir
apartmanın önüne park etti arabasını.
Apartmanın dış kapısı binanın yan tarafındaydı ve bir dizi
merdivenden çıkarak ulaşılıyordu. Rafet anahtarıyla kapıyı açıp
apartmana girdi ve gözden kayboldu.
15
Şimdi apartmana hızlı ama temkinli adımlarla biri daha
yaklaşıyordu. Ortalık kararmaya başlamıştı artık, o yüzden uzaktan
kim olduğu belli olmuyordu. Nezih merdivenleri çıkıp binanın
girişindeki zillerde yazılı isimlere baktı bir süre. Sonra
merdivenlerden indi. Binanın yan cephesine dolanıp etrafa göz attı.
Sonra da yine temkinli adımlarla geldiği gibi oradan ayrıldı.
Ertesi akşam Rafet aynı şekilde arabasını sokağa park etti.
Binanın merdivenlerine doğru yürürken birinin sessizce yaklaştığını
fark etmedi. Başının hemen arkasına inen sert darbeyle bir anda
gözleri karardı, dizlerinin bağı çözüldü.
Nezih adamı hızla binanın daha kuytu olan yan tarafına
taşıdı. Şansına kimse onları görmemişti ya da en azından bağıran
falan olmamıştı. Rafet inliyordu. Bilinci yerindeydi hala. Nezih
adamı balkonlardan birinin altındaki kuytuluğa çekti. Rafet bir şeyler
mırıldanıyordu. Ancak Nezih tek kelime etmedi. Sonraki birkaç
dakika boyunca konuşan tek şey elindeki sopa oldu.
O gece sağ elinin ağrısından pek uyuyamadı Nezih. Yine de
sorun etmedi. Kalkıp bir ağrı kesici içip bir daha yattı. Ne olduğunu
soranlara da hatırlayamadığı bir şeyler uydurdu. Aslında gerçekten
de pek hatırlamıyordu.
Üzerine bir şey düşmüş olabilirdi. Ya da bir şeye çarpmış...
Mesela alçaktaki bir balkonun beton duvarına…
Nezih dalmış olduğunu fark edip tekrar gazetesine, okuduğu
habere döndü. Haberde, birkaç gün önce Şirinevler’de saldırıya
uğrayan bir adamdan bahsediliyordu. Adam komadan yeni çıkmıştı
ancak vücudunda çok ağır hasarlar olduğu yazıyordu.
Nezih sağ elini fazla oynatmadan gazeteyi kapattı.
Oturmaktan sıkılmıştı. Orhan ustayla Aykut’un muhabbetine
katılmak için binadan çıktı.
16
Nezih ve Bahis Kuponu
Türk insanı için futbolun çok ayrı bir yeri vardır. Futbol tüm
Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de birçok insanın
günlük hayatının bir parçasıdır. Türkiye’nin en fazla taraftarı olan iki
takım Galatasaray ve Fenerbahçe doğal olarak en çok konuşulan iki
takımdır. Bir Galatasaray taraftarı olan Nezih de haftalık olarak
takımını TV’den takip eden ortalama bir seyirciydi.
Bunun dışında bir tutkusu daha vardı Nezih’in; iddia
oynamak. Her hafta ufak bir miktar parayla bahis oynar bazen
kazanır bazen de kaybederdi. Bu maç tahmini oyunun da fena da
sayılmazdı hani Nezih. Boş vakitlerinde günlük gazetelerin verdiği
spor ekleri onun en sevdiği ve en dikkatli takip ettiği bölümlerdi.
Sadece Türk ligi maçlarını değil İngiltere, İspanya, Almanya
liglerinin maçlarını da takip eder bazen bu liglerin maçlarına da
tahminler de bulunurdu.
17
Sonbaharın bu serin günlerinde liglerde hızlanmış maçlar
gittikçe heyecanlı hale gelmeye başlamıştı. Nezih apartman
girişindeki masasında oturmuş, bir gazetenin haftalık olarak verdiği
maç tahmin ekini dikkatle inceliyordu. Yan binadaki bankanın
güvenlik görevlisi Recep kapıdan kafasını uzatıp baktığında Nezih
de elinde kalem, önündeki gazete üzerinde notlar alıyordu.
“Ne yapıyorsun Nezih? Gömülmüşsün gazeteye yine.”
“Maçlara bakıyorum. Bu hafta oranlar oldukça iyi.”
Güvenlik görevlisi Recep bir Fenerbahçe taraftarıydı. Bu
yüzden doğal olarak nezihle sık sık Fener – Galatasaray atışmaları
yaparlardı. Nezihin sözleri Recebin ilgisini çekmişti.
“Demek oranlar iyi ha? Şöyle dışarı gelsene. Beraber
bakalım. Bir yandan bankayı da gözlemiş olurum bende.”
Nezih gazeteyi ve sandalyesini alıp kapının önüne çıktı.
Gazetedeki maç listeleri içinde bazılarının yanında işaretler
koymuştu Nezih. Bunlar iyi oranları olan maçlardı. Güzel paralar
getirebilecek maçlar.
“Bu hafta sizin işiniz zor benden söylemesi.”
“Niye yahu? Kiminle oynuyoruz ki biz?”
“Antalyaspor'la oynuyorsunuz. Orandan belli baksana.
Ortada bu maç. Hem Alex falan da sakat. Antalya eli boş yollayacak
sizi. Haberiniz olsun.”
“Bizim ölümüz yeter Antalya’ya. Siz kiminle
oynuyorsunuz?”
“Biz de Konya’ya gidiyoruz.”
“İyi. Mevlana gibi sizi bir güzel döndürürler sonrada geri
yollarlar.”
18
Nezih Recep’in bu işleri pek takip etmediğini biliyordu. Yine
de adamın sırf inadına, kendisini sinir etmek için böyle
konuştuğunun da farkındaydı.
“Yahu takip etmezsin, bilmezsin, yine de böyle konuşursun.
Madem anlamıyorsun hiç yorum yapma bari.”
“Anlamayacak ne var be? Siz bu sene bizden daha mı
iyisiniz? Hayır. Bizim Antalya’da ne kadar şansızımız varsa sizin de
Konya’da o kadar şansızın var işte.”
Nezih Recep’in sözlerini fazla önemsemedi. Her zamanki
gibi sırf inadına, can sıkmak için haybeye böyle konuşuyordu işte.
Nezih gazetede kendine göre 5 tane banko maç işaretlemişti. Biri de
Galatasaray'ın maçıydı. O gün öğleden sonra boş bir kupon alıp
işaretlediği maçları doldurdu ve gidip 3 lira yatırdı.
Nezih dönüşte az ötedeki lokantanın yemek taşıyan garsonu
Aykut’la birlikte Recebi Orhan ustanın yanında konuşurken gördü.
Elinde kuponlara yanlarına gitti. Muhabbet futboldu yine. Gerçi
Orhan usta pek fanatik değildi ama futbol konusunda arada ilginç
yorumları, tespitleri olurdu onunda. Nezih sohbete kulak kabarttı.
“Yabancı olsun birader. Türk milli takımıysa illa başında
Türk hoca olacak diye bir kanun mu var? Kaç ülkenin başında yerli
hoca var?” Orhan usta milli takım hocasına takmıştı yine.
“Yunanistan var. Sonra… Rusya var. Hepsi yabancı mesela.”
Elinde boş yemek tepsisiyle dikilen Aykut da Orhan ustayı
destekliyordu bu konuda.
Recep Nezihin elindeki kuponu işaret ederek;
“Eee? Oynadın mı kuponu? Kimlere oynadın?”
“Fenere beraberlik verdim.” dedi Nezih. Aslında Fenere
oynamıştı ya Recebe inat olsun diye söylemişti bunu.
“Yahu sana söylüyorum işte. Fener ne yaparsa Galatasaray
da aynısı yapabilir. İkisi de aynı bu sene.”
19
“Sen gör bak. Antalya sizi öperken biz Konya’dan galibiyet
çıkarırız.”
Böylece hafta sonu geldi, maçlar oynandı. Sonuç mu?
Fenerbahçe 2–2, Galatasaray da 1–1 beraber kalmıştı. Nezihin canını
sıkan şey beraberlik değil Recebin lafına gelmek olmuştu. Gerçi
böyle şeyler arada olurdu işte. Fazla takmaya gerek yoktu. Sonuçta
futboldan hiç anlamayan biri de kafadan atıp arada böyle
tutturabilirdi arada sırada.
Pazartesi günü Recebi bankanın önünde dikilirken gördü
Nezih. Yavaşça yanına yanaştı. Pek ilgilenmiyormuş gibi konuşmaya
çalışarak;
“Hadi bildin gene. İkisi de berabere kaldı bak.”
“E dedik sana be Nezih. Bu hafta ne var? Kiminle
oynuyorlar?”
O hafta içi Türkiye kupası maçları vardı. Yani takımlar hafta
içi de maç yapacaktı. Hafta sonunda normal lig maçları vardı. Hafta
içi oynanacak kupa maçları pek de önemli maçlar değildi.
Galatasaray da Fener de ikinci ligden birer takımla oynayacaktı.
“Siz deplasmanda Tokat spor’la oynuyorsunuz. Biz de
burada Sarıyer'le oynayacağız.”
“Alır ikisi de. Fark atarlar hem de.”
İki gün sonra Galatasaray 3, Fener de 4 farklı kazanmasın
mı? Nezih birden kuşkuya kapıldı. Yoksa Recep bu işlerden anlıyor
muydu? Yok yahu! Anlasa o kadar zamandır muhabbet ediyorlardı.
Bir şeyler söyler, yorum falan yapardı. Ama Recep futbol konusunda
öyle pek yorum yapan biri de değildi ki? Yoksa adam bu işlerden
anlıyordu da Nezih mi dikkat etmemişti?
“Yok yahu, tesadüf işte” diye düşündü. Bunlar bilinmeyecek
şeyler değil ki. Adam tahmin yapıyor, tutuyor işte. Kendisi gibi ligi,
istatistikleri takip etmiyordu ki. Oysa kendisi günlük ve haftalık
20
yorumları, takımlardaki sakat oyuncuları, kart cezalılarını ve daha
birçok şeyi takip ediyordu. Gerçi gündüz elinde gazeteyle
görmüyordu Recebi ama belki akşam evine gidince açıp gazetelerden
ya da Televizyondan takip ediyor da olabilirdi pekâlâ.
“Bakıyorum da sen de takip ediyormuşsun futbolu.”
“Yok yahu. Nereden? Vakit mi var sanki? Ama belli ne
olacağı.”
Nezih Recebe şöyle bir baktı. Adam gayet doğal
konuşuyordu. Hani yalan söylüyormuş ya da bir şeyleri gizliyormuş
gibi bir hali yoktu. Zaten takip ediyor, biliyor olsa her gün konuşup
duruyorlar, bunu belli ederdi. E o zaman nasıl tutturuyordu? Nezih
bir deneme daha yapmaya karar verdi. O hafta sonu hem Fener hem
de Galatasaray İstanbul’da evlerinde oynayacaktı.
“Peki, bu hafta sonu ne olur sence?”
“Kimle oynuyorlar ki?”
“Siz Kayserispor’la biz de Ankaragücü’yle oynuyoruz.”
Recep şöyle bir düşündü. Fikri sorulan insanların
ciddiyetiyle ne diyeceğini tartıyor gibiydi.
“Vallahi Kayseri bizi zorlar gibi geliyor bana. Berabere
kalabiliriz. Galatasaray yener Ankara’yı.”
“Nereden biliyorsun? Yani neye dayanarak söylüyorsun?”
“Ne bileyim Nezih? Bu işi takip eden sensin. Senin bilmen
lazım. Ben içimden geçeni söylüyorum sana.”
“Allah Allah!” diye düşündü Nezih. İçinden geçeni
söylüyormuş herif. Buna da inanıyordu açıkçası. Yani bazen bu
işlerden anlaşamasa da içinden geçen tutardı bazı adamların. Şimdi
tam iki arada bir derede kalmıştı Nezih. Kendisi o kadar takip edip
ona göre tahminde bulunurken bu adam içinden geleni söylüyordu.
Üstelik iki maçtır da biliyordu.
21
Peki, şimdi ne yapacaktı? Nezihe kalsa iki maça da galibiyet
oynayacaktı. Ama Recep Kayseri bizi zorlar demişti. Berabere
kalabiliriz demişti. Fenerin ne sakat oyuncusu ne de as
oyuncularından cezalısı vardı. Adamlar tam kadro çıkacaktı sahaya.
Üstelik de kendi evlerinde, kendi seyircisi önünde oynayacaklardı.
Kayseri de iyi takımdı hani tamam ama sonuçta bu şartlarda
Fenerbahçe’den kesin galibiyet bekliyordu Nezih. Kafadan sallayan,
“içimden öyle geliyor” diyen birine mi güvenilirdi yoksa bu işleri
takip eden kendisi gibi birinin fikirlerine mi? Böylece kararını verdi
Nezih.
Fenerin Kayseriyle 0–0 berabere kalıp, Galatasaray'ında 1–0
kazandığı pazar akşamı Nezih elindeki yatan kuponu hırsla yırtarken
kendine mi kızsın Recebe mi kızsın bilemiyordu. Yine de ayırt
etmeden hem Recebe hem de kendine uzun bir süre sövüp saydı.
“Hakikaten berabere kaldı Fener.”
“E sana söyledik.”
O hafta içi Türkiye kupası maçı yoktu ama hem Fenerin hem
de Galatasaray'ın Avrupa kupası maçları vardı. Fenerin durumu pek
iyi değildi; muhtemelen gruptan bile çıkamayacaktı. UEFA kupasına
katılabilirse şanslı kabul ediliyordu. Üstelik bu hafta İngiliz devi M.
United'la hem de onların sahasında oynayacaktı. Galatasaray ise
nispeten şanslıydı. Orta sıralardan bir Alman takımıyla oynayacaktı.
Hem de İstanbul’da.
“E Recep bu hafta neler olur sence?”
“Bu hafta ne vardı?”
“Siz M.United’la oynuyorsunuz. Biz de burada Schalke’yle.”
“Bizim maç nerede?”
“Deplasmanda.”
Recep birkaç saniye bir şey söylemedi. Ne diyeceğini
düşünüyordu. Nezih dikkatle Recebi inceliyordu.
22
“Sizi bilmem de bizimkiler yenilmez Manchester’a.”
“Yahu dalga mı geçiyorsun? Adamlar fark atar. Hem de
kendi sahalarında… Biz de burada oynuyoruz.”
“Ne olursa olsun. Bizimkiler yenilmez. Ama Galatasaray
yenebilir mi bilmiyorum.”
“Şimdi bana net cevap ver. Sence Galatasaray ve Fener ne
yapar?”
Recep eliyle çenesini ovuşturdu önce.
“Galatasaray yenilir. Fener berabere kalır.”
“Sen kafayı mı yedin?”
“Yahu ben fikrimi söyledim. Ne bileyim ben, müneccim
miyim?”
Nezih hışımla uzaklaştı Recebin yanından. Kafası karışmıştı.
Adam hiç mantıklı konuşmuyordu. Ama işin garibi tutuyordu
tahminleri. Nezih elinde kupon, masasında oturmuş ne yapacağına
karar vermeye çalışıyordu. İçinden geçen şey farklı, Recebin
tahminleri farklı şeyler söylüyordu.
Sonunda “Aman be ne kaybedeceğim ki?” diye söylenip
Recebin dediği gibi doldurdu kuponu. Sadece iki maç oynayıp 5 lira
da para bastı. O akşam zaten geç oynana maçların hiçbirini takip
etmeden yatıp uyudu Nezih.
Ertesi sabah biraz ilerideki gazete bayisine gitti. Gözlerine
inanamıyordu Nezih. Spor gazetelerinden biri çekip aldı. Manşet
Fenere ayrılmıştı; “Ada’dan Altın Puan” Fener 2–2 berabere
kalmıştı. Galatasaray’a ise sayfanın sol üst köşesinde ama daha
küçük yer ayrılmıştı çünkü Galatasaray yenilmişti; 1–2.
“Vay canına!” diye mırıldandı Nezih. Tahminden para
kazandığına mı sevinsin, Recebin yine haklı çıktığına mı şaşırsın
bilemiyordu. Geri dönerken bankaya da bir göz attı. Recep ortalıkta
23
görünmüyordu. Binaya girip masasına oturdu. Bir kalem çıkardı ve
hesap yaptı. Sadece iki maç için 5 lira yatırıp 80 lira kazanmıştı.
“Eee Recep? Hafta sonu ne olur?”
“Hangi maçlar var?”
“Fener Ankara’ya, Cimbom Denizli’ye gidiyor.”
“Bizimkiler bu gazla yener Ankara’yı ama Galatasaray’ı
bilmem. Denizli eli boş yollar sizi.”
“Yapma yahu? Ya Beşiktaş?”
“O kiminle oynuyor?”
“Burada Antep’le oynuyor.”
“Yener Beşiktaş.”
Nezih, Recebin tavsiyesini bu sefer hiç düşünmeden
uyguladı ve 3 maça da onun dediği sonuçları oynadı. Birkaç kez eli
gidip gelse de sonunda riske girmeye karar verdi ve 50 lira yatırdı.
Eğer kazanırsa 600 küsur lira kazanacaktı. Nezih o cumartesi ve
pazar günü hop oturdu hop kalktı. Gündüz Beşiktaş zor da olsa
Antep’i yenmişti.
Akşam Fener ve Galatasaray’ın maçı başladığında Recep
heyecandan ne yapacağını bilemez haldeydi. Arka sokaktaki kahvede
en ön sırada oturmuş maçları takip ediyordu. İlk yarılar bittiğinde
Galatasaray 1–0 önde, Fener 1–0 gerideydi. Eğer biri çıksa ve “bir
gün Galatasaray’ın önde olduğuna üzüleceksin, Fener’in önde
olduğuna da sevineceksin” dese herhalde adamın kafasında bir odun
kırar yollardı. Ama işte durum buydu. Hayatında ilk kez
Galatasaray’ın önde olduğuna kızıyor, bir yandan da “Haydi Fener,
bastır oğlum diye tempo tutuyordu.
İkinci yarı Fener önce beraberlik golünü attı sonra öne geçti.
Birkaç dakika sonra üçüncü golü de atınca kuponun tutması için bir
Galatasaray’ın yenilmesi kalmıştı geriye. Maçın sonlarına doğru
Denizli beraberlik golünü atınca kendisini sevinçten zıplarken
24
buluverdi Nezih. Ama içinde de bir şeyler kırılmış gibi hissetti bir
yandan. Garip bir gelgit yaşıyordu Nezih. Sonunda Denizli öne
geçtiğinde Nezih şaşkınlık, sevinç, üzüntü, utanç tüm duyguları ilke
kez bir arada yaşadığını hissetti.
“Sanki ihanet etmiş gibi hissediyorum.”
“Bilemiyorum Nezih. Bu garip bir durum tabi.” Orhan usta
ertesi gün bir yandan müşterilerine sabah simitlerini sarıyor bir
yandan da gülerek Nezihi dinliyordu.
“Takım tutmak ayrı, bahis ayrı diyeceğim ama kendi
takımına karşı bahis oynayıp kazanınca hem sevinir hem de üzülür
insan sanırım. Bilemiyorum… Böyle bir şeyi hiç yaşamadım ki. Bir
daha kendi takımının üstüne oynama sende. Başka maç mı kalmadı
sanki?”
Arka sokaktaki caminin imamı Ali hoca caminin kapısı
açıyordu. Az sonra öğle ezanını okuyacaktı. Birden yanında Nezihi
görünce şaşırdı. Nezih Cuma namazı dışında camiye pek uğramazdı
çünkü. Birden Nezihin elinde duran parayı fark etti. Nezih parayı ona
uzatmış duruyordu.
“Hayrola Nezih? Bu da ne böyle?”
“Al hocam. Camiye bağış.”
Ali hoca camiye bağış için her Cuma cemaatten para yardımı
ister, 3–5 lira kim ne verirse toplardı. Ali hoca paraya baktı. Daha
önce 645 lira veren hiç olmamıştı. Nezihi tanırdı Ali hoca. Onun
kapıcılık yaptığını da ve bu kadar para verebilecek biri olmadığını iyi
bilirdi.
“Nezih sağ ol Allah razı olsun senden ama nereden geldi bu
para?”
“Hıyarın biri para derdine düşüp takımını sattı hocam.
Oradan geldi. Ama yaramadı işte. Boğazına takıldı kaldı. Bari
caminin işine yarasın.”
25
Söylediklerinden bir şey anlamasa da Nezihin bir karış
suratından daha fazla soruya gerek duymadı Ali hoca.
Nezih apartmana dönerken kendini daha iyi hissediyordu. Ne
giden 50 lira ne de kazandığı 645 lira aklındaydı şimdi.
26
Banka Soyguncuları
Nezih sürekli kâbus gördüğü kötü bir gece geçiriyordu.
Yatarken de canı sıkkındı ya neye sıkkın olduğunu kendisi de
bilmiyordu. Kâbusların biri bitiyor biri başlıyordu. Bir ara koca bir
dev gördü Nezih. En az yirmi metre boyunda kel kafalı iri bir dev.
Uzak doğuluların “Mutlu Buda” heykeli dedikleri tombik, kel kafalı
heykel gibi bir şey.
Dev Taksim meydanında belirivermişti birden. Herkes
kaçışıyordu. O koca meydanda belki yüzlerce, binlerce insan varken
dev bizim Nezihi gözüne kestirmesin mi? Koca bacaklarıyla “Güm!
Güm!” diye dev adımlarla Nezihin peşine düşüvermişti dev. Nezih
korkuyla cumhuriyet caddesi boyunca Harbiye’ye doğru kaçırıyordu.
Tabanları topuklarına vururcasına koşuyor, bir an önce apartmana
varmaya çalışıyordu ama ne kadar çabalarsa çabalasın ağır
27
çekimdeymiş gibi yavaş ilerliyordu. Bu arada dev gök gümbür
gümbür adımlarıyla ona hızla yaklaşıp arayı kapatıyordu.
Rüya bu ya, apartmanın önüne kadar geliyordu Nezih. İşte
Orhan usta orada, simit arabasının yanında olanları sanki görüp
duymuyormuş gibi dikiliyordu. Dev ensesinde, konuşacak vakit yok.
Nezih hızla yanına geçip apartmanın kapısına varıyordu ama birden
kapının kilitli olduğunu fark ediyordu. İttirip kaktırıyor ama kapı
açılmıyor işte. Dev “Güm! Güm!” ayak sesleriyle yaklaşıyordu.
Sonunda dev, büyüklüğünden beklenmeyecek kadar ufak elleriyle
omzundan kavrayıverdi Nezihi.
Nezih haykırarak uyandı. Karısı Aysel omzundan tutmuş onu
sakinleştirmeye çalışıyor, bir şeyler söylüyordu. Nezih omzundaki
elden kurtulup şöyle bir bakındı etrafına.
Aysel de korkmuştu tabi. “Nezih bir gürültü geliyor bir
yerden” dedi. Nezih ter içinde kalmıştı ama o nalet “Güm! Güm!”
sesini hala duyuyordu işte. Kulak kabarttı. Evet, ses gerçekten vardı
ama gecenin bu saatinde bu da neyin nesiydi? Hem de yakında
geliyordu.
“Allah, Allah!” diye söylendi. Başucundaki saate baktı.
Sabah karşı 4 civarıydı. Kalktı yataktan, daha bir dikkatle kulak
kesildi. Sanki üstlerinden geliyordu ses. Üstlerinde ne vardı?
Üstlerindeki daire birkaç aydır boştu. Aysel de enikonu uyanmış,
yatakta oturmuş, korkulu gözlerle Nezihe bakıyordu.
“Biri tamirat falan mı yapıyor diyeceğim ama bu saatte
mümkün değil” diye mırıldandı. “Ben bir dışarı bakıp geleyim” dedi.
Odadan çıkıp sırtına montunu giyerken Aysel de peşi sıra geliyordu.
“Sen burada bekle!” deyip dışarı çıktı. Gümbürtü ara ara dursa da
devam ediyordu.
Nezih dışarı, apartmanın girişine çıktı. Ses burada daha az
duyuluyordu. Demek ki arka taraftan geliyordu. Tekrar içeri girip
28
arka taraftaki bahçesine dolanırken yine kısa süreliğine duruverdi
gümbürtü. Nezih arka bahçeye çıktı. Sessizce ilerleyip ağaçların
dibine kadar gitmişti ki yine başladı. O an da arkasına dönen Nezih
birden görüverdi.
Karanlıkta iki adam hemen yandaki dairenin üstünde
dikilmiş duruyordu. Burası birinci kat olduğundan apartmanın
yaklaşık 10 metre arkasına doğru taşan daireydi… Birden kafasında
şimşekler çaktı. Burası, yanlarındaki bankanın arka bölümüydü.
Adamların durduğu yer de onun düz, beton çatısıydı. Birinin elinde
koca bir balyoz vardı ve durup soluklandıktan sonra kaldırıp yere
indirmeye başlamıştı yine.
Nezih bir an olduğu yerde durup ne yapacağını düşünmeye
başladı. Seslenip bağırsa ve hırsızlar da silahlıysa ne olacak?
Seslenmeyip yavaşça geri, dairesine gidip, sonra da polisi aramak en
doğrusuydu.
Ama ya kendisini görürlerse? Buraya çıkarken şans eseri
görmemişlerdi ama ya şimdi görürlerse? Nezih düşündü. Bu arada
gümbürtü yeniden başlamıştı. Etrafına bakındı. Bir Allah'ın kulu da
duymuyordu işte.
Yapılacak başka bir şey yoktu. Bağırıp kaçırabilirdi ama
nereden kaçacaklarını bilmiyordu. En yakın yer kendi dairesinin şu
an açık olan bahçe kapısıydı. Oradan kaçarken evine girmelerini
düşünemiyordu bile. Hem üstüne de saldırabilirlerdi. Bankayı
soymayı göze alan adamlar bundan mı korkacaktı? Hayır, yine en
doğrusu görünmeden yavaşça içeri girip sonrada polisi aramaktı.
Nezih sessizce yürümeye başladı. Önünde kapıya kadar yaklaşık 15
metre vardı. Tam yolu yarılamışken adamlardan biri hareketi gördü
ve sinirli sinirli genizden gelen sesle diğerlerine bir şeyler fısıldadı.
“Gördüler” diye düşündü Nezih ve tabanları yağladı. Tam kapıya
varmıştı ki güm! diye bir ses duydu. Biri bahçeye atlamıştı.
29
Korkudan kalbi duracak gibi oldu Nezihin. Bacakları karıncalandı
ama düşmedi. İçeri girip tam da kapıyı kapattığı an da kapı
gümbürtüyle sarsıldı. Kapıya yüklenen adam bir saniyeyle geç
kalmıştı. Hemen kilidi çevirdi Nezih. Kalbi deli gibi atıyor, soğuk
soğuk terliyordu.
Üçü de bahçedeydi şimdi ve fısıldaşıyordu. Arkadan
Aysel’in yarı ağlamaklı korkuyla bir şeyler söylediğini duydu.
Gözlerini kapıdan ayırmadan geri geri koridora geldi. Aysel zaten
cep telefonunu elinde tutuyordu. “Aferin kız!” diye düşündü.
Telefonla polisi ararken hızla mutfağa girip koca bir bıçak aldı.
“Yüzlerini görebildiniz mi?”
“Hayır, karanlıkta göremedim hiçbirini.” Adamlar Nezih
daha polisi ararken kirişi kırmıştı. Günün ilk ışıkları ortalığı
aydınlatırken Nezihin bahçesi de polisler ve bankanın görevlileriyle
doluydu. Bunların arasında bankanın güvenlik görevlisi Recep de
vardı. Nezih ve Recep beton çatıya çıktılar.
“Neredeyse delmişler.” Yumruk büyüklüğünde delik vardı
çatıda. Gerçekten de delmişlerdi ama genişletmeye zaman
bulamamışlardı.
“İyi de alarm falan yok mu yahu sizin bankada?”
“Var canım, olmaz mı? Çalmamış ama”
“Salak herifler.” dedi Recep, şiş gözlerle şaşkın şaşkın
bakıyordu. O da bir şey anlamamıştı. Sonunda polis işini bitirmiş,
karakolda Nezihin ifadesini alıp bırakmıştı. Nezih binaya dönerken
cebi çalmaya başladı. Arayan apartman yöneticisi İzak beydi.
“Nezih ne oldu?”
“İfade verdim İzak bey, şimdi geliyordum apartmana.”
“Yanıma uğra da ne olduğunu bir anlat bana da” Nezih en
üst kata İzak beyin yanına çıktı. Kapıyı her zaman olduğu gibi eşi
Sofi hanım açtı. Müzik setinden kısık sesle klasik müzik sesi
30
geliyordu. İzak bey salonda geniş pencerelerin önünde oturmuş
sabah gazetesini okuyor bir yandan da bitki çayını içiyordu.
Gazetesini indirip bir kenara koydu. Nezihe karşısındaki kanepeyi
işaret etti. Nezih geçip rahatsızca oturdu antika kanepeye.
“Anlat bakalım ne oldu?” Nezih olanı biteni anlattı. İzak
beyin kaşları çatılmıştı.
“Bu adamlar salak mı be?”
“Ben de aynısını düşündüm. Bankanın alarmını falan
bilmiyorlar mı diye.”
“Bu işte bir bit yeniği var Nezih. Dikkatli ol. Bunlar kesin
buralardan bir yerden. Belki de bu binadan ya da bankanın içinden.
Yarın bir daha gelir bunlar, gör bak.”
“Allah korusun efendim. İnşallah gelmezler”
“Sen gözlerini dört aç yinede”
Nezih aşağı indiğinde Orhan usta, Recep, garson Aykut
kapının önünde dikilmiş hararetle konuşuyordu. Nezih kapının önüne
çıkınca etrafına sardılar hemen.
“Var mı bir gelişme?” diye sordu Recep.
“Yok yahu, ne olsun? İzak beyle konuştum. Kesin bu
çevreden birileri dedi.”
“Bak bu hiç aklıma gelmedi” dedi Orhan usta. Bu fikir ona
mantıklı gelmiş gibiydi.
“Tabi, biliyorlar demek ki arka tarafı falan. Keşif yapmışlar
adamlar” dedi Aykut. “Arkadan senin bahçeye oradan da yan tarafa
tırmanmışlar.”
Bahçenin ucundaki duvar diğer binalarla komşuydu. Oradan
yol falan geçmediğinden gelip geçen bahçeyi göremezdi. Anca
binalara girip de bu tarafı seyretmeleri gerekiyordu ki bu da dikkat
çekerdi. Demek kesin buraları, bahçeyi falan bilen biriydi hırsızlar.
31
“Neyse zaten delip içeri girseler alarm çalışacakmış. Belki de
daha iyi olurdu. Adamlar yakalanırdı o zaman.”
“Doğru” dedi Recep. “Alarm çalışınca birkaç dakikada
polisler gelirdi. Gizli alarm olduğu için ses de çıkmıyor. Adamların
ruhu duymadan polisler bunları enselerdi.”
“Neyse, bir daha gelmezler inşallah.”
Böylece herkes işine döndü ama Nezih hala diken
üstündeydi. İçinden bir ses dikkatli olmasını, bu işin devam
edeceğini söylüyordu. Nezih de birkaç gün tedbirli davranmaya karar
verdi.
Banka yönetimi hemen o gün bankanın arka tarafındaki o
beton çatının üzerindeki değil kapatıp çatının etrafına da ucu sivri,
demir çubuklar yaptırdı. Nezih de bahçeye açılan kapıya koca bir
asma kilit alıp taktı. Kapının hemen yanına da şöyle ele gelir, kalın
ve sağlam bir sopa koydu.
Aradan birkaç gün geçti. Hiçbir şey olmadı. Ortalık
durulmaya başlamıştı. Etraftaki ya da o semtteki başka yerlerden de
hiç hırsızlık girişimi haberi gelmedi. Nezih yine de birkaç gün tetikte
bekledi. Dairenin bahçeye açılan kapısına kocaman bir asma kilit
alıp takmıştı. Kapının hemen yanına da şöyle sağlam bir meşe odunu
koymuştu. Gece ara ara uyanıp etrafa kulak kabartıyordu ama hiçbir
şey olmadı. Bir haftanın sonunda artık geride kalmış bir olaydı.
O gece Nezih gece aniden uyandı. Dikkat kesilip dinlemeye
başladı. Tek duyduğu karısı Yasemin’in hafif horultusuydu. Onun
dışında çıt bile çıkmıyordu bile. Biraz rahatladı ama yinede uykuya
dalamadı. Ters giden bir şey vardı sanki. Sonunda içini rahatlatmak
için kalkıp bakmaya karar verdi. Başucundaki saat gece yarısı üçü
geçtiğini gösteriyordu. O kalkınca zaten diken üstünde olan karısı da
uyandı.
“Ne oldu Nezih? Bir şey mi duydun?”
32
“Yok bir şey. Sadece bir kontrol edeceğim.”
“İyi dikkat et!” dedi Aysel ve tekrar uykusuna döndü.
Nezih sırtına bir şeyler geçirip arka bahçeye açılan kapının
yanına gitti. Kilidi açtı. Duvara dayalı sopayı da alıp bahçeye çıktı.
Alışkanlıkla hemen yan taraftaki beton çatıya dikti uykulu gözlerini.
Elbette hiç kimse yoktu. Ortalık tamamen sessizdi. Hem artık beton
çatının kenarlarında, ucu sivri demir çubuklar vardı.
Ağzını açıp şöyle bir esnedi. Bahçesindeki ağaçlara baktı bir
süre. Aklına bir sigara yakmak geldi ama sonra uyku daha tatlı geldi.
Dönüp dairesin girerken son kez başını çevirip yan tarafa baktı.
O an da cılız bir ışık dalgası beton çatıdan gökyüzüne
yansıyıp geçti. Nezih önce gördüğünün gerçek mi yoksa göz
aldanması mı olduğunu anlayamadı. “Uyku sersemi hayaller mi
görüyorum şimdi?” diye düşündü.
Başı o tarafa dönük öyle kaldı bir süre. Hiçbir şey yoktu. Bir
yansımaydı belki de.
Yavaşça içeri girip terliklerini çıkardı. Yumuşak tabanlı
lastik bir ayakkabı giydi. Cep telefonunu da yanına almaya karar
verdi. Şöyle bir göz atıp emin olacaktı, hepsi bu.
Ses çıkarmadan bahçede ilerledi. Banka duvarının dibinde
durduğunda ip merdiveni görüverdi. Karanlıkta durup beton çatıdan
aşağı sarkan ip merdivene baktı bir süre. Zihni uyanmıştı artık. Olayı
anlamaya, bir açıklama bulmaya çalışıyordu.
“Ustalarındır. Ya da bankanın… Belki de hırsızlardan kalma.
Bir haftadır duruyordur burada.” Yukarı baktığında demir
çubuklardan 3 tanesinin ortalarında oyuk olduğunu fark etti.
Karanlıkta yandan görünmüyordu bu.
Nezih cep telefonunu montunun iç cebine koydu. Sopayı da
sırtına, montunun içine sokup yukarı dikkatlice tırmandı. Demir
çubukların arasındaki oyuktan çatıya çıktı. Kesilen 3 parça demir
33
çatıda yerde duruyordu işte. Gözlerine inanamadı. Kapatılan delik
yeniden açılmıştı. Balyoz yerde duruyordu. Bir de deliğin etrafında
yere saçılmış, karanlıkta ne olduğunu pek seçemediği beyaz, tepsi
gibi bir şeyler vardı.
Birine eliyle dokundu. Bu kalın bir strafordu. Ortası balyoz
darbelerinden ezilmişti. “Vay canına!” diye mırıldandı. Tam o sırada
aşağıdan bir ışık yansıyıp geçti. Nezih telaşla kendisini geriye attı
ama başka bir ışık ya da hareket olmadı.
“Aşağıdalar, bu kesin.” diye düşündü. İyi de alarm ne zaman
çalacaktı? Belki de çalmıştı. Gizli alarm vardı beklide. Filmlerdeki
gibi. O zaman polislerle güvenlikçi Recep az sonra gelirlerdi.
Nezih sessizce demir çubukların arasındaki boşluktan
süzülüp, ip merdivenden aşağı indi. Bahçeden geçip kapının yanında
durdu. Bu çok garipti. Burası merkezi bir yerdi. Alarm verildiyse
Taksim’den ya da Şişli’den polisin gelmesi en fazla bir dakika
sürerdi. Ama ortalıkta ne gelen ne giden vardı. “Ulan alarm çalmadı
mı yoksa?” Birden soğuk soğuk terlediğini hissetti. Bir şeyler
yapmalıydı.
Telefonu çıkarıp Recebi aradı hemen. Recep uykulu uykulu
açtı.
“Recep benim Nezih.”
“Alo? Alo?” Nezih fısıltıyla konuşuyordu mecburen. İçinden
Recebe küfrederek sesini biraz daha duyulur bir şekilde;
“Benim ulan benim. Nezih. Beyza apartmanından. Yüksek
sesle konuşamıyorum.”
“Hayrola Nezih?” Recebin sesi birden düzelmişti, uykusu
açılmıştı adamın.
“Sanırım bankaya girdiler. Ama alarma falan çalmadı. Polis
falan da görünmüyor. Ne yapacağım şimdi?”
34
“Ben hemen geliyorum” Telefondaki gürültüden Recebin
apar topar kalktığı anlaşıyordu.
“Sen gelen kadar giderlerse ne olacak?”
Şimdi Recepte olayın şokundan fısıltıyla konuşuyordu.
Nezih bir halt duyamadı.
“Duyamıyorum. Sen neden fısıldıyorsun be adam?”
“Pardon ağabey. Eğer çıkarlarsa karışma sakın. Silahlı
milahlı olabilirler. Yüzlerini iyi görmeye çalış.”
Nezih beklerken zaman sanki yavaşlamış gibiydi. Aklından
bin bir türlü şey geçiyordu ama ne yapacağını bir türlü bilemiyordu.
Hırsızların çatıya çıkmalarını bekliyordu ama ya onların hiç acelesi
yoktu ya da zaman kendisi için bir türlü geçmek bilmiyordu.
Birden telefonun melodisiyle yerinden sıçradı. Kalbinden
vurulmuş gibi olmuştu. Küfrederek telefonu kapadı hemen. Arayan
Recepti. Hemen geri aradı.
“Kapının önündeyim” Gelmişti Recep.
Nezih son kez çatıya bakıp hemen içeri girdi. Aysel de kızı
da mışıl mışıl uyuyordu. Koridordan geçip diğer kapıdan binanın
içine çıktı. Recep kapının önünde giyinmiş, belinde silah dikiliyordu.
Nezih apartmanın demir kapısını açtı.
“Polisleri aramadım. Önce bir emin olalım.”
“Lan ne emin olması. Herifler orada işte. Hatta belki de çıkıp
gittiler.”
“Tamam, sakin ol. Gidelim hadi.” Recep silahını çekti
belinden. Nezih bunu görünce işin ciddiyetini daha bir kavradı.
Birlikte Nezihin dairesinden geçip arka tarafa bahçeye çıktılar.
Ortalıkta kimse yoktu. Recep silahı iki eliyle tutmuş, gözü ilerideki
çatıda arkasında Nezihle ilerledi. Silahı kılıfına sokup merdivenden
çıktı. Nezih de peşinden tırmandı.
35
Recep şöyle bir etrafına bakındı. Sonra başını delikten
dikkatle uzatıp aşağı baktı. Birkaç saniye sonra bir el feneri ışığı
aşağıda parlayınca hızla geri çekildi. Nezihin yine yüreği ağzına
geldi ama bir gürültü olmadı.
Recep deliğin yanında çömelmiş bir eliyle de üzgün bir
şekilde ağzını kapatmıştı. Recebin üzgün hali bir başkaydı şimdi. Bir
tuhaflık vardı. Recep bir elini üzgün bir şekilde sallayarak Nezihe
doğru eğildi. Fısıltıyla; “Aşağıdaki bizim müdür” dedi.
Nezih ağzı bir karış açık kalakaldı.
“Diğerini göremedim.” Nezih şaşkınlığı üzerinden atmaya
çalışarak;
“Emin misin? Benzetmiş olmayasın?” dedi.
Recep eminim der gibi üzüntüyle başını salladı. Sonra da
eliyle aşağı inelim işareti yaptı.
Aşağı inip bahçeden sessizce yürüyüp daire kapısına
vardılar. Recep kapıdan içeri girdi. Telefonunu çıkarıp polisi aradı.
Kısaca durumu söyleyip adresi verdi. Nezih bu sırada hala çatıyı
gözlüyordu. Recep dışarı çıktı. Fısıldayarak;
“Az sonra gelirler” dedi. Ama tam o sırada çatıda biri
göründü. Adamlar dışarı çıkıyordu. “İşte şimdi yandık” diye düşündü
Nezih. Polis yetişemezdi. Telaşla Recebe döndü. O da görmüştü.
“Şimdi ne yapacağız?” recep cevap vermedi bir süre. Bakmayı
sürdürüyor bir yandan da düşünüyordu. “Yakalayacağız” diye
fısıldadı. “Başka çare yok.” Nezihin eli ayağı buz kesmişti.
Çatıya delikten iki kişi daha çıktı. Üçü de koyu renk
montluydu. Bezden yapılma ufak bir çuvalı da yanlarında
çıkarmışlardı.
“Şimdi beni dinle.” Recep iri iri açılmış gözlerle Nezihe
baktı. “Ben kıpırdamayın! diye bağırıp fırlayacağım. Sen arkamda
36
kal. Silah tutuyormuş gibi iki elini de doğrult” Recep iki elini
birleştirip silah tutuyormuş gibi yapıp Nezihe gösterdi.
“Çok dibimde durma ama. Biraz arka da kal. Anladın mı?
Korkutup içeride tutmamız lazım onları” Nezih başını salladı.
Çatıdakilerden en öndeki, demir parlaklığın arasından ip
merdivene yönelirken Recep de silahını çekti. Sonra fırladı.
“Kıpırdamayın! Olduğunuz yerde kalın!” Recebin sesi
gecenin sessiz karanlığında çınladı. Adamlar oldukları yerde donup
kaldı bir an. Recebin birkaç metre arkasından da Nezih iki elini silah
tutuyor gibi doğrultup fırladı.
İp merdivenin başındaki adam birden kendini aşağı attı.
Yerde yuvarlandı. Kalkıp bahçenin arkasına doğru koşmaya başladı
ama bacağını burkmuş olmalıydı çünkü sekiyordu. Diğer ikisi çatıda
panikle koşturuyor bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Recep durdu bir an. Hemen arkasından da Nezih. Bahçede
koşanın peşinden mi gitsin, çatıdakilere mi yönelsin karar vermeye
çalışıyordu Recep. Sonunda bahçede koşanın peşine takıldı. Nezih
bir an ne yapacağını bilemedi. Sonunda içgüdüsel olarak o da
duvarın dibine merdivenin hemen altına yöneldi. Diğer ikisini
tutmaya çalışacaktı. Görünüşü çok komikti. İki elini birleştirmiş bir
parmağını da ileri uzatmış, tabancası olmadan kovboyculuk oynayan
bir çocuk gibi görünüyordu. Arkasından, bahçeden boğuşma, itiş
kakış sesi geliyordu.
Bir an yukarıdan bir baş eğilip aşağı baktı.
Nezih bu komik halde yukarıdakiyle göz göze geldi. Bu bir
kadındı. Saçlarını arkadan bağlayıp topuz yapmış olan kadın şaşkın
bir ifadeyle aşağıya, Nezihe ve Nezihin ileri uzanmış tabanca eline
bakıyordu. Nezih ne yapacağını bilemiyordu. Gürültülerle birlikte
baş da geri çekildi. Nezih hala elini tabanca gibi tutarken arkasına
37
baktı ve birden rahatladı. Polisler bahçeye doluyordu. Aralarında
Aysel de vardı.
Bu arada Recep de adamı yüz üstü yere yatırıp üzerine
oturmuş, yanında getirdiği kelepçeyi adamın ellerine takıyordu.
Polisler Nezihin yanına vardı. Biri “İçeri girdiler” diye bağırdı.
Nezih rahatladı ve sonunda ellerini indirdi.
“Demek öyle ha? Ulan kimin aklına gelirdi?” Orhan usta
hayretler içinde kalmıştı. Olan bitene, Recebin gözü karalığına,
Nezihin cesaretine inanamıyordu.
“Bankanın müdürü, karısı, karısının elektrik mühendisi olan
kardeşi. Ekibi kurmuşlar adamlar.” dedi Nezih. Bir yandan da Orhan
ustanın yanından bankanın girişinde dikilen Recebe bakıyorlardı.
Recep etrafındaki arkadaşlarına keyifli keyifli anlatıyordu
olayı.
“Elektrikçi kayınbirader alarmın şemasını çözmüş. O yüzden
iki seferde de alarm çalmamış. Ama tabi biz hesapta yoktuk.” dedi
Nezih.
“Eee! Buna ikramiye de vermişlerdir şimdi.” dedi Orhan
ustabaşıyla Recebi göstererek.
“Vermişler tabi. Vermezler mi hiç?”
“E artık yarısını da sana vermeli bence”
“Verdi zaten.”
Orhan usta Nezihe döndü. Nezih keyifle sırıtıyordu. Ne
kadar verdiğini soracak oldu, vazgeçti. Nezihin de
ödüllendirilmesine sevinmişti birden. Ona göre iyi davranış her
zaman ödüllendirilmeliydi. Tıpkı kötü davranışın her zaman
cezalandırılması gerektiği gibi…
“İyi o zaman, öğle arası bir yemek ısmarlarsın artık” dedi
yanında dikilen Nezihi dirseğiyle dürterek.
38
“Sen buradan dilediğin kadar simit ye. Hepsini de benim
hesaba yaz”
Orhan usta arabadaki simitlerden birini kaldırmış Nezihin
kafasına nişan alırken, Nezih de bir yandan gülüyor bir yandan başını
eğmiş saklanmaya çalışıyordu.
39
Köfteci Orhan Usta
Nezih öğlene doğru elinde alışveriş poşetleriyle yorgun argın
döndü. Sofi hanımın alışverişi bitmişti sonunda. Kapıdan girerken
Orhan ustanın arabasının başında güvenlikçi Recep, Orhan usta ve
Aykut’u gördü. Üçü de ateşli ateşli bir şeyi tartışıyor arada da gelen
geçen bakıyorlardı.
Nezih alışveriş poşetlerini en üst kata bırakıp aşağı indiğinde
üçlünün tartışmaları da sürüyordu.
“Hayrola millet kolay gelsin?”
Üçlü başıyla selam selam verip konuşmasını sürdürdü.
“Sen köfteden anlamazsın ki? Anlasan böyle konuşmazdın”
dedi Aykut. Lafı Orhan ustayaydı. Recep sırıtarak Orhan ustaya
baktı. Belli ki kızmasını ve sinirli bir cevap vermesini bekliyordu. Bu
tartılma en çok onu eğlendirmişe benziyordu.
Orhan usta yaşlı yüzü buruşmuş şekilde geçenlere baktı.
Kaygısız görünüyordu aslında. Bir şeyleri ispat etmek zorunda
40
değilim havasındaydı ama içten içe de konuşulan şey her neyse bunu
takmış olduğu da belli oluyordu.
Sonunda “Sen öyle diyorsan öyledir yeğenim” deyince
Recep keyifle koyuverdi kahkahayı. Artık sesinden mi neyden
anladıysa Nezih de Orhan ustanın kızdığını anlamıştı. Orhan ustanın
kızdığını görmek hoşlarına gitmişti çünkü Orhan usta her zaman
kızan, bozaran biri değildi. O yüzden bu an hepsi için kıymetliydi.
“Niye kızdırıyorsunuz Orhan ustayı yahu?” diye sesini
yalancıktan yükselterek araya girdi Nezih. Orhan usta da
karşısındakilere koz verdiğini anlamış, daha fazla belli etmemek için
yerine oturup simit arabasının sağıyla soluyla uğraşmaya başlamıştı.
Ama bu hareket etrafındakileri daha çok eğlendirmişti.
Aykut “Köfte pişirmekten bahsediyorduk da. Meğer Orhan
usta eski köftecilerdenmiş de haberimiz yok.” dedi sırıtarak. Konu
ilgisini çekmişti Nezihin. Orhan ustanın köfteci olduğunu
bilmiyordu.
“Demek köftecilik yaptın ha Orhan usta? Hiç de söz
etmiyordun bakıyorum” dedi Nezih. Orhan usta boş vermiş bir
havadaydı. Nedense bu konuda pek konuşmaya hevesli de
görünmüyordu. “Eskiden bilirdik işte. Boş ver! Bakma bu hıyarlara
sen.”
“Yaptın mı hiç köftecilik?”diye sordu Recep.
“Yok yahu. Sadece babadan biliriz işte.”
Nezih “Demek senin peder köfteciydi ha?” diye sorunca
Orhan usta yine “Boş ver!” der gibi elini salladı. Köfte lafı birden
Nezihin aklına güzel bir fikir getirdi. Fatma yarın akşam kardeşine
ziyarete gidecekti. Yarın da haftanın son günüydü yani geç saate
kadar da dönmezdi.
41
“Madem köfte lafı açtınız, yarın akşam benim bahçede bir
mangal yapalım mı? Aysel çocuklarla birlikte annesine gidecek.”
Nezihin bu teklifi sevin naralarıyla karşılandı.
“Nefis olur nefis” diye atıldı Aykut.
“Rakıları da açarız. Demleniriz bir yandan” diye Aykut da
keyifle atladı bu teklife.
Nezih Orhan ustaya baktı. Onun da yüzünde keyifli bir
gülümseme görünce sevindi. Yarın güzel bir muhabbet akşamı
olacaktı.
“Köfteler benden o zaman” dedi Nezih.
“Mezeleri de ben alırım” dedi Aykut.
“Tamam, o zaman rakılar da benden” dedi Recep. İş bölümü
yapılmıştı bile. Orhan usta sakince elini kaldırıp araya girdi;
“Köfteler benden” dedi. “Sen anlamazsın şimdi köfte etinden falan.”
“Yahu nesi var bunun. Kasaptan alıp yiyeceğiz işte.”dedi
Nezih. Orhan usta gülümsedi. Aykut anlamıştı olayı; “Hocam olmadı
şimdi. Eti alıp kendin yoğuracaksın. Değil mi Orhan usta? Yaa işte
böyle. Bunlar ne anlara köftenin etinden!” destek bekler gibi Orhan
ustaya baktı. Orhan usta Aykut’a bakmadan gülümsedi kibarca. Hala
ona birazcık bozuk olduğu belliydi.
“Anlamazlar tabi. Neyse ben hallederim o işi. Haa bir de ben
rakı içmem” dedi.
“Günah tabi. İçmez Orhan usta” diye sırıttı Recep; “Sana
kola alayım o zaman ha?”
“Şalgam” dedi Orhan usta kaşlarını kaldırıp bilgiç bir
ifadeyle.
“Şalgam mı?”
“O kadar da içen adamsınız yuh size! Köfteyle, etle rakı olur
mu yahu?” Birbirlerine baktılar. Orhan usta haklıydı tabi. Sadece
Öyle alışkanlık olduğu için rakı içilirdi genelde.
42
“E ne içeceğiz peki?”diye sordu Recep.
“Ya şarap içersin, ya ayran ya da şalgam” dedi Orhan usta.
“Öyle şekerli, asitli şey içilmez ki etin yanında. Neyse, siz ne
içerseniz için bana şalgam alın.” Böylece hepsi de yarın için
sözleştiler.
Cuma akşamı mesai bitiminde Recep, Aykut ve Orhan usta
Nezihin bahçesinde toplanmış mangal keyfi başlamıştı. Nezih
bahçedeki çardağın altında duran kanepenin üzerinden örtüyü
kaldırmış, etrafı toparlayıp hazırlamıştı. Evin içinde sesi açılmış
televizyonun TRT 4 kanalından Türk halk müziği ve Türk sanat
müziği şarkıları arka arkaya çalıyordu. Recep ve Aykut mangalı
yakmaya girişmiş ama Orhan usta hemen ellerinden maşayı kapıp bu
işe el koymuştu.
Nezih bahçeye çıktığında Aykut’la Recep kanepeye oturmuş
Orhan ustayı izliyor, bira içip sohbet ediyordu. Orhan usta Nezihe
dönüp seslendi; “Soba borusu var mı buralarda?” O sırada biralarını
başlarına dikmiş olan Aykut’la Recep ağızlarındakini püskürtüp
kahkahayı koyuverdiler. Nezih de şaşırmış, gülüyordu.
“Soba borusu mu? Soba değil mangal yakacağız Orhan
usta.” dedi Nezih. Recep’le Aykut hala kendine gelememiş, boyuna
gülüyorlardı. Orhan usta biraz bozulsa da o da durumun komik
olduğunu anlayıp gülümsedi. Yalandan bağırdı Nezihe; “Yahu ufak
bir parça soba borusu var mı yok mu onu söyle sen? Biz de biliyoruz
ne yaptığımızı.”
Nezih kıkırdayarak kalorifer dairesine gidip kısa bir soba
borusu alıp geldi. Recep’le Aykut’un kahkahaları kıkırdamaya
dönmüştü artık. Orhan ustaya takılıyorlardı ama Orhan usta onlara
hiç bulaşmıyor, odun kömürlerini mangalın içine diziyordu.
Kömürleri tek tek yerleştirip ucu sivri bir tepecik yapmıştı.
“Onları yaymıyor musun? Diye sordu Recep.
43
“İlk başta böyle yakılır. Daha sonra, hepsi yandıktan sonra
yayarsın.” Nezih soba borusunu Orhan ustaya uzattı. Orhan usta ufak
bir çırayı yakıp kömür tepesinin içine soktu. Hepsi de sırıtarak onu
izliyordu şimdi.
“Gazete kâğıdı ister misin?”dedi Recep.
“Hayır! Gazete kâğıdıyla mangal yakılmaz. Gazetenin külü
çok olur. Üstelik eriyip gitmez. Etin tadını bozar.” Hepsi de yavaş
yavaş Orhan ustanın bu konuda hiç de cahil olmadığını hissetmeye
başlamıştı. Bu adam bu konuda gerçekten bir şeyler biliyor gibi
görünüyordu. Nezih bir bira açıp Recep’le Aykut’un yanına oturdu.
Çıra odun kömürü tepeciği içinde tütüyor ama yanıp
yanmadığı ya da hiç kömür tutuşturduğu görülmüyordu. Sadece bir
miktar duman tütüyordu. “Bu böyle zor yanar” dedi Aykut. Orhan
usta yerdeki soba borusunu aldı ve kömür tepeciğinin üzerine
nazikçe yerleştirdi. Bu hala hepsine komik görünüyordu. Orhan usta
yaşlı bacaklarıyla yavaşça doğrulup kalktı. Gelip yanlarında ayakta
durup mangala dikti gözlerini. Birden hepsi de borudan yükselen
ince, gri dumanı fark ettiler.
Nezih anlamıştı. “Çekiş için” dedi içinden. Tabi ya. Soba
borusu duman çekişini sağlayacaktı, tıpkı sobalarda olduğu gibi. Bu
kadar basitti işte. Bu da ateşi körükleyecekti. Borudan yükselen
duman inanılmaz biçimde artmıştı şimdi. Ne kâğıt ne de başka bir
şey olmadan kolayca yanmıştı işte odunlar.
Aykut şaşkınlık içinde mırıldandı; “Yahu hakikaten işe
yaradı galiba soba borusu.” Bundan etkilenmişlerdi. Gülümsemeleri
donmuştu şimdi. Yerini biraz şaşkınlığa biraz da hayranlığa
bırakmıştı. Soba borusundan artık alevler de çıkıyordu. Orhan usta
ne övünmüş ne de bir şey söylemişti. Sadece gülümsüyordu. Yavaşça
eğilip maşayla soba borusunu alıp bir kenara attı. Artık tutuşmuş
olan odun kömürlerini maşayla nazikçe yaydı.
44
“Az daha tutuşsaydı ya!”diye mırıldandı Nezih.
“Olmaz.”dedi. “Ateşi geçer sonra odunların. Yavaş yavaş
kızacaklar artık” Odun kömürleri havayı ve dumanı çeken soba
borusu olmayınca şimdi daha yavaş yanıyordu gerçekten de. Orhan
usta kanepenin yanındaki sandalyeye oturdu. Nezihe dönüp “Yok mu
bana içecek bir şeyler?” diye sordu.
Nezih Orhan ustaya buzlukta iyice soğuttuğu şalgam
suyundan bir bardak getirmişti. Orhan usta mangalın ızgarasını
bacaklarının arasında yere dik koymuş bir eliyle onu tutuyor diğer
elindeki yarısı kesilmiş soğanla da ızgarayı siliyordu. Aykut az
ötedeki masanın kenarına oturmuştu. Geniş kabın içine domates,
biber ve soğanları iri iri doğramakla meşguldü. Receple Nezih
şimdilik kendilerine yapacak iş düşmediğinden oturmuş bir yandan
bira içiyor bir yandan da Orhan ustayı izliyorlardı. Recep soğanın
nedenini anlamaya çalışıyordu.
“Benim bildiğim ızgarayı kuyruk yağıyla temizlersin. Hem
etlere de lezzeti geçer hem de ızgara yağlanınca etler yapışmaz.”
Orhan usta yarım soğanı bastıra bastıra ızgaranın demirlerini silmeyi
sürdürdü. Soğanın suları ızgara demirlerinden yere akıyordu. Başını
kaldırmadan; “Kuyruk yağı ızgarayı temizlemez canımın içi” dedi.
“E temizleyeceksen süngerle sil o zaman. Soğanla temizlik
mi olur?” Orhan ustabaşını kaldırıp Recep’in ciddi olup olmadığına
baktı. Adam ciddiydi. Orhan usta soğanı sürtmeyi bırakıp Recep’e
baktı.
Elindeki soğanı gösterip; “Soğanda doğal antibiyotik vardır.
Doğrarken gözlerin neden yanıyor sanıyorsun? Tüm mikrobu kırar
bu. Hem temizler hem de ete lezzet verir. Üstelik senin kuyruk yağın
gibi ağır bir lezzet de değil, güzel bir lezzet verir.” Sonunda köfteler
ızgaraya dizilmeye başlamıştı. Nezih, Recep’le birlikte içeriden
45
rakıları, bardakları getiriyordu. Orhan usta köfteleri dizmiş, elinde
maşayla sandalyesine oturmuş izliyordu.
Sebzeleri doğrayıp bitiren Aykut kanepeye oturmuş
köftelerin pişmesini izliyordu. Köftelerden sonra pişme sırası bunlara
gelecekti. “Tüm bunları babandan mı öğrendin Orhan usta?” Orhan
usta evet manasında başını salladı. Gözlerini köftelere dikmişti ama
başka yerlere dalıp gittiği belli oluyordu. Nezih ve Recep de işlerini
bitirmiş Aykut’un yanına kanepeye dizilmişlerdi.
Orhan usta 60’ına merdiven dayamış bir emekliydi.
Simitçilik yaparak günlerini geçiriyordu. Hafta sonu hariç her gün
gelir, simitlerini, açmalarını, krem peynirlerini satıp bitirdikten sonra
da akşama dek arabasının başında oturur, etraftaki arkadaşlarıyla,
esnafla sohbet ederdi. O muhitin çalışanları onun müşterisiydi. Nihat
fırsatı olursa onunla çene çalar, bazen de fikir alırdı. Orhan usta tam
yaşının adamı denecek biriydi. Güler yüzlü, ağır, sağduyulu bir
adamdı, o yüzden çevredeki herkes onu sevdiği gibi sayardı da.
Yaşlılığın getirdiği kırışıklıklara buruş buruş olduğundan yüzü hem
gülümsüyor hem de somurtuyor gibi görünürdü. Ona Orhan “usta”
lakabını da Nezih koymuştu. Nezih kendinden büyüklere ağabey
demeyi sevmiyordu. Adıyla hitap edemeyeceği kadar da büyüktü.
Bey de fazla süslü püslü olduğundan Orhan “usta” demeye başlamış,
etraftaki herkes de bunu belleyip kullanır olmuştu.
“Benim babam Adapazarı’nın en iyi köfte ustasıydı.”dedi
gözlerini köftelerden ayırmadan. “Önceleri seyyar arabada satardı.
Meşhur oldukça işler büyüdü. İşler büyüdükçe arabayı da büyüttü.
İşinde cidden ustaydı. Etleri kendi hazırlar, yoğururdu.” Sonra sustu.
Şimdi sadece evin içinden Türk sanat müziği sesi geliyordu. Orhan
usta şalgam suyundan koca bir yudum aldı.
46
“Baktı olmayacak çırak aldı yanına. İşler iyi giderken bir gün
iki zabıta çıkagelmiş. Etrafta seyyar köftecilik yapan başkaları da
vardı. Bizimkini şikâyet etmişler.”
“Ne diye?” diye sordu Nezih.
“Arabanın önüne masa, tabure atamazsın diye. İşler
büyüyünce babam da masa ve birkaç tabure atmıştı arabanın önüne.
Birilerinin kendisini kıskandığını ilk kez o zaman öğrendi babam.
Çok şaşırmıştı.”
“Kıskanmaları da normalmiş canım. Diğerleri iş
yapamamıştır artık” dedi Aykut. Orhan usta köfteleri çevirdi. Etlerin
tatlı kokusu etrafı sarmaya başlamıştı. Koku iştah açıcıydı gerçekten.
Arkasına yaslandı. Şalgamdan bir yudum daha aldı.
“Babam ticaret’ten anlamazdı. O bir zanaatkârdı.
Yetenekliydi. Rekabetmiş, kıskançlıkmış bilmezdi. Bu duruma hem
şaşırmış hem de bayağı bozulmuştu. Bir yer kiraladı. Ufak bir
dükkan. İşleri daha iyi gitmeye başladı. Zamanla daha da büyük bir
yere geçti. Dükkan her gün dolup taşıyordu. Köfte yetiştiremiyordu
bizim peder. Böylece çırak yetiştirmeye karar verdi.”
“Peki, sen?” dedi Aykut. “Seni yetiştirmedi mi?”
Orhan usta şaşırmış gibi baktı bir an ona.
“Beni mi? Hayır! İstemediğimden değil sadece benim
okumamı istedi hep. Ben de iyi öğrenciydim. Çalışkandım.
Okuyamasam olurdu belki ama…”
“Vay be çalışkandın demek?” diye atıldı Nezih.
Herkes keyifle gülümsedi. Buradakiler okuyamamış işçi
tayfasıydı. Aralarından birinin zamanında çalışkan bir öğrenci olması
şu anki durumlarıyla biraz tezattı, o yüzden de kulağa komik
geliyordu.
“Evet öyleydim. Neyse, çıraklar gelip gidiyordu işte. Ama
sonra bir gün çevre köylerden birinden bir çıkagelmiş. Yanında da
47
iki sıska çocuk. Adam da bunların amcası. Çocuklar öksüz, yetim.
Her gün köyden gelip simitçilik, ayakkabı boyacılığı falan
yapıyorlarmış. Adam da sevabına bunların elinden tut demiş babama.
Babam da acıyıp almış çocukları yanına. Çocuklar gerçekten
çalışkandı. Benim yaşlarımdaydı ikisi de. Ağabey, kardeş. Babam ne
iş verse yaparlar, gıklarını da çıkarmazlardı.” Köfteleri mangaldan
alıp tabağa koymaya başladı. Pişip pişmediklerini kontrol etmeye
bile gerek duymaması Nezihin dikkatini çekmişti. Tabaktaki
köftelere dikti gözlerini. Orhan usta Nezihi görünce durumu anladı;
“Etleri tam pişmeden alacaksın” dedi.
“Neden?”
“Mangaldan aldıktan sonra da bir süre kendi sıcaklığıyla
pişmeye devam eder. Biraz soğuyup da yemeye başlayınca kadar
kurumaya başlar. Böyle tam kıvamında yersin.” Orhan usta yeni
köfteleri dizerken bir yandan masaya geçtiler. Rakılar dolduruldu;
tabi Orhan usta hariç. Açlığın aceleciliğiyle hepsi de ilk posta
köftelere saldırdılar. Tabak bittiğinde Orhan usta mangalın başına
gitti tekrar. Diğerleri masada tokluğun keyfiyle birer sigara yaktılar.
“Bunlara işi öğretiyordu bizim peder. Köfte yoğurmayı,
pişirmeyi, her şeyi öğretiyordu işte. Birkaç ay sonra babam her şeyle
uğraşmaz olmuştu artık. Sırtındaki yük de azalmaya başlayınca
sevinmişti tabi. Bir gün oğlanlar gelip biz gece burada kalabilir miyiz
demişler babama. Köye gidip gelmesi zaman alıyordu tabi. O zaman
doğru dürüst ne yol var ne araba. Babam bunlara iki döşek aldı.
Geceleri dükkanın arka tarafındaki depo gibi olan odada yatıyorlardı.
Artık işi de öğrenmişlerdi. Söylemeden her şeyi yapıyorlardı.
Temizlik, servis, pişirme… Fırtına gibiydiler.” Bir an sustu ve etleri
çevirmeye başladı. Bardağından şalgamın son yudumunu içti.
48
“Bir gece telefon geldi. Babam apar topar gitti. Tabi biz
uyuyorduk; hayal meyal duyuyoruz bunları. Annemle telaşlı telaşlı
konuşup fırlayıp gitti babam. Dükkanda yangın çıkmış.”
“Bak sen? Çocuklar mı çıkarmış peki?” diye atıldı Aykut.
Orhan usta cevap vermedi ama başını yavaşça hayır der gibi salladı.
“Annem, kız kardeşimle beni tekrar yatırdı. Sabah okula
gidecektik çünkü. Önemli bir şey yok dedi. Sabah okula diye çıktık
ama benim aklım dükkanda. Kız kardeşim okula ben de dükkana
gittim. Dükkana yaklaşırken baktım ki caddenin kıyısından sular
akıyor. Sanki caddeyi yıkamışlar gibi. Sonra is kokusunu almaya
başladım. Dükkanın duvarları simsiyahtı. Ben o manzarayı görünce
ağlamaya başladım.”
Orhan ustanın sesi çatallaşmıştı. Kimse ne diyeceğini
bilemiyordu. Burnunu çekti. Nezihe eliyle masadaki köfte tabağını
işaret etti. Nezih tabağı alıp Orhan ustaya uzattı. İçeride müzik
yayını bitmiş akşam haberleri başlamıştı.
“Babam karakoldan döndü. Esnaflardan birinin dükkanında
bekliyordum onu. Aldı beni eve götürdü. Tam kapıdan girerken
aklına geldi; Senin okulun yok mu oğlum? dedi. Gitmedim deyince
olmaz öyle şey deyip zorla okula yolladı. Kaçtım tabi, gitmedim
okula. Civarda köftecilik yapanlardan biriymiş. Babamı
çekemeyenlerden biri. Adam gece yarısı kafayı bulmuş iyice.
Belinde tabanca, çıkmış dükkana gitmiş. Camı kırıp içeri girmiş.
Yakacak dükkanı. Çocuklar gürültüyü duyup uyanmış. Adam
şaşırmış tabi çocukları karşısında görünce. O panikle ikisini de
vurmuş. Sonra da masa örtülerini falan tutuşturmuş. En sonunda da
kendisini vurmuş.” Köfteleri tabağa doldurup Nezihe uzattı. Sonra da
kalkıp masaya geldi.
“Cenazeleri köylerine götürüp defnettik. Hatırlıyorum da
mezarlarının başında çok az kişi vardı. İlk o zaman ağlarken gördüm
49
babamı. O zaman ben de ağlamaya başladım işte. Çocukların
yalnızlığına, garipliğine, kimsesizliğine ağladık babamla.” Nezih
havanın tamamen karardığını hiç fark etmemişti. Mangalın sarı loş
ışığı etraftakilerin yüzlerinde dalgalanıyordu. Mutfaktan hala akşam
haberlerinin sesi geliyordu. Kimse köftelere uzanmıyordu artık.
“Bir daha köfte yapmadı babam. Emekliydi zaten. Kahveye
falan gidip gelerek geçirdi kalan ömrünü. Birkaç sene sonra da
uykusunda vefat etti.” Kimse sessizliği bozacak bir şey
söyleyemiyordu. Hepsinin de gözleri dolmuştu. Sonunda Nezih;
“Allah hepsine rahmet eylesin” deyince hepsi de “Âmin!” diye
mırıldandı.
“Simitçi yerine köfteci olsaymışsın şimdi bu yemeği
Hilton’da yiyor olacaktık demek ki” dedi Aykut gülerek. Komik bir
laf değildi ama birden gülümsedi Orhan usta da. O gülümseyince
diğerleri de gülümsediler.
“E neden yemiyorsunuz o zaman? Hadi soğutmayın!”
Köftelerini tekrar yemeye başladılar. İçeride yeniden Türk sanat
müziği çalmaya başlamıştı.
50
Gribal Enfeksiyon
Nezih o sabah korkunç bir baş ağrısıyla uyandı. Güneş daha
yeni doğuyordu ve korkunç bir gecenin ardından artık onu uyanma
noktasına getiren şey de bu korkunç baş ağrısı olmuştu. Bazılarının
aksine Nezih hastalanınca uyuyamazdı. Boğazı yutkunurken ona
işkence çektiriyor, burnundan da nefes alamıyordu.
Bu beşinci gündü ve hastalığın geçtiği falan yoktu. Aysel
ona otlar kaynatmıştı ama hiçbiri fayda etmemişti işte. Hiç sevmese
ve karşı gelse de artık eczaneye gidip ilaç almak zorunda olduğunu
hissediyordu. Çünkü bu durumda gün boyu çalışmak tam bir
kâbustu.
Öğle arası olduğunda işler biraz hafiflemişti. İzak bey’den de
ses seda çıkmıyordu. Böylece binadan çıkıp Taksime doğru yola
koyuldu. En yakın eczane gezi parkının oralardaydı. Orhan usta
51
birkaç kişiyle sohbet ediyordu. Önünden geçerken kendisine
seslendi.
“Selamsız sabahsız nereye böyle?” Nezih durup hastalıktan
boğuklaşmış sesiyle “Eczaneye” dedi. “Bir iki hap falan alacağım.
Fena üşütmüşüm.”
“İlaç olarak ne alacaksın peki?”
Kafası pek yerinde olmadığından Orhan ustanın yanında
duranların içinden garson Aykut’u fark etmemişti. Ne alacağını
bilmiyordu. Eczacı ne verirse -tabi ucuzundan- onu alacaktı işte.
“Bilmem ne alayım sence?” diye sordu.
Aykut yavaşça Nezihe yaklaştı. Şöyle etrafına bakınıp
önemli bir şey söylermiş gibi bir havaya büründü.
“Sana ben bir tavsiyede bulunayım mı?” Nezih yüzünü
buruşturdu. Tavsiye filan istemiyordu. Beş gündür duymadığı,
denemediği tavsiye kalmamıştı zaten. Artık tek istediği paraya kıyıp
sırtını modern tıbba yaslamaktı.
“Denethorin al!” diye fısıldadı Aykut sanki esrar al der gibi.
“Dena.. ne?” Recep eliyle gel! İşareti yaptı, dönüp Orhan
ustanın simit arabasına yürüdü. Nezih de peşinden gitti. Orhan usta
ilgiyle onları izliyordu. Recep bir kalem çıkarıp Orhan ustanın simit
sardığı ince parşömen kâğıtlardan bir parça yırttı. Üzerine ilacın
adını yazdı, katlayıp Nezihe uzattı. Nezih kâğıtta büyük harflerle
yazılı yazıyı okudu boğuk sesiyle; “DENETHORİN. Ne bu? Hap
mı?”
Aykut nedensiz bir şekilde keyifle sırıtıyordu. “Bu senin
ilacın işte aslanım. Seni tak diye ayağa kaldıracak. Askerdeyken
subayın biri söylemişti bana. Pek kimse bilmez bunu ha! Aslında
köpeklere veriyorlarmış.”
“Köpeklere mi?” Nezih yanlış duyduğunu sandı önce.
“Ulan sen manyak mısın?” diye söze karıştı Orhan usta.
52
“Evet köpeklere. Senin gibi grip olunca veriyorlarmış. Sonra
insanlarda denemiş birileri.”
“Eee?”
Aykut çevresindekilerin ilgiyle dinlediğini görünce hafifçe
öne eğildi, sesini daha da alçalttı; “İnsanlarda diğer ilaçlardan çok
daha hızlı etki gösterdiğini fark etmişler. Ama sonra büyük ilaç
şirketleri baskı kurup bunu yasaklatmış”
“Neden?” diye sordu Nezih.
Aykut bezgin bir ifadeyle başını salladı. “Yahu anlasana! Bu
ilaç yüzünden diğer hiçbir ilacı almaz ki millet.”
“Sen de hiç mi akıl fikir yok ha Aykut?” diye çıkıştı Orhan
usta; “Köpek ilacı insana olur mu hiç? Adam senin gibi takozu
bulmuş dalga geçmiş işte.”
Yine de söyledikleri Nezihe mantıklı gelmişti. Aykut hiç de
bozulmuş gibi görünmüyordu ya da dalga geçer gibi.
“Valla ister inanın ister inanmayın kardeşim. Zorla değil ya!”
Sonra Nezihe dönerek; “Al bir tane, aç içindeki kâğıdı oku. Orada da
yazıyor. Ha köpek ha insan. Senin yediğini yiyor, içtiğini içiyor,
yattığın yerde yatıyor. Ona olan ilaç sana neden olmasın?”
“Hadi oradan yahu!” diye elini salladı Orhan usta. Görünüşe
göre buna katiyen inanmamıştı o. Nezihin kulakları uğulduyor, baş
zonkluyordu. Kağıdı katlayıp cebine koydu.
“Hadi kolay gelsin millet. En iyisi gidip biraz yatayım ben”
diyerek yanlarında ayrıldı. Arkasından gelen sesleri, geçmiş olsun
temennilerini, uyarıları zor duyuyordu. Aysel’e haber verip kendisini
yatağa bıraktı.
Korkunç bir bulantıyla uyandı Nezih. Zorlukla kalkıp
tuvalete koştu. Bir an yetişemeyeceğini ve her yere kusacağını sandı
ama son anda yetişti. Elini yüzünü yıkayıp oturma odasına geçerken
53
Aysel tuvaletin kapısında onu bekliyordu. Endişeli gözlerle baktı
Nezihe.
“Nasılsın?”
Nezih olumsuz şekilde başını salladı. Oturma odasına geçti.
Küçük kızı Nimet masada oturmuş ders çalışıyordu. Endişeli gözlerle
baktı babasına. Başka çare yok diye düşündü Nezih. Eczaneye gidip
bir şeyler almalıydı.
Eczacı dükkana kapatmaya hazırlanıyordu. Son anda
yetişmişti Nezih, yoksa bu halde bir de nöbetçi eczane arayacaktı.
Eczacı orta yaşlı, sıska bir adamdı. Nezihin anlattıklarını başını ağır
ağır sallayarak dinledi. Sonunda;
“Sen çok ağır bir soğuk algınlığı geçiriyorsun.” dedi.
“İstersen bir iğne yapayım sana, daha faydalı olur. Hem de hemen
etkisini gösterir.” İğne lafı ürpertmeye yetti Nezihi. İğneden ödü
patlardı.
“Gerek yok iğneye. Sen hap, şurup falan versen yeter bana.”
Eczacı ısrar etmedi. Dönüp raflardaki ilaçlara elini uzattı. Sonunda
iki ayrı kutu çıkarıp tezgâha koydu. Nezih tam eczaneden çıkarken
aklına Aykut’un verdiği kâğıt geldi. Ne yazıyordu orada? Cebinden
kâğıdı çıkardı.
“Bir şey soracaktım. Bir arkadaşım bana şu ilaç önerdi.”
Deyip kâğıdı eczacıya uzattı. Eczacı kâğıdı alıp şöyle bir baktı.
Gülümsedi ve geri uzattı.
“Bu ilaç toplatıldı.”
“Toplatıldı mı? Neden?”
“Evcil hayvanlarda soluk algınlığı için kullanılıyordu. Sonra
duyduk ki birileri hangi akla hizmetse onu kullanmış. Garip yan
etkiler görüldüğü rapor edilince de Sağlık Bakanlığı tarafından
toplatıldı. Satışı yasak.”
“Ne gibi yan etkiler?”
54
Eczacı omuz silkti. “Bilmiyorum. Şahsen hiç görmedim.
Duyduklarım bu kadar.” Sonra şüpheyle baktı bir an Nezihe. “Ne
yapacaksın ki onu? Kimden duydun bilmem ama deneme sakın böyle
şeyler”
Nezih bitkim bir şekilde eve döndü. Hapı da şurubu da
eczacının söylediği gibi düzenli olarak kullanıyordu. Ancak
apartmanın işleri arasında dinlenmeye de pek vakit bulamıyordu.
Böylece aradan üç gün geçti ancak onda düzelme yoktu hala. Üstelik
bir de öksürük peydah olmuştu. Sonunda bir gece ateşler içinde
uyandı. Gerisini hatırlamıyordu.
Gözlerini açtığında kolundaki acıyı fark etti. Serum
hortumunu görünce biran korktu. Etrafına bakınca yatak odasında
olduğunu anladı. İçeriden Aysel ve kendisini ziyarete gelen
akrabaların konuşmalarını duyuyordu. Az sonra Aysel geldi. Nezihi
uyanmış görünce başucuna oturdu.
“Nasılsın? Az daha iyi misin?” Başını evet anlamında salladı
Nezih ama hiç iyi hissetmiyordu kendisini. Karısı ne zaman bir taksi
çevirmiş, hastaneye kendisini nasıl taşımış hatırlamıyordu. Doktorlar
zatürree teşhisi koymuştu. Bir gecede hastanede kalmışlardı.
“Ne kadar tuttu?”
Aysel gülümsemeye çalıştı. “250. Ama olsun ne yapalım?
Sağlık bu.” Çoktu bu para.
“Doktor birkaç ilaç yazdı ama hepsini alamadım. Para yettiği
kadarını aldım.” Başıyla içeridekileri işaret ederek “Kimseden de
istemedim daha.” Nezih de Aysel de sevmezdi birilerinden borç
istemeyi. Öksürüğü geçmişti ama nefes almakta zorlanıyordu. O gün
akşama dek yarı uyuyarak geçti. Akşama doğru Nimetin sesiyle
uyandı. Küçük kız elindeki tabakta taşıdığı koca bir bardak ıhlamuru
yatağın yanındaki komodinin üzerine bırakıyordu. Babasının
uyandığını görünce ona yaklaştı.
55
“Nasılsın babacığım? Sana nane kaynattı annem. Haydi, kalk
da iç!” Nezih zorlukla doğruldu. Kolundaki serum çıkmıştı ama iğne
yeri morarmış ve hala iğne varmış gibi batıyordu.
“İyiyim kızım. Daha iyiyim. Sen ne yapıyorsun, ödevlerini
yaptın mı?” Küçük kız tabağıyla birlikte bardağı babasına uzattı.
“Baba bugün Cuma” dedi. “Tabi ya!” diye düşündü Nezih. Cuma
akşamı da ödev mi olur. Bugünün günlerden ne olduğunu bile
unutmuştu. Naneden zorlukla bir yudum aldı. Kızı mahzun bir
şekilde onu izliyordu. Birden aklına eşi ve kızı geldi. Ya daha da
ağırlaşırsa bu hastalık ne olacaktı? Paraları da yetmezdi ki. Zaten
şimdi de yetmiyordu.
Birden karısı ve kızını ortada kalıvermiş olarak hayal etti.
Tüm vücudu ürperdi. Bir an önce buna çare bulması gerekiyordu. Bir
şekilde çare bulmalıydı.
Akşam yemeği için kalkmayı başarmış, en azından yatağın
kenarına oturmuştu. Aysel tepsiyle yemeğini getirmişti ama sadece
çorba içiyordu, diğerlerini yemek gelmiyordu içinden.
“Orhan usta, Aykut, Recep hepsi geldi bugün ziyaretine. Sen
uyuyordun o sırada. Bir şeye ihtiyacınız var mı diye sordular sağ
olsunlar.” Nezih çorbasını yavaş yavaş kaşıklıyordu.
“Bizimkilerden borç isteriz olmazsa” dedi Aysel. Nezih
cevap vermedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Çok takati de yoktu zaten
konuşmaya. Aysel tepsiyi içeri götürürken “Ben su getireyim de
ilaçlarını iç hemen” diye tembihledi. Nezih komodine baktı. Birkaç
kutu ilaç vardı. İkisi kendi aldığıydı. Diğerleri de Aysel’in
aldıklarıydı herhalde. Aklına Aykut geldi. Neyi ilacın adı? Demet…
Denet... Çıkaramadı. Az sonra ilaçlarını içmiş yeniden uzanmıştı.
Eczacı “tuhaf yan etkiler” gibi bir şey söylemişti. Neydi
acaba o tuhaf yan etkiler? Ne olabilirdi ki? Kullananlar ölmüş olsalar
ölmüşler denilirdi. Yani şu anki halinden daha kötü ne olabilirdi ki?
56
Milletten borç alıp ilaç alacaktı ama yinede belki bir ay sürünmeye
devam edecekti.
Başını çevirip ilaçlara baktı. “Zaten şimdiden eksik
kullanıyorum. Yarım tedaviyle nasıl iyileşirim ben?” diye düşündü.
Keşke şu ilacı bulup deneyebilseydi. Şu anda kullandıklarının da ne
olduğunu bilmiyordu zaten. Bir fazla olsa ne olurdu ki?
Mesele şuydu ki ilaç zaten artık satılmıyordu. Ama belki de
Aykut da vardı. İlacı bilen oydu nasılsa. En iyisi yarın ona sormaktı.
Akşam biraz dinlenmiş olsa da hala berbat haldeydi.
Öksürük yine başlamıştı. Ayağa zor kalkmış, Aysel’in telkinlerine
aldırış etmeden zor da olsa giyinmişti. Yavaş yavaş dışarı çıktı.
Orhan ustayı eliyle binanın kapısına çağırdı. Kendisinden yaşlı olan
Orhan ustaya normalde böyle yapmazdı ama şu an da normal
durumda değildi zaten. Orhan usta da bunu bildiği için koşarak geldi
binanın girişine.
“Hayrola Nezih? Nasıl oldun? Neden kalktın yatağından?”
Nezihin pek konuşacak hali yoktu. Hemen konuya girdi.
“Orhan usta, görürsen Aykut’u bana bir yollar mısın sana
zahmet?” dedi. Orhan usta tamam deyince gerisin geri dönüp eve
girdi ve yatağına zor attı kendisini. Ama az sonra aniden bastıran
mide bulantısı onu zorla kaldırıp zar zor tuvalete yetişmeye
zorlamıştı. Tuvaletten çıktığında Aykut’u gördü. Aysel içeri almıştı.
Aykut Nezihin koluna girip yatağına kadar götürürken;
“Dinlenmeye devam et Nezih. Yavaş yavaş toparlayacaksın” diye
umut verici konuşmaya çalışmıştı.
Nezih yatağa uzanınca Aysel’e; “Şu ıhlamurdan biraz daha
kaynatır mısın? Midemin bulantısını bir o geçiriyor” dedi. Asıl amacı
Aysel’i yollamaktı. Aysel mutfağa gidince Aykut’a fısıldadı;
“Aykut, şu bahsettiğin haptan sen de var mı?” Aykut böyle
bir soruyu beklemiyordu anlaşılan. Kaşlarını çattı bir an.
57
“Yok, ama gidip alayım eczaneden istersen.”
“Ulan eczanede olsa ben alırım zaten. Satışı yasaklanmış.”
“Deme yahu! Neden?” Nezih kapıya baktı. Aysel’in sesini
duymaya çalıştı. Mutfaktan ses gelince devam etti.
“Yan etkileri görülünce toplatılmış. Ne yan etkisi belli değil.
Var mı sende onu söyle?” Aykut eliyle çenesini ovuşturdu.
“Sanırım olacaktı. Hiç kullanmadım ki. Bir bakmam lazım,
duruyor mu, günü geçmiş mi geçmemiş mi…” Ancak aklına
takılmıştı Aykut’un. “Yahu neden toplatıldı acaba? Ölen falan mı
oldu ki?”
“Bilmiyorum Aykut. Umurumda da değil.” Öksürmeye
başladı Nezih. Aykut daha fazla yormamak için kalktı. Nezih
gözlerini kapamıştı. Yavaşça kapıya yöneldi Aykut.
Çıkarken arkasından Nezihin zayıf sesini işitti; “Ben zaten
ölüyorum.”
O gece Nezih öksürmekten doğru dürüst uyku uyuyamadı.
Ancak sabaha karşı öksürüğü biraz merhamete gelip yakasını
bırakınca uyuyabilmişti. Uyandığında öğlene geliyordu saat.
Aysel’in mutfaktan sesi duyuluyordu. Nezih kapıdan ona baktı.
Aysel meraklı gözlerle bir iki saniye süzdü onu. “Nasılsın? Sabaha
dek öksürüp durdun.” dedi. Nezih “Eh işte!” manasında başını
salladı. Ne kadar kötü olduğunu söylemek istemedi karısına.
Yavaşça dönüp tuvalete yöneldi.
Tam kapıyı kaparken Aysel’in sesini işitti; “Sabah Aykut
uğradı. Sana bir ilaç bıraktı. Dün istemişsin.” Nezih bir an öylece
durdu. Demek bulmuştu ilacı.
Yatak odasına dönünce komodinin yanına gitti hemen.
Yatağın kenarına oturdu. İlaç yığını arasına dikti gözlerini. İşte sarı
renkli dört drajelik bir şerit yeni ilaç. Alıp arkasına baktı. Jelatinin
58
üzerindeki “Denethorin” yazısını okudu. Aysel içeriden seslendi;
“Aç karna içmen gerekiyormuş.”
Nezih haplardan birini çıkardı. Komodinin üzerindeki
sürahiden bir barak su doldurdu. Avucundaki sarı ve yuvarlak hapa
baktı. “Ben ne yapıyorum?” diye düşündü. Reçetesi bile olmayan,
kim bilir ne sebepten dolayı toplatılmış bir ilacı içiyordu. Yaklaşan
yeni bir öksürük krizi onu kendisine getirdi. Daha kötü ne olabilirdi
ki? Hapı ağzına atıp suyu başına dikti. Yatağına uzandı tekrar.
Gözleri ağır ağır kapanırken aklına gelen son düşünce “Şimdi
gerçekten hapı yuttum işte” oldu.
Nezih derinden gelen bir gürültüyle uyandı. Gözlerini
korkudan kocaman açıp etrafı dinledi. Ne olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Hava kararmıştı. İçeriden televizyonun sesi ve
konuşmalar geliyordu ama onu korkutan ses o değildi. Farklı bir
şeydi bu. Sanki koca bir tren üzerine geliyormuş gibiydi. Ses gittikçe
artarken Nezih dişlerini sıkıp gözlerini sıkı sıkı yumdu. “Bu bir
kâbus olmalı ” diye düşündü. Sonunda ses en yüksek seviyesine
ulaşmıştı.
Artık kulakları acıyor, içgüdüsel olarak ağzını açma isteği
duyuyordu. Ağzını açınca gürültü daha çekilir oldu gerçekten.
Yaklaşık on saniye daha sürdü korkunç ses ve sonunda yavaş yavaş
azaldı, ardından tamamen bitti. Gözlerini açtı. Şimdi sadece oturma
odasından gelene televizyonun sesi ve konuşmalar duyuluyordu.
Yatakta kıpırdamadan öylece bekledi. Ter içinde kalmıştı bir
anda. Birden kendisini iyi hissettiğini fark etti. Hem de çok iyi
hissediyordu. Ne öksürme ne mide bulantısı ne de diğer hiçbir şeyi
hissetmiyordu. Bir şey dışında… Daha önce olmayan bir şey.
Kulakları feci şekilde uğulduyordu.
Yataktan kalkıp oturma odasına yürürken ne kadar acıkmış
olduğunu fark etti. Açlıktan dizleri titriyordu. İçeride baldızı ve
59
kocası vardı. Kendisini ziyarete gelmişlerdi anlaşılan. Aysel’le
sohbet ediyor bir yandan da televizyon izliyorlardı. Önlerindeki
sehpalarda çay ve kuruyemişi görünce Nezih açlığını hatırladı
yeniden. Onu böyle ayakta görmek hepsini neşelendirmişti. Nezih bir
yandan Aysel’in getirdiği yemekleri iştahla yerken bir yandan da
onlarla sohbet etti. İyi görünüyordu gerçekten ama bunun ötesinde
gerçekten iyi hissediyordu kendisini. Sanki dün ölmek üzere olan
kendisi değil de bir başkasıydı. Bir tek şey vardı. Kulağındaki bir
türlü geçmeyen şu garip uğultu…
Bacanağı “İlaçlar işe yaradım demek.” dedi, bir yandan da
Nezihe keyifle bakıyordu.
“Evet sanırım. Hepsini de alamamıştık aksi gibi.”
İlaçlar. Birden Nezihin aklına hap geldi; Denethorin. Olabilir
miydi? Bu onun sonucu olabilir miydi? Eğer öyleyse bir yan etkisi
olmamıştı. En azından hayattaydı.
Aysel’e döndü. “Aykut’un şu ilaç işe yaradı sanırım.” dedi.
“Sabah onun dışında bir şey içmedim.” Aysel buna inanmaya çalışsa
da pek mantıklı bulmadığı da yüzünden anlaşılıyordu. Nezih ısrar
etmedi.
“Ne ilacı bu bacanak?” Nezih hapı üstün körü anlattı.
Allah'tan ne bacanak ne de baldızı üzerinde durmadı. Biraz sonra
Nezih kalkıp tuvalete gitti. Tam çıkarken o korkunç gürültüyü
duymaya başladı yeniden. Aynı şekilde gittikçe yükseliyordu. Nezih
iki eliyle kulaklarını tıkadı. Gözlerini sıkıca kapatmak zorunda kaldı.
Başının arka tarafı acıyordu. Yaklaşık on saniye kadar sürdü ses.
Tıpkı geçen ki gibi. Nezih kendine gelmeye çalışıyordu. Neydi bu?
Nereden geliyordu? Kendisinden başka kimse duymuyor muydu
bunu? Ses beyninden mi geliyordu acaba? Yani belki de kendi
kendine uyduruyordu. Deliriyor muydu yoksa?
60
“Az önce bir gürültü duydunuz mu? Böyle tren geçiyor gibi
bir ses” İçeridekiler bön bön baktılar Nezihe.
“Ne treni Nezih?” diye sordu bacanağı. Anlaşılan kimse
duymamıştı. Çaktırmadan, lafı değiştirerek oturdu yanlarına.
Gülümsüyordu ama aklı başka yerdeydi. Sohbet ediyor, TV
seyrediyor, bir şeyler atıştırıp çay içiyordu. Ama gittikçe artan
sıklıklarda sesler duyuyordu. Az önce ki gibi değildiler Allah'tan
ama yine de duyuyordu işte. Üstelik diğerlerinin bunları
duymadıklarını da anlamıştı. Bu da ne anlama geliyordu? Kafayı
yemeye başladığının mı? Nezih içinde bir korku duydu. Belki de
ilacın yan etkisi buydu işte. Kafayı yediren sesler duymak. Ya da
belki de beynine zarar vermişti ilaç. Ancak ortada bir gerçek vardı ki
duyuyordu işte. Bir arabanın uzun uzun öfkeyle çalan kornası,
balkondaki çamaşırlarını toplayan bir kadının geğirme sesi, hatta
kavga eden bir çift kedinin ayrı ayrı tıslamaları…
Bunlar nereden geliyor bilmiyordu. Yandaki apartmandan
mı, arka sokaktan mı, şimdi arkalarında kalan binanın ana
caddesinden mi bilemiyordu. Belki de her yerden geliyordu. Belki de
hiçbir yerden.
O gece, kaç gecedir uyuyamadığı için yorgunluğun da
etkisiyle hemen daldı uykuya. Ancak gecenin bir yarısı sıçrayarak
uyandı. Öyle bir sıçramıştı ki Aysel’i de uyandırmıştı.
“Bismillah! Ne var Nezih ne oldu?”
Birisi boş bir teneke içecek kutusunu odanın içinde beton
zemine çarpmıştı. Nezih buna emindi. Etrafta kimse yoktu ama.
Karısı da telaşla yatak odasının kapalı kapısına baktı hırsız falan mı
var diye.
“Bir ses duydum sanki. Sen bir şey duydun mu?” Karısı
hayır anlamında başını salladı ama kulaklarını dikmiş pür dikkat
dinliyordu. Nezih yataktan kalktı. Koridoru ve sırayla tüm odaları
61
dolaştı. Aysel de kalkmış telaşla ona bakıyordu. Nezih sonunda arka
bahçeye açılan kapının önüne geldi. Kapının hemen dışında durup
etrafa bakındı. Ne bir ses ne de bir hareket vardı. Tekrar yatağa
döndüler. Tam uzanmıştı ki birden aklına bir şey geldi. Ses diğer
taraftan yani binanın caddeye bakan tarafından gelmiş olabilir
miydi? “İyi de o tarafa bakan ne pencere ne de duvarım var benim”
diye düşündü. O yönden, çok yüksek sesli olmadıkça bir şey
duymaları hele ki bu eski ve kalın duvarlı binada imkânsızdı.
Bugüne dek ön taraftan hiçbir ses duymamışlardı. Bugüne
dek… “Kahrolası hapı kullanana dek” diye düşündü.
Yataktan fırladı. “Bir de ön tarafa bakıp geleceğim” diye
fısıldadı Aysel'e. Hırkasını sırtına giyip binanın holüne çıktı. Oradan
demir kapının ardına geldi. Dışarıya bakındı. Kaldırımlar, yollar
gecenin sessizliğine ve karanlığına bürünmüştü. Nadiren tek tük araç
geçiyor, kaldırımlardan da nadiren biri geçiyordu. Çöpçüler kaldırım
kenarlarındaki çöp poşetlerini toplamışlardı. Şimdi buralarda tek tük
fahişeler, travestiler müşteri bekliyordu.
Nezih tam geri dönerken yolun kenarındaki bir şey dikkatini
çekti. Kaldırımın hemen kenarında, ezilmiş boş bir bira kutusu vardı.
Mavi, beyaz bir Efes bira kutusu. Anahtarıyla demir kapıyı açıp
dışarı çıktı. Yaklaştı ve eğilip yakından baktı. Yanılmıyordu.
Çevresine bakındı. Başka hiçbir kutu görünmüyordu. O gece ani
seslerle uyanmaya devam etti Nezih. Tabi Aysel de… Sonunda
seslere sadece irkilerek tepki vermeye başladı. Ta ki derin uyku,
yorgun ve hastalıktan yeni kurtulmuş Nezihi tamamen kollarına
alana dek.
“Nasıl yani?
“Basbayağı işte. Tıpkı köpekler gibi. Her şeyi duyuyorum.”
62
Orhan ustanın yüzünde engelleyemediği bir gülümseme,
gözlerinde de engel olamadığı bir endişe vardı. “Sen kaç tane yuttun
o haplardan?”
“Sadece bir tane.”
“Sen de hiç mi akıl fikir yok? Bilmediğin ilaç içilir mi hiç?”
Zatürree’den kurtulmak nezih için o kadar güzel bir
piyangoydu ki Orhan ustayla tartışmak bile istemiyordu. Keyfi
yerindeydi. Tek sorun duyduğu şu seslerdi. Gerçi dünden bu yana
onları kontrol etme konusunda bayağı tecrübe edinmişti ama yüksek
sesler de hala sorun yaşıyordu. İşte Taksim – Levent metrosu
geliyordu. Tren yerin kim bilir kaç metre altından geçiyor olsa da
gelişini rahatlıkla duyuyordu işte. Tren tam yaklaşıp altlarından
geçerken gözlerini kapatıp dikkatini topladı. Ses en yükse
seviyedeydi artık. Dişlerini sıktı ve sesi kendi tabiriyle “geriye itti.”
Bunu başaramasa acıyla bağırmak zorunda kalırdı herhalde.
Tren gitmişti. Gözlerini açtığında Orhan ustayı endişeyle
kendisine bakarken gördü. “iyi misin? Otur istersen şuraya!”
Gülümsedi. Konsantre olup caddenin karşısındaki birilerinin
konuşmasını zor da olsa duyabiliyordu isterse. Yani tam tersine, geri
ittiği gibi öne de getirebiliyordu sesleri. Tabi ani sesler karşısında
çaresizdi. Bu durumda tek yapabildiği korkuyla sıçrayıp küfretmek
oluyordu. O zaman da etrafındakilerin garip bakışları ve sorularıyla
uğraşması gerekiyordu. Buna bir çare bulmazsa yakında fısıltılar
başlayacak, sorular daha sık gelmeye başlayacaktı. Deli damgası
yemek istemiyordu. Ama ne yapabilirdi ki?
“İyiyim iyiyim.” Başını çevirip az ileride, apartmanın
yanındaki bankaya baktı. “Gel benimle” dedi. Orhan ustaya bir şey
demeden Nezihi izledi. Birlikte bankanın önüne geldiler. Bankanın
ön cephesi komple camdandı. İçeride işleriyle uğraşan bir sürü
müşteri ve banka çalışanı vardı. Güvenlik görevlisi Recep banka
63
girişinde masasında oturuyordu. Başında da bankada çalışan memur
kadınlardan biri vardı. Kadın bir dosyayı açmış ona bakarak Receple
konuşuyordu.
“Recebi görüyor musun?” Orhan usta, başını evet anlamında
salladı. “Tamam, bekle şimdi.” Nezih dikkatini Receple yanındaki
kadına verdi. Önce bir şey olmadı. Birkaç saniye sonra bir fısıltı
duymaya başladı. Kadının sesini duyuyor ama ne dediğini
anlayamıyordu. Sonra fısıltı daha duyulur bir konuşmaya dönüşmeye
başladı. Birkaç saniye sonra sanki televizyonun sesini açmış gibi net
duymaya başladı.
Orhan usta bir Nezihe bir de yaklaşık on metre ötede
bankanın içindeki Recep ve kadına bakıyordu. Nezih konuşmaya
başladı;
“Recep bunu kaç kez söyleyeceğim?”
“Yahu bir şey söylediğin yok ki sensin. Tek yaptığın
kıvırtmak. İstemiyorsan söyle delikanlıca.”
“Üff Recep yaa! Neden anlamıyorsun? Yoruldum artık bu
işten. Böyle devam edemeyeceğim.”
“Yani artık görüşmeyelim diyorsun öyle mi?”
“Evet, öyle.” Kadın dosyayı kapatıp Recebin yanından
ayrılırken Orhan usta şaşkınlıkla Nezihe bakıyordu. Nezih de
şaşkındı çünkü böyle bir şey beklemiyordu. Bir an konuşmadan aval
aval birbirlerinin yüzlerine baktılar.
“Nezih benimle kafa mı buluyorsun?”
Nezih şaşkınlık içinde gülmeye başladı. Cidden ne
diyeceğini bilemiyordu. Az önce, bir arkadaşının muhtemelen gizli
bir gönül ilişkisini öğrenmişti.
“Orhan usta, şu sattığın simitlerin üzerine yemin ediyorum
bunlar duyduklarımdı.”
64
Recep bir Orhan ustaya bir de Nezihe baktı. Orhan usta
Nezihin durumunu anlatınca önce inanamamış, şaka yaptıklarını
sanmıştı. Ancak kendisinin o kadınla aralarındaki konuşmaları da
anlatınca daha da şok oldu. Aklına dinleme cihazları geldi hemen.
Kesin masasına ondan yerleştirmişlerdi. Artık çok ucuza her yerde
satılıyordu bunlar. Sonra da kendisini böyle makaraya alıyorlardı
işte.
“İnsanları böyle dinlemeye utanmıyor musunuz? O dinleme
cihazını bir bankaya sokmak büyük suçtur. Koca koca adamlarsınız.
Kendinizden utanmanız lazım.” Şimdi şaşırma sırası Orhan ustayla
Nezihteydi. Böyle bir şey hiç akıllarına gelmemişti.
“Ne dinleme cihazı yahu? Yok, öyle bir şey. Sana olanı
anlatıyorum işte.” Recep hem öfkeden hem de sırrı ortaya çıktığı için
utançtan kıpkırmızı olmuştu. Öfkeyle salladı elini. “Hadi oradan!
Bari adam gibi yalan uydur. Karşında çocuk mu var senin?”
Nezih birden anladı. Onun yerinde kendisi olsa aynı şekilde
davranırdı. Recebin kolundan tutup bankanın ön camına sürükledi.
Ona da göstermeliydi yoksa asla inanmayacaktı. Kendisi bile
inanamıyordu zaten. Geri dönüp etrafına bakındı, eli hala Recebin
kolundaydı. Duyamayacakları kadar ileride veznede yan yana çalışan
iki genç erkek memur sohbet ediyordu. Gülümsediklerinden, hoş bir
sohbet olduğu belliydi. Recep de bir Nezihe bir onlara bakıyordu.
Nezih birkaç saniye hiçbir şey söylemeden gözlerini onlara dikip
dikkat kesildi.
“… Ne işim var lan Beşiktaş hamamında? Bilmediğin yere
gidilir mi hiç? Kayarlar orada maazallah! – Yahu git işine! Orası
benim mahallem oğlum. Gitmediğim yer değil ki! Öyle bir yer değil
orası. Cidden güzel ve temiz bir hamam. – Kese de atıyorlar mı? –
Hamam olur da kese olmaz mı oğlum? Keseyi geç, acayip güzel
masaj yapıyorlar. – İyi de çıkınca pelte gibi olacağım. Sonra taa eve
65
gitmesi ölüm. Kayınvalide de bizde zaten. Geç gitmemem lazım…”
Nezih sustu. Dönüp sırıtarak Recebe baktı.
Nezih, Orhan usta ve Recep dışarıda bankanın önünde
dikiliyorlardı. Recep hala şoktaydı çünkü Nezih bunları
uyduramazdı.
“Hep o ilacın yüzünden” dedi Orhan usta. “Sen sardın
bunları bu herifin başına.”
“Yahu benim ne suçum var? İlacı benden isteyen Nezihti.”
Yardım ister gibi Nezihe dönerek; Öyle değil mi Nezih?” Nezih
“evet” anlamında başını salladı. Recebin suçu yoktu. Bunu kendisi
istemişti.
“Ama bu işten iyi para kazanabilirsin bence.” dedi Recep.
Şimdi şaşırma sırası Nezihle Orhan ustadaydı.
“Ne parası yahu?” Orhan usta pek sevmemişti bu fikri.
“Yani MİT’e filan girsen… Ne bileyim işte… Öyle değil mi?
Polisler tonla para verir sana.” Bu Nezihin hiç aklına gelmemişti.
“Ya da televizyona çıkıp şov yapsan? Şöhret olursun oğlum şöhret?”
İkisi de neşeyle kıkırdadı. Orhan usta ise hiç gülmüyordu.
Böylece Nezih eski sağlığına kavuşmuş olarak işine döndü.
Arada üçü bir araya geliyor, sadece üçünün bildiği bu sırrı eğlence
için kullanıp gülüyorlardı. Recebin lafına uyup bir şeyler
yapmadığını, sırrını sakladığını görünce Orhan usta da yumuşamıştı
biraz. Artık o da gülüyordu. Nezih artık sesleri kontrol etmeyi
öğrenmişti. Başı da ağrımıyordu artık.
Günler böyle geçip gidiyordu. Nezih tekrar apartmanın
işleriyle, temizliğiyle koşturup duruyordu. Sıcak bir Çarşamba günü
kalorifer dairesindeki eski eşyaların, ıvır zıvırın temizliğiyle dışarıya
çıkarılmasıyla geçiyordu. Yıllardır oraya konulup unutulan toz
içindeki eski döküntüler Nezihin canına okumuştu. İşe yarayan
şeyleri yaramayanlardan ayırmak, dışarı taşımak, ortalığı temizlemek
66
sırılsıklam ter içinde bırakmıştı Nezihi. Tozdan burnu, boğazı
tıkanmıştı. Öğleden sonra temizlik işinin çoğunu bitirmiş ama
kendisi de bitmişti. Kalorifer dairesinin tozlu ufak penceresinden
içeri hafifçe ışık giriyordu. Demek güneş arka tarafa geçmişti, yani
vakit öğleni geçiyordu. Nezih her yanı sızlayarak eski tozlu bir ahşap
sandalyeye oturdu. Yıllardır kullanılmayan sandalye acıyla
çatırdayıp gerildi ama kırılmadı. Ne kadar da rahattı bu sandalye.
Eskiler ne kadar rahat ve güzel şeyler üretiyorlardı böyle. Rahat
sandalye de hafifçe kaykılıp bacaklarını uzattı Nezih. Sessiz ve loş
odanın keyfini çıkardı bir süre.
Gözleri ağırlaşıyordu. Biraz dinlenmeye, bir sigara keyfi
yapmaya karar verdi. Tam gömlek cebine uzanırken bir fısıltı işitti.
Dikkat kesilip etrafına bakındı. Ses dışarıdan geliyordu. Dikkatini
fısıltıya verip artık iyice öğrendiği şeyi yaptı; fısıltının sesini açtı.
“Gelemem, nasıl geleyim? Buralarda o da.” Sesi tanımıştı.
Aysel’di bu. Kiminle konuşuyordu acaba?
“Olmaz sen de gelemezsin. Dedim ya o da burada. Yarın
belki.” Garip bir ürperti duydu. Gözlerini kapadı, daha da konsantre
oldu. Bir başka ses daha vardı ama o kadar azdı ki. Evet, o sesi de
duyabiliyordu. Telefondan geliyordu diğer ses. Ama ne söylüyordu?
Sonra net bir şekilde vızıltı gibi çıkan diğer sesi de duymaya başladı.
“Kız uydur işte bir şeyler. Özledim seni diyorum.” Sırtı buz
kesiverdi birden. Kalbi deli gibi atmaya başladı. Bu nasıl bir
konuşmaydı böyle? Şaka mıydı bu?
“Yarın gelirim ben sana. Öğlen gibi bir şey uydurur çıkarım.
Tamam mı? Haydi, kapatıyorum artık işim var.” konu
Konuşma bitmişti. Nezih ağlamaklı oluverdi birden.
“Allah’ım, nasıl aldatır beni? Neden?” diye mırıldandı. Sandalyeden
kalktı. Ne yapacağını bilmiyordu. Şimdi ne yorgunluk ne de ağrı
hissediyordu. Tek hissettiği acı ve hayal kırıklığıydı. Loş dairede
67
dönüp duruyordu sessiz adımlarla. Nefes almadığını hissetti bir an.
Ama garip bir şekilde bundan hiç de rahatsız değildi. Tüm vücudu
sessizce titrerken öfkeden gözlerinin kızardığını hissetti. Kaç yıllık
karısı. Çocuğunun annesi. Nasıl yapardı bunu? Sandalyeye oturdu
tekrar. Kimdi o adam? Tanıdığı birimiydi? Etraftan birimiydi? Ne
kadar zamandır… Oturamıyordu. Tekrar ayağa kalkıp loş odada
dönmeye başladı. Hayır! Bunu yanına bırakmayacaktı. Doğru
düzgün düşünemiyordu. Tek hissettiği derin bir öfke ve acıydı.
Nezih kalorifer dairesinden çıktı. Merdivenlerden çıkarken
hafif bir ses duydu. Aysel bir kat yukarıda koridorda yerleri
paspaslıyordu. Merdivenlerden uçarcasına çıktı. Aysel onu
duymamıştı. Nezih elindeki büyük bıçağa baktı. Ne zaman, nereden
aldığını bile hatırlamıyordu onu. Aysel kat koridorunda arkası dönük
yerleri paspaslıyordu. Birden geri dönüp Nezihi görünce ne
yapacağını bilemedi. Göz göze geldiler. Kadının gözleri iri iri
açılmıştı. Gülümsedi Nezihe ama Nezihin gözlerinde sadece acı
vardı.
“Ne yapıyorsun burada Nezih? Kalorifer dairesi bitti mi?”
“Beni neden aldatıyorsun?” Bu laf ağzından çıkıvermişti.
Aysel’in yüzü asıldı. Eğilip paspas işine devam etmeye
başladı. Cevap yoktu. Bu hareket, yüzünün asılması, suskunluğu…
Nezih birden öfkeden gözlerinin karardığını hissetti. Hala nefes
almıyordu. Bir adımda kadının yanına gelip bıçağı savurdu. Bıçak
kadının göğsüne girdi, kadın sessizce iki büklüm olup yavaşça yere
yığıldı.
Kadının göz aklarını gördü. Kalbi birden acıyla sıkıştı.
Ağzını açıp çığlık atmaya başladı. Hiç ses yoktu. Her şeyi duyan
Nezih kendi çığlığını duymuyordu şimdi.
İnleyerek uyandı Nezih. Hiçbir şey görmüyordu. Kör
olmuştu. Nerede olduğunu bilmiyordu. Eski ahşap sandalye acıyla
68
gıcırdayınca nerede olduğunu anladı. Boynu, beli iyice tutulmuş,
terden gömleği de pantolonu da üzerine yapışmıştı. Kalbi hala deli
gibi atarken yutkundu. Boğazı tozdan tıkanmıştı. Sonra yavaş yavaş
kalorifer dairesinin karanlığına alıştı gözleri. “Şükürler olsun kör
olmamışım” diye geçirdi içinden. Açık küçük pencereden gecenin
karanlığına baktı. Kâbus o kadar gerçekçiydi ki hala kendisine
gelememişti. Yavaş yavaş derin bir rahatlık hissetti. Apartman
otomatiğini yandı birden. Birileri, muhtemelen ofislerden birinde
mesaiye kalan çalışanlardan birkaçı evlerine gidiyordu. Aralarında
konuşarak merdivenlerden iniyorlardı.
Nezih tutulmuş vücudunu yavaşça ve acıyla kaldırdı
sandalyeden. Dikkatini toplayıp konuşmalara verdi…
Anlaşılmıyordu. Konsantre olup sesi açmaya çalıştı. Üstelik ayak
sesleri ve konuşmalar da merdivenlerden gittikçe yaklaşıyordu ama
yine de ne dediklerini anlayamıyordu... Tıpkı normal insanlar gibi.
“Tıpkı eskiden olduğu gibi” diye fısıldadı. Gülümsedi. İki elini
tutulmuş beline götürüp geriye doğru esnedi.
“Sen iyi misin?” Karısı evin kapısını açmış, içeri giren
Nezih’in berbat haline endişeyle bakıyordu. Nezih gülümseyip “Boş
ver!” gibisinden elini salladı. Bir yandan banyoya yürüyor bir
yandan da üzerindeki kir ve terden kazık gibi olmuş gömleği
çıkarıyordu. “Kalorifer dairesinde uyuya kalmışım. Kâbus gördüm”
diye gömleğin altından boğuk sesle mırıldandı. Aysel “Öyle pis
yerlerde uyuya kalırsan tabi kâbus görürsün” diye azarladı
arkasından. Nezih gülümsedi.
69
Benim Kapıcım İşini Bilir
Nezih o sabah oldukça öfkeliydi. Aslında sinirlenip kendisini
öfkelendiren kişi yine kendisiydi. Apartman girişindeki masasında
oturmuş faturalara bakıyordu. Kredi kartlarının ekstreleri, su, elektrik
faturaları hepsi de önünde duruyordu.
Elektrik faturasına şöyle bir bakan Nezih öfkeyle masanın
üstüne çarptı kâğıdı. Her seferinde son ödeme günlerini geçiriyordu
bunların. Her seferinde kendi kendine unutmayacağını söylüyor
ancak yine de unutuyordu. Bazen birini, ikisini ödüyor ancak
kalanları yine de unutuveriyordu.
Aysel kim bilir kaç defa kendisine bunlara otomatik ödeme
talimatı vermesini söylemişti ama her seferinde bundan kaçınmıştı
işte. Aslında Nezihin düşündüğü şey, faturalarda bir yanlışlık olup
kendilerinden fazlaca para çekileceğiydi –ki bugüne dek böyle bir
şey hiç olmamıştı- ama yine de bu konuda böyle tuhaf bir düşünceye
70
saplanıp kalmıştı. Bu yüzden, her ay faturayı görüp, inceleyip normal
olduğuna karar vererek elden ödemenin, bir tuhaflık varsa da o
zaman arayıp durumu araştırmanın en mantıklısı olduğuna
inanıyordu.
Tabi bu durumda faturaların ödeme tarihlerini de böyle
unutuveriyordu işte. Unutunca da faturayı her seferinde cezalı
ödemek zorunda kalıyordu. Bu durumdan Aysel’i haberdar
etmiyordu tabi… Allah korusun! Onun diline düşmektense fazla ceza
ödemek daha makul bir cezaydı. Yani bu güne dek…
Nezih çenesini eline dayayıp kara kara düşünmeye başladı.
Geçen ay kredi kartını ödemeyi unutmuştu. Ödediğini sanıyordu
aslında. Ancak sonradan düşünüp, banka dekontunu da gidip
bulunca, o yatırdığı şeyin başka bir fatura olduğunu görüvermişti.
Gecikmeden dolayı borcun neredeyse yarısı kadar bir ceza ödemek
zorundaydı. İşin kötü yanı bu ay kızın de bir sürü masrafı olmuştu.
Yeni ayakkabı, elbise vs. almışlardı. Bir de bozulan fırın için tamirci
çağırmışlardı. Böylece ayın daha ortasına gelmeden hesaplar
karışmıştı işte.
“Para bulmam lazım” diye içinden geçirdi Nezih. “Yoksa bu
ay, ay sonunu getiremeyeceğim.” 350 TL lazımdı. Kredi kartının
aylık borcu ve gecikmeden dolayı cezayı ödeyebilmek için tam 350
TL. Peki, nereden bulacaktı bu parayı? Orhan usta’dan isteyebilirdi.
Aykut’tan ya da Recep’ten de isteyebilirdi ama Orhan usta daha
yakındı ona.
Keyifsizce bir sigara yaktı. Oldum olası kimseden borç
almaktan hoşlanmamıştı, hala da hoşlanmıyordu. O zaman ne
yapacaktı? Kapıcı parası dediğin zaten asgari ücretti ve bunu dikkatle
harcamazsa ya da kendi durumunda olduğu gibi faturalarını
zamanında ödemeyi hıyar gibi unutursa faizler, cezalarla böyle
kalırdı insan. İçinden kendi kendine olmadık küfürler edip durdu bir
71
süre. Sonra kalkıp dışarı çıktı. İşte Orhan usta simitçi arabasının
başındaydı.
Uzaktan baktı bir süre. Emekli bir simitçi kendisine yardım
edebilir miydi ki? Ya onda da yoksa ne yapacaktı? “Nezih! Buraya
bak hele!” Ayakları tam isteksiz bir şekilde simit arabasına doğru
yönlenmişti ki arkasındaki sesle durdu. Tesisatçı Hilmi bina
kapısının girişinde durmuş kendisine sırıtıyordu. Göbeği küçük bir
dağ gibi yirmi santim önündeydi. Bir elinde iş çantası, binaya
girmeye hazırlanıyordu.
“Hayırdır Hilmi usta? Nasılsın?” Hilmi ustanın tombul ama
nasırlı elini sıktı. Hilmi usta her zamanki gibi küçük gözlerini kısıp
neşeyle sırıttı. “Bir dairenin tesisat sorunu varmış galiba. Buradan
aradılar. Ona bakmaya geldim. Sen de gel istersen.”
O an herhangi bir işi yoktu Nezihin. “Neden olmasın?” diye
düşündü. Biraz kafasını dağıtırdı hem. Birlikte asansöre bindiler.
“Hangi daire?”
Hilmi usta boştaki eliyle kir içindeki gömleğinin cebine
uzandı. Bir kâğıt çıkarıp baktı. “Erkan Danışmanlık. 3. kat.” Nezih
onları tanıyordu. Sessiz, sakin, aidatını zamanında ödeyen bir
firmaydı. İçeride 5 ya da 6 kişi çalışıyordu. Ne iş yaptıklarını tam
anlamasa da oldukça kibar insanlar olduğunu biliyordu.
“Vay be!” Tesisat ustası Hilmi ter içinde duvardaki borulara
bakıyordu. Küçük odacığın duvarını kırması bayağı bir zamanını
almıştı. Uzun zamandır böyle kalın duvarlı bir bina görmemişti. Su
borularıyla karşılaşınca daha da şaşırmıştı çünkü şimdiye dek
gördüğü en eski su tesisatına bakıyordu. Nezih hemen arkasında
odacığın kapısında çömelmiş bakıyordu.
“Kaç yıllık bu bina usta?”
Nezih bir düşündü. 1963’de yapılmıştı bina. Yani en azından
aşağıdaki demir kapısının hemen üzerindeki pirinç levhada öyle
72
yazıyordu. “40 – 50” filan var” dedi. Hilmi usta ıslıkla hayretini
gösterdi.
Aslında şaşırmakta haklıydı çünkü bu kadar eski tesisata pek
rastlanmıyordu, bir de hiçbir bina artık bu kadar kalın duvarlı
yapılmıyordu. Artık duvarlar kâğıt gibi inceydi. Nezih, bir zamanlar
birisinin dediği “yan dairede osursalar duyuluyor” lafını hatırlayıp
gülümsedi. Evet, artık böyle binalar yapılmıyor. Tabi duvarların bu
kadar kalın oluşu, tesisat sorunları yaşandığında problem oluyordu.
Çünkü kırması hiç de kolay olmuyordu.
Hilmi ustanın kel kafasının arkasından ter damlaları aşağı
süzülüyordu. Sırtının ortası da ıslanmıştı. Adam iri çekicini
gürültüyle yere bırakıp geri döndü ve küçük odadan çıktı. Duvarın
diğer tarafına, yan taraftaki banyoya göz atmaya gitti.
Adamlar, geçen hafta banyodaki musluk ve tuvaletin
suyunun ip kadar ince aktığını görünce suların kesildiğini
düşünmüşlerdi. Ancak mutfaklarında ve dairedeki bir diğer banyoda
sular gürül gürül akıyordu. Gerçekten de her yerde sular gayet iyi
akarken banyoda çok az akıyordu. Hilmi ustanın ilk tahmini
tesisat’ta bir sızıntı olduğuydu. Banyoya tesisat bu odadaki duvardan
geçiyordu ama sızıntı görünmüyordu. Bu kötüydü çünkü bu durumda
duvarın birçok yerini kırarak su borularına bakmaları gerekiyordu.
Firma sahibi Mithat Bey arkalarında durmuş duvara
bakıyordu. “Eee? Ne yapmak gerekiyor” diye sordu.
Hilmi usta suvara şöyle bir baktı. “Vallahi, sızıntı
görünmüyor. Bu yüzden kırıp bakmak lazım. Bulana dek kırmak
gerekiyor kısacası.”
“Peki, kaça patlar bize?”
Hilmi usta banyoya yürüdü. Nezihle Mithat beyden
arkasından gittiler. Kafasını uzatıp bir de orayı gözden geçirdi.
73
“Vallahi 500 liraya patlar size. İş bittikten sonra da bir sıvacı
ustası bulup tekrar duvarları sıvatacaksınız. Tabi bir de tekrar
boyanacak. Hepsi 700 civarı tutar. Benim sıvacım da boyacım da
var. Hepsini isterseniz hallederim” Mithat bey bir ıslık çaldı. Bu
kadarını Nezih de beklemiyordu.
“Çokmuş yahu! Daha ucuza çıkmaz mı bu iş?”
Başını olumsuz şekilde salladı Hilmi usta. “Daha ucuza
olmaz beyim.” Mithat Bey başını eğip bir süre düşündü. “Tamam,
ben size haber vereyim” dedi. Hilmi usta çantasını topladı. Nezih
Hilmi ustayı beklerken Mithat Bey Hilmi ustaya geldiği için bir
miktar para ödedi. Sonra ikisi daireden çıkıp aşağı indiler. Az sonra
da Hilmi usta Nezihe selam verip dükkânına doğru sallana sallana
yürüyüp gitti.
Nezih, dışarıda Orhan ustayı görünce, günlük koşturmacada
unuttuğu kart borcunu hatırlayıverdi ve yine canı sıkıldı. 350 TL…
Canı sıkkın, binanın dış kapısı önüne çektiği eski sandalyesine
oturup geleni geçeni izlemeye başladı. Az sonra binadan biri çıktı.
Bu Mithat bey’di. Elinde evrak çantası, sırtında ceketi vardı.
Muhtemelen bir toplantıya gidiyordu. Yanından geçerken eliyle
hafifçe Nezihe selam verdi. Nezih de karşılık verdi. Tam az ilerideki
ana caddeye bir taksi çevirmek için yürümeye başlamıştı ki birden
geri dönüp Nezihe baktı. “Şu ustayı çağırsak iyi olacak sanırım
Nezih. 700’e patlayacak ama ne yapalım?” dedi. Durmamıştı ama
adımlarını yavaşlatarak keyifsizce konuşmuştu. Gittikçe uzaklaşırken
Nezih seslendi; “Tamam Mithat bey. Ben konuşup çağırırım Hilmi
ustayı.” Mithat Bey bu kez geri dönmeden “tamam” gibisinden elini
tekrar salladı.
Adam taksiye binerken Nezihin aklına tekrar Mithat bey’in
ıslık çalışı geldi. 700 lirayı çok bulup ıslık çalmıştı adam. Ne kadar
74
komikti. Kimi 350 lira için kimi de 700 lira için endişe ediyordu.
Herkesin endişesi kendine göreydi işte.
Şimdi Hilmi ustayı çağırması gerekiyordu. Telefonunu
çıkardı. “H” harfine basıp kayıtlı telefonları listeledi. Birden telefon
rehberindeki bir isim dikkatini çekti. Kuzeni Hasan. Şimdi telefon
numarasını görünce hatırladı; uzun süredir görüşmemişti onunla.
Hasan inşaatlarda ustalık yapıyordu. Tabi kış haricinde işleri yoğun
oluyordu adamın, nede olsa inşaat işi uzun ve karmaşık işti.
Kafasında bir kıvılcım yanıverdi birden. Hasan inşaat işinde
birçok insanla birlikte çalışıyordu. Demirci, sıvacı, duvar ustaları,
tesisatçılar. Tesisatçılar… Telefonun ekranına bakar halde
kalakaldı...
Olabilir miydi? Hasan'ın tanıdıkları belki Mithat beyin işini
daha ucuza halledebilirlerdi. İyi de bundan kendisine neydi? Neden
bu işi üzerine alacaktı ki? İçinden bir ses cevap verdi; Bu işi daha
ucuza yaparsan… Eee? Mithat beyden 700’ü alıp, bu işi 700’ün
altına kotarırsan… E’si buydu işte. Kalan para kendisinin olurdu.
Birden kalbi heyecanla kıpırdamaya başladı. Numarayı
çevirdi.
Bir iki kez çaldıktan sonra telefon açıldı. Arkadan korkunç
gürültüler geliyordu. Makinelerin, insanların ve daha kim bilir
nelerin karışık gürültüleri, gıcırtıları. Hasan bağırarak cevap verdi;
“Vay kuzen? Ne var ne yok?”
“Sağ ol Hasan! Senden ne haber kuzen? İşler yoğun galiba.”
“Sorma. Aynı koşturmaca işte. Hayrola Nezih?”
“Sana bir şey soracaktım. Bizim binadaki kiracılardan birinin
tesisat işi varda. Bana bu konuda önerebileceğin uygun fiyatlı biri
var mı?”
75
“Nasıl bir şey, anlat bana.” Nezih olayı, Hilmi ustanın
anlattığı şekilde anlattı Hasan'a. Tabi Hilmi ustanın verdiği ücreti
söylemedi. Bunu sadece mal sahibi biliyor şeklinde konuştu.
“Bana tıkalı boruyu bulup değiştirecek biri lazım. Sonra
duvara tekrar sıva çekilecek. En sonda da duvar boyanacak.” Hasan
hepsini “hıı hıı” diyerek sessizce dinledi. Sonra ben seni arayacağım
deyip kapadı.
Bakalım ne çıkacak bu işten diye düşündü Nezih.
Muhtemelen yakın bir fiyat çıkacaktı. Ama aklına bir fikir gelmiş ve
peşinden koşmuştu en azından. Aradan yarım saat geçmişti ki
telefonu çaldı. Hasan'dı. “Kuzen, benim bir tesisatçım var Burada;
Ahmet usta. Gelip yapacak o.”
“Ne kadara yapacak?”
“Sen tanıdık olduğun için 150’ye yapıverecek. Tamam mı?”
Yeniden heyecanlandığını hissetti. “Peki, sıva ne olacak? Bir de boya
işi var? Onları kime yaptırabilirim?”
“Sıvayı da o yapacak merak etme. Ama senin adama söyle,
ustaya biraz çimento, biraz da kum alırsınız. Boyayı da sen yaparsın
olur biter. Boya dediğin ne ki? Boyacıya vereceği parayı sana verir
işte. Olur mu?” Olur mu? Bu soru kafasında çınlıyordu. Müthiş
olurdu hem de. “Tamam. Ben kiracıyla konuşup sana döneyim”
Nezih şöyle bir düşündü. 150’ye tesisat ve sıvayı
hallediyordu. Biraz çimento ve kum da 50 tutsa etti 200. beş kiloluk
boya yeterdi herhalde. O da hadi 100 tutsun. Bu işi 300’e mal
ediyordu. Geriye 400 lira artıyordu. Bu harikaydı işte. Nezih az sonra
Mithat beyi arayıp ustayı ayarladığını söyledi. Ahmet ustanın
telefonunu kuzeninden alıp onu da ertesi günün sabahına çağırdı.
Ertesi günün sabahı Ahmet usta gelip işe koyulmuştu, Nezih
de apartmanın günlük işlerine… Öğlene doğru apartman girişinde,
masasında oturmuş günün gazetesini okurken asansör aşağı indi.
76
Asansörden çıkan, elinde kir ve pastan rengi ve şekli bozuk bir boru
parçası tutan Ahmet ustaydı. Adam elindeki boruyu Nezihin önüne
bıraktı.
“Demek buldun ha!” Boru parçasından hala sular
damlıyordu. Borunun tam orta kısmı, yani adamın eliyle tuttuğu yer
içe bükülmüştü. Borunun içi pasla tamamen tıkanmıştı. Nezih
boruyu eline alınca ağırlığına biran şaşırdı. Yine de biraz zorlasa
boruyu ikiye kırabileceğini hissetti.
“Bu boru artık toprağa karışmaya başlamış bile.” diye sırıttı
Ahmet usta.
“Etrafı daha fazla kirletmeden bunu yok et. Sence kaç yıldır
orada?” Nezih boruyu gürültüyle masaya attı. Adam boruyu alıp
malzeme çantasına attı. “Sen söyle. Bu bina kaç yıllık?”
Nezih şöyle bir düşündü. Binanın büyük dış kapısı üzerinde,
çoğu eski binada olan tarih tabelasından yoktu. Ama bildiği
kadarıyla yüzyılın başlarında inşa edilen, Ermenilerin oturduğu ilk
binalardandı burası. “Yüzyıllık vardır.”
“Belli.” Adam sırıtıp dışarı çıktı. Bir saat kadar sonra elinde
PVC bir boru, plastik bir torbada biraz çimento, ufak bir çuvalda da
ince elenmiş, sıvaya uygun bir miktar kumla geri geldi. Gün
bitmeden Boruyu yerine takıp, duvarı sıvamıştı. Tuvaletin suları
olması gerektiği gibi akıyordu sonunda. Böylece ertesi gün öğleden
sonra işin önemli kısmı tamamdı. Gerçi çimento ve kum 65 lira
tutmuştu ki bu hesap ettiğinden 15 lira fazlaydı. Ama yine de hala
karlı sayılırdı. Nezih cebinden 150 lira verip ustayı uğurlarken cep
telefonunu kaydetmeyi de unutmadı. Kim bilir birlikte daha çok işler
yapabilirlerdi.
Ertesi gün Mithat bey’e boya işini kendisinin halledeceğini
söylediğinde adam bir şey söylemedi. Onun derdi işin biran önce
bitmesiydi nede olsa. Nezih bir nalbura gidip durumu anlattığında 3
77
kiloluk bir boyanın yeterli olacağını öğrenince sevindi. Üstelik boya
kendisine 35 liraya mal olmuştu ki bu hesaplarına göre 15 lira karda
olması demekti.
O gün akşama doğru dairedeki çalışanlar evlerine dönerken
Nezih’te duvarın boyama işini bitirmişti. Toparlanırken odanın
kapısında Mithat Bey durmuş onu bakıyordu. Elinde tuttuğu 50 lirayı
sessizce ona uzatmıştı. Nezih bir an ne olduğunu anlayamadı. Adam
çekinerek gülümsedi. “Bunu konuşmamıştık ama yeterli olur mu
acaba?”
“Ne için yeterli olur mu Mithat Bey?
Adam biran şaşırdı. “Boya için! Boyayı sen yapıyorsun ya!
Bunu ücretsiz yaptıramam sana. Bir boyacı yapacak sanmıştım
başta.” Adam haklıydı tabi ama Nezih bunu hiç düşünmemişti. “Bu
yeterli mi? Boya ne kadar tuttu?”
Parayı aldı. Bir şeyler söylemeye çalıştı. “Boya 35 lira tuttu
efendim. İsterseniz faturası yanımda.”
“Tabi iyi olur. Faturayı muhasebeciye verir gider gösteririz.”
Nezih, boyalı elleriyle arka cebinden kırışık faturayı çıkarırken onu
atmadığına şükretti. Ama şimdi başka bir sorun vardı.
“Faturayı muhasebeciye verir gider gösteririz. Diğerleri de
fatura verdi mi?” İşte bunu hiç düşünmemişti. Diğer faturalar…
Şimdi ne yapacaktı? Bir şeyler söylemeliydi. Bir çare bulmalıydı.
Belki de durumu itiraf etmeliydi. “Tesisatçıdan almadım efendim.”
Sözcükler ağzından dökülüvermişti işte.
Mithat Bey gözlerini dikip ona baktı. Alnında kırışıklar
belirmişti. “Faturasız olmaz biliyorsun.” Adam dönüp kendi odasına
yöneldi. Olmazdı tabi. Şimdi nereden fatura kestirecekti? Üstelik 700
TL’lik fatura. Bunu Ahmet ustaya söyleyemezdi. Hadi söyledi
diyelim, adam olsa olsa 150 liralık fatura keserdi, neden 700 liralık
kessin ki? Her şey bitmişti işte. Birine gidip 700 liralık fatura
78
kestirebilirdi elbette ama bunun içinde kesen adama 126 liralık vergi
farkı ödemesi gerekecekti. Böylece bu işten kendisine hiçbir şey
kalmıyordu. Biranda keyfi kaçmıştı.
“Bir dakika!” Mithat Bey odanın kapısında elindeki kırışmış
faturaya bakıyordu hala. Nezihin yüreği hop etti. “Bu sefer ne
çıkacak bakalım?” diye düşündü. “Biz 700’e anlaşmıştık değil mi?”
“Evet, Mithat Bey.”
“Fatura kestirirsek bir de vergi ödeyeceğiz.”
Nezih bir şey söylemedi ama tabi ki öyle olacaktı.
Adam “boş ver” gibisinden elini salladı. “Fatura
kestirmeyelim. Zaten 700 ödeyeceğiz, bir de faturayla daha fazla
ödemeyelim.” Nezih sevinç, şaşkınlık ve daha birçok duygunun
karışımını hissetti içinde. Söyleyecek söz bulamıyordu. En iyisinin
susmak olduğunu hissetti. Adam önce bir zarf uzattı. “Burada 700
lira var.” Ardından elini cebine atıp 35 TL çıkarıp Nezihe verdi; “Bu
da senin boyanın parası.” Nezih sessizce teşekkür edip parayı ve
zarfı aldı.
O gece ellerindeki, yüzündeki boyaları temizleyip yatağa
girerken gün boyu yaşadıklarını düşündü. Kafasından şöyle bir hesap
yaptı; her şey 265 lira tutmuştu. Tahmininden 15 lira fazlaydı bu.
Bunun yanında Mithat Bey ona 50 lira boya işçiliği parası vermişti.
Yani 215 lira masraf yapmış ve 485 lira da para kazanmıştı. Kredi
kartının borcu olan 350 lira çıkmış 135 lirada cebinde kalmıştı.
Gülümsedi. Bu işten gerçekten karlı çıkmıştı. Hem de çoook
karlı çıkmıştı. Bu işi daha da geliştirmeye karar verdi. Neden
olmasın ki? Bir yandan kapıcı işlerine devam eder, bir yandan da bu
tür ek işler yapıp para kazanabilirdi. Her ay böyle iki iş çıksa 100 bir
yerden, 300 başka bir yerden derken iyi para kazanabilirdi. Nasıl olsa
elinin altında uygun fiyatlı çalışan Ahmet ustası vardı.
79
Hilmi usta geldi aklına. İşin boya kısmını çıkardığında
adamın yaklaşık 500 lira kazandığını hesap etti. Acaba Ahmet usta
kendisinin 150 liraya yaptığı işten başkasının 500 lira aldığını bilse
kendisine aynı fiyattan iş yapmayı sürdürür müydü? Sıkıntıyla yan
döndü. Bunu bilmesi gerekmiyordu. Hem nereden bilecekti ki?
Böyle olumsuz şeyler düşünmeye gerek yoktu. Şimdi kazandığı
paranın tadını çıkarmalıydı. Böylece az sonra huzurlu bir uykuya
daldı Nezih.
Birkaç gün sonra, İstanbul’da akşama dek bulutlu ve rüzgârlı
bir hava vardı. Hem de ne rüzgâr! Yağmur bir türlü yağmamış ama
sert bir rüzgâr akşama dek ortalığı süpürüp durmuştu. Kadınların
eteklerini uçurmuş, insanların gözlerine toz doldurup elleriyle acı
içinde yüzlerini kapattırmıştı. Akşam da böyle devam etmişti.
Aysel iki kez Nezihi yemeğe çağırmış, gelmeyince sonunda
sinirli bir şekilde kapının önüne çıkıp Nezihe bakmıştı. Nezih,
delirmiş gibi esen rüzgâra rağmen kapının önünde sandalyesinde
oturuyordu. Hiç rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu. Aslında rüzgârın
farkında bile değil gibiydi. Uzaklara dalmış, rüzgârın korunu
parlattığı sigarasını içiyordu ağır ağır.
Aysel elleriyle başındaki eşarbı uçmasın diye tutup gözlerini
kısarak Nezihe baktı; “Yemeğe gelsene Nezih! Bu rüzgârda ne
yapıyordun burada?”
Nezih dalgınlığından zorlukla kurtulup yavaşça Aysel’e
dönüp baktı. “Canım bir şey istemiyor. Siz yiyin, ben az sonra
gelirim” dedi. Aysel bir an nezihin yüzüne baktı. Adamım canının
sıkkın olduğu belliydi ama en iyisi şimdilik üstüne gitmemekti. İçeri
gelince sorardı nasılsa. Kadın bir şey demeden binaya girdi. Nezih,
Aysel’in kendisine nasıl baktığını fark etmişti. Bir şey sormadığı
içinde çok sevinmişti açıkçası. Şu an hiç konuşmak gelmiyordu
içinden. Böyle bir kadına sahip olduğu için şanslı olduğunu hissetti.
80
Hem zaten ona ne diyebilirdi ki? Şu ek iş olayını zaten anlatmıştı.
Kredi kartını bu sayede ödediğini de anlatmıştı. Aysel de buna
sevinmişti tabi. Sonra? Sonrasını nasıl anlatacaktı?
Yeni bir tesisat işi çıktığını ve Ahmet ustayı aradığını…
Onun arkadan gelen müzik, eğlence sesleri arasında sarhoş ama
oldukça neşeli bir halde telefonu açtığını… Neler olduğunu
sorduğunda da “kutlama yaptıklarını” söylediğini… Neyi
kutladıklarını sorduğunda da “Altını Kutluyoruz, Altını…” cevabını
nasıl anlatacaktı? Sonra kuzeni Hasan’ı arayıp olanı biteni ondan
öğrenmişti.
Nereden bilebilirdi ki?
Nezih rüzgârın getirip suratına çarptığı toz toprağı fark
etmeden sigarasından derin bir nefes daha çekti.
Hilmi ustanın, tamamen o an içine doğan, öylesine bir
merakla kir, pas içindeki ağır tesisat borusunun içini temizlemeye
başlayacağını nasıl bilebilirdi?
Adamın, borunun içinden çıkan koyu sarı renkli çubuğu
görünce şaşırıp, bunu bir arkadaşına göstereceğini, arkadaşının da
ona “Ulan bu altına benziyor” diyeceğini, bunun üzerine bizimkinin
bir kuyumcuya gidip gerçekten borunun altın olduğunu öğreneceğini,
sonra da yaklaşık 200.000 liraya altını orada satacağını da bilemezdi.
Dahası, bunu kutlamak için arkadaşlarıyla eğlenmeye
çıkacağını (elbette tüm masraflar ondan), işte kendisinin da tam o
sırada onu arayacağını ve bu “tuhaf” haberi alacağını da bilemezdi.
Nereden bilebilirdi ki?
Aslında sadece Nezih’in değil hiç kimsenin bilmediği acıklı
bir öykü yaşanmıştı o paslı tesisat borusunun… Daha doğrusu altın
tesisat borusunun olduğu dairede. Bu öykü artık kimsenin tanımadığı
Alen İpekçiyan adlı Rum bir iş adamının öyküsüydü. Yıllar önce taa
mübadele döneminde yani 1950’li yıllarda o dairede ailesiyle
81
yaşıyordu Alen bey. Ortalık karışmaya başladığında, yani Rum ve
Ermenilere yönelik saldırılar başladığında adam da doğal olarak
ailesinin ve kendi canının emniyetini düşünerek geçici bir süre
Yunanistan’a taşınmaya karar vermişti. Bu çok zor bir karardı onun
için ama çare yoktu, çünkü canları ve malları tehlikedeydi. Böyle
olunca da mecburen çok sevdikleri bu güzel ülkeyi, işini ve mallarını
bırakıp aceleyle kaçmaya karar vermişlerdi. Önce ailesini yollamıştı
Alen bey. Kendisi geride bıraktığı işini, mallarını bir şekilde
emniyete alacak ya da her şeyi satıp nakde çevirecek ve arkalarından
gelecekti.
Gerçekten de öyle yaptı adam. Ailesini yolladı. Şirketini
devretti, mallarını iyi sayılabilecek fiyatlara satıp nakde çevirdi.
Sonunda elinde bir tek evleri, Beyza apartmanındaki bu daire
kalmıştı. Ancak çocuklarının doğduğu, karısıyla ömürlerinin geçtiği
bu evi satmaya gönlü razı olmuyordu bir türlü. Üstelik bu dönemin
geçici olduğunu düşünüyor, daha doğrusu buna inanmak istiyordu.
Her şeye rağmen, kim ne derse desin burası onun da toprağıydı.
Eninde sonunda ortalık yatışacaktı. Böylece birkaç yıl içinde tekrar
geri gelebilirlerdi.
Böylece evi satmaktan vazgeçti Alen bey. Bunun yerine evi
burada kalmaya karar veren bir Ermeni dostuna kiraladı. Yurt
dışından kiracısını takip edebilirdi nasıl olsa. Sonra birden aklına bir
şey geldi. O kadar parayla yola koyulup neden tehlikeye girsindi ki?
Bunun yerine eğer parayı dairesine iyi bir şekilde saklarsa,
geldiğinde her şeye yeniden başlayabilirdi. Ya da daha akıllıcası
parayı altına çevirirdi. Böylece değerini kaybetmezdi. Üstelik o
kadar parayı saklamaktansa onların yerine bir altın külçesi saklamak
daha kolay olacaktı.
Sıcak bir sonbahar günü bomboş evde öylesine dolaşıyordu
Alen. Dışarıdan gürültüler geliyordu. Silah sesleri, bağrışmalar.
82
Ortalık gittikçe tehlikeli olmaya başlamıştı artık. Yabancılara ait
dükkânların yağmalandığını, ulu orta saldırılar olduğunu duyuyordu
radyodan. Yakında yabancıların evlerine da saldırmaları an
meselesiydi. Çocuk odasının önüne gelince durup içeri baktı.
Kalorifer borusuna takıldı gözü bir an ve bir kıvılcım çaktı aklında.
Olabilir miydi acaba? Gidip alet çantasını getirdi. Büyük bir çekiç
alıp duvarı kırarak tesisat borusunu ortaya çıkardı. Aklındaki şey
olabilirmiş gibi görünüyordu. Metreyle boruyu sağından solundan
ölçüp biçti. Evet, pekâlâ olabilirdi. Ancak düşündüğü şeyi kendisi
yapmalıydı. Bu konuda kimseye güvenemezdi. Kimseye…
Böylece Alen tüm parasını sağlam bir çantaya doldurup
dikkatle evden çıktı. Aracına atlayıp Sultanahmet’e, Kapalıçarşı’ya
gitti. Kendisi gibi Rum olan kuyumcu bir ahbabının yanına gitti. Bir
kahve eşliğinde bir süre sohbet edip dertleştiler. Sonra Alen çantayı
çıkarıp masanın üstüne koydu ve ne istediğini söyledi. Kuyumcu
Alen’e hak verdi. Çantanın içindeki paralara çıkardılar. Kuyumcu
paraları saydı. Kalemini ve hesap makinesini alıp çalışmaya başladı.
Bir kâğıdın üzerine sayılar yazdı. Sonra Alen’e dönüp “Tamam”
dedi. “Paraya karşılık gelen külçeyi bugün döker yarına da hazır
ederim.”
Ertesi gün Alen kuyumcunun dükkânına gitti. Dükkânın arka
tarafındaki küçük odaya geçtiler. Adam büyük bir kasayı açıp
içinden lacivert renkli kadife bir örtüye sarılı, iri bir külçe altını iki
eliyle çıkarıp masaya koydu.
Alen çantasıyla arabaya gidene dek ter içinde kalmıştı çünkü
küçük sayılabilecek ebadına rağmen külçenin ağırlığı inanılmazdı.
Eve dönmeden önce yolda bir de nalbura uğradı ve birtakım inşaat
malzemeleri satın aldı.
Sonunda evine varmıştı. Elbette kuyumcuya planının
tamamını anlatmamıştı. Ondan sadece yanında taşıyabileceği ve
83
ülkeden çıkarabileceği tek parça bir altın istemişti. Şimdi işin önemli
kısmını kendisi halletmek zorundaydı. Mutfağa geçti, kolları sıvadı.
Gaz ocağını açıp karısının düdüklü tenceresini ocağa koydu. İçine de
külçe altını bıraktı. Yaklaşık iki buçuk saat sonra altın erimiş, sarı bir
yoğurt kıvamına gelmişti. Tencereyi dikkatle tutan Alen içindeki sıvı
altını mermer tezgâhın üzerine döktü.
Altın, düdüklü tencerenin içinde erirken ortaya hiçbir koku
çıkmamıştı ancak mermer tezgâhın üzerinde soğurken çıkardığı
inanılmazdı. Yaklaşım yarım saat sonra altın dokunulabilecek kadar
soğumuştu. Bu arada Alen, çocuk odasında hummalı bir çalışma
içindeydi. Önce dairenin su vanasını kapamış, ardından nalburdan
aldığı alet edevatlardan biri olan demir testeresiyle tesisat
borusundan kol kadar bir parçayı kesip çıkarmıştı. Bu iş onu kan ter
içinde bırakmıştı. Duvardan söküp çıkardığı bakır tesisat borusuyla
mutfağa döndüğünde altında dokunulabilecek kadar soğumuştu.
Hamur kıvamındaki yarı soğumuş altını bir oklava yardımıyla
dikkatle rulo yaptı. Biraz uğraşın ardından, altın rulosunu bakır
tesisat borunun içine tıkıştırmıştı işte.
Sonunda, ağır boruyu mutfak masasının üzerine bırakıp,
kendisi de bir sandalyeye çöktü. Dışarıya kulak kabarttı. Ara sıra
göstericiler önde polisler arkalarında, cumhuriyet caddesinden
gürültülü bir kalabalığın koşuşturması duyuluyordu. Koşuşturmaca
ve stres onu yormuştu ancak işin önemli bölümünü de bitirmişti.
Şimdi oturma zamanı değildi. Masadan kalkıp bakır boruyu alarak
ufak odaya geçti. İki adet iri bağlantı somunu yardımıyla boruyu
yeniden duvarın içindeki yerine yerleştirdi. Sonra banyoya gidip
leğeni getirdi. Nalburdan aldığı üçer kiloluk ince kum ve toz
çimentoyu suyla birlikte leğende karıştırıp sıva harcını hazırladı.
Malayla duvarın kırdığı yerine bir güzel sıvadı. İş tamamdı. Bir süre
sıvanın kurumasını beklemesi gerekiyordu. Saatin kaça geldiğini
84
bilmiyordu ama ortalık gitgide sessizleşiyordu ki bu da vaktin bayağı
geç olduğu anlamına geliyordu.
Alen, dinlenemeyecek kadar heyecanlıydı, bu yüzden sıvanın
kurumasını boş boş oturup beklemektense ortalığı toplayıp
temizlemeye karar verdi. Karısı evin halini görse kim bilir ne derdi?
Birden elinde çimento artıklı leğenle koridorda durdu. Karısı ve
çocukları ne yapıyordu şimdi acaba? Muhtemelen onlar da kendisini
düşünüyorlardı. Silkindi. “Neyse!” diye düşündü. Nasıl olsa çok
yakında onlara kavuşacaktı. Karısına dâhiyane planını anlatınca
tepkisi ne olacaktı acaba?
Bir ara fırsatını bulup salondaki duvar saatine baktığında
şaşkınlıkla saatin gece yarısı 2’yi geçtiğini gördü. Çocuk odasına
geçip sıvaya elini yavaşça dokundurdu. Elbette daha kurumamıştı.
Yatıp uyumayı ve boyayı da ertesi güne bırakmayı düşündü. Sonra
bundan vazgeçti. Biran önce bitirmek istiyordu işi. Ancak o zaman
içi rahat edecekti.
Boya kutusunu ve tiner kutusunu açtı. Boyayı tinerle inceltti.
Duvarı bir kat boyadı. Odanın içindeki kanepeye oturdu. Boyanın
duvara iyice sinmesi için biraz beklemeye karar verdi. Yumuşak
kanepe bir anda yorgunluğunu hatırlatıvermişti. Ama henüz
uyuyamazdı. En azından bir kat daha boyamalıydı duvarı. Ama daha
değil. Boya az daha sinmeliydi duvara. Alen gözlerini açık tutmakta
zorlanıyordu artık. Kanepeye uzanmayacaktı, uzanırsa uyuyup
kalırdı çünkü. Sadece hafifçe, hemen kalkmak üzere kanepenin yan
kısmına yaslandı. Biraz daha bekleyip ikinci katı da atınca işi
bitecekti. Ondan sonra yatak odasına gidip karısıyla paylaştığı rahat
yatağına yatardı. Az daha beklemesi gerekiyordu. Boya duvarın içine
sinip az da kuruyana dek. Az daha beklese yeterdi. Birazcık daha…
Bir hafta sonra komşuları dayanılmaz koku yüzünden artık
bekleyemeyecek duruma gelince polis çağırdılar. Apartman yönetici,
85
polis memuru, çilingir, kapıcı, birkaç da komşu burunlarını tutup
içeri girdiler. Alenin şişmiş, morarmış bedeni kanepede gözlerini
kapattığı andaki konumunda yatıyordu. Çürüyen ölü vücudun üzeri
sineklerle kaplıydı. Çürüyen bedenin kokusu, açık kutusundaki
boyanın kokusuyla karışıyordu. Tiner kutusu ise elbette boştu. Alen
ne olduğunu bile anlayamadan sessizce ve huzur içinde ölmüştü.
Hiç kimse ne olup bittiğini bilememişti. “Zavallı adam!
Herhalde odanın duvarlarını boyamak istemiş ancak tinerden dolayı
kalp krizi geçirip ölmüş” dedi apartman yöneticisi komşulara.
Böylece Alenin sırrı da o gece o kanepede onunla birlikte ölüm
uykusuna dalmıştı.
Nezih sigarasının izmaritini fırlattı. Elleriyle yüzünü
ovuşturdu. Çok düşünmüştü… Hem de çok. Ama “o kahrolası altının
o kahrolası paslı borunun içinde ne aradığı” sorusunun makul bir
cevabını bir türlü bulamamıştı. İçinden bir his hiçbir zaman da
bulamayacağını söylüyordu.
Bu işte kar ettiğini düşünmüştü Nezih. Güldü. Belki de bir
yerlerde yanlış yapmıştı. Belki de hiçbir yerde yanlış falan yoktu.
Belki de sadece kaderin kendisine bahşettiği şans bu kadardı işte.
Belki de bu konuyu kapatmalı ve üzerinde daha fazla
düşünmemeliydi. Belki de apartmanın tepesine çıkıp aşağı atmalıydı
kendisini. Belki de bir daha kendi işi dışında böyle işlere hiç
girmemeliydi.
Belki de bir daha sadece kahrolası faturalarını zamanında
ödemeliydi.
86
Oruçla Ödeşmek
Ramazan o yıl ağustos ayına denk geliyordu. Aslında
ağustosun sonlarına denk geliyordu ama İstanbul’da son birkaç yıldır
yazları uzun ve cehennem gibi sıcak geçiyordu. Bu sıcak eylülün
sonlarına dek hız kesmeden devam ediyordu. Nezih sıkıntıyla
elindeki gazeteyi karıştırıyor bir yandan da yaklaşan ramazanı
düşünüyordu.
“Küresel ısınma” diye söylendi kendi kendine. Güvenlikçi
Recep dönüp baktı.
“Efendim?” Kendisine söyledi sanmıştı.
“Küresel ısınma. Havalar gittikçe ısınıyor. Yandık.”
“Evet, kıyamet alameti.” İki adamda başlarını üzgünce
salladılar. Bu ramazan zor geçmese bari diye düşündü nezih. Çok
uzun zamandır ramazan yaza denk gelmiyordu. Belki 20 yıldır.
87
Birden o ramazanı hatırlayıverdi. Yine böyle yaza denk
gelmiş olan, belki de 20 yıl önceki o ramazanı. Hayatında ilk ve tek
kez orucunu bozduğu o sıcak yaz ramazanını...
Okulun bahçesinde basket oynuyorlardı. O yazın sıcağında,
hem de öğlen vakti. Güneşsin en tepede olduğu o cehennem vakti
onlar basket oynuyorlardı. Ne de olsa daha çocuk sayılabilecek
yaşlardaydılar. Nezih hatırlıyordu. Basket oynayanların içinde tek
oruç tutan kendisiydi. Oruç tutan çocukların hiçbiri de basket
oynamıyor ya da kendilerini susatacak benzer bir şey yapmadan
gölge yerlerde oturuyorlardı. Yani kendisi dışında hiçbiri…
İçinde bir rahatsızlık, bir vicdan azabı duydu. Gazeteyi
indirip binanın önünden gelen geçen insanlara görmeyen gözlerle
baktı. Böyle hissetmesi yanlıştı esasında ve o da bunu farkındaydı.
Yani sonuçta o zamanlar daha çocuk sayılırdı.
Susuzluğa dayanamayan çocuk gidip su içer sonra da geri
gelip “Aaa! Unuttum ve su içtim” derdi gülümseyerek. Herkes onun
bunu bilerek yaptığını bilirdi tabi. Nezih bunu hiç yapmamıştı.
Yinede o gün… O gün istemese de bozulmuştu orucu ve bu içinde
hep bir sızı olarak kalmıştı. İşte her sene ramazan vesilesiyle
ömrünün sonuna dek yılda en az bir kez bu acı olayı hatırlamaya da
devam edecekti. Gözünde canlanıverdi yine anılar. Kan ter içinde
basket oynayan birkaç yeni yetme. Çok çekişmeli bir maç. Güneşin
ortalığı kavurduğu bir ramazan günü. Maç bittiğinde tüm çocuklar
suyu başlarına dikiyor. Biri hariç…
Birden cep telefonu çalmaya başladı ve Nezih’te
düşüncelerinden gerçek hayat dönüverdi. Arayan apartman yöneticisi
İzak bey’di. Yukarı çağırıyordu Nezihi. İçindeki can sıkıntısının
nedenini biliyordu aslında Nezih. Ramazandı sebep. 1 ay boyunca
tutulacak oruçlardı. Gerçi hepsini tutamıyordu ama yine de kendisi
tutamasa da eşi… Çevresindeki insanları, eş dost çoğu insan
88
tutuyordu. Sorun oruç tutmak da değildi aslında ve Nezih de bunu
biliyordu. Yetişkin bir insandı ve akşama dek oruç tutma konusunda
genelde sıkıntı çekmiyordu. Sorun o günü tekrar yaşama
korkusuydu.
“Hadi eyvallah” deyip bankaya yöneldi Recep. Nezihte
yukarı İzak beyin yanına çıktı.
Sonunda ramazan başlamış, ilk bir haftası geçivermişti bile.
Nezih Orhan ustanın simit arabasının yanında oturmuş laflıyordu.
“Eee ne zaman beraber iftar yapacağız?"
“Yapalım bir akşam hakikaten. Arkada benim bahçede
hazırlarız.” dedi Nezih.
“Garson Recep’i, piyangocu Aykut’u, kim varsa çağırırız."
“Olur, iyi fikir. Yarın akşama çağırayım ben herkesi."
Böylece ertesi akşama iftar için etraftaki eşe dosta haber vermeye
başladılar. Orhan usta ve diğerleri ısrar etse de Nezih yardım
tekliflerini kibarca reddetti. Bu iftarı kendisi verecekti, o yüzden
yemeklerde kendisindendi. Aysel’e yarın akşama iftar yemeği
vereceğini, ona göre hazırlık yapmasını söyleyip alışveriş için bir
miktar da para verdi. İftar yemeği vermek büyük sevaptır diye
bilinir, o yüzden ramazanda kimse vereceği yemeğin maliyetini
düşünüp endişelenmez. Nezihte sevaba gireceği mutluydu açıkçası.
Bu yüzden Aysel’de ses çıkarmamıştı Nezihe. O gün hem Nezih hem
de Orhan usta gördükleri tüm eşe dosta haber verdiler. Gelebilecek
herkes teşekkür edip söz verdi.
Ertesi akşam iftar vaktine yakın Aysel hazırlıkları bitirmek
üzereydi. Arkadaki bahçeye iki uzun masa çekmişler, üzerine örtüleri
serip sandalye çıkarmışlardı. Binadaki ofislerde çalışan ve Nezihin
ahbaplık kurduğu birkaç kişi de davetliydi. Aysel tüm gün uğraşmış,
dört beş çeşit yemeği hazır etmişti.
89
Önce “Tut şunları kollarım yandı vallahi” diye kollarında
sıcak pidelerle Recep çıkageldi. Recep biraz ötedeki Bereket
lokantasında çalışıyordu. Daha çok dışarıdan yemek siparişi
geldiğinde onları tepsiyle yemekleri getirip götürüyordu. Nezih
binanın kapısı önünde dikiliyor iftarı bekliyordu o sıra.
“Yahu ne zahmet ettin. Ben gidip alıp gelecektim fırından.”
“Ne gerek var canım. Lokantadan kaptım geldim ben. Dün
patrona söylemiştim ben iftara davetliyim diye. İzin istemiştim. O da
tamam demişti. Şimdi çıkarken “pideleri buradan götür Recep”
demez mi? Ramazan bereketi işte. Herkes sevap peşinde.”
Nezih pideleri gidip bırakıp geldiğinde Orhan ustan kapının
önünde Receple sohbet ediyordu. Elinde koca bir kutu vardı.
“Bu ne Orhan usta?”
“Tatlı aldım. Güllaç. Ramazan da güllaç yenir.”
“Yahu ne gerek vardı. Ne zahmet ettin.” Nezih bu seferde
tatlıları bırakmaya gitti.
Döndüğünde bu sefer kapının önünde muhabbet edenler 4
kişi olmuştu. Güvenlikçi Recep ayakları dibinde bir poşetle,
piyangocu Aykut da bir elinde kutuyla dikiliyor hep beraber Orhan
ustanın anlattığın bir şeyi dinliyorlardı.
“Yahu bunlar nedir?”
“E susadık akşama kadar. Ramazanda rakı içecek halimiz
yok ya. Kola aldım buz gibi, içeriz işte.” diyen Recep poşeti Nezihin
bir eline tutuşturuverdi. Piyangocu Aykut da elim boş gitmeyeyim
diye pastanenin birinden güllaç almıştı. Artık iftar vakti de iyice
yaklaştığından hep beraber içeri Nezihin evinden arka bahçeye
geçtiler.
Aysel, Nezihin ellerindekileri görünce “misafire alışveriş mi
yaptırdın?” diye önce bir güzel kızdı. Nezih durumu anlatınca da
gidip hem “hoş geldiniz” dedi hem de hepsine teşekkür edip hafifçe
90
de sitem etti. Sonunda ezan okundu ve hep beraber iftarlarını
yaptılar. Yemekler, tatlılar, çay derken sonunda hepsinin karnı da 3
aylık hamile gibi şişmiş kalmıştı.
Ertesi gün Nezih, Aysel’in direktifleri ve alışveriş listesi
doğrultusunda apartman işlerinden fırsat buldukça alışveriş yapmaya
başladı. Önce sabah ilk iş olarak İzak bey’in mektuplarını, günlük
gazete ve sabah alışverişini yapıp geldi.
Aksi gibi o gün de apartmanda korkunç bir yoğunluk vardı.
Önce dairelerden birinde tuvalet tıkandı. Nezih belediye görevlilerini
beklerken gidip bir kısım alışverişini tamamladı. İşte Nezihin
gününün nasıl geçeceği de daha sabahtan belli olmuş oldu. Bir
yandan apartmanın işleri ve alışveriş koşturması diğer yandan oruçlu
olması derken öğlene doğru Nezihin pili tükenmeye başlamıştı bile.
Güneş şemsiyesi altında oturan Orhan usta, tam önünden
geçen Nezihin yüzünden anlayıvermişti durumu.
“Hayırdır Nezih! Rengin solmuş. İyi misin?”
Nezihin onu pek duyacak duysa da cevap verecek ne hali ne
de zamanı vardı. Yorgun bir sesle cevap verdi;
“Hiç sorma. Apartmanın tüm aksilikleri bugünü seçmiş. Bir
yandan da alışveriş yapmaya çalışıyorum.”
“Yardım edeyim mi? Alışverişi ben yapayım istersen.”
Nezih uzaklaşmıştı bile.
“Boş ver! Sende işinden kalma. Ben hepsini hallederim.
Yine de sağ ol!”
Öğleden sonra alışverişin büyük kısmı bitmiş, apartmanın
işleri ise bir türlü bitmemişti. Arada Aysel telefon açıp yanlış ya da
eksik aldığı şeyleri söyleyip Nezihi bir güzel fırçalıyor, bir an önce
alınması gereken şeyleri yazdırıyordu. Nezih belediye binasında
apartman vergisi kuyruğundaydı. Bir elinde vergi makbuzu diğer
91
elinde alışverişi listesi öylece dikiliyor, sıranın kendisine gelmesini
bekliyordu.
“Yürüsene birader! Hala dikiliyorsun.” Birinin uyarısıyla
uyandı Nezih. Dalıp gitmişti. Önündeki sıra boşalmış sıra kendisine
gelmişti de haberi yoktu. Ödemeyi yapıp apartmanın birkaç sokak
arkasındaki markete doğru gidiyordu. Gidiyordu ama kendisini çok
halsiz hissediyor, ölü gibi yürüyordu.
Saatine baktı. 3’ü geçiyordu. Yaklaşık 4 saat vardı daha.
Tam marketin önüne gelmişti ki olan oldu ve Nezihin gözleri
kararıverdi.
“Tamam, birader sakin ol. Başın döndü herhalde.” Genç bir
adam başında dikilmiş hafifçe yanağına tokat atarak uyandırmaya
çalışıyordu.
“Tansiyonum düştü sanırım” diye mırıldandı Nezih. Başında
bir sürü tanımadığı insanın kellesi durmuş yukarıdan kendisine
bakıyordu. Yüzü ve gömleğinin önü ıslaktı ama susuzluktan içi hala
yanıyordu. Demek sadece yüzünü yıkamışlardı.
“Az suç içirin adama da kendisine gelsin” diye seslendi
kadının biri.
“Hayır, olmaz” dese de sesi başındaki kalabalığın
gürültüsünde kaynadı. Başında çömelmiş duran genç adam elindeki
plastik su şişesini nezihin ağzına yaklaştırınca sanki zehir
içireceklermiş gibi birden doğrulup yerinden fırlayıverdi Nezih.
Başındaki insanlar ne olduğunu anlamamış hep bir ağızdan
konuşuyor, onu sakinleştirmeye, bir kenara oturtmaya çalışıyordu.
Sonunda herkesi iyi olduğuna ikna eden Nezih
ayaklanmadan evvel elinde su şişesiyle kaldırımın kenarında bir süre
dinlendi. Ancak tam kalkarken tekrar başı dönünce ilk defa içinde bir
telaş kıpırtısı oldu. “Sakin ol oğlum. Orucunu yine bozmak sorunda
92
kalmayacaksın.” Elindeki su şişesine özlemle baktı. “Hayır. Tekrar
olmasına izin veremem.”
Böylece bir süre daha kalkmaya çalışıp başı döndüğünde
yığılır gibi yere oturarak orada öylece kalakaldı Nezih. Susuzluktan
ağzı kurumuştu. “Günah yok. Hastaysan bozabilirsin orucu. Niye
kendine eziyet edesin ki?” diye mırıldandı. Aslında bu durumda
orucu bozabileceğini biliyordu ama yine de bunu yapamıyordu işte.
Çocukluğunda, basket sahasında olan şeyin acısı bir ömür boyu
sırtındayken buna bir ikincisini eklemeye hiç niyeti yoktu.
“İçsene!”
Çocuğun biri kendisine su şişesini uzatıyor. Nezih ismini
hatırlamıyor çocuğun, aradan çok zaman geçmiş. Plastik su şişesini
nereden bulduklarını da hatırlamıyor. Güneş en tepede cehennemi
sıcağını üstlerine salıyor. O kadar güneşli bir gün ki her yer
apaydınlık.
“Olmaz, orucum ben.”
Bu cevabı verdiğini de iyi hatırlıyor. Sonra neler olduğunu
yine hatırlamıyor ama hayır demiş olsa da ikna olmaya çok yakın.
Arkadaşları da bunu sezmiş olmalı. Az önceki basket maçından
dolayı yorulmuş ve ter içinde. Güneş acımasızca tepelerinde
dikilirken potaların altındaki biraz gölge alana yürüyorlar.
Susuzluk çok can yakıcı. Ama daha da can acıtıcı olan şey
arkadaşlarınız su şişesini başlarına dikerken sizin bunu yapamıyor
oluşunuz.
“Sadece ağzımı çalkalayacağım.”
Sadece ağzını çalkalıyor. Yutmuyor suyu. Bu bile o kadar
güzel ki. Ama yetmiyor tabi. Kendini zor tutuyor ve tükürüyor ağız
dolusu suyu. Bu onu rahatlatmaktan ziyade suya özlemini daha da
artırıyor. Bir daha dikiyor şişeyi başına. Gözlerini kısarak bakıyor
93
parlak, cehennemi güneşe. Yanakları suyla dolu ve gırtlağına doğru
ilerliyorlar. “Hayır” diyor içinde bir şey, bir yer. “Yapma!”
Yanındaki arkadaşı elini uzatıp şişenin yumuşak, plastik
gövdesini sıktığında yapmamaya karar vermişti. Ama bazen sizin
verdiğiniz kararın tek başına bir anlamı olmaz. Sular Nezihin ağzına,
gırtlağına dolarken son anda geri çekilip başını eğdi Nezih. Deli gibi
öksürürken arkadaşlarının kahkahalarını duyuyordu. Suyun tadı…
Yine de eşsizdi.
Nezih uzun süredir bu olayı düşünmemişti. Arada
ramazanlarda gelirdi aklına ve içini sızlatır sonra da yine ramazanla
geçerdi. “Ya tansiyon ya da kan şekeri” diye düşündü. “Ve bu her
neyse orucumu bozmam gerekiyor. Bir şeyler yemem, içmem lazım.
Yolsa yerimden bile kalkamayacağım.”
Aksi gibi bu akşam iftara bir sürü arkadaşı davetliydi ve bir
an önce kalkıp alışveriş yapıp malzemeleri Aysel’e yetiştirmesi
gerekiyordu ama düşerken kâğıdı falan da kaybetmişti. Üstelik
yerinden kalkacak takati de yoktu.
Susuzluk… Boğazı yanıyordu susuzluktan. Elindeki küçük,
plastik su şişesine baktı. “Sadece ağzımı ıslatayım” diye geçirdi
içinden. İnsanın zaafları karşısındaki acizliği dikkat çekicidir. En
güçlü insan bile zaafları karşısında kundaktaki bebek kadar
çaresizdir. Hele susuzluk gibi bir temel ihtiyaç söz konusu olursa. O
zaman doğru bildiği her şeyi unutuverir insan. Nezih şişeyi başına
dikti ve suyu yanaklarına doldurdu. Serinliği müthişti. Ağzını
çalkalayıp tükürdü. Yetmemişti… Zaten hiç yeterli olmazdı.
Susuzluğu daha da arttı. Tıpkı o günkü gibi…
Dayanamayacağını anladı Nezih. Bir karar vermeliydi.
Telefonunu çıkardı.
“Orhan usta Adliyenin arkasındaki çimen sokaktayım. Acil
buraya gelebilir misin?”
94
“Hayrola nezih, bir şey mi oldu?”
“Tansiyonum düştü sanırım. Kaldırımda oturuyorum şu an.”
Nezih etrafına bakındı. İnsanlarda iftar telaşını
görebiliyordu. Sanki herkes işini biran önce bitirip evine gitmek ister
gibiydi. Sofralarına oturup oruçlarını açmak, yemeklerini yemek,
sularını içmek… Sularını… Nezih tekrar elindeki şişeye baktı.
Sonunda kalkıp ana yolun kenarından eve doğru yürümeye başladı.
Büyük ihtimalle Orhan usta da bu yoldan gelirdi nasılsa. Sonunda
tüm vücuduna yeniden bir halsizlik çöktü. Bir apartmanın giriş
merdivenlerine çöktü. Su şişesi elindeydi hala.
“Ağzımı az daha ıslatayım. Bundan bir şey olmaz” dedi ve
şişeyi tekrar başına dikti. Ağzına doldurduğu suyun tadı eşsizdi.
“Neden yatmayayım ki?” diye düşündü sonra. “Sonuçta daha sonra
telafi ederim olur biter.”
Beyni bir yandan basket sahasındaki o güne gidiyor, bir
yandan elindeki suyu içmesini söylüyordu. Aklı ve kalbi farklı şeyler
söylese de sonunda yine daha öncede olduğu gibi galip gelen aklı
oldu.
Ağzına doldurduğu suyu tam yutmak üzereyken yanı başında
bir ses “Nezih sen ne yapıyorsun?” diye bağırıverdi. Tabi Nezih de o
an refleksle tüm suyu önündeki kaldırıma püskürttü.
Orhan usta iri iri gözlerle ona bakıyordu. “Yahu o kadar kötü
müsün? Yani çok hastaysan bozabilirsin tabi.”
“Bende öyle yapacaktım zaten” diye sinirli sinirli karşılık
verdi Nezih.
“Tamam, kızma canım. Sadece şaşırdım bir an. Çok
kötüysen iç tabi. Hatta istersen hastaneye gidelim ha?”
Nezih saatine baktı. İftara sadece iki saat kalmıştı. Orhan
usta’nın da yardımıyla yavaşça doğrulup kalktı.
95
“Bir zamanlar birileri yüzünden sona anda günaha girmiştim.
Şimdi de birileri yüzünden son anda günahtan kurtuldum.”
“Nasıl yani?”
“Boş ver önemli değil. Böylelikle ödeşmiş oluyorum işte.”
Orhan usta hiçbir şey anlamamıştı. “Oruç başına mı vurdu
acaba?” diye bir an Nezihin yüzüne dikkatle baktı. Tek gördüğü
yorgun ama huzurlu bir yüzdü. Bu da içini rahatlatmaya yetti.
96
Genel Seçim
Günlerden cumaydı ve Nezih merdivenlerin sabah
temizliğini bitirmiş binanın önüne sandalyesini çıkarıp bir bardak
çay eşliğinde gazetesini okumaya hazırlanıyordu. Dışarıdan gelen
müthiş gürültüyle biran dondu kaldı. Ses güçlü bir hoparlörden
geliyordu. Elinde gazeteyle dışarı fırladı. Üstü hoparlörle dolu ve
siyasi partilerden birinin bayraklarıyla süslenmiş büyük bir minibüs,
kulak yırtan bir şarkı çalarak caddede ilerliyordu. İnsanlar kâh
kaldırımda durup kâh bir yandan yürüyerek geçen minibüse
bakıyordu. Kimi gülümseyerek minibüse el sallıyor, kimi öfkeyle
yüzünü buruşturup ters ters bakıyordu. “Vay canına” diye düşündü
Nezih. Seçim zamanı yaklaşmıştı işte.
Orhan usta’da dönüp yoldan geçen minibüse baktı bir süre.
Minibüs geçip gitmişti ki bu kez de yolun karşı tarafından bir başka
partinin başka renklerle süslenmiş ama yine üstü hoparlörle kaplı ve
97
yine bangır bangır parti şarkısı çalarak gelen başka bir minibüs
göründü. Bu seferkinin içinde insanlar da vardı ve minibüsün
camlarından ellerindeki bayrakları sallıyorlardı. Nezih Orhan ustanın
yanına gitti.
“Seçim zamanı geliyor ha?” dedi Orhan ustabaşıyla
minibüsü işaret ederek.
“Evet, yine aynı gürültü, patırtı” dedi Nezih, aklına
seçimlerden sonra sokakların hali geldi biran ve yüzünü buruşturdu.
Seçimlerden sonra sokaklar bayraklar, broşürler, binaların duvarları
da destek isteyen afişlerle çöplüğe dönerdi. Harcanan o kadar para
Nezih’e her zaman fuzuli masraf gibi görünürdü. Yani onca para
başka bir şeye harcansa daha faydalı olmaz mıydı?
Nezih tam bunları düşünürken burnunun ucuna uzatılan bir
şeyle yerinden zıpladı. Biri kız iki oğlandan oluşan bir grup genç
hemen yanlarında duruyordu. Gençlerin üstlerinde aynı turuncu renk
t-shirt ve ellerinde de tomarla turuncu renk broşür vardı. Genç kız
tüm sevimliliğiyle gülümseyerek broşürü tekrar uzattı. “Partimizin
gençlik kolları olarak sizi yarın ki mitingimize davet etmek
istiyoruz” dedi.
Nezih broşürü alıp ne demesi gerektiğini düşünürken gençler
çoktan uzaklaşmıştı bile. Anlaşılan bir cevap beklemiyorlardı. Orhan
usta da bunu görmüştü. “Artık devir hız devri” dedi bir yandan
gülmeye devam ederek. “Eskiden tek tek konuşur, oy için ikna
etmeye çalışırlardı. Şimdi kimsenin buna vakti yok.”
“Benim gibi kapıcıyla niye konuşsunlar ki?”
Orhan usta Nezihe döndü, yüzü ciddiydi şimdi. “Olur, mu
hiç? Asıl hepsinin hedefi senin gibi ya da benim gibiler. Asgari
ücretliler, emekliler…” Eh haklıydı ya. Her siyasi partinin ilk hedefi
daima alt tabaka olmuştu. Hoş, şimdiye dek henüz hiçbiri alt
tabakanın durumuna çözüm bulamamıştı ya... Hangi parti, hangi
98
görüş ya da kim olursa olsun bir şey değişmiyordu işte. Dünyanın
düzeni böyleydi.
Nezih herhangi bir siyasi görüşe yakın biri değildi, hiçbir
zaman da olmamıştı. Ona göre tüm siyasetçiler hırsızdı. Bir süre sol
partilere oy vermişti. Ve ne kadar hırsız olduklarını görmüştü. Sonra
sağ partilere oy vermişti. Onların daha da hırsız olduğunu ağzı bir
karış açık izlemişti. Böylece Nezih bir karar vermişti. Her seçimde
sırayla oy verecekti. Birinde sağ partiye oy verdiyse sonrakinde bir
sol partiye oy verecekti. Böylece kimseye bağlı kalmıyor kimseyi
ayırt etmiyor, kendince herkese şans vermiş oluyordu. Son seçimde
sağ partiye oy vermişti ve şimdi sıra soldaydı. Tabi bu fikrini
kimseye kabul ettiremiyordu o da ayrı mesele.
“Bu sene sıra kimde? Orhan usta birden Nezih’in seçim
stratejisini hatırlamıştı.
“Sol partide.” Nezih Orhan usta’nın kıs kıs güldüğünü fark
etti. Nedenini biliyordu. Sağ partiye oy verecekler Nezih’e bayağı
veryansın edeceklerdi. Sol partiye oy verenler de öyle. “Aman, boş
ver” dedi Nezih.
“Yarın ki mitinge gidelim mi ha ne dersin?” Bu teklif
Nezih’i şaşırttı. Orhan ustanın daha önce bir siyasi parti mitingine
gittiğini ne duymuş ne de görmüştü. Orhan usta onun şaşkınlığını
fark etmişti. “Ne var canım? Sonuçta herkesi dinlemek lazım. Hem
zaten Taksim Meydanı şurası.” Aslında Nezih de uzun zamandır
siyasi parti mitinglerine gitmemişti, bu fena fikir gibi gelmedi ona.
“İyi de benim oyum belli zaten. Sol partiye vereceğim. O
yüzden onların mitingine gitmeme ne gerek var? Belki daha sonra bir
sağ partinin mitingine gidebilirim.”
“Sen gel. Bana eşlik etmiş olursun en azından. Hem ben
daha kararımı vermedim.” Orhan usta’da siyasi görüşünü belli
etmeyenlerdendi. Soran olursa “ekmek partisi” der geçerdi. Bunca
99
yıllık arkadaşlıkları vardı ve Nezih hala onun siyasi görüşünü
bilmezdi. Gerçi zaten bu konuda bir şey demedikten sonra
karşısındakinin siyasi görüşü zerre kadar umurunda olmazdı Nezihin.
Bu işlerden pek anlamasa da, bu konuların dostlukları bitiren
şeylerden olduğunu biliyordu.
Ertesi sabah erkenden kalmış, apartmanın temizliğini bitirip
binanın önüne çıkmıştı. Orhan usta henüz ortalarda görünmüyordu.
Sandalyesine oturan Nezih bir yandan çayını yudumlarken bir
yandan da Taksim tarafından gelen sesleri dinliyordu. Bazı meşhur
şarkılar, sözleri partiye göre değiştirilmiş halde bangır bangır
çalınıyordu. Günlerden cumartesi olduğu için ortalık nispeten
sakindi. Taksime giden yollar araç trafiğine kapalıydı, bu da ortalığın
daha sakin olmasını sağlamıştı. Mitinge giden insanlar, normalde
araçlara ait olan geniş caddede keyifle yürüyordu.
Sonunda Orhan usta geldi ve iki ahbap kaldırımdan değil de
diğerleri gibi caddenin ortasından yürüyerek ağır ağır meydana
doğru yola koyuldu. Meydanın girişleri polisler tarafından
tutulmuştu. Güvenlik nedeniyle sıkı bir üst baş araması vardı.
Aramadan geçip meydana doğru yürümeye devam ettiler. Otobüs
duraklarının olduğu yere dev bir stant kurulmuştu ve müzik yayını
oradan geliyordu. Meydana yaklaştıkça müziğin sesi de kalabalık da
artıyordu. Sonunda kalabalık, yürünmeyecek kadar yoğunlaşınca
müsait bir yer bulup dikilmeye başladılar. Orhan usta, hemen
yanlarından geçen bir simitçiden iki simit aldı. Bir yandan simitlerini
yerken bir yandan da etraftaki kalabalığa bakıyorlardı. Nezih, Orhan
ustaya baktı. Yüzünün ifadesini görmek ve ne düşündüğünü anlamak
istiyordu ancak Orhan usta’nın yüzünden duygularını anlamak güçtü
doğrusu. Sonra birden birisi arkadan sertçe çarptı Nezih’e. Nezih’in
simidi elinden fırlayıp yere düştü. Nezih arkasını döndüğünde,
çarpan adam pardon diyerek eliyle selam verip kalabalığın içinde
100
ilerlemeye devam etti. Orhan usta da kalabalıktan rahatsız olmaya
başlamıştı açıkçası ancak yapılabilecek bir şey de yoktu.
Sonra sesler yükselmeye ve meydan dalgalanmaya başladı.
Sol partinin genel başkanı, küçük bir otobüsün üstünde meydana
varmıştı. Otobüsün üstündeki insanlar kâh ellerini kâh partinin
bayrağını sallıyordu. Başkan ve ekibi dakikalar sonra güç bela
meydandaki sahneye ulaşmayı başarmışlardı.
Partinin başkanı mikrofonu eline alır almaz birden var
gücüyle “Selam size ülkenin aydınlık insanları” diye haykırdı. İşte
bu, meydandaki insanları coşturmaya yetmişti. İnsanlar ellerini
kaldırıp coşkuyla haykırmaya, ellerindeki bayrakları sallamaya
başladılar. İşte ne olduysa o an oldu. Nezih’in diğer yanında dikilen
bir adam elindeki koca bayrağı kaldırıp sallamaya başladı ancak
adam biraz fazla coşkuluydu ve dirseği bir anda Nezih’in suratında
patladı. Nezih acı içinde yere düşerken Orhan usta önce farkına
varmadı. Neden sonra, yerde debelenen bir şeyi fark etti ve Nezih’in
kalabalığın bacakları altında kıvrandığını gördü. Başkaları da bunu
fark etmişti ki hemen eğilip onu yerden kaldırdılar. Nezih bir eliyle
gözünün altını tutuyordu. “Neyin var Nezih?” diye haykırdı Orhan
usta ama mikrofon başındaki başkanın coşkulu konuşması, halkın
coşkulu karşılıkları yüzünden kendi sesini bile zor duyuyordu. Onu
yerden kaldıranlar tekrar tüm ilgilerini başkanlarına vermişlerdi.
Nezih elini çektiğinde gözünün altında fındık büyüklüğünde
mor bir şişlik gördü Orhan usta. Böyle olmayacaktı. Adam, oy
verdiği partinin mitinginde ruhunu teslim etmeden önce onu buran
götürmek gerekiyordu. Orhan usta yarı sersemlemiş Nezih’in koluna
girip kalabalığı yararak meydandan çıkmak için zorlu bir yürüyüşe
başladı.
“Bunlar delirmiş!” diye haykırdı Nezih. Sonunda şişliye
giden cumhuriyet caddesine çıkmayı başarmışlardı. Kalabalığın ve
101
hoparlörün sesi şimdi daha az rahatsız edici geliyordu kulaklarına.
Polis kordonundaki birkaç polis merakla onlara bakıyordu. Onların
endişesi de bir olayın çıkmış olma ihtimaliydi. Amirlerinden birinin
işaretiyle polislerden ikisi yanlarına geldiler. Biri Nezih’i eliyle işaret
ederek “Neler oluyor iyi misiniz?” diye sordu.
“Sadece küçük bir kaza memur bey. Sorun değil” dedi Orhan
usta. Nezih de elini gözünden çekerek iyi olduğunu göstermek istedi
ancak polis onun yüzündeki morluğu görünce kaşlarını çattı.
Nezih’in elinden tutup yüzüne yakında bakarak “Emin misiniz?
Kavga mı oldu?” diye sordu.
“Birinin dirseği yanlışlıkla yüzüme geldi, hepsi bu memur
bey” dedi Nezih. Memurlar ikna olmuştu sonunda. Orhan usta’da
kalabalıktan, gürültüden fena hırpalanmıştı hani. Gömleği terden
sırılsıklamdı ve nefes nefeseydi. Polisler hala arkalarından bakarken
iki ahbap sendeleyerek sonunda oradan tamamen uzaklaştılar.
“Oh olsun sana! Sen daha oy ver o solculara. Bir
öldürmedikleri kalmış seni ama cidden oh olsun.” Recep Nezih’in
halini görünce hem keyiflenmiş hem de kızmıştı. Sağ partinin açık
savunucusu olan Recep için, her seferinde başka partiye oy verme
fikriyle sol partiye oy verme eşit derecede korkunç fikirlerdi.
“O Allahsız komünistlerden daha ne beklenirdi ki?” Recep,
elinde servis tepsisiyle yanında dikilen Aykut’a aldırış etmeden
bilerek böyle konuşmuştu. Onun sol partiye oy verdiğini biliyordu
ama bugün dalaşma günüydü işte.
“Hop! Ağır ol biraz hocam. Ben Allahsız mıyım şimdi?”
“Orasını bilemem artık.”
“Ulan cenneti sahiplenmişsiniz. Vatanı sahiplenmişsiniz.
Herkes kötü, bir tek siz iyi. Bu nasıl iştir be? Sadece dini değil her
şeyi sömürüyorsunuz siz.” Aykut sinirden kıpkırmızı olmuştu. Recep
hırsla sigarasını yere atıp Aykut’a döndü.
102
“Ulan emekçi işçi dersiniz git bak belediyeye. Bir iş için 5
işçi var. Hepsi de akşama dek üç gram çalışıp bir ton yatıyor. Sizin
emekçi adaletiniz bu işte” Aykut’la Recep şimdi burun burunaydı.
Orhan ustayla Nezih kıs kıs gülerek ikisini izliyordu. Bu ikisi her
seçim böyleydi işte. Seçimden bir süre sonra hepsi unutulur,
siyasetin lafı bile açılmazdı ya o da ayrı mesele.
“Ulan Allah, kitap dersiniz nerede hırsızlık, yolsuzluk
altından hep siz çıkarsınız. Ölsem sağ partiye oy vermem.”
“Emekçi geçinen adamlarınıza bak, hepsi medya devi, hepsi
milyarder. Hani lan sizin sermaye düşmanlığınız. Beni kesseler sol
partiye oy vermem.”
“Hepiniz yontulmamış vahşilersiniz”
“Ulan mitingde adamı nerede öldürüyordunuz. Biz de asla
böyle bir şey olmaz.”
“Ne alakası var? Aynısı sizde de olabilirdi?”
“Kıçımdaki donuma kadar bahse girerim hiçbir şey olmaz.”
“Tamam varım. Gitsin o zaman Nezih. Bakalım sizinkinde
ne olacak?” Birden ikisi de Nezihe döndü. Nezih “hayır” diyecek
oldu ama adamların yüzündeki ifadeyi görünce vazgeçti. İyi bakalım
diye düşündü. Bu cumartesi de sağcıların mitingine gideriz. Onun
için hava hoştu. Böylece Recep’le Aykut’un girdikleri iddia biraz
daha makul bir hale dönüştürüldü, sonuçta Recep’in kıçındaki donu
kim ne yapsın? Eğer nezih bu mitingde de aynı şeyleri yaşarsa Recep
sol partiye oy verecekti. Yok, yaşamazsa Aykut sağ partiye. Tabi
başkası olsa güvenmeleri zor olurdu ama söz konusu olan her
seçimde iki partiye de sırayla oy veren birisi olunca Recep de Aykut
da Nezihe güvenebilirdi.
“Bana bak! Yanlışlıkla ayağına falan basabilirler ya da omuz
atabilirler. Bunlar normaldir. Babanın tarlasında gezinmiyorsun,
miting meydanı orası. Böyle şeyleri büyütmeye gerek yok değil mi?”
103
Aykut da Recep de Nezihe güvenmesine güveniyorlardı. “Bana bak!
Ayağına falan basabilirler ya da omuz atabilirler. Ayıdır bunların
hepsi. Böyle bir şey olursa söyleyeceksin unutma!” Ama yine de
ikisi de tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmiyorlardı.
Böylece Cuma gelip çattı. Nezih’in yapacağı şey basitti.
Yine Taksim meydanına ama bu kez sağ partinin mitingine gidecek,
izleyip dönecek ve başına bir şey gelip gelmediğini söyleyecekti. Bu
komik iddia bir anda herkesin diline düşmüştü. Şimdi herkes kimin
rakip partiye oy vermek zorunda kalacağını konuşup tahminde
bulunuyor hatta yeni iddialar ortaya çıkıyordu. Nezih için hava hoştu
aslında. Sağ partinin de mitingini görmüş olacaktı.
Nezih o gün Orhan ustanın yanında dikilirken Aykut’la
Recep çıkageldiler. Bir şey yumurtlayacakları gelişlerinden belliydi
zaten. “Orhan usta’da seninle gelsin” dedi Aykut. Recep de başıyla
onayladı.
“O niye?” diye sordu Orhan usta ama aslında anlamıştı tabi.
Bir şey olur da Nezih söylemezse Orhan usta gözlemci olacaktı.
Orhan usta’nın liberal olduğunu bildikleri için ondan iyi hakem
düşünülemezdi elbette. Bu fikir Nezihin de hoşuna gitti. Birinin
yanında gelmesi -ki Orhan usta gibi sevdiği, saydığı biri daha da
iyiydi- doğrusu iyi olurdu.
Orhan usta gülüp başını sallayarak “Hayır!” dedi. Bu cevap
herkesi şaşırtmıştı doğrusu. Nezih’in aklına gelen ilk şey adamın
cumartesi sabahı bir işi olduğu onun için hayır dediğiydi. “Bu iş
yorucu bir iş” dedi Orhan usta.
“Salakça bir iddia için güneşin alnında ayakla dikilip,
ezilme, ayağına basılma, suratına darbe alma gibi sayısız tehlikesi
olan bir iş.” Nezih de diğerleri gibi şaşkınlıkla dinliyordu Orhan
ustayı ama sonunda niyetini anladı.
104
“Üstelik aç ve susuz bir halde öyle mi?” Gülüp başını tekrar
salladı Orhan usta. “Hiç niyetim yok. Ne benim ne de Nezih’in.”
Sonra Nezih’e bakıp göz kırptı.
Aykut’la Recep durumu anlamıştı elbette. İstemeye istemeye
ellerini ceplerine attılar. Pazarlık sert ama bir o kadar da komikti. Bir
ara Recep de Aykut da vazgeçecek oldular. “Siz bilirsiniz” dedi
Orhan usta umurunda olmayan bir edayla. “Recep’in sol partiye oy
verirken yüzündeki ifadeyi görmek isterdim doğrusu.” Recep’in
suratı karışırken Aykut’un gözleri ışıldadı birden. Bu sefer Recep’e
dönen Orhan usta “Ya da Aykut muhafazakârlara oy verirken onun
yanında dikilip Allah'a şükretmek unutulmaz bir anı olurdu
herhalde.” Bu kez Recebin yüzünde koca bir gülümseme belirdi.
Böylece pazarlık 80 TL’ ya bağlandı. Nezih inanamıyordu. Bu
paraya krallar gibi bir öğle yemeği yiyebilirlerdi. İşte bu, tüm
yorgunluklarına da itilip kakılmalarına da değerdi. Orhan usta parayı
Nezihe uzattı. Nezih cüzdanına yerleştirdi. Bir ara cüzdanın şeffaf
kimlik kısmında duran seçmen kartına baktı Nezih. Bu seçim
oldukça renkli geçiyordu doğrusu.
Cumartesi sabahı iki adam apartmanın önünde buluştular.
Tıpkı geçen sefer olduğu gibi Taksim meydanından müzik sesleri ve
marşlar duyuluyordu. Tabi bu seferkiler daha milliyetçi tonlardaydı.
Cumhuriyet caddesi yine trafiği kapalıydı ve ikili yine herkes gibi
caddenin ortasından yürümenin o tuhaf zevkini yaşayarak Taksime
doğru keyifle ilerlediler. Meydan bu kez sağ partili taraftarlarca
doldurulmuştu. Polislerin kimlik ve aramalarından geçip meydanda
durabilecekleri uygun bir yer aramaya başladılar. Henüz parti
başkanının gelmesine vakit vardı ama meydan şimdiden hınca hınç
dolmuştu bile. Önce meydandaki metro istasyonunun oraya gittiler.
Her şey oldukça yolunda gidiyordu aslında. İstasyonun duvarlarına
yaslanıp konuşma alanında sahne alan müzisyen ve grupları
105
dinlemeye başladılar. Sonra birden bir el Orhan ustanın burnuna bir
şey uzattı. Bu küçük plastik şişede satılan sulardandı. Orhan usta
gürültüde sesini duyuramayacağı için elleri ve başıyla almayacağım
işareti yaptı. Suyu uzatan esmer genç, kan ter içinde kalmıştı ve
yorgunluktan gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bakıyordu. Çocuk
“bedava” diye bağırdı ve Orhan usta’da ikramı geri çevirmedi.
Çocuk Nezih’e de bir tane uzattı ve koli bitene dek böyle devam etti.
Nezih etrafına bakınca onun gibi bir sürü gencin su dağıttığını gördü.
İşte bu harikaydı. Orhan ustayla gülümseyerek sularını içtiler.
Orhan usta Nezih’in kulağına eğilip “iyice kalabalık olmadan
sahneye yanaşalım, daha iyi görürüz” dedi.
“Daha iyi görüp ne yapacaksın? Sonra annesinden mi
isteyeceksin?” Orhan usta gürültülü bir kahkaha koyuverdi. Az sonra
bizim ikili kalabalığı yavaş yavaş yararak sahneye doğru ilerlemeye
başlamıştı. Nezih öne geçti. Daha genç olduğu için kalabalığı
yarması daha kolay oluyordu. Kalabalıkta kimisi getirdiği bir bayrağı
sallıyor, kimi şarkılara eşlik ediyor kimi de sadece izliyordu. Tek
başına gelen, arkadaşlarıyla gelen hatta sevgilisi ya da eşi ve
çocuğuyla gelenler bile vardı. Sonunda güç bela sahnenin önüne
yanaştılar. Birkaç dakika geçmişti ki kalabalık dalgalanmaya başladı.
Takım elbiseli genç bir partili sahnede heyecanla koşturup
mikrofonun başına geçti. “İşte büyük başkanımız...” demesiyle
kalabalık da sevinçle bağırmaya başladı, bu yüzden adamın lafının
devamı duyulmadı ama partinin başkanının meydana geldiği belliydi.
Başkanın otobüsü meydana giriş yapmış sahneye yan
tarafından yanaşıyordu. Kalabalık coşkuyla otobüsün önüne atlıyor,
korumalar ve polisler de otobüse yol açmaya çalışıyorlardı. Bu sırada
Orhan ustayla Nezih de kalabalığın dalgalanmaları içinde oradan
oraya savruluyorlardı. İkisi de partinin sıkı taraftarı olmadığından
diğerleri gibi bu işten keyif almıyorlardı elbette. Yine de ses
106
çıkarmaları söz konusu olmadığından sessizce katlandılar bu itiş
kakışa. Sonunda başkan kürsüye çıkıp halkı selamladı ve
konuşmasına başladı. Adamın hitabı taraftarlarını bir coşturuyor bir
sakinleştiriyordu.
Sonunda Orhan usta Nezih’in koluna dokundu. Nezih ter
içinde kalmış Orhan ustaya baktı. Adamın gözleri kızarmıştı ve
maraton koşmuş gibi bir hali vardı. Nezih kendisinin de pek farklı
durumda olmadığını tahmin etti. İkisi önlü arkalı kalabalığın yan
tarafına doğru yöneldiler. Partinin başkanı yine vites düşürmüş,
kalabalığı sakin dinleme moduna çevirmişti. Nezih, işte bu iyi fırsat
diye geçirdi içinden. Bu sayede kalabalığın arasından rahatça
ilerliyorlardı.
Tam cumhuriyet caddesi tarafına yaklaşmışlardı ki adamın
sesi yeniden yükselmeye başladı. Kalabalık da başkanın güdümlü
sorularına hep bir ağızdan “Eveeet!” ya da “Hayır!” diye karşılık
veriyordu. Orhan usta omzu üzerinden kısa bir bakış attı arka tarafa.
O da sezmişti anlaşılan. Sonunda başkan vitesi yine “kudurun”a
çevirdi. Kalabalık da öyle yaptı. İnsanlar kollarını kaldırmış
bağırıyor, alkışlıyor, zıplıyor, ellerindeki bin bir türlü şeyi sallıyor,
dalgalanıyordu. Nezih, önünde ilerlemeye çalışan Orhan ustaya
baktı. Adam, Indiana Jones filmindeki tepesine çöken mağaradan
sendeleyerek kaçmaya çalışan filmin kahramanına benziyordu aynı.
Muhtemelen kendisi de aynı haldeydi tabi. Nezihe birden komik bu
halleri. Bir yandan nefes almaya ve kendine yol açmaya çalışırken
bir yandan gülmek hiç de hoş ve kolay bir şey değildi tabi. Böylece
ayağı birine takılıp sendeleyince, normalde kendini kolayca
toparlayabilecekken bu kez yapamadı ve un çuvalı gibi yığılıverdi
yere.
Kalabalık önce anlamadı olanı biteni. Sonra birisi, üzerine
bastığı şeyi tuhaf ama bir “insan kafasına” benzetti. Eğilip baktığında
107
dehşetle öyle olduğunu fark etti ve geri sıçradı. Yanındakiler de fark
etti tabi. Hemen eğilip Nezih’i yerden kaldırdılar. Orhan usta
olanların farkında değildi ve ilerlemeye devam ediyordu. Nezih’in
ilginç bir şekilde hiç canı yanmamıştı ama. Belki olayın şokundandı.
Sonra birden kendisini yerden kaldıran onlarca el onu yukarıya
kaldırıverdi. Nezih şimdi insanların başları üzerinde elden ele
taşınıyordu. Sırt üstü vaziyette yatan Nezih başını kaldırıp ileri
baktığında Orhan ustayı göremedi. Bir şeyler söylemek istedi.
Bağırmaya çalıştı. Ama gürültünün arasında sesini duyuramadı.
Sonra bunun ne kadar müthiş bir şey olduğunu fark etti. Kalabalık
onu elleri üzerinde taşıyarak ilerletiyordu. Tıpkı çakıllı bir yamaçtan
kıçının üzerinde kayarak inmek gibiydi. Nezih şimdi keyifle
gülüyordu. Başını arkaya atıp bu işin devam etmesine izin verdi.
Birkaç saniye sonra onu yere indirdiler. Kalabalıktan çıkmış olan
Orhan usta onu görmüş, gelmesini beklemişti. Nezih yere inince
heyecanla yanına koşup koluna girdi. Birkaç kişi yanlarında durup
Nezih’in iyi olup olmadığını sordu. Nezih başını “iyiyim” diye
sallayınca da tekrar kalabalığın içine döndüler. Orhan usta bir şey
demeden Nezih’i kalabalıktan çıkardı.
Az daha yürüdükten sonra metronun Taksim gezi parkının
metro çıkışındaki çimenliğin kenarında, duvarın dibinde mola
verdiler.
“Şimdi nasılsın?” diye endişeyle sordu Orhan usta. Nezih
eğilmiş derin derin soluk alıyordu. Birden içgüdüyle elini arka
cebine attı. Cüzdanı gitmişti.
Herhalde gürültü olmasa, Nezih’in öfke dolu küfürleri
meydandan bile duyulurdu. “Hangi şerefsiz evladı… Onu bir elime
geçirirsem…” öfkeyle tıkandı, söyleyecek söz, edecek küfür
kalmamıştı artık. Orhan usta yorgunluk ve üzüntüyle bir şeyler
söylemeye çalışıyor, polislerin yanına gitmekten söz edip duruyordu.
108
Nezih gözlerini kapadı. Derin derin nefes almaya çalıştı. Şu başına
gelenlere inanamıyordu. Birden içinden gülmek geldi. Bu karşı
konulamaz bir dürtüydü ve aniden gülmeye başlayınca Orhan usta
biran endişeyle ona baktı. Sonra o da gülmeye başladı. Şimdi ikisi de
katılmış halde sessiz sessiz sarsıla sarsıla gülüyordu. Orhan ustanın
gözlerinden yaşlar geliyordu. Nezih pancar gibi kızarmıştı.
Yanlarından gelen geçen insanlar bu tuhaf ikiliye bakıyor ve hızla
geçip gidiyorlardı.
Bir ara Orhan usta güçlükle “İyi de... Neden... Neden
gülüyoruz biz?” diye sormayı başardı. Nezih bunun üzerine yine
katıla katıla gülmeye başladı. Sonra güçlükle elleriyle bir şeyler
anlatmaya çalıştı. Konuşacak halde olmadığı için elleriyle anlatmaya
çalışıyordu ama Orhan usta bir şey anlamadı.
“Cüzdan...” diyebildi Nezih. Kıkırdamaların arasında “Ne
olmuş cüzdana?” diye sordu Orhan usta. Nezih gözlerini ona dikip
büyük bir güçlükle gülmesini kontrol altına almaya çalıştı “İçinde...
Receplerin parasıyla... Seçmen kartı vardı” İkisi bu kez elleri
karnında Gezi parkının duvarı dibinde yere çöktüler. Orhan usta
öleceğini düşünüyordu, gülmekten ölecekti. Buna emindi işte. Başını
kaldırdığında Nezih’in kusmaya başladığını gördü.
Az sonra ikisi de az ötelerindeki parkın çimlerinde sırt üstü
uzanmış yatıyordu. İki adam boş gözlerle tepelerinde hareketsiz
duran bulutlara, arada geçen martılara konuşmadan bakıyorlardı.
Nezih parasını cüzdanda değil cebinde taşıyan tiplerdendi. Cüzdanda
sadece bir tane kredi kartı, bir de ehliyeti vardı. Kredi kartını da
telefonla hemen iptal etmişlerdi.
“Ee ne olacak şimdi?” diye sordu Orhan usta. Nezih cevap
vermedi. Sonra “Bilmiyorum” dedi. Orhan ustabaşını çevirip “Bu
sene kime oy vereceksin?” diye sordu. Biliyordu aslında sıranın
kimde olduğunu, Nezih’in kime oy vereceğini. Ama yine de birden
109
içinden tekrar sormak gelmişti. Nezih gözlerini kırpmadan
gökyüzüne bakarken gülümsedi. “Hiçbirine.”
110
Doğal Mucizesi
Sıcak bir ağustos günü daha geride kalmıştı. Nezih yorucu
bir iş gününün ardından yorgun, ter içinde eve gelmişti. Karnı da
oldukça acımıştı. Aysel mutfakta akşam yemeğini hazırlarken
mutfaktaki küçük televizyondan akşam haberlerinin sesi
duyuluyordu. Nezih önce soğuk bir duş alıp terinden kirinden
arınmaya karar verdi. Duştan çıktığında Aysel ona seslendi ve
yemeğin hazır olduğunu söyledi.
Az sonra Nezih ve küçük kızıyla karısı her zamanki gibi bir
akşam yemeğinde daha masalarındaki yerlerini almışlardı. Nezih
yine her zamanki gibi bir yandan televizyondaki haberleri izlerken
bir yandan da karısı ve çocuğuyla laflayıp çorbasını kaşıklıyordu.
Sonra Aysel yine her zamanki gibi, çorbadan sonraki yemeklerini
servis etmek için kalktı.
Nezih televizyondan iki bakanın meclisteki kavgasını
izlerken ekmeğinden bir parça böldü ve masadaki salatanın suyuna
111
bandırarak ağzına attı. Meclisteki şu koca adamların herkesin gözü
önünde mahalle karıları gibi kavga etmelerine bir türlü aklı
ermiyordu. Salatadan bir kaşık aldı. Tadı muhteşemdi. Herhalde
bayağı bir acıkmış olmalıyım diye düşündü. Domatesin biberin ve
salatalığın tadı muhteşemdi doğrusu. Aslında bu adamları seçenlerde
yani vatandaştaydı kabahat.
Kızı annesine okuldaki bir olayı anlatırken Nezih de Aysel'in
önüne koyduğu tabağa kısa bir bakış attı. Taze fasulye. Nezih yemek
seçen biri değildi ve bu özelliğinden de gurur duyardı. Bakanların
kavgasını etraftaki milletvekilleri ayırmaya çalışırken bir tanesi
yanlışlıkla yumruğu burnunun ortasına yiyiverdi. Nezih keyifle
güldü. Bu halleri gerçekten komikti. Çatalıyla fasulyeden bir lokma
aldı. Kumandayla başka kanalı açtı. Ve birden durdu.
Fasulye muhteşemdi.
Bunu açıklayacak tek kelime buydu; muhteşem. Fasulyenin
o kendine özgü tadını tüm iliklerinde hissediyordu adeta. Bu da
neydi böyle?
“Aysel?”
“Efendim Nezih?”
Nezih şaşkınlıkla önündeki tabağa bakıyordu. “Bu fasulye
muhteşem olmuş. Ne var bunun içinde?”
Aysel gülümsedi. Ne olduğunu anlamıştı. “Bunlar bizim
fasulyeler” dedi. Bizim fasulyeler mi? Bu da ne demek ki?
Aysel Nezih’in anlamadığını fark etti. “Canım bizim
bahçedeki fasulyeler işte”
Bizim bahçedeki fasulyeler mi? Birden Nezih’in gözü önüne,
dört ay öncesi ve küçük saksılarla domates çekirdeği
büyüklüğündeki tohumlar geldi...
Nisan ayı tüm kararsızlığıyla sürüyordu. Hava bir yağmurlu
bir güneşli oluyordu hatta bazen kar havasını bile hissediyorlardı.
112
Yine de artık havalar oldukça ısınmıştı. Bu yüzden apartmanın
kombisinin petekleri ısıtma fonksiyonunu kapatmışlardı. İzak bey,
cihazın boş yere çalışıp durmasını gereksiz bulmuştu. Evet, havalar
hala serin hatta soğuk sayılırdı ama kışı da geride bırakmışlardı. “Bu
saatten sonra üşüyen kazak giyip öyle çalışır” demişti. Tabi kendi
evinde elektrikli ısıtıcısı yine açıktı ya o ayrı mesele.
Nezih o gün işlerini halletmiş, akşam da Orhan usta gidene
kadar kapıda birkaç arkadaş laflamışlardı. Sonra eve girip üstünü
başını değiştirmişti ki Aysel'i mutfakta yere gazete kâğıtlarını sermiş,
üzerinde bir şeylerle uğraşırken görmüştü. Yerde boş yoğurt kapları
ve büyük sarı bir toprak poşeti vardı. Bir diğeri de içi boşaltılıp
buruşturulmuş halde bir kenardaydı. Aysel'i öyle yere diz çökmüş
görünce önce bir şey olduğunu sandı. Bir mutfak kazası. Aysel'in boş
yoğurt kaplarının içini toprak doldurduğunu görünce içi rahatlamıştı.
“Hayrola Aysel?” dediğinde kadın kısa bir bakış atıp
gülümsemiş “Sağ ol, hoş geldin” demişti. Saksılar ya da yoğurt
kapları toprakla doluydu ve Aysel parmaklarıyla hafifçe üstlerine
bastırıp toprağı sıkıştırıyordu. İşi bitince kabı alıp bir kenara koydu
ve “bir domates daha” dedi.
“Domates mi ektin buna? İyi de bunda büyür mü?”
“Tabi. Bizim kızın ders kitabında gördüm geçen gün.”
“Ders kitabında domates dikmeyi mi anlatıyorlar?”
Aysel sarsıla sarsıla kıs kıs gülmeye başladı. Onun böyle
gülmesi Nezih’in oldum olası hoşuna giderdi. O da güldü ama komik
olan neydi anlamamıştı.
“Bahçe ekonomisi diye bir dersleri var. Orada bitki, sebze
yetiştiriciliğini yazmışlar. Bir de güzel yazmışlar Nezih sorma!
Böyle resimler de çizmişler yanlarına. Çok hoşuma gitti. Dedim ki
bir deneyeyim ben de.”
113
Aysel boş bir yoğurt kabı daha aldı. Çömelmekten bacakları
acıyınca Nezih de oturdu yere. “Önce bunu biraz toprakla
dolduruyorsun.” Sarı renkli toprak poşetinden eliyle bir kaç avuç
toprağı kaba koydu. “Sonra tohumları atıyorsun ama hepsini değil ve
aralıklarla.” Şimdi avuç içi büyüklüğünde zarf kadar ince bir kâğıdı
almıştı. Kâğıdın üzerinde kırmızı, tombul domateslerle dolu bir
domates salkımı resmi basılıydı.
“İyi de bunlar bahçe de yetişmez mi?” Aysel güldü. Bu işi
iyice araştırıp öğrendiği belliydi. “Evet, ama önce fide olmaları
lazım.” Kâğıttan avucuna domates çekirdeği büyüklüğünde siyah
tohumlar döküldü. Hepsi 10–15 kadardı. Aysel tohumlardan ikisini
yuvarlak yoğurt kabının iki uzak köşesine bıraktı. Gerisini kâğıt
ambalajın içine geri koydu.
“Şimdi tekrar torf ekliyoruz?”
“Ne ekliyoruz?”
“Torf. Bir çeşit gübreli, yumuşak toprak bu.” Aysel saksının
ağzına dek torfu dökerek tohumların üzerini kapattı, sonra da az
önceki gibi parmaklarıyla hafifçe toprağı sıkıştırdı. Saksıyı
diğerlerinin yanına koydu. Önceden hazırladığı bir sürahi suyu
yavaşça üzerlerine dökerek ilk sulamalarını yapmış oldu.
Nezih gülerek ayağa kalktı. “Demek domates yetiştireceksin
ha? Hadi bakalım.” Aysel yerdeki diğer kâğıt ambalajları göstererek
“Sadece domates değil. Bu salatalık, bu biber, şuradaki maydanoz, şu
fasulye, kabak...” Nezih şaşkınlıkla Aysel'e baktı. Anlaşılan bu işi
bayağı heves etmişti. Yine de bunların yetişmesi bir hayalden ibaret
gibiydi.
“Bunlara kaç para verdin sen?” En merak ettiği şey de bu
hevesin kaça patladığıydı.
“Tanesi 1,5 lira.” dedi Aysel yeni bir kap alırken.
114
“Nasıl yani. Zarftaki her biri mi? Kutusu mu?” Aysel
Nezih’e bakıp güldü. “Tabi ki zarfı.”
İyi. En azından ucuz diye düşündü. Böylece bu konuda
endişe edecek bir şey kalmamıştı. Toprakla, toprak işleriyle pek işi
olan biri değildi Nezih. Bitkilerden ve topraktan anlamazdı. Bir süre
sonra da saksıları tamamen unutmuştu bizimki.
Günler geçip giderken mutfaktaki saksılar Nezih’in ilgisi
dışında öylece duruyorlardı. Bir ara onları görür gibi olmuştu yine.
İnce birer filiz halinde çıkmışlardı saksıdan. Bir çimenden daha uzun
ve güçlü görünmüyorlardı. Sonra ise hayatın koşturmacası içinde
hala mutfakta durup durmadıklarını bile hatırlamaz oldu.
Sonra gerçekten de görmedi onları Nezih. İşin aslı, bu sırada
Aysel’in onları daha iyi güneş almaları için arka bahçeye çıkarıp,
yere, duvarın dibine koymasıydı. Nezih birkaç kez, bahçeye bir şey
almak için çıktığında, duvarın dibinde büyüyüp boy atmış bazı
bitkiler görmüştü ama onları Aysel’in saksıda yetişen çiçekli bitkileri
sanmıştı. Sonraki bahçeye çıkışında duvarın dibindeki saksılar boştu.
O da bitkilere ne olduğunu hiç merak etmemişti. İşin aslı, fideler
iyice büyüyünce, Aysel onları saksıdan alıp bahçenin güneş alan bir
yerinde toprağa dikmişti, sonuçta artık toprakta yetişebilecek güce
ulaşmışlardı.
Bizim fasulyeler. Bizim bahçedeki fasulyeler. Buna
inanamıyordu. Dayanamayıp yerinden kalktı. Mutfak penceresinden
arka bahçeye baktı. Bahçenin ilerisinde, ekili alanı görünce gözlerine
inanamadı. Bir metre boyunda tahta sırıklar vardı ve etrafında da
dolanmış yukarı çıkan... Fasulyeler. Sırıkların dibindeki toprak,
çeşitli yeşil bitkilerden, yapraklardan görünmüyordu. Dayanamadı.
Kapıyı açtı. Kapının önündeki terliği giyip bahçeye çıktı.
115
“Nereye gidiyorsun?” diye gülerek arkasından seslendi
Aysel. Sonra kızıyla ikisi de gülüşerek Nezih’in arkasından bahçeye
çıktılar.
Nezih yere çömeldi. Sırıkların arasındaki fasulyelere baktı.
Sonra yerdeki daha kısa boylu, koyu yeşil yapraklı fidelere elini
uzattı. Yaprakların arasındaki yeşil bir biberi fark edip ona dokundu.
Yaprakların arası olgunlaşmaya başlamış biberlerle doluydu. Daha
kısa boylu, toprağa yakın büyümüş başkaları dikkatini çekti. Elini
uzatıp, bakalım bunların arasında ne var diyerek yaprakları araladı.
Kızarmaya başlamış salkım domatesler. Gülümsedi. İrili ufaklı o
kadar çok domates vardı ki burada. Hemen yan taraflarında yine
toprağa yakın, daha seyrek yapraklı başka bitki grubu vardı. Merakla
onlara yaklaştı. Yaprakların dibindeki şeyler salatalıktı. Birden
burnuna gelen inanılmaz kokuları fark etmeye başladı. En son ne
zaman bu kadar doğal, taze bir koku almadığını düşündü. Derin bir
nefes aldı. “Harika kokuyor değil mi?” diye sordu Aysel. Sonra
uzanıp henüz tam kızarmamış bir domatesi kopardı. Nezihe uzattı ve
“koklasana” dedi.
Nezih domatesi aldı. “Bir domates nasıl kokabilir ki” diye
düşünürken birden zihninin durduğunu hissetti. O koku. Onu tarif
etmek imkânsızdı. Acı ve ekşi karışımı, sert, canlandırıcı, insana
gözlerini kapattıran o muhteşem koku. Birden domatesin, “gerçek
domatesin” nasıl koktuğunu unutmuş olduğunu anladı. Bu kokuyu
herhalde en son çocukken koklamıştı. Artık domatesler böyle
kokmuyordu. “Vay canına” dedi ve büyülenmiş gibi Aysel’e baktı.
“Bütün bunları nasıl yaptın?”
“Tohumları saksıya ekmiştim ya! Bunlar onlar işte”
Nezih elindeki domatese bakarken gülümsemesi dondu
yüzünde. “İyi de bunu erken kopardın. Ölüp gidecek şimdi. Hay
Allah!”
116
Aysel uzanıp domatesi aldı. “Hayır, canım ölmeyecek.
Çünkü onu da turşu yapacağız.” Aysel eliyle arka tarafı daire
kapısını işaret etti. Tahta dolabın içinde cam kavanozlar, içlerine
girecek turşuluk sebzeleri bekliyorlardı. “Böylece kışın da bu
güzellikleri yemeye devam edeceğiz.”
Turşu. Tabi ya.
“Bayılırım!” Recep gözlerini kapamış, o an sanki dünyanın
en lezzetli turşusuyla sevişiyor gibi bir hali vardı.
“Evde yapılan turşu. İşte en lezzetlisi odur.” Orhan usta’da
Recep’e hak veriyordu. Nezih dün akşam yediği yemeği ve bahçede
gördüklerini anlatınca hepsi de özledikleri şeyleri hatırlayıvermişti
birden.
“Aysel’in onlarla uğraştığından haberim bile yoktu.”
“Çok da dinlendirir toprak işleri. Bütün elektriğini,
yorgunluğunu alır götürür” dedi Recep.
Orhan usta söz ister gibi parmağını kaldırdı. “Reçel!”
“Eveeeet.” Diyen Recep yine gözlerini kapatmış, yine
sevişme moduna geçmişti. “Ev yapımı çilek reçeli. İşte o ömrü bile
uzatır adamım.”
Nezih şaşkındı. Meğer bu iş apayrı bir dünyaymış. Gittikçe
bu işten hoşlanmaya başlıyordu. O akşam eve girince ilk işi bahçeye
çıkmak oldu. Domatesler, biberler, fasulyeler, salatalıklar büyümeye
devam ediyordu. Pek anlamasa da yine de aralarında çömelip dolaştı.
Yaprakların arasına baktı. Olgunlaşan bir kaç tanesini kopardı.
Zamanın nasıl geçtiğini ancak hava kararmaya başlayınca fark etti.
Çömeldiği yerden bitkilere baktı. Koku inanılmazdı. Ellerine baktı.
Sonra ellerini kokladı. Domates yapraklarının, salatalıkların kokusu
ellerine sinmişti. Ve bu koku gerçekten inanılmazdı. Kendini çok iyi
hissetti. Dinlemiş ve rahatlamış. Aysel mutfak penceresinden onu
117
yemeğe çağırdı. Yavaşça kalkıp içeriye girerken bu işle ilgilenmenin
belki de sandığı kadar zor olmadığını düşündü.
“Bence çilek de ekmeliyiz” dedi. “Böylece reçelini de
yapabiliriz.” Aysel şaşırmış bir halde ona baktı. Eşini tanırdı. Onun
toprak işlerinden anlamayan, bu işlerle pek ilgisi olmayan biri
olduğunu en iyi o bilirdi. Nezih’in şimdi bu ilgisi ilginçti gerçekten.
“Komposto da yapabiliriz” dedi kızı Nimet. Komposto. Tabi
ya. Kendi bahçelerindeki meyvelerden komposto!
“Haklısın tatlım” dedi gülerek. “Yarın ilk iş gidip çilek
tohumu alacağım. Nereden almıştın onları Aysel?”
Aysel olumsuz bir şekilde başını salladı. “Ne yazık ki
mümkün değil bu” dedi gülümseyerek.
Ertesi gün lunapark hayali kuran bir çocuk, olumsuz yanıt
alınca ne hissederse onu hissetti Nezih de. “Nasıl yani? Nedenmiş o?
Aysel, Nezih’in boşalan tabağını almak için uzandı. “Çünkü
geç kaldın canım” dedi.
“Neye geç kalmışım?”
“Mevsimi geçti Nezihçiğim. Hepsinin bir mevsimi var ve
mevsiminde ekersen olur.” Mevsiminde ekmek. Yeni bir şey daha...
“Peki, şimdi ne ekebiliriz?”
Aysel bir an kaşlarını çatıp düşündü. Kalkıp yemek
tenceresini masaya getirdi. “Aslında çok şey var ama tam
bilmiyorum. Araştırmak lazım. Ben sadece fasulye, domates falan
yani bahçedekilere bakmıştım. Ama yüzlerce şey olabilir. Kışın bile
bir şeyler ekiyorlar. Turp, havuç gibi şeyler olabilir” Kışın bile
toprağa bir şey ekip alma fikri müthişti. Bu toprak ana nasıl bir şeydi
ki yaz, kış ürün veriyordu? Üstelik ne kadar şanslıydılar ki İstanbul
gibi bir büyük şehirde yaşayıp bir şeyler ekebilecekleri bir bahçeye
sahiptiler. Çoğu insanın hayalini kurup ta sahip olamadığı bir şeydi
bu.
118
“Bizim kullanabileceğimiz bir bahçemiz var ve onu hiç
kullanmıyoruz” dedi Nezih dalgın bir şekilde.
“Evet, baba, bahçeye her şeyi ekebiliriz” dedi Nimet. Her
şeyi ekebilirlerdi gerçekten de. Üstelik onlara dadanacak sincap falan
da olmazdı burada.
“Hem daha ucuza gelir” dedi Aysel, yemeğine karabiber
ekerken. Doğruydu. Yani neredeyse her gün yedikleri sebzeye,
meyveye para vermemek bir başka müthiş fikirdi. Sonra aklına daha
da müthişi geldi. Onları satabilirlerdi de. Keyifle gülümsedi Nezih.
Artık yeni bir alışkanlığı vardı Nezih’in; toprakla uğraşmak.
Gün ne kadar yorucu, stresli geçerse geçsin, canını sıkan nasıl bir
olay olursa olsun, gün batmadan önce bahçede geçirdiği vakit tüm
yorgunluğu, stresi alıp götürüyordu. Bazen gün içinde yorulmadığı
kadar bahçede yoruluyordu. Toprağı belliyor, tohum atıyor,
çapalıyor, ayrık otları yoluyor, yaprakları temizliyor, toprağı suluyor,
bunları yaparken bazen cidden kan, ter içinde kalıyordu. Ama tuhaftı
ki bahçede ne kadar yorulursa gece de o kadar huzurlu uyuyordu.
Rüyasında bahçeye dadanan tavşanlarla boğuşuyordu Nezih.
Ya da fasulye topluyordu. Sabah da oldukça dinç uyanıyordu. Bu
halini Orhan usta da fark etmişti.
“Yüzüne can gelmiş senin” dedi Nezih’e bakıp
gülümseyerek. Sonra ciddileşti birden.
“Len, sen kilo mu verdin?” Nezih elleriyle göbeğini yokladı.
Öyle mi olmuştu gerçekten? Hiç farkında değildi ama sanırım
gerçekten birkaç kilo vermişti. Üstelik iştahı falan da yerindeydi.
“Toprakla uğraşmaktan herhalde” dedi o da gülümseyerek.
“Bu işi sevdin anlaşılan.”
“Evet, sanırım öyle. Oysa toprakla hiç aram yoktur. Ya da
öyle sanıyordum.”
119
“Yaa, toprak öyledir işte. Çeker adamı kendine” Toprak
adamı çekiyordu gerçekten. Gönüllü köle olarak kendisine
çalıştırtıyordu adamı. Ama doğrusu karşılığını da ödüyordu. Hem de
her şekilde.
“Yahu, insan bir şeyler getirir bahçesinden. Biz de görürdük
şu bahçenin nimetlerini.” Bu Nezih’in hiç aklına gelmemişti. Ayıp
etmişti doğrusu. “Tamam tamam. Getiririm merak etme. Gör
bakalım nasıl lezzetliymiş bizim bahçenin mahsulü.
Ertesi gün öğleden sonra kucağında büyük bir plastik kap
çıkageldi Nezih. İçi bahçeden toplayıp yıkadığı domates ve
salatalıkla doluydu. Bankadan kafasını uzatıp Recep’i kaş göz
işaretiyle çağırdı. Orhan usta keyifle sırıtıyordu. Recep telefonla
Aykut'a da haber vermişti. Az sonra dört kafadar sebzelere tuz ekip
mideye indiriyordu.
Aykut, “gerçek domatesin tadını unutmuşuz be!” dedi,
ağzının kenarlarından akan domates suyuna aldırmadan. Recep’te bir
salatalığı büyük bir gürültüyle yerken başını sallayarak onayladı.
Orhan usta da çakısıyla bir domatesi ikiye bölmüş içine tuz ekiyordu.
Yarım domatesi Ağzına götürüp şapırdatarak suyunu emmeye
başladı. Sonra birden yüzünü buruşturup başını sallamaya başladı.
Gören dilini ısırdı falan sanırdı. Ama aslında zevkten kendinden
geçmek üzereydi. “Domatesin o acı tadını özlemişim gerçekten” diye
mırıldandı.
Nezih, arkadaşlarının beğenmelerine sevinmişti. Akşam
olanları Aysel'e anlattı. Aysel asıl Nezih’in bu işten hoşlanmasına
sevinmişti. Nezih şimdi reçellerden, kompostodan, turşudan, bunları
satmaktan bahsediyordu. Nezih artık akşam eve gelir gelmez
doğrudan bahçeye çıkıyor, bitkilerle ilgileniyordu. Gün içinde de ara
sıra bahçeye çıkıp bakıyordu ama asıl akşamları ilgileniyordu
bahçeyle.
120
Aysel, Nezih’in şu “satış” lafından pek hoşlanmamıştı aslına.
Kocasını tanıyordu. Ne zaman böyle bir ek işe kalkışsa mutlaka eline
yüzüne bulaştırıyordu Nezih. Allah bazı insanları tüccar olarak
yaratmamıştı, bu kesindi. Onlardan biri de kocasıydı. Gerçi tanıdığını
sandığı kocasının sonradan toprağa merak salacağını söyleseler buna
güler geçerdi ya... Demek ki içinde varmış diye düşündü.
Nezih yine bir akşam işten eve gelmiş ve doğruca arka
bahçeye çıkmıştı. Aysel o sırada evin içinde bir şeylerle uğraşıyordu.
Karısına seslenip geldiğini haber verdi. O gün cidden yorucu bir
gündü ve toprakla, bitkilerle biraz ilgilenip kafasını dağıtmak için
can atıyordu. Bahçeye çıkıp bitkilerin yanına gittiğinde bir şey fark
etti. Domateslerin ve marulların yaprakları solgun görünüyordu. Az
ötedeki kabaklara baktı. Onların da yaprakları sararmıştı. Bu işe canı
sıkıldı. Aysel'e seslendi. Aysel mutfakta yemek hazırlıyordu. Kadın
ellerini silip kapıya çıktı. “Ne var Nezih?”
“Bunlara bugün su vermedin mi?”
“Sabah verdim hepsine” E o zaman niye böyleydi bunlar?
Belki de suları az gelmişti.
“Yaprakları solgun görünüyor” diye seslendi Nezih. Aysel
bahçeye çıkıp yanına geldi.
“Belki de az geldi suları” dedi Nezih. Aysel onun yanından
eğilip bitkilere şöyle bir baktı. “Ya da belki de çok verdik” dedi. Çok
vermek mi? Bahçeyi sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez
suluyorlardı. Üstelik birbirlerinden habersiz üst üste su
vermiyorlardı.
Günde iki kez sulamak yetmiyor muydu acaba? Yoksa fazla
mı geliyordu? Denemekten başka çare yoktu. “Günde bir kez
sulayalım istersen” dedi Aysel. “En azından bir deneyelim.” İhtiyaç
duydukları suyu topraktan ya da İstanbul’un nemli havasından
alabilirlerdi pekâlâ. Sonuçta burası kurak bir toprak parçası
121
sayılmazdı. Bu oldukça mantıklı geliyordu kulağa. Böylece bahçeyi
günde bir kez sulamaya başladılar. İlk başta bir değişiklik olmadı.
Bitkiler hala baygın haldeydi. Nezih birkaç gün sonra bir öğle arası
bahçeye çıktı. Gördüğü manzara onu şok etti. Yapraklar sararıp
kurumaya ve dökülmeye başlamıştı. İçinden küfretti. Az sonra Aysel
de gelmişti. “Sanırım su yetersiz geliyor” dedi kadın. En iyisi suyu
artırmak gibi görünüyordu. Böylece günde iki kez bolca sulamaya
başladılar.
Birkaç gün sonra yine bir öğle arası evin içinden geçip
bahçeye çıktı Nezih. Bitkiler kendilerine gelmiş görünüyorlardı.
Yapraklar tekrar canlanıp yeşillenmeye başlamıştı. Aysel'i çağırıp
başarılarını birlikte izlediler. Bu keratalar çok sudan hoşlanıyorlardı
işte ve bunu bir doktorun hastasındaki rahatsızlığı tespit etmesi gibi
tespit etmişlerdi. İkisi de neşeyle işine döndü.
Birkaç gün sonra bir akşamüzeri Nezih bahçeye çıktı. Aysel
de o sırada bahçedeydi. Her zamanki gibi olgunlaşmış meyve ve
sebzeleri toplamaya çıkmıştı. Yalnız bu kez topladığı ürünleri
koyduğu plastik selesi boştu. Herhalde yeni başladı toplamaya diye
düşündü Nezih. Yanına gittiğinde Aysel’in yüzü asıktı. Kadın
yaprakların arasında boğuşuyor, aralarda kalmış sebze var mı diye
bakınıp duruyordu. Sebzeler azalmış gibiydi gerçekten. Oysa
yemyeşil ve büyümüş göründükleri kesindi.
“Neden hiç sebze yok?” diye sordu Nezih. Aysel durup
düşünceli bir şekilde sebzelere baktı. Hiç bir fikri yoktu. Başta güzel
güzel ürün veriyorlardı ancak şimdi yemyeşil ve büyümüş halde
olmalarına rağmen meyve vermiyorlardı. Bir yerlerde bir yanlışlık
vardı ama ne?
Orhan usta her zamanki gibi simit arabasının başındaydı.
Yanında Recep de vardı. Adam kâh gelen müşterilere simit satıyor
kâh Recep’le laflıyordu. Nezih selam verip yanaştı yanlarına.
122
“Hayrola Nezih, artık tarladan bir şey getirmez oldun.” dedi
Orhan usta. Diğerleri de gülüştü. “Ne o kışa mı stok yapıyorsun
yoksa?” diye takıldı Recep.
“Artık ürün vermiyor bitkiler” dedi Nezih. Sonra da çıkarıp
bir sigara yaktı. İşte bu ilginç bir haberdi. “Nasıl yani?” diye sordu
Recep. “Ürün veren bitki sonradan üründen neden kesilsin ki?”
“Ah bir bilsem?” dedi Nezih.
“Suyunu falan veriyor musun?” diye sordu Orhan usta.
Elbette veriyordu. “Belki de az veriyorsun ondan büyümüyorlar.”
Nezih durumu anlattı. Az su verişini, sonra da çok su verişini,
hepsini anlattı. O sırada elinde yemek servisi yaptığı büyük tepsiyle
Aykut da geldi yanlarına. “Hayrola millet, ne kaynatıyorsunuz
böyle?” Sonra Nezih’e dönüp “Çiftlik ağası sevgili Nezih! Artık
meyve, sebze getirmez oldun bize” diye o da takıldı.
Ancak nezih’i yüzünden adamın keyifsiz olduğunu anladı
hemen. “Hayrola yahu? Bir şey mi oldu? Biri mi öldü?” Üç adam da
kara kara düşünüyordu. Sonunda “Bitkiler artık sebze vermez olmuş”
diye durumu Aykut’a açıkladı Orhan usta. “Suyunu azaltmış,
artırmış ama değişen bir şey olmamış” diye de ekledi.
“Peki, gübre verdin mi?”
Birden üçü de başlarını kaldırıp Aykut’a baktı. Gübre mi?
Bu Nezih’in hiç aklına gelmemişti.
“Yahu sen saksıda çiçek yetiştirmiyorsun. Bahçede, toprakta
koskoca sebzeler yetiştiriyorsun. Gübresiz dayanabilir mi hiç o
bitkiler?” Aykut’un bu işlerden anladığını hiçbiri de bilmiyordu
doğrusu ama sözleri mantıklıydı gerçekten.
“İyi de şehrin ortasında nereden gübre bulacak bu adam?”
diye sordu Orhan usta.
123
“Senin yakınlarda danaların falan varsa boklarını toplayıp
kurutalım da gübre yapalım.” dedi Recep imalı bir şekilde. Aykut
Recep’e kaşlarını çatıp tepsiyi vuracak gibi havaya kaldırdı.
“Hiçbir yerden bulamıyorsan apartman boşluğunda güvercin
de mi yok?” diye hırladı Aykut. Ne demek istediğini başta anlamadı
Nezih. Güvercin pisliği. Tabi ya! Peki ya güvercin pisliği gübre olur
muydu ki?
“Ne diyorsun sen? Hem de en iyisidir güvercin pisliği” dedi
Aykut. Tamam diye düşündü Nezih. Yapılacak şey güvercin pisliği
toplamak. Yalnız kendi apartmanlarının apartman boşluğunda
güvercin yaşamıyordu. O yüzden diğer apartmanlara bakması
gerekiyordu.
Böylece güvercin pisliği arama çalışmaları başladı. Hepsi de
bir yandan etraftaki irili ufakları apartmanları araştırıyor,
kapıcılarına, hizmetlilerine soruyor ve apartman boşluğunda
güvercin yaşayan binaları tespit etmeye çalışıyorlardı. Buldukları
binaya da Nezih elinde bir çuvalla gidiyor ve toplayabildiği kadarını
toplayıp çıkıyordu. Sonra da çuvaldaki gübreyi götürüp bahçesindeki
bitkilerin toprağına döküyordu.
Çevredeki binalar bitmiş ama Nezih’in topladığı gübre yarım
çuvalı geçmemişti. Etrafta artık eskisi kadar güvercin yaşamadığını
da ilke kez o zaman fark etti. Oysa eskiden ne kadar çoklardı.
Mecburen çapı genişletti Nezih. Daha geniş bir çevredeki binaları
dolaşmaya başladı. Tabi böyle olunca tanıdığı insanlar da azalıyordu.
O yüzden bazıları ona direk “Hayır!” diyerek binadan içeri bile
sokmuyordu. Aradan geçen bir hafta ve zahmetli aramalar sonunda
Nezih bahçesindeki ekili alanın toprağını yeterince örtecek kadar
gübre toplamayı başarmıştı.
Sonuçlar müthişti. Gübre ekildikten bir hafta kadar sonra
meyve ve sebzeler yeniden tomurcuklanmaya ve büyümeye
124
başladılar. Hem de ne büyüme... Artık daha hızlı ve daha iri
büyüyorlardı. Ama asıl ilginci tatlarıydı. Tatları kelimenin tam
anlamıyla “muhteşem”di. Öyle ki, ilk çıkan sebze ve meyveler bile
bunların yanında marketlerdeki hormonlu sebzeler gibi kalıyorlardı.
Bir dışkının bir meyve ya da sebzenin tadını bu kadar
güzelleştireceği kimin aklına gelirdi?
Böylece Nezih’in bahçesi tekrar o müthiş havasını
yakalayıverdi. Nezih de bu güzelliklerden istifade etmesi için
büyüyen sebze ve meyveleri yine eş, dostla paylaşmaya başladı. Bu
küçük sebzelik hem Aysel’in hem de Nezih’in huzur ve dinlenme
kaynağı olmuştu artık. Pazar günleri sebzelerle daha rahat ilgileniyor
onların yanında oturup piknik bile yapıyorlardı.
Yine bir hafta içi akşamüstü Aysel, bahçeden gelen kuş
seslerini dinleyerek mutfakta yemek yapıyordu. Kuş sesleri bir süre
sonra artınca ilgisini çekti. Bahçe kapısını açar açmaz birkaç kuş
sesten ürküp uçuşuverdi. Yalnız bir sorun vardı. Kuşlar, sebze
bahçesinden yükselmişti. Aysel bahçeye çıkıp ekili yere gitti.
Sebzelere bakmaya başladı. Evet, korktuğu gibiydi. Birkaç domates
kuşlar tarafından gagalanmıştı. Canı sıkıldı. Hemen elleriyle
yaprakları eşeleyip başka sebzelere de baktı. Salatalıklarda, su
kabaklarında hatta biberlerde bile kuşların izi vardı. İşin acı tarafı,
bir sebzeyi birkaç yerinden gagalayıp bırakmış olmalarıydı. Yemeği
bol bulup israf etmiş gibiydiler.
Bir süre sonra Nezih eve geldiğinde onu bahçeye götürüp
olanı biteni gösterdi. Kuşları her zaman seven Nezih birden onlara
karşı öfke duydu içinde. Buralarda sincap, tilki yok diye seviniyordu
ama onlar yoksa da kuşlar vardı işte. Eliyle alnında biriken terleri
silip düşünmeye çalıştı. Bu işte bir çare bulmalıydı.
125
O akşam Nezih bir yandan yemeğini yerken bir yandan da
düşünüyordu. “Bir korkuluk yapalım o zaman” dedi Aysel. Bu iyi
fikirdi. Tabi işe yararsa.
“Neden yaramasın canım?” Kızları Nimet bir yandan
yemeğini yerken bir yandan bu konuşmayı dinliyordu.
“Yahu, korkuluk köyde, tarlada işe yarar. Orada fazla insan
görmüyorlar. Bunlar şehirli kuş İnsana alışık.” Aysel birden gülmeye
başladı. Nimet de gülüyordu. Nezih neden güldüklerini anlamadı
önce. “Şehirli kuş” diye bağırdı Nimet kahkaha atarken.
“Sanırım haklısın” dedi Aysel. “Hareket etmediğini görünce
yavaş yavaş yaklaşırlar bunlar. Şehirli kuş...” yine gülmeye başladı.
Nezih de güldü.
“Korkuluk işe yaramazsa başka ne yapacağız? Belki üzerine
yanıp sönen ışıklar asmalıyız.” Bu fena fikir değildi. Üzerinde yanıp
sönen ışıkları olan bir korkuluk tam bir şehirli korkuluğuydu işte.
Tabi o zaman ne kadar elektrik gelirdi kim bilir?
Ertesi gün öğleden sonra işler biraz hafiflemişti. Nezih
kapının önünde Orhan ustayla oturmuş laflıyordu. Orhan ustanın o
gün pek müşterisi yoktu, o da simit arabasını apartmanın kapısının
önüne çekmişti.
“Demek kuşlar dadandı senin tarlaya ha!” Orhan usta bu
işlerden herhangi bir şehirli kadar anlıyordu o yüzden pek bir fikir
gelmiyordu aklına. Onun da verebileceği tek öneri bir korkuluk
olmuştu. Sonra içeriden Aysel göründü. Elinde bir demlik çay vardı.
“Oh be, işte bu iyi oldu” dedi Nezih. Çayı görünce iki adamda
sevinmişti. Aysel gidip bir tepsiyle çay bardakları ve şekeri getirdi.
“Bence korkuluk pek işe yaramaz” dedi Orhan usta. O da
aynı şeyi düşünmüştü. Bunlar insana alışık şehirli kuşlardı. Blöfü
kısa sürede göreceklerdi. Aysel hepsine birer bardak çay uzattı.
Kendisi de bir tane alıp kapının önündeki tabureye oturdu.
126
“Belki kızın kitabında bir şeyler vardı” dedi Aysel. İki adam
da ona baktı. “Sebze yetiştirme konusunu Nimetin kitabında
görmüştüm” dedi. Olabilir miydi? Nezih heyecanla kalkıp içeri
koştu. Az sonra elinde kitap dışarıdaydı. Aysel kitabı Nezih’ten alıp
sayfaları çevirmeye başladı. İki adam da heyecanla Aysel'in çevirdiği
sayfalara bakıyordu. “İşte” dedi Aysel parmağıyla bir sayfayı işaret
ederek. Sayfada bahçede sebze ve bitki yetiştiriciliği üzerine şekiller
ve fotoğraflar da vardı. Aysel satırları okumaya başladı. Sonra öteki
sayfayı çevirdi. Yan sayfaya geçti. Sonra diğer sayfayı açtı. Yoktu
işte. Kahrolası şehirli kuşları kaçıracak bilgi bir çocuğun okul
kitabında ne arardı zaten. “İşte burada!” dedi Aysel. İki adamla
heyecanla sayfaya eğildi. Aysel okumaya başladı.
“Sebzeleri ve bitkileri yabani hayvanlardan korumak için
korkuluk etkili bir yöntemdir.” İki adam da homurdanarak
doğruldular. Ama Aysel devam etti. “Ancak daha küçük alanlarda
yapılan ekim işleri için alanın etrafına ve üzerine plastikten bir sera
inşa edebilirsiniz.” Tabi ya. Sera. İyi de sera inşa etmek kim bilir
kaça patlardı. “Buna paramız yetmez” dedi Nezih. Ümitsizliğe
kapılmaya başlamıştı artık. Başını sallayıp doğruldu. Caddeden gelen
geçene bakıp çayından bir yudum aldı. Orhan usta da kalkıp kendi
sandalyesine oturdu. O da düşünüyordu ama onun da aklına bir şey
gelmiyordu. Nezih başını kaldırıp yukarıda uçuşan kuşlara baktı.
Kahrolası kuşlar diye düşündü. Aslında onların bir suçu yoktu. Onlar
sadece kuş gibi davranıyordu işte. Kuşlara kızmak ona birden aptalca
göründü. Hala başını kaldırmış gökyüzünde süzülen kuşlara
bakarken birden bir şey fark etti. Çok hafif, göz ucuyla bir şey gördü.
Tepesindeki binanın katlarından birinden, bir camdan görünüp
kaybolmuştu. Olduğu yerden kaldırımın ortasına doğru yürümeye
başladı. Başı hala yukarıdaydı. Aysel’le Orhan usta şaşkınlıkla
127
Nezih’e baktı. Sonra ikisi de başlarını kaldırıp yukarı baktılar ama
bir şey anlamadılar.
Nezih kaldırım ortasındayken şimdi daha net görebiliyordu.
Bir tül perde... Dairenin birinden, açık bir pencereden uçuşan bir tül
perde… İşte buydu. Nezih şaşkınlıkla kendisine bakan Orhan ustayla
Aysel'e gülümsedi.
O akşam Aysel bohçaları dolapları açtı, kullanmadığı eski tül
perdelerini aradı. Sonunda iki tane buldu. Ertesi gün öğle arasında
Nezih, marangozun birinden beş adet her biri iki buçuk metrelik sırık
aldı. Akşam eve döndüğünde yanında yardımcı olarak Recep’le
Orhan usta da gelmişlerdi.
Aysel onlara naneli limonata hazırlarken üç adam işe
koyuldular. Seranın dört köşesinde sırıkları düzgünce yere gömdüler.
Beşinciyi de diğerlerine göre biraz daha yüksekte kalacak şekilde
seranın tam ortasına diktiler. Yalnız bir sorun vardı. Aysel’in verdiği
iki tül perde yetmiyordu. Tül perdeler seranın etrafını kapatıyordu
ama üstü açık kalıyordu. Üste örterlerse de yanlar açık kalıyordu.
Üste örtmeye karar verdiler. Yan taraflar için Nezih mecburen gidip
tül perde satın alacaktı artık.
Limonatalarını içerlerken Recep “Tül perde kaç para acaba?”
diye sordu. Hiçbiri bilmiyordu. Hepsi de Aysel’e baktı. Aysel
kararsız bir şekilde başını salladı.
“Tül perde almayalı uzun zaman oldu, o yüzden bilmiyorum.
Ama kalitesine göre, işlemesine göre değişir sanırım” dedi. Üç adam
da onaylar şekilde başlarını salladı. “O zaman en ucuzu neredeyse ki
muhtemelen Aksaray’da falan olur, gidip oradan alacaksın” dedi
Orhan usta.
“Tül perde şart mı?” diye sordu Recep. Bir yandan da
limonatasının kalanını içip ağzını keyifle şapırdatıyordu. Biranda
hepsi ona baktı. Önce anlamadılar ne demek istediğini.
128
“Tabi ya” diye düşündü Nezih. “Güneşlik de olur”
“İyi de güneşlik kalın gelmez mi?” diye sordu Aysel. “Güneş
nasıl girecek içeriye?” Güneşlik perdesi kuşları engellediği gibi ışığı
da engellerdi tabi.
“Hepsinden önce biz de güneşlik perde var mı?” diye sordu
Nezih.
“Evet, bir yerlerde iki üç tane vardı” dedi Aysel.
“Yanlara takarız” dedi Orhan usta. “Üstte tül perde kalsın.
Güneşliği yanlara takarız. Zaten yanlardan ne kadar güneş geliyor
ki? Öğleden sonra tepeden geliyor asıl güneş.” Bu olabilirdi işte.
Böylece Aysel bohçaları karıştırmaya gitti. Az sonra
kollarında üç tane rengi solmuş, beyaz güneşlikle çıkıp geldi. Üç
adam Aysel’in de yardımıyla tekrar işe koyuldular. Seranın dört
yanındaki kazıkların arasına ip gerdiler. Ardından perdeleri bu ipe
geçirdiler. Yarım saat sonra her şey hazırdı. Sera bu haliyle, eski
filmlerdeki sahra hastaneleri gibi görünüyordu.
“Vay be!” dedi Orhan usta. Nezih merakla ona baktı. “Şu
bahçenin işi de hiç bitmiyormuş arkadaş. Baksana amma badireler
atlattınız” Gerçekten de bir şeyler yetiştirmek hiç de göründüğü
kadar kolay değildi ama bu keyif de verilen emekle orantılıydı işte.
Yetiştirdikleri sebzelerin lezzetini, onu paylaştığı insanların
yüzlerindeki mutluluğu düşündü Nezih. Buna değerdi doğrusu.
Kesinlikle değerdi.
129
Kapıcılar Savaşı
Kasım ayı tüm soğukluğuyla kapıya dayanmıştı. Kaloriferler
yanmaya başlamış, yazlıklar kaldırılmış kışlıklar gardıroplarda yerini
almıştı. “Kombiyi bir kontrol ettirmemiz lazım İzak bey” demişti
Nezih.
Geçen yıl kış biterken, her sene olduğu gibi kombiyi
petekleri ısıtma ayarından sadece musluk sularını ısıtma ayarına
getirmişlerdi. Kışa girerken kombi yine tam randıman çalışmaya
başlayacaktı ama önce iyi bir bakımdan geçmesi iyi olurdu.
Maazallah bir arıza çıksa tüm apartman kışın ortasında kalorifersiz
kalabilirdi. İşin diğer boyutu, böyle bir şey olursa uğraşacak kişinin
yine nezih olmasıydı. O yüzden işi sıkı tutup kışa girmeden bakımın
yaptırılması önemliydi.
İzak bey yüzünü limon yemiş gibi buruşturdu. Ne zaman
para işi söz konusu olsa böyle yapardı zaten. Bakım demek para
demekti ama tabi yapılması da gerekiyordu.
130
“En uygun kime yaptırabiliriz? diye sordu yaşlı İzak.
“Garantisi yok muydu bizim kombinin?” Nezih, ciddi olup
olmadığını anlamak için İzak beyin yüzüne baktı. Garanti süresinin
iki yıl önce dolduğunu o da iyi biliyordu ama yine de soruyordu işte.
Zengin ve pinti insanların ve şu çocukça umutlarını anlamak çok
zordu.
“Garanti süresi biteli iki yıl oldu ya İzak bey!”
“Öyle ya…” Şeker isteyen bir çocuğun aldığı olumsuz
yanıtla yüzünde oluşan hayal kırıklığına benzer bir ifade oluştu İzak
bey’in yüzünde de.
“Ben biri araştırayım. Ürünün kendi servisi kaç para
isteyecek bakalım.” Böylece İzak bey’in yanından ayrılıp işine
döndü bitirdi Nezih. En üst kattan başladığı yerleri paspaslama işini
apartmanın giriş holünde bitirdi. Ellerini beline götürüp tutulan belini
açmak için yavaşça doğrulurken bina kapısından dışarıdaki günlük
koşturmacayı izledi.
Recep sol tarafta, bankanın giriş kapısının önde caddeye
yakın durmuş sigarasını içiyor, bir yandan da bankaya giren çıkanları
izliyordu. Orhan usta sağ tarafta kaldırım kenarında simit arabasının
başında durmuş bir müşteriyle sohbet ediyordu.
Nezih su kovasını ve paspası alıp holün sol tarafındaki kazan
dairesi kapısından içeri girdi. Kirli su dolu kovayı bir köşedeki su
giderine boşalttı, paspası temizleyip kazan dairesinin yanı başındaki
kombinin yanına geldi. Kombinin üzerinde, servisin telefon numarası
yazılı olan bir etiket yapıştırılmıştı. Etiket zamanla tozun, kirin
içinde aşınıp silikleşmişti ama Nezih yine de numarayı okuyup bir
kâğıt parçasına yazmayı başardı.
Az sonra tekrar binanın holüne çıkmıştı. Canı bir sigara
çekti. Günün koşturmacası başlamadan bir sigara içemeye karar
verdi. Demir kapının ardından dışarı baktığında az önce Orhan
131
ustanın yanında dikilip onunla sohbet eden adamın şimdi de
Recep’in yanında dikildiğini fark etti. İki adam eski dost gibi birer
sigara tüttürerek ve birbirlerine gülümseyerek keyifle sohbet
ediyorlardı. “Bir zamanlar buralarda yaşamış eski bir arkadaşlarıdır
belki de” diye düşündü Nezih.
Dışarı çıktı. Recep’le adama şöyle bir bakıp Orhan ustanın
yanına gitti. Orhan usta onu gülümseyerek karşıladı. “Ooo Nezih ne
haber?”
“İyidir, senden ne haber?” Sigarasını yakarken başını çevirip
Receple adama baktı. Orhan usta bunu fark etmişti. Gülümseyerek
“Bak ne kapıcılar var görüyor musun?” Başıyla sol tarafta birkaç sıra
ilerideki binayı gösterip “Gervin apartmanının yeni kapıcıymış”
dedi. “Etraftaki esnaflara, dükkânlara falan kendisini tanıtıyor.
Medeni adammış. Sevdim onu.” Nezih Orhan ustaya baktı. Orhan
usta adamdan hoşlanmıştı gerçekten. Kendini tanıtan bir kapıcı. Ne
medenice bir davranış ama… Kendisi burada çalışmaya başlayalı ne
kadar olmuştu? Üç seneyi biraz geçiyordu. İşe başladığında böyle bir
şey yaptığını hatırlamıyordu. Gerçi zamanla herkesle tanışmıştı
ama... O zamanla, yavaş yavaş insanlarla tanışıp kaynaşan biriydi.
Zamanla ısınan biriydi.
Sigarasından derin bir nefes çekip tekrar adama baktı. Ufak
tefek, esmer mi esmer bir adamdı yeni kapıcı. Recep’le el sıkışıp
gülümseyerek yanında ayrıldı. Recep’te adamdan hoşlanmışa
benziyordu. Adamın arkasından el sallıyordu. Adam şimdi bankanın
yanındaki ufak büfeye yönelmişti. Recep gülümseyerek kendilerine
doğru döndü. Orhan ustayla Nezihin baktığını görünce onlara doğru
sallana sallana yürümeye başladı.
“Şu Mehmet var ya…” dedi geriye dönüp büfenin girişinde
dükkân sahibinin elini sıkan yeni kapıcıyı başıyla işaret ederek. “Çok
132
muhabbet bir adama benziyor.” Muhabbet bir adam! Bir kapıcı için
ne olmazsa olmaz bir özellik ama.
“Seninle tanıştı mı?” diye sordu Orhan usta.
“Hayır, henüz o şerefe nail olamadık.” Orhan usta Nezihin
yüzüne sırıtarak baktı. “Ne o? Medeni bir meslektaşın olduğuna
sevinmedin galiba?” Nezih, Orhan ustanın sinir bozucu sırıtmasına
aldırmamaya çalıştı. “Medeni insanları severim canım. Nereden
çıkardın bunu.” Kapıcı Mehmet büfeden çıkmış, yanındaki binaya
giriyordu. Recep adamı başıyla gösterip “Bak diğer apartmana
giriyor. Sırayla buradaki herkesle tanışıp kendini tanıtıyor” dedi.
Sonra kaşlarını çattı. Bir şeyi hatırlamıştı sanki “Sizin apartmana
niye girmedi peki? Allah Allah! Sırayla herkes uğruyor, size niye
uğramadı?” Bu Nezihin de dikkatini çekmişti şimdi. Ne diyebilirdi
ki? Kendisi yukarıdayken uğramış, kimseyi göremeyince de sonra
uğramaya karar vermişti herhalde.
“İyi işte. Etrafta bir meslektaşın daha olması güzel. Allah
kolaylık versin, ne diyelim?” dedi. Kapıcı Mehmet ilerideki binadan
çıkmış, gerisin geri Nezihlerin olduğu tarafa geliyordu. Şimdi
kendisiyle tanışırdı herhalde. Kapkara bıyıklı, kalın kapkara kaşlı,
ufak tefek ama sağlam yapılı birine benziyordu adam. Önlerinden
geçerken Nezih gülümseyerek adama baktı. Adam binanı önünden
yavaşlamadan yürüdü, eliyle üçlüye bir selam verip gülümseyerek
önlerinden geçti. Üçü de başlarıyla selam vererek karşılık verdiler.
Adam az sonra Gervin apartmanının büyük kapısından süzülüp
içeriye girdi. Nezih bozulmuştu.
Recep selam ikisine de selam verip bankaya geri döndü. Bu
tuhaftı işte. Belki de kendisi kuruntu yapıyordu. Adam herkesle
tanışıp kendisiyle niye tanışmasın ki? Sonuçta meslektaşlardı. İkisi
de ekmeğinin peşinde, gariban birer kapıcıydı nihayetinde. Yalnız bu
durum Orhan ustanın da dikkatini çekmişti. Orhan usta kollarını
133
simitçi arabasının üzerine yaslayıp adamın çalıştığı binaya doğru
dalgın dalgın baktı. “Nezih, bu adam seninle tanışmadı. Farkında
mısın?” Nezih ne diyeceğini bilemedi. Gerçekte ne diyebilirdi ki
zaten?
“Evet, benim de dikkatimi çekti. Ben yukarıdayken içeri
giripte göremedi belki de.” Orhan ustabaşını salladı. “Hayır. İçeri
falan girmedi. Aslında sırayla tüm binalara uğradı ama sizinkini
atlayıp doğrudan Recebin yanına gitti.” Orhan ustanın gözlerinin
etrafında kırışıklıklar belirmişti. Ne zaman bir şeyde bir tuhaflık
sezse hep böyle olurdu. Orhan ustaya bakarken “Bunun farkında mı
acaba?” diye geçirdi içinden Nezih.
“Çok tuhaf” diye kendi kendine mırıldandı Orhan usta. Sonra
aniden başını Nezihe çevirdi. “Neden böyle bir şey yapsın ki?” Nezih
“Nereden bileyim?” gibisinden abartılı bir şekilde kaşlarını kaldırdı.
Nezih öğle vakti geldiğinde dairesine inip yemeğini yedi.
Ardından hole çıktı. Masasına oturup kombi servisini aradı. Bu arada
kiracılar, müşteriler derken bir sürü insan da bina girip çıkıyordu.
Nezih bir yandan telefonla konuşurken bir yandan da not alıyordu.
Arada da giren çıkanı yan gözle kontrol etmeye çalışıyordu. Sonunda
telefonda yetkili biriyle görüşmeye başladı. Sıkı bir pazarlık
oluyordu. Nezih bakım fiyatını az da olsa düşürmeyi başarmıştı.
Verilen son fiyat 350 TL’ydi. Telefona dalınca yanında dikilen
adamı da fark etmemişti tabi. Başını kaldırdı. Başında dikilen adam,
muhitin yeni kapıcısı Mehmet’ti. Adam kibarca gülümseyerek
kendisine bakıyor, eliyle ve yüz mimikleriyle “Acele etme! Rahatça
görüşmeni bitir” demeye çalışıyordu. Nezih kısa bir süre sonra
görüşmesini bitirip ayağa kalktı.
Elini uzattı; “Merhaba. Sen Gervin apartmanının yeni
kapıcısı olmalısın” dedi. Adam içtenlikle ve gülümseyerek elini sıktı.
134
“Merhaba kardeş. Evet, benim adım Mehmet. Çok memnun oldum.”
Ben de Nezih. Hoş geldin, hayırlı olsun.”
“Mahalledeki insanlarla tanışıyordum da. Sabah buraya da
uğradım ama ortalıkta göremedim seni. Herhalde işi vardır diyip
sonra uğramaya karar verdim bende.”
Demek uğramıştı. Boş yere günahını almıştı adamın işte.
Orhan ustanın gözünden kaçmıştı büyük ihtimalle. “Nereden gelirsin
kardeş? Memleket neresi?”
“Anamız, atamız Çanakkaleli ama ben doğma büyüme
buralıyım. Sarıyer’de bir apartmanda çalıştım en son. Şimdi de
buradayız işte. Sen kaç senedir buradasın?”
“Ben çok küçükken gelmişim İstanbul’a. Biz aslen…”
“Yok, bu binaya demek istedim”
“Ha… Şey, dört seneye yakın oluyor.” Adam gülümseyerek
başını salladı. Bu gülümsemede bir şey Nezihi rahatsız etmeye
başlamıştı. “Burada büyümüşsün. Onu söylüyordun demin.”
“Ha evet. Buralı sayılırız biz de.” İki adam da ayakta durmuş
birbirine gülümsüyordu. Kısa süreli bir sessizlik oldu. “Peki, o
zaman komşu. Bana müsaade” Mehmet elini uzattı.
“Artık komşuyuz. Bir ihtiyacın olursa ben buralardayım. Ne
zaman istersen uğra.”
Nezih, kapının dışındaki kabalığı seyretti bir süre. Bir
tuhaflık vardı adamda ama ne olduğunu çözememişti Nezih. Mehmet
Orhan usta’nın yanından geçerken önce selam vermiş sonrada
ayaküstü keyifli bir sohbete başlamıştı. Herkesle oldukça iyi anlaşan
adamın kendisine karşı soğukluğu garibine gitmişti. Aslında soğuk
da değil de… Bir tuhaftı işte. Neyse diye düşündü Nezih. Belki de
buranın yenisi olarak tecrübeli bir meslektaş görünce biraz çekingen
davranıyor olabilirdi adam. Diğerleriyle daha yakın olması da yine
bu sebeptendi beklide. Nezih tekrar işine döndü. Akşama dek bir
135
sürü işle vakit geçip gitti. Akşam doğru işler biraz hafifleyince önce
İzak bey’e çıkıp kombi bakımı için aldığı fiyatların yazılı olduğu
kâğıdı verdi. Ardından laflamak için Orhan ustanın yanına çıktı.
Yapacağı bir işi hatırlamış gibi “Haydi kolay gelsin size”
deyip ayrıldı Mehmet. Nezih arkasından bir süre baktı.
“Demek tanıştınız sonunda” dedi Orhan usta. “Evet, geçen
gün geldi. O gün uğramış ama kimseyi göremeyince sonra gelirim
diye gitmiş. Öyle söyledi” dedi Nezih. Orhan ustaya bakıyor ve bir
karşılık bekliyordu. Belki de “Yok yahu, öyle olsa görürdüm onu”
demesini falan bekliyordu.
“Allah Allah! Binaya girdiğini hiç görmedin ben” dedi
Orhan usta.” “Gözümden kaçtı demek.”
Nezih ertesi gün erkenden uyanıp güne her zamanki rutin
işleriyle başladı. Öğlene doğru yani İzak bey uyanıp kahvaltısını ve
günlük gazetesini okuyup bitirdikten sonra kombinin bakımıyla ilgili
yaptığı telefon görüşmelerini ve aldığı fiyatları söylemek üzere
yukarı çıkmaya karar vermişti. O saate kadar da apartmanın işleriyle
uğraşacaktı.
Bir ara binanın Orhan ustayla Recep’e selam vermek ve
biraz dinlenmek üzere dışarıya çıktı. Recep ortalıkta görünmüyordu.
Orhan usta ise ufak arabanın başında simit satıp müşterileriyle çene
çalmakla meşguldü. Sağ tarafta, 50 metre kadar ileride Mehmet’i
gördü biran. Adam, kapının önünde biriyle konuşuyordu. Nezihle
göz göze geldiler. Mehmet elini kaldırıp selam verdi. Nezih de
karşılık verdi. İyi bir adama benziyordu aslında Mehmet.
Etrafındakilere selam veren kaç kişi kalmıştı ki artık? Nezih yavaş
yavaş adama ısınmaya başladığını fark etti. Etrafta birçok meslektaşı
vardı aslında. Ama işin doğrusu, kendisi gibi etrafıyla iletişim içinde
olan, çevredeki komşuyla, esnafla iyi ilişkiler kurabilen kapıcı pek
fazla yoktu. Çoğu kendi kabuğuna çekilmiş yaşıyordu. Tüm hayatları
136
apartmanın işleriyle uğraşmaktı. Oysa Mehmet kendisine
benziyordu. Bu güzeldi. Alışılmadık bir şeydi ama güzeldi.
Gülümsedi Nezih. Mehmet, monotonlaşmaya başlayan hayatına renk
katabilirdi. Tüm mahalleye yeni bir soluk getirebilirdi. Derdinden
anlayabilecek, ne çektiğini bilebilecek yeni bir dost kazanabileceğini
fark etti Nezih. Arada ona işlerinde yardım eder, sıkıştığında
yardıma koşar, tabi Mehmet de aynısını onun için yaparsa işleri daha
kolaylaşırdı. Bu ikisi içinde güzel bir fırsat demekti.
Nezih yeni komşusu ve meslektaşına bir hoş geldin ziyareti
yapmaya karar verdi. Böyle yeni bir ortamda bu onu ne kadar
sevindirirdi kim bilir… Nezih kapıdan çıkıp Gervin apartmanına
yöneldi. Orhan ustanın önünden geçti ama o sırada müşterisiyle
sohbet eden Orhan usta onu görmedi. Gervin apartmanı Beyza
apartmanına çok benziyordu. Zaten o civardaki binaların mimarisi
aşağı yukarı aynıydı. Kapıdan içeri girdi. Mehmet ortalıkta
görünmüyordu. Onun evli mi bekâr mı olduğunu bile bilmiyordu.
Holdeki kapıcı dairesinin kapısını gördü. Kapıyı çalıp çalmamak
konusunda biran kararsız kaldı. Evli miydi acaba? Sonunda kapıyı
çaldı. Az sonra genç, başörtülü bir kadın kapıyı açtı.
“Merhaba abla. Ben yandaki Beyza apartmanının kapıcısı
Nezih. Siz Mehmet’in eşi misiniz?”
Kadının yüz ifadesi, Nezih sanki “Merhaba sizi soymaya ve
tecavüz etmeye geldim” demiş gibi, garip bir şekilde birden
değişiverdi. Bu duruma şaşıran Nezih biran diyeceğini bilemedi.
“Şey, ben hoş geldiniz demek istemiştim. Bir şeye ihtiyacınız olursa
çekinmeden gelebilirsiniz. Eşim Aysel genelde evdedir. Yani bir
sıkıntınız falan olursa demek istedim.”
Kadın kendini toparlamaya çalışır gibiydi. Zoraki bir
gülümsemeyle; “Sağ olun Memnun oldum” dedi. Kısa bir sessizlik
oldu.
137
“Mehmet yok galiba” dedi Nezih.
Kadın konunun değişmesine sevinmiş gibiydi. “Dışarıdaydı
ama… Gelir birazdan”dedi.
“Peki bacım. Kolay gelsin.” Nezih apartmanın önünde
dikilip etrafına bakındı ama Mehmet ortalıkta yoktu. Birden aklına
geldi. Gidip temizlik malzemesi alması gerekiyordu. Dün bunu
unutmaması gerektiğini kendi kendine hatırlatıp durmuştu. Hazır
dışarı çıkmışken markete kadar gidip bu işi halledebilirdi. Zaten
öğlen olmak üzereydi. Nezih kaldırımda ağır ağır yürüyerek
marketin yolunu tuttu. Yakınlarda birçok market vardı ama canı
biraz da yürümek istediğinden Pangaltı’ndaki ufak Migros’a kadar
gitmeye karar verdi. Nezih bir yandan yürürken bir yandan da
rastladığı arkadaşlarına selam veriyor, tanıdığı esnaf dükkânlarına da
kısa süreliğine selam vermek için uğruyordu. Hal hatır sorma işini
yeni gelen birinden öğrenecek değildi ya. Böylece markete vardı.
Alışverişini tamamladı. Dönüşte de başka arkadaşlarıyla selamlaşıp,
dükkânda müşteri olduğu için uğramadığı esnaflara uğrayıp
merhabalaşarak apartmanın yolunu tuttu.
Apartmana vardığında öğle vakti de çoktan gelmişti. İnsanlar
öğle yemeği için ya da öğle tatilinde işlerini yapmak için sokaklara
çıkıyordu. Deterjanı eve bırakıp öğle yemeğini yiyebilirdi. Sonra da
üstüne bir keyif sigarası yakar ardından da İzak beye uğrayıp şu
kombinin bakım fiyatını konuşurdu.
Nezih yemeğini yedikten sonra dairesinden binanın holüne
çıktı. Birden aklına üçüncü kattaki avukatlık bürosunda çalışan
Necmi adındaki zayıf, fırlama çocuğa uğramak geldi. Geçen kapı
önünde bayağı bir maç muhabbeti yapmışlardı. Belki çocuğun birkaç
iyi tüyosu olabilirdi. Ondan sonra dışarı çıkıp sigarasını içebilirdi
rahatça. Böylece Nezih, genç avukatın yanına çıkıp onunla ayaküstü,
birkaç dakikalığına haftanın maçlarını tartıştı. Bir kâğıda, oynamaya
138
karar verdiği maçların kodlarını ve skor tahminlerini yazıp cebine
koydu. Daireden çıkarken, yürüyerek mi yoksa asansörle mi aşağı
ineceğine karar vermeye çalışıyordu. Sonunda asansörün düğmesine
bastı. Binanın katlarında, kapı önlerinde ve merdivenlerde öğle
yemeğinden dönenlerin ayak sesleri ve konuşmaları yankılanıyordu.
Öğle saatleri hep böyle olurdu zaten. İşe tekrar dönmeden önce biraz
lak lak etmek, patronların dedikodusunu yapmak, biraz maç
muhabbeti… Günün stresini biraz olsun atmak için bunlardan iyisi
yoktur.
Birden, o konuşmaların içinden bir tanesinde geçen bir iki
söz Nezih’in dikkatini çekti.
Kombi. Bakım.
Nezih durup dikkat kesildi. Asansör yukarı katlardan
çağrılmış olmalı ki aniden yukarı fırladı. Asansörün vızıltısı
yüzünden bir süre duyduklarından bir şey anlamadı. Asansör iki kat
yukarıda durdu. Sesler de tekrar anlaşılır oldu. Bir konuşmada yukarı
katlardan birinden geliyordu. “Ben konuşurum merak etmeyin
efendim.”
Karşısındaki anlaşılmaz bir mırıltıyla bir şeyler söyledi.
Diğeri cevap verdi; “Hayır, hayır. Benim kuzenimdir kendisi. Merak
etmeyin siz.” Bu ses tanıdık geliyordu Nezihe ama bir türlü kim
olduğunu çıkaramadı. Mırıltıyla konuşan yine bir şeyler söyledi.
Mırıldanan İzak bey miydi? Olabilir miydi? Peki diğeri kimdi?
“Tamam, İzak bey. Ben haber veririm size” Asansörün
kapısı açıldı. Nezih dikkat kesilmiş kıpırdamadan öylece bekliyordu.
Asansör inmeye başladı. Birkaç saniye sonra, duvarlarının üst kısmı
camdan olduğu için içindekileri görebildiğiniz eski, ahşap asansör
yukarıda belirdi. Asansör tam önünden geçerken, Mehmet'le göz
göze geldi Nezih.
139
İkisi de o kadar şaşırmıştı ki biran birbirlerine ne selam
verebildiler ne de bir şey söyleyebildiler. Bir saniye sonra asansör alt
kata inmişti bile.
Nezih kelimenin tam manasıyla afallamıştı. Mehmet İzak
bey’le ne konuşmuş olabilirdi ki? Yan binanın kapıcısı kendi
yöneticisiyle neden bir şey konuşsun ki? Bu işte pis bir koku
seziyordu Nezih ama ne olduğunu düşünemeyecek kadar şok
olmuştu. En iyisi dışarı çıkıp bir hava almaktı.
Kapının önüne sandalyesini çekip etrafına bakındı. Günlük
koşturmaca, klasik bir öğleden sonra mesai günü devam ediyordu.
“Kombi” kelimesini kendisi mi uydurmuştu? Belki de başka bir şey
duymuş ama kafasında kombi meselesi olduğu için öyle anlamıştı.
Mesela ne demiş olabilirlerdi? Kom… Kombiye benzer bir kelime de
aklına gelmiyordu ki... Zombi! Hah evet. Aferin sana diye düşündü
Nezih. Yan apartmanın kapıcısıyla İzak bey durmuşlar zombiler
hakkında sohbet ediyorlardır. “Koli!” Belki de duyduğu kelime
koliydi.
Neden olmasındı? İzak beyin taşınacak kolileri vardı
herhalde. Mehmet de ona yeğeni ya da kuzeni her ne karın ağrısıysa
onu önerdi. Olay buydu işte.
Hem Mehmet binanın kombi meselesini nereden öğrenecekti
ki? Bu işi İzak bey’le konuştuktan sonra kimseye anlatmamıştı.
Nezih o sırada kaldırımda simit arabasının başında birkaç kişiyle
çene çalan Orhan ustayı gördü. Tabi ya. Bir tek Orhan ustaya
söylemiş olabilirdi. O da çenesini tutamayıp bu herife anlatmıştı
olayı. Birden canı sıkıldı Nezihin. Böyle olmayacaktı bu iş. En iyisi
kaynağından öğrenmekti olanı biteni. Asansöre koştu. İzak beyin
dairesine çıktı.
140
Kapıyı İzak bey açtı. “Merhaba İzak bey. Ben şeyi sormak
için gelmiştim… Kombinin bakım olayını... Acaba karar verebildiniz
mi?”
İzak bey eliyle çenesini ovalayıp düşünmeye başladı.
Sonunda hatırlayıp “Hah tamam! Şu kâğıt” dedi Nezihin verdiği,
üzerinde fiyat yazılı kâğıdı kastederek.
“Kaç demişti Servis?”
“350’ye inmişlerdi en son”
İzak bey bir kez daha çenesini ovalayıp düşünmeye başladı.
Evet, kesinlikle konuşmuşlardı. O iblis Mehmet nasıl öğrendiyse
öğrenmiş, sonrada daha uygun bir fiyat alıp İzak bey’e söylemişti.
Bu kesindi. İzak bey şimdi hayır diyecek, işi Mehmet’e yaptıracaktı.
Nezih böyle olacağına her şeyi üzerine bahse girmeye hazırdı.
“Tamam. Oraya yaptıralım” dediğinde Nezih önce
anlayamadı. “Efendim?”
“Tamam dedim evladım. Fiyat aldığın yere yaptıralım.
Gelsinler hafta sonu.” İzak bey içeri girmişti ama Nezih hala kapıda
sersem sersem dikiliyordu. Aşağıya binanın holüne indi. Adam
tamam demişti. Kendi kendine neler kurmuştu oysa. Orhan ustaya
baktı kapının ardından. İyi de o zaman bu Mehmet ne konuşmuştu
İzak beyle? En iyisi şu meseleyi Orhan ustayla bir konuşmaktı.
Orhan usta arabanın üzerine kollarını dayamış, yarısını
katladığı gazeteyi okuyordu. Nezihi görünce balını kaldırdı; “Nasıl
gidiyor Nezih?” Sonra Nezihin suratındaki asık ifadeyi gördü.
“Hayrola? Bir şey mi oldu?”
“Orhan usta sana bir şey soracağım ama bana dürüstçe cevap
ver?” Orhan usta şaşkın bir halde kaşlarını çattı.
“Şu kapıcı Mehmet’e bizim binanın kombi meselesi
hakkında bir şey söyledin mi?”
141
Orhan usta kaşlarını çatıp Nezihin sorduğu şeyi anlamaya
çalıştı bir an?
“Sizin binanın kombi meselesi de nedir?” Nezih Orhan
ustanın gözlerine baktı ve o an bir şeyi hatırlayıverdi. Orhan ustayla
bu konuda hiçbir şey konuşmamışlardı ki. En iyisi olanı biteni
anlatmaktı. Öyle de yaptı. Orhan usta kolları önündeki simit
arabasının üstüne dayalı, başını kaldırım tarafında yürüyen
kalabalığa çevirip kısa bir süre düşüncelere daldı. Sonra başını
Nezihe çevirdi; “O sırada merdivenlerde başka kimse yok muydu?”
Nezih hatırlamaya çalıştı. Vardı. Hem de birçok insan vardı.
“Peki, içinde “kombi” lafı geçen konuşmanın Mehmet’le
İzak’dan geldiğine emin misin?”
Değildi. Yani o an öyle gelmişti ama düşününce o sırada bir
sürü insan merdivenlerde konuşup duruyordu. Başkaları arasında,
şirketlerden birinin iki çalışanı arasında içinde “kombi” lafı geçen bir
konuşmayı duymuş olması ihtimali daha fazlaydı aslında.
“Hayır, emin değilim.”
Orhan usta gözlerini kısmış, eliyle çenesini ovuşturup
düşünüyordu. “Diyelim bu konuşma başkaları arasında oldu. Bu yine
de bir gerçeği değiştirmiyor. Mehmet’le İzak ne konuşmuş
olabilirler?” Öyle ya ikisi de birbirinin dengi adamlar değiller.
Mehmet tanışıp kendini tanıtmak için mi uğramıştı İzak bey’e?
Neden böyle bir şey yapsın ki? Yani bir kapıcı olarak oldukça sosyal,
dışa dönük birisi olduğunu göstermişti ama yan binanın apartman
yöneticisiyle tanışmak biraz tuhaf kaçmıyor muydu? Sonraki adım
mahalle muhtarı ardından da belediye başkanıyla tanışmak olacaktı
herhalde. Bu işte bir bit yeniği olduğu açıktı ama hala ne olduğu belli
değildi.
“En azından senin korktuğun gibi kombi meselesi değilmiş
konuştukları şey. Zaten İzak bey’in sen varken gidipte yan binanın
142
kapıcısına iş yaptıracağını düşünüyor musun? Yani adam cimri
olabilir ama o kadar de değil.” Orhan usta haklıydı. Şimdilik en iyisi
bekleyip görmekti.
Sonraki gün olağan koşturmalarla aparman işleriyle geçti.
Herkes işinde gücündeydi. Nezih işinden fırsat buldukça dışarı
çıkıyor, çevredeki eş dostla takılıp sohbet ediyordu. Bu arada
Mehmet ortalıkta görünmüyordu. Nezih, Recep’e onu sorduğunda o
da görmediğini söylemişti. Herhalde yoğundu işleri. Tanışma faslı
bittiğine göre etrafındakiler yerine biraz işine odaklanması daha iyi
bir fikirdi zaten. Nezih, adamın ortalıkta görünmeyişine için için
sevindiğini fark etti. Adama bir türlü ısınamamıştı işte, olay buydu.
Nezih akşama doğru kapıcı masasında oturmuş gazetenin
İddia ekini inceliyor, hangi maça ne kadar oran verildiğini dikkatle
gözden geçiriyordu. Cep telefonu çaldı. Arayan İzak bey’di.
“Hayırdır inşallah!” diyerek yerinden kalktı. Herhalde ertesi gün için
ona talimat verecek ya da bir yerlere falan yollayacaktı. Asansöre
binip İzak bey’in katına çıktı. İzak bey kapıya geldi.
“Şu kombi için kaç para istemişlerdi geçen?” Nezih bir
terslik olduğunu hissetti. İçinde kötü bir his vardı. “350 demişlerdi
İzak bey.”
“Bak ne diyeceğim? Şu Mehmet var ya. Hani yan
apartmanın yeni kapıcısı. Onun bir tanıdığı varmış bu işleri yapan. O
200’e yaparım ben demiş.” Nezih başından aşağı kaynar sular
dökülmüş gibi oldu biran. Aklı karıştı, ne diyeceğini bilemedi.
Demek olay buydu işte. Tahmin ettiği gibiydi.
“İyi de bizim kombi işini nereden duymuş o İzak bey?” İzak
bey gözlerini Nezihinkilere dikip baktı boş boş. Acaba ileri mi gittim
diye düşündü Nezih. Ama sert çıkmamıştı ki adama. Güzelce
sormuştu işte. Hem bu binanın kapıcısı olarak buna hakkı yok
143
muydu?
“Nereden mi duymuş? Sen söylemedin mi?” İşte
beklemediği bir şey daha.
“Hayır, efendim, ben söylemedim.”
“O zaman gerçekten nereden duydu bu adam?” İki adam da
kapının önünde birbirlerine boş gözlerle baktılar bir an. Sonra
omuzlarını silkti İzak bey; “Her neyse. Sonuçta bize iyi bir fiyat
buldu ya önemli olan bu. Sen iletişime geçersin onunla.”
Kapıyı kapatmak üzereyken aklına bir şey gelmişti, durdu;
“Sevdim bu herifi. Bence biraz taktik öğrenmelisin ondan Nezih.”
Göz kırpıp kapıyı kapattı İzak bey.
Nezih aşağı inerken sinirden kıpkırmızıydı. Biraz taktik
öğrenmelisin ondan. Sevdim bu herifi. Sen iletişime geçersin.
Sevdim bu herifi. İzak bey’in sözleri durmadan kafasında yankılanıp
duruyor, beyninin içine adeta çiviler çakıyordu. Öfkeden asansöre
bile binmeyi unutmuş, taa aşağıya dek paldır küldür yürüyerek
inmişti. Madem sevmişti o herifi gidip onunla iş yapsaydı ya! Hoş,
yapıyordu ya işte. Bunu da görmüştü sonunda. Ah şu yılan
Mehmet… Onu şu an eline bir geçirse taze ekmeği ikiye böler gibi
ortadan ikiye ayırabilirdi. Öfkeyle dışarı fırladı. Gözleri Mehmet’i
arıyordu. O an hiçbir şey umurunda değildi. O kalleş, sonradan
görme, sinsi herifi bulup onunla konuşmak, sonrada bir bahane
uydurup adamın burnunu yamyassı etmek istiyordu.
Binanın önünde bir sağa bir sola bakınıyor, kendi kendine
dönüp duruyordu. Etrafta bir sürü insan vardı ama gözü o sırada
kimseyi görmüyordu Nezih’in. O yüzden Orhan usta birden
burnunun dibinde beliriverince şaşırıp bir adım geri sıçradı. Orhan
usta ona soru soran gözlerle bakıyordu.
144
“Hayrola evlat? İyi misin?” Nezih bu cevaba ne diyeceğini
bilemedi biran. İyiyim deyip başından savmak istedi Orhan ustayı.
Aslında iyi değildi. Yakınından bile geçmiyordu. Ama kimseyle
konuşacak halde de değildi. O yüzden iyiyim bile diyemedi. Orhan
usta anlamıştı bir terslik olduğunu. Koluna yapıştı birden Nezihin.
Daha bir şey demesine fırsat bırakmadan onu tutup binanın içine
soktu. Nezih sesini çıkarmadan kendisini sürükleyen Orhan ustayla
binaya girdi. Omuzlarından tutup oturttu Nezihi masasına.
“Deli gibi kendi etrafında dönüp bir şeyler mırıldanıp
duruyordun. Ne oldu anlat bakayım?” Nezih sinirden ağzını açıp bir
şey söyleyemedi bir türlü. Orhan usta masanın üzerindeki pet şişeye
uzanıp kapağını açtı. Nezihin burnuna doğru uzattı. “İç şundan bir
yudum.” Nezih hayır diyecek oldu, Orhan usta bu sefer emretti; “İç!”
Nezih öfkeden titreyen eliyle şişeyi başına dikip içti. Derin
bir nefes aldı. Tuhaf bir şekilde şimdi biraz daha iyi hissediyordu
kendini. Olanı biteni anlattı Orhan ustaya. Orhan usta tepesinde
sessizce durup dinledi. Sonra Nezihe sırtını dönüp bina kapısının
büyük camından dışarıyı seyretmeye başladı.
“Gidip güzelce konuş onunla.” Orhan usta bunu bakkaldan
bir ekmek almasını tavsiye eder gibi söylemişti. Nezih Orhan ustaya
baktı ama yüzünü göremiyordu. “İzak bey’in söylediği şeyi yap.
Onunla konuş ve şu tamircisini getirmesini söyle.” Durdu, yavaşça
başını Nezihe doğru çevirdi. “Ha! Teşekkür etmeyi de unutma!”
“Teşekkür etmek mi? Neden? İşimi elimden almaya çalıştığı
için mi?” Orhan usta Nezihe döndü. Yüzünde hafif bir gülümseme
vardı. “Daha iyi bir fiyat bulup sana yardımcı olduğu için ona
teşekkür et. Onun sayesinde patronun çok mutlu oldu ve senin de
sırtından büyük bir yük kalktı.”
145
Nezih dikkatle Orhan ustaya bakıyor ne dediğini anlamaya
çalışıyordu. Orhan usta gülümsüyordu ama bu anlamlı bir
gülümsemeydi. Sadece ne anlama geldiğini…
“Seni büyük bir dertten kurtardığını söyle ona.” Nezih
anlamaya başlamıştı. Orhan ustayla birlikte gülümsemeye başladı.
“Gerçekten çok sağ ol dostum.” Nezih büyük bir irade örneği
gösterip içindeki öfkeyi bir kenara atmaya çalışıyordu ve şu ana dek
büyük oranda başarmıştı da. Mehmet’in elini sıkarken yüzünde koca
bir gülümseme vardı. “Sen olmasan yanmıştım ben.” Kapıcı Mehmet
de sırıtıyordu ama ne olduğunu bir türlü anlayamadığı belliydi. Ağzı
sırıtırken gözlerinde kocaman birer soru işareti vardı. “Sayende
büyük bir yükten kurtuldum. Ne büyük iyilik ettin bana bir bilsen!
İzak bey’den bir de teşekkür aldım üstüne üstlük... O adamın bana en
son ne zaman teşekkür ettiğini bile hatırlamıyorum.”
Kapıcı Mehmet büyük bir güçlükle şaşkınlığı üzerinden atıp
konuşmaya çalıştı. “Şey, buna sevindim doğrusu.” Adamın sesi
memnuniyetle “Allah seni üst üste on kere kahretsin, emi!” arası bir
tonda çıkıyordu. Nezih sonunda adamın elini bıraktı ve hafifçe geri
çekildi. Üzerindeki şık kazağın iki yakasından tutup hafifçe
sündürerek öne çekti. Gözlerini irice açıp “Sabri Özeeel” dedi. Adam
Nezihin üzerindeki pahalı olduğu her halinden belli kazağa baktı.
“Bana kazaklarından birini verdi.” dedi Nezih sırıtarak. “İşte benim
işini bile kapıcım dedi bana, inanabiliyor musun?” Mehmet
gerçekten inanamıyordu. “Senin sayende dostum. Tekrar
teşekkürler.” Nezih yavaşça uzaklaşmaya başlamıştı bile. Yürümeye
devam ederken geri dönüp seslendi; “Bu arada senin kombiciyi yarın
bekliyoruz.”
Nezih kazak için Mahmut bey’e teşekkür etti. Üçüncü kattaki
danışmanlık şirketinin sahibi olan Mahmut bey gerçekten anlayışlı
146
ve iyi bir insandı. Kazağını ödünç verme konusunda Nezih’e hiç
sorun çıkarmamıştı.
Ertesi gün kombiye bakım yapacak olan adam tek başına
geldi. Yanında Mehmet yoktu. Esmer ve bir dal kadar zayıf bir
adamdı tamirci. Mehmet’in asık suratlı kuzenini bekleyen Nezih
biraz şaşırmıştı. Mehmet’le nasıl bir yakınlığı olduğunu bilmiyordu
ama adam oldukça neşeli ve kibar biriydi. Sanki havadan,
beklemediği bir iş kapmış gibi mutlu bir hali vardı.
Nezih adamın başında duruyor, havadan sudan sohbet
ediyorlardı. Bir ara Nezih lafı döndürüp dolaştırıp “Şu bizim
Mehmet’le akrabaydınız siz değil mi? Kuzendiniz sanırım…” dedi.
Adam İngiliz anahtarıyla önündeki boruyu sıkarken şöyle bir dönüp
baktı. “Yok be usta. Onu da nereden çıkardın? Beni telefonla arayana
dek tanışmıyorduk bile.” İşte bu cevap ilginçti.
“Demek kuzen falan değiller” dedi Orhan usta. Nezih, simit
arabasının yanında dikilmiş Orhan ustayla mesaiden çıkan insanlara
bakıyorlardı. Nezih’in bir gözü de Mehmet’i arıyordu ama onu
bugün hiç görmemişti.
“Bugün hiç görünmedi. Tamirci de tek başına geldi. Sen
gördün mü hiç?”
Başını iki yana salladı Orhan usta. “Sabah bir kere görür gibi
oldum. Kucağında bir karton kutuyla binaya giriyordu. Sonra hiç
görmedim.” Nezihe baktı. “Adamı şok etmişsin anlaşılan” Nezih
gülümsedi. Dünkü neşeli konuşmasını ve Mehmet’in suratındaki
ifadeyi hatırladı.
“Belki gözü senin yerinde” dedi Orhan usta. “Tabi gözü
neden senin yerinde olsun o da ayrı bir soru.” Bir an durdu, sonra
kaşlarını kaldırıp Nezihe baktı. “Sana çok mu maaş veriyorlar
yoksa?” Nezih şaşırdı bu soruya. “Tabi ne demezsin. Dolar olarak
147
alıyorum hem. Şaka mı yapıyorsun Orhan usta? Asgari maaş ve
sigorta dışında bir kapıcıya ne verecekler?”
Orhan usta arabanın yanındaki sandalyeye çöktü. “O zaman
yerinde neden gözü olsun ki? Belki de sadece piçliğine böyle
yapıyor. Bilirsin. Bazı insanlar böyledir işte.” Orhan usta haklı
olabilirdi. Bazı insanlar doğuştan böyleydi gerçekten. Yine de
Mehmet’e iyi bir ders vermişti. Artık başkalarının işine burnunu
sokmazdı herhalde. Bugün utancından hiç görünmemişti zaten.
Nezih, Orhan ustaya selam verip ayrıldı. O akşam keyifli ve rahat bir
uyku çekti.
Nezih ertesi gün oldukça yoğun bir gün geçiriyordu.
Belediyeye gidip binanı çöp vergisini yatırmak için uzun süre
kuyrukta beklemiş sonra da bir evrak eksik diye eli boş çıkmış geri
gelmişti. Binanın temizliğine ancak öğleden sonra başlamıştı ki bu
kez de üçüncü kattaki daireden aradılar. Burayı birkaç yıldır orta
büyüklükte bir dergi kullanıyordu. Derginin sekreteri panikle
Nezih’e hemen gelmesini söylemişti. Nezih aklından bin türlü şey
geçirerek asansöre atladığı gibi yukarı çıktı.
Sekreter kız, üstü başı ve saçları sırılsıklam açtı kapıyı. Islak
sıçana dönmüştü zavallı. Meğer içeride önemli bir müşteriyle
oldukça kritik bir toplantı başlamış iki saat kadar önce. Tam anlaşma
noktasına gelmişler ki müşterinin tuvalet ihtiyacı gelivermiş. Adam
ellerini yıkarken sen tut musluğu çevirir çevirmez elinde kalsın.
Adamcağız sırılsıklam olmuş tabi. Bir yandan yayın yönetmeni, yazı
işleri müdürü, bir yandan sekreter kız musluğu zapt etmeye
çalışmışlar ama nafile. Adamı bir odaya alıp üstünü başını
kurulamaya çalışırken kızın aklına Nezihi aramak gelmiş en
sonunda.
Nezih gülmemek için kendini zor tutarak banyoya yöneldi
hemen. Banyo musluğu Düden şelalesi gibi su fışkırtıyordu
148
gerçekten. Nezih dışarı koştu hemen. Daire girişindeki su saatinin
vanasını kapattı. Su da hemen kesiliverdi tabi. İçeriye girdi tekrar.
Kız, Nezih’in ne yaptığını anlamıştı. Gözlerini devirerek
“Bak hiç aklıma gelmedi bu” dedi. Nezih gülümsedi. “Olur, böyle
şeyler. İnsan telaşlıyken bazı şeyler aklından çıkıverir.” Az sonra
gerekli alet edevatını getirip musluğunu kırık mekanizmasını
çıkarmıştı bile. Yalnız yenisinin gidip getirilmesi gerekiyordu. Kırık
mekanizmayı kıza uzattı. “Bunun değiştirilmesi lazım. Birini
gönderip aldırabilir misiniz?”
“Şu an benden başka kimse yok burada. Ne Şoför İsmet ne
de aşçı Aylin abla.” Kız ağlamaklı bir ifadeyle baktı Nezihe. “Peki,
tamam ben alırım. Yalnız ben gelene dek sakın vanayı açtırmayın
kimseye.”
Nezih, elinde kırık mekanizmayla çıkmak üzereydi ki kız
birden arkasından seslendi. “Bir dakika Nezih bey.” Nezih sönüp
bakınca kızın son anda bir şey hatırlamış gibi ellerini sallayarak
koridorun bir kenarındaki odalardan birine daldığını gördü.
“Buralarda olacaktı sanki.”
Nezih kızın peşinden odaya girdi. Burası bir çeşit depo gibi
kullanılan bir odaydı. Kız hemen önündeki metal bir rafı karıştırıp
plastik şeffaf jelâtinli bir şeyi çekip çıkardı. “Bunlar iş görür mü?”
Kızın uzattığı şeye baktı Nezih. “Acil Tesisat Seti” Birkaç conta, bir
musluk başlığı, mekanizma ve buna benzer tesisat parçaları kabın
içindeki yuvalarında duruyordu. Nezih ilk kez böyle bir set
görüyordu. Gerçekten kim akıl ettiyse iyi düşünmüştü doğrusu.
“İşte bu harika” dedi Nezih. “Kim akıl edip aldıysa helal
olsun ona.”
Kız gülümsedi. “Aslında bunu yan binanın kapıcısı Mehmet
bey verdi.”
149
Nezih bir an dondu kaldı. Kızın söylediği şeyi anlamaya
çalıştı. “Pardon kim dediniz?”
“Hani şu yeni kapıcı var ya? Yan binanın. Geçen gün o
uğradı. Elinde bunlardan vardı. Her daireye birer tane dağıttı.
Yeğeninden almış bunları. Fazlamıymış neymiş, öyle bir şeyler
söylemişti. Para da almadı. Ne iyi bir adam değil mi?” Nezih
duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu. Zoraki gülümsedi. “Evet,
gerçekten müthiş biri.”
Nezih, İngiliz anahtarıyla mekanizmayı oldukça kolay ve
sertçe sıktı çünkü onu sıkarken Mehmet’in gırtlağını sıktığını hayal
ediyordu.
“Vay canına!” dedi keyifle Orhan usta. “Demek tüm
dairelere dağıtmış ha! Helal olsun be adama.” Gevrek gevrek
gülmeye başlamıştı ki Nezih’in yüzündeki ifadeyi görünce
gülümsemeyi kesti. Hafifçe öksürdü. “Yani, adam gerçekten
tuhafmış.”
“Yöneticiyi tavlayamayınca kiracılara oynamaya başladı”
Elindeki eski mekanizmayı hırsla yere fırlattı Nezih. Metal parça
kaldırımda tıngırdayarak zıplarken gelen geçen birkaç kişi şüpheyle
baktılar. Orhan usta gidip yerdeki eski metali aldı. Elinde bir süre
evirip çevirirken bir şeyler düşünüyordu. Sonunda simit arabasının
yanındaki küçük plastik çöp kutusuna attı. “Sanırım onunla konuşma
zamanı geldi. Ne dersin Nezih?” Nezih Orhan ustaya baktı. Şimdi
artık oldukça ciddi görünüyordu Orhan usta. “İki yetişkin insansınız.
Karşına alıp onunla konuşmalısın.” Nezih ne diyeceğini bilemedi.
“Neyden çekiniyorsun?”
Nezihin bir şeyden çekindiği yoktu. Sadece böyle içten
pazarlıklı bir insanla neyi nasıl konuşacağını bilemiyordu. “Bir
şeyden çekinmiyorum. Ne konuşacağım ki hem?”
150
Orhan usta omuzlarını silkti. “Neden böyle davrandığını sor.
Bir sebebi olmak zorunda.”
“Ya bir sebebi yoksa? Yani ya gerçekten bir şey
söylemezse?”
Orhan usta dikkatle baktı Nezihe. “Kimi söyler kimisi de
söylemez ama her zaman her şeyin bir sebebi vardır.” Nezih
kararsızdı ama başka bir çare de görünmüyordu.
“ilk adımı at. Olgunluk göster. Derdi neymiş sor. Ama sakın
öfkelenme.” Orhan usta işaret parmağını Nezihin yüzüne doğru
kaldırıp salladı. “Sakın öfkelenme!”
Nezih gün boyu bunu düşündü. Bu sinir harbinin sonu
yokmuş gibi görünüyordu gerçekten. Evet, en iyisi konuşmaktı. Ne
olacağını düşünüyor, adamın vereceği cevapları, tepkileri kestirmeye
çalışıyordu. Aslında her şey olabilirdi. Onunla konuşmasını hayal
ederken bile içinde öfkenin kabardığını hissediyordu. Ama sakin
olmalıydı. Orhan usta haklıydı. Sinirlenmek her şeyi berbat ederdi.
Böylece öğleden sonra işlerini bitirip Mehmet’i gözlemeye
başladı. Orhan usta’da bakınıyordu. Mehmet’i görürse haber
verecekti. O gün akşama dek ikisi de birer kez gördüler Mehmet’i.
Nezih hemen koşup adamı yakalamaya çalıştı ama ikisinde de
adamın boş anını denk getiremedi. İlkinde Orhan usta cepten arayıp
acele etmesini söylemiş, Nezih’te binadan fırlayıp yan binaya
yönelmişti. Orhan ustanın başında bir iki ahbabı vardı o sırada.
Nezih kaldırımda yanında geçerken adam başını kaldırıp bakmış,
sonrada iki elinin avucunu yere doğru çevirip “sakin ol” işareti
yapmıştı. Nezih tam binanın giriş kapısına gelmişti ki, Mehmet’i
apartman sakinlerinden bir kadınla konuşurken görmüştü. Kadın
elindeki bir kâğıdı sallayarak heyecanlı heyecanlı bir şey anlatıyor
arada da soru soruyor, Mehmet’in cevabını tam dinlemeden yeniden
151
lafa girip konuşuyordu. Bunun pek doğru bir zaman olmadığını
düşünen Nezih geri dönmüştü.
Birkaç saat sonra, kapının önünde sandalyesini çıkarmış
otururken Mehmet’i yine gördü. Adam binadan çıkıp kendisinden
tarafa yürümeye başlamıştı. Nezih yerinden fırlamıştı ki adam birden
durup geriye bakmıştı. Binanın girişinden kafasını uzatan bir adam
onu çağırıyordu. Mehmet koştura koştura geri dönüp binaya girmişti
tekrar. O gün bir daha onu göremedi.
Ertesi sabah yorucu başlamıştı. Kiracılardan birinin
taşınırken geride bıraktığı, bir daha da tenezzül edip almaya
gelmediği bir sürü malzemenin kalorifer dairesine taşınması
gerekiyordu. Karton kutulara doldurulmuş bir sürü ıvır zıvır. İzak
bey onları bir süre orada alıkoymasını, sahibi yine gelmezse hepsini
çöpe atmasını söylemişti. Nezih önce yükleyebildiği kadar koliyi
asansöre yükledi. Zemin kata inince, kalorifer dairesine yakın bir
yere istifledi. Böyle iki tur daha çıkıp indikten sonra tüm kolileri
aşağı taşımıştı. Sonra bunları kalorifer dairesinin boş ve karanlık bir
köşesine yığmaya başladı. Oflaya puflaya, teker teker taşıdı hepsini
de. İşi bitince yorgun argın bir köşeye çöktü. Loş ışıkta etrafta
uçuşup süzülen tozları seyretti bir süre. Oflaya puflaya kalkıp
binanın giriş katına çıktı. Birden Mehmet'le karşılaşıverdi.
Adamın kucağında koca bir plastik kavanoz vardı. İkisi de
şaşırmış halde kalakaldılar. Adamın kucağındaki bir peynir
kavanozuydu ve tam o sırada merdivenlerden yukarı çıkıyordu.
Adamın koca bir kavanoz peyniri kime getirdiğini merak etti bir an.
“Hayrola Mehmet?” dedi. Adam bir şeyler söylemeye çalıştı.
Kucağındaki peynir kavanozuna bakıp sırıttı. Başını kaldırıp
merdivenlerin tepesindeki asansöre yardım istercesine baktı. Sırıtıp
tekrar Nezihe baktı. Bir şey diyemedi. “Kime o peynir?”
152
“Şey, sizin üçüncü kattaki Cihan bey benden tulum peynir
istemişti de. Ben de…”
“Senin derdin ne?” İstemese de sesi biraz sert çıkmıştı.
Adam bir şey diyemedi. Artık sırıtmıyordu. Ne diyeceğini bilemiyor
gibiydi. “Dert mi? Bir derdim yok.”
“Neden bu apartmanla bu kadar ilgileniyorsun? Neden benim
işime burnunu sokuyorsun?” Adam kendini savunmaya çalışır gibi
“Senin işine neden burnumu sokayım ki?” dedi ama daha çok
yaramazlık ederken yakalanmış küçük bir çocuğa benziyordu.
“Benim yöneticimle konuşup penim işime burnunu
sokuyorsun. Benim apartmanımdaki kiracılarla muhatap oluyorsun.
Kendi apartmanındakilerle ilgilenmek yerine benimkilerle
ilgileniyorsun. Amacın nedir senin birader?”
Mehmet başını eğip kucağındaki peynire baktı bir süre.
Nezih adamın kendisine bir şey söylemesini, cevap vermesini,
bağırıp çağırmasını falan bekliyordu ama onun yerine Mehmet
birden eğilip yere çömeldi ve peynir kavanozunu yere bıraktı. Sonra
tekrar doğruldu. Şimdi ikisi de elleri boş, kavgaya hazırlanan iki
adam gibi sertçe birbirlerine bakıyorlardı. Sahte kibarlık bitmişti
sonunda. Artık herkesin eteğindeki taşları dökmeye zamanıydı.
“Senin işini istiyorum” dedi birden Mehmet. Nezih şaşırdı.
Bunu bekliyor, bunu tahmin ediyordu ama yine de duyduğunda
şaşırmıştı işte.
“İyi de benim işimi neden isteyesin ki? Hemen yandaki
binada çalışıyorsun. Senden ne farkım var sanıyorsun?” Adam bir an
cevap vermeden baktı Nezihe. “Bir apartman bir maaş, iki apartman
iki maaş.” Bu cevap beklenmedikti işte ve Nezihin bunu hazmetmesi
birkaç saniye sürdü. Bu kadar basitti işte. Yine de adam bunu sanki
son derece sıradan bir şeymiş gibi öylesine söyleyivermişti, asıl
sarsıcı olan da buydu.
153
“İyi de ne de ben? Neden burası?” Nezihin ağzından
güçlükle, adeta fısıldar gibi döküldü kelimeler. Mehmet başını öne
eğmiş arsız bir ifadeyle sırıtıyordu. Ellerini çaresizce iki yana salladı.
“Üzgünüm. Hayat zor ve sadece iyi olan kazanır.” Tencereden
taşmak üzere olan kaynar su gibi öfkenin alnına doğru yükseldiğini
hissetti Nezih. Elleri hafifçe titriyordu. Adamın üstüne atlayıp
atlamamak konusunda farkında olmadan bir savaş veriyordu Nezih.
Bilinçaltında verdiği bir savaştı bu. Mehmet hissetmişti. Ya da
gözlerinden anlamıştı. Belki de ellerinin titremesini fark etmişti ama
bir şekilde hissetmişti bunu. Bir başka beklenmedik şey yaptı adam.
Hafifçe ama aniden adeta bir kedi gibi yaklaşıverdi Nezihe.
Aralarında iki karış ya vardı ya yoktu. Yüzü tuhaf bir ifadeyle kırış
kırıştı; “Hadi vur bana!”
Nezih ne yapacağını bilemedi. Adam korkmuyor, kaçmıyor
ya da saldırmıyordu. Diklenmiyordu bile. “Vursana!” diye fısıldadı
adam. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordu Nezih.
“Ne oldu yemedi mi?” Nezih adamı omuzlarından sertçe itti.
Mehmet hafifçe geriye savruldu. İşte başlıyordu. Adam bir kedi gibi
fırlayıp Nezih’in burnunun dibinde duruverdi. Nezih ani bir refleksle
yumruklarını kaldırdı ve gelecek darbeyi savuşturmaya hazırlandı
ama adam yumruk falan sallamıyor sadece burnunun dibinde
dikiliyordu. “Hadi! Korktun mu yoksa?” diye fısıldadı adam. İşte o
anda anladı Nezih. Adamın derdi kıran kırana bir kavga değildi. Beni
kışkırtmaya çalışıyor diye düşündü Nezih. Bunu birden bire fark
edivermişti. Tek isteği kendisini kışkırtmak ve ona vurmasını
sağlamaktı. Adamın hinliği dehşete düşürmüştü Nezihi. Atılıp
yakasına yapıştı. “Defol git buradan!” diye fısıldadı ve adamı tuttuğu
gibi kapıya sürükleyip dışarı savurdu.
O sırada binanın önünden geçen bir kadın tiz bir çığlık atıp
geriye sıçradı. Onun hemen ardından gelen genç bir adam da olduğu
154
yerde durup bir an baktıktan sonra yolunu hızla caddeye doğru
çevirip yürümeye devam etti. Kaldırımda yürüyen insanlar kâh
durmuş bakıyor kâh hızla yoluna devam ederken kaçamak bakışlar
atıyorlardı. Mehmet yattığı yerden başını kaldırıp etrafına bakındı.
Tanıdık bir yüz aradı. Bilerek ağırdan alıyor gibiydi. O halini
görecek ve kendisine acıyacak tanıdık bir yüz bulmak ister gibi
etrafına bakınıyordu. Nezih kapıda durmuş ne yapacağını bilemeden
Mehmet’e bakıyordu. Mehmet sonunda abartılı bir yavaşlıkla yerden
doğruldu. Aslında hiç darbe almamış olmasına rağmen vücudunun
sol kısmına sanki top mermisi girmiş gibi o tarafını tutup iki büklüm
yürüyerek uzaklaşmaya başladı. O sırada Orhan usta koşup geldi. Bir
Mehmet’e bir Nezih’e bakıyor ne yapacağını ya da ne söyleyeceğini
bilemiyordu. Sonunda Nezih’e yaklaştı. Soru soran gözlerle baktı
Nezih’e. Nezih soluk soluğaydı. Gözlerini Orhan ustaya dikti ve
başını olumsuz manada salladı. Ona bir şey yapmamıştı. Hem de
hiçbir şey.
Nezih günün kalanında apartmanın işleriyle uğraşmış ama
kafasını bir türlü işlere verememişti. Mehmet’in peynir kavanozunu
alıp bir kenara koymuştu, gelip alsın götürsün diye. Ama tabi gelen
olmamıştı. Akşam olmak üzereydi. İnsanlar mesai bitip evlerine
dönmeye başlayınca cadde yeniden hareketlenmişti. Dışarı çıktı.
Orhan usta simitlerin çoğunu satmış kalan birkaç tane için
müşterileri gözlüyordu. Ayaklarını sürüyerek gelen Nezihe baktı.
Nezih ne diyeceğini bilemeden geleni geçeni seyretti bir süre.
“Ne yaptın, dövdün mü adamı?” diye sordu Orhan usta.
“Hayır, tabi ki dövmedim. Sadece ittim.” dedi Nezih
şaşkınlıkla. Başından geçenleri herkesin bildiğini varsayarak
konuşmuştu ama tabiî ki olan biteni kimse görmemişti ve dolayısıyla
kimsede bilemezdi. Orhan usta’nın yüzü asıktı yinede. Gözlerini
155
kaçırıyordu. Sanki Nezih suçluymuş, yanlış bir şey yapmış da o da
bundan utanıyormuş gibi bir hali vardı.
“O öyle söylemiyor ama” dedi gözlerini kaçırarak. Demek
adam gelip olanı biteni anlatmıştı.
“Ne söyledi peki?”
“Sana peynir getirmiş. Hediye olarak. Sen de direk adamın
üzerine çullanmışsın. Dediği buydu adamın.” Nezih kulaklarına
inanamadı. “Bana mı?”
Orhan usta sonunda başını çevirip Nezihe baktı. “Evet ya
sana.” Ama Nezih’in cevap verme tarzından işin içinde bir şey
olduğunu fark etmişti.
“Adam peyniri kiracılardan birine getirmiş Orhan usta.
Kendi söyledi. Üstelik ben onunla konuşmaya çalıştım. Ama beni
kışkırtan oydu.”
“Nasıl yani?” Orhan usta şimdi dikkat kesilmişti. Nezih olanı
biteni anlattığında adamın yüzündeki değişim inanılmazdı.
Şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. “Vay anasına be!” diye fısıldadı
Orhan usta. “Bu herif şeytan kadar kurnaz biri” dedi başını
sallayarak.
Ertesi gün öğle yemeğinden sonra şöyle bir hava almak için
dışarı çıktı Nezih. Birden Mehmet’i gördü. Bankanın önünde Recep
ve birkaç kişiyle daha muhabbet ediyordu. Başı eğik, ölü gibi bir hali
vardı. Arkası dönük olduğu için Nezih’i fark etmedi ama Recep’le
diğerleri fark etmişti. Onların baktığını görünce Mehmet arkasına
dönüp Nezih’e baktı. Nezih gördüklerine inanamadı. Adamın sol
gözü morarmış, dudağının kenarında da bir yara bandı vardı. “Yok,
daha neler!” diye düşündü. Sağ tarafa baktı. Orhan usta birkaç
müşterisine simit sarıyordu.
Nezih adamlara doğru yürümeye başladı. Bunu gören
Mehmet adamların yanından ayrılıp kaldırımın uzağından yürüyerek
156
kendi binasına doğru yöneldi. Bir an arkasından seslenip çağırmak
istedi adamı. Sonra vazgeçti. Receple etrafındakilerin yanına gitti.
Hepsi de ayıplar bir ifadeyle gözlerini dikmiş bakıyordu.
“Size ne anlattı o herif?” diye sordu. İçindeki öfkeyi kontrol
etmeye çalışıyordu.
“Ayıp be yahu!” dedi Recep. Diğerleri de başlarını salladı.
“Ne istersin garipten. Üstelik senin meslektaşın bir de.”
“Size ne anlattı bilmiyorum ama hepsi yalan. Adam açgözlü
şeytanın biri.”
“O yüzden mi dövdün adamı” dedi bir tanesi.
“Ben dövmedim onu.” Sesi yüksek çıkmıştı. Bu hataydı
biliyordu ama kendisini tutamamıştı işte.” Diğer tarafta Orhan usta
konuşmayı duymuştu. Başını çevirip onlara baktı.
“Nezih, adamın hali ortada işte. Bir de dövsen ne olurdu
acaba?” diye sitem etti Recep. Orhan usta yanlarına gelmişti.
“Gördün mü Orhan usta?” diye uzaklaşan Mehmet’i gösterdi Recep.
Orhan ustabaşını çevirip binaya girmek üzere olan Mehmet’e baktı
biran.
“Adam herkese karşı iyi birisi. Nezih’e de iyi niyetini
göstermek için peynir getirmiş. Oysa Nezih’in yaptığı şeye bak.”
diye devam etti Recep. Orhan usta Recep’e baktı bir süre. Orhan
usta birden Mehmet’in binasını işaret ederek “Recep bu adamı ne
kadardır tanıyorsun?” diye sordu. Recep şöyle bir düşündü. “Sanırım
2 hafta kadar oldu.”
“Peki, Nezih’i ne kadardır tanıyorsun?” Recep lafın nereye
geleceğini anlamıştı. “4 yıl” dedi.
“Peki, senin tanıdığın Nezih, böyle bir şeyi yapacak adam
mı?” Bu soruya hiçbiri cevap vermedi. “Hepinize söylüyorum,
kulaklarınızı açıp dikkatle dinleyin.” Nezihe döndü. “Sen de Nezih.”
Şimdi hepsi dönüp tek kelime etmeden Orhan ustaya bakıyordu. “Bu
157
adam bir üçkâğıtçı ve istediği şey Nezih’in işini elinden almak. Peki,
bu durumda ne yapacaksınız? Kendi işiyle yetinmeyip başkasının
ekmeğine göz koyan o adama mı güveneceksiniz?” Kimse bir cevap
vermedi. Sonunda Recep “Peki o zaman ne yapacağız?” diye sordu.
İşte asıl önemli olan buydu. Bu durumda ne yapabilirlerdi? Orhan
ustaya göre yapılacak tekbir şey vardı. O da bunu dikkatle ve yavaş
yavaş anlattı.
Ertesi gün Mehmet yüzü bandajlı, gözünde makyajla yaptığı
morlukla binanın önünü temizliyordu. Her şey planladığı gibi
gidiyordu. Herkes ona inanmış, Nezih denen o köpeğe kimin akıllı
olduğunu göstermişti. Keyifle gülümseyip yerleri süpürmeye devam
etti. Hele dünkü manzara… Arkadaşlarının ve o Orhan denilen yaşlı
herifin Nezih’i fırçalamalarını kapı arkasından gizlice ve keyifle
izlemişti. Her şey yolundaydı. Artık herkes Nezih’e karşı yavaş
yavaş kendisinin yanında yer alıyordu. Çok yakında herifin işine son
verirlerdi. O zaman onun işini kapacaktı. Bu da iki maaş anlamına
geliyordu. Mehmet fırçayı binanın içine götürüp kapının arkasına
bıraktı. Su kovasını ve paspası aldı. Binanın girişini paspaslamaya
başladı.
İşin zor kısmı Nezih’i devreden çıkarmaktı. Onu bir
yollatınca diğerlerini halletmek kolay olacaktı. Gerçi binaların sayısı
artınca işi de artacaktı. Aynı anda birkaç binaya kapıcılık yapmak hiç
de kolay olmayacaktı ama bir kez işleri almaya başlayınca gerisi
kolaydı. Önce karısı Nurcan’ı yollardı birine. Nasılsa ona para
verecek değildi. Birden durdu. “Nurcan!” Ses yoktu. Sinirlendi.
Nerede bu kalın kafalı kadın diye düşündü. Tekrar seslendi. Cevap
alamayınca sinirlendi. Üç gün dövmeyince böyle oluyordu işte.
Paspası kenara fırlatıp bodrum katına inen merdivenlerin yarısına
kadar indi. “Nurcan!” karısı korkuyla açtı dairenin kapısını.
158
Öfkeyle ama yine de sesini alçaltıp çıkıştı. “Neden
duymuyorsun aptal kadın?”
“Musluk açıktı bey. Ondan duy…” Sözü yarım kaldı.
Mehmet birkaç adımda yanına gelip kadının kapıdan uzattığı yüzüne
sertçe bir tokat attı. Kadının başı yana savrulurken başındaki tülbent
perde gibi uçuştu. “Merdivenleri paspasla hemen.” Parmağıyla
yukarıyı işaret eden Mehmet’in gözleri çakmak çakmaktı. Bu kadına
güvenip de ikinci binayı nasıl alacaktı bilemiyordu. Kadın korkuyla
koşar adım merdivenleri tırmandı. Mehmet cebinden sigarayı
çıkarırken yavaş yavaş merdivenleri tırmandı. Binanın holüne
çıktığında karısı kovayı ve paspası almış çoktan yerleri silmeye
başlamıştı. Kız kardeşi varken neden bu kadını aldığını kendi
kendine sordu. Etraftaki binaları aldıkça aklı başında ama ucuza iş
yapacak birilerini bulması gerekecekti. Birden karşısında Recebi
gördü. Yüzüne kocaman bir gülücük yerleştirdi. “Vay canına.
Nasılsın Recep?”
Recep gülümseyerek baktı ona. “Ne olsun be Mehmet, iş güç
işte. Sen nasılsın?”
“Koşturmaca işte.” Arkasında, merdivenleri silerek yukarı
çıkan karısını işaret ederek “Ben de bizim hanıma yardım
ediyordum.” İkisi de biran konuşmadı. Recep’in yüzünde hafif bir
sıkıntı işareti vardı ama Mehmet sebebini anlayamadı.
“Bak. Bizim Nezih iyi biridir. O yüzden umarım aranız
düzelir.” Mehmet ne diyeceğini bilemedi, en doğru şey
gülümsemekmiş gibi geldi ona. O da sadece bunu yaptı. Recep
diyecek başka bir şey bulamadı, sıkıntıyla kıpırdandı. Sonra kapıya
yöneldi. Tam çıkıyordu ki aniden bir şey hatırlamış gibi durdu. Gizli
bir şey yapıyormuş gibi tedirgin bir şekilde etrafına bakındı.
Mehmet’e yaklaştı.
159
“Şey, bana tereyağı getirebilir misin? Şöyle iyi kalite
tereyağına hasret kaldım resmen. Buralardan güvenip alamazsın ki
tereyağını. Sen sizin köyden getirtirsin diye düşündüm. Şöyle bir kilo
yeter.” Mehmet birden keyfi yerine geldi. “Tabi, hem de kralını
getiririm sana. Hiç merak etme.”
“Tamam, o zaman görüşürüz.” Recep çıkıp gittiğinde
Mehmet şimdi zoraki değil gerçekten gülümsüyordu. İşler gittikçe
iyiye gidiyordu.
Birkaç gün sonra Mehmet elinde tere yağ dolu plastik bir
saklama kabıyla binadan çıktı. Beyza apartmanının önünden
geçerken hususi olarak yavaşladı ama Nezih ortalıklarda
görünmüyordu. Bankaya girip Recep’i işaretle dışarıya çağırdı. Kabı
teslim edip parasını Recep’ten alırken Nezih’in onları görmesi için
neler vermezdi. İki gün sonra çöpleri bina dışına çıkarırken
tanımadığı bir kadın yanına geldi Mehmet’in. Kadın Beyza
apartmanında bir firmada çalışıyordu ve kendisinden köy peyniri
istedi. Mehmet bunu zevkle yapacaktı.
Kadının sipariş ettiği halis keçi sütünden yapılmış köy
peyniri çoktan gelmişti Mehmet’e ama o sabahtan beri peyniri
götürmemişti. Mehmet bir şeyi daha doğrusu birini bekliyordu.
Sabah binadan çıkıp hala dönmemiş olan Nezih’i. Sonunda öğlende
doğru Nezih’in binaya girdiğini görünce heyecanlandı. Zaman
gelmişti. İçinde peynir olan plastik kabı alıp çıktı. Nezih içeride
oturmuş gazete okuyordu. Sırıtarak girdi binaya. Peynir kabını iyice
görünsün diye göğsüne kadar kaldırmıştı.
Nezih başını kaldırıp onu görünce suratındaki ifade
değişiverdi birden. Mehmet gülümseyerek yanından geçti.
“Nereye gidiyorsun?” diye seslendi arkasından Nezih.
Mehmet sırıtarak döndü. “Yukarıdaki bir bayana peynir getirdim de.
Sen de ister misin? Merak etme, sana kapıcı indirimi de yaparım.”
160
Nezih’in saldırmasını bekledi Mehmet. Tek istediği buydu. Ama
onun yerine hışımla dışarı çıktı Nezih. Mehmet şaşırmıştı. Olsun bu
da iyiydi.
Mehmet’in işleri gittikçe açılıyordu. Neredeyse tüm sokak
Mehmet’in köyden getirttiği ürünleri alırken Mehmet’te bu işten iyi
para kazanıyordu. Bazen hususi Nezih’in önünde durup cebinden
çıkardığı paraları sayıyor ya da o binanın önünde otururken
müşterileriyle onun biraz ötesinde, pazarlık edip sipariş alıyordu.
Nezih bunlara sinir olduğunu gizlemiyordu ama henüz Mehmet’in
beklediği ve istediği şeyi yapmamış, onun üzerine çullanmamıştı. Ah
bir kere herkesin içinde bunu yapsaydı… İşte o zaman o hıyarın işi
bitecekti.
Gerçi sebebini anlayamadığı bir gariplik seziyordu ama
çözememişti bir türlü. Daha önce hiç bu kadar kolay ve hızlı bir
şekilde artmamıştı müşterileri. Şimdi ise siparişler arka arkaya
geliyordu. En iyisi boş verip işine bakmaktı. Sonuçta keyfi
yerindeydi Mehmet’in. Müşterileri de gelirleri de hızla artıyordu ya
önemli olan oydu. O gün hava güneşli ve açıktı. Mehmet
apartmandaki işlerini bitirince şöyle bir dışarı çıkmaya karar verdi.
Orhan usta kaldırımda, her zamanki yerinde durmuş simit satıyor,
gelen geçenle sohbet ediyordu. Yanına gidip selam verdi. “İşler nasıl
Mehmet?” diye sordu Orhan usta. Kastettiği şey kapıcılık değildi
elbette. O da keyifli görünüyordu.
Mehmet de gülümsedi. “Sağ ol Orhan usta. Ekmeğimizi
çıkarmaya çalışıyoruz işte.”
“Müşterileri çoğaltmışsın diye duydum.” Ünüm yayılıyor
diye düşündü Mehmet ve gülerek başını sallamakla yetindi.
“Bak aklıma ne geldi. Aykut’u tanıyorsun değil mi?”
Mehmet herkesle olduğu gibi az ilerideki lokantada garsonluk yapan
161
Aykut’la da tanışmış, birkaç kez de ayaküstü sohbet etmişti. “Evet
tanıyorum. Hayrola?”
“Onların lokanta kahvaltı da veriyor her sabah. Neden onlara
tereyağını sen getirmiyorsun? Hem daha çok kazanırsın hem de iyice
düzene girer senin şu iş.” Mehmet kalp atışlarının hızlandığını
hissetti. Bu resmen piyango vurmasından farksızdı. O an aklında
binlerce düşünce birbirine girmiş şekilde geçmeye başlamıştı. İşleri
büyütmesi, daha çok para, kendi dükkânı hatta belki de kendi
markasını oluşturması, kahrolası kapıcılıktan kurtulup gerçek bir
zengin olma… Sonra birden kendine geldi. Orhan usta’nın son
sözüne dikkatini veremediği için kaçırmıştı. “Pardon, anlamadım”
dedi heyecanının belli etmemeye çalışarak.
“Ne dersin diye sordum. Becerebilir misin?” Yaşlı herif şaka
yapıyor olmalıydı. Öyle bir becerirdi ki. “Elbette beceririm. Sen işin
o kısmını merak etme.”
“Aykut’a söyleyeyim, seni bulsun. Gerisini aranızda
konuşursunuz artık.”
Mehmet eve dönerken hala inanamıyordu. Bu resmen
piyangoydu. Çevredeki paralı züppelere tek tek yağ, peynir satmak
ayrı şeydi, bir lokantayla düzenli iş yapmak ayrı şey. Aslında Orhan
usta gördüğü kadarıyla Nezih’in bir numaralı dostuydu. Ondan böyle
bir kıyak gerçekten şaşırtıcıydı. Belki de Nezih’e yardım etmek için
böyle yapmıştı. Onun işini elinden almasın diye. Güldü. Bunun işe
yarayacağını sanıyorsa gerçekten çok saftı şu yaşlı adam. İsterse
tereyağı kralı olsun, o Nezih denen herifin işini bitirecekti, hiçbir şey
buna engel olamazdı.
“Haftada iki kilo tereyağı gidiyor bizim lokantada” dedi
Aykut. Aslında lokantanın sahibi o değildi ama bu tür satın alma
işlerini patronu ona bırakmıştı.
“Peki, kaça alıyorsunuz?”
162
“Normalde beş kiloluk tenekelerle alıyoruz. Tenekesine 100
TL veriyoruz.” Kilosu 20 TL’ ya geliyordu demek. Mehmet
sevincini belli etmemeye çalıştı. O, köyden kargo masrafı dâhil
kilosu 7 TL’ dan getirtiyordu. Mahalleliye de genelde 10’den
satıyordu. Yani 15’den bile satsa ciddi kardaydı. “Size 15’den
getirtirim. Ne dersin?” El sıkıştılar. Bu iş tamamdı. Artık düzenli bir
müşterisi de olmuştu. Bu işi zamanla oturtup sonra da diğer
lokantalara atlardı. O gece sevinçten zor uyudu Mehmet. Ertesi gün
de ilk iş köye telefon edip yağı hazırlatmak oldu. Birkaç gün sonra
ilk teslimatını yapıp parasını aldığında kendini yenilmez
hissediyordu.
Gece hava ılık ve sessizdi. Kaldırımda ara sıra geçen
sarhoşlardan ve fahişelerden başka kimse yoktu. Nezih yavaş yavaş
yürüyor, bir yandan da sigarasını içiyordu. Az sonra kapalı bir
dükkânın önünde durdu. Burası ufak bir esnaf lokantasıydı. İçerisi
karanlıktı. Kafasını uzatıp karanlık dükkânın içine baktı. İçeride gri
bir gölge belirdi birden. Gölge karanlığın içinde hareketlenip kilitli
kapıya yaklaştı. Kilit şıkırtısı duyuldu ve gölge kapıyı açıp kenara
çekildi. Nezih karanlıkta dikkatle içeri girdi. Kilit şıkırtısı duydu
arkasından ama dönüp bakmadı. Masaların ilerisinde hafif bir ışık
mutfak kapısının yerini belli ediyordu. Oraya yöneldiğinde Aykut’un
ayakkabı sesi de peşinden geliyordu.
Mutfağa girince bulaşık deterjanı ve sirke kokusu çarptı
yüzüne. İçerisi temiz ve sessizdi. Tek ses, tepedeki florasanın
vızıltısıydı.
Krom tencerelerin ve temizlenmiş boş mutfak tezgâhlarının
ortasında Orhan usta ve Recep sessizce ayakta dikiliyordu. Nezih ve
Aykut yanlarına geldiler. Dört kişi bir şey söylemeden birbirlerine
baktılar. Orhan usta söyleyeceklerini vurgulamak ister gibi iki elini
de yavaşça havaya kaldırdı.
163
“Buraya neden geldiğimizi biliyorsunuz.” Üç adamında
yüzlerine baktı. “Bu işte yer almak istemiyorsanız sorun değil.
Sadece çenenizi kapalı tutun yeter.” Aykut endişeli görünüyordu.
Haklıydı da. İşler planlandığı gibi gitmezse başı derde girmeye en
yakın aday o olacaktı.
Aykut Recep’e baktı. “Bir şey olmayacak değil mi?
Eminsin.” Recep kendinden emin başını salladı. “Hiç merak etmeyin.
Sadece biraz kıvranacaklar o kadar.”
Nezih bir şeyler söyleme ihtiyacı duydu. Sonuçta tüm
bunların nedeni kendisiydi. Boğazını temizledi. Başlar ona döndü.
“Bir sorun çıkarsa bile sana patlamasına izin vermem ben. Tüm
sorumluluk benim.”
Orhan usta bir adım öne çıkıp Nezih’e yaklaştı. Şimdi üçü de
Orhan ustaya bakıyordu. Gözlerini Nezih’e dikip bir iki saniye bir
şey demeden baktı. “Bunun seninle ilgisi yok” dedi. “Bu adam için
yoldaki çakıllardan birisin sen. Hırsları için herkesi harcayabilecek
biri o. Sen sadece sıradaki çakıl taşısın.” Kimse bir yorum yapmadı.
Orhan usta dönüp elini Aykut’a uzattı. “İşimize bakalım” dedi.
Aykut cebinden bir tüp ilaç çıkardı. Orhan usta geniş, temiz tezgâhın
başına geçip bir kesme tahtası aldı. Bir satır aldı eline. Hapları kesme
tahtası üzerinde ezip toz haline getirmeye başladı. Aykut’ta Orhan
usta’nın yanına geçmişti. Haplar ezildikçe o da onları bir tabağın
içine boşaltıyordu. Nezih’le Recep yapacak başka bir şey
olmadığından onları seyrettiler. Sonunda Aykut tabağı alıp ikisine
dönüp baktı. Aykut elini uzatırken Nezih önce davrandı ve tabağı
aldı. Sanayi tipi koca buzdolabının önünde çömelip kapağını açtı ve
tereyağı tenekesini çıkardı. Bunu daha önce planlamamışlardı ama
kaderin cilvesi işte, işin son kısmı ona düşmüştü. Tenekenin
yarısından biraz fazlası doluydu. Tabağın içindeki tozu tenekeye
boşaltırken Recep’te koca bir servis kaşığını ona uzattı. Az sonra toz
164
yağla karışmış, yağ tenekesi, buzluktaki yerine dönmüştü. Dört adam
sessizce mutfaktan çıkarken tek ses, tepedeki florasanın vızıltısıydı.
Ertesi gün Mehmet için koşturmacayla dolu geçmişti. Bir
yandan apartmandaki işler bir yandan siparişler derken oradan oraya
koşup durmuştu. Akşam yemeğini yemiş, televizyon karşısında
sigarasını içiyor, bir yandan da işleri büyütmenin hayallerini
kuruyordu. Nezih gidince oraya kendisi, bu binaya da karısı
bakacaktı. Ama bu işler içinde bir depo gibi bir yer bulmalıydı.
Birden kapı çalınca şaşırdı. Mutfaktaki su sesi de aniden durdu.
Buralarda yeniydiler ve kapıları pek sık çalmazdı. Herhalde yönetici
falan olmalıydı. Kapıda polisleri görünce şaşırdı biraz ama çok da
endişe etmedi. Aklına gelen ilk şey apartmanda bir olay olduğuydu.
Böyle şeyler olurdu. Karı-koca kavgası, komşuların kavgası ya da
gürültü yüzünden birbirlerini şikâyet etmeler… Tabi bu durumlarda
polisler önce kapıcıya uğrarlardı. Kimin nerede oturduğunu, binada
olanı biteni en iyi kapıcılar bilirdi çünkü.
“Mehmet Gerendi sen misin?” Biri ince, kara kuru ve asık
suratlı ama oldukça genç bir polisti. Diğeri bir balkon kadar geniş
göbeği olan orta yaşlardaydı. Soruyu soran göbekli olandı.
“Evet benim. Hayırdır memur bey?”
“Bizimle emniyete gelmen gerekiyor. Hakkında şikâyet var.”
Polis bunu söylerken bir kâğıdı ona uzattı. Mehmet küçük bir şok
geçiriyordu. Kâğıdı aldı. Karısı hemen yanında bir şeyler
geveliyordu. Kâğıtta anlamadığı bir sürü şey yazıyordu ama onca
cümle içinde kendi adını, adresini hemen fark etti. Az sonra üzerinde
pijaması, sırtında bir ceketle polis arabasına biniyordu.
Hava kapalı ve oldukça rüzgârlıydı. Her an yağmur
bekleniyordu. Bir yağsa ortalık rahatlayacak, toz duman yatışacaktı.
Nezih Orhan ustanın yanına geldi. Orhan usta önündeki simit
arabasına yaslanmış Gervin apartmanına bakıyordu. Apartmanın
165
önünde bir kamyonet duruyordu. Birkaç amele kamyonete eşya
yüklüyorlardı. Birden binadan Mehmet çıktı. Battaniyeye sarılı bir
komodini kamyonete taşıyordu o da. Kendisini izleyen Orhan ustayla
Nezihi görmemişti. Komodini aracın kasasındaki adama uzattı.
Tekrar binaya girecekken durdu ve ikisine doğru dönüp baktı.
İfadesiz, görmeyen gözlerle bakıyordu. Yavaşça yürüyüp binaya
girdi.
Nezih bir şey sormak için Orhan ustaya baktı. Orhan usta
anladı, daha Nezih bir şey sormadan “Sorun yok” dedi. “Merak
etme.” Orhan usta durdu, eşya taşıyanlara baktı bir süre, sonra tekrar
konuşmaya başladı.
“Aykut son anda korkmuş” dedi. “Sabah kahvaltıya
gelenlere yağı vermekten vazgeçmiş. Sonra tuhaf bir şey olmuş.”
durup gülümseyerek Nezihe baktı. Sonra tekrar adamlara döndü.
O sabah Aykut’un patronu yani lokantanın sahibi ki adam
genelde evinde kahvaltı yapardı, yanında iki arkadaşıyla girmiş
lokantaya. Yani o gün kahvaltıyı orada yapacağı tutmuş işte adamın.
Aykut’ta nasıl olduysa, birden içinden gelmiş, tereyağını onların
önüne koymuştu. Sonra, beklendiği gibi adam öğlene doğru tuvalete
koşmuştu. Tabi Aykut bir gözü patronunda, bir elinde de telefon
hazır bekliyordu. Hemen ambulans çağırmıştı Aykut. Elbette
arkadaşları da fenalaşmıştı ama Orhan usta’nın da dediği gibi merak
edecek bir şey yoktu. Bu arada onlar da o çevrenin esnaflarıydı
zaten. Onları da aynı hastaneye kaldırmışlardı. Mideleri yıkandıktan
sonra doktor onlara ne yediklerini sormuş, Aykut’ta onların yerine
konuşmuş ve kahvaltıdan, özellikle de tereyağından bahsetmişti.
Olay böylece açığa çıkmıştı. Aykut’un patronu akşama doğru
kendine gelince ilk iş olarak telefona sarılıp Mehmet’i polise şikâyet
etmişti tabi. Polisler akşam Mehmet’i karakola almışlardı ve Mehmet
bütün geceyi nezarethanede geçirmişti. Ertesi gün hastaneden çıkan
166
adam, iki arkadaşı ve Aykut’la beraber emniyete ifade vermeye
gitmişti.
“Peki, patronu Aykut’a kızmamış mı?” diye sordu Nezih.
Sonuçta yağı satın alması için Aykut’a izin veren oydu.
Neden kızsındı ki? Karakolda adamdan davacı olduğunu söylemişti
patronu. Mehmet korkudan konuşamıyordu tabi. Sonra birden
komiser mideleri yeni yıkandığı için yüzleri sapsarı haldeki üç
adama dönüp o kritik soruyu sormuştu. “Faturanız var mı?”
Elbette satın aldıkları tereyağının faturası yoktu. Zaten
Mehmet nasıl fatura kesecekti ki? Komiser de o zaman dava açsalar
bile şansları olmadığını söyledi. Tabi bunu duyunca Mehmet gözden
kaçmayacak derecede rahatlamıştı. Komiser, yine de aralarını
bulmak için Mehmet’e dönüp adamların hastane masraflarını
ödemesini, meselenin de burada kapatılmasını teklif etmişti. Ancak
Mehmet son kozunu oynama karar vermişti anlaşılan. Az önce dava
ihtimalinin ortadan kalktığını duyunca cesaretlenmişti sonuçta. Bu
işte bir suçu olmadığını, o yüzden kimsenin hastane masrafını
ödemeyeceğini kibar ama kesin bir dille ifade etti.
Bunun üzerine komiser, oturduğu yerde rahatı yerinde olup
ta yine de kalkmak zorunda olan romatizmalı, siyatikli ve de isteksiz
bir adamın tavrıyla yüzünü ekşitip yavaşça yerinden kalkmış,
sallanarak Mehmet’e yaklaşıp tam önünde durmuştu. Sonra nasıl
olduğunu kimsenin anlamadığı bir şekilde, şöyle desteklisinden sağlı
sollu iki tokat patlatıvermişti Mehmet’e. Adam boş çuval gibi
savrulup yere kapaklanmıştı. Bir polis Mehmet’i yerden
kaldırdığında komiser hala Mehmet’in önünde dikiliyordu.
Gülümseyerek şöyle demişti komiser; “Sana dava açamazlar
evlat. Ama istersen bu gece de seni burada misafir ederiz. Bu sefer
ne kadar misafirperver olduğumuzu da gösteririz sana. Sabah
giderken de halk sağlığını tehditten sana bir kamu davası açar hem
167
de eli boş göndermemiş oluruz seni.” Böylece Mehmet adamların
hastane masrafını ödemeyi kabul etmişti.
Eve döndüğünde bir başka kötü sürpriz bekliyordu
Mehmet’i. Olanı biteni öğrenen apartman yöneticisi Mehmet’i kapı
önüne koyuvermişti. İşte olan biten buydu.
Mehmet’le karısı kamyonetin önüne binerken amelelerden
biri kamyonetin kasasının kapağını kapattı. Kamyonet binanın
önünden ayrılırken Nezih’le Orhan usta arkasından baktılar bir süre.
Sonunda yağmur yağmaya başladı.
SON
168
Sonsöz
Nezih’in ve dostlarının hikâyelerini beğendiniz mi bilmiyorum ama
ben yazarken çok eğlendim. Çok güldüğüm yerler olduğu kadar
üzüldüğüm ya da gerildiğim yerler de oldu. Siz de beğendiğiniz (ve
de tabi beğenmediğiz) yerleri benimle paylaşırsanız mutlu olurum;
jokers Chronicles
facebook.com/murat.akcicek
twitter.com/makcicek