Upload
karavahap
View
541
Download
2
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Cengiz Dağcı ve Türkistan Lejyonerleri konusunu Gamalı Haç ve Kızıl Yıldız Arasındaki Bir Yazar Cengiz Dağcı" isimli kitabımızda geniş çaplı ele aldık. Bu sunumla bu konuda bilgi vermekteyiz.
Citation preview
Cengiz Dağcı ve II. Dünya Savaşı Hatıraları
Prof. Dr. Abdulvahap Kara
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi05 Nisan 2012
Tarihin En Çileli Savaşçıları: Türkistan Lejyonerleri
Stalinizm ve Hitlerizm Arasında Kaldılar
Yani en büyük iki diktatörünün baskısına birden maruz kalan insanlar
Mustafa Çokay
Mustafa Çokay araştırmalarım esnasında Türkistan Lejyonerleri meselesi ile karşılaştım.
Türkistan Lejyonerlerinin korkunç durumu beni çok düşündürdü.
Sorular… Sorular… Sorular… Nazi esiri bu insanlar acaba esir
düştüklerine sevindi mi, üzüldü mü?
Nazi zulmünü görünce nasıl bir hayal kırıklığı yaşadılar?
Nazi esir kamplarında nelerle karşılaştılar?
Türkistan Lejyonuna kabul edilip Alman üniforması giyince nasıl bir duygu yaşadılar?
Savaş bitti, ama onların çilesi yine bitmedi. Onlar Stalin’in gözünde vatan hainiydi.
Bu sorulara cevaplar Sadece Cengiz
Dağcı’da.
Çünkü, o da bir Türkistan Lejyoneriydi.
Tüm sıkıntıları çekmişti.
Yaşadıklarını eserlerine tam aksettirmişti?
Tarihi misyonunu bilen adam Savaşın sonunda, Dağcı için hatıraları yazıp bitirmek
hayatının en önemli görevidir. Bunu ne pahasına olursa olsun tamamlamak azmindedir. Bu düşüncesini Yurdunu Kaybeden Adam romanında şu sözlerle belirtir: “…ben kendi dünyamda yaşarken onlar da benimle birlikte yaşamadılar. Yarın dünyamdan ayrılacağımı bilsem, birkaç yarım yamalak satırla “Hatıraları” yazar ve bitirirdim.” Korkunç Yıllar romanında da bunun için yaşamakta olduğunu şu satırlarla ifade eder: “Ölmüş kahramanların heykellerini ölüler değil, yaşayanlar yükseltirler. Onların ruhlarını içimden çıkarıp bir heykel haline getirmek için ben hayatta kalmalıyım.”
Hatıraların önemi II. Dünya Savaşı’nda ülkesi Nazilerce işgal edilen
Hollanda Eğitim Bakanı, Londra radyosundan halkına şöyle seslenmişti: “Hollanda halkı Alman işgali sırasında çektikleri acıları kaydedip biriktirip bunları savaştan sonra yayınlamak zorundadır.” Bu sözler, 15 yaşındaki Anne Frank’a Amsterdam’da Nazilerden saklanan ailesiyle yaşadıklarını yazmasına sebep olur. Savaşta ölen Frank’ın yazıları daha sonra bulunarak kitaplaştırıldı ve birçok dillere de çevrildi. Kitap Almanya’da hiçbir kitapçının vitrinine konulmadığı halde yüzbinlerce sattı. Oyun haline getirildi. Ya bizde?
Dağcı’nın savaş hatıraları Dağcı’nın romanlarından sadece ikisi tamamen savaş anılarına
ayrılmıştır. İlk romanı Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adıyla iki
cilt halinde 1956’da İstanbul’da yayınlandı. İkinci roman bundan tam 40 yıl sonra 1996’da yine İstanbul’da
Biz Beraber Geçtik Bu Yolu adıyla yayınlandı.
Roman Kahramanları Birinci romanın kahramanı yani Cengiz Dağcı’yı canlandıran
karakterin ismi Sadık Turan, ikinci romanda ise İzmail
Tavlı’dır. İkinci roman Dağcı’nın çok sevdiği fedakar eşi
Regina’nın hastalandığı zaman kaleme alındı. Korkunç Yıllar
ve Yurdunu Kaybeden Adam’da Dağcı daha savaş bitmeden
duygu ve düşüncelerini eserine yansıtmaktadır. Biz Beraber
Geçtik Bu Yolu romanı ise savaştan yaklaşık 50 yıl sonra
Dağcı’nın savaş günleri ve anılarıyla hesaplaşmasıdır. Bir
başka deyişle, Sadık Turan savaşın taze duygularını, İzmail
Tavlı ise 50 yıl sonra o anılarda gezinirken ortaya çıkan duygu
ve düşünceleri yansıtır. Bu yüzden olsa gerek Dağcı, aynı
sahneleri iki farklı kişiliğe yaşatmaktadır.
Sadık Turan adı Dağcı’nın roman kahramanına Sadık
Turan adını vermesi tesadüf değil, bilinçli bir tercihtir. Araştırmacı Şahin, Dağcı’nın turan ülküsüne olan inancını Sadık Turan adıyla yaşatmak istediğine işaret eder. Çünkü, Dağcı, Türkistan Lejyonu günlerinde “müebbet ülke turan” idealine inandı. Türkistan Lejyonundaki arkadaşları Turan’a olan sadakatleri uğruna hayatlarını kurban etmişlerdi. Dağcı, böylece kahramanına Sadık Turan adını vermekle ölen arkadaşlarının anısına verdiği değeri göstermektedir.
Dağcı esir düşüyor Cengiz Dağcı 9 Ağustos 1941’de öğle saatlerinde
Almanlara esir düştü. Korkunç Yıllar romanının kahramanı Sadık Turan ve Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanının kahramanı İzmail Tavlı da Bug Nehri kıyısında Almanlara esir düşmektedir. Dağcı hatıralarında bu konuya değinerek şunları söylemektedir: “Ben ne Sadık Turanım, ne de İzmail Tavlı. Ne var ki, her iki olayla benim o günkü durumum arasında yakınlık ve benzerlik var. Her iki romanımda da o günkü gerçek durumumdan istifade edildi.”
Peki Dağcı esir düştüğüne üzüldü mü?
Hayır, üzülmedi Dağcı, Bug Nehri
kıyısında, Almanlara esir düştüğüne üzülmedi. Hatta buna sevinmişti bile. Çünkü esir düşmekle ateş kasırgasından sağ salim çıkmış oluyordu. Dağcı Korkunç Yıllar romanında esaretin harpsiz, ateşsiz ve ölümsüz geçen ilk günün, Sadık Turan’a cennet gibi geldiğini yazar.
Zaten esirdiler Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında Tavlı da benzer
duygular içindedir. Bu durumu Teğmen Tavlı ile Ukraynalı Çavuş Boyko arasında geçen bir diyalog ortaya koyar. Teğmen Tavlı, Almanlara esir düştüğü için coşkulu bir sevinç gösteren Boyko’ya esir olduklarını hatırlatır. Bunun üzerine Boyko “Ne fark eder? Eskiden de esirdik. Her zaman esir olduk. Canımızı kurtardık ya!.. Savaş bitti bizim için. Sağız. Yaşıyoruz. Önemli olan yaşamak!” der.
Sevinç kısa sürdü Ancak Almanlara esir düşen Dağcı’nın sevinci uzun
sürmeyecekti. Nazi esaretinin savaşın ağır şartlarından çok daha beter olduğunu çok geçmeden anlayacaktı.
Nazi esir kamplarındaki ağır şartları gören ve daha kamptaki ikinci gün çizmesi ayağından alınan Dağcı Korkunç Yıllar romanında Turan’ın ağzından duygularını şöyle aktarır: “Alman çavuşun ayağımdan çizmeleri aldığı gün hiç kimseyle konuşmadım. O gün benim için yeni bir hayat başlıyordu... Yeni hayatta, hayat için savaşmanın lüzumunu hissediyorum. Bundan dolayı da herkesten nefret ediyorum. Tekrar cepheye dönmeye, harp etmeye razıydım. Kime karşı? Kime karşı olursa olsun! Ne uğurda olursa olsun! Neyin şerefine olursa olsun! Yalnız bu dört duvar arasındaki hayat için olmasın. Yalnız bu insanların arasından çıkayım.”
Kurtuluş ümidi olmayan yer Esirlerin getirildiği kamptaki meydan çok kalabalıktı. Esirlerin çoğu
elbiselerindeki bitleri temizlemekle meşguldü. Orada burada hareketsiz yatan esirler göze çarpıyordu. Bunların öldükleri, ancak cesetleri iki üç gün sonra kokmaya başladıklarında anlaşılıyor ve ölüler bir duvarın dibine odun yığılır gibi yığılıyordu.
Gece olunca meydanda yatacak bir yer bulmak yeni gelen esirler için büyük bir sorundu. Kırmızı yapılar kapı pencerelerine kadar tıklım tıklım insan doluydu. Yer bulmak da mümkün değildi. Her yerde ağlayan, inleyen, uyuyan insanlar vardı. Yanlışlıkla bunlardan birine basacak olursanız, kızgın sesler ve küfürler yükseliyordu. Hatta tekme tokat saldıranlar da çıkıyordu. Dağcı’nın buradaki duyguları Korkunç Yıllar romanında Turan’ın ağzından şöyle yer almaktadır: “Yarabbim bu ne zulüm! Ömrümde ilk defa olarak kurtuluş ümidi bulunmayan bir yerde olduğumu anlıyorum.»
Açlık ve ölüm kol kola Kampta durum günden güne kötüleşiyordu. Esirlere bir
hafta boyunca yiyecek hiçbir şey verilmedi. Her gün yüzden fazla esir açlık, susuzluk ve hastalıklardan ölüyordu. Bir sabah, meydanın köşesindeki hoparlörden yemek verileceği ilan edildi. Ayrıca yemek dağıtımı esnasında intizam bozulduğu takdirde ateş açılacağı da ikaz edildi. Kuyruğa giren esirler, sıraları geldikçe, mutfaktan verilen elli gram ekmek ve yarım litre çorbayı alıyordu. Çorbaları konserve kutularına, kutuları olmayanlar ise şapkalarına doldurtuyorlardı. Çorbasını ve ekmeğini alan esirler, arkadaşlarına sırtlarını dönerek adeta bir günah işliyormuşçasına gizli gizli yiyorlardı.
Konserve kutusunun değeri Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanından, konserve
kutularının esirlerin en değerli eşyalarından biri olduğunu anlıyoruz. Esirler bin bir güçlükle temin ettikleri kutularını yanlarından hiçbir zaman ayırmıyorlardı. Bunun için konserve kutusunu açtıkları iki delikten geçirdikleri iple gündüzleri kemerlerine bağlıyorlar, gece ise başlarının altında korumaya alıyorlardı.
Çorba, yeşil renkli bir sıvı, ekmek de taşlı, samanlı ve tuğla gibi sertti. Ama günlerce aç kalıp hiçbir şey yememiş olan Dağcı’ya bu ekmekler, o güne değin yedikleri ekmeklerin içindeki en lezzetlisi gibi geliyordu
Bir lokma ekmekle bayram sofrası Dağcı’nın Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanındaki
ifadesine göre, Kirovograd Esir Kampında geçen her ay, bir asra bedeldi. Burada yenen bir lokma ekmek, o kadar değerliydi ki, neredeyse, dört başı mamur bir bayram sofrasına eşitti. Kamptaki eziyet ve sıkıntı onu o kadar sarsmıştı ki, hayata bakışını dramatik bir biçimde değiştirmişti. O artık kentlerin insanlar için inşa edildiğine inanmıyor, bu insanların da Tanrı tarafından yaratılmış olduklarından şüphe ediyordu. Kirovograd’da yalnız insanlar değil, güneşin ışığı, gecelerin karanlığı, yağan yağmur ve hatta kar bile bir başkaydı.
Esaretten kurtuluş ümidi
Evet, esaret böyle korkunçtu.
Bundan kurtulmanın, kamptan sağ çıkmanın tek yolu Türkistan ve diğer lejyonlara katılmaktı.
Cengiz Dağcı da böyle yaptı ve Türkistan Lejyonuna katılmak üzere kamyona binerek yola çıktı.
Türkistan kelimesinin gücüDağcı o andaki duygularını hatıralarında şu şekilde dile getirmektedir: “Yolculuğumuz sırasında kendimin Türkistanlı esirler arasında bulunduğumuzu anladım. Ne ki, (ben de dahil) nereye götürüldüğümüzün farkında değildik. Oysa Özbekler arasında yer alan konuşmalarda Türkistan Lejyonu ve Türkistan Ordusu gibi anlayabildiğim kelimeler geliyordu kulağıma. Öyle bir anda (kendimin farkında olmadığım) içimde uyuyan duyguların uyandıklarını hissediyor, karanlığın içinden çıkmış muhteşem bir tablo ışıldıyordu gözlerimin önünde: Türkistan Ordusu…
Genç ömrümde hiç telaffuz edemediğim bu iki kelime gül gibi açılıyordu susamış kuru dudaklarımda.”
LejyondaGüneşli bir Nisan sabahı Varşova’nın 30 km güneydoğusunda Legionova kasabasına ulaştılar. Kamyon burada bir askeri kampın önünde durdu. Kampın ortasında duvarları kerpiç, damı çinko iki katlı kumandanlık binası ve çevresinde ahşap barakalar yer alıyordu. Eskiden Polonya ordu karargahı olan bu yer, bir esir kampı değildi. Burası bir eğitim kampıydı. Sovyet ordusundan esir düşen Türk kökenli askerler eğitiliyordu. Eğitilen askerlerden Alman ordusu kadrosu içinde Türkistan Lejyonu oluşturuluyordu. Lejyon, Dağcı Legionova’ya gelmeden bir ay önce kurulmuş olmalıydı. Korkunç Yıllar romanında bir esir kendisine şöyle der: “Bir ay oluyor. Berlin’den adamlar geldiler. Aralarında Almanca’yı su gibi bilenler vardı. Bizi meydanda topladılar, ateşli nutuklar söylediler. Türkistan’ın hürriyeti uğruna savaşmak için bizi silaha sarılmaya çağırdılar.”
Sıkıntılar bitiyor Artık Dağcı’nın hayatında
yeni bir dönemin başladığı aşikardı. Dağcı, hayatının bundan sonraki bölümünün nasıl olacağını bilmese de, esir kamplarındaki hayatından çok daha iyi olacağını seziyordu. En azından yalnızlık çekmeyecekti. Dili, dini, kökeni ve tarihi ortak insanlar ile beraber olacaktı. Sıkıntıya düştüğünde elinden tutacak, ayağa kaldıracak birileri her zaman yanında olacaktı.
Allah bizimle Kampa geldikten hemen sonra
yemek verdiler. Daha sonra hamama girip temizlenmeleri sağlandı ve Alman üniformaları dağıtıldı. Üniformalar yeni değildi. Prusya ordusundan kalan eski üniformalardı. Üniformaların kol yenlerine üç beyaz minareli Semerkant camiisi ve çevresine de “Allah bizimledir” yazısı işlenmişti. Üstlerine giydikleri bedenlerine uymayan eski üniformalarla halleri hem gülünç, hem de acıklıydı.
Neydik, ne olduk Şubat 1943’te Krakov Kampına getirilip
Türkistan Lejyonuna dahil edilen İkram Han lejyondaki ilk gününü şöyle anlatmaktadır: “Sovyet Ordusunda rüyamıza dahi girmeyen çikolataları yiyip, sigaraları içtik ve barakalarda yattık. Sabah erkenden banyo yaptık. Çıkarken yeni Alman asker üniformalarını giydik. 8-9 ay cephelerde doğru dürüst yıkayamadığımız üniformayı çöpe attık. Banyodan çıkışta Almanların elimize üniforma verip “bunları giyin” demesi bize sürpriz oldu. Giyerken birbirimize bakıp hayretten ne diyeceğimizi bilmiyorduk. “Neydik, ne oluyoruz?” şeklinde şaşkın şaşkın düşünürken, aramızdan birisi “Vallahi sonunda Alman askeri de olduk. Bu da kaderimizmiş” dedi. Herkes bu acayip duruma kısmet diyerek güldü.”
Şaşkınlık Dağcı yabancı üniforma içinde önce
vücudunun üşüdüğünü, sonra duygusallığını yitirdiğini, ardından da vücudunun kirlendiğini hissetti. Daha birkaç gün öncesine kadar kendilerini esir eden ve her türlü zulmü yapan ordunun üniformalarını giymek kendisini şaşkına çevirmişti.
Ancak, Dağcı huzursuzdu. Her sabah giydiği Alman üniforması demirden dar bir kalıp gibi ruhunu sıkıyordu. Boğulur gibi oluyordu. Derslerden boş kaldığı vakitlerde, karargahın en kuytu yerindeki çam ağaçlarının gölgesinde için içinağlıyordu
Alman üniforması Dağcı ve Alman üniformalarını giyen
diğer askerler dışarı çıktıklarında, Alman askerlerinin meydanın ortasına bir ateş yaktıklarını gördüler. Bir Kazak subay Rusça konuşma yaptı: “Sizler için esirlik bitmiş bulunmaktadır. Bizimle beraber memleketinizi düşmanlardan temizleyeceğinize ve sizlere emanet ettiğimiz, sırtınızdaki o Alman üniformasının şerefini bir Alman gibi koruyacağınıza inanıyoruz.” Subay sözünü bitirdikten sonra herkesten çıkardıkları Sovyet üniformalarını koşarak ateşe atmalarını istedi. Askerler eski üniformalarını ateşe atarken, Almanlar kahkahadan kırılıyordu.
Dağcı’nın tesellisi
Dağcı’nın Türkistan Lejyonunda en büyük tesellisi, Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesi için eğitilmeleriydi. Aslında kendisi Türkistanlı olarak görmüyordu. O Kırımlıydı. Fakat onun için Türkistan’ın bağımsızlığı, Kırım’ın bağımsızlığı kadar önemliydi. Kırım Türklerinin fikir ve düşünce adamı İsmail Gaspıralı aklına geliyordu. O da Türkistan halklarının bütünlüğü ve bağımsızlığı için mücadele etmişti. Türkistanlı askerlerin aralarında tek Kırımlı olduğu için kendisine saygı gösterdiklerinin de farkındaydı.
İsmail Gaspıralı
İki kutsal kelime Lejyon askerleri için iki kutsal kelime vardı:
Türkistan ve bağımsızlık. Bunun için savaşacak ve bunun için öleceklerdi. Vatanlarındaki dini ve manevi değerlere sahip çıkacaklardı. Her sabah talime çıkmadan önce tabur imamları vaaz ve nasihatte bulunuyordu. Bu imamların, “camilerimizi dine inanmayan ateist Ruslardan kurtaracak mıyız” sorusuna askerler hep bir ağızdan “kurtaracağız” diye cevap veriyorlardı. Lejyonlar arasında dil meselesi de önemli bir yer teşkil ediyordu. Ana dile sahip çıkmak da bir vatanseverlik olarak görülüyordu. Askerlerden biri konuşurken yanlışlık veya dalgınlıkla ağızından Rusça bir kelime kaçıracak olursa, yanındakiler alınıp “Allah her millete bir dil verdiği gibi, biz Türkistanlılara da bir dil vermiş” diyorlardı.
Nazi aldatmacası Ancak, Nazi yönetiminin Türkistan’a
bağımsızlık vermek gibi bir planları yoktu. Nazilerin Türkistan için düşündüğü en iyimser siyasî haklar bile Sovyetlerin tanıdığı hakların çok gerisindeydi. Kırım’ın demokratik millî yönetiminin kurulması için yedi ay boyunca Berlin’de Nazi yetkilileri ile görüşmelerde bulunan Müstecip Ülküsal sonunda böyle bir şeyin imkansız olduğunu anladı. Ülküsal’agöre, Almanlar Sovyetlerde işgal ettiği Türk bölgelerine demokratik haklar vermekten yana değildi. Bolşevikler gibi, Nazilerin de gayesi Türk bölgelerini sömürmektir. Üstelik, Almanlar bunu Ruslardan daha kaba ve hızlı bir biçimde yapacaklardı. Almanların hakimiyeti, neticede Sovyet Birliği'ndeki Türkler için “efendi” değiştirmekten başka bir şey olmayacaktı.
Üstün ırk rahatsızlığı
Nazilerin üstün ırk nazariyesi de Türkistanlı askerleri rahatsız ediyordu. Bu nazariyenin yersizliğini kendi aralarında tartışıyorlardı. Bir Türkistanlı asker şöyle diyordu: “Kendilerini üstün bir ırk, asil kanlı olduklarını sanıyorlar; ben Ferganalı bir Özbek dihkanını bin Herr Franz’a değişmem.”
Lejyonda kapısında “Nur fürDeutschen”, yani sadece Almanlar için yazılı tuvaletlerin bulunmasını da bu nazariyenin bir sonucu olarak görüyorlardı. Bir asker bu durumu hicvederek şöyle dedi: “B..ları da bizimkilerden başka sanki! Akasya ağacının gölgesinde inşa ettikleri ahşap tuvaletin kapısında “Nur FürDeutschen” yazılı”.
Buruk sevinç 10 Mayıs 1945’te sona erdiğini
haberini duyan Dağcı bu habere yeterince sevinemedi. Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında bu haberi nasıl karşıladığını şöyle ifade etmektedir: “Nihayet geldi son. Savaş bitti. Gözlerim sulanıyor. Ölenlerin ardından ağlamamı irademin bütün kaslarıyla önleyebiliyorum. Ama sevinemiyorum.”
Savaş bitti, çile bitmediEvet savaş bitmişti. Ama Dağcı ve onun gibilerin çilesi hala bitmemişti. Vatanına dönemezdi. Nereye gidecekti? Durumları diğer mültecilerden farklıydı. Müttefiklere karşı savaşmışlardı. Bundan dolayı onların gözünde düşman sayılıyorlardı. Kırım Sovyetlerin yönetimindeydi. Sovyet lideri Stalin, Almanların elindeki Sovyet esirlerini hain ilan etmişti. Kırım’a dönmek, ölüm demek, hapishane ve sürgün demekti. Onun için savaşın bitmesine sevinemiyordu. Dağcı’nın hayatta kalma savaşı, insanca ve insan onuruna yakışır bir biçimde yaşama savaşı devam ediyordu.
Mülteci çilesi Dağcı, artık bir lejyoner, bir asker
değil, mülteciydi. Hem de Türk asıllı bir Sovyet mültecisiydi. Hayatının bundan sonraki dönemi bir mültecinin yurt bulma mücadelesi bulma olarak başlıyordu. Dağcı’nın bu kaderini paylaşan yüzbinlerce insan İtalya ile Avusturya’da endişe içinde yaşıyordu. Ertürk, o dönemde Kuzey İtalya’nın Türk mültecilerle adeta bir Türk ülkesi görünümünü aldığını belirtmektedir. Burada mülteci kamplarında ve dışında Alman ordusu saflarında savaşmış olan yarım milyonu aşkın Türkistanlı, Kazanlı, Kırımlı, Kafkasyalı ve Azerbaycanlı askerler bulunmaktaydı.
Azerbaycanlı Cabbar Ertürk:
Stalin’in baskıcı yönetiminin ağır baskısından habersiz Amerikalı ve İngiliz subaylar sivil halkın ülkelerini niçin terk ettiklerini anlamakta zorlanıyorlardı. Türk asıllı olanlarının dışında, mültecilerin hemen hepsi ABD’ye gitmek için yetkililere yalvarmaktaydı. Türk asıllı olanların gitmek istedikleri yegane ülke ise Türkiye idi. Çünkü, onlar dil, din, gelenek ve göreneklerinin Türkiye’de korunacağı düşüncesindeydiler. Kendilerini esir etmiş olan İngiliz ve Amerikalılara Türk olduklarını gururla söyleyerek biz Türkiye’den gideceğiz diyorlardı.
Sovyetlerden mülteci avı Ancak, onların önünü kesecek tedbirleri Moskova, çoktan almış
bulunuyordu. Almanlara karşı savaşan müttefik devletlerin daha savaş bitmeden Almanya için ateşkes şartlarını belirledikleri protokole, Moskova, Almanlarla birlikte Sovyetler Birliği’ni terk eden vatandaşlarının geri verilmesi şartını koydurttu. Dahası Stalin, Sovyet ordusundan esir düşerek Alman saflarında kendilerine karşı mücadele edenlerin özellikle teslim edilmesini istiyordu. Nitekim Almanya, İtalya, Avusturya ve Fransa’da bulunan mülteciler 1945 yılının sonuna kadar istisnasız Sovyetler Birliği’ne teslim edildiler. Moskova bunun için savaştan sonra özel komisyonlar kurdu. Bunların temel görevi Batı Avrupa ülkelerini dolaşarak buralardaki mültecileri önce tespit etmek ve sonra “vatanınız sizleri bekliyor, size hiçbir ceza verilmeyecek” şeklinde propaganda yaparak onların ülkelerine geri dönmelerini sağlamaktı.
Zoraki teslimat İngiliz ve Amerikalı askeri
yetkililer, Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşma uyarınca, Sovyet vatandaşı olduklarını tespit ettikleri mültecileri kendi iradelerinin dışında ülkelerine gönderdiler. Bunlar, Sovyet, İngiliz ve Amerikan askerlerinin nezaretinde konvoylar halinde trenlere bindirilerek Sovyetler Birliği’ne sevk edildiler. Sovyetler Birliği’ndeki kendilerini bekleyen korkunç akıbetten endişe eden bazı askerler, trenlerden kendilerini atarak intihar ettiler. Bunların sayısı o kadar çoktu ki, İtalyan ve Fransız gazetelerine haber oldular.
Azrail: Sen her zaman benim en iyi dostum oldun Jozef Stalin.
Nihayet, Batı durumu kavradı Bu durum 1946 yılı başlarında Batılıların
dikkatini çekti. Özellikle UNRA (Birleşmiş Milletler Yardım Teşkilatı) bu konuda ABD nezdinde girişimlerde bulundu. Nihayet, konu Birleşmiş Milletlerin gündemine geldi ve hiçbir suçları olmayan sadece Sovyet baskısından kurtulmak ve insanca yaşamak isteyen insanları tekrar bu baskı rejimine geri göndermenin bir cinayet olduğu ifade edildi. Böylece, 1946 senesinden itibaren sivil mültecilerin Moskova’ya iadesi durduruldu.
Büyük endişe
Dağcı Sovyetler Birliği’ne teslim edilme endişesini hiç yenemedi. Özellikle kampa ne zaman Amerikan askerleri gelse, içi ürperiyordu. Onların kendilerini yakalayıp Ruslara teslim edecekleri korkusunu içinde duyuyordu. Dağcı bu duygusunu Korkunç Yıllar romanında Turan’ın 1.8.1946’da Roma’dan yazdığı mektupta yer alan şu satırlarda görüyoruz: “Dün merdivenlerden inerken aşağıda, kapının yanında iki Amerikan inzibat eri gördüm. Çocuk gibi titredim. Korktum. Odama koşup saklandım. Kapıyı kilitledim, pencerenin önüne gittim. Odama girecek olurlarsa, kendimi pencereden atacaktım. Bu korkularımın sebebini biliyorum. Titremem çok uzun sürmedi. Güldüm bile. Her üniformalı görüşümde, bir defa daha korkuyorum. Amerikan Hükümeti sanki her inzibat erine Alman ordusunda askerlik yapmış olan Cengiz Dağcı’yı tutup Ruslara teslim et, diye emir vermiş! Ama gene de korkuyor, insanların yüzlerine bakamıyorum.”
Londra Polonyalı Regina ile hayatını birleştiren Dağcı bir
yolunu bulup İngiltere’ye gitmeyi başarır. Uzun yıllar orada yaşayan Cengiz Dağcı Eylül 2011 tarihinde vefat etti. Mekanı cennet olsun!
Sonuç Tarihin en çileli askerleri olan
Nazi lejyon projesindeki insanların hayatı bugüne kadar yeterince araştırılmamıştır.
Bu konuda en kapsamlı bilgi Dağcı’nın eserlerinde ve Hatıratındadır. Bundan dolayı Dağcı sadece edebi bir şahsiyet değil, aynı zamanda önemli bir tarihi şahsiyettir. Lejyonların hayatını ondan daha iyi yansıtan başka biri daha yoktur.
Teşekkür Cengiz Dağcı’nın anısına bu toplantıyı düzenleyenlere
ve tüm katılımcı ve dinleyicilere teşekkür ediyorum.