Selamlar sevgili okur,
Bir şekilde kazasız belasız, 2.sayımızı çıkartmış bulunmaktayız. Öncelikle ilk sayımızı okuyan ve
beğenen herkese ilgilerinden dolayı teşekkür ediyoruz, eleştiri yapan arkadaşlara da ayrıca
teşekkür ediyoruz.
Kasım ayı hepimiz için zor geçti. Vizelerde gücün bizimle olmayışı, hepimizi çok üzdü. Zorluklara
rağmen bu ay az gecikmeyle yetiştirmeye çalıştık, ve yine bolca yazı ile karşınızdayız.
Yeniyıla şunun şurasında 1 aydan az bir süre kala ekipçe hepinize iyi yıllar diliyoruz. Bunca şeyi
atlatan -2000, kuş gribi, domuz gribi, deli dana- bir nesil olarak, 21 aralık şeylerinden de
kurtulacağımızı umuyoruz. Tabi en kötü ihtimalle 2 sayı çıkartmış olacağız.
Hepinize iyi yıllar ve iyi okumalar!
Aykut & Çağlar
-Seneye görüşürüz esprisi yapacaktık sonra kaçarsınız, dergiyi kimse okumaz diye vazgeçtik. -
http://www.facebook.com/groups/marmara.bkfk/
Tyria Halkı seni bekler!
Son dönemin en çok beklenen MMO oyunlarından biriydi
Guild Wars 2. Gerek ilk oyunun hayranları gerekse online
oyun tutkunlarının gönüllerinde, açıkladığı yeniliklerle daha
oyun çıkmadan taht kurmayı başarmıştı. Oyun ağustos
ayının sonlarına doğru oyuncularla buluştu ve bizde Tyria
evreninde yeniden maceradan maceraya koşmaya başladık.
Kısaca evrenden bahsedecek olursak; Oyun fantastik
dünya Tyria'da Guild Wars'un son genişleme paketi olan
"Eye of the North" paketindeki olaylardan 250 sene
sonrasını konu alıyor. İlk oyunda klasik yeryüzünün altında
uyuyan kadim ejderler uyanarak ortalığı birbirine
katmışlardı. Guild Wars döneminden 250 sene sonra kendi
aralarındaki sorunların büyük bir çoğunluğu aşmış olan
ırklarımız İnsan, Norn , Charr; Asura ve Sylvariler Yaşlı Ejder
Zhaitan ile mücadele edebilmek için kendi içlerindeki savaşı
bir kenara bırakarak güçlerini birleştirmişler. Bizde oyunda
seçtiğimiz ırkın ilk hikaye görevini tamamlayarak, o ırkın
yerel kahramanlarından biri olup oyunun ana hikayesine
dahil oluyoruz.
Kimlerdenmiş evladım bu Tyria Halkı?
İnsan ırkı oyunda dış görünüşü en iyi 2 ırktan biri.
Başkada bir özelliği yok zaten hem hikayesi klişe hem şehir
ve kasabaları pek orijinal sayılmaz. Yabancılık çekmeden en
rahat oynanabilecek ırk olmuş.Başlangıç şehri DivinityEgde
bana Word of Warcraft'taki Stormwind'i anımsattı açıkcası.
Norn ırkı; Kuzeyin kadim ırkı olan Nornlar ; doğaya
bağlılıkları, doğadaki hayvan ruhlarıyla iletişime
geçebilmelerini sağlamakta ve bazı hayvan ruhlarını
yanlarına çağırıp onların güçlerini kullanabilmekteler. Biraz
barbar kabilelerini anımsatan Nornlar, oyundaki iyi yarı ırk
olma özelliğini de taşıyor. Başlangıç şehirleri Hoelbrak şehri.
Hafif karışık bir şehir olmasına karşın çabuk alışılıyor.
Charr'lar oyundaki görünüş açısından kurtadamı ;
davranışları ve haritalarındaki müzikleri açısından Ork'larla
benzettiğim ırk oldu. Güzel bir hikayesi var Charr'ların. Silah
yapımında oldukça ilerlemişler . Oyundaki en iyi 2.
teknolojiye sahip ırk. Başlangıç şehirleri Black Citadel bunun
kanıtı gibi adeta. Oyunda bana en karışık gelen şehir oldu.
Şehrin ve bölgenin tasarımı cidden güzel olmuş. Charr
haritasına bir göz atmadan geçmeyin derim.
Asuralar Tyria'nın zeka küpleri olarak adlandırılabilirler.
Saf güçten ziyade gücün bilgelikten ve teknolojiden geldiğini
savunan ufak Asuralar, kocaman bir küp olan Rata Sum
adındaki ana şehirlerinde yaşıyorlar. Şehir ve o bölgedeki
haritaları rengarenk,cıvıl cıvıl olmuş. Fakat görevler ve
hikaye pek sarmadı beni. Irksal yetenekleri robot çıkartmak
; robota binmek gibi eğlenceli şeylere sahip. Özellikle PvPde
avantaj elde etmek için ufacık ufacık Asuralı Warrior'ları
oyunda sık sık görebiliyorsunuz.
Oyundaki Son ırkımız olan Sylvariler benim ifademle ağaç
ırkımız, Şehirleri TheGrove'da oyuna başlıyorlar. Irksal
özellikleri tahmin edilebileceği gibi doğa ile bütünleşik.
Looting açısından zengin bir haritaya sahip olduğunu
belirteyim.Değişik hikayesi ve davranışlarıyla ilginç bir ırk
olmuş.
Nasıl bir kahraman olacağız?
Irklarımızıda gözden geçirip seçimimizi yaptıktan sonra
karakter yaratma ekranı karşımıza çıkıyor. Aion'daki kadar
olmasa da gayet doyurucu bir karakter yaratma arayüzü
olmuş. Birde random tuşu koysalarmış (koydularsa da ben
göremedim) tam olacakmış. Karakterimizin dış görünüşünü
de belirledikten sonra sıra geliyor "Profession" yani meslek
seçimine…
Meslekler diğer MMOlardaki adıyla Sınıflar Guild Wars 2
de 8 farklı Meslek olarak karşımıza çıkıyor. Bu meslekler ;
Guardian, Warrior , Engineer, Ranger, Thief, Elementalist,
Mesmer ve Necromencer'dan oluşuyor.MMO'lardaki
Tank-Healer-Damager üçlüsünü bu oyunda kaldırmak için
birçok yenilik yapmış Arena-Net. Güzelde olmuş ezberleri
bozmak.
Guardian mesleği oyundaki en iyi savunma ve destek
yeteneklerinin birleştiği meslek olarak göze çarpıyor. Yüksek
hayatta kalma kabiliyeti ve takım arkadaşlarınızı
büyülerinizle destekleme işini layığıyla yapıyor.Gerekirse
Damager rolünüde üstlenebiliyorlar.Oyunda önceliğiniz
hayatta kalmaksa Guardian mesleği en iyi tercih olacaktır.
Warrior mesleği birçok fantastik kurgudan bildiğimiz gibi
savaş alanlarınındövüş ustasıdır. Oyundaki en büyük silah
kullanabilme yelpazesine sahip olan Warrior, Yüksek hasar
veya Dayanıklılığa dayalı bir oynanışa sahip. Oyunda
oynaması en zevkli mesleklerden biri olmuş. Tüfekten
Baltaya , Longbowdan topuza kadar pek çok silahı
kullanması gerçekten eğlenceli olmuş.
Engineer mesleği simya ve teknoloji ustası olarak
oyundaki yerini almış.Turretler, bombalar ve iksirlerle etkili
olan mühendisler Tüfek, tabanca ve kalkan kullanabiliyor.
Silah değiştirme(ileride bahsedeceğim) özellikleri olmayışını
ve Silah yelpazesinin darlığını , Utility yeteneklerindeki
"kit"ler ve turretleri ile kapatıyor. Bölge savunması
konusunda oyunun en iyilerinden biri olan mühendisler
oyunun her alanında etkili olabilecek bir meslek olmuş.
İksirleriyle takım arkadaşlarını desteklerken düşmana mayın
ve turretler ile tuzak hazırlayabilir, silah kitinizi değiştirerek
düşmana bomba yağdırabilir yada arkadaşlarınızı
iyileştirebilirsiniz.
Ranger mesleği, doğayla bütünleşmiş olan petleri ve
tuzaklarıyla rakibi alt etmeye çalışıyor.Klasik avcı sınıfı
özellikleri olan tuzak yeteneklerine doğadan çağırdıkları
ruhları da ekleyen Ranger Pve'de en rahat oynanan
mesleklerden biri olmuş. Aynı zamanda “Word vs Word”
dede longbow ile çok iş yapıyorlar surların arkasından.
Thief mesleği adından anlaşıldığı gibi kurnazlık,hız ve
tespit edilmeme üzerine kurulu bir sınıf. Oyundaki en
yüksek hasar potansiyeline sahip olan sınıflardan biri olan
Thief sınıfı diğer mesleklerden farklı olarak "initiative"
adındaki kaynağını harcayarak yeteneklerini kullanıyor.
Başta dezavantajmış gibi görünse de silah yeteneklerinin
bekleme süresi olmayışı doğru kullanıldığı zaman çok etkili
olabiliyor.
Elementalist mesleği ateş,su,hava ve toprak elementini
kontrol eden büyücü sınıfı olarak oyundaki farklı
oynanışlardan birine sahip. 4 element üzerinde değişiklik
yaparak seçtiğiniz elementin yeteneklerini kullanıyorsunuz.
Ateş elementi yüksek hasar yetenekleri, su destek ve sağlık
yeteneklerine , hava hasar ve hareket kabiliyetlerine toprak
ise dayanıklılık yeteneklerine sahip.
Mesmer mesleği, oyunda kullandığı savaş mekanizması
yönünden en farklı meslek. Sahip olduğu klonları ve
phantasmları (özelleşmiş klon denilebilir, klonlara göre daha
fazla cana ve farklı yeteneklere sahipler) kullanarak rakibini
şaşırtmaya çalışan bir meslek. Bu yetenekleri sayesinde
bölge savunmasında guardian ve engineer meslekleri kadar
etkin olabiliyor.
Necromancer Mesleği kara büyü ustaları kendileri için
düşmanlarının yaşam enerjilerini çekerek bunu kendi yaşam
enerjisine dönüştüren ve 2. formu olan "DeathShroud"
yeteneğiyle 2. bir can barı olan necromancerlar bu
özellikleriyle oyundaki dayanıklı mesleklerden biri haline
geliyorlar. Düşmanlarına lanetler ve minionları ile saldıran
necromancerlar, genellikle zamana bağlı hasar veren(Dot)
büyülere sahip.
FigthForYour Life!
Mesleğimizi de seçtikten sonraseçtiğimiz ırka göre gelen
hikayemizi belirliyoruz. Bunu bize sorulan 3 sorudan 1 ini
seçerek cevap veriyoruz. Azda olsa hikayelerde çeşitlilik
katmak istemiş olsa gerek. Bu aşamaları doldurup
karakterimize isim belirleyerek oyuna başlıyoruz.
Oyuna başlar başlamaz karakter görevine
yönlendiriliyoruz.Bututorial görevinde oyunla ilgili bilgiler
bize sunuluyor. Oyundaki aktif kaçma yeteneği olan "roll"
pvp ve pve de büyük önem taşıyor.Can göstergenizin
hemen üstünde sarı bir bar şeklinde bulunan kaynağı
kullanan bu yetenek üst üste 2 kez kullanılabiliyor ve
üzerinize gelen ataktan etkilenmeden kurtulmanızı sağlıyor.
Özellikle PvP de akıllıca kullanmanızı tavsiye ederim.Ayrıca
oyunda canınız bittiği zaman yere düşüp orda bir süre
canınızı kurtarmak için savaştığınız "Fightforyour life"
durumu var. Bu durumdayken 4 tane yeteneğiniz oluyor.
Rakibiniz öldürmeniz yada canınızı doldurmanız durumunda
tekrar kalkabiliyorsunuz. Başaramazsanız ölüyorsunuz.
Tyria'da kahraman olmak kolay değil, Ayak
işine bile sen koşturuyorsun...
İlk görevi tamamladıktan sonrahikaye görevi sizi
haritadaki sarı kalplere doğru yönlendiriyor. Deneyim
puanlarının bir çoğunu bu sarı kalp eventlerini
gerçekleştirerek kazanıyoruz. Görevlerin birçoğu bölgede
yaşayan insanlara yardım etmek oluyor. Bazen bir kaleyi
savunmanız gerekirken bazende çiçek sulamanız isteniyor.
Görev içerikleriyle baya uğraşılmış.Oyunda ayrıca dinamik
olarak gerçekleşen eventler(olaylar) oluyor. Bu olaylara
katılıp npc ye yardım ederek de deneyim puanı altın ve
karma kazanıyoruz.Karma ile alışveriş edebileceğiniz
satıcılardan özel eşyalar alabiliyorsunuz bu puanlarla.
Oyunda birde gem adında bir para birimi var. Gemlerle
Üzerinizdeki zırhın görüşünü değiştirebilir, yeni renkler
alınabilir(evet zırhımızı istediğimiz renge
boyayabiliyoruz)yada bankanıza ekstra slot
alabilirsiniz.Gemleri ya oyun içi altınla ki altın biriktirmek
oyunda zor yada satın alarak kullanabiliyoruz.
Harita Açmak Artık Daha Eğlenceli!
Haritaya baktığınızda beliren diğer simgelerden üçgen
simgesi vistaları temsil ediyor. Bu noktalar bölgeyi
izlemenizi sağlayan yüksek yerler oluyor. Ufak
kareler ise orada haritadaki önem noktalarını
gösteriyor.Waypointler haritanın herhangi bir
yerinden o noktaya belli bir ücret karşılığı
ışınlanabildiğimiz noktalar.Bunlar ise karo
şeklinde simgelenmiş. Haritadaki her noktayı
açtığımız ve yeni yerler keşfettiğimiz zaman
deneyim puanı kazanıyoruz.Bir haritadaki tüm
bölgeleri açınca o haritanın rastgele ödüllerini
kazanıyoruz. Bu güzel olmuş yoksa her yeri
gezmeye uğraşmazdık.SkillChallenge'lar haritada
tamamlamamız gereken diğer görevlerden biri.
SkillChallenge'ları tamamladığımız zaman yetenek
puanı kazanıyoruz. Bu yetenek puanlarını Utility
Yeteneklerini açmak için kullanıyoruz. Bu arada
unutmadan oyunda "levelscaling" yani haritaya
Oyunda görülmeye değer bosslar mevcut.
göre seviye düzenleme sistemi mevcut. Böyle olduğu için 5
lvl haritasında oynuyorsanız 80 lvl olsanız bile 5 lvl
statlarıyla oynamış oluyorsunuz. Düşük level haritaları gezip
görevlerden ve yaratıklardan deneyim puanı alabilmenizi de
sağlıyor ayrıca bu sistem.
Birazda Crafting'ten bahsetmek istiyorum.Oyunda 8 adet
Crafting disiplini var. Armorsmith heavyarmor,artificer
büyüsel silahlar,chef yemek,hutsman menzilli silahlar ve
destek eşyaları , Jeweler takı, leatherworker medium
armor,tailor light armor ve weaponsmith yakın dövüş
silahları üretiyor. 2 adet disipline sahip olabiliyoruz.
Disiplinler her seviye atladığında bizde deneyim puanı
kazanıyoruz. Oyunda üretebileceğimiz eşyalar için
parşomenler satıldığı gibi, kendimiz parçaları birleştirerek
yeni eşyaları keşfedebiliyoruz. Crafting'de en etkili seviye
atlama yöntemi yeni itemler keşfetmek , çok iyi deneyim
kazandırıyorlar.
MMO da aramızda kapışmazsak olmaz tabi
Guild Wars 2 de pve haritası ve pvp haritaları birbirinden
ayrılmış. 2 çeşit pvp türüne sahibiz. 1 i pve den tamamen
ayrılmış sPvp. Diğeri ise serverların aralarında mücadele
ettiği World vs World(WvW). Word vs Word'de 3 farklı
server haritadaki kaleleri ve kaynakları ele geçirip bölgeleri
kontrol alıp ve o bölgeleri korumaya çalışıyor. Kuşatma
silahlarınında oyuna dahil olduğu bu pvp sahasında
gerçekten kalabalık çarpışmalar oluyor.WvW de haritaya
girdiğiniz zaman seviyeniz otomatik olarak 80 e
yükseliyor.Fakat sadece sahip olduğunuz yeteneklerle
oynayabiliyorsunuz. Pve yapmak istemeyen oyuncular bu
haritada seviye atlayabiliyorlar.Genelde guildleri daha aktif
WvW yapan serverlar haritada üstünlük kuruyor.
Spvp ise pve den tamamen ayrılmış. Spvp haritasına
girdiğiniz zaman itemleriniz değişiyor bütün yetenekleriniz
açılıyor ve otomatik olarak 80 level oluyorsunuz. sPvp
tamamen eşit eşya şartları altında yapılıyor.Karakterinizi
istediğiniz tarzda değiştirip pvp arenasına giriş
yapıyorsunuz. Buradaki maçlarda bölge ele geçirip
savunarak puanınızı 500 e tamamlamaya çalışıyorsunuz .
Bazı haritalardaki npcleri öldürüp takımınıza
boon(guildwarstabuffa verilen ad)
sağlayabiliyorsunuz.Takım olarak yada hot-join olarak tek
başınıza da katılabiliyorsunuz.
Pve'nin vazgeçilmezi olan zindanlara ise pek girme
imkanım olmadı daha.Fakat aldığım duyumlar tank-healer-
damager sistematiğinin olmadığı bu oyunda zindanların
hem zor hem de eğlenceli olduğu yönünde.
Evet arkadaşlar GuildWars 2 içerik olarak baya doyurucu
bir oyun olmuş. Benimde göremediğim birçok şey var
oyunda.Aklıma gelmişken soundtracklerin de harika
olduğunu belirteyim. Oyuna harika bir atmosfer
katıyor.Grafikler bir MMO için muhteşem olan bu oyunun
minimum sistem gereksinimleri ise şöyle;
Intel Core 2 Duo E8190 2.6 GHz , AMD Athlon II X2 235e
NvidiaGeForce GT240 ya daAMD Radeon HD 5570 512 M
4 GB RAM
Windows XP 32 Bit
(Oyuncuların belirlediği sistem gereksinimleridir,firmalarınki
genelde gerçekçi olmuyor)
Bir incelemenin sonuna daha geldik. Şöyle genel bir
değerlendirme yapıp oyuna geri döneyim artık.
Kuvvetli Yönleri
+MMO dünyasındaki Tank-Healer-Damager yapısını kırarak
yeni bir oluşum yaratması
+Muhteşem görseller ve müzikler
+Dövüş sistemi ve PvP
+CasualGamer'ı kollayan oyun yapısı
Zayıf Yönleri
-Harita görevlerinde ayak işi yapmak belli bir süre sonra
sıkıyor
-Meslekler arası denge hala sağlanmadı
-Solo Pvp olmaması(duel atmak istiyoruz!!)
-Oyun sonu HardcorePve(raid gibi) yeterli değil
-Gem Sistemi(aylık ücretli olmasından iyidir tabi)
Not:İncelememde yardımcı olan Rosto'ya teşekkür
ediyorum.
Gökberk Düzgündikiş
- Baba vurma uzaylı o…
- Hııaaa? ALLAAH!!Hiyaaa!!!
Her bağımsız yapımcıyı başarılı mı
sandın?
Yüksek bütçeli, daha çıkmadan 1 yıl önce boy boy
reklamları yapılan, ön sipariş ayağına oyuncuya “Hele sen
bir oyunu al da sonrasına bakarız” muamelesi yapan
oyunların vadettiği eğlencenin yanında ismini çıktığı gün
duyduğumuz, bütçesi az ama fikri parlak oyunların verdiği
hazzın değerini yadsımaya kimse cüret etmemeli(Gene bana
atıfta bulunuyor bak ... -Gökberk)… Yani en azından ben
böyle düşünüyorum ya da düşünmeye başlıyorum. Hard
diskimizde topu topu bir Opeth albümü kadar yer
kaplayan(düşününce o kadar da az olmadığını farkettim)
ama bizi saatler süren bir eğlenceye sevk eden pek çok
‘bağımsız yapımcı’ yaftalı oyun gördüm ve bir kısmını
oynadım. Bu ufak ama parlak başarının sebebi daha önce de
söylediğim gibi farklı, benzersiz fikirlerin düşük bütçeli bir
yapımla daha samimi bir biçimde oyuncuyla buluşması…İşte
son cümle WARP’ı değerlendirmek için gereken tek
argüman…
Oyunumuz,böyle yaratıcı isim görmedim,“ZERO” isimli
yarı saydam turunçgil bir uzaylının yine kendisi gibi pek çok
uzaylının yakalanıp üzerlerinde deneylerin
yapıldığı su altı tesisini birbirine katması akabinde gelişen
olayları konu alıyor. Pek soru cevaplamayan bir giriş ile
oyuna başlıyor ve deney malzemesi olmaktan kendimizi
alamıyoruz ki bu bizim üzerimizde yapılan ilk deney değil.
Bahsettiğim gibi bizden önce de birkaç uzaylı yakalayan
bilim adamları bizi etkisiz hale getirmenin bir yolunu
bulmuşlar ve en temel gücümüzü elimizden almışlar. Peki
nasıl biri bu uzaylı dostumuz? Öncelikle çok güçlü, çok hızlı
,devasa boyutlarda ve aşırı zeki ……DEĞİL. Böyle yerden
bitme, ağzı var (ki kafasının üstünde bulunmakta) dili yok
ancak 1 metre öteye ışınlanan turuncu bir tür uzaylıyı
yönetiyoruz. Ama bu sizi yanıltmasın. Oynanış sizin bu
kabiliyetinize göre şekilleniyor ve ışınlanma Zero’nun tek
marifeti değil. Temel olarak aynı kütleye sahip olduğumuz
bir eşyanın içine girebiliyoruz ve çırpındığımız zaman
içerisine girdiğimiz bu eşya infilak ediyor. Her zaman eşya
değil insanlara da aynı şeyi yapabiliyoruz ve yapınca ne
oluyor? O güzelim sualtı rengarenk dünyasına ve şirin
uzaylımıza yakışmayacak bir şekilde kan gövdeyi götürüp
etrafa insan parçaları saçılıyor.
Nasıl ilerlediğimize gelirsek… Zero’nun marifetlerini
kullanarak bir sonraki odaya geçmek oyundaki temel
oynanışı oluşturuyor ki bu o kadar basit değil ya da öyle
yapılmaya uğraşılmış zira etrafta gezen askerler sizi gördü
mü ateş edip sizi tek atışta harcıyorlar.
Tahmin edileceği üzere de oyunda
gizlenerek ilerleme mantığı işlemeye
başlıyor. Oyunun başlarında bu
gizlenerek ilerleme olmazsa olmaz ancak
tesiste ilerledikçe ve sıkı durun… bizden
önce yakalanan uzaylıları öldürüp
güçlerini alınca(HAİN!) oyunun işleyişi
daha agresif ve hareketli bir hale
büründüğünü söylersek yanlış olmaz.
Ayrıca oyun içerisindeki gizli yerlerde,
gerek görülmeyen bir havalandırmadan
girilerek gerekse sonradan edineceğimiz
bir yetenekle varabileceğimiz noktalarda bulunan "Grub"
denilen yiyeceklerle kendimizi "Upgradeshop" aracılığıyla
geliştirebiliyoruz. Tabi ki bu küçük yeni güçler ve yetenek
ağacımsı geliştirmeler oyunumuzu maalesef çizgisel
yapısından ve olumsuzluklarından kurtaramıyor. Oyunun
yapısını çözdükten ve artık oyunun yapısı size ilginç
gelmemeye başladıktan sonra mantık hataları gözünüze
batmaya ve sizi rahatsız etmeye başlıyor. Örneğin Zero
karakteri suya girince tüm güçlerini kaybediyor ancak insan
vücudunda sıkıntı yaşamıyor.(saf sudan etkileniyordur belki
insan vücudu saf su mu :D - Gökberk) Bu tarz mantık
hatalarının ilkine oyunun başında karşılaşılıyor ki oynayınca
göreceksiniz.
Sanki hayatımda su altı tesisi gördüm
de… WARP’ın bence en büyük sıkıntısı mekanlar hep
aynı!(Opeth albümü kadar yer kaplayan oyundan ne kadar
mekan bekleyebilirsin farukcuğum :)-Gökberk) Bazı yerlerde
geçemeyiz tamam bu anlaşılır. Ama insan neredeyse tüm
oyunu benzer mekanlarda ilerleyince inanın bu artık
rahatsız etmeye başlıyor. Kusura bakmayın ama bir
bölümde ışıklar sönünce,elektrik kesilince bölümün tasarımı
büyük oranlarda değişmiyor maalesef.Heh ama şu var.
Oyun hiç tahmin edemediğim bir şekilde sarıyor ve
bırakamadım elimden. Hani dediğim gibi görsel pek bir şey
vaat etmeyen ve oyun içi ses ve müzikte da vasat olan bir
oyun beni baya baya bağladı kendisine. Ve yine ilginçtir ki
pek çok oyunda bizi delirten bosslar WARP’ta en zevkli
bölümler olmuş. En sevdiğim hatta sevdiğim , beni
gerçekten heyecanlandıran tek şey boss savaşları oldu. Boss
savaşları dediğime bakmayın böyle can barı bulunan bir şey
beklemeyin yine bulmaca tarzı bir işleyişte ancak oyunun en
hareketli anları bu anlar …Tabi bir de challenge odaları var.
Bu odalar bir yeteneği elde ettiğiniz zaman odalarda gizli
olmayan yerlerde bulunan sizi ödüllendiren yarışmalar…
Genellikle “Şu süre içerisinde askerleri öldür.” ya da “Diğer
uca şu kadar hamlede geç.” şeklindeler.Ancak challenge
odalarındaki bu açıklık oyun içine yansımıyor. Tamam belki
sadece sonraki odaya git bazlı bir işleyiş söz konusu ama
neden? Bazı bölümlerde ne yapmanız gerektiğini de
anlamıyorsunuz. Kısacası WARP sizi görev konusunda
bilgisiz bırakıp kendi kendinize çözmenizi bekliyor ama
genellikle bu gizem kendini basit bir hamleye bırakıyor. Eğer
çok kompleks düşünürseniz; kendi kendinize zorluk çıkarmış
oluyorsunuz…
Görüntü var ses yok Evet dostlarım belki çok yüklendim sevgili ZERO
uzaylımıza ama o ne yapsın. Onu da turunç düşünüp, ona 1
metre öteye ışınlanabilme vermişler ancak tekrar belirteyim
oyunu şahsen severek oynadım. Tüm bu olumsuzluklardan
da nötr olabilmek için bahsettim. Sonra “Faruk!Oynadık,tırt
çıktı. Ne iş?(Buda bana söylendi sanki -Gökberk)” demeyin
diye dedim. Ancak bir şey var ki o da grafik ve ses olarak
WARP’ın sınıfta kaldığı… Oyun içirişinde duyabileceğiniz 2-3
ses efekti var fazlası değil. Zero zaten İngilizce bilmiyor ve
ah-uh demekten öteye gidemiyor. Kısacası her şey görsele
kalıyor ama o da… Neyse daha fazla konuşmayıp klasik bir
genel bakış yapayım size;
Artılar ;
Basit bir eğlence anlayışı var. Kendinizi kasmanız
gerekmiyor( eğer kendinizi kompleks bir biçimde
düşünür bulursanız bir şeyleri yanlış yapıyorsunuz
demektir).
Yerinde bir oynanış süresi (aslında kısa ama oyun
çok iyi olmadığından “Bit artık” dedirtmiyor)
Su altı dünyası fena fikir değil
Eksiler ;
Bölüm tasarımları çok yetersiz
Müzik neredeyse yok. Keşke daha iyi bir ses ve
müzik olsaydı oyunda
Tatmin etmeyen bir son
Ctrl+c… ctrl+v…
Minimum;
Pentium 4 3.0GHz Veya Athlon XP 3100+ İşlemci 1 GB RAM 1.5 GB Harddisk alanı
GeForce 6600 GT Veya Radeon HD 3470 Ekran Kartı
Önerilen;
Core 2 Duo E4400 2.0GHz Veya Athlon 64 X2 Dual Core 4400+ İşlemci 2 GB RAM 1,5 GB Harddisk alanı
GeForce 7600 GT Veya Radeon X800 GT Ekran Kartı
Gelelim ücrete;
Steam üzerinden 9.99 $ WARP. Ancak ederi o kadar
mıdır,10 dolara daha iyi yapımlar alınamaz mı?
Tartışılır…
-biterken çalıyordu : Alter Bridge – One Day
Remains….
Faruk Yaylaz
Karanlıkta hiçbir şey yok. Hiçbir şey…
Hangi oyunda yüzleşmedik karanlıkla? Bir bedene ihtiyaç
duyan ve bize aklımızın ya da hayalimizin alamadığı güçler
veren bir varlık olarak da çıktı karşımıza, saklanmamıza
yardım eden ufak bir köşe olarak da. Sadece ışığın var
olmadığı bir eksiklik olarak da tarif edebildik, gelmiş geçmiş
en eski düşman olarak da. Kısacası olup olabilecek her bir
biçimde gördük karanlığı derken("Darkness" çizgi
romanlarını araştırıyordum da) ve tabi temel olarak
platform tarzını esas alan başka hangi oyunlar var diye
araştırırken karşımıza çıktı Closure.
Aklıma gelen her biçiminden farklı olarak işliyor karanlığı
Closure. Kimi zaman kaçılacak bir şey kimi zaman
yetişilecek. Kimi zaman da aydınlatılacak. Oyunun ana
teması şu ki; eğer demin elinizde bir ışık kaynağıyla
arkanızda ve karanlıkta bıraktığınız yerin orada olduğunu
düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bir duvar ya da bir zemin
ışık kaynağı var ise oradalar. Bir yoldan geçtikten sonra
elinizdeki ışık kaynağını yere bırakıp geri dönerseniz sonsuz
karanlığa doğru yola çıkıyorsunuz. Kesinlikle farklı ve
denenilesi bir konsept ve ben de bu oyunu sizlere tanıtmak
istedim. Oyunun ana fikrinin bağımsız oyunlar arasında en
farklısı olduğunu ve ödül aldığını belirtmek isterim.
Ah bir de hikayen olsa şöyle güzelinden
Fikir güzel. İşleyişler güzel. Gizem yaratma çabası var ve
başarılı da. Ancak güzel bir fikri işlemeye çalışan fakat bunu
nasıl yapacağına bence karar verememiş bir oyun Closure.
Önce oynanıştan bahsedeyim. Öncelikle 6 mı 8 mi ne kadar
kolu olan bir yaratığı kontrol ediyorsunuz ki bu nedir ne
değildir hiçbir fikrimiz yok. Kısa bir “Nasıl oynanır?”
bölümünden sonra asıl bölümlere geçiyoruz ki bu oyunun
eksik olmadığı bir şey. Oyunda her biri 24 bölüme açılan 3
kapıdan ilkine giriyoruz. Ve oyun sadece böyle ilerlemeye
devam ediyor. Her bölüm, bölüm sonundaki kapıdan
geçilerek bitiyor ve diğer bölümdesiniz. Oyun mekanikleri
ise karanlık olmayan yerlere ışık kaynakları götürülerek,
sabit olmayan bir kutuyu ittirerek ya da ışık kaynağını
yerleştirdiğiniz zaman harekete geçen bir sunağı takip
etmekten ibaret. Bazı yerlere elinize aldığınız şeyleri
koyamıyorsunuz ki bunun nedenini bilmiyorum. Diğer ana
kapılara girdiğiniz zaman her bölümde daha fazla vakit
harcıyorsunuz ve yeni ışık oyunları geliyor ancak bence
yetersiz gibiler. Yani oyunda uymanız gereken kurallar ve
izlemeniz gereken adımlar var ama! Ama işte oyunun en
büyük eksiği bu ki; neden yaptığınızı bilmiyorsunuz. Böyle
olunca da size bir moral olarak da sadece “kapıdan
geçmeliyim” gibi basit bir düşünce kalıyor. Zaten zor olan
bölümlerin zor olmasının sebebi; bölümün karanlıkta kalan
yerlerinden bihaber olmanız. Kontrol ettiğimiz bu 6 bacaklı
canlı her ana bölümde, bölümlerin temasına uyacak bir
biçimde şekil değiştiriyor. Örneğin makinelerin yoğunlukta
olduğu ilk bölümlerde bir işçi kılığına girerken, daha çok
organik hayattan izler taşıyan bölümlerde ise bir kadının
suretini alıyoruz.
Oyunda karşımıza çıkan ve bize zarar vermek isteyen
herhangi bir karakter yok. Hatta o bildiğimiz “buraya
değmeyin ölürsünüz” yüzeyleri dahi yok. Sadece kafanıza
bir kutu düşebilir ya da siz karanlığa düşebilirsiniz. He bir de
bölümü tekrar oynamanıza sebep olan karanlıkta kalan
zemininden dolayı(ki bu o zeminin artık var olmadığı
anlamına geliyor) aşağı düşen anahtarlar ve akabinde gelen
“R” yazısı
Hakkını vermeliyim dostum müziklerin iyi
Closure adına gerçek manada olumlu yorum yapabileceğim
tek unsur müzikleri. Gerek ana tema gerek bölümler
arasında farklılaşan müzikler ve suya girdiğiniz zaman
müziğin yavaş ve bulanık bir hal alması… Müzik ve ses
bakımından oldukça başarılı bir yapım olmuş Closure.
Müzikler tamamen kendi dünyası ile fikrine uygun ve başka
her hangi bir oyunda kullanılabileceğini zannetmiyorum.
(Not olarak buraya düşeyim. Baş tasarımcı Tyler Glaie
oyunu yazdıkları sırada bol bol Braid ve Portal
oynadığını ve Portal’ın beğenmediği yanının şu
olduğunu söylemiş: “Portalda size oyunun mekaniği
açıklandığında oyun teknik olarak bence bitiyor.
Closure’da bu farklı.” Kusura bakma da dostum ı-ıh
değil. He eğer sen dersen ki Portal içindeki
platformlara atlama olayı ile Closure içindeki ışık yoksa
bir şey de yoktur mantığıyla kendi platformunu
oluşturmak çok farklı eh o zaman haklısın derim. Ama
bu açıklamayı hiç beğenmediğimi söyleyeyim.).
Artıları ;
Farklı bir oynanış mekaniği
Müzikler oldukça başarılı(bu yazıyı yazarken
çalıyordu;(bkz.)
Eksileri ;
Neyi neden yapmamıza dahi bir cevap veremeyen
olmayan hikaye, -oyundaki gizli şeyleri toplayarak
farklı bir son açılıyormuş fakat bunun da doğru
dürüst bir cevap verdiği söylenemiyor-
Karanlıktan bölüm tasarımlarının farkında dahi
olamıyoruz.
Evet sevgili dostlar; istemeyerek de olsa yazımı
sonlandıracağım. Çünkü normalde yerlere düşmesi gereken
çenem Closure ile deniz seviyesine bir türlü yaklaşamıyor.
Bana hakkında konuşmak istediğim pek bir şey veremedi.
Ancak farklı bir oyun. Eğer platform oyunlarının
tutkunuyum diyorsanız ve boş vaktiniz varsa
deneyebilirsiniz.
Karanlığa adım atmayın. Basamayabilirsiniz…
Faruk Yaylaz
Araf'ın kapıları tekrar açılıyor…
Yıl 2004… Kuzenimin o zamanların deyimiyle “abi
uçar bu.Uçaaaar!” ayarındaki bilgisayarında bir şey
yüklü… Israr edip açtırıyorum. İnanılmaz bir menüyle
karşılaşıyorum. Menünün her butonunun üstüne
geldiğimizde ürkütücü sesler çıkıyor. Ana menüye
dönmek için bir pentagrama tıklıyorsunuz. Yeni oyuna
ise “paktı imzala” seçeneği ile başlanıyor. O zaman ki
İngilizcemle tabi ki hiç bir şey anlamıyorum. Ama bir
katedralde iki adamın(sonradan defalarca oynamamın
sonucunda birinin biz diğerinin ise bir melek olduğunu
anlıyorum) konuşmasına tanık olduktan sonra bir dua
fısıldanıyor kulaklarımıza … Menüye dönüyoruz ama
bu diğerinden farklı daha renkli daha kırmızı daha
şeytani… İlk bölümün ismi “mezarlık” … Ufak bir el
feneriyle hoparlörlerimizden gelen atmosfere
kendimizi kaptırdığımız müzik eşliğinde mezarlıkta
dolaşırken, mezarların tabutları fırlamaya başlıyor, ve
o sırada hayatımda duyduğum en metal en gaz savaş
müziği çalıyor. Headbang mi yapsak yoksa şu
iskeletleri geldikleri yere mi yollasak ikileminden ikisini
birden seçerek sıyrılıyoruz ve o ikilemi yaşadığım
andan 8 yıl sonra bu ay tekrar karşıma çıkıyor
Painkiller.
Tabi farklılıkları da beraberinde getiriyor. Ah tabi bu
oyunu bu kadar çok sevdiğim için gaza geldim ve
hepinizi bu oyunu biliyor sandım. Bu kez biraz farklı bir
anlatım izleyeceğim ve önce orijinal Painkillerdan
sonra da Painkiller: Hell&Damnationdan
bahsedeceğim.
Bahtsız bedevi Daniel Garner… İki oyunda da duyacağımız isimlerden en önemlisi
tabi ki yönettiğimiz karakter Daniel. Hayatındaki belki
de tek güzel şey olan karısını doğum gününde dışarı
yemeğe çıkarmak isteyen Daniel’ın şansına o gece
inanılmaz bir yağmur yağıyor ve karısıyla göz göze
gelip bir süre öylece bakakalan Daniel karşı şeritten
yağmur yüzünden kontrolü sağlanamayan bir
kamyonla çarpışıyor ve karısıyla beraber hayatını
kaybediyor. Daniel’ın karısı Catherine cennete gidip
huzur içinde yaşarken , geçmişinin oyun içerisinde
ilerledikçe anladığımız üzere pek de temiz olmayan
Daniel ise arafta kalakalıyor. Kanatları olmayan melek
Samael’den öğreniyoruz ki Daniel’ın günahlarından
arınması için cehennemin lordu Lucyfer’ın
generallerini öldürmesi gerek ki bu generaller çoktan
harekete geçmiş ve arafın büyük bir kısmını ele
geçirmiş durumda.
Kısacası cennette yaşayan sevgili eşimize
ulaşmamızın yolu; cennet ve cehennem arasında
patlak vermek üzere olan savaşı başlamadan bitirmek.
Painkiller: Hell&Damnationda ise bu olay biraz
değişiyor. Ana konu burada sapıyor ve bize görevimizi
melek değil de “Death”in kendisi veriyor. Bizden 7000
ruh karşılığında Catherine ile buluşturacağını söylüyor.
Her iki senaryoda da sabit olan bir şey var, o da
topladığımız ruhların bizim ruhumuza olan etkileri…
Bizim gibi bahtsız başka bir karakter daha var.Eve…
Onun tam olarak kim olduğu hakkında oyun içerisinde
birkaç teori ve ipuçları veriliyor. O yüzden aslında kim
olduğunu söylemeyeceğim ancak şunu bilin ki bize
sadece bölüm sonu canavarlarını kestikten sonra
yardım ediyor…
Vur vur vur … Hikaye kısaca böyle yani epik… peki ya oynanış nasıl?
Oynanışı en iyi bence şu özetliyor: Quake ve
Doom'dan ilham alınmış, akın akın gelen düşmanları
vur vur parçala şeklinde. Zaten Painkiller’da bize
sunulan cephane ve silahlar da bunun büyük bir
kanıtı.Boyum kadar kazık atarak düşmanları duvarlara
çivileyeni mi dersiniz , ortası roketatar minigun mı
yoksa oyun ile aynı adı taşımasına rağmen ironik
olarak devasa bir seyyar pervane olan Painkiller
mı…Tüm bu silahlara ek olarak oyun içerisinde bize
belli bir süre içerisinde çeşitli güçler veren tarot
kartlarımız mevcut. Bu kartları oyun içerisindeki
bölümlerin belli şartlarını yerine getirerek açıyor ve
tarot kartları arayüzüne altınla geçirebiliyoruz.
Hepsinden ötede, al aşağı ettiğimiz düşmanlarımızın
geride bıraktıkları ve bize can veren ruhlardan 66 tane
topladığımızda iblis moduna bürünüyoruz ve
görüşümüzle beraber gücümüz de değişiyor. Tek
vuruşta herkesi haklayabiliyoruz.
İblis dediğin plaza büyüklüğünde
olur kardeşim Painkiller’da düşmanlar da en az diğer her şey kadar
orijinal tasarlanmış. Kafasında hala küçük bir trafoyla
gezen akıl hastası, ninja-zombiler bira göbekli miçolar
...ve tabi ki devasa büyüklükteki bosslar… Etrafı
bizimle birlikte yok etmek isteyen ancak işin sadece
bizi yok etme kısmını başaramayan devasa bosslarımız
var Painkiller’da ancak oyunun içerisindeki her
düşman gibi zekasızlar… Hepsinin tek amacı var toplu
yıkım. Gerek oyunun her bölümünde karşımıza çıkan
ve “düşman burada hadi hiçbir plan program
yapmayarak önüne doğru koşalım ve bizi
parçalamasını bekleyelim.belki hasar veriririzehi” tarzı
bir anlayış sürdüren iblis ordularının kumandanları
(yani bosslar) belli oluyor ki mevkilerini cüsseleri
sayesinde elde etmişler. Demem o ki painkiller
içerisinde az ama zeki düşman yok, çok ama çok
zekasız düşman var.(o zaman ne arar yapay zeka 1-2
oyun haricinde :D - Gökberk)
PekiHell&Damnation? Evet bilmeyenler için kısa bir hızlandırılmış Painkiller
kursu verdim ve sıradaki asıl konumuz olan
Hell&Damnation'a geçiyorum. Öncelikle bizi karşılayan
şeye geçeyim hemen; ana menü… O eski epik
menüden görünüşe göre sıkılan yapımcılar yeni
herhangi bir konsepten uzak bağımsız yapımcı tadında
sadece sıra sıra yazılardan oluşan bir menüye
geçmişler. Ancak ilginçtir ki yazının başında
bahsettiğim o ürkünç sesler aynen yerini koruyor.
Neden böyle bir şeye gidilmiş inanın anlamadım.
Painkiller ses ve müzikleriyle hafızalarda yer tutan bir
oyunken, grafikleri değiştirip sesleri aynen tutmaları
bir şeyler yeni ama o kadar da değil hissi uyandırıyor.
Zaten bölüm içerisindeki birkaç tanesi hariç birebir
aynı..Bu çok büyük bir eksi. He eğer derseniz ki
“Remake bu tabi ki aynı olacak kardeeeeşim” o zaman
geçen ay ki Black Mesa’yı örnek gösterebilirim.Bazı
şeyleri değiştiriyorsanız ve bu değişimler hiçbir şey
ifade etmiyorsa daha büyük değişimlere gitmelisiniz.
Remake, bir oyunun sadece daha güzel grafiklere
sahip olanı demek olmamalı… En sevdiğim bölümlerin
oyunda bulunmadığını öğrenmemse zaten benim için
çok büyük bir hayal kırıklığı idi. Hell&Damnation bir
yeniden yapım olabilir ancak 2004 yapımı Painkiller’ın
sadece %40 oranında yeniden yapmışlar.Tarot kartlar
değişmiş bunu söyleyebilirim. Artık her bölümde iki
kart açabiliyoruz tabi bunun için iki farklı şartı yerine
getirmemiz gerekiyor. En büyük değişiklik ise oyunun
hikayesinde rol oynayan ‘Soulcatcher’… Painkiller
konseptine tamamen oturan bu silahın ilk atışı yatay
bir dairesel testere gönderirken alternatif fonksiyonu
isminin çıkış noktasını oluşturuyor. Yavaş ve az hasar
veren bu mod öldürdüğünüz düşmandan direk ruhunu
alabiliyorsunuz. Beklemiyorsunuz ve yeterli ruh
topladığınızda asıl eğlence o sırada başlıyor. Sağ tuşa
basılı tutup sol tuşa tıkladığınızda önünüzde yeşil bir
patlama meydana geliyor. Canı az olanlar ölürken
ölmeyenler de sizin için savaşmaya başlıyorlar.
Süreleri dolduğu zaman da ölüyorlar. Bunu oyunda
öğrettiklerinden beri cephanem bitmediği sürece
başka silaha gerek duymadım hem eğlenceli hem de
verimli bir silah olmuş. Keşke bu tarz farklı ve eğlenceli
başka silahlar da tasarlanmış olsaydı.
Multiplayer Painkiller ‘ın multiplayer sistemine hiç bir zaman
alışamadım(Efsanedir aslında-Gökberk). Ana
hikayedeki havayı hiçbir zaman yansıtmıyorlar. Müzik
benzer tarzda oluyor. Atmosfer ve si lahlar aynı…
Ancak olmuyor ısınamıyorum. Hell&Damnation ‘a ise
co-op modu gelmiş. Bu olabilir. Bu başarılı bir hamle
ancak oyunun var olduğu şu anki haliyle bulunduğu
seviyeyi bir üste taşıyabilir mi? Bence bundan fazlası
gerekli ….
İsim : Painkiller OST
Tür : Heavy metal ilk oynamama sebep olan ve ne zaman sıkılacak gibi
olsam beni yine gaza getiren o müzikler… hepsi birer
harika. İlk oyundan sonra çıkan genişleme ya da ufak
fan stüdyolarından çıkan yapımlar bu konuda oldukça
eksikler ama Hell&Damnation değil. Aynı müzikler aynı
Heavy metal.(yazarken çalıyordu: Painkiller OST-
Asylum Fight) neyse efendim son bir artı eksi verip
kararı size bırakıyorum.
Artıları ;
Painkiller yeniden karşıma çıkıyor.(öznel oldu
ama olsun)
Soulcatcher ve oyuna getirdiği farklı oynanış
tarzı
Müzikler yine gaz
Eski oyunlara göndermeler ve yeniden
tasarlanan bağlı oyun kurgusu
Co-op desteği
Eksileri;
Remake olmasına rağmen bölüm sayısında
yarı yarıya azalma var
Cutscenelerde bize yardım eden Eve’in üstü
artık çıplak değil(hehe)
Müzikler gaz ama orijinal Painkiller oynayan
ben için aynı olması bir eksi
Aşırı pahalı. Evet dostlar
Painkiller:BlackEdition’ı (ki bu sürüm
minimum 9 ekstra bölüm ekleyen Battle out
of Hell ek paketini de içeriyor) 9 dolara almak
mümkünken orijinal oyunun yarısı sayıda
bölüm içeren ve sadece biraz değişen ve
grafikleri iyileşen Hell&Damnation 19.99
dolar. Aşırı pahalı demek yanlış oldu ama
ederi bu değil.
Heyecanımdan bazı yerleri düşünüp yazamamış ya da
iyi açıklayamamış olabilirim. Eğer herhangi bir hata
yapmış isem şimdiden affola. Bakmayınız artıları
eksilerine, Painkiller bu alınız oynayınız eski tarz first-
person shooter oyunlarına yeniden bir göz atınız.
Sevgilerle …
Faruk Yaylaz
Açtık playerımızı koyduk içine özel olarak tasarlamış
olduğumuz Pokemon soundtrack’lerini, kıvama geldik çok
güzel. Merhaba gençler bir çılgınlık yapıp “Pokemon
maratonu” yapalım dedim kendi kendime. 8 yaşında
falanım o yaz yedi günden deli gibi kapak toplayıp postayla
yollamıştım. Neymiş yarışma varmış, kazananlara Gameboy
Colour ve yanında Pokemon Red veriliyormuş. Hayatım
resmen Pokemon olmuşken böyle bir fırsat ayağıma gelmiş,
kaçırır mıyım. Yardırdım kapakları ve bir tanesi tuttu.
Gameboy’u açıp oyunu taktığım zamanı, kendi odamdan
çıkmak için merdiveni ilk bulduğum anı, Profesör Oak ile
konuşmam, Charmender ile Gary’e karşı kapışmam ve daha
bunun gibi tonlarca unutulmaz an.. her ne kadar “150’den
sonrası benim için yalan” diyen insanlar olsa da ve cidden
her yeni nesil pokemon daha da patates olsa da(Darkai
duysa atar yapar tutamayız Yankı deme öyle -Gökberk)
oyunlar bence daha kaliteli daha hoş ve daha bağlayıcı.
Herşeyi başlatan oyun.
Bu ay sadece giriş yapmak istedim maratona her ay belli bi
oyunu birlikte oynayacağız. İyi ki Visual Boy emulatöründe
x400 olayı var 1 saate varmadan 1.nesil oyunlar toz olur
gider. Şöyle de bir liste yapalım tüm pokemon oyunları ve
tarihleri:
(Game boy) Pokémon Green (1995.Sadece Japonya'da çıktı)
(Game boy) Pokémon Red & Blue (Çıkış tarihi:8.10.1999)
(Game boy) Pokémon Yellow (Çıkış tarihi:16.6.2000)
(Game boy Color) Pokémon Gold & Silver (Çıkış
tarihi:6.4.2001)
(Game boy Color) Pokémon Crystal (Çıkış tarihi:02.11.2001)
(Game boy Advance) Pokémon Ruby & Saphire (Çıkış
tarihi:25.07.2003)
(Game boy Advance) Pokémon FireRed & LeafGreen (Çıkış
tarihi:01.10.2004)
(Game boy Advance) Pokémon Emerald (Çıkış
tarihi:01.10.2004)
(Game Cube) Pokémon XD: Gale of Darkness (Çıkış
Tarihi:03.10.2005)
(Nintendo DS) Pokémon Diamond & Pearl (Çıkış
tarihi:27.07.2007)
(Nintendo Wii) Pokémon Battle Revolution (Çıkış
tarihi:12.10.2007)
(Nintendo DS) Pokémon Platinum (Japonya Çıkış
tarihi:13.09.2008,Avrupa Çıkış tarihi 25.5.2009)
(Nintendo DS) Pokémon Soul Silver(Silver Remake)
(Nintendo DS Pokémon Heart Gold(Gold Remake)
(Nintendo DS)Pokemon Black & White (18.09.2010)
(Nintendo 3DS)Pokemon Rumble Blast (24.10.2011)
(Nintendo Wii)Pokepark: Wonders Beyond
(Nintendo DS)Pokemon Black 2 & White 2 (30.06.2012)
Eskiden Nintendo DS ile çalışan Pokemon oyunlarını
oynamak ne zordu. Ya çok yavaş çalışır, ya ortada takılır, ya
save olmaz, carttır curttur. Uzun bir aradan sonra 2 yıl önce
emulatör araştırmalarına geri dönmüştüm ve
DeSmuME’nin gayet kullanışlığı olduğu kanaatine
varmıştım. Piyasada genellikle No$GBA ön planda olsa da
aslında bir patates bile daha çok fayda sağlayabilir size
(kızartır, birayı yanında içersin işte, No$GBA’da var mı bu
özellik, yok tabi nerede olcak). Peki neden DeSmuME ?
Ayarlarıyla uğraşmak ve boğulmak zorunda değilsin, default
hali gayet de NDS Pokemon oyununu açabiliyor. Ayrıca
mouse’a karşı daha duyarlı, alt ekranda tuşlara abanmanıza
gerek kalmıyor. Diğerlerine göre daha hızlı çalışıyor, oyun
daha akıcı ilerliyor, save – load problemi yok, her 2 adımda
bir “ya oyun takılırsa” korkusu (kısmen) yok. Soul Silver ve
Heart Gold’da 2 yıl önce baktığımda bu sorun ne yazık ki
halen vardı. NDS oyunlarını oynamaya başladığımızda bu
konu hakkında daha detaylı bilgileri sunarım sizlere.
Gelecek ay ilk oyunumuzu Red ya da Yellow (belki de ikisi
birden) olacağından dolayı emulatörümüz kesinlikle
VisualBoy Advance olacaktır. Yeni versiyon VBA ile de artık
“link” bağlantısı kurabilip trade de yapabilirsiniz. Hatta
bundan da sizlere bahseder, arşivlik olarak saklayabilirsiniz.
Küçük çocukken elimde Gameboy, Kadabra olmuş level 80,
neden bir Alakazam’ım bile yok diye ağlarken, siz bunu
yaşamamış olursunuz, yüzsüzlük yapıp level 16
Alakazam’ınız bile olur. Ya da level 3 steelix gibi. Neyse
“çılgın” fanteziler bir yana dediğim gibi VBA’da x400-1200
gibi bir hızlandırma da olduğundan (space tuşu ile) 8987897
kez bitirmiş olduğunuz oyunda aynı yazıları okuyup
beklemek zorunda kalmayacaksınız. Bu kadar da noob
değilsinizdir herhalde deyip şu VBA olayını kısa kesiyorum.
Bu maratonda daha çok “generation games” oynamayı
düşünüyorum red/gold/ruby/pearl gibi. Şu an oynamakta
olduğum pokemon conquest de eklenebilir belki, diğer
klasik oyunlara kıyasla çok sıra dışı olan, savaşları daha
mantıklı halen getiren ve biraz daha strateji katan bir oyun.
“bölge fethetme” olayı da çok ilgi çekici. Daha yeni başladım
da umarım patates çıkmaz. Neyse dostlar şimdilik bu konu
ile ilgili anlatacaklarım bunlar, aha Skarmory de geldi
sağolsun kuru yemiş torbasını getirmiş, good bird skarmory
seni. Gelecek sayıda görüşmek üzere
*skarmory sevinçle kanat çırpar* ..
Yankı Özmumcu
Sizlere yurtdışında bulunduğum festival(Oktoberfest sayılmaz müzikli değil çünkü.) olan tamamen Pagan ve Folk Metal tarzı grupların konser verdiği Heidenfest'i anlatacağım. Türkiye'de pek çok konser ve festivale gitmiş olan ben, hem buradaki(Şu an Almanyadayım) festival ve konser atmosferini görmek hem de daha önce dinlemediğim grupları dinlemek için Avusturyalı bir arkadaşımın önerisiyle gittiğim bu festivalden gerçekten güzel anılarla ayrıldım. 20 ekim günü konser günü olmakla beraber okulla Stuttgart'a gezimiz de vardı. Bundan faydalanarak hem gezi, daha sonra da konser çok iyi bir plandı. Neyse geziden sonra otele yerleştik. Çevredeki marketten Jagermeister alıp portakal suyuyla karışım yaptıktan sonra konser alanına gittik. Dışarıdan içki giremediği için şişeyi hemen tüketmek zorunda kaldık. Saat 6 gibi içeri girdik. İlk grup olan Krampus çoktan sahneden ayrılmıştı bu yüzden onlara dair bişey yazamayacağım. Festival genel olarak Fin ve Alman pagan gruplarından oluşuyor(İstisna Norveçli Trollfest). Mekan kapalı bir yerdi ve boyut olarak küçükçiftlik park kadardı yaklaşık
Trollfest Trollfest çok ilginç bir grup. Çok eğlenceli bir müzik yapıyorlar ve bunu kendi icat ettikleri bir dil olan Trollsprak ile söylüyorlar(Norveççe ile Almanca karışımından oluşuyor). Biz içeri girdiğimizde Trollfest çoktan performasına başlamıştı, hatta bitirmek üzereydi. O kadar ki ancak son 2 şarkıyı tam olarak dinleyebildim. Çok enerjiktiler. Son albümü dinleyip büyük umutlarla gitmiştim ama sadece 2 şarkı dinleyebilmem biraz moralimi bozdu. Neyse ki dinlediğim şarkılardan biri son albümden olan Rundt Balet vardı ilk girdiğimde direk gaza getirdi.
Daha sonra Willkommen folk tell drekka fest albümünden Helvettes Hunden Garm ile noktayı koydular. Daha uzun anlatamadığım için üzgünüm, geç girmemiz buna sebep oldu. Setlist
1.Den Apne Sjo 2.Brumlebassen 3.Brakebein 4.Illsint 5.Trinkentroll 6.Karve 7.Der Jegermeister 8.Rundt Bålet
9.Helvetes Hunden Garm
Varg Trollfestten sonra Varg sahneye bilindik kırmızı üstüne beyaz çizgili makyajıyla çıkıyor(Burda bir Turisas esinlenmesi mevcut). Varg folk metalden çok Pagan ve Savaş metal tarzı bir müzik yapıyor. Daha önceden sadece Schildfrönt ve Wir sind die Wölfe şarkılarını dinlediğim grubun sahne performanası ise inanılmaz gaz. Zaten bu festivalden sonra Pagan ve Black Metal vokallerine Almanca'nın daha çok yakıştığına kanaat getirdim. Keskin bir dil olmasının yanı sıra güçlü vurguları olan bir dil olan Almanca gerçekten Metal müziğe çok uygun. Neyse konsere geçersek konsere yeni albümlerinden Guten Tag ile giren grup son derece enerjikti. Sag mir wer du bist diyerek eşlik ettik şarkının nakaratına. Zaten grubun çalmaya başlmasıyla beraber hemen bir Mosh Pit oluştu ve Varg gidene kadar devam etti. 6. Şarkıya geldiğimizde ise grubun en sevdiğim şarkısı olan Wir sind die Wölfe'nin melodik girişi çalmaya başladı ve bu giriş duyulur duyulmaz Wall of Death hazırlıkları başladı ve vokalin girmesiyle beraber tam bir hengame oldu alanda. Bir sonraki şarkı olan A Thousand Eyes'ta ise bir sürpriz bizleri bekliyordu çünkü normalde Eluveitie'den Pade ile kaydedilen şarkının canlı performansı için o gün çıkacak gruplardan olan Korpiklaani grubunun vokali Jonne Jarvela(sarhoştu baya aslında ama eğlenceli bir adam kendisi) gelmişti. Aslında Jonne yine aynı albümde Horizont isimli şarkıda konuk sanatçıydı fakat Pade'nin uğuldamalarını(“haayyaeeehhoooyyy” şeklinde çünkü bu kısımlar) gerçekten çok güzel icra etti ve kendi kulisine döndü. Grup daha sonra 4 şarkı daha çaldı ve konseri noktaladı. 1.Guten Tag 2.Schwertzeit 3.Angriff 4.Horizont 5.Jagd 6.Wir Sind Die Wölfe 7.A Thousand Eyes 8.Blutaar 9.Was Nicht Darf 10.Rotkäppchen 11.Viel Feind Viel Ehr
Eisregen
Daha önce dinlemediğim bir grup olan Eisregen karanlık diyebileceğimiz atmosferik bir müzik yapıyor. Hele ki klavyeci bir kadın var karanlık enerji yayıyordu LoL'deki Morgana gibi .İlk kez dinlememe rağmen beğendiğimi söyleyebilirim performanslarını. Almanya'nın Thüringen eyaletinden çıkma bir grup Varg gibi(Bizde de Anadolu Rock Adana'dan çıkar hesabı). Ben şarkılarını beğensem de Avusturyalı arkadaşım bu şarkılarının o kadar iyi olmadığını asıl eski şarkılarının çok daha iyi olduğunu söyledi. İnternette filan araştırdım ama ne fizyde ne de youtube'da fazla şarkılarını bulamadım. Albüm veya diskografisi elinde olan varsa paylaşsın. Dinlemek istiyorum çünkü bu grubu. Şurda örnek bir performans paylaşayım fikir vermesi açısından(bkz). Grup 10 kadar şarkı çaldıktan sonra yerini Fin hegemonyasına bıraktı.
Korpiklaani
Korpiklaani bunca grubun içinde daha önce izlediğim tek gruptu. 2010 yılındaki Unirockta(güzel bir festivaldi ne yazık ki organizasyon sıkıntısı bitmediği için memleketimizde bir festival daha yok oldu) izlemiştim. O zamanlar pek dinlemezdim kendilerini fakat o konserde inanılmaz eğlenmiştim. Neyse konsere geçersek Jonne konsere yine kafası iyi olarak çıktı. Grup yine eğlenceliydi. Mosh Pitler yapıldı. Yeni albümlerini dinlemediğim için o şarkılara pek eşlik edemedim. İlk şarkı da yeni albümdendi. Fakat 2. şarkıya geçip Journey Man'in girişi çalmaya başladığında kendimi tutamadım ben de girdim Mosh Pit'e. Bu şarkının ilerleyen kısımlarında crowdsurfing yapıp ön sıralara da geçtim(Kafa üstü düşüyodum az kalsın :D). “Free, free as a journey man” diyerek bağırdım tüm sesimle. Journey Man 'den sonra yeni albümden güzel bir parça vardı. Bu parça bitip Juodaan Viinaa girdiğinde ise insanlar kolkola girip dönüp dansetmeye başladı. Gerçekten çok güzel bir görüntüydü. Bu parçadan sonra yeni gelen kemancı eski Shaman dönemlerinden kalma bir keman solosu şarkısı çaldı. Ne diyeyim adam bence eski kemancıdan daha iyi(O adamın yeri ayrıydı ama doğruya doğru şimdi). Daha sonra gecenin Korpiklaani olarak sürprizi geldi. Albümlerinde yorumladıklarını biliyordum ama Ievan polkka 'nın girişini duyunca çok şaşırdım. Finlandiya'nın dünyaya ihraç ettiği bir şarkı olan Ievan polkka'nın Korpiklaani versiyonu gerçekten inanılmaz olmuş. Geceyi eskilerden Pellonpekko ile bitirdiler. Güzel bir konserdi eğlendim bayağı. Fakat 2010'daki izlediğim konsere kıyasla çok sönük kaldığını söyleyebilirim. O konserde öyle bir gaza gelmişti ki seyirci, basın kulesinin etrafında Circle Pit oluşmuştu(bkz). Ayrıca hiç içki içeren şarkı çalmadılar bu konserde çok yadırgadım
bunu.(Jonne elinde votka şişesiyle dolaşıyordu insan patlatır bir Vodka). Neyse yine de Korpiklaani'yi ne kadar izlesem bıkmam herhalde.
1.Tuonelan tuvilla 2.Journey Man 3.Ruumiinmultaa 4.Juodaan viinaa(Hector cover) 5.Metsämies 6.Kipumylly 7.Ievan polkka 8.Metsälle 9.Rauta 10.Pellonpekko
Finntroll
Herhalde en büyük sürpriz Finntroll'ün sahne almasıdır sanırım. Adları konuk sanatçı olarak vardı listede fakat saat 21:30 civarına geldiği için artık Headliner olan Wintersun çıkar diye beklerken kafadan göğüse kadar inen siyah çizgilerle grubun frontmani olan Vreth geldi ve ben “Oha! Finntroll” dedim. Çünkü Finntroll'ü baya severim(Düz folk metal olarak Ensiferumla beraber zirvede benim için). Grup Under Bergets Rot ile başladı konsere(2010'da çıkan Nifelvind'den güzel bir parça). Tabiki yine Moshpitler eksik olmadı bu konserde de. Natfödd ve Jaktens Tid albümlerine bayılan biri olarak Natfödd ve Svartberg şarkılarının çalınmasına inanılmaz sevindim. Jonne Jarvela yine boş durmadı ve kendi konserlerine dolu olarak başladığı 70'lik votka şişesinin az bir kısmı kalmış şekilde sahneye daldı ve grupla beraber Jaktens Tid'i söyledi. Daha sonra Vreth albüm kayıtlarına başlayacaklarını ve bugün yeni parçalarından biri olan När Jättar Marschera(Devler Marş Söylediğinde gibi bir anlamı var oradaki Fin arkadaşıma göre. İsveççeymiş ama adı Fince değil sonradan baktığıma göre fakat eleman İsveççe de biliyor tabi). Bayağı güzel bir şarkıya benziyordu. Umutluyum yani yeni albümden. Şarkının linkini de buraya bırakıyorum(bkz). Tabi grup Finntroll olunca tüm konser boyunca Trollhammaren diye bağırmamak olmaz. Şarkı aralarında eksik etmedim Trollhammaren'i ve en sonunda isteğim oldu Trollhammaren girişi çalınmaya başladı ve devasa bir moshpit oluşturuldu. Herkes zıpladı, eğlendi, dans etti. “Trollhammaren” diye bağırmaktan sesim kısılmış olabilir tabi. Neyse çok güzel bir şekilde veda ettik Finntroll'e ve Wintersun'ı beklemeye başladık.
1.Avgrunden Öppnas [Intro] 2.Under bergets rot 3.Nattfödd 4.Slagbröder 5.Slaget Vid Blodsälv 6.Mot skuggornas värld 7.Blodnatt 8.Dråp 9.Jaktens Tid [with Jonne Järvelä from Korpiklaani] 10.Svartberg 11.När Jätter Marschera [New Song] 12.Solsagan 13.Trollhammaren
Wintersun
Wintersun ilk albümüyle harikalar yaratıp sonra 2. albümünü çıkarmak için bizleri 8 sene bekleten acımasız bir grup. Bu ayki sayıda konserden sonra edindiğim albümünü dinleyip yaptığım kritikte de detaylı olarak 2. albümü inceleyebilirsiniz. Konsere önce kapkaranlık ve sonra tüm ışıkların açılması ile bembeyaz(aklıma direk kar geldi,neden acaba? :D). Yeni albümden olan bir introyla girdiler ki daha sonradan öğrendiğim kadarıyla bu When Time Fades Away isimli enstrümental bir şarkıymış. İlk defa dinlememe rağmen o sırada hoşuma gitmişti şarkıda. Ve daha sonra albümü dinlediğimde favorim olacak şarkı olan Sons Of Winter and Stars başladı ki rüya gibi bir şarkı zaten bu. Başlangıçta şarkıların çoğu Time I dendi. Fakat sonra ilk albümlerinden parçalar çalmaya başlayınca moda girdim ben tabi. İlk önce eskilerden favorim olan Winter Madness çalmaya başladı. O dakikada kayış koptu bende zaten. Jari Maenpaa'ya da Ensiferum'u dinlemeye başladığımdan beri hayranım kanlı canlı görünce bu hayranlığım daha da arttı hatta kendisini zamanında aynı işi yapan(lead gitar ve vokal) Dave Mustaine'in en iyi dönemindeki haline benzetiyorum şu an. Gitar olarak hemen hemen eşit(Dave üstün tabi 90'lardaki haliyle) olmalarına karşın Jari vokal olarak yukarıda tabiki(Dave'e saygısızlık olarak algılamayın. Dave reyize saygım sonsuz). Hem o soloları atıp hem bu kadar güzel vokal yapmak canlı performansta gerçekten güç bir iş fakat Jari bunun üstesinden sonuna kadar geliyor. Death and Healing ve Darkness and Frost çalındıktan sonra yeni albümden Time isimli parçayla ayrılan Wintersun'ı (Işıklar söndürüldü fakat biz sahne yanındaki merdivenlerde durduklarını biliyoruz.) “Wintersun” tezahüratları ile Bis'e çağırdık ve Beyond the Dark Sun isimli şaheseri çaldılar(O an kendimden geçmişim :D). Kapanışı yine ilk albümden Starchild(Soraka gençler. Destek verilir.) ile yaptılar ve gecenin sonuna geldik.
1.When Time Fades Away 2.Sons of Winter and Stars 3.Land of Snow and Sorrow 4.Winter Madness 5.Death and the Healing 6.Darkness and Frost 7.Time 8.Encore: Beyond the Dark Sun 9.Starchild
Gecenin sonunda biliyorum ki benimle beraber orada olan 3000 civarı kişi de oradan mutlu bir şekilde ayrılmıştır. Folk müzik konserlerinde mutsuz ayrılmak çok zor bişey çünkü enerjik ve neşeli şarkılar oluyor genelde. Gönül bir Wacken'a gidip hacı olmak isterdi ama en azından Avrupa'da bir metal festivaline katılıp eğlenmiş oldum ki bu hiç de azımsanacak bir şey değil. Zaten önemli olan da eğlenip stres atmaktır böyle etkinliklerde ki ben bir konser insanı olarak kaçırmamaya çalışırım böyle şeyleri. Neyse lafı fazla uzatmadan sizlere veda edeyim. Görüşürüz. Stay Heavy
Çağlar Durmaz
Morphine
Müptelası olduğum, dinlediğim için kendimi şanslı
saydığım bir gruptan bahsedeceğim sizlere. Hakkında
söylenecek, yazılacak onlarca şey var esasında. Öncesinde
grubun hem vokaline, hem de iki telli slide bass olayına
hakim olan eşsiz insandan bahsedeceğim…
Mark Sandman, müzik kariyerine 30'lu yaşlarında eşsiz
gitar tekniğini kazandığı; blues-rock türündeki Treat Her
Right grubu ile çalarak başladı. Bir süre bu grup ile yoluna
devam etti; fakat sonrasında grubun dağılmasıyla birlikte
yerel bir Boston grubu olan Three Collers'da tenor ve
bariton saksafon çalan, Dana Colley ile birlikte 1989’da
Massachusetts’te Morphine’in temellerini attı. Baterist
Jerome Deupree’in de gruba katılmasıyla ilk kadro
tamamlandı.
Mark Sandman’ın dostu olan Matt Ashare “Çalıntı”
dergisinin Ekim-99 sayısında Mark ve yaptıkları müzikle
alakalı bir yorumda bulunmuş, onu da sizlerle paylaşmadan
edemeyeceğim.
“Mark, yararlı ama basit fikirlerin peşindeydi. Yalınlığa
hayrandı. Müziksel estetiğin yemek pişirmeye benzediğini
söylerdi. Yemek pişirirken farklı malzemeler nasıl bir araya
gelip tat oluşturuyorlarsa, müzikte de farklı unsurlarla
birlikte ilginç ezgiler ve bileşimler yakaladığından
bahsederdi.”
Sahiden Sandman’ın da bahsettiği gibi, müziklerinde
farklı unsurları bir araya getirmeyi denediler ve bu bir araya
gelen unsurlarla harikalar yarattılar. Genel itibari ile bunu
albümlerinde de görmek mümkün. Albüm bünyesinde
rock-jazz, blues, alternative ve low-rock türündeki parçalar
barınmakta ve bazı bazı da bu türler harmanlanarak, üstelik
gitara da yer vermeden saksafon, davul ve iki telli slide bass
eşliğinde sunulmakta . Müziklerini gitara yer vermeden icra
etmeyi başarabilen, ender bir grup olmakla birlikte, bence
koca bir takdiri de hak ediyorlar.
İlk albümleri olan “Good” 1992 senesinde çıkmıştır.
Benim için fazlasıyla önem taşıyan bir albümdür kendileri.
“Çalıntı” dergisinin Ekim-99 sayısında “Good” albümünün
plak şirketleri tarafından reddedildiğinden, kimsenin
Morphine’in kayıtlarını piyasaya sürmek istemediğinden;
fakat Mark’ın kişisel çabaları sonucunda yerel bir firma
vasıtasıyla, albümün piyasaya sürüldüğünden bahsedilmiş.
Bunu okuduğum zaman inanın Mark’a bir kez daha saygı
duydum, yılmayıp bu işin peşini bırakmadığı için.
“Good”albümünde Mark Sandman'ın vokali ağır basar, pek
bir tadından yenmez. “ The Saddest Song” parçasını
defalarca sıkılmadan dinleyebiliyorum. Parçadaki yumuşak
doku, alışılmadık sakinlik sanırım beni fazlasıyla
büyülemeye yetiyor. Ayrıca aynı albümdeki “You Look like
Rain” ile “The Other Side” parçaları da saksafon ağırlıklı ve
oldukça başarılı. Mutlaka dinlemelisiniz.
“Good" albümünün piyasaya sürülmesinin ardından baterist
Deupree gruptan ayrıldı ve yerine daha önce Sandman'le
Treat Her Right'ta çalışmış olan Billy Conway geçti. Gruptan
ayrılan Deupree’nin de emeğini içinde barındıran ikinci
albüm “Cure For Pain” 1993 senesinde çıktı. Ayrıca 1994
yapımı “Spanking the Monkey” adlı komedi-dram filmi bu
albümden "Sheila" "Thursday" "Let's Take A Trip Together"
ve "In Spite Of Me" parçalarını soundtrack olarak kullandı.
1995 yılında da üçüncü albüm “Yes” müzik piyasasındaki
yerini aldı. Ardından grup 1996 senesinde Dreamworks
Records ile anlaşma imzaladı ve 1997 senesinde de “Like
Swimming” adlı albümü piyasaya sürdü. Bu albüm, büyük
bir plak şirketinden yayınlanmış ilk albümleri olması
sebebiyle de büyük ses getirdi. Daha sonrasında 1999
yılında kayıtları tamamlanan “The Night” albümü piyasaya
sürülemeden, İtalya-Palestrina’da verilen bir konser
sırasında Mark Sandman sahnede kalp krizi geçirerek
hayatını kaybetti. Bu sebeple albüm 2000 senesinde
piyasaya sürüldü. Albüm çalışmaları esnasında, grup üyeleri
diğer albümlerden farklı olarak bir yenilik arayışı içerisine
girdiler ve canla başla çalışarak bunu başardılar. Albüm
bünyesinde yer alan “Rope on Fire” parçası insanı ilk
dinleyişten itibaren büyüleyen bir yapıya sahip. Oryantal
melodiler, tanıdık hissi veren ezgiler, saksafon, davul, bass
ve Sandman’in sesi ile şaheser niteliğinde. Albümle aynı
adı taşıyan “The Night” parçasını da dinlemeyi ihmal
etmemelisiniz.
Son olarak Alan J. Schmit adlı Morphine hayranı
tarafından kayıt edilen ve 1994 yılına ait konser kayıtlarını
içeren “Bootleg Detroit” adlı albüm 2000 yılında piyasaya
sürüldü.
“Mark’ın topluluk içindeki güvenirliği yüksekti ve
söyleşilerde sık sık takım arkadaşlarını överdi. Dinleyiciler
konserlerden sonra gelip onu tebrik ettiklerinde o iki
arkadaşını; Dana ve Billy’i işaret eder ve başarının
kaynağının onlar olduğunu belirtirdi.”
“Sanıyorum ki, Mark’ın ruhu hala bizlerle çünkü onun müziği
bizlerle” Matt Ashare- Çalıntı/Ekim-99/Sayı 32
Mark Sandman’ın ölümünün ardından grup üyeleri Dana
ve Billy, Twinemen adlı bir grup kurarak müzik kariyerlerine
devam ettiler.
Ece Gündüz
Stüdyo Albümleri
Good (1992)
Cure for Pain (1993)
Yes (1995)
Like Swimming (1997)
The Night (2000)
Live Albümleri
Bootleg Detroit (2000)
Derleme Albümleri
B-Sides and Otherwise (1997)v
The Best of Morphine: 1992-1995 (2003)
Sandbox: The Mark Sandman Box Set (2004)
At Your Service (2009)
Esbjörn Svensson Trio
Öyle çok koyu bir caz dinleyicisi sayılmam. Bunun sebebi
hem yeni yeni dinlemeye başlamış olmam, hem de nereden
bakarsan 100 yılı bulan tarihi ile çok geniş bir müzik kültürü
olduğundan büyük ihtimalle hiçbir zaman türe tam olarak
hakim olamayacağım. Ancak bu, arada bir sağlam gruplar
bulup onlara hayran kalmama engel değil. Bu ay
anlatacağım grup da bunlardan biri belki de en önemlisi
Esbjörn Svensson Trio. Ancak grubu tanıtmaya başlamadan
önce yaptığı müziğin türüne biraz değineceğim.
Contemporary jazz genelde 80 ve 90’ların popüler akım
jazz türlerine genel olarak verilen isim. Ancak tam olarak
kesin bir şekilde tanımı yok. Genel olarak deneysel yenilikçi
akımlara contemporary denmekte. Contemporary jazz ise
kimi zaman pop-jazz veya smooth jazz ın deneyselleşmiş
hallerine dendiği gibi, fusion gibi temeli rock tarzı ritimlere
dayanan jazz türüne de contemporary jazz denmektedir.
Yukarıdaki tanım kafanızı karıştırmış olabilir, açıkcası ben
de yazarken zorlandım. Ancak merak etmeyin, nasıl ki güzel
bir yemeğin tadına varmak için tarifini bilmenize gerek
yoksa müzikte de neye ne dendiğinin çok önemi yok.
Dinleyip hissettikleriniz daima diğerlerinden üstündür.
Esbjörn Svensson Trio(bundan sonra kısaca EST
diyeceğim) 1993 yılında Esbjörn Svensson, Dan Berglund ve
Magnus Öström tarafından İsveçte kuruldu. Grubumuz bir
adet grand piyano, bir adet kontrabas, bir adet de bateriden
oluşuyor(bu arada ek bilgi; genelde çoğu trio bu üçlüden
oluşur). Minimal olduğuna bakmayın, sadece bu 3
enstrümanla yapılan müzikteki melodi çeşitliliği aklınızı
başınızdan alıyor. Gruba adını veren ve grubun kurucusu
olan Esbjörn Svensson daha çocuk yaşta annesinin piyanist,
babasının ise jazz tutkunu olmasının da etkisi ile klasik
müziğe ilgi göstermeye başladı. Gençlik yıllarında rock
müziğe yönelip kendi garaj grubunu kurdu. Ancak daha
sonraları tekrardan klasik müziğe yönelerek piyano eğitimi
aldı ve son olarak caza yöneldi. Müziğinin klasik, rock ve
elektronik esintiler taşıması ve genel olarak hareketli bir
müzik tarzına sahip olmasının sebebi de bu olsa gerek.
Grup üyeleri(soldan; Dan, Esbjörn, Magnus)
EST özellikle gençler arasında kısa sürede tutuldu ve pek
çok rock festivallerinde sahne aldılar. İlk 3 albümü(When
Everyone Has Gone, EST plays Monk, Winter in Venice) ülke
içinde yayınlandıktan ve büyük ölçüde başarı elde ettikden
sonra 4. Albümleri olan From Gagarin's Point of View Alman
plak şirketi ACT tarafından uluslar arası yayınlandı ve
böylece Avrupa'ya açılma şansı buldu. Avrupa'da pek çok
olumlu eleştiriler alıp kısa sürede dikkatleri üzerlerine
çektiler. Bunda gerek albümün kalitesi, gerekse albümün
hızlı parçalara sahip olmasının da etkisi olduğu yadsınamaz .
Özellikle Dodge the Dodo, Definition of a Dog ve albüme
adını veren parçaları dinlemenizi öneririm.
Daha sonra 2000 yılında Good Morning Susie Soho
albümü ile devam eden grup 2002 yılında Strange Place for
Snow adlı albümü çıkardıklarında hem İsveç'te hemde
Almanya'da pek çok ödül aldı ve ilk defa 9. Uluslararası
İstanbul Caz Festivali kapsaminda Türkiye'ye konser
vermeye geldiler.(Tabi ben o zamanlar orta okulda
pokemon izlemekle meşgul olduğum için haberim bile yoktu
böyle bir grup olduğundan) 2003 yılına geldiğimizde ise
kanımca en başarılı albümleri olan Seven Days of Falling
albümünü çıkardılar. Benim de grup ile tanışmam bu albüm
ile başlamıştır. Bu yüzden biraz daha detaylı bahsedeceğim.
Albüm teknik olarak çok üst yapıda. En sakin şarkılarda bile
enstrumanlara bir hakimlik, bir melodi çeşitliliği mevcut.
Ballad for the Unborn, Seven Days of Falling, Believe Beleft
Below gibi şarkıların yavaş fakat kusursuz yapısı, Did They
Ever Tell Consteau, In My Garage gibi hızlı,coşku dolu
şarkıları ile hemen hemen herkese hitap edebilecek bir
albüm. Lakin albümde Elevation Of Love adlı bir parça var ki
mutlaka ama mutlaka dinlemenizi öneririm. Bütün
enstrümanlar öyle bir teknikle çalınıyor ve bunlar
birbirlerine o kadar güzel bir uyum sağlıyorlar ki, kanımca
ESTnin en büyük eseri olduğunu söyliyebilirim.
Daha sonra 2004, 2005 yıllarında da Türkiye'ye konsere
gelen grup(pokemonları bırakmış ancak liseli bir ergen
olmuş bendenizin hala haberi yoktur.) gerek yurtiçinde,
gerek yurtdışında oldukça popüler olmaya başladı. 2005'de
Viaticum albümünü çıkarıp tarzlarını bozulmadan devam
ettiren EST yine oldukça başarılı bir albüme imza attı.
Albümde öne çıkan parçalardan Viaticum, The Unstable
Table & The Infamous Fable, Eighty-Eight Days In My Veins’i
öneririm. 2006 yılında ise çıkardığı Tuesday Wonderland
albümü ile kalitesini asla kaybetmeyeceğini kanıtlamakla
kalmayıp, yine bence Elevation of Love kadar muhteşem
olan albüme adını veren parça ile üretkenliklerinin tam gaz
devam ettiğini gösterdiler. Yine bu yılda Amerikan jazz
dergisi Down Beat’in kapağına çıkan ilk Avrupalı jazz grubu
olarak sadece Avrupada değil, Amerika'da da seslerini
duyurdular.
Ne yazık ki bazen hayatta herşey iyi giderken bir anda
tepe taklak olabiliyor. Tarihler 2008'i gösterdiğinde yeni
albümleri Leucocyte'yi çıkarmaya hazırlanırken Esbjörn
İsveç'te dalış yaptığı sırada hayatını kaybetti. 44 yaşında, iki
çocuğu olan müzisyenin beklenmedik ölümünün sadece
ailesi için değil, bütün müzik dünyası için büyük bir kayıp
olduğunu söylemem abartı olmaz.
Esbjörn’ün ölümünün ardından Leucocyte nin kayıdını
tamamlayıp çıkaran EST, 2012 yılında son bir kez toplanıp
grubun kıyıda köşede kalmış, yayınlanmamış parçalarının
toplandığı 301 adlı son bir albüm çıkardılar ve grubun
kariyerini sonlandırdıklarını açıkladılar. Buruk bir şekilde
dinlediğim 301 albümünden sonra çok daha iyi anladım ki
eğer ölmeseydi müzikal anlamda çok büyük işler başarmaya
devam edecekti. Özellikle albümdeki Behind the Stars adeta
Esbjörn ün piyanosu ile bize ettiği bir veda olmuş.
EST için sadece iyi bir caz grubu demek büyük haksızlık
olur. EST gerek türe getirdikleri yeniliklerle, gerek müziğe
yaptıkları katkılar ile sadece caz değil, müzik dünyasının
sahip olduğu ender gruplardan. Biz dinleyiciler içinse 11
albümlük bir hazine.
Aykut Kekeç
"Evde başka bir enstrümanımız olmadığı için piyano
çalmaya başladım, aslında, davul çalmayı tercih ederdim.
Misal, çocukken farklı eşyalardan kendime bir setup yapar
ve ballroom blitz çalan sweet gibi duyulmaya çalışırdım.
Fakat Magnus davullarıyla beraber gelince piyanoda
kalmaya karar verdim. Magnus ve ben birlikte büyüdük ve
başlangıçtan beri birlikte çalıyoruz. Magnus'a ilk davul seti
hediye edildiğinde bize geldi ve çalmaya başladık, nasıl
çalacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yoktu ama çok
eğlenceliydi. Öğretmenimiz olmadığından ve kimse de bize
nasıl çalacağımızı söylemediğiden müziğimizi eşi olmayan,
farklı bir yönde geliştirme şansını yakaladık." Esbjörn’ün bir
röportajından.
COWBOYS FROM HELL
Pek çok grup dinlemişimdir şu ana kadar. 500 belki 1000. Fakat bu kadar fazla grubun içerisinde beni en çok etkileyen 2 grup var. Biri şu an okumakta olduğunuz yazıyı içeren Pantera, diğeri ise Death. Pantera ile tanışmam 2004 yılında oldu. Lise zamanları, ergenlik vs. derken insan kendini agresif ve enerji dolu hissediyor. Zaten o zamanlar Metallica, Iron Maiden gibi metale başlama gruplarını dinliyordum. Fakat ablam sayesinde edindiğim en iyi 100 gitar solosu(ismi daha da farklı olabilir tabi.) isimli farklı gruplar içeren toplama albümü edinmemle Pantera'nın orada bulunan 3 şarkısını ilk kez dinledim. Bu şarkılar “Walk (bkz )” , “ Floods(bkz) ” ve “ Cemetery Gates(bkz)” idi. Her zaman yeni bir tarza alışmak zor olur. Fakat daha sert bir müziğe olan ihtiyaç her zaman olur metalkafa(metalhead kullanmak istemedim) iseniz. Pantera da kulağıma sert gelmişti ilk dinlemede. Çünkü daha önce buna benzer bir grup dinlememiştim. Kabul thrash metal dinlemiştim ama bu Thrash Metal' den çok farklıydı. Daha çok Thrash Metal ile Hardcore müziğin birleşimini içeren bir melezdi. Yavaş yavaş alıştığım bu gruptaki farklı hava beni kendine çekmişti. Headbang yapmaya zorlayan riffler, yırtıcı sololar, agresif vokaller, çılgın davul atakları her şey inanılmaz güzeldi bu grupta. Neyse daha fazla kişiselliğe girmeden neden bu ayki sayı için Pantera'yı seçtiğimi açıklayayım. Çünkü bence gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerden biri olan Dimebag Darrell(Darrell Lance Abbott)'ın ölüm yıldönümü Aralık ayında olduğundan, yazıyı okuyan sizlerinde bu grubu severek ölüm yıldönümü olan 8 Aralıkta benim gibi gün boyu Pantera dinleyerek geçirip Dimebag'i onurlandırmanız çok güzel bir şey olur. Neyse grubun tanıtıma geçelim. Şimdi aklınıza nefret ettiğiniz bir şey getirin ve bulunduğunuz odada kırılması sakınca doğurmayacak şeyler bulundurun. Çünkü birazdan bahsedeceğim grubun şarkıları evi yıkmanıza sebep olabilir !
Kuruluş ve Glam Dö nemi Grubun kuruluşundan başlayalım. Grup 1981 yılında Texas'ta Darrell Lance Abbott (15) ve Vincent Paul Abbott (17) kardeşler tarafından kurulur. Vince ve Darrell büyük Kiss(bkz) hayranlarıdırlar. Kiss bir Shock Rock grubu olduğundan ve Shock Rock'ın devamı olan Glam Metal o zamanlar yeni ve popüler olan bir tür olduğudan Glam Metal yapmaya karar verirler. Darrell gitarist rolünü üstlenir. Darrell öyle mükemmel bir gitaristtir ki Van Halen'ı izledikten sonra babasına gitar aldırtmış ve gitar çalmaya takıntılı hale gelmiştir. Öyle ki tuvalete bile gitarla gittiği söylentileri vardır. Darrell daha sonra Texas'ta yapılan gitar turnuvalarında hep birinci olduğundan dolayı bir süre sonra yarışmalara katılmasına izin verilmemiştir. Kendisine o zamanlar Diamond Darrell deniyordu lakap olarak. Abisi Vincent ise davulları üstlenir.Gruba bulundukları şehirin ismi olan Pantego'dan esinlenerek Pantera (ilk duyduğumda ben de panterden geldiğini düşünmüştüm) ismini verirler. Gruba bas gitarist olarak Rex Brown vokal olarak Terry Glaze katılır. Grup başlarda genelde Abbott kardeşlerin garajında takılmak suretiyle müzik hayatını sürdürür. Her gün 7/24 partiler yapılırdı. Grubun imajı da o zamanlardaki çoğu glam grubu gibi kadınsal makyajlar ve giysiler içeriyordu. Müzik açısından ise genel olarak Kiss, Van Halen gibi ünlü gruplardan etkilenmeler mevcuttu. Grup bu kadrosu ile beraber Vinnie ve Diamond'ın babalarının prodüktörlüğünde 1983 yılında Metal Magic adlı ilk albümlerini çıkarırlar. Daha sonra 1984 yılında Projects In The Jungle isimli ikinci albümleri çıkar. 1985 yılında I am The Night çıkar. Bu albüm daha çok Heavy/Glam Metal soundu içerir. Bundan bir süre sonra grup daha çok o dönem yükselişte olan Metallica , Slayer gibi gruplardan etkilenerek soundlarını daha sertleştirmeye karar verirler bunun üzerine Glam vokali olan Terry Glaze gruptan ayrılır ve yerine New Orleans' tan gelen 19 yaşındaki genç vokal Philip Anselmo gruba dahil olur.
1988 yılında yeni vokal Phil ile beraber Glam tarzda son albümleri olan Power Metal yayınlanır. Albümde Phil'in vokalleri Rob Halford' un çığlıklarına çok benzeyen çığlıklar atmıştır. Diamond yine inanılmaz gitar oyunları sergilemiştir. Bu albüm daha çok thrash sounduna sahiptir fakat yine de glam içermektedir. Bu albümden sonra Vinnie Paul(İsmini kısaltıp kendine lakap yapmıştır.): “Müziği bu gösterişli giysiler yapmıyor,biz yapıyoruz.” demiştir ve bundan sonra grup Glam müziği ve Glam imajını bırakarak tişört ve kot pantolon imajına geçmiş müzikte ise daha sonra Groove metal olarak nitelendirilecek olan daha güçlü bir thrash metal türüne geçmişlerdir. Ayrıca bu dönemde Megadeth' ten gitarist olarak teklif alan Diamond bunu kabul etmez çünkü abisi Vinnie'den ayrılmak istemez. Bu aslında bir bakıma iki gruba da yaramıştır çünkü Megadeth Marty Friedman ile yoluna devam edip zirveye çıkmış. Pantera ise yeni çizdiği yolla üst basamaklara tırmanmıştır.
Cehennemden Gelen Kövböylar!!! 1989 yılında Pantera' nın sahne performansından etkilenen ATCO Records onlarla sözleşme imzalar. Bu büyük şirketle imzalanan sözleşmeden sonra 1990 yılında Pantera'nın yeni ve efsane olduğu döneminin kapılarını açan albüm çıkar. Cowboys From Hell. İnanılmaz keskin riffler, yırtıcı vokaller, gaza getiren davul atakları. Pantera bir anda ortaya çıkmış ve Metal piyasasını bu albümle sallamışlardır. Albümdeki bütün şarkılar gaza getiricidir fakat 2 şarkının yeri ayrıdır(gaz bakımından). Cowboys From Hell(bkz) ve Domination(bkz). İki şarkının da inanılmaz soloları vardır. Fakat Pantera'ya başlamak için en uygun şarkı Cemetery Gates(bkz)'tir çünkü müzik yine sert olmasına rağmen duygusal vokaller ve sonlardaki Dimebag(Yeni Pantera 'da Diamond. Kendisine böyle diyeceğim yadırgamayın.) gitarla, Anselmo sesiyle attıkları çığlıklar silsilesi inanılmazdır. Albümde en sevdiğim şarkı “ Psycho Holiday ” olmakla beraber bence albümdeki en iyi Dimebag solosu “Sleep” ' tedir.
Ayrıca bu albümü tesadüfen keşfeden Rob Halford(Metal God) grubun müzik tarzını ve yorumunu çok beğenip bu tarzda birşeyler yapmak ister ve Fight isimli grubu kurar. Bu albümün en iyi yanı hem efsane Pantera'ya giriş albümü olması hem de 90'larda yükselen Grunge akımı(Nirvana, Pearl Jam, Alice In Chains) ve ana akım Thrash gruplarının (Metallica, Megadeth, Anthrax) küçük veya büyük ölçekli tarz değişiklerine giderek thrash metalin kan kaybettiği zamanlarda ilaç olmuşlardır. Hatta öyle ki Metallica popülerlik kazandığı Black Albüm(Metallica) ile daha catchy (türkçe kelime karşılığı yok akla kolay kazınan nakaratlar diyebiliriz) şarkılar yapmış, diğer pek çok 80'ler thrash grupları(Slayer istisnadır saygımız sonsuz.) bunu örnek alarak daha çok para kazanmak için bu yola girmiş 80' lerin çığlığı 90'lara sadece Pantera ile taşınmıştır Amerikan Metal arenasında. Bu albüm yayınlandıktan sonra 1991 yılında Rusya'daki Monsters Of Rock' a katılırlar Metallica ve AC/DC 'nin alt grubu olarak. Aynı dönemlerde müzik yapan Exhorder grubu ile karşılaştırılan Pantera ile kimin tarzı daha önce bulduğuna yönelik tartışmalar vardır. Exhorder bilhassa 1992 yılında çıkan The Law isimli albümleriyle bu tarzda Pantera'ya çok benzerlik gösteren unsurlar kullanmışlardır. Fakat Groove Metal türünü ilk kim buldu diye soracak olursanız Pantera'dır. Doğru Exhorder Thrash Metal'e daha önce başlamıştır(Pantera'nın Glam dönemlerini saymıyoruz). Fakat ilk albümleri Slaughter In the Vatican Groove Metal değildir. Bu tarzı 2. albümlerinde edinmişlerdir ve bu da Cowboys From Hell' den sonra gelir. Pantera backstage'de çok parti yapan bir gruptu. İçkiler tur otobüsünde veya otelde havada uçuşur ve eğer siz misafirseniz ve içmezseniz orada işiniz yoktur. Sabaha kadar parti ve alkol. Pantera' nın kendine özel bir içkisi de vardı. Adını Megadeth'in “Sweating Bullets” şarkısında geçen “Blacktooth Grin” den alan bu kokteyl, partilerin vazgeçilmez içkisiydi(İçinde Crown Royal Viski veya Seagram 7 ve kola var). Konserlerde de böyle olurdu. Philip Anselmo agresif vokalinin yanısıra konserlerde de büyük mosh pitler ve pogolar yaptıran bir frontmandi. Eğer Pantera konserine gidecek olsaydınız o zamanlar kırık bir burun, kanayan dudaklar veya şişmiş gözlere hazırlıklı olmanız gerekirdi.
RE-SPECT! WALK! 1992 yılında Pantera'nın tarzını oturttuğu ve esas patlamasını yaptığı albüm çıkar. Vulgar Display Of Power. İsminden de anlaşılacağı ve kapağında(bkz) da görülebileceği üzere bu albüm inanılmaz agresif bir albümdür. Konserlerde hep çalınan “This Love”(bkz) , “Walk”(bkz) , “Mouth For War” (bkz) gibi efsane parçalar içerir. Cowboys from Hell'den daha sert olan bu albüm vokalde de aynı sertliği hissettirir. Cowboys From Hell'de daha çok scream vokal kullanan Anselmo bu albümde daha Brutal bir tarza geçmiş ve bunu diğer albümlerde de sürdürmüştür. Şarkıların bazılarını ele alırsak; “ This Love ” bir aşk şarkısı mesela, fakat ara pasajlar dışında hiç romantik kısımlar yok gayet sevdiğim kişiye dalabilirim mesajı çıkabilir. “By Demons Be Driven” ( bkz ) ise satanizm ögeleri içeren bir şarkıdır ve siz kendinizi “Beckon the call” derken bulabilirsiniz. Pantera bir sonraki albümleri olan Far Beyond
Driven' a kadar geçen sürede çok sayıda konser verdi. Grup şöhret basamaklarını hızla tırmanmaktaydı fakat bu onlara ileride pek çok sıkıntı verecekti.
5 Dakka Yalnız Kalayım!!!! 1994 yılında Pantera'nın sertleşen soundunun devamı olan ve benim en sevdiğim ve en oturaklı bulduğum Pantera albümü olan Far Beyond Driven çıkar. Bu albüm çıktıktan hemen sonra Bilboard listelerinde 1 numara olur. Bu albümden ayrıca Pantera'ya tam olarak şöhreti getiren albüm olarak bahsedilebilir. Albümdeki gitarlar yine groove rifflerle doludur fakat içine biraz kovboy müziği esintileri de barındırır ki Pantera' nın ileriki dönemde çok kullanacağı Southern Metal olarak adlandırılan diğer bir alt türün habercisidir. Ayrıca Vinnie Paul(Vincent Paul Abbott) bu albümde kendi tarzını iyice oluşturmuş çok güzel işler yapmıştır. Mesela Becoming' in( bkz ) girişi, I'm Broken(bkz ) da kardeşi ile olan uyumu. Şahsi olarak bu albümde en sevdiğim parçalar(hepsini seviyorum gerçi çünkü ev sevdiğim Pantera albümü) “I'm Broken (solosu öldürür beni)”, “5 Minutes Alone(bkz ) (girişi ile az headbang yapmadım)”, “Slaughtered(bkz) (Ana Riff'ini çok severim)”' dır. Bu albümde gelen şöhretle beraber Phili Anselmo' nun sorunları ve grubun çöküşü yavaştan başlar. 1995 yılındaki Far Beyond Driven turnesi sırasında Anselmo grupla arasına mesafe koymaya başlar. Agresif tavırlar sergiliyor ve hiçbirşeyi beğenmiyodu. Ayrıca bu sıralarda Anselmo'nun dayanılmaz sırt ağrıları baş göstermeye başladı ve Anselmo buna çare olarak eroine başladı. Anselmo'nun kendince sebepleri olsa da(Grubu yalnız bırakmak istemiyor. Sırt ağrılarından ötürü ameliyat olup müziğe ara verip grubun muhteşem giden kariyerini baltalamak istemiyordu kendince. Eroin ile acısını hafifletmek tek çare idi onun için.) bunlar geçerli sebepler değil sadece bahanelerdi bence. Çünkü sağlık söz konusu olduğunda gruptaki hiç kimsenin ona sıkıntı vereceğini sanmıyorum(Melek gibi insanlar). Ayrıca bu kadar eroinle beraber daha önce içmediği kadar alkol de içiyordu ki acısını hissetmeden performans gösterebilsin. Grubun şöhreti arttıkça Anselmo daha da dibe
battı. Seyircilere saygısızlık ve küfürler, gruba hakaretler vs. anlaşılmayan tavırlar sergiliyordu. Anselmo sonunda muayene oldu. Omurgasında problem vardı. Doktora iyileşme zamanını sorduğunda 1-1,5 yıl civarı bir zaman alacağını öğrendi. Bu onun için çok fazlaydı. Ameliyat olmadı ve eroin ve alkole tamamen verdi kendini.
İ ntihar Nötları Kısım 1 ve 2 !! 1996 yılında Pantera' nın 4. albümü(Kendileri Glam dönemi albümlerini saymadılar daha sonra.) olan The Great Southern Trendkill ' i yayınladı. Albüm öncekilere göre yine daha sert ve karanlıktı. Bunda Philipp Anselmo'nun o zamanlarda artan Black Metal hayranlığı etkilidir. Grup bu albümde Southern tınılarını artırmıştır sertliğin yanında. Albümde en sevdiğim parçalar Suicide Note I ve II(bkz) (Anselmo'nun aşırı doz olayını düşününce daha manalı), Floods(bkz) (Dünya' nın bence en duygusal gitar solosu. Hatta en güzeli de olabilir.), Drag the Waters(bkz ) (Ana riffi seviyorum). Ayrıca Anselmo bu albümde grupla arasına mesafe koymakla kalmamış kendi vokal kısımlarını New Orleans' ta kaydetmiştir(Diğer grup elemanları kayıtlarını Teksas ' ta tamamlamıştır). Yine aynı yıl albüm çıktıktan sonraki turdaki Dallas konserinden sonra Philipp Anselmo aşırı doz alarak hastenelik olmuştur. 5 dk boyunca ölü olan Anselmo'ya hastahanedeki hemşire “Dünyaya hoş geldin , 5 dakikalığına aşırı dozdan ölmüştün.” demiştir.
Benim Adım Devrim!!! Takvimler Milenyum'un başlagıcını gösterdiğinde Dünya yeni ufuklara doğru giderken Pantera tam tersi yönde ilerliyordu. 2000 yılında grubun 5. albümü olan Reinventing the Steel çıkar. Grubun müziği yine daha karanlık ve daha serttir bu albümde. Albümde en sevdiğim parçalar Revolution is My Name(bkz ) (Ana riff çok gaz), Yesterday Don't Mean Shit(bkz ) (Bu bence albümün en iyi şarkısı ). Grubun iletişimi bozulmuş ve konserlerde aynı şarkıların çalınmasından dolayı sıkıntılar oluşmuştur.
Ve gelelim grubun sonuna. 2001 yılında olan 11 Eylül saldırılarından sonra pek çok Amerikalı grup gibi Pantera'da turnesini yarıda keser. Daha sonra Phil Anselmo gruba 1 seneyi dinlenerek geçireceğini söyler ve ayrılır. Fakat daha sonra öğrenilene göre Anselmo yan projeleri olan Down( Rex Brown'da bu grupta) ve SuperJoint Ritual'ın ard arda gelen albüm ve turneleri ile geçer bu 1 yıl. Bu sırada Dimebag, Vinnie ve Rex, David Allen Coe(Country müzik efsanesi reyiz) ile beraber Rebel Meets Rebel isimli bir albüm kaydederler. Yaklaşık 2 yıl Anselmo'yu bekledikten(Hiçbir aramaya cevap vermemiş) sonra 2003' te Abbott kardeşler başlangıçta kendilerinin kurdukları grubu dağıtmak zorunda kalır .
Yeni Ufuklar!! Yazı Pantera için fakat Dimebag ' in anısına yazdığımdan dolayı o ölene kadar olan kısma devam ediyorum. 2003 yılında Pantera dağıldıktan sonra Abbott kardeşler aynı yılın sonlarına doğru yeni bir grup kurarlar. Damageplan. Pantera' dan biraz daha farklı bir sound benimseyen grubun 2004 yılında “New Found Power” isimli albümleri çıkar. Bu sırada Anselmo medya aracılığıyla Abbott kardeşlere ithamlarda bulunmuştur. Bunlar gerçekten Abbott kardeşler için çok can sıkıcı zamanlardı. Gelelim sona. 2004 yılının 8 Aralığında Ohio'da Damageplan grubu albüm turnesi için konser veriyordu. Henüz ilk şarkının başlangıcında izleyicilerden biri (Nathan Gale) sahneye elinde silahla fırladı. Daha sonra etrafa kurşun yağdırdı. Bu sırada birkaç grup teknisyeni, Dimebag ve Vinnie yaralandı. Fakat Dimebag sadece yaralı değildi. Hastaneye kaldırıldı fakat bu yeterli olmadı. Darrell Lance Abbott 8 Aralık 2004 ' te hayata gözlerini yumdu. Hayatı dolu dolu(içkilerle :D) yaşayan , inanılmaz sololar ve bestelerin sahibi, pek çok müzisyeni etkilemiş ve etkilemeye devam edecek olan muhteşem gitarist öleli 8 yıl olacak bu sene. Uzun zamandır arkadaşı olan Zakk Wylde (Black Label Society) Dimebag ölmeden önce yazdığı “In this River(bkz)” isimli şarkıyı Dimebag öldükten sonra ona ithaf etmiştir ki sözleri gerçekten çok uyar bu duruma. Ayrıca Machine Head The Blackening albümündeki “Aesthetics Of Hate(bkz)” isimli şarkıyı Dimebag'e adamıştır ve hatta sözlerinde “I hope you burn in hell” diyerek katil Nathan Gale'e lanetler yağdırmıştır(Bu şarkıyı bağırarak söylüyorum).
Bu yazıyı okuyanlar olarak sizlere teşekkür ediyor ve 8 Aralık günü benle beraber Pantera şarkıları dinlemeye davet ediyorum. Ayrıca buraya yazmadan geçemeyeceğim bir diğer konu da yine Aralık ayında ölen dahi bir müzisyen olan Chuck Schuldiner için Death yazısı yazacaktım fakat yoğunluğumdan ötürü diğer aya kaldı o yazı. Fakat 13 Aralık günü benim gibi Death dinlerseniz çok memnun olurum. Teşekkürler. Çağlar Durmaz Stüdyo Albümleri
Metal Magic (1983)
Projects in the Jungle (1984)
I Am the Night (1985)
Power Metal (1988)
Cowboys from Hell (1990)
Vulgar Display of Power (1992)
Far Beyond Driven (1994)
The Great Southern Trendkill (1996)
Reinventing the Steel (2000) Grup Elemanları
Dimebag Darrell – gitar, back vokal (1981–2003) Vinnie Paul – davul(1981–2003) Rex Brown – bas gitar, back vokal (1982–2003)
Phil Anselmo– vokal (1986–2003) Terry Glaze – ritim guitar (1981–1982), vokal (1982–1986)
WINTERSUN - TIME I
Sanatçı:Wintersun Albüm Adı:Time I Tür:Symphonic Extreme Power Metal Çıkış Tarihi:19 Ekim 2012 Şirket:Nuclear Blast
Jari Mäenpää çok ilginç bir insan. 2004 yılında
Ensiferum'la çıkardığın Iron albümüyle kariyerinin en iyi albümünü çıkarıyosun turneler vs. ile gelen paralarla zirveye çok rahat çıkabilicekken 1998'den kalma bir proje olan Wintersun'a başlıyorsun ve Wintersun'ın programları Ensiferum'un Iron albümü kapsamındaki turnesiyle çakıştığı için ayrılıyorsun gruptan ve Wintersun isimli kendi adını taşıyan ilk albümünü(bu terimi de hiç sevmem aslında ama daha iyi ifade eden bir şey yok gibi) çıkarıyorsun ve bu albüm türünde en iyi albümlerden biri olarak kabul görüyor. Bu mükemmel işleri aynı yıl içerisinde farklı gruplarla yapabilmek gerçekten büyük bir iş. Neyse aradan 8 yıl geçiyor(tabi ki bu geçen yıllar çerçevesinde biz hayranlar olarak yeni albüm ne zaman çıkacak diye çıldırıyoruz. Necrophagist de aynı durumda zaten ondan hiç bahsetmeyeyim) ve 2 albümlük projenin ilki olan Time I yayınlanıyor. (Pain of Salvation'ın Road Salt albümleri veya Devin Townsend'in 2011 yılında çıkan Ghost ve Deconstruction gibi) Albümü tanıtmaya başlarken ilk albümle karşılaştırma yapmam gerekirse ilk albüm daha folk tınılar içerirken bu albüm daha power metal ve senfonik tarzda bölümlerden oluşmakta. Albümde 5 parça bulunuyor ve 3 parça sadece söz içeriyor Enstrümental parçalar dışındakiler en az 8 dakikadan fazla süreli. İlk parça olan Darkness And Frost'a baktığımızda albüme güzel bir giriş sağlayan bir intro ile karşılaşıyoruz. İlk olarak akustik enstrümanlarla başlayan parçaya daha sonra biraz orkestrasyon ekleniyor ve güzelliği artıyor. Sıradaki şarkı olan Land Of Snow And Sorrow ise güzel bir riff ile açılıyor insanın aklına karlarla dolu olan Finlandiya bozkırlarını getiriyor. Daha sonra ise güzel bir orkestra takviyesi ile parçaya giriş yapıyoruz. Ve Jari'nin mükemmel vokalleri girdiğinde duygu patlaması yaratıyor bünyede. “Night is falling over my home .. ” diye başlayan nakarat ise konserlerde hep beraber söylenecek tarzda ve gerçekten huzur verici. Çok tekrarlanan nakarat sıkıntı verebilir ama parça genel hatlarıyla değişen temposu ve koro ve orkestrasyonla gerçekten güzel. Ve gelelim albümün hit parçasına. Sons Of Winter And Stars ise akustik başlangıcından sonra Ensiferum tarzı power rifflerle can kazanıyor ve orkestrayla beraber göğe yükseliyor. Şarkı kendi içerisinde 4 kısımdan oluşuyor. Rain of stars - Surrounded by darkness - Journey inside a dream - Sons of winter and stars ve şarkı ismini son kısmından alıyor. İlk kısım mistisizm içerirken, ikinci kısım daha çok acı ve korku üzerine
değinilmiş. 3.kısım ise bir rüya gibi ilerliyor şiirsel sözlerle ve enstrümental kısımla beraber ve daha sonra hafif bir duraklamadan sonra son kısım olan Sons of Winter And Stars 'a bağlanıyor. Burdaki “We are the sons of winter and stars “ diye başlayan nakarat yine 2. parçada olduğu gibi tam konserde eşlik edilecek bir kısım. Jari'nin gitar riffleri ve arkadaki boşlukları dolduran orkestrasyon gerçekten inanılmaz iş çıkarmış bu şarkıda. Ve albüme adını veren Time'a geçiyoruz. Time headbang yapma hissi veren bir riffle açılıyor ve altta melodik kısımlarla iyice gaza getiriyor fakat daha sonra klavye melodileri dışında sessiz kalan şarkıya Jari'nin çığlığı yeniden tempo kazandırıyor. ”Time fades away and I will fade away” kısmı gerçekten inanılmaz olmuş. Parçada gerçekten geçen zamana olan bir serzeniş ve bir hüzün hakim. Notalar ve sözlerde bunu duymak mümkün. Ayrıca Jari'nin parçada attığı soloyu ayrıca beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Sonrasında klavyeyle kapanan şarkıdan sonra Japon ezgileri dolu bir outro geliyor(Jari'nin Japon felsefesine kendini kaptırdığını duymuştum ama bu etkiler albümde hissediliyor gerçekten. Adamın sonu Marty Friedman gibi olmasa bari). Kapanışı yaptığımız When the Time Fades Away ise yine Japon melodileri içeren enstrümental bir parça ve eski Japon şarkıları gibi huzur veren bir melodiye sahip. Daha sonra orkestra ile bağlanan şarkı bir süre böyle devam ettikten sonra yine Japon ezgileriyle kapanıyor ve albüm sonra eriyor. Albüm genel olarak güzel olmuş. İlk albümün gölgesinde kalsa da yine de kendi içinde güzellikler barındırıyor. Tabiki 8 yıl bekleyince insan daha iyi bir albüm bekliyor. Fakat tüm beklentileri karşılamasa da bu albüm gerçekten Metal dinleyen veya dinlemeyen herkesin hoşlanabileceği bir yapıt. Çağlar Durmaz
Şarkı Listesi Darkness and Frost – 2:24 Land of Snow and Sorrow – 8:22 Sons of Winter and Stars – 13:31 Time – 11:45
When Time Fades Away – 4:08 Grup Jari Mäenpää − vokal, gitar, bilgisayar, klavye, programlama Teemu Mäntysaari − gitar Jukka Koskinen − bass gitar Kai Hahto − drums
8,5/10
Yeni Yayınlanan bir Neil Gaiman kitabı ile karşınızdayım.
Aslında tam olarak Neil Gaiman’ın kitabı demek yanlış olur.
Michael Reaves ile beraber yazdığı bir kitap "Ara Dünya".
Kitabımız her bakımdan sıradan biri olan Joey Harker’ın bir
anda kendini paralel bir evrende bulmasıyla başlıyor. Daha
sonra kendilerine yürüyüşcüler diyen, sonsuz sayıdaki
paralel evrenlere istediği gibi gidebilen insanlardan
olduğunu öğrenen kahramanımızın başından geçenleri
okuyoruz.
Daha önce Neil Gaiman kitaplarını okuduğum için az çok
neyle karşılaşacağımı biliyordum. Karmakarışık bir evren,
bolca kullanılmış hayal gücü, sonlara doğru oturmaya
başlayan kurgu. Nitekim bu kitap da böyle. Ancak diğer
yazar yani Michael Reaves hakkında pek bir bilgim yoktu.
Meğerse kendisi Emmy ödüllü ve 400'e yakın televizyon
oyununun yazarlığını, editörlüğünü, yapımcılığı yapmış bir
yazarmış. Yazarlar hakkında ön bilgimi verdikten sonra
kitabın içeriğine gelelim.
Öncelikle paralel evrenler fikri iki ucu keskin kılıç gibi
benim gözümde. Yazara kurgu ve hayal gücü konusunda pek
çok olanak vaad ediyor olsa da, düzgün bir şekilde
kullanılamadığı zaman hayal kırıklığı ve basite kaçmadan
ibaret oluyor. Neyse ki bizim kitabımız 1. kısma giriyor. Neil
ve Michael olabildiğince uçuk ama saçma olmayan
evren(ler) yaratmış. Ancak burda kitabın ilk olumsuz özelliği
ile karşılaşıyoruz. Hikaye derin ve karmaşık, ancak kitabın
kısa olması pek çok şeyin atlanmasına veya geçiştirilmesine
sebeb oluyor(aslında kitabın kısa olmasının bir sebebi var
ona yazının sonunda değineceğim). Bir de kitap boyunca
sürekli evrene özgü yabancı terimler ile karşılaşıyorsunuz.
Ancak bunlar ciddi, üzerinde düşünümüş ve ileride
açıklanan terimler değil. Rastgele atılmış kelime
öbeklerinden ibaret; “Kutuplaşmış gerçeklik
düzlemlerindeki temel çok evreli asimetri teorileri”,
“yedinci düzlemin klifota ait varlıkları” gibi büyük ihtimal
hiçbir anlamı olmayan şeyler. Yine de bunlar kurgudan
kopmanızı sağlıycak kadar önemli değil, ufak tefek şeyler.
Kitapta bolca yan karakter mevcut. Hemen hemen hepsi
de oldukça farklı özelliklere sahipler. Bu da hikayeye bolca
çeşitlilik katıyor. Kısa bir kitap olmasına rağmen çoğu
karakter güzelce anlatılıyor. Özellikle benimde favorim olan
Çibayaf'ı çok seviceğinizi düşünüyorum . Ana karakterimiz
ise sıradan biri olmasına rağmen sıkıcı değil, üzerinde
durulduğu ve güzel işlendiğini görebiliyorsunuz.
Ara Dünya size güzel bir paralel evrenler hikayesi sunuyor.
Ancak daha önce belirttiğim gibi kısa bir hikaye(yaklaşık 200
sayfa). Bunun nedeni ise aslında Ara Dünya'nın, başta kitap
olarak değil televizyon dizisi olarak düşünülmüş olması. Neil
Gaiman ve Michael bir pilot bölümü edasında kitabı
yazıyorlar, ancak istedikleri ilgiyi alamayınca(halbu ki çok
sağlam bir si-fi dizisi olabilirdi) en azından kitap olarak
yayınlayalım, insanlar okusun diyorlar. İyi ki de yapmışlar
çünkü akıcı anlatımı, orijinal hikayesi ve 1-2 günde
bitirilebilmesi sebebiyle tam bir "arada okunulacak kitap"
olmuş. Uygun fiyatı(13tl) da cabası.
Aykut Kekeç
Bir kaç ay önce, yakında vizyona girecek güzel filmlere
baktığımda keşfettim Bulut Atlası'nı. Bir kitap uyarlaması
olduğu ve çok methedildiği için filme gitmeden önce kitabını
okumak istedim. Kitap hakkında biraz araştırma yaptığımda
yazarın(David Mitchell) 3. Kitabı olmasına rağmen(şimdiye
kadar 5 kitabı yayınlanmış) pek çok ödül almış olduğunu
öğrendim. Anlaşılan güzel bir kitap bekliyordu beni.
Kitabımız tam 6 farklı hikayeden oluşuyor. Bunlar geçmiş,
günümüz ve gelecekte geçen birbirinden oldukça farklı
hikayeler. Burda kitabın ilk orjinalliğini görüyoruz; bu 6
hikaye sadece konu olarak değil, yazım tarzı olarak da
oldukça farklı. Mesela ilk hikayeyi kahramanın güncesinden
okurken, ikinci hikayede kahramanın yazdığı
mektuplarından hikayeyi takip ediyoruz. Bir sonraki
hikayede ise olaylar 3. Şahıs üzerinden anlatılıyor. Yani
anlıycağınız konu zenginliğinin yanında dil ve uslup
zenginliği de mevcut. Bu da size aslında bir kitap değil de 6
farklı kitap okuyormuş gibi hissettiriyor. Kitabın bir diğer
zenginliği de 6 ana karakterin dışında çok fazla sayıda yan
karakter mevcut olması. Bu yüzden yavaş okumakta fayda
var. Neredeyse Buz ve Ateşin Şarkısı ile kapışacak kadar bol
sayıda karaktere sahip olduğunu söyleyebilirim.
Ancak nasıl ki kimi kitaplar diğerlerinden daha iyi ise
burada da kimi hikayeler diğerlerinden daha çok ön plana
çıkıyor. Benim favorilerim Robert Frobisher’ın ve
Sonmi~451'in hikayeleri oldu. Sizler için daha farklı olabilir.
Hikayelerden sadece Luisa Rey in hikayesinin biraz zayıf
kaldığını düşünüyorum, diğer karakterlere nazaran daha az
işlenmiş. Ancak yine de sürükleyiciliğinden bir şey kaybettiği
söylenemez.
Kitabın olayı sadece 6 farklı hikaye anlatmak değil. Bu 6
hikayenin de anlatmak istediği bir hikaye var. Ancak film
fragmanını izlediyseniz veya kitabın arkasındaki önsözü
okuduysanız farklı beklentiler içine girebiliyorsunuz. Bunu
spoiler vermeden anlatmak istersem şöyle demem lazım;
kitap ve film fragmanından 6 hikayenin de tek bir noktada
birleşip beraber devam ettiği gibi bir sonuç çıkarabilirsiniz.
Ancak durum öyle değil. 6 hikayenin de kendi anlatmak
istediği şeyler var ve hepsi de sırası geldiğinde anlatıyor.
Size tavsiyem kitabı herhangi bir dış etkiye maruz kalmadan
okuyun ve kendi kararınıza göre değerlendirin.
Bulut Atlası aldığı ödülleri sonuna kadar hakeden, oldukça
başarılı bir roman. Ancak herkese göre bir roman olduğunu
söyleyemeyeceğim. Klasik tarzda giriş, gelişme, sonuçdan
oluşan ve sonunda vermek istediği mesajı açık açık veren bir
kitap arıyorsanız Bulut Atlası size göre değil. Ancak size göre
önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı değil, anlatılmak
isteneni verebilmesi ise buyrun sizi Bulut Atlası Altılısı
müziği eşliğinde kitabı okumaya davet edelim.
Aykut Kekeç
Sir Roger Fransa'ya karşı savaşta olan bir İngiltere
asilzadesidir. Toplanan ordu Kral 3. Edward'a yardım için
yola çıkmaya hazırdır. Ama o sırada inanılmaz bir olay vuku
bulur, kocaman gümüş bir gemi gökten iner ve Ansby köyü
yakınlarındaki otlağa konar. Biraz "Kovboylar ve Uzaylılar"
filmini andırıyor olabilir, ama ilk baskısı 1960 yılında yapılan
kitap aslen komedi türünde.
Kitaba dönersek söz konusu istilacı uzaylıları (Wersagorlar)
kötü bir süpriz beklemekteydi. Wersagorların taktiği
oldukça basitti ve şimdiye kadar hiç başarısız olmamıştı.
Gökten inen dev gemiyi gören ilkeller korkuya kapılıp
hemen teslim olurlardı. Ancak Sir Roger gökten gelen bu
şeytanların (şeytanların neden "gökten" geldiğini anlamasa
da) düşündüğünden farklı biriydi. Cesurca bir hamleyle
zaten yola çıkmaya hazır olan ordusunu geminin içine
sürdü, geriye tek bir uzaylı kalana kadar göğüs göğüse
çarpıştı. Amacı gemiyi kullanarak Fransa'yla yaptıkları savaşı
bitirip ardından kutsal toprakları kafirlerin elinden geri
almaktı. Ancak hain uzaylı geminin rotasını daha önce
fethettikleri bir gezegene kilitlemesiyle Sir Roger ve ordusu
şimdiye kadar gördükleri en garip kafirlerle karşı karşıya
gelirler.
Yazar Poul Anderson (Paul değil) Minesota Üniversitesi
fizik bölümünü bitirdi. Üç Nebula, beş Hugo ödülüne sahip
yazar aynı zamanda Amerika’nın Bilim Kurgu ve Fantastik
Yazarlar Birligi’ninde şeref üyesidir. İlk romanlarından
itibaren (bu romandaki gibi) bilimkurgu ve fantastik öğeleri
bir arada kullandı. Zamanının en üretken fantastik ve
bilimkurgu yazarı olan Anderson aile kökeni olan iskandinav
kültüründen geniş ölçüde yararlandı. İskandinav
mitolojisine ilgisi, fantastik romanlarına ve “Teknik
Uygarlık”ın gelecek tarihine ilişkin yapıtlarına yansımıştır.
Lazer tabancalarına karşı kılıç, tanklara karşı ok ve yay
kullanan bir ordunun başına neler gelebileceğini merak
ediyorsanız bu kitap tam size göre.
Burak Bayın
"Dondurucu rüzgarlar esiyordu hala. Kar, toz gibi yağdı. Ama yaşlı denizin acelesi yoktu hiç. Ateşin çiçek gibi açtığı ve kentlerin can verdiği günlerden bu yana dünya, kendi ekseni etrafında altı bin kez dönmüştü." NASA'daki danışmanlık görevinin yanı sıra astrofizik alanında doktora derecesi de bulunan David Brin'in, post-apokaliptik bilim kurgu alanında hatrı sayılır bir yer edinmiş romanı "Postacı", bu cümlelerle başlıyor. 1985 yılında yazılan roman, 1997'de Kevin Costner tarafından sinemaya da uyarlanmıştı. Çoğunuz, "Postacı" ismini bu filmden anımsayacaksınızdır. Kitabın arka kapağında, David Brin'in kaleminden şu cümleler yer almakta: " 'Postacı' , uygarlığın çöküşü fikrinden zevk alıyormuşa benzeyen tüm o 'kıyamet sonrası' kitaplarına ve filmlerine cevap olarak yazıldı. Bu kitap, onlardan farklı olarak, ne kadar çok şeyi fazlaca önemsemeden varsaydığımızın, bugün bizi birbirimize bağlayan o küçük lütufların eksikliğini ne kadar çok çekeceğimizin hikayesidir." Postacı, sonradan "Kıyametsavaşı" adı verilecek olan küresel bir savaşın yaklaşık yirmi yıl sonrasında geçiyor. Savaşı ABD'nin kazanmasına rağmen; kıtlık, salgın hastalıklar ve radyoaktif serpintinin yanı sıra; "ultra-faşist" olarak tanımlayabileceğimiz "cehennemde yanası Nathan Holn"ün [kitaptaki iyi karakterler adını her andıklarında lanet okuyorlar zira] müritleri olan, ordu eskisi kamuflajlarıyla kelimenin tam anlamıyla terör estiren, kitaptaki adıyla
"Sağkalımcı" Holnist çeteler, yok olan düzenin yeniden tesisi önünde büyük bir engel oluşturmaktalar. Kitap bu yönüyle, esaslı bir faşizm eleştirisi de barındırmakta. Böyle bir dünyada, bir gezgin-ozan, Gordon, hayatındaki yegane varlığı olan üç-beş parça eşyası bir çete tarafından gasp edildikten sonra [Neyse ki bunlar Holnist değiller, yoksa anında Gordon'un derisini yüzerlerdi ve roman da hiç bir şey anlatamadan son bulurdu.] hurda halindeki bir posta arabasına sığınır. Donmamak için, yıllar içinde bir iskelete dönüşmüş olan merhum postacının kıyafetlerini giyer. Ve olaylar gelişir. Önceleri zorunluluktan, daha sonra ise "sorumluluktan", kitaptaki ifadeyle "sorumluluğu alabilecek birileri"ni bulma ümidi ile sürdürdüğü "Yeniden Kurulmuş Birleşik Devletler posta müfettişi" rolünde kahramanımız Gordon, acaba başarılı olabilecek midir? Bu sorunun cevabına ulaşmak için, David Brin'in bilim kurgu alanında çok yaygın olan kıyamet kehanetlerine ve "üstün ırk" teorilerine sözde "bilimsel" bir çerçeve oluşturan sosyal-Darwinizme esaslı bir cevap niteliğindeki kült romanını, "Postacı"yı okumanız gerekecek. İyi okumalar! :) Mesut Ormanlı
Herkesin bir çevrimiçi oyun deneyimi olmuştur. Kendinizi
çok kaptırdığınız zamanlarda olmuştur. Günde sadece yarım
saat oynadığınız çevrimiçi oyunlar da olmuştur.Fakat devasa
online oyunlar oynayanlar genellikle düzenli olarak
karakterleri geliştirmeye, diğer oyunculardan geri
kalmamaya ve her zaman daha güçlü eşya peşinde
koşturmaya çalışılırlar. Günlük planlarında oyuna ayrılmış
bir zaman olur. Oyuna belli saatlerde girilir, grup toplanır,
belirlenen görevler yapılır, düşmanlar yok edilir. Diğer
oyunlardan kopulur sadece bir oyuna odaklanılır. Ayarını
kaçırırsanız büyük sorunlar ortaya çıkabilir. Hatta fazlaca
oynadığınızda rüyalarınızda oyuna devam bile edebilirsiniz.
Gerçek hayatla oyunu birbirine karıştırmamak gerekir. Bu
filmde de konumuz tam olarak bu, hayatının büyük bir
kısmını bir oyuna bağlamış olan otistik bir çocuğun hikayesi.
NicBalthazar’ın gerçek bir hikayeden etkilenerek yazdığı
romanın, senaryolaştırıp yine kendisinin filme çektiği ‘Ben X’
Belçika yapımı ve 27. Uluslararası İstanbul Film
Festivali'nden, Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği Ödülü
alan bir film. Filmde GregTimmermans Ben karakterini
başarıyla canlandırmakta. Filmin konusu ise oynadığı online
oyunda oldukça başarılı, otizm hastalığı olan Ben; gerçek
hayatla oyun dünyasını birbirine karıştırmaktadır. Filmin
açılışı da oyunun karakter oluşturma ve oyuna girme
bölümüyle yapılmış. Ben’ingerçek hayatta sorunlu bir okul
hayatı vardır. Okulda ona resmen işkence çektiren
kişilere(içimden sınıf arkadaşı demek gelmiyor, böyle
arkadaş olmaz) karşı koymaya çalışır. Sınıfta yaşadıkları yine
aynı sene gösterime giren Estonya yapımı Klass kadar
etkileyici değil çünkü bu filmin tek odak noktası sınıf hayatı
değil. Ama yine de sınıftakilere karşı nefret duygusu
oluşuyor, böyle ağızları yüzlerini dağıtmak istiyorsunuz.
Daha öncede söylediğim gibi Ben’in Otizmin bir türü olan
Asperger Sendromu vardır ve bu onun dünya görüşünü
etkilemektedir. Ben’in ayrıntılara odaklanması, her şeyin
ayrıntılarını görüp bütünü görememesi, düşünceleri gibi
detaylar yani hayata bakışı filme başarıyla aktarılmış. Filmde
ayrıca Ben’in ailesiyle, doktorlarla ve onu tanıyan kişilerle
yapılan röportajlardan sahnelerde yer almakta. Bir de
Scarlite var Ben’in oyundaki şifacısı ama o kısım biraz
spolier oluyor.Sıkılmadan izlenecek,(bazı yerlerde belki
birazcık sıkılabilirsiniz ama birazcık) başarılı bir film.
Ufak bir not: Ben’in filmde oynadığı oyun olan Archlord
hala oynanabilir bir oyun, internet sitesinden indirip
oynayabilirsiniz. Filmi ilk izlediğim zaman kotalı internet
kullandığımdan dolayı bir arkadaşımdan cd’ ye yazdırıp
getirmesini istemiştim. Bir heyecan ile kurmuştum fakat
oynamam o kadar uzun sürmemişti. Çünkü o sıralar başka
bir devasa online oyun oynuyordum ve başka bir oyuna yer
yoktu. Sadece gelişmiş karakterle aynı haritada oynadığımı
ve sürekli birilerinin gelip beni kestiğini hatırlıyorum. Oyun
freetoplay idi(hala öyle) bu da beraberinde parayla satılan
eşyaları ve parayı basanın üstünlüğünü getiriyordu. Belki
filmi izledikten sonra oyuna da göz atarsınız. Ben yine bir
sitesine göz atıyım dedim fakat site bakıma alınmıştı.
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz
http://www.youtube.com/watch?v=O3RJtmhMm90
Oyunun sitesine buradan göz atabilirsiniz
http://archlord.webzen.com/
Engin Küçükyeter
Eğer uzun zamandır görmediğiniz ve bir daha da görme
imkânınız olmadığını bildiğiniz birisiyle iletişime geçme
şansınız olsaydı ne yapardınız? Hem de bu kişi size göre otuz
yıl öncesinde olsaydı neler söylerdiniz? Haftaya çekilecek
olan sayısal lotonun numaralarını vermek oldukça cazip gibi
görünüyor. Diğer yandan Geleceğe Dönüş filminde Doktor
Emmett Brown’nun dediği gibi geleceğe müdahale
etmemek ve her şeyi akışına bırakmak gerekir diyede
bilirsiniz.
Zamanda yolculuk, bilim kurgu filmlerinde oldukça
popüler ve sıkça rastladığımız bir senaryodur.Bu filmin
senaryosunu diğerlerinden ayıran özelliği zamanda yolculuk
yapan birilerinin olmaması. Bunun yerine zamanda sabit
noktalar var ve o iki nokta arasında iletişim kurulabiliyor.
2000 yapımı olan Frekans polisiye, aksiyon ve bilimkurgu
türlerini bir arada barındıran bir film. Bir süre sonra acaba
şimdi ne olacak diye düşündüren bir film.
Filmin konusu ise şöyle; kuzey ışıkları otuz yılda bir bu
kadar parlak olmaktadır. İnsanlar bu dönemde hiç olmadığı
kadar uzaktaki yerlerden sinyal alabildiklerini
söylemektedirler. O sırada da itfaiye çalışasını olan Frank
Sullivan telsizinin başındadır. Doktor bir eşi (Julia Sullivan)
ve ufak bir oğlu (John Sullivan) vardır. Mutlu bir aile
yaşantısı sürdürmektedirler.Filmin keyfini kaçırmamak için
film hakkında ne kadar az şey bilirseniz bir o kadar da iyi
olduğunu söyledikten sonra konuyu biraz daha
detaylandırayım. Şunu da belirteyim yazıyı spoilersız
yazmaya çalıştım, ama böyle olsa bile gözümden kaçmış
ufak şeyler olabilir.
Aradan otuz yıl geçmiş ve John polis olarak hayatını
devam ettirmektedir. Annesi hala hastanedeki görevindedir,
babası ise yıllar önce dünyadan göçmüştür. John bir gün
evine geldiğinde, evinde çocukluk arkadaşı ve onun oğlunu
bulur. Arkadaşının oğlu için olta seti ararlarken babasının
eski telsizini bulurlar ve çalıştırmayı denerler fakat başarılı
olamazlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise garip bir şey
olur ve telsizden sinyal gelir. Karşısındakiyle konuşmaya
başlayan John, konuştuğu kişinin babası olduğunu anlaması
uzun sürmez. Konuşmanın devamında ise babasının yarın
öleceğinin farkına varır ve onun hayatını değiştirecek bilgiler
verir. Bu hayati bilgiler hayatını aynı Kelebek Etkisi filminde
olduğu gibi etkileyecektir.(Kelebek Etkisi 2004 yapımı iken
bu film 2000 yapımı sadece Kelebek Etkisi daha popüler
olduğu için örnek verdim.) Tarihin yeniden şekillendiğini ise
John hariç kimse fark etmemiştir(olması gerektiği gibi). Bu
arada babasını kurtarırken farklı olaylara sebep olmuştur ve
bu sebep oldukları olayları düzeltmeye çalışacaklardır. Bizde
elimizde çayımız, bisküvimizi çayımıza bandırırken
izleyeceğiz.
Engin Küçükyeter
Çizgi romancıya girmiş bu ay yeni neler çıkmış diye
bakınırken gördüğüm bir çizgi romandı Blacksad. Öncelikle
ilk dikkatimi çeken klasik çizgi romanlardan farklı basılmış
olmasıydı. A4 formatında sayfaları, ciltli olması ve baskı
kalitesi ile oldukça özenilmiş bir çizgi roman gibi duruyordu.
Sayfalara şöyle bir göz gezdirdiğimde gördüm ki karakterler
insan değil insanımsı hayvanlardı(antropomorfik). Baş
karakterimiz ise bir kediydi. Hem kedileri çok sevmemem,
hem de karakterlerin hayvan olması bana ciddiyetsiz
geldiğinden pek ilgilenmemiştim. Daha fazla
yanılamazmışım…
Blacksad, Diaz Canales ve Juanjo Guarnido’nun yarattığı
1950’lerin Amerika’sında geçen noir tarzında bir çizgi
roman. Gerek anlattığı dönem, gerek değindiği konular,
gerekse tarzı yüzünden oldukça ciddi bir çizgi roman
Blacksad. Hikayesini dönemin siyasi olaylarına dayandırdığı
için okurken keyif almanız için döneme az çok hakim
olmanız gerekiyor. Bu yüzden kısaca o döneme de
değineceğim.
1950’lerin Amerika’sı İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni yeni
toparlanmaya başlamış, Rusya ile büyük bir soğuk savaşa
girmiştir. Ülkenin genelinde yoğun bir komünizm ve
kapitalizm çatışması hakimdir(özellikle komünistlere karşı
bir cadı avı mevcut). Ayrıca siyahi vatandaşlar artık kanun
üzerinde eşit olarak gözükse de hala çeşitli ayrımcılıklara ve
2. sınıf vatandaş muamelelerine maruz kalmaktadırlar.
Blacksad konusunu genel olarak bu döneme ve dönemin
olaylarına dayandırıyor. Yani anlattığı şeyler ciddi, ağır ve
büyük ihtimal o dönem yaşanması muhtemel şeyler. Ayrıca
bunlara ek olarak bol bol cinsellik de kullanılıyor, ancak
kesinlikle gereksiz yerlerde seks sattırır mantığı ile
konulmuş değiller.
Peki gelelim Blacksad’i diğer çizgi romanlardan ayıran ve
klasikler arasına sokan nedenlere. Öncelikle anlattığı
dönemin ilginç olması ve noir tarzının etkisi var, ancak asıl
vurucu noktası bu değil. öncelikle muhteşem kurgusu. Noir
tarzını mükemmel bir şekilde kullanan çizgi romanımız anti
kahraman bir dedektife, baştan çıkarıcı dişi karakterlere,
cinayetlere ve şaşırtıcı sonlara sahip. İkinci ve belki de en
vurucu noktası ise başta itici olduğunu düşündüğüm
antropomorfik tarzı. Burada yapılan basit bir insan yerine
hayvan kullanma değil kesinlikle. Kullanılan her bir hayvan
ve canlandırdığı karakter birbirlerine o kadar uyumlu ki çok
değil 4 5 sayfa sonra bu çizgi roman başka türlü çizilemezdi
diye düşünüyorsunuz. Görevine bağlı bir polis müfettişinin
bir k9 köpeği olması, kiralık bir katilin yılan olması gibi
bütün karakterler çizildikleri hayvanın doğası ile bir şekilde
benzeşiyor.
Gelelim çizimlere; genelde çizgi romanlarda çizim
konusunun üzerinde çok durmam, çünkü benim için asıl
önemli olan çizgi romanın hikayesi ve çizim tarzının buna
uygun olup olmadığıdır. Yalnız açık konuşuyorum
Blacksad’de tek bir kelime olmasaydı bile gene alırdım. O
nasıl bir çizim tarzıdır. Abartmıyorum çizgi romanın
herhangi bir sayfasından herhangi bir kareyi alın, büyütüp
odanıza asın sırıtmaz, o kadar iyi. Tamamen sulu boya ile
renklendirilmiş çizimlerdeki detay seviyesi inanılmaz ve
geniş açıda çizilmiş sayfaların sayısı normal bir çizgi
romandan çok daha fazla. Çizgi romanı muhteşem bir
görsellik eşliğinde okumak cidden çok keyif veriyor.
Yayınlandığı tarihten itibaren 20’den fazla dile çevrilip 3
tanesi Eisner(bilmiyenler için çizgi romanların oscarı olarak
geçer) olmak üzere pek çok ödül aldı. Yapı Kredi’den ilk 2
cildi çıkmış olan Blacksad’i pek çok kitapçıda bulabilirsiniz.
Fiyatının da bu kalitede bir
çizgi roman için oldukça
uygun olduğunu
belirteyim(21tl).
Blacksad size sadece iyi bir
noir çizgi romanı sunmakla
kalmayıp, bunu muhteşem
bir görsellik ve kendine has
betimlemesi ile yapıyor.
Arşivinizde bulunması
gereken bir seri.
. Aykut Kekeç
Bone ile tanışmam ilginç olmuştur. Kendisini ilk
gördüğümde şirinlere benziyen bir karakterin komik
maceralarını anlatan bir çocuk çizgi romanı olarak
düşünmüştüm. Pek ilgilenmemiştim doğal olarak. Daha
sonraları internette gezinirken karşıma çıkmıştı mutlaka
okunması gereken çizgi romanlar(ya da en iyi 10 çizgi roman
hatırlamıyorum) diye bir yazıda adı geçiyordu. Bunun
üzerine merak edip araştırdığımda tipini beğenmeyip çocuk
çizgi romanı herhalde dediğim serinin 10 tane Eisner, 11
tane Harvey, ayrıca pek çok ülkede çeşitli ödüller aldığını
görüp dumur oldum(bu ay da beni ters köşeye yatıran çizgi
romanlardan bahsetmişim hep ). Neyse bu kadar ön bilgi
yeter biraz da çizgi romandan bahsedelim.
Bone 1991 yılından 2004 yılına kadar yayınlanan Jeff
Smith’in yarattığı bir çizgi roman. Hikayemiz 3 Bone kuzenin
köylerinden kovulması ve kendilerini çölde bulmaları ile
başlıyor. Bir şekilde birbirlerinden ayrı düşen Bone kardeşler
kendilerini gizemli bir vadide bulurlar.
Hikayeye giriş kısmımız bu şekilde. Sürprizleri bozmamak
adına daha fazla bahsetmeyeceğim ancak vadiye ve
karakterlere daha detaylı olarak değineceğim. Öncelikle 3
Bone kuzen olduğunu söylemiştim. Bunlar Fone
Bone(resimdeki karakter), Phoney Bone ve Smiley Phone.
Fone Bone baş karakterimiz diyebiliriz. Kendisi iyi huylu, saf
şirin bir karakter. Phoney Bone ise paragöz, bencil,
dolandırıcı bir karakter. Smiley Bone ise düşünmek ve
mantık kavramlarına fersah fersah uzak olan olan, ancak
eğlenmeyi seven deli bir tip. Şimdiye kadar elimizdekilere
bakalım; 3 tane birbirinden farklı karakter kendilerini bir
anda yabancı bir dünyada bulurlar. Aslında konu olarak
basit kalıyor değil mi? Peki bu başarısını neye borçlu o
zaman? Cevap veriyorum; Türü. Bone komedi ve karanlık
fantastik kurgu türünde bir çizgi roman. Yani şöyle diyeyim;
Yüzüklerin Efendisi, Kara Kule gibi evrenlerin o atmosferini
ve derin hikayesini alın, bunu eğlenceli tiplerle, esprili
durum komedileri ile sunun. Ortaya Bone çıkıyor. Normalde
kağıt üzerinde pek parlak bir fikir gibi durmasa da Jeff Smith
oldukça başarılı bir iş çıkarmış ortaya. Seriyi okurken çoğu
zaman gülüyor, ancak arka planda dönen hikayeyi de
meraklanmadan edemiyorsunuz.
Arka planda dönen hikaye dedim biraz da bundan
bahsedeyim. Öncelikle Bone kardeşlerin bulduğu
vadi oldukça ilginç. Mevsimler bir anda
geliyor, bazı hayvanlar konuşup insanlar
gibi davranıyorlar(Narnia’daki gibi), vadide
yaşıyan insanlar ise geçimlerini çiftçilik ve
hayvancılıkla sürdüren barışcıl köylüler. Bir
de fare yaratıklar var bunlar da fantastik
hikayelerin olmazsa olmazı kötü yaratıklar.
Vadi pek çok yönden incelikle işlenmiş. Zaten 2.
cildin sonunda vadinin bir haritası bulunuyor. Fantastik
hikayelerin olmazsa olmazı olan bu hoş detayı da eklemiş
olmaları oldukça güzel olmuş.
Bone keyifle okuyacağınız dozunda kullanılmış komedi
öğeleri, merak uyandırıcı hikayesi ile güzel bir seri.
Toplamda 9 ciltten oluşan seriyi ülkemizde Marmara Çizgi
ilk 3 cildini çıkardı. Ancak uzun aralarla yayınlamayı tercih
ediyorlar maalesef. Bu yüzden sabırlı olmayan
arkadaşlarımıza İngilizce olanlarının peşine düşmelerini
öneririm. Bir de ek bilgi; seri normalde siyah beyaz ancak
2005 yılında renkli olarak tekrar basıldı. İngilizce okumayı
düşünen arkadaşlar varsa renkli versiyonlarını da tercih
edebileceklerini bilsinler.
Aykut Kekeç
Alışılmışın dışında, etkileyici, ama biraz karakterden kopmuş.
Invincible Iron Man’in 4.serisinin ilk 6 sayısını oluşturan
Extremis serisini kısaca böyle özetleyebilirim sanırım.
Warren Ellis’in yazıp, Adi Granov’un alışılmışın dışındaki
illustrasyonları ile yapılmış bir seri Extremis. Elle yapılmamış
çizimler, animasyon yöntemiyle yapılmış ve kare kare
fotoğraflanmış. Durum böyle olunca, biraz daha donuk
yansıtılıyor karakterler ve olaylar genel pencerede. Bazı
yönlerden güzel, orjinal olmuş ve etkileyici görüntüler ortaya
çıkmış bazı sahnelerde. Ama her ne kadar aksiyon
sahnelerinde başarılı gözükse de, diyalog olan sahnelerde
farkını hissettiriyor.
Hikayemiz şöyle başlıyor, Maya Hansen’ın çalıştığı
Futurepharm’da tedavi amaçlı bir virüs geliştirilmektedir. Bu
virüs proje yöneticisi tarafından dışarı sızdırılır, ve bu olaydan
sonra zincirleme olarak gelişen olaylar sayesinde seri
tamamen değişir. Bu virüs Extremis’tir, ve bir süper asker
enjektesidir. Vücuda enjekte edildiği zaman, beyindeki tamir
merkezini yeniden yapılandırır ve tüm vücut kısa bir süre
savunmasız kalır. Sonra extremis vücudun kontrolünü alır ve
bu kontrolünü dayatarak koza içindeki vücuda kendini kabul
ettirir. Tüm organlar daha iyileriyle yenilenir ve işlem biter.
Virüsün %97.5 öldürücü etkisi vardır ve kullanımı oldukça
tehlikelidir.
Virüs proje yöneticisi tarafından sızdırılır ve virüse sahip olan
Mallen kendine enjekte eder. Background’ı oldukça acılı olan
Mallen, bu virüse uyum sağladıktan sonra tabi ki daha
önceden kendini düşman bellemiş topluma savaş açacaktır.
Ayrıca Tony Stark’ın tuzağa düşürülüp kaçırıldıktan sonra, Ho
Yinsen’in yardımıyla nasıl kurtulduğu da hikâyede yer alıyor.
Buna benzer birkaç flashback daha mevcut, ancak bunlardan
bahsedip size daha fazla spoiler vermeyeceğim tabiki. Sonraki
ve önceki serilerde alışık olduğumuz çizimlerden çok farklı bir
Iron Man görüyoruz Extremis’te. Tamamen bilgisayar
teknolojisiyle ve animasyon tekniğiyle hazırlanmış sahneler.
Ben bu duruma biraz soğuk yaklaştım, çünkü Tony Stark ve
diğer karakterlerin biraz daha soğuk gözükmesini sağlıyor bu
teknik. Ancak şunu da kabul etmeliyim, aksiyon sahnelerinde
başarılı buldum. Ama yine de esas çizgiden kesinlikle çok
farklı, ve o kadar etkileyici değil.
Extremis aynı zamanda ‘Civil War’ olayını da oldukça etkiliyor,
çünkü bu seriden sonra olan şeyler gerek Tony Stark’ı, bundan
dolayı da tüm Marvel evrenini etkileyecek olaylar olduğundan
bu seri önemli bir seri. Ayrıca, Iron Man 3 filminde de
Extremis’in konusunun geçecek olduğu kesin, ancak çizgi
romandaki terimlere ne kadar sadık kalındığı konusu henüz
meçhul, bekleyip göreceğiz.
Belirtmek istediğim ve konuya bağlayamadığım birkaç şey var,
onlar da; Adi Granov’un bu serideki Iron Man dizaynının filme
çok fazla ilham vermesi, Extremis’in görüntülerinin
animasyonlaştırılarak hazırlandığı 70 dakikalık video ve
hikâyenin sonunda Tony Stark’ın iyice kötü bir imajda
gösterilmiş olması.
Bahsedeceklerim bu kadar, yakın zamanda sırayla 1., 2., 3. ve
4. serileri yazmayı planlıyorum. Tabi ki Iron Man filmleri
incelemesinden sonra.
Eğer Iron Man takip etmek istiyorsanız, kesinlikle okumanız
gereken bir arc Extremis, çünkü tüm seride ve Marvel’ın en
büyük eventlerinden biri olan ‘Civil War’da sıklıkla kilit
noktalarda rol oynayan bir arc. Eleştirilen noktaları olduysa
da, içinizdeki heyecanı öldürmüyor. Son söyleyeceğim de şu,
bu arc’ı okuduktan sonra seriyi okumamazlık etmeyin. En
azından birazcık ‘Iron Man’ seviyorsanız, çünkü şaşırdığınız
çok şeyle
karşılaşacaksınız ve
Marvel’ın diğer
birçok serisine göre
biraz daha ciddi bir
seri.
Ek not: Seri türkçe
olarak 2010 yılında
Hoz Comics
tarafından basıldı. Şu
an baskısı durmuş
olsa da sahaflarda
bulabilirsiniz.
Çağlar Bozkurt
“Has he lost his mind, can
he see or is he blind ?”
“Düştüm Londra yollarına, challenge’ı da çok olur.”
San Francisco ve Londra, çok büyük şehirler gerçekten. Yıllarca araba kullandım yollarında, bazen bir Londra taksisi(?), bazen bir spor araçtaydım. Şimdi ise bir Mustang var altımda, yıllarca bu yollarda kullanma hayalini kurduğum araç. Vitesi 1’e alıyorum ve yolda ilerlemeye başlıyorum. Rampadan uçup, denizdeki gemilere inmem ve sonrasında onların rampalarından diğer gemilere ve en sonunda uça uça karşıya ulaşmam gerekiyor. Rampadan uçuyorum, heyecan kaplıyor içimi. İlk gemiye inip ikincisine gitmem gerekiyor. İniyorum ve hızlanıyorum, rampaya geldiğimde ise kırıyorum direksiyonu. Ama yetişemiyorum diğer gemiye, denize düşüyorum ve su almaya başlıyor araba.
CUT! Gerçek dünyaya dönmenin vakti geldi. San Francisco ve Londra sokaklarında araba kullanmanın zevki bambaşka tabi ki ama hepimizin işleri var. Midtown Madness 1’e yetişememiştim maalesef, ancak Midtown Madness 2’yi çıktığı zamandan kısa bir süre sonra -1 yıl, ki o zamana bakınca bana kısa bir süre gibi gözüküyor- yükleyip oynayabilmiş nesildenim. İlk oynadığım yarış oyunu olduğundan, o zaman ve hala bana hep farklı gözükür grafikleri, diğer oyunlarla kıyaslayamam bile. Midtown Madness 2, Rockstar tarafından yakın zamanda satın alınmış Angel Studios şirketi tarafından yapılmış, ve Microsoft Games tarafından satışa sunulmuştur. Evet, o zamanlar Microsoft’un kaliteli ve kült oyunlar çıkarttığı zamanlarmış. Oyunda Londra ve San Francisco’da araba kullanıyoruz. Tüm şehir tekerleklerimizin altında, ve serbest olarak bize açık. Haritalar birebir şehrin haritası olmasıyla beraber, binalar da gerçekleriyle -modelleme teknolojisi ne kadar kötü de olsa- benzeşiyorlar. Daha sonrasında firma tarafından ve kullanıcılar tarafından yapılmış birçok patch ile, oyuna birçok şehir ekleyebiliyorsunuz. Ancak onlardan bahsetmeyip, orjinal oyundaki San Francisco ve Londra’dan bahsedeceğim. Tabi ki oyun modlarından sonra. Oyunda 5 adet oyun modu var. Bunlar; Blitz, Checkpoint, Circuit, Cruise ve Crash Course.
Blitz: Zamana karşı verilen checkpointleri tamamlamaya dayalı ve tek kişilik oynanan bir challenge modu. Checkpoint: Rakiplerinizden önce checkpointlerden geçip yarışı bitirmeye çalıştığınız oyun modu. Circuit: Belli bir parkurda, yarışı rakiplerinizin önünde bitirmeye çalışıyorsunuz. Klasik yarış modu. Cruise: Şehirde gezebileceğiniz oyun modu. Şehir seçmenize olanak sunuyor, şehri tanımak ve aslında oyuna biraz da alışıp tadını çıkartmak için oynamanız gereken oyun modu. Crash Course: İşte o zorlu görevlerin bulunduğu efsanevi kısım. Midtown Madness 2’nin can alıcı ve vakit öldürücü kısımlarından biri Crash Course. Sürücü kursu gibi gözükse de aslında sonlara doğru oldukça zor ve fantastik görevler aldığımız, sesiyle varolan bir sürücü eğitmeninin olduğu yarışlardır. London Crash Course ve San Francisco Crash Course olarak ikiye ayrılıyor Crash Course kısmı. London Crash Course’ta taksicilik öğreniyoruz. Ancak tabi ki bildiğiniz taksicilik değil bu bahsettiğim. Gemilerin üzerlerinde yol alıp yola uçtuğumuz, ya da rampalardan uçup viraj aldığımız çılgın bir taksicilik anlayışı. Londra’daki taksiciler de böyle mi yetişiyor, ya da böyle mi kullanıyorlar bilmiyorum. Umarım öyle değildir. San Francisco Crash Course, aksiyonu London’a göre daha bol. Yine rampalardan uçuyoruz ancak, ekstra fantastik görev daha fazla. 50 km’nin altına inmeden checkpointleri tamamlama, el freni kullanarak viraj almaya çalışma gibi. Bu yarış türlerindeki yarışları kazandıkça, değişik araba modelleri ve renkleri açılıyor.
Güneye Giderken San Francisco, tramvay ve tepeleriyle ünlü bir şehir. Bu durum oyun içi zevkimizi de oldukça etkiliyor. Çünkü gerek tepelerden atlayışlar, gerekse tramvayı kestirme olarak kullanmak sıkça yaptığınız hareketlerden olacak. Tramvay ufak bir detay, ancak tepeler ve rampalar oyunda gerçekten önemli bir yere sahip. Oyunda boş boş dolaşıyorsanız, alacağınız zevkin çoğunun tepelerden olacağını söyleyebilirim. Gerek caddelerdeki dik yokuşlarda hızlanıp uçmak, gerekse bazı bahçelerdeki tepelerden uçmak sürüş zevkinizi çok artırıyor -ve arabanızı haşat ediyor. Uçarken çok yükselip arabaların üzerinden uçarken aldığım heyecanı şu ana dek çoğu oyunda almadım. Ayrıca San Francisco’daki tarihi yerler de oyunda dikkat çekiyor. Yukarıda bahsettiğim gibi tramvay, Golden Gate ve Coit Kulesi’nde araba sürebiliyoruz. Kafanızdan geçen soruyu tahmin edebiliyorum, ‘Golden Gate Köprüsü açılıyor mu ?’. Cevap evet, açılıyor ve uçabiliyorsunuz.
Londra Geldik Londra’ya. Avrupa’daki büyük şehirlerin çoğunda da rastladığımız üzere, Londra da çok tepeliği olmayan, San Francisco’ya göre halı gibi bir şehir. Ve oynarken de bu farkı size hissettiriyor. Ama yollar San Francisco’daki gibi uzun değil, sürekli viraj almak zorunda kalıyorsunuz. En çok ‘CUT’ yediğim görevler Londra görevleriydi, San Francisco görevleri bana daha kolay gelmişti. Tepelik yok dediysem de, uçamayacağınız anlamına gelmiyor bu. Uçabileceğiniz birkaç rampa yine mevcut, ama San Francisco gibi her köşe başında değil tabi ki. Burada en sevdiğim Thames nehri’nin üzerindeki köprüydü, köprü açıldığında üzerinden atlayabiliyordunuz. Tamam fazla uçamıyoruz, ama yeraltına inebiliyoruz. Londra’nın ünlü metrosuna girmek mümkün, ve arabamızla içinde turlayabiliyoruz. Turlamak gerçekten eğlenceli, ancak ben metro duraklarını bol bol kaçırdığımdan çıkmakta zorlanabiliyordum. Çok birşey ifade etmeyecek ancak belirtmeliyim, San Francisco Londra’ya göre daha kalabalık modellenmiş.
Arabalar Oyunda 20 çeşit araç var, açık ve kapalı durumdaki araçları aşağıda listeledim, listeleri de Wikipedia’dan aldım. Açık durumdaki araçlar, ● Çift katlı otobüs (Double-decker Bus) ● Mini Cooper Classic ● Volkswagen New Beetle ● London Cab ● Cadillac Eldorado ● Ford F-350 ● Ford Mustang GT ● Panoz AIV Roadster ● City Bus ● Double-Decker Bus ● Freightliner Century Kapalı olup yarışlarda açılabilecek araçlar, ● VW New Beetle RSi ● Yeni MINI Cooper ● Volkswagen New Beetle Dune ● Volkswagen New Beetle RSi ● Light Tactical Vehicle ● Audi TT ● Aston Martin DB7 Vantage ● Panoz GTR-1 ● Freightliner İtfaiye aracı Bunlar dışında bir çok fan yapımı araç var, bunları da indirip kütüphanenize ekleyip kullanabiliyorsunuz. Her araç ayrı eğlenceli, ancak ben en çok Audi TT ve Mustang GT’yi sevdiğimden genelde onları kullanıyorum.
Hırsız Polis ! Herşeyden bahsedip oyunun yalnızca multiplayer kısmında çalışan Cops & Robbers’tan bahsetmemek olmaz -ki multiplayer seçeneğinin en eğlenceli kısmı bana kalırsa. Oyun türü çok basit, haritanın rastgele bir yerinde altın külçesi çıkıyor. Eğer polisseniz, o altın külçesini alıp bankaya götürmeniz gerekiyor(biz altın kapmaca derdik mahallede – Aykut). Eğer hırsızsanız ise o parayı alıp deponuza götürmeniz gerekiyor. Ayrıca eğer altın sizdeyse, size hızlıca çarpan karşı takımdaki birisi sizden altını alabiliyor. Bu hareket karşı tarafa 25 puan veriyor. Eğer altını götürmeniz gereken yerine götürebilirseniz de ekstradan 100 puan alıyorsunuz.
Fin. Retro kısmı için biraz yeni bir oyun olabilir tabi, ancak yine de çok da yeni bir oyun sayılmaz Midtown Madness 2. Online olarak hala oynanıyor, bazı forumlarda oyun için açılmış hamachi ağları görmeniz mümkün. Ayrıca LAN’dan kendi arkadaşlarınızla da oynayabilirsiniz. Tabi ki bizi de çağırmayı ihmal etmeden 2013’te görüşmek üzere (?), gelecek aya görüşürüz. Çağlar Bozkurt.
Forbidden Planet
Yıllar önce Tarzan’ın çekilmiş filmlerini araştırıyordum,
nereden aklıma geldi hiçbir fikrim yok. Sonrasında o filmlerde senaristlerin daha önce yer aldıkları projelere bakarken, Cyril Hume’un senaristliğinde yer aldığı tek bilim kurgu filmi dikkatimi çekti, ‘Forbidden Planet’. Puanı ve yorumları pozitifti oldukça, eski bilim kurgu afişlerine de oldukça zaafım olduğundan pek kararsızlık yaşamadan izlemeye karar verdim. Ancak bilmiyordum bilim kurgu filmlerinin tarihi kökenlerinden birini izleyeceğimi. Başından sonuna kadar beni ara ara şaşkınlığa uğrattı aslında, gerek müzikleri, gerek efektleri, gerekse Leslie Nielsen. Ve tabi ki muazzam Anne Francis. Şimdi, sırayla belirteyim birşeyleri.
‘Would 60 gallons be sufficient?’ Filmimiz gelecekteki bir Dünya’da başlıyor. Gezegenimizden 17 ışık yılı uzaklıktaki bir gezegenden gelen sinyallerin kesilmesiyle, Jogh Adams’ın kumandanlığında bir uzay gemisi, gezegendeki durumu araştırmak üzere görevlendiriliyor. Gezegene iniş yaptıktan sonra ise garip olaylar olmaya başlıyor. Görünmeyen bir şeyin saldırısı, Robby isimli robot, Doktor Morbius ve kızı Altaira. Bu gezegende neler oluyor ? Krell isimli uygarlık da neyin nesi ? Senaryo mükemmel değil ancak iyi diye sınıflandırabilirim günümüz filmlerine göre. Bazı konuşmalar ve filmin sonuna doğru hikâyede/senaryoda ufak tefek bocalamalar hissediyorsunuz. Ancak film oldukça akıcı, takılıp kaldığınız yerler pek yok. Ayrıca konusundaki merak uyandıran öğeleri film boyunca devam ediyor, senaristler hikayedeki bazı şeyleri saklamakta çok iyi bir iş yapmışlar. Filmin geçtiği mekanlar ve yer alan fütüristik öğeler gerçekten çok iyi modellenmiş, 1956 yılı için öyle gerçekçi mekanlar yaratmak zorlu olmuştur diye düşünüyorum. Örneğin filmin fragmanında da yer alan uçan daire için tam 51 metrelik bir maket yapmışlar. Dijital efekt gerçekten çok az, ve bu da aslında eski filmlerdeki göze çarpan kötü efektlere göre bir nebze bu kısımda sıyırıyor Forbidden Planet’i. Tabi ‘1956 yılında ne kadar dijital efekt kullanılabilir ki ?’ diye sorabilirsiniz. Heh, buna bir cevap veremedim. Oyunculuk konusunda beni en çok şaşırtan şey, Leslie Nielsen’in ciddi bir rolde oynaması oldu. Daha önce gençken izlememiştim, bu filmde epey genç ve epey ciddi bir rolde. Hatırlayamadıysanız; Korkunç Bir Film ve Çıplak Silah gibi
fazla geyik filmlerde sıkça rol almıştır Leslie Nielsen. Kumandan Jogh rolünü iyi oynamış, ‘gayet iyi ciddi olabiliyormuş aslında’ dedim bazı yerlerde. Doktor Morbius’u oynayan Walter Pidgeon rolüne iyi girmiş. Ciddi ve birçok yerde mimiklerini saklamayı biliyor. Ama beni esas etkileyen Anne Francis oldu. Daha önce babası dışında bir erkekle tanışmamış, saf kız rolünü başarılı bir şekilde üzerine giymiş ve oldukça etkileyici bir güzelliğe sahip. Film boyunca giydiği giysilerin seçimi de biraz öne çıkması için özellikle seçilmiş gibi. Önemli kılan şeylerden bir diğeri de enteresan bir şekilde, kullanılan elektronik müzikler. Filmin müzik listesini oluşturan elektronik müzikler çok başarılı olmuş, kimi zaman gizem, kimi zaman ise heyecan yaratan elektronik müzikler bilim kurgu temasıyla bütünleşmiş demek yanlış olmaz sanırım. Yıl da 1956 olunca bu kadar başarılı olmasına şaşırdım bu müziklerin. Tamam, theremin, chiptune gibi müzik enstrümanları/kültürü olduğunu biliyoruz ancak Star Trek müzikleri dışında daha önce bu denli eski ve etkileyici elektronik film müziklerine rastlamamıştım. Dinlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız. Sahi, efektler demiştim değil mi ? Dijital efekt yalnızca birkaç gerekli yerde kullanılmış, modellerin ise bu kadar büyük ve çalışılmış olması büyük bütçeli olduğu izlenimi yarattı bende. Filmin hikayesinin yapı taşlarından biri olan Krell uygarlığından bahsetmiyorum, spoiler vermemek adına bahsetmeyeceğim de. Bir çok filmde olduğu gibi, bu filmde de teknolojik gelişmenin sonunun ne olacağına dair tahminler var, iğneyi biraz da bize batırıyor. Son olarak, Robby’den bahsetmeden geçemem. İroni’den anlamayan bir robot Robby, ve bu da komik diyalogların ortaya çıkmasını sağlıyor. C-3PO birçok yönden esinlenmiş gibi gözüküyor. Robby de bir çok dili konuşabiliyor, ancak yalnızca protokol amaçlı üretilmiş değil C-3PO gibi.
Eski bilim kurgu filmlerinin genel özelliğidir, filmlere ilham verirler. Forbidden Planet da epey ilham vermiş, üstelik birçoğu çok açık bir şekilde belli oluyor. Özellikle Star Wars ve Star Trek’teki bir çok kavram, karakter ve özellik, ayrıca Doctor Who ve Babylon 5’daki bazı göndermeler. Başında hikayeyi anlatan kısım bile ne kadar ilham verdiğini anlatıyor, o kısmı söylemeyeceğim ama, sürpriz olsun. Forbidden Planet, bilim kurgunun mihenk taşlarından bir tanesi. Yukarıda bahsettiğim tüm özellikleri ile bir kült olmuş ve bilim kurgu filmleri için belli bir kalite sınırı çizmiştir. Dahası, ‘Robby the Robot’ gibi bir çok film/dizide kullanılan bir ikon yaratmıştır. Eski bilim kurgu filmlerine giriş yapmak isterseniz, 98 dakikalık ‘Forbidden Planet’ ile başlamanızı öneririm, çünkü buram buram kült kokan ve sıkmayan bir uzay filmi. Çağlar Bozkurt Robby’nin gözüktüğü yayınlar(bkz.) Forbidden Planet şarkı listesi(bkz.)
Şüpheli Vaka- Bir Classic World of Darkness Hikayesi
Aşağıdaki ifadeler Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, morg departmanında görev yapmakta olan Dr. Ozan Doruk’un sesli
kayıtlarının metin haline dönüştürülmesi ile elde edilmiştir.
Kayıt-1
15.05.2010 - 11:50:
Bugün gece saatlerinde polisler tarafından bulunarak ambulans ile taşınan maktulün kimliği bilinmiyor. Üzerinden bazı
anahtarlar, cüzdan, nakit para çıkmasına karşın kimliği ile ilgili herhangi bir sonuca rastlanmadı. Polisler gerekli araştırmanın
yapılabilmesi için, maktulden parmak izleri aldılar.
Maktul, ilk bakışta kalbinin üzerine bir kazık saplanmak sureti ile öldüğü görülmekte. Yüzü ve dokuları itibari ile yaklaşık olarak 42
yaşlarında bir erkek olduğu söylenebilir. Bedeninin durumu, maktulün yaklaşık ölüm saatine oranla daha yavaş oranda
bozulmakta olması dikkatimi çeken ilk bulgulardan. Kazığı çıkarmadan önce hastanın üzerindeki kıyafetleri makas ile kesmeye
başlıyorum (Çelik makasın kumaş kıyafetleri kesme sesi gelmektedir). Ölüm sonrası görülmesi gerek leke ve morarma islerine
rastlanmadı. Vücudunun herhangi bir yerinde- kalbi dışında bir yara ya da incinme izi yok. Kazıktan dolayı kalbin parçalanması ile
ölüm gerçekleşmiş olduğunu söyleyebilirim. Kıyafetlerine bakarak vücudundan çıkması gereken daha az miktarda kan çıkmış
olması oldukça garip. Daha ilerlemeden önce hastadan enjektör ile kan alıp laboratuvarda zehirlenme ile ilgili bulguların ya da
başka anomalilerin varlığını tespit etmekte fayda görüyorum (Plastik bir kapak açılış sesi ve daha sonra cesedin derisine batırılan
enjektöre kan dolması sesi duyulur ). İlginç olan kanı normalde olmasına göre daha az akışkan. Ölüm saatine oranladığımızda
kanının daha akışkan olması gerekmektedir. Hastanın şeker hastasın olup olmadığını anlamak için karın bölgesinde izler arıyorum
ancak böyle bir şeye rastlayamadım.
Şu anda kazığı yavaşça dışarı çıkarıyorum (etin içinden cılk sesler çıkararak çıkan kazığın sesi duyulmakta). Çok ilginç… Bu
gerçekten bugüne kadar rastladığım bir şey değil. Sanki maktulün kalbi yıllar önce ölmüş bir insanın kalbi gibi. Burada neler
oluyor… Bir dakika bazı kitaplara bakıp durumu karşılaştırmam lazım (Ayak sesleri ve kısa bir sessizlik ardından kitap sayfalarının
hızlı hızlı çevrilme sesi duyulmakta). Daha fazla devam etmeden önce bazı araştırmalar yapmam lazım. Resmen B sınıfı ucuz bir
film gibi bu…(Derin nefes alıp yavaşça nefesin verilme sesi duyulur). Cesedi morgdaki dolabına geri götürüyorum. Bu tıpta yen i
bir hastalığın keşfi olabilir. Ama bunu açıklamadan daha emin olmalıyım.- Kayıt 1’in Sonu-
Kayıt 2
16.05.2010 - 03:30:
Şu anda testlerin sonuçlarını bilgisayarımdan görebiliyorum. Aman Allah’ım bu adam buraya getirilmeden önce zaten ölüymüş.
Ama bedeninde ölü insanlara ait bozulma emareleri yok. Kanında bu bozulmayı önceleyecek herhangi bir ilaca da rastlamadım.
Demek ki hastayı ölü duruma sokan bir hastalığı var. Umarım bulaşıcı değildir. Belki kendime de bazı kan testleri uygulamak
zorundayım. Ama veriler adamın kalbindeki doku hasarından değil bir çeşit kan rahatsızlığından dolayı öldüğünü göstermekte.
Ama bu adam nasıl sokakta yürüyordu? Eğer bunun cevabını bulabilirsin tıp alanında Nobel ödülü alacağım kesin. Ama şimdilik
bunu kimseye söyleyemem. Özellikle hocalarıma. Çalışmamı çalmalarına izin veremem. Bu yıllardır beklediğim fırsat olabilir…
Tanrım, bu adamın ayakta durması bile mucize…
Kayıt 3
16.05.2010 - 05:30:
LANET OLSUN(Bazı şeylerin çarpma sonucu kırılmasının sesi duyulmaktadır). Lanet olası ceset ortada yok. Kimse onun hastane
getirildiğinin kaydını tutmamış. İnana biliyor musunuz? KİMSE… Yok, hayır… Biri benim sonuçlarımı kesinlikle bilgisayar ağı
üzerinden görmüş olmalı (seri şekilde basılan klavye sesleri duyulmaktadır). Lanet olsun hastanın sonuçları yok. Sisteme ben
girmiştim teker teker. Morga daha önce gelen isimler ve sonuçlar varken bunların olmaması, kesinlikle Prof. Dr.Necvet ÖZ, benim
çalışmamdan haberi oldu. Ama onun muhbir öğrencileri nasıl bu kadar hızlı haber uçurdular. Ama tahmin etmedikleri şey kendi
bilgisayarımda sakladığım kopyalarım. Aptallar. Burada ki isim bana ait, testi isteyen benim. Bu da demek oluyor ki onlardan önce
keşfi ben yaptım (yazıcının çalıştığı duyulmaktadır). Bunlar benim ilk önce burada olduğumu kanıtlayacak. Özellikle de bu ses
kayıtları ile beraber…
Kayıt 4
16.05.2010 - 16:30:
Bütün gün ben, aradılar ama telefonumu açmadım. Birilerinin beni takip ettiğini hissediyorum. Hayır, sakin olmalıyım… Onlar
benim sonuçlarım. Belki onları güvenli bir kasaya koymalıyım. Evet, kesinlikle böyle yapmalıyım. Yerini de ses kayıtları ile beraber
saklarım. Eğer başıma bir şey gelirse böylelikle bu çalışmayı ilk kimin yaptığını tüm dünya görür. Onların bu verilere eli
geçirmesine izin vermem.
Kayıt 5
(Bu kayıt diğer kayıtlar ile aynı kasete yapılmamıştır. Dr. Ozan Doruk’un evindeki giysi dolabında bulunmuştur)
16.05.2010 - 20:30:
Eğer bu kaydı dinliyorsanız, bilin ki ölmüşümdür. Sorumlusu ise Prof. Dr.Necvet ÖZ ya da kendisinin çalışmalarımı çalmak için
azmettirdiği ajanlardır. Yeni yaptığım keşif ile ilgili tüm belgeler İş Bankasının Ataşehir Şubesinde bulunan 125 No’lu kilitli kasada
saklanmaktadır. Bilim ve tarih gerçekleri öğrensin. Bu keşfi ilk ben yaptım. O adam ölü idi oraya gelmeden önce ölmüştü ve yeni
bir kan hastalığı ile ilgili verileri ilk ben buldum…
Prensim, istediğiniz üzere ilgili doktorun ve kayıtlı olan bilgilerin icabına baktım. Ancak kasetlerde kaydettiği şeyleri siz in de
duymak isteyeceğinizi düşündüm. O yüzden size bu güvenli ağ bağlantısından e-postayı atmaktayım. Bir daha böyle bir
sorumsuzluğu yapmayacağımı, eğer yaparsam da cezamın nihai ölüm olacağının bilincindeyim.
Sadık Kulunuz
Emin Sarıyüce
Classic World Of Darkness Tanıtım
Yazıları
1. Kısım - Genel Bakış
Öyle bir dünya düzeni düşünün ki, zenginler bildiğinizden
daha zengin, fakirler bildiğinizden daha fakir olsun.
Güçlüler, güçsüzleri bildiğinizden daha çok ezsin. Sabah
yumuşak, sıcak yataklarınızda gözlerinizi açın, iyice
gerindikten sonra kalkıp, bir duş alıp, kahvaltıyı bir tost ve
bir kahveyle geçirdikten sonra giyinip kapıdan dışarı, bu
dünyadaki gündelik hayata çıkın. Yolda, aslında var
olduklarını bile bilmedikleri gizli güçler tarafından
kendilerine dikte edilen hayatı kuklalar gibi yaşayan
insanlara, topluma karışın. Hiç farkında olmadan onlara
hizmet edin, onlara uşaklık yapın ve sessizce varolmaya
devam edin.
Whitewolf Publishing tarafından 1991 yılında çıkartılan
Vampire: The Masquerade ile başlayan Classic World of
Darkness, dünyamızın işte böyle karanlık bir yansımasını ele
alır. Oynun teması gotik-punk olarak geçer ve bu tema
mimariden karakterlere kadar yansır. Burada her yer
kasvetli, herkes karamsardır, çünkü daima ama daima sizi
yiyecek büyük balığın gölgesi altında yaşarsınız.
Hayır, eğer bu büyük balıkların sizler bizler gibi insan
olduğunu düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Vampirler,
kurtadamlar, büyücüler, periler, hayaletler, iblisler…
İnsanlardan daha güçlü olan, ama bir şekilde insanlara
bağımlı olan tüm bu türler, güneş battığında ortaya çıkıp,
karanlığa boğulmuş dünyada kendi oyunlarını oynar,
birbirleriyle olan güç çekişmelerine boğuşurlar ve insanları
da piyonları olarak kullanırlar. Ama onlar bile huzurlu
değillerdir, çünkü daima onları da yiyecek başka balıklar
vardır. Onların var olduklarının farkında olanlar veya onların
öfkelerinden kaçmaya çalışanlarsa…eh, onların kontrol
ettiği modern toplum içinde, dışlanan, yok sayılan veya
ezilen insanlar haline gelirler. Bunların bazıları umutsuzluğa
kapılıp kendilerini karamsar bir hayatın içine bırakırlar,
bazıları ise baş kaldırıp umutsuz bir savaşa tutuşurlar.
Classic World of Darkness çıktığı günden bu yana dünyanın
pek çok yerinde hayranlar edinip, bugün kapanışının
üstünden sekiz yıl geçmesine rağmen hâlâ severek
oynanılan bir sistem. Sadece eski oyuncuları değil, yenileri
de kendisine çekiyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri,
daha klasik Sword&Sorcery veya bilim kurgu oyun
sistemlerinin aksine, World of Darkness’ın bu dünyada ve
günümüzde geçmesi ve içindeki öğelerin bildiğimiz,
yaşadığımız, gördüğümüz öğeler olması. Çünkü bu size,
düzenli olarak gidip kahve içtiğiniz yerde karakterinizle de
kahve içebilmeniz, dinamiklerini bildiğiniz bir dünyada,
başka sistemlere göre çok daha gerçekçi ve düzgün roller
sergilemeniz gibi olanaklar sağlıyor. Bunun dışında
Whitewolf, Classic World of Darkness’ı kurgularken hem
tarihi olaylara ve kişilere, hem de günümüz olayları ve
kişilerine atıflarda bulunuyor, böylece bize yaşadığımız
dünya ile ilgili farklı hayaller kurma şansını veriyor.
Classic World of Darkness, ilk yayımlanmasından 13 yıl
sonra 2004’te Time of Judgment serisi ile bitirene kadar
toplamda on ayrı sisteme sahipti. Bunlar yayım sırasıyla;
1- Vampire: The Masquerade (1991)
2- Werewolf: The Apocalpyse (1992)
3- Mage: The Ascension (1993)
4- Wraith: The Oblivion (1994)
5- Changeling: The Dreaming (1995)
6- Kindred of the East (1998)
7- Hunter: The Reckoning (1999)
8- Mummy: The Resurrection (2001)
9- Demon: The Fallen (2002)
10- Orpheus (2003)
gibidir. Ayrıca bu sistemler yıllar içinde güncellenerek 2nd
Edition ve Revised (3rd) Edition şekline getirilmişlerdir.
Classic World of Darkness’ın en güncel sistemi, 1999 yılının
ikinci yarısında, Hunter: The Reckoning ile başlayan Revised
Edition’dır.
CWoD oyunları, bir Hikâye Anlatıcısı
(Storyteller) tarafından ilerletilir. Genel
anlayış kurgunun bir oyun değil, bir hikâye
olduğu ve insanların oyuncu değil, hikâye
akışında ilerleyen karakterler olduğu
şeklindedir. Oyun sırasında yanlızda on yüzlü
zarlar kullanılır. Zar atıldıktan sonra karakter
kağıdınızdaki değerlerin toplanıldığı klasik
sistemlerin aksine, CWoD sisteminde
karakter kağıdınızdaki değerler, kaç tane
onluk zar atacağınızı belirler.
Karakter kağıtlarında rakamsal
değerlerden ziyade “dot” diye tabir ettiğimiz
noktalar kullanılır. Noktaların sayısı, o
yetenek veya meslekte ne kadar
ilerlediğinizi gösterir. Örnektede görüldüğü
gibi 1-5 arası yaygındır. Çok nadiren de olsa
daha yukarı çıkılabilir, ama bunlar ender
durumlardır (Bırakalım da Einstein gibi özel
insanlar Intelligence’a altı dot versin, değil
mi?). Dice pool olarak nitelendirilen ve kaç
zar atacağımızı belirleyen şeyler de bu
noktaların sayısıyla hesaplanır. Sistemde
çoğunlukla bir Attribute ve bir Ability birlikte
kullanılarak zar attırılır. Örneğin yukarıdaki
hikâyede yer alan otopsi sürecindeki
bulgular, Intelligence + Medicine
kullanılarak elde edilir. Hangi özelliklerin
kullanılması gerektiğine o anda Hikâye
Anlatıcısı karar verir ve en uygun olanları
birleştirir. Nadir durumlarda, örneğin
yanlızca bir şeyi akıl edebilmeniz veya bir
şeyi kaldırmanız gibi, yanlızca Attribute
atılabilir.
Her ne kadar Hikâye Anlatıcısı buna kesin olarak karar
verse de, genellikle zarda 6 ve üstü gelirse başarılı olarak
kabul edilir. Hikâye Anlatıcısı duruma göre bu değeri
düşürebilir, yükseltebilir veya birden fazla başarılı zar
isteyebilir. Buna karşın, eğer zarlarınızda 1 görürseniz,
korkun! Çünkü zarlarda 1 gelmesi tehlikelidir ve sonuçta
beliren her bir 1, başarılı zarlarınızdan en yüksek rakamlı
olanı götürür. Eğer 1’lerinizin sayısı başarılı zarlarınızdan
fazlaysa o zaman fena halde çuvallamışsınız demektir ve bu
boşta kalan 1’lerin sayısı arttıkça, çuvallamanızın boyutu o
kadar da büyür.
Sistemden sisteme karakter kağıtları farklılık gösterse de,
bazı şeyler bakidir. Örneğin Nature, Demeanor,
Backgrounds, Health, Willpower gibi kısımlar.
Nature, sizin iç kişiliğinizdir. İnsanlara pek göstermediğiniz
veya göstermemeyi tercih ettiğiniz özelliklerinizdir.
Demeanor ise, dışarıda insanların sizi nasıl gördüğüdür.
İçten içe kayıplarınızın acısını ve ezikliğini yaşarken dışarıda
herkese kahraman gibi görünüyor olabilirsiniz, ya da
dışarıda herkes sizi parti insanı ve ehl-i keyif diye bilirken
içten içe monoton bir soğukluk yaşıyor ve bunu kırmaya
çalışıyor olabilirsiniz. Nature ve Demeanor’un sistemsel
etkisi, seansta bunları başarıyla sergilerseniz, harcadığınız
Willpower puanlarınızdan birer tanesini geri kazanmanızdır.
Backgrounds, sizin hayatınızda sahip olduğunuz şeyleri
içerir. Dostlarınız, bağlantılarınız, maddi durumunuz gibi.
Bunlar da ne kadar yüksekse, o kadar iyidir. Dostlarınız daha
sadık, bağlantılarınız daha yüksek mercilerden olur.
Health altındaki kutucuklar sizin can puanlarınızdır.
CWoD’da her varlığın-türü ne olursa olsun-yedi canı vardır.
CWoD’da hasarlar üç türlü gelir. Bashing, Lethal ve
Aggravated. Bashing diye tabir edilen hasar türü genellikle
yumrukla, tekmeyle, sopayla yenilen temiz dayaklar,
sırtınızda kırılan odunlar, kafanızda parçalanan sandalyelere
aittir. Alınan hasarlar kutucuğa “/” ile işaretlenir. Eğer
bashing hasarları 7’yi geçerse, veya bıçak, tabanca, tüfek
gibi kaynaklardan hasar yiyorsanız, bashing yerine lethal
hasar almaya başlarsınız. Bunlar kanamalı ve ölümcül
yaralardır. Kutucuklara “X” ile işaretlenir. Kutucuklarının
tümü lethal hasar ile dolan bir insan ölür. Nadiren bazı
doğaüstü varlıklar için bu yeterli olmaz. Bu tip durumlarda
aggravated hasarlar gerekir. Bu hasar türü, ateşin içinde
kalmak, asite düşmek, lazer ışınlarına maruz kalmak, büyük
diş ve pençe yaraları veya elektrikli testerenin size
saplanması gibi durumlarda kullanılabilir ve kutucuğu
karalayarak işaretlenir. İyileşmesi çok zordur ve gerçekten
ölümcüldür. Nereden alındığına bağlı olarak Hikâye
Anlatıcısı kalıcı bazı etkiler bırakabilir.
Health kutucuklarının yanındaki rakamlar, sizin o seviyede
dice pool için aldığınız penaltıdır. Herhangi bir durum için
zar atarken, oradaki numara kadar zar düşersiniz zira kimse
kollarından birisi kırıkken, önündeki ağır kutuyu sağlıklı
olduğu zamanki gibi kaldıramaz.
Burada bir sorunun geldiğini duyar gibi oluyorum: “Başka
sistemlerde Stamina gibi şeyler bizim canlarımızı
arttırmamızı sağlıyor. Burada neden etkilemiyor?” Çünkü
Stamina burada başka bir avantaj sağlıyor. Tüm insanlar
bashing hasarlarından, otomatik olarak staminaları kadar
zar atıp kurtulabilirler. Stamina zarınızdaki her bir başarılı
zarınız, hasardaki her bir başarılı zarı götürür. Bazı doğaüstü
varlıklar ise aynısını lethal, hatta aggravated hasarlara bile
yapabilir.
Willpower ise iradenizdir. Willpower, diğer zarların aksine
harcanabilir bir özelliktir ve ikiye ayrılır. Kalıcı Willpower ve
Willpower puanları. Kalıcı Willpower, sizin gerçek iradeniz
ve puanlarızın ulaşabileceği maksimum seviyedir. Puanlar
ise iki şekilde harcanır. Birincisi, otomatik bir başarı elde
etmek için kullanılır. Willpower puanı harcandığında
görünmez bir başarılı zarınız vardır ve zarınızda kaç tane 1
gelirse gelsin o aksiyonda asla çuvallamazsınız, ama eğer
Hikâye Anlatıcısı sizden belli sayıda başarılı zar istiyorsa ve
bu rakama ulaşamazsanız, yapmak istediğiniz şeyde yine
başarılı olamayabilirsiniz. İkincisi ise dövüş sırasında tek
turluğuna hasarlarınızdan gelen penaltıları almamanızı
sağlamaktır. Filmlerde dayak yemiş kahramanların son
sahnelerde tüm yaralarına rağmen resmen iman gücüyle
ayaklanıp kötü adama son ve ölümcül bir darbe
indirmelerine benzetebiliriz bunu. Willpower’ın turda
yanlızca bir tane harcanabilmesi ise, ikisini de
yapabilmemizi engelliyor maalesef.
Whitewolf, CWoD’u esase insanları oynamak için değil, bu
doğaüstü türleri oynamak için yaptı dersek pek de yanılıyor
olmayız. Çünkü Whitewolf aslında gecenin karanlığında
dolaşanları konu olarak almış durumda. Ama sakın yanlış
düşünmeyin, bir vampiri oynamanız sizin şehrinizde
dilediğinizce at koşturmanızı sağlamıyor, çünkü daima
sizden yaşlı, güçlü ve köklü başka bir vampir bulunabiliyor.
Vampire: The Masquerade, Classic World of Darkness’ı
başlatan sistem olmanın gururunu taşımakla kalmaz, aynı
zamanda bu dünyanın en popüler ve en çok oynanan
sistemi olma ödülünü de omuzlanır. Semavi dinlerde
bahsedilen Kâbil’in soyundan gelen bu varlıklar,
Ortaçağ’daki ağır engizisyon sürecinde iyice gölgelere
çekilerek insanlarla fark ettirmeden oynarlar. Politika,
medya, polis, asker ve özel sektör gibi pek çok yerde
karşınıza çıkabilirler ve geceleri birbirlerini kuyularını
kazmak için uğraşırlar. Ama hayır, hepsi kendilerini
gizlemez. Aralarından bazıları canavar olduklarını kabullenir
ve böyle davranırlar. Böylece vampir mitleri oluşur. Klasik
vampir mitlerini ele alan bu sistem, eğer vampirler
günümüzde yaşasalardı nasıl olacaklarını ele alıyor.
(Üzgünüm, Twilightseverler, burada vampirlerin hiçbiri
parlamıyor.)
Werewolf: The Apocalypse, adının aksine sadece
kurtadamları ele almıyor. Hayır, CWoD’un kurtadamları
sadece dolunayda acılı bir dönüşüm geçiren ve insanlara
akılsızca, vahşi bir hayvan gib saldıran canavarlar değiller.
Ve hayır, kurtadamlar ısırılarak lnet bulaştırmıyorlar.
Öncelikle kişi ya doğuştan kurtadam oluyor, veya hiç
olamıyor. Kurtadamlar aslında Doğa Ana’nın, dünyayı
mahveden ve yok etmeye çalışan Wyrm adındaki kötücül,
şeytani ruh ve onun hizmetkârlarına karşı verdikleri
umutsuz savaşı konu alır. İnsanoğlu, bilinçli veya bilinçsizce
bu varlık için çalışabilir. Bugün yaptığımız ve doğayı
kirletecek her şey, aslında farkına varmadan ona hizmet
etmemize neden oluyor. Pagan ve şaman inançlarıyla
yoğurulmuş ruhlarıyla soylu kurtadamlar-ve tıpkı kurt gibi
diğer hayvanlardan gelen varlıklar-ona karşı son
mücadelelerini veriyor. Bu yüzden kurtadam oynamanın
aslında paganizm ve şamanizmin iç içe geçtiği, ruhlarla
iletişimin önce çıktığı ve ruhlar aleminin güçlü,
kurtadamların güçsüz olduğu bir dünyada geçtiğini
söyleyebiliriz.
Mage: The Ascension, varoluşa dair belli sırlara öğrenmiş
kişileri konu alır. Bu kişiler, varoluşun ve gerçekliğin esnek
olduğunu, bükülebildiğini ve farklı şeylerin
gerçekleştirilebildiğini anlamışlardır. Hiçbir şey somut
değildir. Her şey değiştirilebilir. Kişilerin inançları ve
insanoğlunun kollektif inancı, gerçekliği aslında
şekillendiren şeydir. Ve kişilerin inançları eğer kollektif
inancı aşabilirse, var olmaması gereken etkiler ortaya
çıkartabilirler. Tarih boyunca bu tarz insanlar büyücü
efsanelerine, mucizeler sergileyen aziz ve evliyalara, Hindu
ve Tibet keşişlerinin inanması güç başarılarına imza
atmışlardır. Benzeri bir şekilde tarih boyunca bu kişiler ve
inançlarını oluşturan tarikatlar birbirleriyle savaşmışlardır.
Lâkin Rönesans’ın gelişiyle birlikte aralarından bazıları buna
dur demek için birleşmiş, ortak inançları olan büyüyü,
pozitif bilimi, kitlelere tanıtarak bunu kabul etmelerini
sağlamış, kitleleri perde arkasından yönlendirerek
varoluştaki gerçekliği kendi inançları şeklinde tekrar
değiştirmiştir. Bugün Teknokrasi adındaki bu ölümcül
düşmanlara karşı tüm büyücüler birleşerek bir hayatta
kalma mücadelesi vermektedirler. Çünkü biliyorlar ki eğer
inançları unutulursa, dünya tek ve sabit bir inanç-bilimin
ışığı adı verilen inanç-adı altında karanlığa gömülecektir.
Wraith: The Oblivion, CWoD’a yepyeni bir bakış açısı getirir.
Ölümden sonra hayata inanır mısınız? Hayır mı? O zaman
size kötü bir haberim var. Evet mi? O zaman neye
inanırsınız? Cennet? Cehennem? Reenkarnasyon? Sizlere
daha da kötü bir haberim var. Wraith: The Oblivion, ölüm
sonrası insanların ruhlarının çekildiği Yer altı Dünyası’nı
(Underworld) konu alır. Hayatta yarım kalan işleri, tutkuları,
istekleri, hayalleri ve bağlılıklarıyla, ölen insanlar ruhani bir
fırtınanın içine düşüp mutlak yok oluşa kaymamak ve kim
olduklarını unutmamak için mücadele ederler. Yer altı
Dünyası, dünya boyunca var olmuş pek çok kişi, obje ve
yerin ruhani yıkıntılarının bulunduğu, tarihteki savaşların
her an tekrar yaşandığı, asla tamamlanmayacak şeyler için
ölülerin ruhlarının çaresizce çırpındığı, umutsuz ve
karamsar, kaçınılmazdan kaçmaya çalışanların bulunduğu
bir sistemdir.
Changeling: The Dreaming, “Perilere inanmıyorum” diyip
bir yerlerde bir periyi öldürmeye meraklı olanlara göre
değil. Varoluşun sisleri arasında varlık bulan ve insanlara
yüzyıllarca hem iyi hem de kötü şeyler için ilham kaynağı
olan, eski masalların kökenini oluşturan, ama
monotonlaşmış ve hayal gücünü yitirmiş günümüz insanı
yüzünden neredeyse tüm güçlerini kaybeden perilerdir bu
sistemin kahramanları. Güçlülerinin Arcadia isimli
dünyalarında hapsoldukları, güçsüzlerin de çaresizce
insanlara hayal etmenin, duygunun ve yaratıcılığın kuvvetini
hatırlatmaya çalıştığı bir sistemde, siz kaç insanı eski
metodlara çekebilirsiniz?
Kindred of the East, CWoD’un Uzakdoğu açılımıdır. Kindred
her ne kadar vampirlerin kendi aralarında kullandıkları ve
birbirlerini tür olarak çağırmak için tercih ettikleri bir terim
olsa da, bu sistem Uzakdoğu’da yer alan neredeyse her türü
konusu altına alır. Ama sakın sadece öbür sistemlerin
isimlerinin değiştiğini düşünmeyin. Batı vampirleriyle
Uzakdoğu vampirlerinin birbirleriyle neredeyse uzaktan
yakından alakası yoktur. Tamamen Uzakdoğu’nun yerel miti
üstüne kurulu bir sistemdir ve eğer oryantal şeylerden
hoşlanıyorsanız kesinlikle size hitap edecektir.
Hunter: The Reckoning, hesaplaşma gününün geldiği andır.
Sayısız yıldır gecenin yaratıkları insanoğlunu kullandılar.
Sayısız yıldır gecenin yaratıkları insanoğlundan beslendiler.
Sayısız yıldır insanoğlu, gecenin yaratıklarının terörü altında
yaşadı. Ama daha fazla değil. Kimilerine göre melekler,
kimilerine göre bilinçaltı, kimilerine göre uzaylılar… Nasıl
açıklarsanız açıklayın, ama birileri gerçekten bizim
yanımızda ve bizlere dünyada saklanan varlıkların gerçek
yüzünü gösteriyor, bize savaşma ve karşı koyma şansını
veriyor. Kıyamet artık ufukta gözüktü, ama son günlerde
ayağa kalkacağız ve bu dünyanın bizim olduğunu
haykıracağız. Evet, avcılar doğaüstü yaratıklarla mücadele
ederler ve hayır, avcılar gözlerini karartarak dünyada
karşılarına çıkan her doğaüstü varlığı öldüren kişiler değiller.
Kimisinin tek amacı sevdiklerini bu tehlikelerden
korumakken, kimisi iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı
ayırarak onların da birer canlı (öhöm, vampirler, canlı,
öhöm) olduklarını unutmuyor, kimisi ise onları tekrar
aydınlığa ve doğruya getirmeye, onlara yardım etmeye
çalışıyor. Her şekilde hayattan kalma temalı oyunları
seviyorsanız, Hunter: The Reckoning’i es geçmeyin.
Mummy: The Resurrection, adının çağrıştırdığının aksine
sargılı cesetlerin, dev piramitlerden çıkışını konu almıyor.
Binlerce yıldır Tanrı Osiris ve ona adanan mumyalar, Yer altı
Dünyası’nda huzurlu bir şekilde uyuyordu. Ta ki ölülerin
ruhlar birbirlerine girene, çılgın büyücüler Yer altı Dünyası’nı
birbirine katankorkunç deneylerine girişene kadar.
Dünyanın-hem canlıların hem de ölülerin-dengesi
bozulmuştu ve Tanrı Osiris, mumyalarını uyandırarak
dengeyi getirmeleri için onları dünyaya yolladı. Sistemi özel
olarak tavsiye edebilmeyi isterdim, ama Whitewolf
maalesef ki bu sisteme dair yanlızca iki kitap çıkarttı. Bu
yüzden ana hikâyeye pek fazla dahil olamadılar.
Demon: The Fallen, CWoD’a getirilen en son soluktur. Belki
milyon, belki milyar yaşında bir varlık olsanız, ne yapardınız?
Henüz hiçbir şey yokken, Tanrı “Işık olsun” dedi ve
meleklerini yarattı. Tanrı, meleklerinin iyi olduğunu gördü
ve onları karanlıktan ayırdı. Zamanın ölçülemediği o
zamanlarda, melekler, Tanrı’nın buyruğuyla dünyayı ve
evreni yarattılar. İçini çeşit çeşit kozmik olaylarla ve
kavramlarla doldurdular. En sonunda Tanrı, yaratımlarının
en güzelini, insanı yarattı ve meleklere onları çok
sevmelerini, ama onlara asla varlıklarını göstermemelerini
emretti. Melekler emirlere itaat ederken Adem ve
Havva’nın, kapasitelerini asla kullanamadıklarını, her şeyin
monoton bir şekilde yemek, içmek ve uyumaktan ibaret
olduğunu, hiçbir yaratıcılık, hiçbir zeka, hiçbir kapasite
üretemediklerini fark ettiler. Bu kadar büyük bir potansiyele
sahip olup, buna rağmen hayvanlar gibi yaşamak… Melekler
sessizce insanlar için ağlıyorlardı, çünkü Tanrı’nın buyruğu
yüzünden ellerinden daha fazlası gelmiyordu. Sonunda
Sabahyıldızı Lucifer’ın önderliğinde meleklerin üçte biri
isyan bayrağını kaldırdılar ve insanlara varlıklarını açık
ederek onlara kendi varoluşlarının kapasitesini gösterdiler.
Ama Tanrı’nın emirlerine karşı gelmişlerdi. Bu yüzden
dünyada korkunç bir savaş başladı, insanları da içine alan bir
savaş. Savaşın acıları, isyancıların yüreklerine oturdu ve
eski, sevgi dolu hallerini kaybedip, şeytanileşmeye
başladılar. Savaşı kaybedip cehenneme kapatılırken, çoktan
eski günlerindeki kutsiyetlerinin neredeyse tümünü
kaybetmişlerdi bile. Sayısız yıldır orada hapis kaldılar, ta ki
ölülerin ruhları ve büyücüler, kendi çekişmeleri arasında Yer
altı Dünyası’nda devasa bir fırtına yaratıp cehennemin
duvarlarını çatlatana dek. Şimdi iblisler, hiç bilmedikleri bu
değişmiş dünyaya dönecekler, tüm bu acıları çekmelerine
neden olan insanoğlunu cezalandıracaklardı. Birer birer
dünyaya akıp çeşitli insanların bedenlerini ele geçirirken
bazılarının fikri değişti. Ele geçirdikleri bedenlerin anıları ve
hafızaları, onlara en baştan neden isyan ettiklerini
hatırlatmıştı. Böylelikle bu melekler, insanoğlunu hem
tekrar yüceltmek hem de şeytani yoldaşlarından korumak
için çaresiz bir mücadeleye başladılar.
Orpheus, 1999’da kapanan Wraith: The Oblivion sisteminin
devamı niteliğinde olan bir sistem. Temel olarak ölülerin
ruhlarını araştıran insanları konu alan sistemin ömrü
maalesef ki bir sene sürdü.
Whitewolf Publishing, tam 13 yıl sonra, Time of Judgment
adlı seriyi yayımlayarak dünyanın sonunu ve kıyameti
getirerek Classic World of Darkness’ı kapattı. Vampirler,
Kâbil’in dönüşü ve atalarının uyanışıyla bir ölüm kalım
mücadelesi içine girdiler. Kurtadamlar, Wyrm ile son
savaşlarına tutuştular. Büyücüler ve teknokratlar, evren
nihayete ererken kendi açılarından onu kurtarmaya
çalıştılar. Sonuç ise asla açıklanmadı, oyuncuların
hikâyelerdeki başarılarına bırakıldı.
2005’te el değiştiren Whitewolf, o tarihten bu yana New
World of Darkness isimli yeni sistemini oynatmasına
rağmen son zamanlarda Classic World of Darkness
sevenlere bir jestte bulunarak, çıkartılması planlanan ama
iptal edilmiş kitapları yayımlamaya başladı. Belki de
Whitewolf, Time of Judgment’ı iptal ederek Classic World of
Darkness’a bir dönüş yapar, ne dersiniz?
Burak Türköz([email protected])
Emre Canayaz([email protected])