Upload
others
View
8
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Özgürleşme Yolunda
HAKİKAT NOTLARI
CENGİZ TAŞ
Duygular Kalbi, Kalp Yüreği, Yürek Cesareti Tetikler… Cesaret
İse Hakikat’i İster… Hakikat Aşk’a Çağrıdır… Hakikat
Varoluş’a Çağrıdır… Ve Aşk’ın kendisi olmak; Var Olmanın,
Hakikat Olmanın Tek Yoludur…
Önsöz yerine:
Aşk arayışı… Benim Aşk arayışım; salt devasa
duyguların, algıların, düşmüşlük ve kalkmışlığın, nefretin,
öfkenin, erdemin, bilginin, sevginin; acının, hazzın,
beklentilerin, kurtulmak isteyişin, özgürlük açlığının;
işkencenin, mahpusluğun, hayırsızlıkların; vefanın ve cefanın ve
yolların, kadife tenli kadınların ve tüm yaşanmışlıkların
imbiğinden süzülmüş deneyimlerim ile taçlanmadı… Benim Aşk
arayışımın derinliğe uğraması, boyutlara taşması, zaman
yanılsamasını aşarak nehrin karşı tarafına geçebilecek takati,
enerjiyi, cesareti bulması, tamamen kendime olan tanıklığımın,
özgürleşme isteğimin ürünü oldu… Ve hayatımın bizzat
değişmesi ve dönüşmesi ile oldu… Ustaların; yani bir Osho’nun,
bir Buda’nın, bir Lao Tzu’nun ve diğerlerinin hep salık verdiği
üzere; içsel devrimimin üstünde durmam, varoluşsallığımı
anlamlandırmam ile gerçekleşti…
Ve gerek Ortadoğu ve gerekse dünyadaki politik,
sosyolojik, kültürel, bilimsel ve birçok dinamiğin rahminden
doğan şimdiki zamanın mucizesinin ürünü olan Yaşam’a dair
bütünlüklü olarak sürekli kaleme aldığım doğaçlamalarım,
süreçsel açıdan oldukça heyecan vericiydi… Hakikat notlarında
fevkalade kendiliğinden, doğal olarak akan entelektüel bir
düzey, sımsıkı bir yürek, kendini arayan bir çocuk ve bilginin
ermişliğinden serzenişler, bilgece aforizmalar işiteceksiniz…
Makalelerin belirli tarihlerde yazılmış ve belirli olaylar,
durumlar kasışındaki duruşumu da içeriyor olması yazılanları
bir zaman – olay düzlemine hapsetmez… Yazılanların esasen
mevcut tarih algısının ötesindeki hep asıl olan şimdiki zamanı
ifade ettiğini ve hep edeceğini apaçık belirtmek isterim…
Farkındalığın fakındalığı derinliğinde, başlangıç ve
sonun aynılaştığı çizgide, geçmiş ve geleceğin aslında şimdiki
zamanın ta kendisi olduğunu duyumsamak, algılamak ve
evrendeki tüm hareketleri, değişimleri, dönüşümleri, olayları,
durumları, akışları, enerjinin sürekli form değişimini bilince
yansıtmak, olağanüstü bir deneyim… Yarattığımız kültürel,
sosyal, siyasal, ekonomik, askeri, felsefi ve daha birçok
dinamiklere dayanan araçların işlevselliği ve neyi ifade ettiği
konusundaki analizler, okuyucuya fevkalade bir iç görü, farklı
bir derinlik aktaracaktır… Aklın ve mantığın eleştirisi üzerine
oturtulmuş zekâ ve yürek dolu çözümlemeler elbette kimilerini
sarsacak ve şoklayacaktır…
Gezegenimizdeki her alanda, her yerde, her coğrafyada,
her kültürde anlamsızlaşan, gereksizleşen davranış
biçimlerimizi, duygu ve güdü salınımlarımızı, hayatımızı
kolaylaştırmak için yarattığımız modern bilim dâhil birçok
aracın nasıl kâbusumuz haline geldiğini, yüksek bir sesle ve özet
halinde ifade ediyor notlar… Arayışı olanlara da nasıl
yaşamalının rehberi niteliğini taşıyor…
Hakikat Notları’nın okuyucuya değişik bir düzlem
yaratmasını, yüreklerimizin hep birlikte farklı melodilerle de
olsa Hakikat’in, Varoluş’un ve Evren’in şarkısını söylemesini
diliyorum…
Cengiz Taş
Yaşam Ağacı
08 Aralık 2014
Bir Yaşam Ağacı ve bu Yaşam Ağacı’nın dallarında ve
yapraklarında açan çeşit çeşit canlı formlar cümbüşü…
Evrendeki milyonlarca galaksiden biri olan Samanyolu
Galaksisi’nden… Milyonlarca sistemlerden biri olan Güneş
Sistemi’nden… Ve milyonlarca gezegenden biri olan Dünya
gezegenindeki bildiğimiz tüm canlılarla aynı DNA özellikleri
etrafında kümelenmiş canlılardan birisin… İnsan, bok böceği de
dâhil bütün canlıların anası ve bir mikrop tohumundan olma
Yaşam Ağacı’nın türlerinden biridir… Gezegende bildiğimiz
tüm canlı formlar ile aynı mikroptan türeme, dolaysıyla diğer
tüm canlı formlar ile öyle üvey de değil, düpedüz öz kardeş,
gendaş, DNAdaş, RNAdaştır… Ve metabolizmasına en yakını
fare olduğundan, özellikle ilaçlarla ilgili deneyler fareler
üzerinde yapılır…
Ama insanın başına zihin diye bir şey geldi, hafıza diye
bir şey geldi, bilinçaltı diye bir şey geldi… Ve insan Yaşam
Ağacı’nın bir türü olduğunu unuttu… O her şeye
yabancılaşmakla kalmadı, türdeşlerine de yabancılaştı ve o artık
kendisini tanıyamaz halde… Çarpık Modernizm’in çarkları
arasında ve her geçen gün biriktirdiği bilgi karşısında daha da
ezikleşen, parçalanan bir dişli… Doğa karşısında ne yapsa
zayıf… Tuhaf bir şekilde doğada hafızaya sahip tek tür olmasına
karşın yine kendisine en çok yabancılaşan tek tür… Ve
dayanıksız… Geçen yıl eksi otuz dereceyi aşan soğuklar
nedeniyle kötürüm olan devasa New York binaları misali… O
devasa binalar ve yapılar, o güçlü kent, Varoluş karşısında
küçük bir ot kadar bile dayanıklı olamadı… Ve öyledir… Bu
arada Darvin’in doğal seleksiyon teoremine göndermede
bulunmuş olduk…
İlginçlikler var tabii…Kızılderililer, ırklar kırması da
sayılabilecek olan karma Beyaz Adam’ın, bir tür ırk savaşına da
dönüşen kanlı soykırım tarihinden sonra bile yok olacağını-
olduğunu iddia ediyorlar…Kızılderililer onca kıyımlara rağmen,
çoğunluk katışıksız kadim bir ırk olarak kaldıklarını belirterek,
ırk savaşlarını kendilerinin kazandıklarını söylüyorlar…Çünkü
Beyaz Adam karman-çorman oldu, ırklar karmaşasına
dönüşerek savaşı kaybetti, onların ırklarında, kültürlerinde bir
özgünlük, bir orijinallik yok artık !... Kızılderililer, Beyaz
Adam’ın bir gün tamamen yok olacağını ve kendilerinin tekrar
eskisi gibi vatanlarında rahat bir şekilde, anneleri olan
gökyüzünü kucaklayabileceklerine inanıyorlar… Kaybeden
güçlü Beyaz Adam ve onların karşısında güçsüz ve onlarca kez
soykırıma uğramış kazanan zayıf Kızılderililer !...
Modern insan bir yandan kendine sınırlar çizerek,
başkalarını ötekileştirerek kendini farklı kılma çabası güderken,
öte yandan pratik olarak tamamen melezleşip, birbirine
karışıyor… Buna ırklar bulamacı, diller cereyanı da denebilir…
Tekrar Yaşam Ağacı’na döndüğümüzde, bir anlamda bunun
doğal olduğu ve zaten hep öyle olduğu apaçık görülür… Göç
dalgaları, karışım zamanları hep olmuştur… Ve yaşamın kendisi
de göçmendir… Yaşam Ağacı’nın kökündeki mikrobun, bir
dönemler hayat olan Mars yörüngesinden kopan asteroitler ve
yine Mars’tan kopan cisimler tarafından taşınan sular veya
bakteriler katkısıyla türediği sanılmaktadır… Yani Marslı olma
ihtimalimiz çok yüksek !... Ama iliklerine kadar saçmalığa
bulaşmış yada belki belirli bir yükseklikte bakıldığında
karıncalardan farklı olmayan insan, yaşamak, yaşam kurmak
konusunda karıncalara ve diğer türlere göre çok beceriksiz, çok
primitif, çok rahatsız… Halen dil yasaklığı, kültürel soykırım,
açlık, barınma, sağlık, ulaşım, iletişim, savaş gibi ucube sorunlar
etrafında dolanıp duruyor… Doğadaki beslenme zincirinin
bilmem neresinde bulunan bir kaplanın bir geyiği avlama
fenomeninden daha geri bir durumda…
Ve insanlar bir serçe kadar bile kendileri değiller,
çevresel kozmik bağın farkında değiller… Bir yılan kendisine
yaklaşan bir canlının ruh haline olağanüstü hakimdir… Onun ne
tür bir refleks içinde olabileceğini bilir… Bir geyik dünyanın
herhangi bir yerinde başka bir geyik öldüğünde-öldürüldüğünde
bunu sezinler, bunu derinden hisseder ve belki türdeşi için acı
duyar… Hayvanların çok çarpıcı sezgileri vardır ve doğal insan
da aslında sezgiseldir… O nedenle o gelecek hakkında mevcut
zihniyet üzerinden ilginç tahminlerde bulunabilir… Şimdiki
zamanda olup bitenlerle ilgili şeyler hakkında da birçok şey
bilebilir… Ve doğal insanın etkileyici psişik güçleri vardır…
Bunların çoğunu bilgiye değil, sezgiye, zekâya dayanarak
bilir…
Swami Saraswati, Güneybatı Avustralya’daki ulusal
sağlık servisinde çalışan bir doktordu… Ve bir kanser
hastasıydı... Saraswati, hastalığını yenme konusunda yıllarca
eğitimini aldığı Klasik Tıp’tan umudunu kesmişti… O kendisini,
doğal bir hekim olan Aborjin asıllı yaşlı bilge Jimmy Baker’in
ellerine bıraktı… Jimmy’in elleri gerçekten mucizeler yaratan
nitelikte idi çünkü o bütün ameliyatlarını elleri ve yüreği ile
yapıyordu… Jimmy Baker, öğrendiği her şeyi büyük babasından
ve o da kendi büyük babasından öğrenmişti… Doğal tedavi
yöntemleri ve yaşam felsefeleri ile 60 bin yıl boyunca
sürekliliklerini sağlayan Aborjinler evrenin gizil bilgilerine
sahip olduklarını belirtirler… Klasik Tıp öğrenimi alarak doktor
olan Saraswati doğal olarak kendini binlerce yıllık ayakta
kalabilen sevgi ellerine bırakacaktı… Ve yine doğal olarak
Jimmy’in ellerindeki ve içindeki sevgiyi tüm hücrelerinde
hissettiğini söyleyecekti ve bir süre sonra iyileşecekti…
Doğal insan doğal olarak sezgisel, bilge ve
iyileştiricidir… Çarpık Modernizm ise doğal olarak zihinsel,
aptallaştırıcı ve hastalık kaynağıdır… Baktığınız her yerde bu
tuhaflıkları görme yetisine sahipsiniz…
Cesaret, Tek Başınalık Ve Aşk
17 Aralık 2014
Ve eğer birileri insanlara, onların kurtarıcıları,
özgürleştiricileri olduklarını söyleyerek, devletlerine,
örgütlerine, partilerine, çetelerine, şirketlerine, ümmetlerine,
tarikatlarına, camilerine ve sinagoglarına, kiliselerine,
tapınaklarına ve öğütçü organizasyonlarına hizmet etmelerini
istiyorsa, bilin ki onlar pek ciddiye alınacak birileri
değildir…Cennetten bahseder cehennemi yaşatırlar, özgürlükten
ve demokrasiden bolca nutuk atar ama toplum ve değerler
ayağına insanları iliklerine kadar sömürürler…Yarınlardan,
güzel gelecekten bahseder lakin bugünün ve doğan her günün
içine ederler…Doğrusu ne derlerse desinler pratikte tersini
ederler…
Ve beri yandan insanlar ilginç bir şekilde, fevkalade
sosyal, siyasal, kültürel ve bilimsel olmak üzere bir çok farklı
dinamiklerin kurbanı olmaya pek de hevesli…Durum bu olunca
ve gerçekten aptallık, her anlamda açlık, görmemişlik,
görgüsüzlük devasa boyutlara ulaşınca Yeni Osmanlıcılık,
Peygamber dönemi İslamcılık ve her türlü fantastik toplum
mühendisliği tavan yapıyor…Hipnotize edilmiş sürüler, hasta ve
sapkın tiplerin arkasına takılmakla bir kez daha hakikate
yabancılaşıyor, Varoluş ile arasına bir çember daha örüyor ve
bir set daha çekiyorlar…Gözlerini örten perdeler, kulaklarını
tıkayan tıkaçlar ve dillerine vurulan kilitler arttıkça, daha da
artıyor…
Bana göre, insanlar tek başına olmayı beceremedikleri
müddetçe ne özgürleşebilir ve ne de gerçek anlamda
toplumsallaşabilirler… Ortadoğu gibi kinciliğin, şiddetin,
milliyetçilik, mezhepçiliğin ve dinciliğin, cinsiyetçiliğin,
omurgasızlığın, her türlü haysiyetsizlik ve düzenbazlığın kök
saldığı, kol gezdiği, kronikleştiği yerlerde ise özgür birey olma
tutumu geliştirilmedikçe bütün siyasi, cemaat, tarikat
yapılanmalarının gideceği yer farklı türden faşizmdir… Bugüne
kadar öyle olmadı mı ?... Tabii genelde öyledir ama
Ortadoğu’nun daha şiddetli bir çılgınlığa, tek başınalığa ihtiyacı
var…Geçenlerde cezalandırılacağını bile bile Afganistan
sokaklarında etek ile dolaşmaya cesaret eden kadın gibi anarşist
uçluklara ihtiyaç var …Ve dikkat ederseniz ne kadar çok örgüt
varsa o kadar çok kölelik vardır, ne kadar çok devlet ve ne kadar
çok din, cemaat, tekel, gelenek, görenek şu, bu varsa o kadar
çok perde ve yabancılaşma vardır…
Ve bence artık bu ego savaşları, ölü severlik, kutsallıkla
alakası olmayan tapınışlar yıkılmalı… Dünyada hiç bir
tahakküm kırıntısı kalmamalı…Basit bir kurum bile insanın
boynuna geçirilmiş bir kölelik halkasıdır…Gezegen, salt insan
olmayı beceren hiçlik - her şeylik ikilemiyle var oluşsallığını
süreklileştiren gerçek insan türünün, özgürlük vadisi
olmalıdır…Çünkü diğer tüm biçimsellikler, kimlikler faşizmdir,
illüzyondur, hipnotize olunmuşluk dolaysıyla uyur-
gezerliktir…İnsanlar artık araçlar türetip onlara tapmaktan
vazgeçmeli… Bu uyur-gezerlikten vazgeçmelidir… Ve yine
ilginç bir şekilde modern insan putperestlik denen dönemden
daha zayıf, daha tapınıcıdır… Marka tapınıcılığı, tarikat, mülk
tapınıcılığı, etiket tapınıcılığı, mezhep, milliyet tapınıcılığı,
örgüt, parti tapınıcılığı ve saymakla bitmeyen irili ufaklı binlerce
küçük tapınaklar…Spor, müzik, sinema, sanat, estetik ve
edebiyat bile düzeysiz bir egonun hizmetine girmiş birer fetişist
aygıttan öte bir rol oynamaz hale gelmiştir…
Ve sen tüm bunların dışına çıktığında derin bir nefes
almış olacaksın…Gerçekte o zaman yaşıyor olacaksın…Bu
kuşatılmışlığı bir kez fark ettiğinde ve buna çok sıradan, objektif
bir tanıklık ettiğinde algılayış biçimin değişecek ve dönüşmeye,
kendiliğinden başlayacaksın…Ve tüm bunların siyasi
örgütlenmelerle, silahla, savaşla, klasik devrimler veya devrim
sanılan karşı devrimler ile alakası yok, ilgisi yok !… Onlar
kimseye bir saatlik bile huzur vermemiştir…Doğrusu hiç bir
partinin, bir dinin, bir devletin birilerini (sürekli) huzurlu, mutlu
kıldığına şahit olmadım ama insanların ışıklarının nasıl
söndürüldüğünü, nasıl insanlıktan çıktıklarını çok gördüm…
***
İ.S 400 yıllarında kendini gerçekleştiren İskenderiyeli
Hypatia olağanüstü bir kadındı… Felsefe, matematik ve
astronomi ile çok yakından ilgiliydi… Hypatia, bilime olan
tutkusu ile birlikte zarafeti ve güzelliği ile de adından söz
ettiriyordu… Aşkın ta kendisi idi… Babası Theon ile birlikte
kurdukları Yeni Plâtoncu okulda düşüncelerini cesurca ve kaygı
duymadan öğrencilerine aktarıyor, dönemin önemli siyaset,
bilim, din adamlarıyla görüşmeler, diyaloglar yapıyordu... Fakat
bu durum, İmparator Theodisius ve kilise için tehlikeli ve tehdit
edici bir durumdu… İmparator Theodisius ve işbirlikçisi
İskenderiye Piskoposu Cyril, başta Serapis tapınağı olmak üzere,
belli başlı müzeler ve ünlü İskenderiye Kütüphanesi’ni bizzat
kendi elleriyle yıkıp, parçalayıp yaktılar… Ve beklendiği üzere
bir süre sonra kentte Hypatia’nın Tanrı’nın emirlere uymayan
baş belası bir cadı olduğu söylentileri yayılmaya başladı…
Meydanlarda ateşli konuşmalar yapan Piskopos Cyril, ( gerçekte
İsa ile hiç bir alakası olmayan) İncil’den alıntılar yaparak halkı
kışkırtıyor ve Hypatia’yı dinsiz, şeytan olarak niteliyordu…
Nihayet öfkeli 500 dini bütün Hıristiyan, Hypatia’ya bir
kilisede tıpkı Roma ve işbirlikçisi Yahudilerin İsa’ya yaptıkları
gibi korkunç işkenceler yaptılar… Fahişe olarak suçlanan
Magdanalı Meryem’i taşlayan gözü dönmüş kitlenin önüne
geçerek engel olan ve onu kurtararak ona eş olan İsa’nın adına
Hypatia’yı önce işkence ile öldürüp sonra yaktılar… Böylece
onlar İsa’nın ruhuna bir kez daha işkence yapıp, onun adına onu
bir kez daha katletmiş oldular…
Ve işte gerçek budur… Ne olursa olsun topluluklar,
kitleler, sürüler, döner dolaşır faşizmi uygulayacak bir kılıf
bulurlar… Dikkat ederseniz faşizm bir gezici siklon gibidir, bir
virüs gibidir, sağdan sola geçer, oradan dinciliğe, milliyetçiliğe
geçer, oradan da başka yerlere geçip zemin arar durur… Ben bu
yamyamlığı durdurmanın tek yolunun, tek başınalık olduğundan
kesinlikle eminim… Önce (ruhen) tek başına kurtul,
özgürleş!...Özgürlüğün kitlesel veya örgütsel olarak inşa
edileceği bir illüzyon ve yanılsamadır!... On bin yıldır olan, işte
bu saçmalıklar ve bu yanılsamalardır…
İlk Tohum, Yeni Kıtalar Ve Çığlıklar
26 Aralık 2014
Asırlar öncesiydi… Yıldızlar olmadıkları kadar ışık
saçarak parlaklık yayıyordu etrafa o gece… Dalgasız, lacivert
bir çarşaf gibi uzanan ve bir yakamoz yumağı gibi yemyeşil
dağlarla buluşan Ege denizi ve ışıldayan gökyüzüne bakarak ‘‘
Bu şeyler neden yapılmış’’ diye sordu insan… Daha evvel buna
benzer sorular soran Mezopotamyalı orta yaşlı bir kadın,
topladıkları buğday tanelerine ve toprağa ve gökyüzüne bakarak
‘‘ Bu şey nasıl oluyor’’ diye sormuştu… Ve buğday tohumunu
toprağa gömerek, onun yağmur sularından ve açan güneşten
sonra filizlendiğine tanıklık etmişti… O kadın büyük tarım
devriminin önünü açmıştı… Ve işte gerçek devrim budur…
Gerçek devrimler basit ama anlayış ve tanıklık gerektiren
sorular ve onu izleyen pratik adımlarla başlar… Diğer siyasi
devrimler ise yıkıcıdır, sahtedir ve egoyla, iktidar hırsıyla başlar
ve bir süre sonra karşıtına dönüşür ve tekrar karşıtına dönüşür
durur… Fransız devrimi tam bir trajedidir mesela…
Ve insanlar bunu yaptıkları sürece yani basit sorular
sormadıkları sürece, sorgulamadıkları sürece yaşamlarında,
köylerinde, kasabalarında, kentlerinde ve ailelerinde ve
kendilerinde bir derinlik oluşturamazlar… Tekrarın ürünü insan
olmaktan kurtulamazlar… Senin bu acınası yazgın, öğrenilmiş
ve tekrara mahkum kaderin, basit sorular sormaktan kaçındığın
içindir !... Ve ben, ırklar ve toplumlar çağını kendimde gömdüm
özgürlük çağı şafağında…Çanlar artık hür insanlar için
çalmalı !... Ama gömülmemiş ve görülmemiş hesaplar
çoğaldıkça, üst üste bindikçe ve kronikleştikçe kölelik de o
kadar derin olur… Çocukluk o kadar zor ve bilgelik pespaye
olur… Mülkiyet ve bilgi duvarlarını aşamayan entelektüellik ise
şarlatanlıktan öteye gitmez… Sofistler işte öyleydi !...
‘‘ Bu şeyler neden yapılmış ’’ diye soran Atinalının
hemşerisi Sokrates, varoluşsallığını sokaklara borçludur… Onun
sokak anlayışı şüphesiz kendine özgü ve bilgecedir… Taş oyma
zanaatçılığını orta yaşlarda bırakan Sokrates, M.Ö 400 yıllarında
büyük problemler ile boğuşmak zorunda kalmıştı… Meletos’un
iftiralarından ve şikâyetinden önce, sokaklarda insanlar ve
gençler ile sohbet ederek, yaşama, erdeme, bilgiye, bilgeliğe
dair ipuçları arıyor, sorular sorup duruyordu… Ne bir örgütü,
partisi, devlet görevi, okulu ve ne de üyesi olduğu bir kulübü
vardı…
Atina savaşlara, tiranlara, yıkım ve kaosa teslim olmuştu
adeta… Bütün bu karmaşa içinde Sokrates sokaklarda tek
başınaydı ama hiç bir zaman yalnız değildi… Sofistlerin devlete
hizmet temeli üzerinde geliştirdikleri bilgiye, mülkiyete ve çıkar
ilişkilerine dayalı eğitimciliği ret ediyordu… Ve askerliği,
siyaset ilişkilerini, her şeyi ret ediyordu… Sokrates salt kendisi
idi ve kendisi ile idi ama Atina’nın en onurlu, en gerçek devrim
yaratıcısı, en sorumlu, en halkçı, en eşitlikçi ve en zeki bilgesi
idi… ‘‘ Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez ’’
diyordu… Hiç bir şeydi ama aynı zamanda her şey… Çakma
takipçisi Platon’un aksine köleliğe de karşıydı bence… Ve o
Zerdüşt ve Buda’dan sonra, tarihin andığı üçüncü özgür
kişiliktir…
Utanç verici bir mahkeme tarafından rezilce ölüme
mahkûm edilen Sokrates, kaçmayı da doğal öğrencilerinin
kendisi için gösterecekleri cesur çabaları da ret etmiş, kendisi
için hazırlanan zehri tereddütsüz içmişti… Sokrates’in attığı
özgürleşme tohumu Yunan felsefesinin ve daha sonraki bütün
özgürlük arayışlarının temelini oluşturarak devrimsel sonuçlar
doğurmuştu… Sokrates’ten iki bin yıl sonra yaşayan ve en etkili
düşün insanlarından sayılan Hegel ve yine Nietzsche, onun ile
boğuşmaktan, konuşmaktan ve ondan etkilenmekten kendilerini
alamamışlardır… Bu arada Nietzsche’nin Sokrates ile ilgili
değerlendirmelerini biraz haksızca veya abartılı bulurum…
Ve insanlar yirmi birinci yüzyılın bilgi çağında, her gün
defalarca geçtiği sokakta ne olduğunu fark edecek vakti
olmayan, yalnız, sorumsuz, aptal, bencil, bireyci, mülkiyetçi ve
tuhaf bir şekilde aynı zamanda kutulara hevesli hükümet
yetkilileri kadar ‘‘toplumcu’’ ve ‘‘ sorumlu’’ olmaktan gurur
duyuyorlar… Sevgisizlik güçlülük emaresi iken, prestij ve
vizyon sahipliği tıraştan sonra alınması gereken olmazsa olmaz
losyonu babında… Ve insanlar işte bunlarla büyüyor… Hırs ve
başarı illüzyonları ile… Ve devrimlerin hırslı ve başarılı
insanlara ihtiyacı olduğunu düşünler var… Christophe Colomb,
çok hırslı, başarılı bir denizci ve devrim denilen gelişmelere de
yol açmış biriydi…
Venedikli kaşif Marco Polo’nun Çin maceraları ile
başlayan dünyaya açılma ve keşif serüveninden 200 yıl sonra
1480 yıllarında İspanya Kraliyeti adına bir çok kez yollara
dökülen Colomb, çok acımasız ve aç gözlü bir ‘‘ ilerici ’’ idi…
Japonya ve Çin seyahatleri amacıyla yola çıkıp defalarca yeni
kıta Amerika’ya ait Bahama ve diğer irili ufaklı adalara ulaşan
Colomb, tuhaf bir şekilde ölene kadar yeni bir yer
keşfetmediğini iddia etti… Ulaştığı adalardaki yerliler ile olan
teması ise çok korkunç ve yıkıcıydı… Colomb, talan çağını
başlatmıştı… Günlüğünde yerlilerin silahı ve şiddeti
tanımadıklarını, çok uysal olduklarını, en kısa zamanda önce
köleleştirilip sonra Hıristiyan yapılabileceklerini ve altın ve
gümüşlerine kolayca el koyabileceklerini not düşecekti…
Colomb’un ardından Avrupalı altın avcıları kısa zamanda deniz
yolu ile yenidünyaları yağmalamaya başlamıştı bile… Roma ve
Hıristiyan sermayesinin yükselişi, yerli kıyımları ve onlara ait
altın ve gümüşlerin yağmalanması, el konulması ile gelişti…
Evet… Dünün ve yarının buluştuğu bugün ve şimdiki zamanda
ise yıkıcılık ve sevgi, başarı ve erdem… Aç gözlülük ve onur…
Egosal devrim ve bilinç temelli dönüşüm… Toplum ve kişi…
Serbestlik ve özgürlük… İlericilik ve adalet… Modern insan ve
doğal insan… Yaşamak ve hayatta olmak gibi kavramların,
tanımların ve ifadelerin üzerinden yeniden doğmak mümkün
olduğu kadar, en büyük çirkinleşme de yine olası… Ve
Colombların oldukça fazlalaştığı gezegende Sokrateslerin de
çıkıp, çoğalması önemli…
Yeni Zamanlar
01 Ocak 2015
Elbette onların pek bir şeylere ihtiyaçları olduklarını
sanmıyorum… Onların, gerçek bilime, gerçek yüreğe ve gerçek
insana ihtiyacı yok… Onların gerçek ve hakikatle ilgili hiç bir
aydınlığa, ufuk açıcılığa ihtiyacı yok… Onların farklı türlü bir
bilgiye, farklı türden bir bakış açısına, farklı türden yaklaşımlara
da ihtiyacı yok… Onların elemana ihtiyacı var… Onların emir
erlerine ihtiyacı var… Onların paraya, tekniğe, bin bir türlü
araca ihtiyacı var ve onların kölelere ihtiyacı var…
Kullanacakları çelişkilere, çatışkılara ihtiyacı var… Bu nedenle
sen işçi oldun, bu nedenle sen partili, örgütlü oldun, bu nedenle
sen madde bağımlısı oldun… Ve bu nedenle asker ve savaşçı ve
mümin, taraftar, militan, mürit oldun… Devlet bürokratı, lider,
öncü ve büyük komutan oldun… Ama ben sana bütün hikâyenin
bu olmaması gerektiğini söylüyorum…
İnsanların, insanlığın hikâyesi bu olmamalı… Ve
gerçekten salt bu değildir hikâye… Hakiki insanlardır dünyayı
biraz çekilir kılan!.. Ama zihin durmaz… Ama Ego durmaz…
Ama sefalet ve sahtelikler durmaz… Birbirlerini tetikleyerek iş
görürler ve en berbat olasılıklar insanlara normal bir şeymiş,
olması gereken bir şeymiş gibi sunulur… Size henüz küçükken
ve daha sonra genç biriyken okullarda, ailenizde, mahallenizde
öğretilenler şüphesiz hakikat değildir… Şüphesiz kozmik bilinç,
ortak zekâ değildir… Şüphesiz bilginin göreceliği ve
zamansızlık değildir… Ama size öğretilen modern bilim iflas
etti, size öğretilen modern toplum ideolojileri iflas etti… Size
öğretilen tek tanrıcılık da gitti gidecek, liberalizm yerlerde
sürünüyor… Ve artik sen tek başınasın doğa karşısında!...
***
Yağmur damlalarının her alnına vuruşunda, umutsuz
düşünceleri büyük bir ürküntü ile babası ve yeni doğan çocuğu
arasında kalan Yu, bulunduğu tepenin üstünde yağan sağanak
yağmura aldırış etmeden Sarı Irmak’a bakıyordu… Milattan
önce iki bin yıllarında Çinli aşiret ve kabileler büyük bir bela ile
karşı karşıya idi… Sarı Irmak, iki de bir taşıyor ve bütün
ekinleri ziyan ediyordu… Kabile önderlerinden Yao, sorunun
çözümü için önce Yu’nun babası Gun’u görevlendirmişti…
Gun, dokuz yıl boyunca her yolu denedi fakat bir türlü baş
edemedi asi ırmakla ve sonra bu başarısızlığını hayatıyla
ödedi… Yu ise babasının başladığı işi bitirmekle
yükümlendirilmişti… Ve kendisi henüz baba olmuştu…
Yu, ırmak yolunu aylar boyunca takip etti… Bütün
açılardan gözlemleyerek, ırmağın geçtiği arazinin krokisini
çıkardı… Babası yıllarca ırmağı bir şekilde tıkamakla taşmayı
engelleyebileceğini düşünmüş, bütün yöntemlerini tıkama,
önüne set çekme, engelleme üzerine oturtmuştu ama bir türlü
ırmağın taşmasını engelleyememişti… Yu, uzun süren arayışları
sonucu farklı bir bakış açısı geliştirerek ırmağın taşmasını
engellemeyi değil, onun taşma olasılığını engellemeyi,
dolaysıyla rahatlatmayı planlamıştı…
Bütün aşiret ve kabile üyeleriyle beraber gerçekten
olağanüstü bir çalışma yürüten Yu, muazzam bir mühendislik
inceliğiyle yüzlerce kanal açarak, yağmur sularıyla coşan ırmağı
rahatlatmış, onu fevkalade verimli hale getirmişti…13 yıllık
hayranlık duyulacak bir çalışma yürüten Yu, ayrıca ölçme
cihazları ve aletleri, haritacılık usullerini de yaratmıştı…
Yu’nun hikâyesi mutlu son ile biter… Çünkü O yüreği, sezgileri
ve zekâsı ile hareket etti… Çünkü O yaşam sorumluluğunu
alabilecek cesareti gösterdi ve çünkü O öğretilmiş algılarla,
bilgilerle hareket etmedi… Ama senin hikâyende, devletlerin ve
ulusların hikâyesinde bunlar fazlaca olan şeyler değil ! … İşte
bu nedenle mutsuzsun !... İşte bu nedenle zamana bağlandın ve
işte bu nedenle korkuların, kaygıların, zihnin egemenliğine
girdin… Sorunu çok çıplak ve apaçık göremezsen kendini
gerçekleştiremez ve dolaysıyla yaşıyor olmamış sayılırsın…
Nitekim Varoluş nazarında yaşamak başka bir şeydir !...
Ve devlet büyüklerinin, hükümet yetkililerinin,
bürokratların yaptıkları budur…Taşan özgürlük taleplerinin
önünü tıkamak, engellemek, önlerine set çekmek!... Bütün
sorunların önünü tıka ve hatta mümkünse görme yada düşünme
!…Herkesin, en küçük, en denenmemiş örgütün veya partinin
veya dinin, cemaatin vesairenin yaptığı da budur çünkü aynı
zihniyetten beslenilen bir durum var…Ve sana da bu öğretildi…
Her şeyi bastırmak öğretildi, mutluluğu, bilinci bastırman
öğretildi yada buna tepki olarak tersi öğretildi…Çocuğunu
bastır, eşini bastır, işçini bastır, azınlıklarını bastır, farklı
kültürleri, ulusları, toplulukları, dinleri, mezhepleri, cinsleri,
sesleri ve hatta çiçekleri ve dalları, hayvanları bastır!… Modern
insan bastırılmış veya dağıtılmış kişiliklerin toplamıdır…
Sana yeni bakış açıları gerekli… Sana yeni yıllarda yeni
bir yaşam gerekli ve sana yeni sen gerekli… Bu seninle birlikte,
senin içinde, sende mevcut ama çıkarılmamış henüz,
işlenmemiş... Bunu işlemelisin, en azından denemelisin ve ben
sana kaç yaşında ve nerede olursan ol, bunu dene derim… Yeni
zamanlara, yeni anlara, yeniyi yaratacak bir niyetle girmek
coşkusuyla!...
Dert Nedir?
08 Ocak 2015
Şiddet olağanüstü derinleşiyor…Anlayışsızlık, aymazlık,
kültürsüzlük, yaşama karşı meraksızlık ve budalalık olağanüstü
derinleşiyor… Sevgisizlik ve duyarsızlık olağanüstü gelişiyor…
Ama bilgi artıyor ama teknik fevkalade genişleyerek ve
yayılarak daha fazla üretime konu oluyor… Üretim bütün
hızıyla ve çarpıcılığıyla artarken paradoksal olarak insanlardaki
iç tükeniş daha fazla boyutlanıyor, katmerleşiyor… Değer denen
yürek işi şeyler çürüyor… An be an!
Ve insanlar mavi gökyüzünün altında ve ellerinin dahi
uzanabileceği ve büyük bir coşkuyla karşılanabilecek yaşam
olasılıklarını hayal bile edemiyor… Hayaller yok !... Bu kadar
gelecek meraklısı, bu kadar gelecek kaygısı ve bu kadar gelecek