Upload
halobin
View
858
Download
0
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Education, history, postmodernism
Citation preview
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
ORTAÖĞRETİM SOSYAL ALANLAR EĞİTİMİ ANA BİLİM DALI
TARİH EĞİTİMİ BİLİM DALI
YAPILANDIRMACI YAKLAŞIMA YÖNELİK ELEŞTİRİLER VE
TARİH ÖĞRETİMİNE YANSIMALARI (Yüksek Lisans Tezi)
HALİL AKKURT
İSTANBUL, 2010
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
ORTAÖĞRETİM SOSYAL ALANLAR EĞİTİMİ ANA BİLİM DALI
TARİH EĞİTİMİ BİLİM DALI
YAPILANDIRMACI YAKLAŞIMA YÖNELİK ELEŞTİRİLER VE
TARİH ÖĞRETİMİNE YANSIMALARI (Yüksek Lisans Tezi)
HALİL AKKURT
DANIŞMAN: DOÇ. DR. HALİL EKŞİ
İSTANBUL, 2010
i
ÖNSÖZ
Eğitim sistemimizin son yıllardaki yeniden yapılanma süreci 1940’lı yıllardan bu
yana yaşanan en köklü değişikliğe işaret etmesi nedeniyle büyük bir önem
arzetmektedir.
Yapılandırmacı yaklaşım esas alınarak hazırlanan yeni eğitim sistemimizin
postmodernizm olarak tanımlanan daha kapsayıcı bir anlayışın ürünü olarak önceki
eğitim sistemimizi neredeyse tam karşısına alması birçok soru işaretini de
beraberinde getirmiştir. Öyle ki, onlarca yıl önceki eğitim sistemi çerçevesinde
eğitim almış insanlarda “daha önceki bilgilerimizin/öğrendiklerimizin hepsini çöpe
mi atacağız?” şeklinde karikatürize edilebilecek bir huzursuzluk yaşanmıştır.
İnsanların değer yargılarını oluşturmalarında tarih disiplini ve bu disiplinin öğretimi
özel bir anlam taşır. Felsefesi, öğretim yöntem ve stratejileriyle birlikte köklü bir
değişikliğe gidilen eğitim sisteminde tarih öğretimi anlayışının da farklılaşacağını,
dünyaya ve olaylara daha öncekilerden farklı türlü bakan bir neslin yetişeceğini
öngörmek kahinlik olmasa gerek.
Bu çalışma böyle güncel bir konunun daha iyi kavranılması kaygısının izlerini taşır.
Bu kaygının tohumlarını atan, hem lisans hem de yüksek lisans dersleri boyunca bizi
ilgili literatürle tanıştıran ve eleştiri kültürümüzün oluşmasındaki katkılarını
yadsıyamayacağımız değerli hocamız Prof. Dr. Dursun Dilek’e ve bu eleştiri
kültürünü derinleştirmemiz için bizleri teşvik eden, yol göstericiliğini hiçbir zaman
esirgemeyen değerli hocamız ve tez danışmanım Doç. Dr. Halil Ekşi’ye olan
borcumu nacizane bir teşekkür ile ödeyemeyeceğimin farkındayım.
Sevgili dostlarım Müjdat Dağaşan ve Nevzat Özgül çeşitli vesilelerle teşekkürü hak
etmektedirler. Bunların yanı sıra, maddi ve manevi her türlü desteğini gördüğüm
dostum, ağabeyim Barış Akkurt’a ve yüksek lisans eğitimim boyunca yanımda
olmasından büyük memnuniyet duyduğum dostum, meslektaşım Zafer Çınar’a özel
bir teşekkürü borç bilirim.
ii
ÖZET
Bu çalışma eğitim literatüründe son yıllarda oldukça geniş yer kaplayan ve
ülkemizdeki yeni öğretim programlarının felsefesine de kaynaklık eden
yapılandırmacı yaklaşımı, bir disiplin olarak tarihi ve bu disiplinin öğretimine
yönelik anlayışları paradigma kavramı çerçevesinde çeşitli boyutlarıya ele alarak
yapılandırmacı yaklaşıma yönelik eleştirileri ve bu eleştirilerin tarih öğretimine
yansımasını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Çalışma nitel araştırma yöntemlerine dayalı olarak yürütülmüştür. Nitel araştırma
tekniklerinden veri toplama ve çözümleme aşaması gerçekleştirilerek alanyazındaki
farklı görüş ve felsefelerin zihinsel temelde yeni açılımlar yapmasına çalışılmıştır.
Bu anlamda, modern ve postmodern paradigmalar etrafında paradigma anlayışının
değişiminin izi sürülmüş; farklı eğitim felsefeleri ve akımları incelenerek
yapılancırmacı yaklaşım ile aralarındaki farklılıklar gösterilmeye çalışılmış;
yapılandırmacılılığın kolları arasındaki farklılıklar vurgulanmış; bir disiplin olarak
tarihe ve onun öğretimine yönelik farklı anlayışlar sergilenmeye çalışılmıştır.
Araştırmada; yapılandırmacı yaklaşımın nesnel bilgiyi tamamen ya da büyük ölçüde
reddetmesi, bilgiyi geçici ve duruma bağlı olarak ele alması ve onun oluşumunda
kültüre merkezi önem atfetmesi, öznelliği ve göreliliği temel ilkeler haline
getirmesinin onun birçok bakımdan eleştirilmesini beraberinde getirdiği; bu anlamda
postmodernizmin eğitimdeki uzantısı olarak değerlendirildiği; kimileri tarafından
seküler bir din ya da bir ideoloji, kimileri tarafından ise ulus devletlerin
parçalanmasına ve geri kalmış ülkelerin geri kalmışlığıyla gelişmiş ülkeler için
hammadde ve pazar olarak kullanılmasına olanak tanıyan neoliberal politikaların bir
aracı olarak olarak ele alındığı; tarih öğretimi açısından yapılan eleştirilerin de bu
temelde şekillendiği sonucuna varılmıştır.
Anahtar Kelimeler: yapılandırmacılık, tarih, tarih öğretimi, postmodernizm,
yapılandırmacılık eleştirisi
iii
ABSTRACT
This study aims to introduce constructivism which is popular in education in recent
years and shaping Turkey’s latest education strategies, history as a discipline,
teaching approaches of this discipline in accordance with the paradigm concept and
then to show criticisms of constructivism and its reflections on teaching history.
This study was conducted with qualitative research methods. New ideas generated by
the opinions and the philosophy in the field are the goals with the help of data
collection and analysis steps of qualitative research method.
The concept of paradigm was searched in accordance with modern and postmodern
paradigms, the differences between them and the constructivism was aimed to be
revealed by analyzing different education philosophies and trends in education, the
differences among the branches of constructivism were emphasized, history as a
discipline and different trends in teaching history were revealed in this study.
In this research, constructivism’s largely or completely disapproval of objective
information, its referring information as temporary and its giving importance to the
culture as the main component, its making subjectivity as the basis and this leads to
criticisms about it, in this condition its being accepted as the extension of
postmodernism in education, its being accepted as the tool of neo-liberal policies that
enable developed countries to make use of other countries as markets and raw
product providers for themselves and finally it is concluded that the criticisms about
teaching history are shaped on this basis.
Key words: constructivism, history, teaching history, postmodernism, criticism of
constructivism
iv
TABLOLAR
Tablo 1: Yapılandırmacılığın Farklı Yüzleri 39
Tablo 2: Öğrencilerin İlgi Duydukları Tarih Türleri Sıralaması 103
Tablo 3: Bilişsel Yapılandırmacılık ve Postmodern Felsefedeki Temelleri 112
Tablo 4: Paradigma, Bilim, Eğitim, Tarih ve Tarih Öğretimi Anlayışları 142
v
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ i
ÖZET İİ
ABSTRACT İİİ
TABLOLAR İV
İÇİNDEKİLER V
1. BÖLÜM: ARAŞTIRMA HAKKINDA 1
1.1 Araştırmanın Niteliği 1
1.2 Araştırmanın Bölümleri 2
2. BÖLÜM: FELSEFE VE BİLİM İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA PARADİGMA DEĞİŞİMİ VE EĞİTİMİN FELSEFİ TEMELLERİ 3
2.1 Felsefe Ve Bilim İlişkisi Bağlamında Paradigma Değişimi: Modernizmden Postmodernizme 3
2.2 Eğitimin Felsefi Temelleri 16
2.2.1 Başlıca Felsefeler ve Eğitim Anlayışları 17
2.2.1.1 İdealizm ve Eğitim Anlayışı 17
2.2.1.2 Realizm ve Eğitim Anlayışı 18
2.2.1.3 Pragmatizm ve Eğitim 19
2.2.1.4 Diyalektik Materyalizm ve Eğitim 20
2.2.1.5 Varoluşçuluk ve Eğitim 21
vi
2.2.1.6 Naturalizm ve Eğitim 22
2.2.2 Başlıca Eğitim Felsefeleri 22
2.2.2.1 Daimicilik (Prennialism) 22
2.2.2.2 Esasicilik (Essentialism) 23
2.2.2.3 İlerlemecilik (Progressivism) 24
2.2.2.4 Yeniden Kurmacılık (Reconstructionism) 25
2.2.3 Davranışçı Kuram 26
3. BÖLÜM: YAPILANDIRMACI YAKLAŞIM VE FELSEFİ KÖKENLERİ 28
3.1 Güç Kazanan Bir Anlayış Olarak Yapılandırmacılık 28
3.2 Kavram Karşılama Sorunu 29
3.3 Yapılandırmacılığın Neliği 31
3.4 Yapılandırmacılığın Kolları 40
3.4.1 Bilişsel Yapılandırmacılık 40
3.4.2. Sosyal Yapılandırmacılık 44
3.4.3. Radikal Yapılandırmacılık 48
3.5 Yapılandırmacılığın Kuramsal Temelleri 50
3.6 Yapılandırmacılığın Öğretim Boyutu 56
3.6.1 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamı 59
3.6.2 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamında Öğretmenin Rolü 61
3.6.3 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamında Öğrencinin Rolü 62
3.6.4 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamında Yararlanılan Öğrenme Yaklaşımları 62
vii
3.6.4.1 Probleme Dayalı Öğrenme 62
3.6.4.2 İş Birliğine Dayalı Öğrenme 63
3.6.4.3 Proje Tabanlı Öğrenme 64
3.6.4.4 Buluş Yoluyla Öğrenme 64
3.6.5 Yapılandırmacı Yaklaşımda Değerlendirme 65
3.7 Yeni Eğitim Programları ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Yapılandırmacılık Anlayışı 65
4. BÖLÜM: DEĞİŞEN TARİH ANLAYIŞI VE TARİH ÖĞRETİMİ 69
4.1 Tarih Anlayışında Yeni Bir Evreye Doğru 69
4.1.1 Antik Çağdan 19. Yüzyıla Kadar Tarihe Bakışlar 71
4.1.2 “Bilimsel Tarih”in Serüveni 73
4.1.3 Pozitivist Tarih Anlayışına Yönelik Eleştirilerin Yoğunlaşması 79
4.1.4 Postmodern Bir Tarih Anlayışı Olarak Yapısökümcülük 81
4.2 Yapılandırmacı Yaklaşım ve Postmodern Tarih Anlayışı Çerçevesinde Tarih Öğretimine Yeni Yaklaşımlar 89
4.2.1 Tarih Öğretiminin Amaçları Eleştirisi ve Türkiye’de Durum 89
4.2.2 Öğrencilerde Tarihsel Düşünce Gelişimi ve Tarih Öğretimine Yeni Yaklaşımlar 96
5. BÖLÜM: YAPILANDIRMACI YAKLAŞIMA YÖNELİK ELEŞTİRİLER, TARİH VE TARİH ÖĞRETİMİ 107
5.1 Yaklaşım İçi Eleştiriler 108
5.2 Postmodernist Karakteri Üzerinden Yöneltilen Eleştiriler 111
5.2.1 Yapılandırmacılığın Postmodernliği Üzerine Düşünceler 111
viii
5.2.2 Felsefe ve Bilim Temelli Eleştiriler: Bilgi, Gerçeklik, Doğruluk, Nesnellik 114
5.3 Eğitim ve Öğretim Temelinde Eleştiriler 122
5.4 Türkiye’deki Yeni Eğitim Sistemine Yönelik Eleştiriler 130
5.4.1 Yeni İlköğretim Programı’na Yönelik Eleştiriler 131
5.4.2 Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler ve Tarih Öğretimi Programlarına Yönelik Eleştiriler 136
5.4.3 Yeni İlköğretim Programlarının Uygulama Alanındaki Sorunları 137
6. BÖLÜM: TARTIŞMA VE SONUÇ 141
KAYNAKÇA 147
1
1. BÖLÜM
ARAŞTIRMA HAKKINDA
1.1 Araştırmanın Niteliği
Modern bilime yönelik eleştiriler eğitim bilimlerinde de yansımasını bulmuştur. Bu
eleştirilerin kaynağı olan ‘hakikatin, gerçeğin ne olduğunun kesin olarak
bilinemeyeceği; bunun insan zihnince oluşturulan şeyler olduğu’ düşüncesi tarih
disiplinine de - başka alanlarda olmadığı kadar rahat bir şekilde - yansımıştır. Tarihi
edebiyatın bir parçası olarak gören Aristoteles’ten bu yana, tarihin yersiz-yurtsuzluğu
büyük ölçüde devam etmektedir. Bilim ile sanat arasında göçebe bir yaşam süren
tarihte modern bilimin ilkelerinin zayıf kalması, deney alanının olmaması bu yeni
epistemolojik anlayışın tarihte çok kolay yer edinmesine neden olmuştur.
Bu yeni anlayış ülkemizde bazı eleştirilere uğramıştır. Bu eleştirilerdeki en temel
vurgu, insanı bir bilinemezciliğe hatta nihilizme sürüklemesi endişesidir. Ayrıca ulus
devlet kavramının ortadan kalkmasına neden olabileceği kaygısı da, bu eleştirilerde
önemli bir yer tutmaktadır. Bilgiyi geçmişten gelen bir birikimin ürünü olarak gören
geleneksel anlayışta tarihin ve tarih öğretiminin önemli bir yeri olduğundan,
yapılandırmacı yaklaşımdaki bilginin kesinsizliği, etkin vatandaş yetiştirme
sorumluluğu taşıyanlarda, yapılandırmacılığın bir belirsizlik hissi yaratacağı gibi
kaygılar da doğurmuştur.
Araştırmanın amacı, yapılandırmacı yaklaşıma yönelik eleştirileri analiz etmek ve
tarih öğretimi özelinde incelemektir. Yapılandırmacı yaklaşıma yönelik farklı
yönlerden gelen eleştirilerin niteliğini ortaya koymak ve bu eleştirilerin tarih
öğretimine yansımasını ele almaktır.
Ülkemizde yapılandırmacı yaklaşımın neliği üzerine son dönemlerde yapılan
çalışmaların sayısı ve niteiliği artış gösterse de, bu yaklaşıma yönelik eleştiriler ve bu
eleştirilerin boyutları konusundaki literatür zayıftır. Araştırmada sözkonusu literatüre
katkı sağlanmaya çalışılacaktır.
2
1.2 Araştırmanın Bölümleri
Araştırmamız, araştırmanın niteliği ve bölümleri hakkında bilgi veren bu bölüm de
dahil olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır.
Araştırmanın ikinci bölümü paradigmatik değişim olarak ifade edilen sürecin felsefi
ve bilimsel temelde anlaşılması ile eğitim anlayışlarına yön veren eğitim felsefelerine
ayrılmıştır. Bu şekilde eğitimde bir paradigma değişimi hissi veren
yapılandırmacılığın daha iyi anlaşılacağı düşünülmüştür.
Üçüncü bölümde yapılandırmacılık hem bir felsefe hem de bir eğitim yaklaşımı
olarak ele alınıp açıklanmaya çalışılmıştır. Yapılandırmacılığın çeşitli boyutlara
sahip olduğunun altı çizilmiş, yapılandırmacı yaklaşımlar arasındaki farklar ortaya
konmuştur.
Dördüncü bölüm tarih disiplini ve tarih öğretimine ayrılmıştır. Burada tarih disiplini
ve tarih öğretiminin sözünü ettiğimiz değişim sürecinden muaf olmadığı
gösterilmeye çalışılmıştır.
Beşinci bölümde yapılandırmacı yaklaşıma yönelik eleştiriler ele alınmıştır.
Eleştirilerin genel anlamda onun postmodernizm ile ilişkisi üzerinden modernistler
tarafından yapıldığı; yapılandırmacılığın Türkiye’deki yeni eğitim sisteminin esas
aldığı yaklaşım olarak ele alındığında da benzer bir tutum takınıldığı ifade edilmeye
çalışılmıştır. Bu eleştirilerin tarih disiplini ve tarih öğretimindeki etkileri
yansıtılmaya çalışılmıştır.
Sonuç bölümünde ise modernizmi “ötelediğini” iddia edilen postmodernist anlayışın
her yerde olduğu gibi eğitim ve tarih disiplininde de etkili olduğu, bu anlayışın
dünyayı mevcut algılayış biçimimizi değiştirecek nitelikte olduğu, dolayısıyla
yapılandırmacılığa yöneltilen eleştirilerin radikal bir karakter içerdiği; ancak bu
eleştitirilerde yapılandırmacı öğretim strateji ve tekniklerinin yapılandırmacı
felsefeden ayrı olarak ele alınarak olumlandığı sonucuna ulaşılmıştır.
3
2. BÖLÜM
FELSEFE VE BİLİM İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA PARADİGMA
DEĞİŞİMİ VE EĞİTİMİN FELSEFİ TEMELLERİ
Felsefe ile bilimin, bilim ile eğitimin ve felsefe ile eğitimin sahip olduğu karşılıklı bir
ilişkiler ağı mevcuttur. Tarihsel dönemlerin egemen anlayışları (paradigmalar) bir
boyutuyla felsefe ile bilimin karşılıklı ilişkileri ile şekillenir ve eğitim felsefesi ve
eğitim pratiği de ana kaynağını burada bulur*. Bu nedenle, öncelikli olarak bu
ilişkiler ağına bir göz atmak gerektiği kanaatindeyiz.
2.1 Felsefe ve Bilim İlişkisi Bağlamında Paradigma Değişimi: Modernizmden
Postmodernizme
Felsefe kelimesinin Eski Yunan kökenli “philosophia” kelimesinden geldiği,
“philia”nın “sevmek” ve “sophia”nın “bilgelik” şeklindeki karşılıklarıyla ele
alındığında “bilgiyi sevme”, “bilgeliği sevme” anlamlarına tekabül ettiği konusunda
kimsenin şüphesi yok. Fakat felsefe yaparken o çok sevdiğimiz bilgi ya da bilgelik
de bizi sevmekte midir? Ya da platonik bir sevginin öznesi olarak, tarafımızı
nesnenin pozisyonuna göre nasıl tanımlayacağız? Etken eylemimizin bir karşılığı var
mıdır?
“Her davranış örüntüsü bir karşılık, bir beklenti umudu taşır” gibi uzun boylu bir
yargı ortaya koyma cüretini göstermeden, felsefeye karşı ilgimiz açısından durumun
böyle olduğu inancında olduğumuzu söylemeliyiz. Platonik sevgimiz bir beklenti
umudu taşımaktadır.
Hilav, “sophia” kelimesinin akıllıca davranmak, aşırılıklardan kaçınmak, kendine
egemen olmak ve kötü durumlara göğüs germeyi bilmek gibi anlamlar da
* Marksist ve Weberian yorumların alt yapı/üst yapı tartışmalarının ortasında olduğumuzun bilincindeyiz. Ancak aynı zamanda bir yüksek lisans tez çalışmasının sınırlarını da tanıyarak, konumuz açısından ehemmiyet taşıyan ve sözü edilen yorumlarda “üst” olarak tanımlanan yapının bazı öğelerine değinmekle yetinmemiz gerektiğinin de bilincindeyiz.
4
içerdiğinden hareketle filozofun, yaşamın anlamını bulmaya ve bu anlama uygun
biçimde yaşamaya çalışan kimse olduğunu belirtir. Felsefenin amacı da, teorik bilgi
elde etmenin yanı sıra doğru davranışlarda bulunmamızı sağlamak ve ahlaklı
yaşamanın yollarını öğretmektir (Hilav, 1997, s. 5).
Çevresinde olup bitenleri ve nedenlerini bilme doğal merakı içerisindeki insan,
bunların dayandığı ilkeleri de bilmek ister ve bunlar üzerine düşünmekten de
kendisini alamaz. Diğer taraftan, kendisi de bu sorgulama sürecinin merkezindedir.
İnsani kendini tanımak isteyen, ne yaptığını, ne yapmak istediğini, ne yapabileceğini
bilmek isteyen bir varlıktır. Bu açıdan Timuçin’e göre (2005, s. 207) felsefe, başlıca
sorunu insanla ilgili doğruları bulmak ve göstermek olmak üzere, insanı en temel
sorunlarıyla ele alıp inceleyen bir kuramsal araştırma alanıdır.
İnam’a göre (2008, s. 36) kavramsal bir etkinlik olan felsefe, onu yaşayanların
kişiliklerinin oluşumunu belirler. Dünyaya, yaşadığımız hayata anlam çerçeveleri
sunar. Hayat hakkında yorumlar sunarak öyküler oluşturur.
Felsefe, “belli bir somut varlığa, bir tikelliğe; bir imgeye, bir tasarıma bağlı
olamayan, ondan sıyrılmış olan düşüncenin ortaya çıkışıyla başlar” (Hilav, 1995,
261). Dinsel ve mitos düşüncenin ardından üretilen bu düşünce biçimi, insanoğlunun
kurumsallaşmış, sistemleştirilmiş düşünce birikiminin simgesidir. Ancak Topses’in
de belirttiği üzere (1982, s. 15), onun içerdiği anlam ve işlev yükü üzerinde ortak bir
anlayışa ulaşmak kolay değildir. Farklı dünya görüşleri, toplumsal statüler, kültürel
farklar, psikolojik ve fizyolojik vb. etmenler bu konuda mutabakata varmamıza engel
olur.
Felsefenin farklı yaklaşım alanlarından birine (ontoloji, epistemoloji vb.) ağırlık
verilmesiyle ortaya çıkabilecek bu uzlaşmazlık bir tarafa, Texier’in “Gramsci ve
Felsefe” adlı eserinde belirttiği üzere, her tikel felsefenin belli bir felsefe anlayışı
içerdiği görüşü de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ona göre, “Gramsci’ye göre
Marksizmin felsefesi nedir?” sorusuna yanıt vermek gerekince: “Gramsci’ye göre
5
felsefe nedir?” (Texier, 1985, s. 1) sorusunu cevaplamak da aynı şeye işaret
edecektir.
Diğer taraftan, felsefenin bir bilim olduğu (Frolov, 1997, s. 164) ya da onun bir bilim
olmadığı (Topses, 1982, s. 16) gibi yorumlarda da bu uzlaşmazlık göze çarpar.
Arisoteles’in ilk ilkeler ve sebepleri araştıran bir bilim olarak nitelediği felsefe,
Weber de genel bir bilim olarak bilimlerin bir özeti ve tamamlaması, aynı zamanda
dinle şiir gibi tam anlamıyla bilimden farklı bir uzmanlık (Küken, 1996, s. 13-14)
şeklinde bir tanıma ulaşır. Buna neden olarak, ilk dönemde tüm bilimleri kapsayan
felsefeden zamanla matematik, fizik, kimya, astronomi, sosyoloji, psikoloji vb.
ayrılmasını ve bugün bilim olarak tanımladığımız birçok disiplinin, henüz 19.
yüzyılda kimliğine kavuşmuş olmasını gösterebiliriz. Pozitivist bilim anlayışının
tavan yaptığı 20. yüzyıl ilk yarısında Viyana çevresince savunulan “[m]odern
matematiksel mantığı sistemli biçimde uygulayarak felsefede “kesin bilimsel” bir
tutuma ulaşmak” (Özügül, 1991, s. 20) gibi, felsefeyi sadece dil ve mantığa
indirgeyen bir anlayışla da karşılaşırız.
Burada verdiğimiz örneklerin sıralaması, felsefenin neliğine ilişkin anlayışın her
çağda sınırları belirlenmiş bir tanıma ulaştığı yorumuna yol açmamalıdır. Verdiğimiz
örnekler, yaşanan gelişmelerin felsefenin tanımını şekillendirebileceğine ve aynı
zamanda felsefe-bilim ilişkisine vurgu yapmak açısından önem taşımaktadır.
Burada felsefeyle ilişkisini irdelediğimiz bilimin tanımını yapmak zaruret
göstermektedir. Bilim genel olarak, belirli niteliğe sahip sağlam ve güvenilir bir bilgi
olarak tanımlanabilir. Onu din, mitoloji gibi diğer bilgilerden ayrılan yanı, “bilgiyi
ortaya koyarken dayandığı temel ilke, teknik ve izlediği yöntemden”
kaynaklanmaktadır (Topdemir, 2002, s. 54). Bilim gerçeği parçalara ayırarak inceler
ve gerçeğe ulaşmak için deney, gözlem, inceleme, araştırma ve kanıtlama
boyutlarıyla bilimsel yöntemi kullanır. Cevizci’ye göre (1999) bilimin, hem bireysel
hem de toplumsal yaşantımızda teknoloji vesilesiyle sağladığı pratik bir değeri
vardır. Bilme isteğini ve merakını tatmin ettiği için entelektüel; belli bir dünya
6
görüşü oluşturma ve belli ilkelere göre düşünme olanağı tanıdığı için de ahlaki bir
değer taşır (s. 133).
Felsefe ile bilimin ayrıldığı nokta ise bilimlerin ele aldıkları olaylar arasındaki ilişki
ve bağlantıları belirtmeye; felsefenin ise, bu ilişkilerin daha derinine ve temel
ilkelerine yönelmesindedir. Bilimler doğruluğu bulmaya çalışırken; felsefe
doğruluğun ne olduğunu araştırır (Hilav, 1997, s. 8). Ancak, Sönmez’in (2005) de
ifade ettiği gibi felsefe ile bilim sıkı bir ilişki içerisindedir. “Bilimsiz felsefe, sağır ve
dilsiz; felsefesiz bilim ise kördür” (s. 1).
Collingwood, bilim adamlarının deneylerini yürütebilmeleri açısından bilimsel ön
kabullerin merkezi önemine vurgu yapar. Bir soru, o sorunun ön kabullerinin
doğruluk ya da yanlışlıklarına hiç bakılmaksızın sorulduğunda anlamlı olur. “Bazı
olayların nedeni vardır” görüşünü savunan bir kimse Newtoncu anlayışı benimsemiş
bir bilim adamıdır. “Bütün olayların bir nedeni olduğuna” inanan bir bilim adamı ise
Kant’ın görüşlerini benimsemiştir. Eğer bilim adamı “hiç bir olayın nedeni yoktur”
diyorsa, bu bilim adamı Einsteincı görüşlere sahiptir (Aysevener, 2001, s. 85-87).
Burada ortaya konulan bilimsel ön kabuller felsefi ilkelere işaret etmekte ve bilim
adamının çalışmalarına yön vermektedir. Ancak, sözgelimi Collingwood’un
Newtoncu görüş diye niteliği felsefi anlayışı bir bilim adamının adını taşımaktadır.
Keza bir fizikçi olan Einsteincı için de durum aynıdır. Demek ki, bilim alanındaki
yeni gelişmeler de, felsefeyi yönlendirebilmektedir.
Karaçay’ın (2004) ifadesiyle, Newton’un hareket yasaları, “Aristoteles’in
imparatorluğunu” yıkmakla kalmamış, 400 yıl boyunca da fiziksel bilimlerin temeli
olmuştur (s. 2). Newton mekaniğinin özü determinizmdir. Yani şimdiki her fiziksel
durum, önceki durumun sonucudur ve şimdiden hareketle her olay ve hareketi
belirlemek mümkündür (s. 4).
Hızır’ın (1965) “Newton’un bilgi kuramı alanına izdüşümü” olarak nitelediği Kant’a
göre, bilgiye erişmek için deneyin verilerini düzene sokmak, bu düzenlemeyi kesin
7
bir şekilde belirleyen ilkeleri zorunlu kılar. Bu ilkelerin neler olduğunu belirleyen
şey de, deney değil akıldır. Zira deneyi de meydana getiren akıldır (s. 281-282).
Kant’ın felsefesini anlamak için, onun tarih anlayışına bakmakta fayda vardır. Ona
göre tarih bilgimiz dağınık ve bireysel olaylar hakkındaki bilgi olarak, etik ilkeler
türetebileceğimiz bir bilgi olmaktan çok, belli etik ilkelerden hareket eden tarihçinin
kendi kanılarıyla sunduğu bilgi türü olmuştur (Özlem, 1996, s. 60). Doğanın
işleyişinin bir amacı olmalıdır. Tarih bize her ne kadar bütünü kavramamızı
sağlamasa da, insan özgürlüğünün amacı olarak ona ilerleme açısından bakmak
gerekir. Bu teorik değil, pratik açıdan ele alınması gereken bir konudur:
Kant’a göre ereklilik idesinden vazgeçersek, “amaçsız işleyen bir doğa”yı karşımızda buluruz ve aynı şey tarihte de karşımıza çıkar. Eğer tarihte de erek koyan bir “akıl”ın yönetici ilkesi” yoksa, tarihte bizi bekleyen şey, ancak “rastlantının kasveti” olup çıkar (Özlem, 1996, s. 63-64).
Newtoncu deney ve gözleme dayalı “bazı şeylerin nedeni vardır” görüşü, Kant’ta
aklın da devreye girmesiyle “her değişim, neden ve etkinin bağlantılı olması
yasasına uygun olarak meydana gelir” (Cottingham, 1995, s. 90) şeklinde
radikalleşir.
Gelişmeler bizim burada karikatürize ettiğimiz gibi bu kadar basit ve net ortaya
çıkmıyordu elbette. Uzun yıllara dayanan sorgulama ve araştırmaların ürünüydüler
Newton “devlerin üzerinde yükseldiğini” ifade ederken bunu ima ediyordu.
Newton’un ve Kant’ın gerisinde Kopernic, Galileo, Bacon, Descartes, Hume, Herder
gibi birçok isim bulunuyordu. Öte yandan, her ne kadar öncülüğünü 17. ve 18.
yüzyılda fizik bilimindeki gelişmeler sağlasa da, 19. yüzyıla gelindiğinde jeoloji ve
antropoloji gibi alanlardaki gelişmelerle de “akıl çağının” hakimiyeti gittikçe
güçlendirmekteydi.
Öyle ki, “doğa gibi, insan eylemleri ile tarihin de sıkı bir biçimde nedensellik
kanununa bağlı” olduğu inancı Comte’un temel ilkelerinden biri oluyordu. Bain ve
Spencer’in 1855 yılında yayımlanan psikoloji kitaplarında ikisi de iradi
8
eylemlerimizin tümüyle belirlenmiş olduklarını söylüyorlardı. Zira bunlar neden ve
sonuç zincirlerinin kaçınılmaz sonuçlarıydı (Bury, 1978, s. 177)
17. yüzyıldan itibaren bilim ve teknik alanındaki teknolojik gelişmeler ve ekonomik
büyümenin de etkisiyle toplumlar kurumsal ve kültürel bir değişim sürecine girdi.
Modern olarak imlenen bu dönemde, Aslan ve Yılmaz’a göre (2001, s. 93-94),
“[a]klın ön plana geçip, toplumları giderek “rasyonalize” edeceğine dair inanç, aynı
zamanda günlük hayatı geleneksel değerler ve yapılar üzerine inşa edilmekten
kurtaracaktı”. Bu haliyle modernlik:
[F]arklılaşmanın, uzmanlaşmanın, bireyselleşmenin, karmaşıklığın, sözleşmeye dayalı ilişkilerin, bilimsel bilginin ve teknolojinin hakim olduğu bir yaşam şeklidir. Modernliğin temel parametreleri genel olarak kapitalizm, endüstriyalizm, kentlilik, demokrasi, ussallık, bürokrasi, uzmanlaşma, farklılaşma, bilimsel bilgi, teknoloji ve ulus-devlet’dir. Modernlik, geleneğin normalleştirici fonksiyonlarına karşı başkaldırır: Modernlik, normatif olan her şeye isyan deneyimiyle başlar. Bu başkaldırı, ahlakilik ve yararlılık standartlarını etkisiz hale getirmenin bir yoludur (Aslan ve Yılmaz, 2001, s. 98).
Modern dönemin bilimi, batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın ilerlemesini
engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları olarak gören; ampirik gelenek içerisinde yer
alarak deney ve gözlemi esas alan pozitivist dünya görüşüne ve pozitivist bilim
felsefesi anlayışına kaynaklık etti (Cevizci, 1999, s. 707).
Modern dönemin siyasi boyutu, ulus-devletlerin kurulmasının simgesi olarak 1789
Fransız Devrimi’yle taçlanmış; hala yoğun bir şekilde devam eden etkisiyle
“modern/ulus devlet” olarak tanımlanan kavram, siyasi ve fikir hayatımıza girmiş ve
yön vermiştir. Aydın’ın (1993, s. 33) belirttiği gibi, modern devletler kamu
hizmetleri, yurttaşlık ödevleri, ekonomi için işbölümü ve sabit bir coğrafi bağlam
gerektirir. Bu vesileyle egemen felsefi ve bilim anlayışı, siyasi organizasyonun
vasıtasıyla toplumun her kesimine ve ülke topraklarının en uç sınırlarına kadar
iletilmiştir.
Bora (1998), millet-ulus, milliyetçilik-ulusçuluk kelimelerinin dil ideolojisi ve
çağrışımlarının dışında farklı kavramlar olduğunu vurgular. Ulus-ulusçuluk
9
kelimeleri laisist karakter içermektedirler (s. 141). Dolayısıyla ulus-devlet
kavramının kullanımı basit bir seçimin ürünü değil, bilinçli bir tercihtir. Bu haliyle
modern devletin, laik yapısına vurgu yapar. Bulaç’ın ulusun ruhunu var eden şeyin,
din ve dine dayalı evrensel bir kimlik, metafizik değerler ya da ahlaki erdemler
olmadığı üzerine vurgusu (Bora, 1998, s. 141), ulus-devletin yapısının pozitivist
dünya görüşüyle ilişkisini göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
“Modernleşme kavramının teknoloji ve sanayileşme gibi olgular çerçevesinde ele
alınması” ve artan ticaret olgusunun “kırdan kente doğru bir geçiş süreci” içinde
olması (Aslan ve Yılmaz, 2001, s. 97) başka bir konunun önemine de işaret eder.
Modern devletlerin kurulmaya başlaması demek, eski geleneksel devletlerin
yıkılmaya başlaması demek olduğu gibi; daha arka planda geleneksel bürokrasinin,
yöneten yönetilen ilişkisinin, üretim biçimleri ve üretim ilişkilerinin de yıkılması ve
yukarıda izah ettiğimiz gibi yerine yenilerinin geçmesi demektir. Bu anlamda eski
feodal ilişkilerin yerini modern/ulus-devletlerin kurulmasıyla birlikte kapitalist
ilişkilere bırakması tesadüf değildir. Burjuva sınıfı bütün gücünü, gelişmek için
uygun koşullar yaratamadığı geleneksel devlet modelini yıkmak için (krallıklar,
imparatorluklar vs.); kapitalist üretim sistemi için uygun koşullar yaratacak öğeler
olarak dilde, toprakta, ölçü ve birimlerde, ekonomik pazarda ve toplumsal ruhta bir
ortaklık yaratacak olan modern/ulus-devlet için harcamıştır. Ulus devletin laik
karakteri de, eski düzende sermayeyi elinde tutması nedeniyle burjuva sınıfının
gelişmesinin önünde engel teşkil eden kiliseye – bilimsel gelişmeler karşısındaki
dogmatik tutumunun yanı sıra – tepki olarak da okunabilir (bkz. Huberman, 2002;
Tünay, 1995). Yelken’in de ifade ettiği şekilde (2004, s. 224):
Kapitalizmin doğuşu, endüstriyel gelişmeler modern bilimin teknik bağlarını artırmış hatta onun teknolojinin emrine girmesini sağlamıştır. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllar modern bilimin bu yaklaşımının ifadesi olan pozitivizmin egemenliği altında geçti. Ancak özellikle ondokuzuncu yüzyılda bilime karşı eleştirel düşünceler gelişmeye başladı.
Bernal (2008), 19. yüzyıl fiziğini “insan aklının görkemli bir başarısı” olarak
tanımlar. Ancak, bu yüzyılda Galileo ve Newton mekaniğinin sağlam temellere
dayandırılarak tamamlanması gibi görünen doğa güçlerinin işleyişine dair tablonun,
10
20. yüzyılın hemen başında yerini yeni bir tabloya bırakmasının kaçınılmazlığını da
ekler. Onun devrim olarak nitelediği bu yeni tabloda, x-ışınlarının ve
radyoaktivitenin, kristallerin yapısının, nötronun, nükleer füzyonun ve mezonların
keşfi gibi beklenmedik buluşlar vardır. Bunun yanı sıra tablo, Planck’ın 1900’deki
kuantum teorisi, Einstein’ın 1905’teki özel görelilik ve 1916’daki genel görelilik
teorisi, 1913’teki Rutherford-Bohr atom modeli ve 1925’teki yeni kuantum teorisi
gibi önemli ve başarılı sentezleri de kapsar. (s. 35).
Planck’ın ortaya koyduğu ve daha bir çok çaba ile geliştirilen kuantum teorisinde,
atomun yapısını açıklamak için, atom altı parçacıkların hareketlerinin
belirlenmesinde aynı anda konumlarını ve hızlarını ölçebilme olanağı olmaması
determinizm ilkesini uygulayabilmesini imkansız kılıyordu. Buna çare olarak
“olasılık” teorisi kullanıldı. Parçacıkların hızları ya da konumları belli olasılıklarla
belirlendi (Karaçay, 2003, s. 5).
1900 yılında Poincare, başlangıç koşullarına hassas bağımlı olması ve bunun da asla
doğru olarak saptanamayacağından hareketle güneş sisteminin kararlı olup
olmayacağının belirlenemeyeceğini ispatladı. Bu durum, onun adlandırmasıyla
“kaos”tu (Karaçay, 2004, s. 5-6). Ancak onun çalışması, 1961’de Lorenz’in atmosfer
olaylarını incelerken “başlangıç koşullarına hassas bağımlılığı”nı yeniden keşfine
kadar unutuldu. Küçük atmosfer olaylarında herhangi bir tahmin başlangıçta
hesaplanamayan çok küçük bir etken yüzünden tam tersine dönüşebilir, bu “küçük
etki” şiddetli kar ya da yağmur fırtınaları olabilirdi (Gleick, 2006, s. 13-18). Bu
çokça bilinen “kelebek etkisi” adını verdiğimiz teoridir ve yine çokça bilinen
örneğiyle: “Çin’de kanadını çırpan bir kelebek, Teksas’ta kasırgalara yol açabilir”.
Diğer taraftan, Einstein'ın geometriyi ve fizik kanunlarını, zaman ve mekan arasında
yeni kurulan bağıntılar bakımından ele alan görelilik teorisi, Öklit geometrisi ve
Newton mekaniğindeki boşluklara işaret edince, hem bilim adamlarını hem de
filozofları bilim üzerinde daha ayrıntılı düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmiştir
(Topdemir, 2002, s. 57). Tarlacı’ya göreyse, 20. yüzyılda bilimsel araştırmanın
11
dünyanın kesin ve doğru bir tanımına götüreceğine dair güven ortadan kalkmıştır
(2003, s. 288).
Bernal’in (2008) bu bağlamda ele alınabilecek yorumuna göre, Einstein’ın teorisinin
mistikleştirici bir etkisi vardır. I. Dünya Savaşı ertesi düş kırıklığı içindeki
entelektüeller, gerçeklerden kaçınmak için dört elle “görelilik” sözcüğüne
sarılmışlardır. Ortalıkta “Her şey görelidir” veya “Bu sizin ne demek istediğinize
bağlı” şeklinde cümleler kurulmaktadır (s. 51-52).
Halbuki Infeld (1999), görecelik teorisi karşısında Newton fiziğinin belli sınırları
içinde hala geçerli olduğunu, Einstein’ın Newton mekaniğini uygulanamaz hale
getirdiğini söylemenin doğru olmadığını belirtir. Ona göre, Einstein, Newton
mekaniğinin sınırlarını göstermiştir. Yoksa Newton mekaniği daha uzun süre okullar
okutulacak, günlük yaşamda uygulanmaya devam edecektir (s. 41).
Her şeye rağmen, “Comte’da evrimin son merhalesini teşkil eden pozitivizm”,
kuantum fiziğinin ortaya çıkışıyla gücünü kaybetmiştir (Yelken, 2004, s. 225).
Ancak bundan sonraki eleştiriler, kaynağını fizik biliminin ya da doğal bilimlerin
yanı sıra sosyal bilimler alanında bulur.
Sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında çalışmalar yürüten Frankfurt Okulu bu anlamda
zikredilebilir. Horkheimer, Adorno, Marcuse, Erich Fromm, Benjamin, Habermas
gibi isimlerin yer aldığı bu grup, pozitivistlerle “insan ve toplum bilimlerinin
nesnelliği ve değerden bağımsızlığı, yöntemleri ve bir sosyal bilimin toplumsal ve
politik rolü” konusunda ihtilafa düşüyorlar ve temel olarak “modern doğa
bilimlerinin görüşü olarak pozitivizmin, doğa bilimlerinin yönlendirmesini takip
etmeye çalışan veya zorunda bırakılan insan ve toplum bilimlerindeki yayılımı”
üzerinden eleştirilerini yönlendiriyorlardı (Cevizci, 1999, s. 709).
Thomas Kuhn’un bilim felsefesi üzerine yorumları da pozitivist anlayış açısından
yaralayıcı etkiler bırakmıştır. Onun, 1950’li yıllarda Harward Üniversitesi’nde
yüksek lisans tezi olarak hazırladığı ve 1962’de kitap olarak basılan “Bilimsel
12
Devrimlerin Yapısı” adlı eseri birçok pozitivizm eleştirisine kaynak olmuştur.
(Güneş, 2003, 25-26). Kuhn’a göre bilim adamı bilimsel sorunları sahip olduğu
kuramlar yardımıyla çözer. Kuramın açıklayamayacağı sapmaların olduğu yerde
varsayımlara başvurur. Eğer kuram birçok olguyu açıklamada yetersiz kalırsa, kuram
ya gözden geçirilir ya da yeni bir kuram kurulur. Yeni kuram kurulduğunda ise bilim
adamı artık “şimdiye kadar ördek olarak gördüğünü artık tavşan olarak görecektir”.
Bu aynı zamanda bir paradigma değişimidir. Paradigma, bilim adamları tarafından
kabul görmüş olan inançlar bütünü veya problemlerin nasıl anlaşılması gerektiği
konusunda üzerinde hemfikir olunan geleneklerdir (Güneş, 2003, 26). Öyleyse
bilimlerde iki şekilde tanımlanabilir: normal ve devrimci bilimler. Normal bilim,
kabul edilmiş bir inanç ve uygulama bütünü içinde yürütülürken; devrimci bilim
“Newton’un mekaniği”nden “göreliliğe” geçiş gibi kökten değişiklikleri ifade eder
(Tarlacı, 2003, s. 287).
Diğer taraftan kuramlardan herhangi birinin seçimi öznel bir karakter taşır. Bilim
adamı bu kuramları seçerken, içinde yaşadığı toplumun veya kendisinin değerleri
üzerinden hareket ederek, sonuçlarının ne getireceğini hesap eder. Aynı olgu üzerine
iki farklı kuramın sonuçları faklılık gösterecektir. Öyleyse “kuramlar eş-
ölçülemezdirler”. Kütle kavramının Aristoteles fiziği ile Newton fiziğinde farklı
anlamlar taşıması örneğinde olduğu gibi kuramların her durumda birbirleriyle
karşılaştırılamaması da bu eş-ölçülemezliğe neden olur.
Bu haliyle Kuhn, pozitivist bilim anlayışının karşına konumlanmış eleştirel yaklaşımı
ile “görecelikçi” bir tutum takındığı gibi, Viyana çevresi olarak da bilinen ve
görelilik, kuantum teorisi gibi gelişmelerden sonra gücünü yitirmeye başlayan
pozitivizme tekrar güç veren “yeni pozitivistçiler”in etkinliğini de kırmış (Güzel,
1994, s. 9); bilimsel değişimin gerçeklerini belgelemeye başlayan tarihçiler ve bu
çalışmaların anlamlarına değer biçmeye başlayan filozoflar kuşağının oluşumuna etki
ederek, onları yeni bir tartışma düzlemine çekmiştir (Gjertsen, 2000, s. 14).
Bu düzlemin ortasında sayılabilecek şekilde, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra
geleneksel felsefi anlayışın dışında bulunan Nietzsche, Heidegger gibi düşünürlerin
13
de tekrar gündeme gelmesiyle; hermeneutik, varoluşçuluk gibi anlayışların yeni
versiyonları, bazı edebiyat eleştiri kuramları ve çeşitli antropoloji ve tarih çalışmaları
ile mimarideki “post-yapısalcı” yaklaşımlar mevcut paradigmanın, modern/pozitivist
anlayışın iflasını ilan etti.
Temel olarak Saussure’ün dil bilim çalışmalarından hareket eden post-yapısalcılar,
bireysel sözcüklerin başka sözcük ve metinlerden izler taşıdığını; bilinçdışının
etkisini gözler önüne serdiğini ve söylemde geçen bir unsur olarak iktidarı
yansıttığını iddia ettiler (Cevizci, 1999, s. 705). Barthes (1977), okuyucunun anlam
verdiği bir metinin varlığından söz ederek “yazarın ölümünü” ilan etti. Benzer
biçimde Hayden White (1973), bütün tarih çalışmalarının var olanı yansıtmadıklarını,
hepsinin tarihçi tarafından oluşturulmuş birer kurgu olduğunu ifade ederken;
Foucault da (2001) “büyük anlatılar”ı karşına alıyor; nereye bakarsak bakalım
“iktidar” ilişkileri ile karşılaştığımızı öne sürüyordu.
Deleuze’e göreyse, “Platon, Descartes ve Hegel felsefelerinde gözlemlenebileceği
üzere, ele alınan her şeyin özsel yapıları bağlamında tanımlanıp, sitem içerisine
entegre edildiği” bir kapalı sistemler mevcuttu ve bu kapalı sistemler “aşağıdan
yukarıya doğru yetkinleşen hiyerarşik bir mahiyete” sahipti. Deleuze bunları
“rasyonalist temsil ve yorum şemaları yoluyla, arzulayan akışların sabitlenip
istikrarlı hale getirildiği, böylelikle de yaratıcı enerjinin önüne set çekildiği baskıcı
dayatmalar” olarak görüyordu (Küçükalp, 2009, s. 133).
Bilim ve teknolojik gelişmelerin simgelerinden atom bombasının yarattığı yıkımla
birlikte ahlaki bir boyut da kazanan eleştiriler, ekolojik eleştirilerle birleşerek yeni
bir “modernizm eleştirisi” kanalı açtı. Illich (2007, s. 19), “gerçekliğin yalnızca bir
sıfat olarak değil, isim olarak da tarih tarafından yaratıldığını” vurguluyor,
“maddeyle ya da bedensel sıvılarla ilgili olsun, etle ya da ateşle ilgili olsun, en temel
duyusal alanların bile zaman içinde değişime uğradıkların[dan] ve farklı geleneklerde
farklı şekillere büründüklerin[den]” dem vuruyordu.
14
Modernizmin ve Kantçı bir aydınlanma düşüncesinin “devrim rüyalarıyla insanı ve
toplumu değiştireceğine” inanan düşüncenin eleştirileriyle birlikte krize girmeye
başlayan bir tartışma postmodernizm tartışmalarının başlangıcını oluşturmuştur
(Akay, 2010, s. 9). Küçük, yaşanan bu süreci aşağıdaki gibi tanımlamaktadır (2000,
s. 21):
1789’dan bu yana (hani şu yirminci yüzyıl siyasal düşüncesinin ‘ayarlı’ olduğu narin ‘kopuş’ uğrağından beri, demek istiyorum), alışageldiğimiz sol/merkez/sağ, ilerici/gerici gibi siyasal ayrımların işaret ettikleri konumların dağılması, ulus-devletin, parlamenter temsili demokrasilerin içine düştükleri krizi bir türlü atlatamamaları, sosyalist sistemlerin meyve-sebze ve rock gibi tırıvırı şeylere yenik düşmeleri yetmiyormuş gibi, tüm bunlara koşut olarak, dünyayı anlamlandırırken başvurmaya alıştığımız kategorilerin ne denli kırılgan olduklarını kabullenmeye zorlanmaktayız. Aydınlanma projesi temellerinden sarsılıyor.
Küçük’ün aydınlanma projesini temellerinden sarstığına inandığı şey olan
postmodernizmin, önündeki “post” takısı itibariyle “modern sonrası” anlamına
geldiği aşikardır. Ancak kavrama atfedilen anlmlar bununla sınırlı değildir.
Postmodernizm kavramını ilk kullanan kişilerden biri olarak gösterilen Lyotard,
postmodernizmi yaşanan bir durum olarak görür. Akay’ın (2010) tanımlamasıyla
Lyotard, postmodernizmi bilginin kullanımına eklektik bir üslupla yeni bir bakış
açısı kazandırılmasıyla popüler kültür ve ciddi kültür öğelerinin yan yana gelmesi
bağlamında ele alır (s. 24). Ona göre, postendüstriyel topluma girilmesiyle
kapitalizmin mantığı değişmiş ve bu kültürel çelişkiler çağında postmodern bir çağa
girmişiz demektir (s. 26). “Sanayisizleşme dönemi ve kültürel hakimiyet olarak
düşünülen postmodern dönem bir düşünce olmaktan çok daha fazla bir dönem olarak
varlık kazanmaktadır. Teknolojilerdeki dönüşümler bilgi üzerine büyük bir patlama
yapmıştır” (s. 27).
Postmodernizm üzerine ilk değerlendirmeleri yapanlardan Jameson’ın (1984),
makalesinin başlığı bile onun postmodernizmden ne anladığını açıklar niteliktedir:
Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı (Postmodernism, or The
Cultural Logic of Late Capitalism). Ona göre postmodernizm, kelimenin ifade ettiği
gibi, yüzyıllık modern hareketin sönümlenmesi kavramıyla ilgili bir kırılma veya
15
modernizmin ideolojik ya da estetik inkarıdır (s. 53). Bütün özellikleriyle birlikte
postmodernizm, uluslararası gecikmiş sermayenin yeni dünya alanı içerisinde politik
sanat vazifesi görmektedir (s. 58). Ona göre, postmodern dönem kapitalizmin
günümüzdeki aşamasıdır.
Jameson’ın aksine, Brown(1991), postmodernizmin bir çeşit dünya görüşü, sosyal
gerçeğin bir yorumu olarak modern endüstriyel kapitalizmin kültürel yapısını
tamamen değiştirmeye yönelik bir nitelik taşıdığını iddia eder (s. 2-3).
Ihap Hassan, postmodernizmi temelde modernizm karşıtı bir anlayış olarak tanımlar.
O, postmodernizm kavramının inşasını “POSTmodernİZM” şeklinde betimler.
“İZM” ile yapılan vurguyla postmodernizmin, “modern”in değil, “modernizmin”
takipçisi olduğunu; “POST”un ise sadece tarihi bir gecikmişliği değil aynı zamanda
kendinden önceki bu akımla çatışmasını da ifade ettiğini belirtir (Sim, 2006, s. 284).
Birkök’e (1998) göre postmodernizmin anlamlarından biri “global köy fenomeni”,
“kültürlerin, ırkların, imajların, sermayelerin ve üretimlerin küreselleşmesi”
çerçevesinde ele alınır ve genel olarak “bilgi çağı” olarak adlandırılır. “[İ]maj ve
enformasyonların milli sınırlar dışına yayılması, milli, linguistik, etnik ve kültürel
kimliklerin çökmesi ve bilgi-öncesi (pro-information) çağdaki toplumlar tarafından
bilinmeyen bir ölçekte kültürlerin küresel duygusu kastedilmektedir” (s. 526).
Bütün bunlardan sonra postmodernizmin ve postmodernistlerin bilim ve bilim
felsefesi üzerine görüşlerini Aydın’a (2008, s. 20-46) dayanarak aşağıdaki gibi
özetleyebiliriz:
• Postmodernistlere göre, nesnel gerçeklik algıladığımızdan farklı olarak, bizim
dışımızda duran bir varlığa sahip değildir. Biz gerçekliği, ilgi, gereksinim,
önyargı ve kültürel geleneklerimiz doğrultusunda biçimlendiririz.
• Nesnellik, akademik çevrelerde güç ya da iktidar için kullanılan bir araçtır.
• Bilgi ve değer arasında geçerli bir ayrım yoktur. Gerçeğin algılanması
kültürel koşulludur, dile bağlıdır ve tüm bunlar değer içermektedir.
16
• Gerçeklik dile ve kültüre bağlı olduğundan, toplumdan topluma ve zaman
içerisinde de sürekli gelişim ve değişime uğrar.
• Şüphesiz, evrensel, bütünüyle tanımlanabilir bir gerçeklik olmadığı için,
açıkça “tanrı” ya da “insan” gibi odak kavramlarından kaçınmak gerekir. Bir
merkezi odak kavramı yerine odaksızlıktan veya çok-odaklılıktan söz etmek
pekala mümkündür.
• İlkeler, bir odak kavramı olmadığından, bir temele dayanmazlar.
• Yorum, duygu ve düşünce kültürel olduğu için insanın evrensel bir doğası ve
ona bağlı olarak evrensel bir benlik algısı bulunmamaktadır.
• Nesnel olmayan dünyada hiçbir şeyin dili aşamaması nedeniyle her şey özde
bir metindir. Her şeyin göreceliği, değişebilirliği veya farklı şekilde anlam
unsurlarının ortaya çıkabilmesi, hermönetiği (yorumbilim) gündeme getirir.
• Reel gerçeğin kültürlere göre değişebileceği ve evrenselliğin “beyaz ırkın
sahip olduğu değerleri dünyaya empoze etmesi, kadını erkeğin mevcut
algısına mahkum etmesi” nedeniyle yerelliği, çok kültürlülüğü, öznelliği ve
bireyin otantikliğini savunur.
• Yukarıdaki düşünceyle ilintili olarak, toplumun evrensel sayılan bilgi ve
değerlere göre düzenlenmesine, toplum mühendisliğine karşıdır.
• Yine yukarıdaki düşünceyle ilintili olarak, toplumu dönüştürmeyi amaçlayan
ve gerçeği bir bütün olarak algılamaya çalışan üst anlatılara karşıdır. Yerellik
ve sınırlılığın olduğu bir dünyada insan yerel nitelikli olan küçük öykülerle
yetinmeyi bilmelidir.
• Modernizmin tekçi ve tek kültürcü anlayışını eleştiri süzgecinden geçirecek
olan şey, çok kültürlülük ve çoğulculuktur.
• İçinde yaşadığımız çağdaş dünyadan ve onun olgusal gerçekliklerinden
hareketle her şeyin birbiriyle iç içe geçtiği ve ilintisiz olarak var olabileceği
eklektik bir tutum söz konusudur. Tabiri caizse, “ne olursa gider”.
2.2 Eğitimin Felsefi Temelleri
Eğitim, en genel anlamıyla bireyde davranış örüntüleri değiştirme sürecidir (Demirel,
2007, s. 6). Ancak, bu davranış örüntülerini değiştirme sürecinin, neye göre ve hangi
17
amaca bağlı olduğuna göre farklı tanımlamaları yapılmaktadır. Eğitim bireylerin,
toplumlarının zamana ve mekana bağlı olarak ekonomik ve politik ihtiyaçları
doğrultusunda, yetenek ve ilgi alanlarını şekillendirirken; eğitim politikaları da,
toplumların, mevcut dünya sisteminin ihtiyaçlarını ya da beklentileri temelinde bir
uyum süreci yaşamalarına ortam sunar (Özgür, 2006, s. 125; Seven, 2004, s. 202).
Bu anlamda felsefe ve bilim anlayışımızla eğitim arasında yakın bir ilişki vardır.
Eğitim ve öğretimin belirli bir bakış açısıyla sürdürülen bir etkinlik olması nedeniyle,
felsefe ve bilime verdiğimiz anlam ve değer de doğrudan bu eğitim-öğretim
faaliyetlerini anlamlandırmamıza etki eder (Aksoy, 2007).
Genç ve Eryaman’ın (2007) ifade ettiği üzere, “[b]ilim yapma geleneğindeki
paradigmatik değişme ve buna bağlı olarak bilginin doğası hakkındaki yeni değerler
öğrenme ve öğretme süreçlerinde değişmeler meydana getirmiştir. Bu alandaki
başlıca değişme, öğrenme ve öğretme süreçlerindeki ilgi odağının “öğrenme” den
yana kaymasıdır” (s. 91).
Dolayısıyla, felsefe ve bilim anlayışının değişimine paralel olarak eğitim anlayışı da
dönemden döneme ve kültürden kültüre farklılıklar sergileyebilmektedir. Bugünkü
mevcut anlayışa göz atabilmek adına başlıca felsefelerin eğitim anlayışlarını ve
eğitim akımlarını incelemekte fayda vardır.
2.2.1 Başlıca Felsefeler ve Eğitim Anlayışları
Eğitim akımlarının oluşumlarına kaynaklık eden felsefi anlayışların eğitimle ilgili
görüşleri aşağıdaki gibi özetlenmiştir.
2.2.1.1 İdealizm ve Eğitim Anlayışı
İdealist felsefenin en gerisindeki isim olarak Platon’u (MÖ. 427-347) görebiliriz.
Ona göre iki türlü veri vardır: episteme ve doksa. Episteme akılla kavranan dünyayla
ilgili veriler olarak kesin ve değişmez gerçek bilgiye işaret eder. Doksa ise duyu
organları ile elde edilen veridir; ölümlü ve sınırlı olan sahte bilgidir (Sönmez, 2005,
s. 72).
18
İdealist felsefeye göre değerler mutlaktır ve değişmez bir yapıya sahiptir. Bu
doğrultuda gerçek bilgi aklın ürünü olan bilgidir. Gerçeğe giden yolda bilimsel bilgi
kadar sezgisel düşünce de en az onun kadar önemlidir. Bir şeyin gerçeklik ifade edip
etmediğini anlamak için, onu ifade eden yargının diğer yargılarla uyuşumuna
bakılmalıdır. Bu anlamda tutarlılık önemlidir (Demirel, 2006, s. 19).
Eğitim, karakterin oluşumunu ve insan yeteneğinin ve toplumsal iyinin
geliştirilmesini amaçlar. Öğrencilere kültürel mirası meydana getiren değerler ile
evrensel değerler olan iyi, doğru ve güzel ve bunlarla nasıl yaşayacağı öğretilmelidir.
Başat kültürel değeri aktaran öğretmen, öğrenciler için örnek olmalı ve onlar için
eğitim çerçevesi yaratmalıdır (Çetin, 1994, s. 661-662).
Eğitimde epistemik alana dahil olan felsefe, matematik ve teoloji temele alınmalıdır.
Zira, bunlarla ilgili ilkeler genel ve kapsayıcıdır. Bunların yanı sıra sadece duyuşsal
değil, bilişsel alanı da geliştirecek olan tarih, edebiyat, kültürel değerler, artistik
eleştiri gibi derslerde olmalıdır. Her dersin konuları aşamalı olarak sıralanmalı;
derslerin içeriği, genel ve özel ilkeleri desteklemelidir (Sönmez, 2005, s. 75-76).
2.2.1.2 Realizm ve Eğitim Anlayışı
Kökleri Aristoteles’e (MÖ. 384-322) kadar giden realist görüş, temelde idealist
görüşe karşıt olarak oluşturulmuştur. Realizme göre biz, nesneler gibi birçok şeyin
gerçek olarak var oldukları bir dünyada yaşamaktayız. Nesneler bizim onları
algılamamız söz konusu değilken de vardır. Bu nesnelerin bilgisine aklımızı
kullanarak ulaşmak mümkündür. Nesnelere ilişkin bu bilgiler, bunların bağlı olduğu
kanunlar ve bunların birbirleriyle ilişkileri insan davranışlarına yol gösteren en
güvenilir olgulardır (Gutek, 2006, s. 36).
Bilgi, deneyseldir. Çünkü insan zihni düz bir levha gibidir. Edilgen akıl, duyular
aracılığıyla elde edilen verileri işleyerek şekillendirir. Etken akılla da mutlak doğru
elde edilir. Araştırmalarda tek tek nesnelerden hareket ederek gözleyip, deneyip,
sınayarak özelden tümele varılan bilgi kesin karakterli değildir. Kesin ve zorunlu
19
olan bilgi, genelden özele doğru giderek elde edilen bilimsel bilgidir (Sönmez, 2005,
81-82).
Eğitimin amacı, en iyi ve en mükemmel yetilerle donatarak insanı mutlu etmektir. Bu
anlamda, eğitimde bilgi alanları konusu aydınlatırken insanın aklını geliştirme ve
akıllarını kullanarak yapacakları tercihlerde ne istediklerini bilme, kendini ifade etme
ve kendi kimliklerini belirleme konusunda cesaretlendirmeyi hedeflemelidir (Gutek,
2006, s. 51).
Okulun fonksiyonları öğrencilere bilgi aktarmak ve araştırmacılığı öğretmektir.
Gerçekliği oluşturan objeler, onların yapısal benzerlikleri temel alınarak kategoriler
halinde sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırma sonrası öğretmen tarafından öğrencilere
bilgiler ve yetenekler kazandırılır. Öğretmen bilgi veren kişiler olmanın yanı sıra
eğlendiren kişiler de olabilir. Ancak onlar, öncelikle bilgi aktarıcılığı rolünü
hedeflemelidirler. (Gutek, 2006, s. 51-52)
2.2.1.3 Pragmatizm ve Eğitim
19. yüzyılda Amerika’da ortaya çıkan bir felsefi akımdır. Pragmacı felsefe, bilgiyi
pratik yararlılığıyla belirler. Pratik yararcılık denince, bundan nesnel hakikatin ölçüt
olarak pratikte onanışını değil, bireyin öznel çıkarlarını karşılamakta olan şeyleri
anlar. Nesnel gerçeklik pragmacılıkta deneyimle özdeşleştirilir (Frolov, 1997, s.
390). Deneyci bir yaklaşımı esas alan pragmatizm, natüralizm ve pozitivizm
çizgisinden beslenir (Topses, 1982, s. 168).
Pragmatistlere göre, düşünceler pratiksel sonuçlarına dayanılarak yargılandığından,
doğru, kesinliği olan bir iddiadır ve deneysel bir yargı problemlerine götüren
hipotezlerin uygulanmasına dayanır. Bilimsel bir yöntem izleyen mantık deneyseldir
ve değerler etik ve estetik problemler bağlamında yaşanılır. Sonuçlar tek tek
durumların belirli niteliklerini taşırlar (Gutek, 2006, s. 91).
Pragmatizmin en önemli ismi kuşkusuz John Dewey’dir (1859 – 1952) . John
Dewey, eğitim felsefesini, bilim ve bilimsel yönteme dayandırır ve metafizik
20
spekülasyonlardan çıkarıp doğacı bir temele oturtur (Hilav, 1997, s. 124). Bir doğa
yasası olan sürekli değişme ve farklılaşma, eğitimin de belirleyici bir normudur.
Akıl, doğadaki evrim sürecinin bir sonucudur. Eylemlerimizi düzenleyen zihin
değil; zihnimizi düzenleyen eylemlerimizdir. Gelişim, zihnin deneyimine ve
bireysel farklılıkların gelişimine bağlıdır. Zihin, deneyimin içinde gelişir. Bu
nedenden dolayı, insan, çevresiyle etkileşim içinde bulunan, sürekli gelişen ve
oluşum halinde bulunan doğal, toplumsal ve gerekli olan bir varlıktır. Sürekli
değişme olduğundan dolayı, sonuncul gerçeğe ulaşmak da olasılı değildir (
Sönmez, 2002, s. 95).
Pragmatizm’de eğitim, kişiyi toplumda güçlü ve verimli bir kişi yapmak için yapılan
toplumsal iştir. Ne toplumun ne de kişinin birbirlerine üstünlüğü yoktur. Dayanışma
ve kubaşik çalışma esastır. Pragmatizm’e göre istendik davranışların ölçütleri,
“ehliyet, güç, verimlilik, yarar, kubaşik çalışma, problem çözme, yaşantı, dinamik
denge, bilginin göreceliği” olarak düşünülebilir (Ocak, 2004, s. 5).
Pragmatizm insan deneyimine dayandığından, eğitim amaç ve yöntemlerinde
esnekliğe, sürekli deneme ve düzeltmelere olanak tanır. Buna bağlı olarak eğitimde
çıkış noktası konu değil, öğrencidir. Öğrencinin tüm yaşamı bir bütün olduğundan,
eğitim yaşama hazırlık değil yaşamın kendisidir. İçerikte sunulan bilgilerin mutlak ve
değişmez olmadığı vurgusuyla eleştirel düşünmenin öğretildiği demokratik sınıf
ortamında, öğrenciler istedikleri her konuyu sınıfa getirebilmelidir. Öğrenme yaşantı
yoluyla sağlandığından, öğrencinin zengin yaşantılar geçirmesine olanak
tanınmalıdır ve okul yaşamın kendisi olmalıdır (Sönmez, 2005, s. 98-104 )
2.2.1.4 Diyalektik Materyalizm ve Eğitim
Materyalist eğitim, maddi olanın sürekli olarak son etkiyi oluşturduğu materyalist
bilgi kuramını temel alır. Maddi süreçler ve ekonomik süreçler, üst yapısal bir kurum
olan eğitim sürecinin temel belirleyicisidir. Ancak bu iki süreç arasındaki ilişki
diyalektik bir süreçtir, birbirlerini beslerler. Bilincin belirli bir evrede maddeye
dönüşmesi gibi, eğitim de maddeye dönüşür. Bu anlamda eğitim de, tıpkı bilim gibi
bir üretim gücüdür (Topses, 1982, s. 171-172).
21
Güçlü materyalist felsefe geleneğine sahip kimselerden olan Marksistlere göre,
egemen sınıfın eğilim ve değerleri kamu yararı çerçevesinde oluşturulur. Söz gelimi
özel mülkiyete saygı ve sözleşmelere bağlı kalma, kanuna ve düzene saygı gösterme
gibi değerler geleneksel okulda geçerli değerlerdir. Bu geleneksel değerler, egemen
tek bir sınıfın gücünü korumak üzere belirlenir. Egemenler, alt sınıfları kendi değer
ve düşünceleri doğrultusunda yönetirken onlar üzerinde ideolojik bir kontrol
sağlamış olur (Gutek, 2006, s. 263-265; İnal, 1992).
Gerçek, madde, maddedeki çelişki ve onun doğurduğu değişme olduğundan; eğitim,
bu değişmeyi kontrol edip en aza indirme ve üretimde bulunma süreci olarak ele
alınmalıdır. İnsan ise, araç-gereç kullanarak üretimde bulunan ve çok yönlü iki
diyalektiğin oluşturduğu bir canlı olduğundan, çok yönlü yetiştirilmesi
gerekmektedir. Bu süreçte, kuram ve uygulama birlikte kullanılmalıdır (Sönmez,
2005, s. 118).
Marksist eğitimin temeli olan politeknik yaklaşımda, toplum ve insan dengede
tutulur; fakat öncelik topluma verilir. Üretimde kullanılacak her türlü bilgi ve beceri
sistemli olarak yetişekte yer alır. Zira eğitim, üretim içindir. Her yurttaşa diyalektik
akıl yürütme öğretilmeli ve bunu kullanmaları sağlanmalıdır. Öğretmen çok iyi bir
komünist, çok iyi bir usta, iyi bir yurttaş ve insan olarak öğrencilerin okul yönetimine
katılmalarını, sorumluluk ve yetki almalarını sağlamalıdır (Sönmez, 2005, s. 119-
122).
2.2.1.5 Varoluşçuluk ve Eğitim
Varoluşçuları asıl ilgilendiren varlığın anlamıdır. Varlığın potansiyeli olarak varoluş,
insanın kendisince, kendi öz iradesince belirlenir. Özgürlük ise sonsuz sayıda
olanaklar arasından kişinin tek birini seçmesidir. Bu seçimden kendisi sorumludur;
çünkü insan kendi kendini yaratan tek varlıktır (Sönmez, 2005, s. 122-123).
Varoluşçu görüşe göre eğitimin amacı özgürlüklerin artmasıdır. Her bir öğrencinin
kendi değerler sisteminin özgürce ve yetişkinlerin zorlaması olmadan geliştirilmesine
22
izin verilmeli ve yardımcı olunmalıdır. Eğitim durumlarının açık ve kesin olarak
belirlenmediği “açık okullarda” gerçekleşir ve burası öğrencinin istediği konuları
özgürce seçip öğrendiği bir yerdir. Öğrenci, öğretmen ve diğer öğrenciler arasındaki
ilişkiler, eğitim ortamını zenginleştirir. Bu ilişkiler öğrencinin gereksinimlerinden
doğar. Toplumsal ve doğal olgu ve olaylar olabildiğince geniş ve çok çeşitli bir
şekilde öğrencinin seçimine sunulmalıdır; çünkü bunlar, kişinin kendini
gerçekleştirmesini sağlayan bir araçtır. (Demirel, 2006, s. 20; Brubacher, 1982, s. 82-
83; Sönmez, 2005, s. 125-132)
2.2.1.6 Naturalizm ve Eğitim
Naturalizm, doğanın tüm gerçeklik olduğu fikrinden hareket eder. Doğanın kendisi
insanları, insan doğasını ve tüm varlıkları içeren, bunları açıklayan bütünsel bir
sistemdir. Devinim halinde olan maddenin yalın bir düzen içinde olduğunu ileri sürer
(Gutek, 2006, s. 75).
Eğitimin hedefleri belirlenirken, evrensel düzenin bir parçası olan doğaya ve insan
doğasına bakılmalıdır. Doğayı anlamanın yolu ise duyumlardan geçer ve duyum
gerçekliğe ilişkin bilgimizin temelidir. Doğadaki süreçler yavaş yavaş
gerçekleştiğinden, eğitimin seyri de yavaş olmalıdır (Gutek, 2006, s. 75-76).
2.2.2 Başlıca Eğitim Felsefeleri
Felsefi anlayışların eğitim ile ilgili görüşleri bazı eğitim felsefelerinin doğmasına
neden olmuştur. Kimi zaman bir diğerine tepki olarak ortaya çıkan bu eğitim
felsefeleri aşağıdaki gibi özetlenebilir.
2.2.2.1 Daimicilik (Prennialism)
Daimicilik; Platon, Descartes, Spinoza, Kant ve Hegel gibi idealist filozoflar ve
Aristoteles, St. Thomas Aquinas, John Locke gibi realist filozoflar tarafından
savunulan ve eğitimin evrensel nitelikteki belli gerçeklere göre şekillendirilmesi
gerektiği üzerinde duran bir görüştür (Topses, 1982, s. 168; Sönmez, 2005, s. 72).
23
İnsanın sürekli ve değişmez olduğu görüşünden yola çıkarak eğitimin de bunu uygun
olması gerektiğini öne sürer. Bu nedenle eğitim de herkes için aynı olmalıdır.
Düşünme yeteneğine sahip insan kendini akıllıca yönetebilecek bir şekilde
yetiştirilerek özgürlüğünün sorumluluğunu almalıdır. Amacı insan zihnini
geliştirmek olan okulda, hayatın bir kopyası verilmemeli, hayata hazırlık
sağlanmalıdır. Dünyanın hem manevi hem de maddi gerçekleri tanıtılarak her yaş
için geçerli bilgi ve değerler kazandırılmalıdır. Bu süreçte insan doğasının
evrenselliği ve insan aklının en iyi ve en güzel eserlerine ağırlık verilerek entelektüel
bir eğitim sağlanmalıdır (Demirel, 2006, s. 21-22; Topses, 1982, s. 169)
Osmanlı yükselme devri eğitim felsefesi bu gruba örnek olarak gösterilebilir
(Çelikkaya, 1999, s. 88).
2.2.2.2 Esasicilik (Essentialism)
Esasicilere göre insanları eğitilmiş olarak kabul edebilmek için bütün insanların
sahip olması gereken esaslar vardır. Bu anlamda programların konu alanları üzerinde
durulur ve zamanın tecrübesinden geçmiş kalıcı temel konuların ve değerlerin
seçimine önem verilir. Zira, geçmişten gelen temel bilgi ve değerlerin önemli yanları
korunup yeni kuşaklara öğretilirse, yeni kuşaklar için geçmişin başarıları üstüne daha
mükemmel bir uygarlık yaratabilirler; değişme ve çatışma önlenebilir; kültürel miras
korunabilir (Demirel, 2006, s. 22).
Bu anlamda eğitimin hedefleri kişinin toplumsallaşmasını sağlama, temel kültürel
değerleri kazandırma, değişme ve çatışmayı önleme, kültürel mirası koruma, topluma
uyumunu sağlama, bilgi ve becerili insanlar yetiştirmedir. Bunun için toplum
bilimleri, genel kültür gibi derslere yer verilerek öğrenciler toplumsal ve kültürel
boyutlarıyla birlikte geliştirilmelidir. Üzerinde anlaşılamayan, çözülmemiş ve
gelecekle ilgili sorunlar programlarda yer almamalı ve sınıf ortamına
getirilmemelidir (Sönmez, 2005, s. 92).
Öğrenmenin doğasında çok sıkı çalışma ve çoğu zaman zorlama olduğundan,
öğrenciye, kendisini disiplin altına alması öğretilmelidir. Öğrencinin kendi
24
potansiyelini ortaya koyabilmesi için, duygusal ve entelektüel yönden yeterli ve
sınıfta lider olabilecek öğretmenlerin rehberliğine, yetişkinlerin kontrolüne ihtiyaç
vardır (Demirel, 2006, s. 22-23).
Duraklama döneminden Cumhuriyet dönemine kadarki Osmanlı eğitim uygulaması
bu gruba girebilir (Çelikkaya, 1999, s. 88).
2.2.2.3 İlerlemecilik (Progressivism)
İlerlemecilik pragmatik felsefenin eğitime uygulanışıdır. Bu görüş geleneksel
eğitimin aşırı şekilciliğine, sıkı disiplin anlayışına, pasif öğretime karşıdır.
İlerlemecilik de Herakleitosçu ‘değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’ önermesini,
eğitim boyutuyla ele almıştır. Eğitim, sürekli bir değişme içindedir ( Sönmez, 2002,
s. 95). Bu önerme, aynı zamanda, yaşamın ve toplumun da sürekli değişmesi
anlayışının uzantısı olduğundan, yaşantıların sürekli olarak yeniden düzenlenmesini
öngörür. Eğitim de bu yaşantıyı düzenlemenin aracıdır (Topses, 1982, s. 168).
Kısacası; temel özelliği, demokratik ve sosyal hayatı geliştirmektir (Oktaylar, 2006,
s. 323).
Eğitimciler yeni bilgi ve çevredeki değişmeler ışığında politika ve yöntemlerini
ayarlamaya hazır olmalıdır. Eğitimin özü topluma uyum, dış dünyaya uyum ve belli
doğruluk, iyilik, güzellik, kurallarına uyumda değil; tecrübenin sürekli olarak
yeniden inşa edilmesindedir (Demirel, 2006, s. 23). Yaşantının anlamının artması,
yaşantıya yön verici bu görüş, ABD pragmatizminin kuruluşunun ilk yıllarında,
eğitim etkinliklerinin temel felsefesi olarak boy göstermiştir (Topses, 1982, s. 168).
Sönmez’e göre ( 2005, s. 94) ilerlemeci eğitim felsefesinde derslerin içeriği “
toplumsal açıdan istenilen edegenliklere, öğrencinin hemen kullanabileceği ve
ilgisini çeken bilgi ve becerilere, tasarım ve problemlere vb. göre düzenlenmelidir.”
Benzer şekilde karakter eğitimi de “gruplar halinde karar vermeyi, kubaşık çalışmayı
sağlayacak biçimde işe koşulmalıdır. İçerikte sunulan bilginin mutlak doğru
olmadığı, yeni ortamlarda değişebileceği vurgulanmalıdır” ( 2005, s. 94).
25
Öğretimde problem çözme yöntemi esas alınmalıdır. Okul yaşama hazırlık olmaktan
çok, yaşamın kendisi olmalıdır. Öğretmenin görevi yönetmek değil, rehberlik
etmektir. Okul, öğrencileri yarıştırmaktan çok, işbirliğine özendirmeli ve
yönlendirmelidir. Eğitim ortamı demokratik olmalıdır (Demirel, 2006, s. 23-24).
Cumhuriyet döneminden birkaç yıl öncesine kadar eğitim felsefemize bu görüşün
hakim olduğunu söyleyebiliriz (Çelikkaya, 1999, s. 88).
2.2.2.4 Yeniden Kurmacılık (Reconstructionism)
İlerlemeciliğin devamı olan bu akımın dayandığı felsefe pragmatizmdir. John
Dewey, Isaac Bergson, Barold Rugg, George Counts, Theodore Brameld bu akımın
temsilcileri arasındadır. Yeniden kurmacılar, bir bunalımın ortasına itilmiş insanlığın
bu bunalımdan kurtulabilmesi için sevgiye, işbirliğine dayandırılacak bir dünya
uygarlığı ile mümkün olduğu kanaatindedirler. Irklar, uluslar, renkler, cinsler ve
inançlar uluslararası bir düzen bayrağı altında toplanmalıdır. Dünya barışı korunmalı,
büyük kıyımlara neden olacak savaşlar engellenmelidir (Sönmez, 2005, 105;
Brubacher, 1982, s. 76-77) .
Pragmatik felsefe, değişmeyi gerçeğin esası olarak gördüğü için, eğitimi de bu
çerçevede algılar. Eğitimciler yeni bilgi ve çevredeki değişmeler ışığında politika ve
yöntemlerini ayarlamaya hazır olmalıdır. Eğitimin özü topluma ve dış dünyaya uyum
ve doğruluk, iyilik, güzellik kurallarına uyumda değil; tecrübenin sürekli olarak
yeniden inşa edilmesindedir (Demirel, 2006, s. 25).
Eğitimin hedefleri de dünya uygarlığını kurma, barışı ve insanların mutluluğunu
sağlama, uygulama yoluyla değiştirmeyi gerçekleştirme, sevgi, işbirliği gibi değerleri
kazandırma üzerine kurulmalıdır. Kültürel değerlerin sürekliliğini, bilimsel yöntemi
ve eleştirel düşünceyi kullanmayı, bir sonraki hareketi planlamayı, akıllıca eylemde
bulunmayı sağlayıcı nitelikte olmalıdır. Dersleri konular ve içerik amaçlara göre
düzenlenmeli ve uygulamaya ağırlık verilmelidir. Amaca hizmet eden her türlü
düşünce, görüş ve savlar eğitim ortamına getirilerek tartışılmasına ve
26
sonuçlanmasına uygun demokratik, öğrenci merkezli bir ortam yaratılmaktadır. Bu
anlamda ceza kullanılmamalıdır (Sönmez, 2005; 106-108; Topses, 1982, s. 170).
2.2.3 Davranışçı Kuram*
Davranışçılık eğitimde nesnelci anlayışın en bilinen kuramıdır. Nesnelci görüş
açısına göre, yaşadığımız dünya, içinde barındırdığı varlıkların kendilerine özgü
özellikleri ve varlıkların aralarındaki karşılıklı ilişkilerinden oluşan tam ve tek bir
yapıya sahiptir. Bu yapı, doğru ya da gerçeklik olarak kabul edilir. İnsanlar dünya
düzeni içinde her gün çeşitli deneyimler yaşamakta ve bu deneyimleri aracılığıyla
dünyayı algılayarak ona bazı anlamlar yüklemektedirler. Ancak, dünyanın sahip
olduğu bu yapı, zaten insanların yaşadıkları çeşitli deneyimler sonucunda
ulaşabilecekleri bireysel anlamları da içinde barındırmaktadır (Deryakulu, 2000).
Davranışçı kuram psikolojiyi bilimsel bir davranış araştırması olarak görür. İnsanın
gözlenebilir davranışlarına odaklanır ve öğrenmeyi de meydana gelen gözlenebilir
davranış değişiklikleri üzerinden değerlendirir. Bu açıdan, doğrudan gözlenemeyen
istek ve biliş gibi konularla ilgilenmez (Aydın, 2005, s. 188).
Bu kuramın geliştiricileri olan “Pavlov ve Skinner’in hayvanlar üzerinde yaptıkları
koşullu refleks deneyleri, öğrenmenin uyarıcıya gösterilen tepkiden kaynaklandığını
ortaya koymuştur”. Dolayısıyla davranışçı kuramda araştırmacılar öğrenilen
davranışlar üzerindeki pekiştirme, pratik ve dışsal motivasyonun etkisiyle
ilgilenmişlerdir (Gültekin, Karadağ ve Yılmaz, 2007, s. 504).
Davranışçılık içerisinde farklı kuramlar mevcuttur. Pavlov’un klasik koşullanma
kuramının esası, başlangıçta ilişkisiz olan bir uyarının geçirilen yaşantılar sonucu
koşullu uyarıcı haline gelmesidir. Organizmanın doğal bir uyarana gösterdiği doğal
tepkiyi onun yerine geçen yapay bir uyarana da göstermesi ile oluşur. Thorndike’ın * Davranışçılık her ne kadar bir eğitim felsefesi olmasa da, öğrenmeyi psiklojik temellerle açıklamaya
çalışan, 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir kuram olması itibariyle onu bu bölümde ele almayı uygun
gördük. Yapılandırmacılığı daha iyi anlayabilmek için, onun eleştirdiği davranışçılıkla arasındaki
farkları görmek önem arzetmektedir.
27
davranışçı yaklaşımı öğrenmeyi bir problem çözme olarak ele alır. Bireyin
problemlerle karşılaştığında çeşitli deneme-yanılma davranışlarıyla çözüm üretir.
Skinner ise organizmanın davranışlarını uyarıcılara karşı gösterilen otomatik bir
tepki olmadığını, iradeli yapılan hareketler olduğunu düşünmektedir. Bireylerin
davranışları sonucu olumlu bir durumla karşılaştıklarında o davranışı tekrarlama
olasılığı fazladır. Bir davranışın tekrarlanmasını sağlayan uyarıcılara pekiştireç denir.
Pekiştireçlerle davranışın devamlılığını sağlama süreci ise pekiştirmedir (Oktaylar,
2006, s. 153).
Davranışçı kuramı eğitimde kullanan eğitimciler, bir öğretim programını varsayılan
unsurlar olarak içerik alanına ayırırlar. Öğrenciler pekiştirmeden etkilenen pasif
bireyler olarak görüldüğünden, eğitimciler zamanlarını “iyi yapılandırılmış bir
öğretim programı geliştirmeye ve öğrencileri nasıl değerlendirecekleri, motive
edecekleri, pekiştirecekleri ve ölçmeye tabi tutacaklarını belirlemeye harcarlar”
(Fosnot ve Perry, 2007, s. 9-10).
Öğretmenin bilgiyi aktaran, öğrencininse bilgiyi alan olarak görüldüğü bu kuram
öğretme-öğrenme sürecini uzun bir süre etkilemiştir. Bu etkiler şöyle sıralanabilir
(Gültekin, Karadağ ve Yılmaz, 2007, s. 504-505):
• İnsan davranışlarını nedenlere bağlayan anlayışın gelişmesini sağlamıştır.
• Dış dünya ile ilişki kurmak ve böylece yaşamı sürdürmek anlayışı öğretimin
dört duvar arasından çıkmasını sağlamıştır.
• Koşullanma sürecinde önemli bir öğe olan çevrenin katkıları üzerinde
durulmalıdır.
• Öğrenmenin meydana gelmesinde uygun ortamların oluşturulması gerekir.
• Öğretimde uygun davranış ve tutumların kazandırılması uygun uyarıcılar
gerektirmektedir.
• İstenilen davranışların kazandırılmasında pekiştirme önemlidir.
• Öğrenmede ve özellikle becerilerin öğretiminde tekrarın önemli bir yeri
vardır.
• Güdülenme öğretimde etkililiği sağlayan önemli bir etmendir.
• Ödül ve ceza etkili öğrenmenin sağlanabilmesi için gereklidir.
28
3. BÖLÜM
YAPILANDIRMACI YAKLAŞIM VE FELSEFİ KÖKENLERİ
3.1 Güç Kazanan Bir Anlayış Olarak Yapılandırmacılık
Yıllardır sadece temel okuyucu kitlesi filozoflar, bilgi kuramcıları ve psikologların
olduğu yayınlarda yer bulan ve daha çok felsefi yönü ağır basan yapılandırmacı
yaklaşım, son dönem eğitim bilimleri literatüründe önemli bir tartışma konusu haline
geldi. Son yıllarda yapılandırmacılık öğretmenlerin ders kitabı kılavuzlarında, ulusal
eğitim programı taslaklarında ve eğitim yayınlarında düzenli olarak göze çarpar oldu
(Brooks and Brooks, 1999a; Şimşek, 2004; Matthews, 1992). Matthews’in (1999)
ifadesiyle “yapılandırmacılık çağdaş bilim ve matematik eğitiminde tartışmasız
büyük bir etkiye sahiptir; hatta kimilerine göre en büyük etkinin kaynağıdır”.
Yapılandırmacılık, 20. yüzyıl boyunca sözü edilen bir kavram olmasına rağmen,
sistematik bir şekilde 1960’lı yılların başında Bruner tarafından gündeme getirilmiş
ve o tarihten günümüze de özellikle gelişim psikolojisi ve bilişsel psikoloji
alanlarında geniş bir yer edinmiştir. Bunun yanı sıra 1990’lı yıllarda beyin üzerinde
yapılan nörofizyolojik çalışmalarda da ön plana çıkan bu kavram, eğitimcileri
yakından ilgilendirmiş, öğrenme ve öğretme süreçlerinin düzenlemesinde odak
noktası haline gelmiştir (Arslan, 2007; Şimşek, 2004; Young & Collin, 2004).
Ülkemizde Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeniden düzenlemiş olduğu ilköğretim
programında görüldüğü üzere, yapılandırmacı yaklaşımın önemi vurgulanmış, 2004
yılında ilköğretim birinci kademe ve 2005 yılında da ikinci kademe müfredatları
yapılandırmacılık anlayışı doğrultusunda yenilenmiştir. Ayrıca Milli Eğitim
Bakanlığı (MEB) son birkaç yıldır Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri ve İngilizce
eğitimi de dahil olmak üzere bütün alanlara yapılandırmacı eğitim yaklaşımını
yerleştirmeye çalışmaktayken; MEB’e bağlı program geliştirmeciler de neredeyse
bütün derslerin sosyal yapılandırmacı yaklaşıma uygun olarak yeniden
düzenlendiğini ve ders kitaplarının da buna uygun olarak yeniden basıldığını açıkça
29
ifade etmektedirler (Tunçel, 2009, s.642). MEB yetkilileri yaşanan bu değişimi,
çözümü yapılandırmacı yaklaşım olan aşağıdaki ihtiyaçlarla izah etmekteler (akt.
Çınar, Teyfur ve Teyfur, 2006, s. 49):
Eğitimde kalitenin ve seviyenin artırılması, her düzeyde önemle vurgulanmaktadır. Ülkemizde nüfus yapısında, ailenin niteliğinde, toplumsal dokuda, tüketim anlayışında, insan haklarında, siyasal alanda, bilim ve teknolojide önemli hareketlilikler gözlenmekte ve eğitime olan talep artış göstermektedir. Bu hareketliliklerin eğitim sistemine yansıtılması gerekmektedir. Eğitimden beklenen fonksiyonları dört ana başlıkta toplamak mümkündür: 1. Her çocuğun eğitim sistemine girmesinin ve gelişimini sürdürmesinin
sağlanması, 2. Çocuğun okul vasıtasıyla toplumsallaşmasının sağlanması ve bu
çerçevede eğitim demokrasi ilişkisinin kurulması 3. Ekonominin iş gücü talebiyle eğitim sisteminin arzının uyumlu hale
gelmesi, 4. Toplumda dikey hareketliliğin bir yolu olarak fırsat eşitliğini
sağlayan bir kanal olarak çalışması. 3.2 Kavram Karşılama Sorunu
Bizim burada “yapılandırmacılık” olarak zikrettiğimiz kavramın, Türkçe literatürdeki
farklı adlandırmaları gibi önemli bir sorunla karşı karşıyayız. İngilizcedeki orijinal
adlandırması “constructivism” olan bu kavramın Türkçeye yansıması çok farklı
biçimlerde olmuştur. “Construcivism” kavramının Türkçe karşılığı olarak en çok
karşımıza çıkan kavramlar “bilişçilik”, “inşacılık”, “yapıcılık”, “yapısalcılık”,
“yapılandırmacılık” ve “oluşturmacılık” olarak görünmektedir. Bunların yanı sıra
kavramın gelişimcilik, çatkıcılık ve bütünleştiricilik gibi kavramlarla karşılanması
gibi örneklere de rastlanılmıştır (bkz. Şimşek, 2004; Çınar, Teyfur ve Teyfur, 2006).
Bu kavramların “constructivism” kavramının verdiği anlamı karşılamadaki gücü de
zayıftan kuvvetliye farklı bir grafik sunmaktadır.
Bu kavramlardan “bilişçilik”, “cognitivism”in karşılığıdır. Eğer kastedilen Piaget
temelli “constructivism” yaklaşımı olan “bilişsel yapılandırmacılık” ise, bu kavramın
İngilizcedeki orijinali “cognitive constructivism”dir ve bu haliyle bütünü ifade
etmekten uzaktır.
30
“Yapısalcılık”, hümanizm eleştirisi temelinde özneyi yok sayan ve dünyayı
anlamlandıran insanların onu nasıl anlamlandırdıklarını keşfetme amacı taşıyan,
bunun için de dil bilim yöntemlerini kullanan (Çelik ve Ekşi, 2008 , s. 102)
“structuralism”in karşılığı olarak hali hazırda literatürümüzde yer etmiştir.
“Bütünleştiricilik” kavramının “constructivism”in ifade ettiği anlamı karşılamaktan
uzak olduğunu ifade etmek gerekir. Bu “constructivism”in bütünleştirmek gibi bir
iddiası olduğu anlamına gelir ki, böyle bir durum söz konusu değildir.
“Gelişimcilik”, “developmentalism”in karşılığı olarak “constructivism”den çok hem
onun oluşumuna kaynaklık eden psikolojik yaklaşıma hem de bir iktisat teorisine
işaret eder. “Çatkıcılık”, “construcitivism”in ifade ettiği anlamdan çok uzak
olmamakla birlikte, daha çok “deconstructivism”in karşılığı olarak postmodern
mimarideki “yapı bozumu” anlayışını ifade etmek için kullanılmaktadır.
Alun Munslow’un İngilizce’de “Deconstructing History” adıyla 1997 yılında
yayınlanan ve dilimize “Tarihin Yapısökümü” olarak çevrilen eserinde kullandığı
“construction” kavramı “kurmacılık”; “reconstruction” kavramı “yeniden
kurmacılık” ve “deconstruction” kavramı da “yapı sökümü/yapı bozumu” olarak üç
farklı tarih yaklaşımının karşılığı olarak kullanılmış (Munslow, 2000, s. 10) ve
literatürümüzde yer etmiştir.
Diğer taraftan, “constructivism” ile aynı kökten gelen “reconstruction”ın karşılığı
olarak “yeniden kurmacılık” uzun yıllardır kullanılmakta ve eğitim bilimleri
literatürümüzde bir eğitim felsefesine işaret etmektedir.
“Oluşturma sözcüğü Türkçede daha çok, olmayan bir şeyi meydana getirme anlamını
ifade ” ettiğinden “oluşturmacılık”ın, daha çok metodoloji içindeki “radical
constructivism” anlayışı ifade etmek için kullanmak daha uygun görünmektedir
(Şimşek, 2004, s. 134) .
Kavramın “inşacılık” ve “yapıcılık” şeklinde karşılanması kavramın özüne çok uzak
düşmese de, dönüşlü fiil köküyle “yapılandırmacılık” kelimesinin “öznenin hem işi
31
yapan hem de işten etkilenen” pozisyonunun, “constructivism”in doğasını daha iyi
ifade ettiğini düşündüğümüz için, bu karşılamayı kullanmayı daha makul buluyoruz.
3.3 Yapılandırmacılığın Neliği
Yapılandırmacılığı tanımlamak besbelli ki zor bir iştir. Şimşek’in de belirttiği üzere,
“yapılandırmacılık kendi içinde varlığı tam olarak ifade edilebilen ya da
gösterilebilenlerle açıklayan simgecilikten (representationism), insan zihninin
kendinden başka varlık ve gerçek aramasını saçma bulan tekbenciliğe (solipsism)
kadar uzanan, oldukça geniş bir çeşitliliği barındırmaktadır” (2004, s. 117). Kimi
okuduğunuza bağlı olarak, çok farklı yorumlamalarla karşılaşabilirsiniz. Hatta bazı
yorumlar birbirinin zıttıymış gibi durabilir.
Young ve Collin (2004) yapılandırmacılığın gelişim ve biliş psikolojisi alanlarında
ortaya çıkmış olan bir perspektif olduğu kanaatindedir ve onlara göre bu yaklaşımın
temel figürleri Bruner, Kelly, Piaget, Glasersfeld ve Vygotsky’dir. Arslan (2007) bu
fikir üzerine birçok filozof ve eğitimci çalışmasına rağmen yapılandırmacılığın ne
olduğunu açıklayan fikirleri geliştiren kişiler olarak Piaget ve John Dewey’i görür.
Yurdakul (2004) öğrenme kuramının kökeninde Piaget ve Vygotsky’nin
çalışmalarının yer aldığını, ancak Dewey’in çalışmalarının da bu bağlamda ele
alınabileceğini düşünmektedir. Şirin (2008) yapılandırmacı kuramın William James,
John Dewey, F. C. Barlet, Jean Piaget ve L. S. Vygotsky gibi isimlerin öncülüğünde
şekil kazanmaya başladığını ifade etmektedir. Kindsvatter, Wilen ve Ishler’e göre
(1996), bugünkü anlamıyla yapılandırmacılık, Jean Piaget’nin bilişsel gelişim ve
bilginin oluşumu ile ilgili çalışmalarına dayalı olarak geliştirilmiş bir öğrenme
kuramıdır. Ergün ve Özsüer’e göreyse bugünkü anlamda yapılandırmacılıktan söz
ederken anılması gereken ilk isimlerden birisi de dil ve kültür üzerine çalışmalarda
bulunmuş olan Vygotsky’dir:
Psikologlar 1960’lı yıllarda Piaget’yi keşfettiler, şimdi de Vygotsky’yi. Batı uzun yıllar Pavlov çeşitlemeleri ve Skinner davranışçılığıyla uğraştı. Ancak son zamanlarda ne bunlar ne de Piaget’nin bilişsel psikolojisinin açıklamaları, öğrenme ve eğitimde yeterli görülmemeye başladı. Yeni değerlendirmeler ve arayışlar içinde de Vygotsky yeniden keşfedildi. Jerome Bruner bile, Eğitim Kültürü (1996) adlı eserinde, Vygotsky’nin
32
görüşlerinin önemini geç farkettiği için ondan özür dilemektedir (2006, s.270)
Yukarıda adı geçen araştırmacıların yanı sıra yapılandırmacı yaklaşımla ilgili
çalışmalarda bulunan araştırmacıların birçoğunun da, yapılandırmacı yaklaşımın
temel figürleri konusunda benzer görüşlere sahip olduğu konusunda kuşku
duymuyoruz. Peki ancak, hangi yapılandırmacılık? Her ne kadar Piaget’nin ve
Vygotsky’nin çalışmalarının çakışmadığı iddia edilse ve hatta kimi yeni akımlarca
Piaget ve Vygotsky’nin çalışmaları aynı pota içerisinde eritilmeye çalışılsa da, tek bir
yapılandırmacılık varmış gibi yapılandırmacılık yorumları yapılabilir mi? Ya da
radikal yapılandırmacılığın temsilcisi olan Glasersfeld’ten hareketle genel bir
yapılandırmacılık tanımlaması yapılabilir mi? Yapılandırmacılık bir felsefe mi,
öğrenme kuramı mı yoksa bir eğitim stratejisi midir? Yapılandırmacılığın gerçekliğe,
bilgiye ve bunların nesnelliği sorununa bakışı nedir? Tüm bu sorulara vesile olan şey,
birbirine bazen yakın bazen de çok uzak düşen çeşitli yapılandırmacılık
tanımlamaları ve yorumlarıdır.
Erdem ve Demirel yapılandırmacılığın öğrenenlerin bilgiyi nasıl öğrendiklerine
ilişkin bir kuram olarak gelişmeye başlayıp zamanla öğrenenlerin bilgiyi nasıl
yapılandırdıklarına ilişkin bir yaklaşım halini aldığını ifade eder (2002, s. 82).
Matthews (1999) yapılandırmacılığın bir öğrenme kuramı olarak başlamasına
rağmen egemenlik alanının genişleyerek bir öğretme teorisi, bir eğitim teorisi, bir
bilişsel teori, hem kişisel hem de bilimsel bilgi teorisi ve ahlak, politika ve dünya
görüşü teorisi olduğunu ifade eder.
Fosnot’a göre yapılandırmacılık, bilgi ve öğrenme ile ilgili bir kuramdır ve bu
kuram, bilgiyi temelden kurmaya dayanır. Hem “bilmenin” ne olduğunu hem de
“bilmeye ulaşmanın” nasıl olduğunu açıklar (2007, s.vi).
Airasian ve Walsh’a göre, yapılandırmacılığın temel varsayımı insanların bilgiyi
mevcut olan bilgileri ile inançları, karşılaşmış oldukları yeni fikir veya durumlarla
33
etkileşimleri sonucu yarattıkları üzerine kurulmuştur (akt. Yanpar, Hazer ve Arslan,
2006, s. 115).
Durmuş’a göre (2001), yapılandırmacılık bizim bilgiyi inşa edimiz sürecimizle
ilgilenir. Bizim oluşturduğumuz bu bilgi; önceden ne bildiğimize, ne gibi deneyimler
geçirdiğimize, bu deneyimleri bilgi yapımızda nasıl organize ettiğimize ve bu
deneyimler hakkında bizim neye inandığımıza bağlıdır (s. 96) Ona göre
yapılandırmacılığın vurguladığı üç temel varsayım vardır (s. 94):
• Bilgi pasif olarak ya da kişisel bir katkıda bulunma olmaksızın inşa
(construction) edilemez.
• Anlama, adaptasyon sonucu ortaya çıkar; kişi kendi tecrübeleri, bilgi ve
birikimleriyle tartışılan konu arasında uyumlandırma (tetabuk) sağlayarak, ele
alınan konuyu anlar.
• Bilgi, etkileşim sonucu oluşturulur; kullanılan dil ve içine gömülü bulunulan
sosyal yapı bu etkileşimde önemli rol oynar.
Rovai’ye göre (2004, s. 80) yapılandırmacılık bireylerin çevreleriyle olan
etkileşimleri aracılığıyla inşa ettikleri bilgi temelinde bir öğrenme felsefesidir. Onun
kökleri bilişsel psikolojinin yapılandırmacı hareketi içerisinde bulunur. Savunusu,
bireylerin deneyimleri ve çevreyle olan etkileşimleri aracılığıyla dünyayı
anlamlandırdığıdır. Bundan dolayı yapılandırmacı bakış açısına göre öğrenen
bilginin aktif işleyicisidir.
Savery ve Duffy’ye göre yapılandırmacılık nasıl anladığımız ya da nasıl bildiğimiz
üzerine bir felsefi görüştür. Onlara göre bu felsefi görüşün üç önemli önermesi
bulunmaktadır ( 1996, s. 135 – 136):
• Anlama, bizim çevreyle olan ilişkimiz içerisinde gerçekleşir: Bu yapılandırmacılığın temel kavramıdır. Biz nasıl öğrenildiğinden farklı olarak ne öğrenildiği hakkında konuşamayız. Ne anladığımız; içerik, şartlar, öğrenenlerin etkinlikleri ve belki de en önemlisi öğrenenlerin amacı bağlamındadır. Anlama bireysel bir yapılandırma olduğundan, biz anlamları paylaşamayız; daha ziyade bireysel anlamlarımızın uygunluğunu test edebiliriz.
34
• Bilişsel çatışma ya da muamma öğrenmenin uyarıcısıdır ve öğrenilecek şeyin doğasına ve düzenlenmesine yön verir: Öğrenme ortamındayken, öğrenme için bazı uyarıcılar ve hedefler vardır. Yani öğrenen orada olmak için bir amaca sahiptir. Ancak amaç öğrenme için yalnızca uyarıcı değildir; aynı zamanda öğrenenlerin katılımına, deneyimine ve sonuçta nasıl bir anlamın oluştuğuna karar vermenin öncelikli faktörüdür.
• Bilgi, sosyal uzlaşım ve bireysel anlamların yaşayabilirliğinin değerlendirilmesi yoluyla oluşur: Bireysel anlamlarımızın gelişimi açısından sosyal çevre çok önemlidir. Bir bireyin anlamlarını test etmesi bakımından diğer bireyler öncelikli mekanizmadır. İşbirlikçi ortamlar, belirli bir mesele ya da olay karşısında anlamamızın genişlemesi, zenginleşmesi ve karşılıklı işlenmesi için bir mekanizma olarak, kendi anlamlarımızı test etmek ve diğerlerinin anlamlarını sınamak açısından önemlidir.
“Nesnelcilik/yapılandırmacılık tartışması üzerine” başlığı altında konuyu
aydınlatmaya çalışan Wilson, yapılandırmacılığın bir strateji değil bir felsefe veya
dünyayı yorumlama tarzı olduğunu savunur. Bu dünyayı yorumlama tarzının,
aşağıdaki dört önemli görüşü barındırdığı kanaatindedir ( 1997a, s. 65):
• Gerçekliğin doğası ( the nature of reality): Zihinsel temsiller, gerçek dünyaya
aittir.
• Bilginin doğası (the nature of knowledge): Bilgi bireysel olarak yapılandırılır.
Bilgi, insanların zihnindedir, dışarıda değil.
• İnsan etkileşiminin doğası (the nature of human interaction): Paylaşılmış ya
da üzerinde uzlaşılmış anlamlara itimat ederiz.
• Bilimin doğası (the nature of science): Bu, bütün insan etkinliklerinde,
önyargı ve süzme işlemlerinin eşlik ettiği, bir anlam oluşturma etkinliğidir.
Wilson’un aksine, Thompson yapılandırmacılığın bir öğrenme felsefesi değil bir
bilme modeli olduğu kanaatindedir. Ona göre Piaget’nin genetik epistemolojisi, bir
dereceye kadar, bilimsel kavramları öğrenmeyi ele alır. Öğrenme teorileri, insanların
bilgiyi aldığı ve almak için kullanabilecekleri yol olarak karakterize ettiklerini iddia
eden yapılandırmacılık üzerine temellenmiştir. Fakat yapılandırmacılık bunu başlı
başına yapmaz (2000, s. 415).
Şirin’e göre yapılandırmacılıkta öğrenme, “nesnelerin gerçek doğasını anlamak ya da
düşünceleri hatırlamak değil, öğrenme sürecinde örgütlediğimiz açıklamalar, şemalar
35
ve yapılardan bilişsel, duyuşsal, kişisel veya toplumsal anlamlar oluşturmaktır”
(2008, s. 206). Her bir zihin bilişsel süreçler yoluyla kendi deneyimler dünyasını
oluşturur. Bu haliyle yapılandırmacılık dünyanın doğrudan bilinemeyeceği ancak akıl
yolu ile ona anlamlar yüklenebileceği iddiası ile mantıksal pozitivizmin bilimsel
ortodoksisinden ayrılır ( Young & Collin, 2004, s. 375). Zira, pozitivist paradigma
gerçeğin nesnel ve kişinin dışında var olduğunu, bunun da keşfedildiğini ve ortaya
çıkarıldığını ileri sürer.
Bu bağlamda Foerster’in yapılandırmacılığı anlayabilmek için önerdiği yol daha da
aydınlatıcı olacaktır: “Bir insana düzen, sayılar, formül, simetri, doğa kanunları,
obje, taxonomi vb. kavramların onun için bir keşif mi yoksa bir icat mı olduğunu
sorun. Eğer o insan bu kavramları bir icat olarak ifade ediyorsa burada bir
yapılandırmadan söz edebiliriz.” ( akt. Arslan, 2007, s. 47).
Şimşek “yapılandırmacılığın bilgi kuramı temelinde, düşüncelerimizle bunların
bağlamlarına ilişkin zihinsel yapıların içsel ve öznel olarak oluşturulduğu anlayışı
yatmaktadır” der ve ekler: “Bu anlayışa göre dış dünya, bizim iç dünyamızda,
nesnellikten bağımsız olarak, ona yönelik algımızla anlam kazanır” ( Şimşek, 2004,
s. 118).
Yapılandırmacılığa göre, kişi kendi dışında var olan gerçekleri algılamak yerine,
zihninde var olan hipotezleri test ederek gerçeklerine ulaşmaya çalışır (Şirin, 2008, s.
198). Jonassen’a göre dünyada hiçbir nesne, olay, olgu ya da kavrama ilişkin tek ve
nesnel bir gerçeklikten söz edilemez. Gerçeklik, bir dereceye kadar, birey onu ne
olarak tasarlarsa ya da algılarsa odur (Deryakulu, 2000, s. 64).
Cooper’a göre yapılandırmacıların gerçeklik görüşü bireysel olarak oluşturulur ve
bireysel deneyimler gerçekliği belirler (1993, s. 16). Jaramillo da,
yapılandırmacılıkta nesnel gerçekliğin, bir grup bireyin kendi dünya parametrelerini
tanımlamak için oluşturduğu zihinsel anlam olarak algılandığını dile getirir
(Yurdakul, 2004, s. 114).
36
Tobin ve Tippins’e göre, yapılandırmacılık üzerine yapılan eleştiriler,
yapılandırmacıların bir gerçekliğin varlığını inkar ettikleri suçlaması üzerine olur.
“Ancak yapılandırmacılığın gerçeklik hakkında söylemesi gereken şey, bizim
gerçeklik hakkında bilebileceklerimizin sadece öznel olduğudur” (1993, s. 3). Tobin
ve Tippins’in verdiği yerçekimi örneğini ele alacak olursak, yapılandırmacı konum
açısından yerçekimi vardır ve biz bunun bilgisine deneyimlerimiz vasıtasıyla ulaşırız:
Bizim yerçekimi bilgimiz hem bireysel hem de sosyaldir ve uzlaşma yoluyla sosyal düzenimiz içinde yerçekimi kavramının çeşitli doğrulanabilir özelliklere sahip olduğu konusunda anlaşmaya ulaşılır. Biz deneyimlerin donattığı model çerçevesinde kendi tutarlı yerçekimi modelimizi yaratırız, ne kadar mükemmel olduğu önemli değildir, zira model, gerçek doğru model olduğunu iddia edemez. Bütün bilgiler gibi bu model de, uzlaşım süreci yoluyla evrim geçirmektedir. Bizim tasarımlarımız, gerçek dünya ile öznel etkileşimlerimizden oluşan deneyimler tarafından kısıtlanır. Yerçekiminin gerçekten ne olduğunun nesnel bir açıklaması olmadığı için, biz yerçekimi modelimizin gittikçe kesin gerçekliğe yaklaşıp yaklaşmadığı konusunda bir şey söyleyemeyiz. Şu kadarını söylemek yeter ki, biz yerçekimini ancak bireysel ve sosyal uzlaşım çerçevesinde bilebiliriz. Yapılandırmacı bakış açısı dışsal bir gerçekliğin varlığını kabul eder ancak gerçekliğin tam olarak ne olduğunun bilinemeyeceğinin de altını çizer (1993, s. 4) .
Guba (1990), yapılandırmacılığın ontolojik düzlemdeki yansımasını göreci
(relativist) olarak görür. Ona göre, gerçeklikler çokludur ve onlar insanların
zihinlerindedir. Eğer her zaman herhangi bir sorgulama içinde yapılabilen birçok
yorumlama varsa ve eğer bu çeşitli tasarımların nihai doğru ya da yanlış olarak
saptanabileceği bir kurumsal süreç söz konusu değilse, göreci tutum takınmaktan
başka alternatif yoktur (s. 26).
Jonassen’a göre (1992) yapılandırmacılığın iddiası, gerçekliğin, onu
yapılandıranların, deneyimleri temelinde, zihinlerinde olduğu ya da en azından onu
yorumladıklarıdır. Bizim kişisel dünyamız zihnimiz tarafından yaratılır.
Yapılandırmacı bakış açısından, kimsenin dünyası diğerinden daha gerçekçi değildir.
Yalnız bir tek gerçeklik ya da nesnel varlık yoktur. Yapılandırmacılığa göre zihin,
gerçek dünya üzerindeki olay, nesne ve perspektifleri yorumlamadaki araç ve temel
zeminimizdir. Biz kendi özel deneyim dünyamız temelinde dış dünyayı az çok farklı
olarak kavrarız (138-139).
37
Matthews (1992) yapılandırmacıların büyük çoğunluğunun ontolojik düzlemde
gerçekçi (realist) olduğu görüşündedir. Onlar bilinemez olmasına rağmen bizim onun
hakkındaki düşüncemizden bağımsız olarak gerçek bir dünyanın varlığına inanırlar.
Buna rağmen bazı radikal yapılandırmacılar idealisttir. Onlara göre dünya insan
düşüncesi tarafından ve ona bağlı olarak yaratılmıştır.
Matthews’in bu radikal yapılandırmacılara örnek olarak gösterdiği Glasersfeld’e
göreyse (1989, s. 440), gerçeklik her zaman bizim deneyimlerimizle duyu
organlarımız arasında kalır. Bundan dolayı, “insanlar duyularımız aracılığıyla
aldığımız sinyallerin gerçeklik hakkında bir kod ya da enformasyon olduğunu
söylediğinde, bu en fazlasından talihsiz bir mecaz olur. Bilgi olarak adlandırıp
damıttığımız deneyimlerimizin aracılığı dışında, gerçek dünyaya ulaşamayız”.
Fosnot’ın ifadesiyle “bu teori bilgiyi, aktarılacak veya keşfedilen gerçekler olarak
değil, kültürel ve sosyal iletişim sürecini anlamlandırmaya çaba gösteren insanların
ortaya koydukları gelişimsel, nesnel olmayan ve uygulanabilir geçerli/tutarlı
açıklamalar olarak tanımlamaktadır” (2007, s.vi).
Yapılandırmacılar, bilginin kendi yaşantısını anlamlı kılmaya çalışan birey tarafından
yapılandırıldığını, çevreden pasif bir biçimde alınmadığını savunmaktadırlar. Bilgi,
bireylerin zihinlerindedir, dışarıda değil. Bilgi bireylerin yaşantı ve etkinlikleriyle
oluşmaktadır. Diğer bir anlatımla, bilgi, bireyin kişisel eylem ve deneyimleriyle
ilişkili bir olgudur. İnsan zihninde, yeni bilgilerin üzerine çakıldığı boş bir levha
(tabula rasa) yoktur. Öğrenenler geçmiş deneyimlerinden kazandıklarını kullanarak
öğrenirler. Bu yüzden deneysel, sübjektif ve bireyseldir. Bilgi, evrensel “gerçekler
takımı” olarak değil, “işleyen hipotezler” olarak görülür ve mutlak anlamda doğru
olamayacağı düşünülür (Koç ve Demirel, 2004, s. 174; Yurdakul, 2004, s. 113;
Hoover, 1996; Kaptan ve Korkmaz, 2001, s. 52).
Applefield, Huber ve Moallem’e göre (2001), bilginin öğrenenden bağımsız olarak
var olduğuna ve dış dünyanın, öğrenenlerin dışarıdaki olgulara uygunluk gösteren iç
38
dünyalarına doğru transferi yoluyla özümsendiğine olan inanç, davranışçı ve bilişsel
bilgi teorilerinin ikisinin de nesnelci geleneği onaylayan perspektifleridir. Oysa
yapılandırmacılık, öğrenenlerin bilgi anlayışlarının, onların kişisel deneyimlerinin
yorumlanması süreci içinde, ilişki içinde oldukları anlamlandırma (meaning-making)
arayışıyla türetildiğini öne sürer.
Yapılandırmacılık, öğrenenlerin sadece kendi deneyimlerinden hareketle bilgiyi
yorumlayabileceklerini iddia eder. Bilgi, öğrenen kişinin var olan değer yargıları ve
yaşantıları tarafından oluşturulur. Jonassen’ın sözleri ile ifade edecek olursak:
Nesnelci tasarımcılar olarak biz, öğrencilere özel gerçeklikler iletme niyetinde olabiliriz; ancak öğrenenler bizim iletimizi eninde sonunda kendi deneyimleri ve bilgileri bağlamında yorumlarlar ve kendi ihtiyaçları, yaşam deneyimleri ve ilgileri ölçüsünde kendi özel anlamlarını yaratırlar (1992, s. 139).
Abbott ve Ryan’a göre de (1999) yapılandırmacılıkta öğrenme temel olarak aktiftir.
Yeni bir şeyler öğrenen bir kişi, bütün önceki bilgi ve deneyimleriyle mevcut zihinsel
yapısını kullanır. Her bir yeni etki ve deneyim kişilerin zihninde zaten var olan
yaşayan anlama dokusunun üzerine özümsenir. Öğrenme pasif olarak
gerçekleşmediği gibi nesnel de değildir.
Hoover (1996) yapılandırmacı öğrenmenin iki temel prensibe sahip olduğunu
belirtir. Bilgi öğrenen tarafından aktif olarak yapılandırılır, çevreden pasif olarak
alınmaz ve öğrenme öğrenenlerin dünya deneyimleri tarafından sürekli olarak
şekillendirilmesi üzerine temellenmiş bir adaptasyon sürecidir.
Matthews (1992) yapılandırmacı felsefe yazınının bilgi ve gerçeklik üzerine
görüşlerinin aşağıdaki gibi özetlenebileceğini belirtir:
• Yapılandırmacı yaklaşımların birçoğuna göre bilgi bireysel ve toplumal
olarak inşa edilir; bilgi nesnel ya da halihazırda değildir ve teoriler mutlak
değil, geçicidir.
• Bilgi olarak bilim bir entelektüel inşadır. Doğa yasaları olarak adlandırılan
şeyler insan aktivetilerinin ürünüdürler. Doğa aslında yasalara sahip değildir.
39
• Aslında bilimsel bilgi, bilimsel bilginin mutlak gerçekliğe uygun düşen,
dünyanın gerçek bir resmini sağladığı inancının üstesinden gelmeye imkan
tanır.
• Biz dış dünyanın varlığını varsaysak rağmen biz ona doğrudan ulaşamayız.
Genel bilgi olarak bilim, dikkatlice kontrol edilen yapıdaki gibi bir buluş
değildir.
• Yapılandırmacılık insan bilgisinin sınırları hakkında bir teori, bütün bilgilerin
bizim kendi bilişsel etkinliklerimizin zorunlu bir ürünü olduğuna dair bir
inanç olarak tanımlanabilir. Biz doğrudan ya da aracısız bir şekilde dış ya da
nesnel dünyanın bilgisine ulaşamayız. Biz deneyimlerimiz aracılığıyla kendi
anlamlarımızı inşa inşa ederiz. Deneyimlerimizin karakteri bilişsel
merceğimiz tarafından derinden etkilenir.
• Bilimsel bilgi kendi kendilerine teori yüklü olan gözlemlere göre icat edilir.
Model ve teorilerin ontolojik gerçekliğe uygun düşüp düşmediğini
denetlemek için başvurulacak bir doğanın muazzam kitabı yoktur.
• Yapılandırmacılık mantık olarak epistemoloji ötesi bir yapıya sahiptir. Bu
perspektiften bakılınca epistemolojinin standart soruları cevaplanamaz ya da
makulce sorulmaz bile. Onun önermeleri geleneksel epistemolojik dili
terketmeyi tavsiye eder.
Görüldüğü üzere yapılandırmacılık yorumlarının bilgi, gerçeklik, öğrenme gibi temel
kavramlara yaklaşımında mutlak bir ortak tutum takınıldığını söylemek pek mümkün
görünmemektedir. Bu farklı yaklaşımlar, yapılandırmacılık için farklı kolonları olan
bir tablo sunmayı zaruret haline getirir.
Tablo 1
Yapılandırmacılığın farklı yüzleri
Boyut Bilişçi Sosyal Radikal
Dünya Görüşü Mekanik Bağlamcı Organik
Değerler Kuramı Realizm İdealizm İdealizm
Bilgi Kuramı Mutlakçı Değerci Göreceli
40
(Klasik) (Postmodernizm) (Postmodernizm)
Karar Ölçütü Bilim Toplum Birey
Psikolojik Odak Öznel Nesnel Öznel
Eğitimsel Yapı Öğretmen temelli Grup temelli Öğrenci temelli
İletişim Tek yönlü Çok yönlü İçe dönük
Amaç Öğrencinin bilgiyi
keşfetmesini
sağlamak
Uzlaşma sağlamak Bireysel ve içsel
tutarlılığı sağlamak
Bilginin Niteliği Nesnel Sosyol – kültürel Algısal
Henriques’ten (1997), Yore (2001) ve Şimşek (2004) tarafından uyarlanan tablonun,
konumuz açısından uyarlanmasıdır.
3.4 Yapılandırmacılığın Kolları
İnsan gelişimi alanında üç temel soru bulunmaktadır ki, bu sorular – ve dolayısıyla
bu sorulara verilen cevapların niteliği – aynı zamanda yapılandırmacılığın çeşitli
kollarının temel tezlerine vurgu yapar: Biyolojinin rolü nedir? Deneyimin rolü nedir?
Bu iki faktörün arasındaki etkileşimin adresi olarak çevre nasıl düzenlenebilir? John
Dewey, Jean Piaget, Lev Vygotsky ve Jerome Bruner gibi yapılandırmacı yaklaşıma
teorik altyapı sağlayan araştırmacılar bu sorulara farklı cevaplar vermişler,
çalışmalarının merkezine birbirlerinden farklı öğeler taşımışlardır (Lutz ve Huitt,
2004). Dolayısıyla tek bir yapılandırmacı kuram bulunmamaktadır. Piaget’nin
bilişsel ve gelişimsel yaklaşımı; Bruner ve Vygotsky’nin etkileşim ve kültür vurgulu
sosyal yapılandırmacılığı; Glasersfeld’in Piaget temelli radikal yapılandırmacılığı
öne çıkan kollardır.
3.4.1 Bilişsel Yapılandırmacılık
Bilişsel yapılandırmacılık türü kaynağını Piaget’de bulur. Dougiamas’a göre (1998),
bu tür yapılandırmacılığın ilkesi, “bilginin çevreden pasif olarak alınmadığı, öğrenen
tarafından aktif bir şekilde yapılandırıldığı” şeklinde özetlenebilir. Glasersfeld’e göre
ise, Piaget tarafından ortaya atılmış olan ve onu diğer bilişsel kuramlardan ayıran ana
41
fikir, bilgi olarak adlandırdığımız şeyin, bağımsız bir gerçeğin temsili amacına sahip
olamadığı ve olamayacağı, ancak uyarlanabilir bir işleve sahip olduğu görüşüne
dayanmaktadır (2007, s. 3).
Piaget (1896-1980); en önemli bilişsel psikoloji teorilerinden birini geliştiren
İsviçreli bir biyolog, felsefeci ve davranış bilimcisidir. Kendisini bir genetik bilgi
filozofu olarak tanımlayan Piaget’nin çalışmaları genel bilgi teorisinin gelişimi,
çocukların kendi dünyalarının bilgisini nasıl geliştirdiği ve bu gelişmede biyolojinin
rolünün ne olduğu üzerine yoğunlaşmıştır (Lutz ve Huitt, 2004). Piaget kuramını
açıklarken kullandığı “biliş”, “adaptasyon”, “çevre”, “organizasyon”, “şema” ve
“özümleme” gibi kavramları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz (Yaycı, 2005):
Biliş: Dünyayı anlamayı, tanımlamayı ve öğrenmeyi içeren tüm zihinsel süreçleri
kapsar.
Adaptasyon: Çevreye uyum gösterme becerisidir. Yaşanılan dünyanın verili şartları
ve sınırlılıkları içerisinde yaşamaya muktedir olmadır (Glasersfeld, 2007, s. 4).
Önceki ve güncel bilgi, izlenimler ve tecrübeler gibi birikimlerin daha sonraki
yaşantı ve durumlarda işleve dönük olarak nasıl kullanılacağının yapılandırılmasıdır.
Çevre: Glasersfeld, yapılandırmacı yaklaşım açısından çevrenin oldukça farklı iki
anlamının olduğundan söz eder (2007, s. 5):
1. Kendimizle ilgili konuşurken, kalıcı nesnelerin tamamını ve bu nesnelere
dayalı oluşturduğumuz deneyimlerimizden çıkardığımız ilişkileri ifade eder.
2. Dikkatimizi belirleyen bir maddeye odaklandığımızda, bizim izole ettiğimiz
maddenin etrafındaki şeyleri temsil eder.
Organizasyon: Dış dünyaya ait algılamaların tutarlı bir bütün halinde sistematize
edilmesidir.
Şema: Örgütlenmiş düşünce ya da davranış örüntüsüdür; çocuğun çevresiyle
etkileştikçe geliştirdiği davranış ve düşünce kalıplarıdır.
42
Özümleme: Kişinin dış dünyayı, olayları yorumlarken daha önce geliştirdiği
şemaları kullanarak yeni durumlarda kullanması becerisidir. Etkinlik ve deneyimin
organize edilmesidir: Bireyin kendi benliğini ortaya koymak, anlama ve algılama
eğilimi ve bütün sistem içerisinde kendi otonomisini korumak için etkinlik ve
düşüncelerini ortaya koyma eylemidir ( Fosnot ve Perry, 2007, s. 18).
Kant’ın içgörü kavramından etkilenen Piaget’ye göre bilişsel gelişim, çevre ile
etkileşimimiz sayesinde sürekli gelişen, değişen ve etkinliklerimize yön veren
şemalar ya da zihinsel yapılar yoluyla ilerler. Piaget öğrenmeyi özümseme, uyum ve
bilişsel denge kavramları ile açıklamaktadır (Bağcı Kılıç, 2001, s. 10). Yeni bir bilgi
bireyin önbilgileri ile çelişmiyorsa özümsenir ve yeni bir bilişsel denge oluşur. Eğer
yeni bilgi önbilgi ile çelişiyorsa, yen i bilgi var olan yapıya özümsenmediği için
dengesizlik yaşanır. Birey bu dengesizlikten kurtulmak için bir çaba içine girer ve
bunun sonucunda yeni bir bilişsel yapı oluşturur ( Koç ve Demirel, 2004, s. 177).
Bunu bir örnekle açıklayabiliriz:
Hayatında ilk defa kaplan gören bir çocuk, onu zihnindeki kedi kavramı ile karşılaştırarak, özümsemeye çalışacak, bir süre sonra onun kediden farklı olduğunu görerek bilişsel denge bozulacaktır. Ancak çocuk bir süre sonra kaplan kavramını oluşturarak yeni durumuna uyum sağlayacak ve dengesizlikten kurtulacaktır (Şirin, 2008, s. 201)
Piaget, yaygın olarak “zihinsel gelişim” ya da “bilişsel gelişim” kuramı olarak
bilinen kuramı uyarınca, öğrenmeyi yaşa bağlı bir süreç olarak görmüştür. O bu
süreci doğumdan başlayarak yetişkinlik sürecine kadar devam eden dört farklı evrede
ele almıştır. Bu sürecin başından sonuna doğru ilerledikçe çocukların kavrama ve
problem çözme yeteneklerinde niteliksel gelişmeler gözlenmekte ve her bir dönem
kendisinden önde gelen dönemlerin özelliklerini de içermektedir (Bacanlı, 2000;
Demirel, 2006; Yaycı, 2005; Erden ve Akman, 2001; Şirin, 2008) :
1 - Duyusal Devinim Dönemi (Sensorymotor): 0-2 yaş aralığındaki evredir. Bu
dönemde birey sözel olmayan davranışlar gösterir. Duyuları ve motor faaliyetleri
yoluyla dış dünya ile ilişki kuran bebek, dönem ilerledikçe çevresinde olanları ve
kendisinin çevresinden farklı olduğunu fark etmeye başlar. Dönemin sonunda bebek,
43
karmaşık olmayan zihinsel işlemleri gerçekleştirmeye başlayarak işlem öncesi
döneme geçer.
2 - İşlem Öncesi Dönem (Pre-operational): 2-7 yaş arası dönem olup, bu dönemde
birey sözcük dağarcığını zenginleştirerek dilini geliştirir ve benlik kavramını
oluşturur. Bu evrede ben merkezli bir düşünme yapısına sahip olan çocuklar, kendi
görüşlerinin tek ve doğru görüş olduğu inancındadırlar. Henüz çevresindekilerin
kendilerinden farklı bir düşünme yapısına sahip olabileceği düşüncesini
kazanamamışlardır. Bu dönemde ki çocuklarda korunum fikri gelişmemiştir.
Dönemin sonuna doğru ilerledikçe ben merkezli düşünme gittikçe azalmaya ve yerini
mantıklı düşünceye bırakmaya başlar. Böylece somut işlemler dönemine geçilir.
3 - Somut İşlemler Dönemi (Concrete Operational): 7-11 yaş aralığına tekabül eder.
Bu dönemde çocuğun sınıflama, sınıflandırma, karşılaştırma, dört işlem yapma ve
dönüştürme gibi becerileri gelişerek muhakeme edişi mantıklı bir hale gelir. İşlem
öncesi dönemde çözülemeyen korunum problemleri bu dönemde çözülür. Somut
işlemler döneminde çocukların bilişsel yapıları bazı problemleri zihinsel olarak
çözebilecek düzeye ulaşır. Ancak bu problemin somut nesnelerle olan ilişkisine
bağlıdır. Somut işlemler döneminin zihinsel işlem yapma yeteneğinin henüz
gelişmediği işlem öncesi düşünce ile mantık işletme yoluyla muhakeme yapabilen
soyut düşünce arasında bir geçiş dönemi olarak görülebilir.
4 - Soyut İşlemler Dönemi (Formal Operational): 11 yaş ve sonrası dönemi kapsar.
Bu dönemde bireyde ayırt etme, değişkenleri belirleme ve kontrol etme, hayal
kurma, soyut kavramları algılayabilme gibi beceriler gelişir. Genelleme,
tümdengelim, tümevarım gibi zihinsel işlemler yapılabilir. Birey kendi düşünce
süreçlerinin farkındadır. Kendi özeleştirisini yapıp kendi yargılarının doğruluğunu
yoklayabilir. Son dönem olan bu dönemden sonra bilişsel yapıda niteliksel bir
gelişme ortaya çıkmaz. Ancak yaşantılara bağlı olarak niceliksel gelişmeler her
zaman mümkündür.
44
Demirel (2007, s. 158) bilişsel yapılandırmacılığın eğitime yansımalarını aşağıdaki
gibi sıralamaktadır:
1. Eğitim programlarını düzenlerken her bir gelişim seviyesindeki düşünmenin
kendine özgü nitelikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Çocukların bilişsel
gelişim düzeyi dikkate alınmalı, onların gelişimsel olarak yapamayacağı
beklentiler oluşturulmamalıdır.
2. Zihinsel yapıların yaratılması için öğrencilerin öncelikle amaca ulaşmada
tekrar yapmaları ve hareket şemalarını içselleştirmeleri gerekir. Öğrencilerin
hedeflere ulaşmalarını sağlayan eylemlerini sürekli uygulamaları için
olanaklar yaratılmalıdır.
3. Öğrencilere; sonraki fikirlerin öncüsü olarak hizmet edebilecek yardımcı ya
da rehber fikirler, onların var olan yanlış anlamlarıyla çelişen deneyimler ve
kavrayıp uygulayabilecekleri alternatif yaşantılar sunularak düşüncelerinde
gelişim sağlanmalıdır.
4. Öğrencilerin yeni şema oluşturmaları yanında var olan şemalarını
geliştirmeleri için özümleme ve düzenleme arasında denge kurulmalıdır.
5. Çocukların doğuştan getirdiği bilimsel özelliği yansıtmalarına yardımcı
olunmalı, bunun için doğal merakın açığa çıkışı teşvik edilmelidir.
6. Yanlışlara ve nedenlerine karşı duyarlı olunmalı, yanlışı vurgulamak yerine
fikrin altında yatan nedenler araştırılmalıdır.
7. Yeni bilişsel yapıların eskilerinin üzerine kurulduğu düşünülerek öğrenme
süreçlerinde öğrencilerin önbilgileri dikkate alınmalıdır.
3.4.2. Sosyal Yapılandırmacılık
Gerçeklik bizim kendi etkinliklerimiz tarafından mı yapılandırılır? Biz dünyayı
keşfetmekten çok kolektif olarak icat mı ederiz? Kukla’ya göre bu iki soruyu
cevaplamaya meyilli kimse sosyal yapılandırmacılık olarak adlandırılan akım
tarafından ortaya konan tartışmaların içerisindedir (2000, s. ix).
Kanlı’ya göre (2009) sosyal yapılandırmacılık Emile Durkheim’le ortaya çıkan, Peter
Berger gibi bir kültür sosyoloğu ve çok yakın bir zamanda Barnes, Bloor, Collins,
45
Latour gibi bilim sosyologları tarafından değerlendirilen bir gelenektir. Bu gelenek
fikirlerin geliştirilmesi ve ispatlanması için grubun önemi üzerinde durur. (s. 47).
Sosyal yapılandırmacı kuramın temelinde ise Lev Vygotsky’nin görüşleri yer
almaktadır. Vygotsky (1896-1934) çocukların öğrenmesinde dış etkenlerin rolüne
değinen bir Rus psikologudur. Birey ve toplum arasındaki ilişki, öğrenmede sosyal
etkileşim, dil ve kültürün etkisi Vygotsky’nin çalışmalarının odak noktasıdır. ( Koç
ve Demirel, 2004, s. 177). Bilişsel gelişimin tek başına gerçekleşen, kendiliğinden
oluşan bir süreç olmadığını savunarak, sosyo-kültürel değerlerin ve toplumsal
etkileşimin önemini vurgular (Yaycı, 2005). Ona göre, öğrenme gelişmeye dayanır
ama gelişme öğrenmeye dayanmaz. Etkili öğrenme gelişimi hızlandırır. Öğrenme,
problem çözmek, çelişkileri gidermek ve anlamak içindir (Ergün ve Özsüer, 2006, s.
270).
Vygotsky, bilişsel yapının iki türünden bahseder: kavramlar ve fonksiyonlar.
Kavramlar etiketlenmiş nesneler sınıfına aittirler. Çocuk bir kavrama ait tam
anlamayı; o kavrama ait belirleyici ölçütlerin hepsini bildiğini, kavram için sözcüğün
keyfi ve herkesçe kabul edilmiş olduğunu göstererek sergilemektedir. Fonksiyonlar
ise dil, düşünme, algılama, ilgi ve hafızadan oluşur (Demirel, 2007). Dil düşünce
gelişiminin temel ögesidir. Dil olmadan düşünce gelişmez, düşünce dil yoluyla ifade
edilir (Yaycı, 2005, s. 115). Piaget’de dil mantıklı düşünceye hizmet eden bir
araçken, Vygotsky’de düşünmenin aracı durumundadır, sadece bir ifade aracı
değildir (Ergün ve Özsüer, 2006). Çocuk dili aktif olarak kullanmaya başladığından
itibaren gözleriyle ve elleriyle olduğu kadar kendisiyle sesli konuşarak da
problemleri çözer (Dilek, 2002, s. 79).
Erdener onun çalışmalarına yön veren iki temel özellikten söz eder (2009, s. 87):
İlki, felsefeden geniş ölçüde beslenen teorik formülasyonlarının, deneysel bir zemine oturtulması; ikincisi, çocuk düşüncesi ve dili konusunda bir birim üzerine kurmuş olduğu formülasyonların, ünitenin diğer birimlerine de genellenebilir yani bütüncül (holistic) olmasıdır. Çalışmalarının bütüncül özelliğinden dolayı, okul öncesi çocuğun konuşmasına dair geliştirdiği bir formülasyon, okul çağındaki çocuğun yazmayı öğrenmesi ile birleşir ve böylece teoride boşluklara düşmeksizin genel bir düşünce ve dil teorisinden bahsetmek mümkün olur. Aynı
46
formülasyon, hem okul öncesi hem de okul çağı, ergenlik, yetişkin ve yetişkin şizofreni hastalarında uygulandığında bile, teoride bir kesintisizlik söz konusudur.
Palincsar (1998), Vygotsky’nin perspektefinden hareket edilerek oluşturulan ve hepsi
iç içe dokunmuş dört temel gelişim analizi görüşünün var olduğunu belirtir. Türün
evrimsel gelişimi (phylogenetic development) insanların diğer hayvanlardan farkının
ne olduğuyla ilgilenir. Bu analizde dil, sembol ve işaretler gibi araçlar önem taşır.
Analizin ikinci aşaması belirli kültürlerin pratiklerinin ve aynı kültürel grubun
eylemlerinin zaman içerisindeki rollerini gelişim içinde tanımlayan kültürel/tarihsel
(cultural/historical) aşamadır. Ontogenetik (ontogenetic) analiz, fiziksel ya da
zihinsel değişim, yaş, mizaç ve gelişime etki eden bireysel tarihin sonuçları gibi
bireysel özelliklerin çeşitli yönlerine dikkat verir. Son olarak, mikrogenetik
(microgenetic) analiz ise bireyin çevresiyle arasındaki karşılıklı etkileşim
süreçleriyle ilgilenir (s. 354).
Bağcı Kılıç’a göre (2001), Vygotsky’nin, sosyal yapılandırmacılar tarafından
kullanılan üç önemli teorisi bulunmaktadır: anlamlandırma, bilişsel gelişim araçları
ve yakınsal gelişim alanı.
Anlamlandırma (meaning making): Vygotsky, çocukların öğrenme sürecinde
bilimsel kavramları ve günlük düşüncelerini yetişkinlerle olan ilişkilerden
öğrendiğine inanmaktadır. Bilgiyi anlamlandırmada sosyal etkileşimin önemli rol
oynadığını ileri sürmüştür (Şirin, 2008). Kısacası, içinde yaşadığımız toplum ve
kültür, bilgiyi anlamlandırmamızda önemli bir işleve sahiptir.
Bilişsel gelişim araçları: Kültür, dil ve çevresinde kendisi için önemli olan kişiler,
çocuğun bilişsel gelişimini sağlayan araçlardır. Yapılandırmacı öğrenme modelinde
doğa ve eğitim yarış içerisinde değildir. Onlar birlikte iş görürler. Milyonlarca yıllık
deneyim çeşitliliğine sahip olan insan soyunun her bir nesli, elverişliliği ölçüsünde
sahip olduğu çok güçlü araç takımlarına sahip olmuştur. Bu araçlar dil öğrenme
yeteneğimizi açıklamaya, grup içinde başarılı bir şekilde iş birliği yapmaya,
çaprazlama problemler hakkında düşünmeye, geleceği planlamaya yardım eder.
47
İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında insanlar görece küçük gruplar içerisinde
yaşama eğiliminde olmuşlardır. Bireyler yeteneklerini işbirliği içerisinde geliştirmek
zorundadırlar (Abbott ve Ryan, 1999).
Yakınsal gelişim alanı (the zone of proximal development): Vygotsky’ye göre kişinin
gelişimi sonu olmayan bir silindire benzer. Bu silindir üzerinde, kişinin problem
çözme becerileri geliştikçe yukarılara doğru kayan bir yakınsal gelişim alanı vardır.
Bu silindirin tabanında çocuğun yardım almadan çözebileceği problemler vardır. Bir
üst basamakta yardım alarak çözebileceği problemler bulunmaktadır. Bu anlamda
çocuklar, bilgilerini açıklamalar yaratarak ve yaptıkları işleri yorumlayarak
başkalarına göstermelidirler. Öğretmen ve yetişkinlerin görevi öğrencilerin kendi
anlayış seviyelerini ve bilgilerini formüle veya inşa etmelerine imkan ve olanak
sağlamaktır. Silindirin en üst basamağında ise öğrencilerin yardım alsalar dahi
çözemeyecekleri problemler bulunmaktadır (Bağcı Kılıç, 2001; Şirin, 2008).
Vygotsky’nin öğrenmede başkalarının veya sosyal ortamın rolü konusunda vurgusu
eğitimcilerin, öğrenmenin ne dereceye kadar bireysel bir süreç olduğunu tekrar
düşünmelerine neden olmuştur. Bilginin yapılandırılması konusunda davranışçı
anlayışa dayalı eğitim uygulamaları nedeniyle dikkatler tamamen bireyin
üzerindeyken, Vygotski’nin teorilerinde, öğrenmede daha geniş olan toplumun ve
diğer insanların rolünü vurgulaması önceki fikirleri temelden sarsmıştır (Arslan,
2007, s. 52).
Demirel (2007, s. 159) Vygotsky’nin kuramının eğitime yansımalarını aşağıdaki gibi
sıralamıştır:
1. Çocukların dışsal diyalogları içselleştirerek öğrendikleri dikkate alınmalıdır.
Çocuklar çevrelerini gözleyerek daha iyi öğrenirler ve eleştirel düşünebilirler.
Bu süreçte öğretmen ve diğer öğrenciler model olmalıdır.
2. Öğretmenler, çocukların kendi kendilerine ilerlemelerine yardım etmek için
onlara rehberlik eden destekleyiciler olarak davranmalıdır.
3. Öğretim, çocuğun o anki bilgi seviyesinden her zaman ileri düzeyde
olmalıdır. Öğretmenler, çocukların YGA [yakınsal gelişim alanı] içinde
48
öğretim süreçleri tasarım[lamalıdır]. Çocuklar kapasitelerinin üstünde işlem
yapamadıklarından uygun bir rehberlikle çocukların bu alan içinde
gelişmeleri sağlanabilir.
4. Çocukların bir beceriyi içselleştirebilmeleri için, öğretim dört aşamada
ilerlemelidir. İlk aşamada, öğretmenler beceriye örnekler vermeli ve ne
yaptıklarına ve niçin yaptıklarına ilişkin sözel açıklamalar getirmelidirler.
İkinci aşamada öğrenciler, öğretmen ne yaptıysa onu taklit etmeye
çalışmalıdırlar. Üçüncü aşamada, öğrenciler beceriler üzerinde daha fazla
hakimiyet sağladıkça, öğretmenler yavaş yavaş geriye çekilmelidirler. Son
olarak da öğrenciler beceriyi içselleştirmek için yeterince uygulama yapmalı
ve uzman davranışları sergilemelidirler.
5. Öğrenciler içsel kavramlarının daha doğru ve genel olması için bilimsel
kavramlarla yüz yüze getirilmelidir.
6. Dil ve düşünce birbirleriyle yakından ilişkili olduğundan düşüncenin gelişimi
için dil becerilerinin gelişmesine yardımcı olunmalıdır. Çocukların dil
becerilerinin gelişimine yardımcı olunarak onların düşünceleri de
geliştirilebilir.
3.4.3. Radikal Yapılandırmacılık
Bireysel farklılıklara dayalı radikal yapılandırmacılık, bireysel bilginin yaratımı ve
kavram yapılanması üzerine durur (Kanlı, 2009, s. 47). Bu akım Piaget’nin teorisine
ve bilginin insan uyarlamasıyla uzlaşımı ile bizim dışımızdaki gerçek bir dünyanın
bilgisine ulaşmanın imkansızlığına dayanır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse;
radikal yapılandırmacılık, bilişsel yapılandırmacılığın “bilgi, çevreden doğrudan
alınmaz, öğrenen tarafından aktif olarak yapılandırılır” şeklinde ifade edilebilecek
temel ilkesine bir ilke daha ekler: Öğrenme, deneyimin tutarlı yorumlanmalarına
doğru dinamik bir uyarlama sürecidir. Öğrenen, gerçek dünyanın bilgisini zorunlu
olarak yapılandırmaz (Dougiamas, 1998).
Radikal yapılandırmacılık, bilginin pasif olarak toplanmadığını, bilakis birey
tarafından aktif olarak oluşturulduğu görüşünü vurgular. Arslan’a göre, biliş, bu
süreçte bireyin davranışlarının belli bir çevrede daha uyumlu olmasını sağlayacak
49
fonksiyonda bulunan bir adaptasyon sürecidir ve bireyin deneyimlerini organize
etmekte ve anlam oluşturmaktadır (2007, s. 54).
Radikal yapılandırmacılığın en önemli temsilcisi Ernest von Glasersfeld’tir. Ona
göre (2007, s.4):
Sağduyu açısından sahip oldukları güce rağmen, bilim ve teknolojideki başarılar, temel bilgi problemini henüz çözememektedir. Bunu anlayabilmek için, deneyim dünyamızdaki geçerlilikle filozofların ( mutlak ve ontolojik anlamdaki) hakikat görüşlerinin aynı olmadığının farkında olunmalıdır.
Glasersfeld’e göre bilgi, nasıl tanımlanırsa tanımlansın aslında kişilerin
kafalarındadır ve kişinin kendi deneyimlerine bağlı olarak bildiği şeylerin üzerinde
şekillenir (2007, s.5):
Öğretme stratejileri ve süreçleri çoğu zaman, kendi algılarımız ve bu algılardan yaptığımız çıkarımların, öğrenciler tarafından istedikleri taktirde, kolayca alabilecekleri, hazır şekilde orada bulunduğu şeklindeki basit varsayım arasında gidip geliyor gözükmektedir. Bu, deneyimimizin akışını bölümlediğimiz ve izole ettiğimiz parçaları ilişkilendirdiğimiz yolların olduğu ve gerekli bir madde olarak kaldığı temel noktasını görmezlikten gelmektedir. Böylece, bir öğrencinin öğrenmesini teşvik etme ve geliştirmeye niyet ettiğimiz zaman, bilginin kişinin aklından başka bir yerde olmadığını unutamayız.
Bilgi, gerçek dünyanın bir resmini sunduğu şeklinde karakterize edilemez. Bilgi
sadece bireyin ne yapıp ne yapamayacağını yansıtır. Bilişsel organizmalar bu bilgiyi
öylesine elde etmezler. Onlar bunu önceki deneyimlerine doğru davranış geliştirerek
elde ederler. Hoşlandıkları deneyimleri tekrar etme eğiliminde olurken,
hoşlanmadıklarından kaçınırlar. “Öyleyse bu tür bilgi, geçmişte işe yarayanın
bilgidir” (Glasersfeld, 1989, s. 438).
Radikal yapılandırmacılık, deneyimlerimizin ötesinde bilinebilecek ve
açıklanabilecek nesnel bir gerçekliğin olduğunu kabul etmez. Ancak
deneyimlerimizin ötesinde var olan gerçekliği de inkar etmez (Bahar ve Karakırık,
2004, s. 63). Dolayısıyla biz kavramlarımızı oluştururken deneyimlerimizi kullanırız.
Her bireyin farklı deneyim dünyası olduğundan, var olsa bile, nesnel bir gerçekliğe
ulaşamayız ve herkesin mutabık olduğu bir mutlak gerçeklik üzerinde konuşamayız.
50
“Bunun yerine dil, hikayeler, metafor ve modeller kullanarak, birbirimizi dinler ve
birbirimizin anlama biçimini anlamaya çalışırız, böylece “paylaşılmış” anlamları
oluşturur ve üzerinde uzlaşırız” (Fosnot ve Perry, 2007, s. 34).
Bu anlamda Glasersfeld’in sıkça başvurduğu kavramlardan biri “yeniden temsil”dir
(re-presentation). O, belli şeyleri tartışmasız kendi kendine zihinsel olarak yeniden
temsil edebileceği kanısındadır:
Nasıl yaptığıma dair çok bulanık fikirlere sahip olmadan, şu anda, 40 yıl önce bir kış günü İsviçre Alplerinde bir dağa doğru tırmandığımı kendi kendime yeniden temsil edebilirim. Kayağı henüz dokunulmamış karlara doğru itip de ağırlığını üstüne verdiğinde oluşan tuhaf hışırtıları, her bir adımdaki çıtırdamayı duyabilirim. Yamaç ve çukurları takip ederken, önümde proje, arkamda ürün olarak bıraktığım izleri görebilirim. Sabit eğimde yol alabilmek için gösterdiğim sürekli çabayı hissedebilirim. Kuru, soğuk hava ve mükemmel güneş ışığının kıyaslanamaz karışımını her nefeste koklayabilirim. Şüphesiz, bu bağlamda ‘duymak’, ‘görmek’, ‘hissetmek’ ve ‘koklamak’, doğrudan algılama bağlamında olduğu gibi, tamamıyla aynı aktiviteler olduğunu kastetmez. Algıladığımda, gözlerimden, kulaklarımdan ve burnumdan geldiği görülen sinyaller aldığımı söyleyebilirim. Bir şeyleri kendi kendime yeniden temsil ettiğimde ise, onun başka bir kaynaktan geldiği görülür, tamamıyla ‘içerideymiş’ gibi hissedilen bir kaynak (1989, s. 436-437).
Glasersfeld, kendi kişisel deneyiminin yeniden temsilinin, nesnel bağımsız dünyanın
bir parçası değil kendi kişisel deneyiminin bir yeniden canlandırması olduğunu
vurgulamaktadır. Temsillerin, deneysel bağımsız dünyanın bir kopyası ya da
fotoğrafı olduğu fikri yerine, “geçmişteki herhangi bir zamanın ‘şimdisi’ olmuş olan
tecrübi maddelerin yeniden temsili” (re-presentations of experiental material that
was present at some other time) fikrini önerir (1989, s.437).
3.5 Yapılandırmacılığın Kuramsal Temelleri
Yapılandırmacılık özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde psikoloji alanında
büyük bir gelişme gösteren yaklaşım olduysa da onun köklerini felsefe tarihinin
derinliklerinde bulmak zor olmasa gerek. Mahoney’e göre (2004) bilinen ilk
yapılandırmacı yaklaşım taraftarları arasında Lao Tzu (MÖ 6. yüzyıl), Buddha (MÖ
560 – 477) ve Heraclitus (MÖ 540 – 475) sayılabilir. Onun Heraclitus’u ilk
51
yapılandırmacılar arasında saymasının nedeni, sonsuz değişimin filozofu olarak
tanımladığı Heraclitus’un, evreni sürekli bir değişim içerisinde görmesi, hiçbir şeyin
sabit kalmadığına vurgu yapması olsa gerek. “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” ve
“değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” şeklinde sloganlaşan görüşleri, onun
düşüncesini özetlemektedir. Zira yapılandırmacı yorumların neredeyse tümünde de
insan bilincinin sürekli bir değişim içinde olduğu iddiası ön plandadır.
Koç ve Demirel (2004) yapılandırmacılığın bilgiye bakış açısını oluşturan
görüşlerden bazılarının şüphecilere dayandığını ifade etmektedir. Şüphecilerin bu
bağlamda değerlendirilmesinin önemli bir ölçütü genel olarak rölativist bir bakış
açısına sahip olmalarıdır.
Şüpheci olarak anılan gruplardan ilki olarak görülebilecek Sofistler MÖ 5. yüzyılda
Eski Yunan’da yaşamışlardır. Onlara göre düşünüp konuşmak için bir takım tümel
doğruların bilinmesine gerek yoktur. Nesnelerin nitelikleri, belli bir anda birbirleri
üzerindeki etkilerinden doğmaktadır. Algıların bize nesnelerle ilgili özlü bilgiler
vermesi olanaksızdır (Hacıkadiroğlu, 2004). Sofistlerin en ünlülerinden Protagoras
(MÖ 428-411) gerçek diye bir şeyin olmadığını ifade eder. İnsanların hiçbir konuda
ittifak edememesi bunun göstergesidir. Algılarımız subjektif ve görelidir. Buradan
çıkan sonuç her sanının doğru olduğudur. Protagoras’ın ünlü sözü ile ifade etmek
gerekirse: “İnsan her şeyin ölçüsüdür. Var olanların varlıklarının da var olmayanların
var olmadıklarının da”. Sofislerin ileri gelenlerinden Georgias ise varlık üzerine bir
bilginin imkansızlığını ispatlamak için üç önermede bulunur (Yılmaz, 1996, s. 188 –
189) :
1- Bir şey yoktur: Bir şey, ne var olandan ne de var olmayandan olmuş olabilir.
Öncesiz olamaz, yoksa sonsuz olurdu. Sonsuz olan ise hiçbir yerde yoktur.
2- Bir şey olsaydı da bilemezdik: Çünkü var olanın bilgisi olsaydı, var olan,
düşünülmüş olan olurdu. Var olmayan da düşünülemezdi bile, o zaman da
yanılma olmazdı.
3- Bilseydik de bu bilgimizi başkalarına bildiremezdik: Çünkü bildirme sözlerle
olur. Renkler işitilmediği için ses yoluyla renk tasarımı bildirilemez. İki kişi
aynı tasarımı yapamaz.
52
İlkçağ önemli şüpheci filozoflarından Elisli Pyrrhon da (MÖ 365 – 275) şeylere
ilişkin hiçbir şey bilemeyeceğimizi, bu yüzden, en iyisinin şeylerle ilgili yargıda
bulunmaktan kaçınarak zihinsel dinginliğe ulaşmak olduğunu savunmuştur (Frolov,
1997, s. 395)
Görüldüğü üzere şüphecilerin fikirleri radikal unsurlar içermektedir. Farklı şüpheci
felsefe okulları bulunsa da, genel anlamda karar ölçütü olarak bireyi merkeze alırlar
ve rölativist bir dünya görüşüne sahiptirler. Varlık konusundaki düşünceleri, varlık
diye bir şey olmadığından, varlık diye bir şeyin bilgisine ulaşılamayacağına doğru bir
yelpaze gösterir. Şüphecilerin görüşlerinin bütün yapılandırmacılık kolları açısından
bir köken oluşturduğunu iddia etmek temelsiz bir yaklaşım olur. Ancak bireyi
merkeze alan öznel tutumları ile rölativist bakış açıları yapılandırmacı kuram
çemberi içerisinde ele alınabilir. Varlık ve bilgi konularındaki yorumlarını ise daha
çok Glasersfeld temsilciliğini yaptığı yapılandırmacılığın radikal kanadı açısından
ele almak daha tutarlı görünmektedir.
Bunların yanı sıra yapılandırmacılığın köklerine inilmek istendiğinde adına sıkça
başvurulan kişilerden biri Sokrates’tir. Erdem ve Demirel, “öğretmen ve öğrenenler,
karşılıklı konuşup sorular sorarak ruhlarında gizli bulunan bilgiyi yorumlamalı ve
oluşturmalıdırlar” fikrini savunduğundan Sokrates’i ilk büyük yapılandırmacı kabul
ederler (2002, s. 82). Matthews, Sokrates’in bilgi teorisinin yapılandırmacılık karşıtı
olmasına rağmen onun eğitim yaklaşımının yapılandırmacı olarak görülebileceğini
ifade eder (1999). Murphy, Sokrates’in her ne kadar yapılandırmacı filozof olarak
anılmasa da, onun yönteminin bilgi felsefesi ve öğrenme hattında binlerce yıldır yer
tutan tartışmalara etki ettiğini ifade eder (Murphy, 1997a). Şimşek ise
yapılandırmacılığın felsefe tarihindeki derinliklerine inildiğinde “Bilgi sadece
algıdır” diyen Sokrates’i görür (2004, s 117).
Öğrencileriyle olan diyalogları ile tanıdığımız Sokrates, kimilerince “Sokrates
yöntemi” kimilerince de “doğurtma yöntemi” olarak adlandırılan yöntemi uyarınca,
sorular sorarak öğrencilerini eleştirel düşünmeye teşvik ediyor, soruların cevabının
53
öğrencilerinin kendi zihinlerinde olduğu vurgusunu yapıyordu. O dünyanın yapısı ile
ilgili şeylerin fiziksel doğasının bilinemeyeceğini iddia eder. Dolayısıyla bizler ancak
kendimizi tanıyabiliriz. Bilgi düşüncedir, evren kavramıdır. Kavramlar, tanımlar
yoluyla ortaya konur ve tümevarım yoluyla derlenir. Bir kavramın tanımından önce
karşılıklı konuşma yer alır. Bu karşılıklı konuşma sırasında sorular, konuşmacıların
düşüncelerindeki çelişkileri ortaya çıkarır. Bu çelişkilerse huzursuzluk yaratarak
gerçek hakikati aramaya yöneltir (Frolov, 1997, s. 429).
Sokrates, “kendini bil” diyerek insanı merkeze alan yaklaşımı ve bilgiyi “doğurtma”
yöntemi ile yapılandırmacılığın felsefi derinliklerindeki izlerinden biri olarak
görülmektedir. Öyle ki, Çebi, yapılandırmacılığın önemli temsilcilerinden Bruner’in
“buluş yoluyla öğretme stratejisi”nin Sokratesçi öğretme yaklaşımından dererek
günümüz çağdaş eğitim biliminin verileri ışığında yeniden yapılandırdığını ifade eder
(2006, s. iv)
Yukarıda zikredilen antik çağ filozofları bir yana yapılandırmacılığın kuramsal
temelleri mevzu bahis olunca neredeyse bütün araştırmacıların ortaklaştığı bir isim
olarak yeniçağ filozofu Giambattista Vico (1688-1744) karşımızda durmaktadır.
Kimilerine göre yeniçağın ilk tarih filozofu olan Vico, düşüncelerini “Yeni Bilim”
adlı eserinde ortaya koyarak genel ve evrensel tarih üzerine bir denemede
bulunmuştur. Karmaşık insan yapısının biçimlenmesinde duygular, özlemler,
saplantılar ve düşlerin etkisini vurgulayarak, Descartes’çı doğrusal
tümdengelimciliğe karşı sarmallık ve karmaşıklığı savunmuştur (Şimşek, 2004, s.
117).
Onu “yapılandırmacılığın gerçek babası” yapan şey; eylem, olgu ve doğru arasında
kurduğu ilişkidir. Ona göre doğru (verum) ile olgu (factum) birbirinden ayrı şeyler
değillerdir. Bunların birbirine geçtiği alan ise “toplumsal-sivil dünya”dır ki, bu
“kuşkunun muazzam okyanusu” ortasında “biricik ve küçücük bir ada”dır. Biz
ayaklarımızı ancak bu ada üzerinde sağlamca yere basabiliriz. Çünkü olgular, dış
dünyada olup bitenler değil, bizim yapıp ettiklerimizdir. Tinsel dünyayı oluşturan
şeyler, görenekler, ekonomik düzenlemeler, ideallerimiz vs’dir. Biz ancak
54
kendimizin neden olduğu ve kendimizin yaptığı doğru ve temelli olarak bilebiliriz.
(Löwith, 1996, s. 197 – 207; Becermen, 2004, s. 39 ).
Glasersfeld’e göre, yapılandırmacı epistemoloji 18. yüzyıl başlarında Giambattista
Vico tarafından “insan sadece kendi oluşturduğu şeyi bilebilir” sözleriyle formüle
edilmiştir (1983, s.212). Yine Glasersfeld’in ifadesiyle, Vico’nun Latin kökenli
‘fact’ (olgu) kelimesinin yine Latin kökenli ‘to make’ (yapmak) kelimesinden
türetildiğini vurgulaması onun yukarıda zikredilen kendi epistemolojik sloganını
formüle etmesine yardımcı olmuştur (1989, s. 438).
İlk yapılandırmacı filozof olarak adlandırılan kişilerden bir diğeri ise Immanuel
Kant’tır (1724 – 1804). Glasersfeld’e göre (1989, s. 439) Kant, Britanyalı
ampiriklerden sonra realizm adına kalan her şeyin altındaki halıyı çeken kişi
olmuştur. Onun önermesinde zaman ve mekan gerçek dünyanın özellikleri olarak
değil, insan deneyiminin karakteristik formu olarak kavranılır. Ona göre bilgilerimiz,
bilgi edinen özne ve dış dünya olmak üzere iki kaynaktan doğar. Bilgilerimizin
içeriğini duyularımız, algılarımız ve deneyimlerimizle elde ederek bir işlemden
geçirir ve düzene sokarız. Eğer bir dış dünya olmasaydı, duyuların bize bildirdiği
görüngü ve olaylar da olmayacaktı. Aynı şekilde anlayış gücümüz olmasaydı, dış
dünyaya ilişkin bütün algılarımız anlamlı bir bütün haline giremeyecekti (Hilav,
1997, s. 100 – 101). Dolayısıyla Kant’a göre insan bilgiyi almada aktiftir. Yeni
bilgiyi daha önceki bilgileriyle ilişkilendirir ve onu kendi yorumu ile kurarak kendisi
yaratır (Çınar, Teyfur ve Teyfur, 2006, s. 49).
Kukla (2000, s. 7) yapılandırmacılığa, sosyoloji tarihi içerisindeki bilgi sosyolojisi
cephesinden üç temel düşünürün etkisinden söz eder: Marx, Mannheim ve
Durkheim.
Bu düşünürlerin tamamı da bireysel inançların oluşumunda sosyal faktörlerin rolüne
vurgu yapar. Marx, sosyal sınıfların zihinsel tutumları belirlediğini öne sürmektedir.
Ona göre “maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel
hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir;
55
tam tersine, onların bilincini belirleyen şey, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, 1993, s.
23).
Mannheim ve Durkheim ise sosyal faktörlerin nedensel ilişkileri ve zihinsel
tutumların altında yatan etkilerin çeşitliliklerini genişlettiler. Örneğin Mannheim’a
göre ideoloji, siyasal hayatımızı etkilediği gibi, toplumu anlamamıza yarayan tüm
kavramlarımızın yanlılığına neden olur ve toplumsal eylemimize yön veren bir
şekilde çalışır. Bundan dolayı da kavramlarımızla yaşantımız arasındaki ilişkileri
saptamak sosyal bilimlerin önemli bir görevidir (Mardin, 1997, s. 72).
Ancak aynı yerde Kukla, Marx gibilerinin diğerlerinden önce, doğal bilimler ve
matematik tarafından genelleştirilen inançları kendi sosyal analizlerinden muaf
tuttuklarını da ifade eder. Bilimsel düşüncelerin, nedensel belirlenimlerden ziyade,
rasyonel olduğu düşünülmüştür. Mardin de benzer bir düşünceyi Mannheim için öne
sürer. Fikirlerin tüm olarak göreli olduklarını değil, fikirlerin ancak tarihi bir
perspektiften “doğru” ve “yanlış” olarak değerlendirilebileceğini ifade eden
Mannheim’ın bunu sadece sosyal bilimler için ileri sürdüğünü düşünmektedir,
fiziksel bilimler için değil (Mardin, 1997, s. 62)
Yapılandırmacı anlayışın şekillenmesinde önemli etkileri olan kişilerden biri de John
Dewey’dir. John Dewey (1859-1952), öğrenmede kişisel deneyimin önemine vurgu
yapan bir Amerikan psikolog ve felsefeciydi. İlerlemeci eğitim anlayışının 20.
yüzyılın başlarındaki önemli temsilcilerinden biri olarak, çalışmaları birçok kişiyi
etkiledi (Lutz ve Huitt, 2004, s. 67). Eğitimin eyleme bağlı olduğu teziyle birlikte
Dewey, Heraclitus’a paralel bir biçimde, her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin aynı
kalmadığını tezini savunuyordu. Bu sürekli değişme ve farklılaşma eğitim için de
geçerliydi. Aklımız doğadaki evrim sürecinin bir sonucu olduğundan, eylemlerimizi
düzenleyen şey zihin değil, zihnimizi düzenleyen şey eylemlerimiz oluyordu.
Gelişim ise zihnin gerçekleştirdiği eylemlere ve bireysel farklılara bağlıydı (Sönmez,
2005, s. 96).
56
Yapılandırmacılığın bir diğer önemli temsilcisi ise bu yaklaşımı sistemleştiren kişi
olarak da görülen Jerome Bruner’dir (1915). 1960’lı yıllardaki çalışmalarıyla,
Vygotsky’nin çalışmalarını tekrar gündeme getirerek, yapılandırmacı yaklaşımın
sosyo-kültürel vurgusunun güçlenmesini sağlamıştır. Öğrenmeyi yeni bilgilerin,
eskilerinin üzerine inşa edildiği sosyal bir süreç olarak görmüştür. Ona göre, öğrenci
yeni tecrübeleri kendisinde var olan zihinsel yapılarla bütünleştirmek maksadıyla
bilgiyi seçer, hipotez oluşturur ve kararlar verir. Öğrenene anlamlar sağlayan, tecrübe
edecekleri yapılar sunan ve verilen bilgilerin sınırlarını aşmasına olanak sağlayan
bilişsel yapılardır ( Arslan, 2007, s. 48). Konunun yapısı kavrandı mı, herhangi bir
konu, her yaştaki çocuğa öğretilebilir. Ham veri üzerinde çalışan öğrenci kanıtı
değerlendirir, olasılıkları ölçer, sonuçları çıkarır ( Ata, 1999).
Bruner, Vygotsky’nin çalışmalarından hareketle bilginin anlaşılmasında birbirinden
farklı ya da ayrı değerlendirilemeyecek üç önemli süreç tanımlamaktadır (Dilek,
2002, s. 79-80; Gürkan, 1980, s. 208):
1. Fiziksel deneyime ve duyulara dayalı olarak canlandırma ya da yaparak
yaşayarak öğrenme (enactive).
2. Resimler, haritalar, şemalar vb şeklinde deneyimlerin özünü resmetme
(iconic).
3. Kavramları sembollerde veya dilde organize etme (symbolic).
Bruner’e göre, öğretim programları öğrencilerin deneyimleri bağlamında, onların
arzuları ve öğrenebilirlikleri ile ilgili olmalıdır. Öğrenciler tarafından kolayca
kavranabilecek sarmal bir şekilde inşa edilmelidir. Bilgi transferinin ötesinde, tahmin
etmelerine yardımcı, boşlukları doldurucu bir şekilde düzenlenmelidir (Huitt, 2009).
3.6 Yapılandırmacılığın Öğretim Boyutu
Duit (1994) yapılandırmacı öğrenme kuramının kuramsal mesajına ve
uygulamalarına yönelik ilginin artması, bu kuramın eğitim – öğretimde kullanımına
yönelik prensiplerin öğretim programları yanında, öğrenme ve öğretim yöntemleri
boyutuyla da belirlenmesini gerektirdiğini ve bu kuram için farklı öğretim
57
modellerinin geliştirilmesine neden olduğunu ifade etmektedir. Ancak belirtmek
gerekir ki, genel eğilimlerden söz etsek bile yapılandırmacı anlayışın sınıf ortamında
her zaman kuzeyi gösteren bir pusulası yoktur. Yapılandırmacı anlayışın doğası bunu
mümkün kılmamaktadır.
Wilson ve Lowry yapılandırmacı öğrenme konusunda üç farklı bakış olduğunu
belirtir (2001):
• Yapılandırmacılık özel öğrenme aktivitelerini ve eğitim stratejilerini
gerektirir.
• Yapılandırmacılık bir öğrenme teorisidir. Bu teori zihin modellerini ve
şemalar kavramını içerir ve önceki bilgiler üzerine temellenmiş anlama
çerçevesinde nitelikli değişimlere vurgu yapar.
• Yapılandırmacılık öğretim kararları ve aktivitelerini şekillendiren düşünme
yolunun temelini oluşturur; fakat özel stratejilerini gerektirmez.
Fosnot ve Perry yapılandırmacılığın bir öğretim tanımı olmadığı, öğrenme üzerine
geliştirilmiş bir teori olduğundan hareketle “yemek kitabı tarzı öğretim” ya da
basmakalıp öğretim teknikleri şeklinde, teoriden soyutlanan uygulamaların öğretime
yapılandırmacı yaklaşım olarak önerilemeyeceğini ifade ederler. Eğitim
uygulamaları aşamasında yapılandırmacılığın, aşağıda özetlenen, genel öğrenme
ilkelerini hesaba katmak gerekmektedir (Fosnot ve Perry, 2007, s. 37 – 38 ):
• Öğrenme gelişim sonucu değildir; öğrenme gelişimdir. Öğrencilerin
yaratıcılıklarını geliştirmesine ve kendilerini organize etmelerine imkan
tanınmalıdır.
• Dengesizlik öğrenmeyi kolaylaştırdığından, çelişkiler aydınlatılmalı,
araştırılmalı ve tartışılmalıdır.
• Yansıtıcı soyutlama öğrenmenin itici gücü olduğundan anı yazma ile çoklu
sembolik biçimler, deneyimler ve stratejiler arasından ilişkileri tartışmak
önemlidir.
• Topluluk içindeki diyalog daha ileri düzeyde düşünceye neden olduğundan,
sınıf etkinlik, yansıma ve karşılıklı etkileşimle konuşan bir topluluk olarak
görülmelidir.
58
Dougiamas (1998) yapılandırmacı yaklaşımın eğitimbilim sahasındaki bazı
görüşlerini aşağıdaki gibi sıralamaktadır:
1. Öğrenciler sınıfa, yılların getirdiği deneyim ve öğrenme yaşantılarının
şekillendirmesiyle oluşturduğu bir dünya görüşü ile birlikte gelir.
2. Değişime uğrarken bile, öğrencilerin dünya görüşü bütün deneyimlerini
süzgeçten geçirir ve onların gözlemlerini yorumlamalarına etki eder.
3. Öğrencilerin dünya görüşlerinin değişmesi çalışmayı gerektirir.
4. Öğrenciler öğretmenden öğrendiği kadar birbirlerinden de öğrenirler.
5. Öğrenciler yaparak daha iyi öğrenirler.
6. Yeni düşüncelerin inşasını desteklemek için fırsatlar yaratılmalı ve yeni
fırsatların yaratılmasına olanak tanınmalıdır.
Greening (1998) ise yapılandırmacı eğitimde rehber olabilecek 6 öğrenme prensibi
üzerinde durmuştur:
Çokluluk (Çeşitlilik): Öğrenme çoklu yaklaşımı teşvik edecek bilginin karmaşık
tabiatını yansıtmalıdır.
Aktiflik: Etkili bir öğrenme sağlanabilmesi için, problem bulmak, problem çözmek ve
tek başına test etme gibi aktiviteler gerçekleşmelidir.
Uyum: Uyum var olan zihinsel yapılar cinsinden yeni yaşantılara yönelik bir tepkidir.
Orijinallik: Öğrenme bağlamı duyarlı ise, özgün bir öğrenme ortamı hazırlamak
eğitimcilere düşen önemli bir görevdir.
Açıklık: İşbirliği yapılandırmacı uygulamalarda ortak bir özelliktir. Yapılandırmacı
duyarlı bir örgenim içinde başarılı bir örgenci-öğrenci iletişimi var olmalıdır.
Süresizlik: Öğrenme ürünleri üzerinde, öğrenme sürecinin zengin bir içerikten daha
fazla etkisi vardır. Bilişsel süreçler bunun önemli bir göstergesidir.
59
3.6.1 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamı
Günümüzde yapılandırmacılığın eğitim üzerindeki etkileri, yayınlanmış çeşitli
programlar ve eğitim uygulamalarında görülmektedir. Takım turnuvaları, öğrenci
takımları başarı bölümü, yap-boz ve öğrencinin öğrenciye ders vermesi gibi
işbirliğine dayalı öğretme stratejilerinin yaygın bir şekilde kullanılmasıyla okullarda
sosyal yapılandırmacı uygulamalara da sık sık rastlanır olmuştur (Yaşar, 1998).
Bunun yanı sıra proje temelli öğrenme, buluş yoluyla öğrenme, problem çözme
tekniklerinin kullanılması gibi uygulamalar da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yapılandırmacı yaklaşımda öğrenen, öğretme-öğrenme sürecinde etkin bir role
sahiptir. Yapısalcı anlayışın uygulandığı eğitim ortamları, bireylerin öğrenme
sürecinde daha fazla sorumluluk almalarını ve etkin olmalarını gerektirir. Bu nedenle
yapılandırmacı sınıf ortamı, bilgilerin aktarıldığı bir yer değil; öğrencinin etkin
katılımının sağlandığı, sorgulama ve araştırmaların yapıldığı, problemlerin
çözüldüğü bir yerdir (Demirel, 2006, s. 236). Dolayısıyla, yapısalcı eğitim ortamları,
bireylerin çevreleriyle daha fazla etkileşimde bulunmalarına, dolayısıyla, zengin
öğrenme yaşantıları geçirmelerine olanak sağlayacak bir biçimde düzenlenir. Bu tür
eğitsel ortamlar sayesinde bireyler, zihinlerinde daha önce yapılandırdıkları bilgilerin
doğruluğunu sınama, yanlışlarını düzeltme ve hatta önceki bilgilerinden vazgeçerek
yerine yenilerini koyma fırsatı elde ederler (Yaşar, 1998).
Yapılandırmacı eğitim ortamında teknolojinin kullanımı problem çözmede işbirlikçi
süreçlerle bilginin öğrenciler tarafından oluşturulmasını, öğrenmenin ilgili ve anlamlı
bağlamlarda olmasını ve öğrenmeyi öğrencilerin kendi deneyimleriyle
ilişkilendirmesini sağlar (Tezci ve Dikici, 2003, s. 256) Bilgisayar destekli eğitim,
multimedia, çoklu ortam, internet gibi bilgi teknolojisi ürünlerinin kullanılması
öğrenme-öğretme etkinliklerinde öğrenci ve öğretmene büyük kolaylıklar sağlar,
eğitim yaşantılarını zenginleştirir (Asan ve Güneş, 2000).
Diğer taraftan Gürses, Yalçın, ve Doğar yapılandırmacı yaklaşımın faydalarını
aşağıdaki gibi sıralamaktadır (2006):
60
1. Öğrenciler pasif dinleyicilerden ziyade öğrenmeye aktif olarak
katıldıklarından öğrenmeyi daha çok severler.
2. Eğitim, hazırlamadan ziyade düşünme ve anlama üzerine konsantre
olduğunda daha etkili olur.
3. Oluşturmacı öğrenme transfer edilebilir. Oluşturmacı sınıflarda, öğrenciler
diğer öğrenme ortamlarında da yararlanacakları birtakım prensipler
oluştururlar.
4. Öğrenme öğrencilerin soru ve kişisel keşiflerine dayalı olduğundan,
oluşturmacılık öğrencilerin öğrendikleri bilgilerin sahibi olmalarını sağlar. Bu
nedenle öğrenciler değerlendirme aşamasında da söz sahibidirler.
5. Öğrencilere, sınıf dışında karşılaştıklarına benzer öğrenme aktiviteleri
sunarak onları aktif hâle getirir.
6. Oluşturmacılık, fikir alışverişinin olduğu bir sınıf çevresi oluşturarak sosyal
ve iletişim yeteneklerini geliştirir.
Yapılandırmacı yaklaşım açısından öğrenen anlamlandırma ile aktif bir şekilde ilişki
içinde olduğundan, bu yaklaşımla öğretimde öğrencilerin durum, beceri ve süreçler
açısından neleri tekrar edebildikleri değil, onların mevcut bilgilerinin üzerine ne inşa
edebildikleri, ne paylaşabildikleri, ne araştırabildikleri, ne analiz edebilecekleri ve
işbirliği yapabilirlikleri aranır. Bunu etkili bir şekilde gerçekleştirebilmek için
öğretmenin aynı zamanda bir öğrenen ve bir araştırmacı olması gerekir (Dougiamas,
1998).
Kaptan ve Korkmaz yapılandırmacılığın öğretimde en çok kabul gören beş ilkeden
söz ederler (2001, s. 53):
1. Öğrencileri, konuya ilgi uyandıran problemlere yöneltmek
2. Öğrenmeyi en genel olan kavramlarla yapılandırmak
3. Öğrencilerin bireysel görüşlerini ortaya çıkarma ve bu görüşlere değer
vermek
4. Eğitim programını öğrencilerin görüşlerine hitap edecek şekilde değiştirmek
5. Öğrenmelerin değerlendirilmesini öğretim bağlamında ele almak.
61
3.6.2 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamında Öğretmenin Rolü
Yapılandırmacı öğrenme ortamındaki öğretmenin rolüne ilişkin görüşler çeşitli
kaynaklarda benzerlik göstermektedir. Bu anlamda Brooks ve Brooks’un (1999b)
yapılandırmacı bir öğretmenin özelliklerine ilişkin görüşlerinin genel bir tablo
sunduğu kanaatindeyiz:
1. Öğrencinin özerkliğini ve girişimciliğini kabul eder ve öğrenciyi bu konuda
yüreklendirir.
2. Elle kullanılan ve etkileşimli fiziksel araçların yanı sıra ham verileri ve
birincil kaynakları kullanır.
3. Görev verirken “sınıflama” “analiz etme” ve “oluşturma” gibi bilişsel
terminolojiyi kullanır.
4. Öğrenci tepkilerinin dersi yönlendirmesine, eğitim stratejilerini
değiştirmesine ve konunun içeriğini öğrencinin kendi ilgi ve beklentileri
yönünde şekillendirmesine izin verir.
5. Öğrenciyi düşünme eyleminden alıkoymamak için, ilgili konuya ilişkin kendi
görüşlerini paylaşmadan önce öğrencilerin konu hakkında ne anladıklarını
araştırır.
6. Öğrencileri hem diğer öğrencilerle hem de kendisiyle diyalog kurmaları
açısından teşvik eder.
7. Öğrenciye düşündüren, açı uçlu sorular sorarak soru sorma isteğini teşvik
eder.
8. Öğrencinin ilk tepkisinin ayrıntılarını araştırır. Öğrenci hata yapmışsa bile,
öğrenciye aşama aşama sonuca gittiği yolu tekrar ettirilerek öğrencinin
hatasını kendisinin fark etmesi sağlanabilir.
9. Öğrencileri, onların ilk hipotezleri ile daha önceden yaşamış olabilecekleri
çelişkili durumlarla uğraştırarak onları muhakeme yapmaya teşvik eder.
10. Soruyu sorduktan sonra bekler, düşünmesi için öğrenciye zaman tanır.
11. Öğrencinin ilişkiler inşa etmesi ve eğretilemeler yaratabilmesi için onlara
zaman tanır.
12. Döngüsel öğrenme modelini (learning cycle model) sıkça kullanarak
öğrencilerin doğal merakını besler
62
3.6.3 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamında Öğrencinin Rolü
Yapılandırmacı öğrenme ortamında öğrenmenin kontrolü bireydedir. Öğrenen,
öğrenmeye öğretmeniyle birlikte yön verir. Öğrenenlerin önceki yaşantıları, öğrenme
stilleri, bakış açıları ve hazır bulunuşluk düzeyleri öğrenmelerine yön veren
etmenlerdendir. Öğrenen kendi kararlarını kendi alır. Yapısalcı eğitim ortamında
öğrenciler, geleneksel eğitimdekinin aksine daha fazla etkin olurlar ve öğrenme
sürecinde daha fazla sorumluluk üstlenirler. Deneyimsel malzeme sunacağından,
zihinsel yapılarının gelişmesine katkıda bulunabilecek çevredeki her tür fırsat ve
olanaktan yararlanmaya çalışırlar. Grup içinde kendi paylarına düşen
sorumluluklarını etkili biçimde yerine getirmeye özen gösterirler. Sınıfta etkili bir
öğrenci-öğretmen etkileşiminin yanı sıra, dostluk ve içtenliğin egemen olduğu bir
öğrenci-öğrenci etkileşiminin kurulmasına yönelik çaba gösterirler. Mücadeleci,
meraklı, girişimci ve sabırlı olmak, yapılandırmacı öğrenmede bulunması gereken
kişisel özelliklerdir. Öğrendiklerini yeni ortamlarda kullanmak ve uygulamak için
her tür fırsatı değerlendirirler ( Yaşar, 1998; Şaşan, 2002; Erdem ve Demirel, 2002;
Kindsvatter, Wilen ve Ishler, 1996; Brooks ve Brooks, 1999b; Gültekin, Karadağ ve
Yılmaz, 2007)
3.6.4 Yapılandırmacı Öğrenme Ortamında Yararlanılan Öğrenme Yaklaşımları
Yapısalcı öğrenme ortamında kullanılan öğrenme yaklaşımlarının bazıları aşağıda
açıklanmaya çalışılmıştır.
3.6.4.1 Probleme Dayalı Öğrenme
Problem çözme, istenilen hedefe varabilmek için etkili ve yararlı olan araç ve
davranışları türlü olanaklar arasından seçme ve kullanmadır. Bilimsel yöntem,
eleştirel düşünme, karar verme, sorgulama ve yansıtıcı düşünme gibi kavramları
içerir (Demirel, 2007, s. 82).
Probleme dayalı öğrenme, deneyimler yoluyla öğrenmenin öneminin vurgulayan
John Dewey’in çalışmalarına dayanmaktadır. Dewey’e göre problem çözme, duyulan
bir güçlük, bir problemin belirlenmesi ve tanımlanması ve olası çözüm getiren
hipotezlerin önerilmesi gibi aşamaları içermektedir (Ata, 1998, s. 73). Bu öğrenme
63
şeklinin üç temel amacından söz edilebilir. Birincisi, öğrencinin bir problemi sistemli
bir biçimde araştırma yeteneğini geliştirmektir. İkincisi, öğrencinin kendini
yönlendirme becerisini geliştirmektir. Üçüncüsü ise öğrencilerin kendi öğrenmesi
için sorumluluk alarak öğrenmelerini düzenleme ve kontrol etmelerini sağlamaktır
(Jacobsen, Eggen ve Kauchak, 2002, s. 207’den akt. Gültekin, Karadağ ve Yılmaz,
2007, s. 511 – 512).
Problem çözme öğrenci merkezlidir. Öğrencide yaratıcı düşünme ve karar verme
becerisini geliştirir. Çözüme ulaşmak çok zaman alır ve uygulanması zordur. Bilgi
düzeyindeki hedeflerin yoğun olduğu derslerde uygulanamaz, zira problem çözme
yöntemi üst düzeyde zihinsel faaliyetler gerektirir. Bu durumda öğretmen çok iyi bir
rehber olmak durumundadır (Tan, 2006, s. 105-107).
3.6.4.2 İş birliğine Dayalı Öğrenme
İşbirliğine dayalı öğrenme, öğrenciler arasındaki etkileşimi ve işbirliğini
kuvvetlendirmek için tasarlanmış öğretim yaklaşımlarının genel bir ifadesidir. Bu
yaklaşımların genel özelliği, öğrencilerin, ortak bir amaç doğrultusunda küçük
gruplarda birlikte çalışmasıdır (Gültekin, Karadağ ve Yılmaz, 2007, s. 518). Farklı
bilgi, beceri ve yetenekleri olan öğrencilerden oluşturulmuş gruplarla yürütülen bir
işbirliğine dayalı öğrenme sürecinde öğrencinin sorumluluk duygusu ve sabrı gelişir.
Öğrencinin sosyalleşme düzeyi artar. Öğrenci soru sorar, eleştiri ve açıklama yapar,
örnekler verir (Tan, 2006, s. 141).
İşbirliğine dayalı beceriler grup çalışmalarının başlamasıyla beraber öğrenilir. Grup
üyelerinin birbirine katkısı, grup dinamiği ve grup üyelerinin kimi sorumlulukları
paylaşmaları grup çalışmalarında önemlidir (Demirel, 2007, s. 135). Grup üyeleri
birlikte çalıştıkları grubun üyelerini ve kendilerini nesnel olarak değerlendirirler.
Grupta kendilerine yönelik her türlü eleştiriyi hoşgörülü bir biçimde karşılarlar
(Yaşar, 1998, s. 73).
İşbirliğine dayalı öğrenmenin gerçekleşmesi için beş temel öğe bulunmaktadır (Tan,
2006, s. 141; Gültekin, Karadağ ve Yılmaz, 2007, s. 518):
64
1. Grup üyelerinin pozitif bağımlılığı
2. Yüz yüze, destekleyici etkileşim
3. Bireysel katkı ve grup katkısı
4. Kişilerarası becerilerin ve küçük grup becerilerinin kullanımı
5. Grup süreci.
3.6.4.3 Proje Tabanlı Öğrenme
Proje tabanlı öğrenme, öğrencilerin somut bir şeyler üretmek amacıyla tek başlarına
ya da küçük gruplar halinde gerçek yaşam konularını ya da problemlerini derinliğine
incelemek için uzun süre çalışmaları temeline dayanan bir öğrenme yaklaşımıdır
(Gültekin, Karadağ ve Yılmaz, 2007, s. 514). John Dewey, Kilpatrick ve Bruner’in
öğrenme konusundaki görüşlerinin bir sentezi olarak ortaya çıkan bu yaklaşımda
genel kavramlara, düşüncelere ve bir disiplinin ilkelerine odaklanılır. Problemin
çözümü için öğrencilerin araştırmaları, bilgi elde etmeleri ve bu bilgileri anlamlı
bütünler haline getirerek bir ürün ortaya koyma görevlerini içerir (Demirel, 2006, s.
237)
Projenin öğrencilerin kendilerini geliştirmelerine olanak verecek şekilde belirlenmesi
gerekir. Etkili bir çalışma planı belirlenmeli ve zaman planlaması çok iyi bir şekilde
yapılmalıdır. İyi planlanmış bir proje çalışması öğrencinin derse karşı
motivasyonunu arttırmakla birlikte yaratıcılığını da geliştirir (Tan, 2006, s.140).
3.6.4.4 Buluş Yoluyla Öğrenme
Öğretmenin rehberliğinde öğrencilerin konuyu kendi kendilerine öğrenmesi şeklinde
ifade edilebilir. Öğretmen öğrencilerin doğru bilgilere ulaşmaları için onları
yönlendirir bir pozisyondadır. Öğretim, öğrencinin merakını uyandıracak bir
problemle başlar. Problem öğrencinin başarma duygusunu doğuracak ve onun
keşfetme heyecanını hissettirebilecek nitelikte olmalıdır. Üst düzeyde bilgi
gerektirdiği için öğrencilerin temel bilgi ve becerilere sahip olmaları beklenir. Daha
önceden araştırılmış bir gerçeği kendileri için araştıran öğrenciler alanlarının
uzmanları gibi hareket ederler (Tan, 2006, s. 91; Demirel, 2007, s. 75).
65
3.6.5 Yapılandırmacı Yaklaşımda Değerlendirme
Yapılandırmacı öğrenmede, hedeflerin ve öğrenme yaşantılarının belirlenmesinde
olduğu gibi, sınama durumlarında da öğretmen – öğrenci işbirliği esastır.
Değerlendirme yapılsa dahi öğrenmenin devam ettiği bir süreç söz konusudur (
Karasu ve Ünlü, 2006, s. 108). Başka bir deyişle değerlendirme öğrenmenin sonunda
yer almaz, öğrenme süreci ile birlikte devam eder ve öğretime yön verir.
Öğrenenlerin anlamlarını yansıtabilmesi için performans değerlendirme, özgün
değerlendirme, günlük yazma, öğretmen gözlemleri, görüşme, tümel dosya, problem
çözme gibi çoklu değerlendirme teknikleri kullanılır (Koç ve Demirel, 2004, s. 178).
Korkmaz ve Hünkar yapısalcı eğitim ortamında değerlendirmeye ilişkin şu görüşleri
paylaşmışlardır (2001, s. 53):
• Hedefler ölçüt değildir. Öğrencilerin belli yorumları yapıp yapmadığına
bakılmaz, sadece bu yorumları ne denli iyi formüle ettikleri ve tartıştıkları
değerlendirilir.
• Bilgiyi yapılandırmayı sağlayan bağlam-merkezli çoklu bakış açılarını yansıtan
ve anlamı sosyal olarak algılamaya olanak tanıyan özgün görevler sorular
kullanılır.
• Ürün değil süreç yönelimli değerlendirme esastır.
• Çoklu değerlendirme teknikleri kullanılır.
• Değerlendirmenin amacı öğrenciler tarafından belirlenir
3.7 Yeni Eğitim Programları Ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın (Meb)
Yapılandırmacılık Anlayışı
2004 yılından itibaren ilköğretim programları yapılandırmacı yaklaşıma göre
düzenlenmeye başlamış; 2005-2006 öğretim yılında ülke genelinde tüm ilköğretim
okullarında uygulamaya geçilmiştir. MEB’e göre yeni bir öğretim programının
gereklilikleri aşağıdaki gibi sıralanmıştır (MEB, 2005):
• Bilimsel ve teknolojik gelişmeler,
• Eğitim bilimlerinde öğretme/öğrenme anlayışında gelişmeler,
• Eğitimde kaliteyi ve eşitliği artırma ihtiyacı,
• Ekonomiye ve demokrasiye duyarlı bir eğitim ihtiyacı,
66
• Bireysel ve ulusal değerlerin küresel değerler içinde geliştirilmesi
ihtiyacı,
• Sekiz yıllık temel eğitim için program bütünlüğünün sağlanması ihtiyacı,
• Yatay eksende dersler arası ve dikey eksende her bir dersin kendi içinde
kavramsal bütünlük sağlanması zorunluluğu.
Ortaöğretim programları ise aynı gerekçelerin yanı sıra:
• Temel eğitim programlarının geliştirilmesinde esas alınan yapılandırmacı
yaklaşımın, ortaöğretim programlarına da yansıtılması, aynı anlayışla ele
alınıp geliştirilmesi ihtiyacı,
• Ortaöğretimde öğrenim süresinin 3 yıldan 4 yıla çıkarılmasıyla mevcut
öğretim programlarının 4 yıla göre yeniden hazırlanması ve 4 yıllık eğitime
uyumlu hale getirilmesi ihtiyacı,
• Yatay eksende dersler arası ve dikey eksende her bir dersin kendi içinde
kavramsal bütünlük sağlaması zorunluluğu,
• Genel ve mesleki-teknik ortaöğretimde; alan/dal uygulamalarının
yaygınlaştırılması, alan/dallarda uygulanan eğitim programlarının içeriğinin
üniversitelerde uygulanan programlarla ve meslek hayatının gerektirdiği
yetkinliklerle uyumlu hale getirilmesi ihtiyacı,
• Ortaöğretim projesi kapsamında ortaöğretim programlarının yeniden
yapılandırılarak, AB ile uyumlu hale getirilmesi ihtiyacı,
• PISA, TIMMS, PIRLS gibi uluslar arası öğrenci başarılarının
değerlendirilmesine yönelik yapılan sınav sonuçlarının istenilen nitelikte
olmaması
gibi gerekçelerle ortaöğretim programları yapılandırmacı yaklaşım esas alarak
yeniden hazırlanmış ve 2005-2006 öğretim yılından itibaren kademeli bir şekilde
uygulamaya konulmuştur (MEB, 2009).
Yeni öğretim programı ile 1940’lardan beri ilk kez uluslararası mukayeseli, bütünsel
bir değişim projelendirilmiştir. Katı davranışçı programdan bilişsel ve yapılandırıcı
bir yaklaşıma geçilmiştir. Öğretim yanı sıra eğitim de vurgulanmıştır. Yüzeysel
davranış ifadesi yerine bilgi, beceri, anlayış ve tutumlar konulmuş; baskın doğrusal
67
düşünce yerine, karşılıklı nedensellik ilkesi öne çıkarılmıştır. Programlar etkinliklerle
zenginleştirilmiş; ölçme değerlendirme anlayışında süreci de değerlendiren bir
anlayışa geçilmiştir (MEB, 2005).
Yeni öğretim programında “öğretmek”ten çok “öğrenme”yi merkeze alan bir anlayışı
esas alınmıştır. “Dünya belirli bir şekilde vardır ve biz onu keşfederiz” anlayışı
yerine; “kendi dünyamızı oluşturmak için dünya ile etkileşiriz ve kendi dünyamızı
kurarız” anlayışı esas alınmıştır. Epistemolojik düşüncelerimizin, pedagojik
düşüncelerimizi dikte ettiğinden hareketle, öğretmen/öğrenme için aşağıdaki
sonuçlara ulaşılmıştır (MEB, 2005):
• Epistemolojik bir teori olarak, yapılandırmacılık doğrudan öğretme ile
değil, bilgi ile ilgilidir.
• Biz bilgiye ilişkin bu teoriden öğrenmeye ilişkin mantıki çıkarımlarda
bulunuruz.
• Öğrenmeye ilişin düşüncelerimizden de öğretmeye ilişkin çıkarımlarda
bulunur ve düşünceler üretiriz.
Yapılandırmacı yaklaşım “öğretme”nin nasıl yapılacağının açıklanması yerine,
“öğrenme”nin nasıl gerçekleştiğini açıklamaya odaklanır. Öğrenmede aktif rol alan-
aktif olarak katılan birey, bilgiyi fiziksel olarak yapılandırır. Eylemleri kendine göre
yorumlayan birey, bilgiyi sembolik olarak yapılandırır. Kendi oluşturduğu anlamı
başkalarına aktaran birey, bilgiyi sosyal olarak yapılandırır. Tam olarak anlamadığı
bir bilgiyi açıklamaya çalışan birey ise, bilgiyi teorik olarak yapılandırır (MEB,
2005; MEB, 2009).
Yapılandırmacı kuram ve öğrenme; aktif olarak bilginin yapılandırılması, şu anki ve
geçmiş bilgiye dayalı kavramların ya da fikirlerin inşa edilmesi, birey tarafından bir
etkileşime girilen dünyanın yorumlanması sürecidir (MEB, 2005).
Öğrenenin etkin rol aldığı yapılandırmacı öğrenmede, okumak ve dinlemek yerine
tartışma, fikirleri savunma, hipotez kurma, sorgulama ve fikirleri paylaşma gibi
68
katılım yoluyla öğrenme gerçekleşir. Yapılandırmacı öğrenme, öğrenen merkezli
olduğu için, öğrenciler tüm öğrenme süreçlerine etkin biçimde katılarak, yani
konuşarak, yazarak, tartışarak, geçmiş yaşantılarıyla bağlantı kurarak, edindiği
bilgileri günlük yaşama uygulayarak, sorun çözerek ve bağımsızca düşünerek
öğrenirler (MEB, 2005; MEB, 2009).
Çocuğun yakın çevresi içerisinde yaşanan sorunlar, hayat biçimi, ekonomik
etkinlikler, coğrafi faktörler öğrenme için temel içeriktir. Öğrencilerin işbirliği
yapmaları teşvik edilmelidir. Okul sadece dört duvar değil, tüm çevredir. Eğitim,
kitap dışı kaynaklara yönlendirilmelidir (MEB, 2005).
69
4. BÖLÜM
DEĞİŞEN TARİH ANLAYIŞI VE TARİH ÖĞRETİMİ
4.1 Tarih Anlayışında Yeni Bir Evreye Doğru
Postmodernizm 1980’lerden bu yana entelektüel dünyada baskın anlayış olmaya
başladı ve yüzyılın sona ermesiyle birlikte bu anlayış en yüksek noktasına ulaştı.
Yaşadığımız süreçte onun etkisi tarih çalışmalarına kadar uzandı ve modernist ve
postmodernist tarihçiler arasındaki sayısız sıcak tartışmalara neden oldu. Yapıcı
halen içinde olduğumuz bu genel tabloyu şu şekilde dillendirmektedir:
Eğitim paradigmaları ve bu paradigmaların bir getirisi olarak görülebilecek öğretim uygulamalarında olduğu gibi, günümüz tarih öğretimi anlayışı ve uygulamaları da çağcıl paradigmanın doğasına uygun olarak değişmekte ve dönüşmektedir. Bu bağlamda modern çağın egemen paradigması olan pozitivizmin tarih felsefesi alanında da yerini “pozitivist ötesi” olarak imlenen ve aslında post yapısalcı ve post modern tarih anlayışlarının bir örüntüsü niteliğini taşıyan yaklaşıma bırakmakta olduğu [ileri sürülebilir] (Yapıcı, 2006, s. 4).
Evans’a göre postmodernist etki kendisini çok açık bir biçimde hissettirmektedir.
Ona göre “artan sayıda tarihçi, gerçek arayışını, nesnellik inancını ve geçmişe ilişkin
bilimsel yaklaşım tutkusunu terk etmiştir. Pek çok tarihçinin kendi mesleklerinin
geleceği hakkındaki eleştirilerine şaşmamak gerekir” (Evans, 1999, s. 12).
Mandelbrote da (1996, s. 337) bugün tarihçilerin en çok karşılaştığı sorulardan
bazılarının onların statülerine ve tarih tanımlarına ilişkin olduğuna ifade etmektedir:
Tarihçiler kendilerini nasıl tanımlayacakları endişesi içerisindeler ve kendi pratiklerinin tanımının ve çalışmalarının genişliğini araştırmaktadırlar. Postmodern çağda tarihçilerin katılmak zorunda olduğu yeni tartışmalar, tarihçileri belki de çok alışık olmadıkları bir alanda daha çok temel sorunlar üzerine kavga etmeye zorlamaktadır.
Kimi düşünürlere göre ise tarih açısından pozitivizmin işlevsizliği ya da onun
anakronikliği zaten apaçık ortadır. Tekeli’ye göre (2000, s. 8-9) günümüz dünyasında
tarih yazıcıları artık bir konuda uzlaşma içindedirler: “Geçmişte yaşanmış bir gerçek
70
vardır ama bir tarihçinin bu gerçeği pozitivist bir anlayış içinde gerçeklik iddiası
taşıyarak yeniden kurması olanağı yoktur”. Munslow ise bu durumu çok daha keskin
sözlerle ifade eder (2000, s.11):
Artık tarihçiler, tarih felsefecileri ve anlatıyla ilgili başkaları için tarafsız tarihçilerin uyguladığı anlamda tarihsel gerçeklik ve yöntemsel objektiflik gibi eski modernist kesinliklerin meydan okunan ilkeler haline geldiği bir postmodern çağda yaşadığımızı iddia etmek sıradan bir durumdur.
Dolayısıyla postmodern çağda tarihçiler, tarihi nasıl öğrendiğimiz, nasıl
araştırdığımız ve yazdığımız, nasıl okuduğumuz gibi sorunları yeniden ele almak
zorundadırlar (Evans, 1999, s.9).
Bilgi felsefesi boyutuyla pozitivizm olarak adlandırılan modern anlayış ile
postmodern anlayışın üzerinde tartıştıkları temel konular nedensellik ve nesnellik
üzerine yoğunlaşmıştır.
Pozitivist anlayışta sosyal dünya, bizim dışımızda, gözlemlenebilir düzenli bir yapısı
olan ve bu düzenlilikleri keşfedilebilir bir dünyadır. Olgusal olarak gözlemlenebilir
düzenli dünya, bilim insanlarınca açıklanabilir ve tahmin edilebilir ve kanun benzeri
genellemelerle anlaşılabilir (Kümbetoğlu, 2008, s. 18). Doğadaki her şey zorunlu bir
nedensellik içerisinde mekanik olarak işleyen bir sürece tabiidir. Benzer nedenler
benzer sonuçlar doğururlar. Diğer taraftan bu bilinebilir düzenliliğin evrenselliği ve
bilim adamının bu düzenliliği gözlemlerkenki yansızlığı ve önyargısızlığı onun
nesnel boyutunu da oluşturur.
Postmodern anlayış açısından ise bir nedensellikten ziyade karşılıklı etkileşimden söz
konusudur. Doğanın genellemeler yapmamıza imkan tanıyan yasaları yoktur.
Modern anlayışın aksine nesnel bir gerçeklikten söz edilemez. Gözlemci incelediği
olaya kendi kişisel penceresinden bakar, dolayısıyla özneldir. Ne kadar gözlemci
varsa o kadar da doğru vardır.
Tarihin de içerisinde yer aldığı aydınlanma eksenli sosyal bilimler, deneye dayanan
ve deneysel yolarla doğrulanan bilimsel bilgi üzerine kurulu ayrı ayrı bilgi
71
faaliyetleri ya da disiplinler olarak 19. yüzyılda modernliğin eklentisi olarak doğmuş
ve bir bakıma da onun ideolojisi olmuştur (Kızılçelik, 2004, s. 2-3).
Pozitivist tarih açısından tarihçinin ilk görevi, geçmiş hakkında olguya dayalı bilgi
toplamaktır. Bu olgular birincil kaynaklara eleştirel yöntem uygulayarak
doğrulanmıştır ve geçmişin nasıl açıklanacağını ya da yorumlanacağını belirler. Bu
süreçte tarihçiler değer yargılarında bulunamazlar; sadece olgular ve olgulardan
mantıksal olarak çıkan genellemelerle ilgilenirler (Tosh, 2005, s. 123).
Collingwood bir bilimin doğasını araştırırken sorulması gereken iki sorudan söz
etmekteydi: ne tür bir şeydir ve ne hakkındadır? Bunlardan birincisinin bilimin öznel
karakteriyle, bir düşünce biçimi olarak onun özellikleriyle ilgiliyken; ikincisi
konusunun ayırt edici özellikleri ile ilgilidir (2005, s. 122). Munslow ise tarihin
doğasına ilişkin ve pratikte iç içe geçmiş dört özgün sorudan söz eder (2000, s. 14):
• Ampirizm meşru bir biçimde ayrı bir epistemoloji olarak tarih oluşturabilir
mi?
• Tarihsel delillerin özniteliği nedir ve ne işe yarar?
• Tarihçinin, toplumun teorilerinden faydalanmasının ve tarihsel anlayışta
açıklayıcı çerçeve kurmasının rolü nedir?
• Anlatım biçimi, tarihsel açıklama açısından ne kadar önemlidir?
4.1.1 Antik Çağdan 19. Yüzyıla Kadar Tarihe Bakışlar
Tarih kavramıyla hem geçmişte kalan insani olaylar topluluğu, diğer bir ifadeyle
yaşanmış geçmiş hem de bu yaşanmış geçmişi konu edinen bilim kastedilir (Özlem,
1996, s. 11). Ancak hali hazırda mevcut bulunmayan, bilinçten bağımsız olarak
“kendinde” olmayan, “yaşanmış geçmiş”i obje edinen bir disiplinin bilim kavramı
altına konmasının meşruiyet problemi antikçağdan beri gündemdedir (Hocaoğlu,
2002, s. 4).
Eski Yunan felsefesi, Soktates’in “filozoflar hiç değişmeyen şeye varabilen insandır”
önermesine paralel bir biçimde, – Herakleitos istisna kabul edilerek - bir
“değişmeyen özler felsefesi” idi. Parmenides episteme (bilgi) ile doksa (sanı), akıl
72
verisi ile duyu verisi, hakikat ile görüngü arasında ayrım yapmıştı. Tarih de burada
doksa (sanı) içerisinde yer alıyordu. Platon “görülen dünya” ve “kavranan dünya”
olarak iki bilme çeşidine denk düşen iki varlık alanı belirliyordu. Görülen dünya
hakkındaki bilgi kesinlikten uzakken, asıl bilgi alanını kavranan dünya (idealar
dünyası) hakkındaki bilgi oluşturuyordu. Tarih burada kesinlikten uzak bir bilgi
olarak görülen dünyanın varlık alanındaydı. Platon’un derinleştirdiği bu ayrım
Aristoteles’te sistemli bir karşıtlığa ulaşıyordu: theoria - historia (felsefe - tarih),
raito - empeiria (akıl - deney). Theoria ve ratio tümel bilginin alanıydı. Historia ve
empeiria’nın alanındaki bilgi genel geçerlik taşımayan duyu verileriydi. Filozofun işi
tümelin bilgisine ulaşmak olduğundan tarih, felsefe açısından araştırma konusu
olamayacaktı (Kuzu, 1998, s. 1-8).
16. yüzyılda Bacon’a kadar bu anlayış değişmeyecekti. Bacon, “bilim” kavramını
historia’nın içerdiği anlamlardan biri olarak empeiria’ya dayayarak, theoria -
empeiria karşıtlığını aşmıştı. Leibniz gibiler tarihin ancak “olasılık” kavramı altında
ele alınabileceğini, doğa bilimlerindeki gibi “yasal bilgi” haline gelemeyeceği, sınırlı
bir bilgi üretebilen bir “bilim” olarak görecekti.
17. yüzyılın sonlarından başlayarak, historia sözcüğü artık sadece insani - toplumsal
olayların bilgisi olarak anlaşılmaya başlayacaktı. Hume, tarihsel olaylara nüfuz
edilmek için “insan doğası”nı ön plana alacak; bunun psikolojiye bağlı çalışacak bir
tarihle mümkün olduğunu ifade edecekti. Doğa gibi nedensellik yasasına bağlı
insanın, psikoloji ile doğasının yasaları ortaya çıkarılacak ve dolayısıyla tarihsel
olayların niteliği de ortaya çıkacaktı.
18. yüzyılda “yeniçağın ilk tarih filozofu” olarak anılan Vico’ya, yine tarih filozofu
olarak anılacak Rousseau’ya ve ilk defa “tarih felsefesi” kavramını kullanan
Voltaire’e rastlanılacaktı (Özlem, 1996, s. 40-45). Herder ve Kant’a gelindiğinde ise
tarihin bilim olma meşruiyetini sağlayabilmesi için yeni bir yol açılıyordu. Eğer
tarihte hiçbir yasallık yoksa, bu onun tam bir kaos olması anlamına gelecekti.
Yaşanmış geçmişin kaosluğu, yaşanmakta olan durumun da kaosluğuna işaret eder.
73
Öyleyse tarih de bir düzenliliğe tabi olmak durumundaydı. Ancak bu düzenlilik, tam
olarak kavranamayacak olan bir ilahi gücün tasarrufundaydı (Hocaoğlu, 2002, s. 6).
19. yüzyıla gelindiğinde ise pozitivizm bir akım olarak kendisini göstermişti. Comte
önderliğindeki bu akıma göre bilim, sadece gözleriyle görüp elleriyle tutabildiği
olayları incelemekle yetinmeliydi. Bilim artık teolojik ve metafizik evreleri arkasında
bırakan pozitivist bir veçheyle, hiçbir insanüstü varlığa dayanmayan ve düşünce
alanında birliği sağlayacak “yeni bir din” yaratmalıydı. En karmaşık bilimlerden
sosyoloji henüz metafizik aşamadaydı ve onu bu durumdan kurtaracak olan
pozitivizmdi (Sarıca, 1977, s. 117-118). “[F]iziksel yasaların değişmezliğine ilişkin
genel anlayış, Comte tarafından pozitivizmin gerçek tini olarak adlandırılmış ve
dolayısıyla da toplumun yasaları da bu doğrultuda tahlil edilmiştir.” (Kızılçelik,
2004, s. 35).
Diğer taraftan toplumsal gerçekliği anlamanın farklı disiplinler altında uzmanlaşma
ile mümkün olacağına dair tutum, 19. yüzyılda sosyal bilimlerin dallara ayrılmasına
neden olmuştur. Bu koşullarda:
Doğası ontolojik ve epistemolojik açıdan pozitivizmin görgülcü nosyonuna aykırı olduğu ve edebiyata daha yakın durduğu gerekçeleriyle bilimselliğine şüpheyle yaklaşılan ve doğa bilimleri karşısında ikincil bir önem atfedilen tarih disiplini, - sosyal bilim disiplinlerinin de ortaya çıktığı - XIX. Yüzyılda pozitivizmin yasacı, evrenselci, ampirik ve nesnelci ilkelerinin uygulanmasıyla “bilim” mertebesine yükseltilmiştir (Yapıcı, 2006, s. 6).
4.1.2 “Bilimsel Tarih”in Serüveni
Heredot’un kimi zaman mitolojiye kadar varan betimlemelerle dolu tarihinin
serüveni, vakayinamelerden, kroniklerden, Leopold von Ranke ile özdeşleşen ve
siyasi tarih üzerine odaklanmış profesyonel araştırmacıların “bilimsel tarih”
anlayışına uzanmıştır:
Ranke’nin yaptığı tarihsel devrim, her şeyden önce kullanılan kaynaklar ve uygulanan yöntemlerle ilgili bir devrimdi; artık eski vakayinameler (vak’anüvis tarihleri) yerine, hükümetlerin resmi kayıtlarından yararlanılıyordu. Tarihçiler düzenli olarak arşivlerde çalışmaya başladılar ve bu belgelerin güvenilirliğini ölçmek için gitgide daha incelik kazanan bir dizi teknik geliştirdiler. Bu nedenle de, kendi yazdıkları tarihin,
74
öncekilerinden daha nesnel ve daha “bilimsel” olduğunu iddia ettiler (Burke, 1994, s. 6)
Bu anlayışa göre tarihçinin görevi “gerçeği olduğu gibi göstermekti”. Tarihsel
gerçekler, gözlemcinin pasif olduğu doğa bilimin gerçeklerine benzetilebilirdi.
Tarihçiler, deney tüpü, mikroskop ve deneysel yöntemlerle değil belki ama,
arkeolojiyi, dilbilimini kullanarak ve metinleri dikkatle eleştirerek kısa zamanda
“gerçekleri” ortaya çıkararak evrensel tarihi tamamlayacaktı (Jones, 1985, s. 179-
180).
Sönmez’e göre, Ranke’ci tarih devriminin beslendiği başlıca üç damarı vardır: “Bu
damarlar, Antik Yunan’dan 19. yüzyıla uzanan tarihçilik geleneği; dönemin baskın
bilim anlayışı ve 19. yüzyıldaki toplumsal ve siyasal gelişmelerdir” (Sönmez, 2008,
s. 26).
Kısaca değindiğimiz ilk iki damarın yanı sıra, Wallerstein, sözünü ettiğimiz üçüncü
damarı, 19. yüzyıl Avrupa’sının toplumsal ve siyasal tarihini çok iyi bildiğimizi ifade
ederek özetler (1999, s. 8):
Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da, Fransız Devrimi’nden önceki birçok kişi için tuhaf karşılanacak olan, gittikçe yaygınlaşarak benimsenen iki anlayış mevcuttu. Birincisi kesinlikle normal ve umulabilir bir olgu olarak siyasal değişimdi. İkincisiyse egemenlik, ulusal egemenlik, kanunlara ya da parlamentoya bağlı olarak değil ama “halk” diye adlandırılan şey. Bunlar sadece yeni düşünceler değildi; onlar mülk ve güç sahibi pek çok kimseyi rahatsız eden radikal düşüncelerdi.
Bu değişen siyasal ortamda bir taraftan kurulmakta olan ulus devletler; diğer taftan
milliyetçilik, liberalizm, sosyalizm gibi düşünce akımlarının doğuşu gibi etkenler
tarihin etkisini genişletti ve ona farklı misyonların da yüklendiği bir tablo sundu.
Kapitalistleşemeyerek anti-emperyalist bir öz kazanan milliyetçi eğilimler, 19.
yüzyılda başlayan tarih yazıcılığındaki evrimin dürtüsü ve taşıyıcısı olurken
(Berktay, 1983, s. 26), “Avrupa’da tarih eğitimi ulusal kimlik yaratmak ve
güçlendirmek için bir araç haline getirilmiştir” (Ersanlı, 2003, s. 23).
75
Beratlı (2006, s. 3) ulus devletler kurma çağında, meslekten tarihçilerin büyük değer
verdiği Ranke’nin, bütün tarih yazma gayretini Bismarc’a teorik zemin yaratmaya
adadığını ifade eder. Carr (1992, s. 24) içinse “büyük bölümü Prusya devletinin
saygın memurlarından oluşan tarihçi yaklaşımın Almanya’daki temsilcileri için,
tarihsel olguların ötesinde, yazgının gidişini belirleyen Tanrısal El’den ve kurumlarla
siyasal sürece biçimlerini kazandıran ulusal ruhtan başka hiçbir geçeklik”
bulunmayan, tarihin “moda” olduğu bir yüzyıl söz konusudur.
15. yüzyılın başlarında önce Timur’un daha sonra da oğlu Şahruh’un, sadece bir uç
beyi olarak gördükleri Osmanlı hükümdarının kendilerini tanımalarını istemeleri ve
Anadolu topraklarında hak iddia etmeleri üzerine, Osmanlıların kendi soylarını eski
Orta Asya Türk hanlarına bağlayan bir soyağacı uydurarak ve efsanevi Oğuz Han
soyundan geldiklerini iddia ederek verdikleri karşılığın (İnalcık, 2003, s. 62) kaynağı
olan tarih, herhangi bir kurumun ya da bir devletin kendini meşrulaştırma çabaları
içinde bir ideolojik kullanım alanı olarak da bilimsel bir zemin kazanmıştı. “Eğer
amaca uygun bir geçmiş yoksa her zaman için yeniden icat edilebilir[di]”, zira
“geçmiş meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeye sahip olmayan şimdiki
zamana daha şerefli bir arka plan sunar” (Hobsbawm, 1999, s. 9).
Ranke’nin, kendisi doğrudan karşı olmasa da, arşiv kaynaklarının incelenmesine ve
siyasi tarihe verdiği önemle oluşturduğu yeni tarih anlayışı, toplumsal ve kültür tarihi
üzerine çalışanları birer amatör konumuna sokmuştu. Ranke’nin ardılları ise daha
acımasız bir şekilde, siyasi olmayan tarihi akademiden dışladılar (Burke, 2006, s. 31-
32). Carr’ın ifade ettiği üzere (2002, s. 24):
Liberal 19. yüzyıl tarih görüşünün, dünyaya serinkanlı ve kendine güvenli bir bakışın ürünü olan laissez faire ekonomik öğretisiyle yakın bir benzerliği vardı. Herkes kendi işine baksın, gizli el evrensel uyumu nasılsa sağlar. Tarihin olgularının kendileri, daha yüksek amaçlara doğru, iyicil ve görünüşte sınırsız bir ilerleyiş gibi üstün bir olgunun belirtileriydi.
Bu ana eğilimin yanı sıra, elbette farklı sesler de bulunmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci
yarısında, sıradan insanların tarihiyle ilgilenen, “alttakilerin tarihinin ilk büyük
uygulayıcısı” Michelet (Hobsbawm, 1999, s. 310) ve tarih görüşünü insanların bütün
76
geçmişine atıf noktası olan devlet, din ve kültürün etkileşim alanı olarak gören
Burckhardt (Braudel, 1992, s. 272) bu aykırı seslerden bazılarıydı. Michelet kendi
çabasını “ıstıraplarını dile getirme gücünden yoksun bir halde ıstırap çeken, çalışan,
çürüyen ve ölen insanların tarihinin” yazılmasına harcıyordu (Burke, 2006, s. 32).
Diğer taraftan, etkisini günümüze kadar hissettiğimiz Marx, “büyük adamların
tarihi”nin karşına, “insanların” tarihini koyuyordu. Zira insanlar, keyiflerine göre ya
da kendi seçtikleri koşulları içinde değil ama “belirlenmiş olan ve geçmişten gelen
koşullar içinde” “kendi tarihlerini kendileri yap[maktaydılar]” (Marx, 2002, s. 13).
Marx, tarihin devindirici gücü olarak gördüğü üretim güçleri ve üretim ilişkileri
arasındaki çelişkinin yansıması olarak sınıf mücadeleleri ışığında, toplumsal ve
ekonomik temelli bir tarih yazımını öneriyor, döneminin tarih yazımını şu sözlerle
eleştiriyordu (1992, s. 74):
Gündelik yaşamda, herhangi bir shopkeeper [dükkancı], bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ve gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır.
Birinci dünya savaşının ardından şekillenen toplumsal ve siyasal koşullarda, siyasal
olanın yanında ekonomik ve toplumsal alanın da dahil edilerek insan faaliyetlerinin
tümüne eğilen yeni bir tarih anlayışı güç kazanmaya başladı. Neredeyse tümüyle
bireylerin ve sınırlı bir elit kesimin faaliyetlerini çalışmalarının merkezine alan 19.
yüzyılın tarih yazıcılığı anlayışı; 20. yüzyılda bireyden kitlelere, kamusal hayatla
ilgili olaylara ve temel yapısal dönüşümlere kaymıştır (Tosh, 2005, s. 88).
Daha çok 1929 yılında kurulan Annales dergisi etrafında toplanan tarihçilerle birlikte
anılan bu anlayışın mimarları, her şeyden önce, “var olan “olayların tarihi” olarak
adlandırılabilecek bir yazımın ötesine geçebilme” (Boratav, 1985, s. 7)
arzusundaydılar. Tarihçiler sadece daha kapsamlı bir yaklaşım geliştirmekle
kalmayacak, diğer disiplinlerden faydalanarak disiplinler arası bir yöntem üzerine
yoğunlaşacak eserler vereceklerdi (Sönmez, 54-55). Annales’in kurucularından
Febvre’ün tarihçilere yönelik “tarihçiler, birer coğrafyacı olun. Hukukçu, sosyolog
77
ve psikolog da olun” söylevi disiplinler arası anlayışın bir işaretiydi (Burke, 2006, s.
24).
Iggers (2007) henüz 1930 ve 1940'larda Marc Bloch ve Fernand Braudel’in bir
olaylar silsilesini izleyen anlatıya dayalı tarihten, özgül bir zaman aralığı içinde
incelenen koşullara dayalı bir tarih anlayışına dön[düğünü]” ifade eder (s. 7).
Bu okulunun sonraki kuşaklarının en önemli temsilcilerinden Braudel (1992, s. 28-
33) belge ve malzeme eleştirisine karşı bir itirazı olmadığını belirtir. Ancak, eleştiri,
tarih için gereken “atılımı” sağlamakta yetersizdir. Ranke’nin sözünü ettiği “tarihin
sağlam zemini”, “gerçekten cereyan ettikleri haliyle olaylar” ve tarihin egemen
faktörlerle açıklanması onlar için bir anlam ifade etmemektedir. İnsanların tarih
yaptığı gibi tarih de insanları biçimlendirir. Toplumsal gerçeklere ancak
“kendilerinde ve kendileri için” yaklaşılmalıdır. Bunun yanı sıra, filozoflar, tarihi,
hakikiyi inceleyen bir bilim olarak hem nesnel hem de öznel olup olmadığını
sormadıkça “nesnellik” tartışması uzayıp gidecek, tarih ya kahin olacak ya da bilim
olmayacaktır.
Annales okuluyla yaygınlaşan “sosyal tarihçilik” anlayışının tarihçiliğe önerdiği
yöntemlerden birisi “karşılaştırmalı tarih” idi. Bloch’un karşılaştırmalı tarihten
anladığı, farklı toplumsal ortamlarda da olsa, göze çarpan iki ya da daha fazla
fenomenin seçerek belirli analojilerle sunulması; yapılabilecek tüm ölçümlerle ortaya
koydukları farklılıklar ve benzerliklerle beraber evrimlerini gösteren eğriyi takip
edebilmek ve elverdiği ölçüde olguları açıklayabilmekti (Bloch, 1985, s. 21).
Diğer taraftan, vurgusu bireyden kitleye kayan tarihin “niceliksel” bir ifadesi de
olacaktı. Büyük adamlar üzerine yoğunlaşan tarihin sayılarla pek işi yoktu, ama
ekonomik ve toplumsal temelli ve çeşitli toplulukların tarihiyle ilgilene tarih için sayı
ve oranlar büyük önem taşımaktaydı (Tosh, 2005, s. 169).
Örneğin ülkemiz tarihçilerinden, Annales Okulu temsilcileri ile doğrudan
münasebetlerde de bulunmuş olan, Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı iktisat tarihi üzerine
78
çalışmalarında niceliksel yöntemi kullanarak Osmanlı vergi gelirlerinin nerelerden,
ne şekilde toplandığını ve bunların ne biçimde harcandığı üzerine duracaktı. Barkan,
tarihçiliğimiz açısından çok büyük önem taşıyan “Hüdavendigar Livası Sayım
Defterleri” adlı eserinde niceliksel yöntem üzerine görüşlerini şu şekilde ifade eder
(1988, s. 2):
Bunda böyle sosyal müesseselerin, idari örgütlenmelerin veya ekonomik ve mali meselelerin tarihi ile meşgul olmak lüzumunu hissedecek olan Türkiye tarihçileri için, basit kayıt ve gözlemler, yahut basma-kalıp tariflerle yetinmeyip, olayları rakamlarla ölçmek ve kıyaslamak, onların zaman ve mekan içindeki yerlerini, nispetlerini ve gelişim yönlerini tayin edebilecek şekilde tablo ve grafik gibi modern istatistik araçlarını kullanmak lazım gelmektedir.
1960’larda ilk bilgisayar örneklerinin kullanıma girmesiyle, niceliksel tarih
araştırmaları açısından yeni bir döneme girildi. Özellikle Amerika’da bilgisayar
destekli tarih araştırmalarında büyük bir artış yaşandı. Daha önceleri incelenmesi
çok uzun zaman alan ve veri kayıplarının yaşandığı doğum, evlilik, ölüm, tapu,
vasiyet ve vergi kayıtları gibi arşiv malzemeler çok daha kısa bir zaman dilimi
içerisinde ve çok daha az veri kayıplarıyla tarihçilerin hizmetine girdi.
Ladurie, bu teknolojik gelişmeyle birlikte birinci dereceden önem taşıyan, fakat
genişliği nedeniyle tarihçilerin gözünü korkutan belgeler incelenebilir olduğunu;
bunun yanı sıra, depolanabilir nitelikteki veriler, sonraki araştırmacılar için kolay
ulaşılabilir bir arşiv imkanı sunduğunu ifade eder. Diğer taraftan o, “en azından
niceliksel tarih alanında, yarının tarihçisi ya bir programcı olaca[ğı], ya da bir tarihçi
olarak varoluş koşullarını yitirece[ği]” endişesi içindeydi. (1985, s. 132-135).
Tarih çalışmalarında bilgisayar temelli istatistik programlarının kullanılmasının onu
bilimsel yaptığı anlamı ortaya çıkıyordu. Bilimsel tarih, bilgisayar sayesinde
mümkün oluyor, geleneksel tarihteki gibi insan davranışı hakkında tutarsız, eksik,
muğlak ve zımni varsayımlar yerine ayrıntıları açıkça belirlenmiş, kimi zaman,
sayısal yollarla sınanabilecek matematiksel yollara dayanıyordu (Evans, 1999, s. 46).
Sönmez’e göre (2008), Braudel sonrası Annales okulu kuşağının nicelleştirme
büyüsü içinde artan bir biçimde bilim insanı olma hevesine kapılmışlardır. Enstitüler
79
laboratuar olarak görülmeye başlanmış, bilimselliğin nicelik araştırmalarından
geçtiği vurgulanmıştır. Ancak Sönmez, Iggers’a dayanarak, nicelleştirmenin
Annales’te bir temel bulmasına rağmen, nicelleştirmenin “Annales’in çocuğu
olmadığı”nı da ifade eder (s. 88).
Bu gelişme, bilimsel olmadığı iddiasıyla geleneksel tarihe karşı çıkan sosyal
tarihçilik uzanımlı nicel tarihçiliğin, geleneksel tarihle aynı gerçekliğe, pozitivist
nesnel gerçeklik anlayışına sarıldığını göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
4.1.3 Pozitivist Tarih Anlayışına Yönelik Eleştirilerin Yoğunlaşması
20. yüzyıl başlarında fizik biliminde depremler yaratan “görecelik teorisi” ve
“kuantum fiziği” gibi gelişmeler, yüzyılın ikinci yarısından sonra tarihçilik alanında
uzun zamandır unutulmuş olan bir şeyin, tarihte olasılığın ve şans faktörünün, ele
alındığı tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur.
Olasılık, şans ve bireyin rolünün tarihte ne derecede etkili olduğu etrafında
şekillenen tartışmalar, mevzu bahis etkenlerin nedensellik bağlamında ele alındığında
tarihteki genelleme yapmayı mümkün kılıp kılmadığı gibi, tarihi bilimler
kategorisine koyduğu savunulan özelliklerinden, bir konuyu gündeme taşımıştır. En
bilineni olarak Pascal’ın “Kleopatra’nın burnu biraz daha kısa olsaydı, dünya tarihi
daha farklı olacaktı” yorumunun sürüklediği tartışmalar farklı boyutlara ulaşmıştır.
Tarihte olasılığın rolü, tarihsel genellemeler yapmayı imkansız kıldığı gibi – özellikle
pozitivist tarih anlayışının dayanak noktalarından birine yönelik – bir eleştiriyi
beraberinde getirmiştir. Çünkü Karaçay’ın da belirttiği gibi (2004, s. 5) olasılığın
kullanılışı, determinizmden bir sapışa işaret eder.
Tüm bunların yanı sıra, faşizmin yükselişi, yaşanan iki dünya savaşı, küresel
kapitalizmin giderek genişlemesi fakat emekçi kitlelerin giderek yoksullaşması,
teknolojik ve enformasyon alanındaki gelişmeler “hem bilim hem de tarihi
meşrulaştıran üst-anlatıların yıkılmasına yol aç[mıştır]” (Munslow, 2000, s. 31) .
80
ABD’deki üstü örtülü gerilimler, 1960’ların başlarındaki sivil itaatsizlik hareketi ve
daha sonra gettolardaki kanlı ayaklanmalar biçiminde patlak verdi. Cezayir Savaşı
Fransızları; Vietnam Savaşı da Amerikalıları derinden böldü. 1960’ların sonlarında
Berkeley, Paris, Berlin ve Prag’daki öğrenci hareketleri hem Batı’daki kapitalizme
hem de Sovyet tarzı Marksizme karşı bir muhalefetti (Iggers, 2007, s. 100).
1968’de tüm Avrupa’ya yayılmış olan ayaklanmalar, endüstriyel toplumun insanlığı
refaha götürdüğü yolundaki söylemin aksine endüstriyel toplumun doğayı yıkıma
götürdüğü söylemi çerçevesine “yeşil” bir muhalefeti de içeriyordu:
Avrupa’da yeni sol hareketler 68 devriminden doğdu. Yetmişli yılların Avrupa’sında bir yandan eski komünist partiler, sendikalar ve gerilla örgütleri güçlerini sınarken, bir yandan da 68 ruhunu taşıyan yeni bir sol ortaya çıkıyordu. Şiddetsizlik ilkesini, barış mücadelesini, nükleer karşıtlığını ve kadınların özgürlük hareketini ön plana alan yeni hareket, zamanın Sovyet ve Çin tipi sosyalist sistemleriyle aralarına mesafe koymuş dogmatizm karşıtı yeni Marksist-Leninist gruplarla önce sokakta bir araya geldi. Bu hareketler yurttaş insiyatifleriyle birlikte 68 ruhunu siyasete tercüme ederken yeni bir siyasi akım yarattılar. Adını da “yeşil hareket” koydular. Yeşiller sanayi uygarlığının dünyayı yıkıma götürmesine, nükleer felaket tehdidine, totalitarizme ve eski toplumu simgeleyen bütün baskıcı uygulamalara karşı doğayla uyumlu, özgür, eşitlikçi, yeni bir toplumun hayalini kurdular (Şahin, 2010).
Halkın (2000) yaşanan bu tarihsel süreci “insanlığın sosyal gelişmesi, doğuştan gelen
anlayışına göre, şiddetle sarsıldığı her vakit, akıldışı bir şüphecilik güç kazanır”
şeklinde tahlil eder (s. 118).
Bu şüphecilikle birlikte, 1970’lerde ABD merkezli bir edebiyat eleştirisi kuramı
olarak ortaya çıkan “yeni tarihselcilik” kuramı, mevcut tarih anlayışının
sorgulanmasında büyük etki yapmıştır. Yeni tarihselcilik “yazınsal metinlere
ayrıcalık tanınmasını reddeden bir eleştiri akımı olarak gündeme gelmiştir”
(Oppermann, 2006, s. 16). Ancak, yeni tarihselcilik çok daha geniş bir kültürel analiz
sahasına ilerleyerek edebiyat eleştirisinin sınırlarını aşmış ve “ampirist paradigmaya
doğrudan kafa tutan varsayımlar[ıyla]” (Munslow, 2000, s. 54-55) “Tarih nedir?
İşlevi, doğası, anlatısı nelerdir? Tarih nasıl yazılır? Tarih nesnel olabilir mi? gibi
geçmişin nasıl bilinebileceği ve yorumlanabileceği[ne]” dair temel soruları gündeme
getirmiştir (Oppermann, 2006, s. 1).
81
Diğer taraftan, 1970’lerde büyük ölçüde antropolojiden beslenen ve “tarihsel
açıklamanın büyük kurgusu olarak sınıfa meydan okuyan” bir toplumsal tarih
anlayışı doğmuştur. “Yeni Kültürel Tarih” olarak bilinen bu anlayış tek tek olayları
ele alıp sonra onların daha büyük toplumsal anlamlarını bulmaktan yana tutum
takınmıştır (Munslow, 2000, s. 22).
Diyalektik düşüncenin karşısında yer alan bu antropoloji kaynaklı yapısalcı
yaklaşımda değişimin, kopmanın artık bir anlamı kalmamıştır. Tarihsel hareket,
değişmez olanın dönüşüm geçirene üstün geldiği, deniz yollarının tarihi, buğday ya
da maden ocaklarının tarihi, kuraklıkların ya da sulamanın tarihi gibi “kımıltısız bir
tarih”tir (Dosse, 2008, s. 230-231).
4.1.4 Postmodern Bir Tarih Anlayışı Olarak Yapısökümcülük
Şimdi tekrar bölümün başına dönersek, Munslow, alıntıladığımız tarihin doğasına
ilişkin sorularına ilişkin olarak, bu sorulardan ilkinin, tarihin bilgiyi elde etmek ve
kullanmak için kendi kuralları olan bir bilgi kuramı olup olmadığına dair bir temel
bir soru olduğunu söyler. Tarih ayrı bir deneyci bir disiplin mi, kurmacı sosyal
bilimlerin bir dalı ya da bireysel tarihçinin yaptığı seçimlere bağlı olarak müphem bir
entelektüel uğraş mıdır? Diğer üç soruya verilen cevap ise bu temel sorusunun
ipuçlarını vermiş, kendisi buradan hareketle genel olarak tarihsel bilgiye üç farklı
yaklaşım olduğu kanaatine erişmiştir: yeniden kurmacılık, kurmacılık ve
yapısökümcülük (Munslow, 2000, s. 36).
Bizim burada, çok daha karmaşık olan yapısını daha açık bir şekilde ortaya
koyabilmek kaygısıyla, karikatürize ettiğimiz tarih yazıcılığı yaklaşımlarından
Rankeci anlayış ya da “Alman Tarih Okulu” geleneği Munslow’un “yeniden
kurmacılık”; Annales okulu merkezi konumda olmak üzere “sosyal tarihçilik”
yaklaşımı ve 1960’larda ABD’de büyük taraftar kazanan “modernleşme teorisi” de
“kurmacılık” olarak adlandırdığı yaklaşımlara tekabül eder.
82
Munslow’a göre yeniden kurmacılık, yerleşik uzlaşmayı ya da 19. yüzyıldan gelen
“sağduyucu” deneyci geleneğe gönderme yaparken; kurmacılık, tarihsel açıklamada
genel yasalara ilgi duyan “soysal teori” okullarıyla sosyolojiden esinlenmiş öteki
örnek olay araştırmaları ve bazı tarihçilerin biyografik çalışmalarına gönderme
yapar. Yapısökümcü yaklaşım ise tarih çalışmalarındaki kaynaklar, yorumlar ve
tarihsel kavrayışın göreceliğine vurgu yapar (Munslow, 2000, s. 36-37).
Yapıcı’ya göre yapısökümcü yaklaşım “postyapısalcı ve postmodern
paradigmalardan beslenen, bireyi ve kültürü ön plana çıkaran, dilin rolüne vurgu
yaparak edebiyat yöntemlerini kullanan ve tarihçilerce oluşturulmuş pek çok tarihsel
anlatı olduğu ilkesini merkeze alan çok perspektifli” bir yaklaşımdır (Yapıcı, 2006, s.
15). Antropolojinin yanı sıra “Yeni Tarihselcilik” edebiyat eleştirisi kuramından
doğan “Yeni Kültürel Tarih” yapısökümcü tarihin ana kaynaklarındandır.
Yapısökümcülüğün parçası olduğu postmodern çağ Munslow tarafından aşağıdaki
gibi tanımlanır (2000, s. 120 – 121):
[P]ostmodern çağda, gelişen ve aşırıya kaçan bir ironi duygusuyla, nesnel bilginin sağladığı kesinliklerin kayboluşundan dem vurulmaktadır. Bu çağda disiplinler hakikat ve önyargısız bilgi üretmekten çok şimdiki zamana ya da geleceğe yönelik hakim olma ve tabii olma eğilimlerini yaşatmayı amaçlayan tarihsel kültürel pratikler (üst-anlatılar) ya da kurallar dizisi olarak görülür. Postmodern ya da yapısökümcü bakış açısından, nesnel bilim nesnel, genel, evrensel ve aşkın değildir, aksine Batı uygarlığının günümüzdeki egemen kalıplarını meşrulaştırır. Lyotard, Foucault, Barthes ve Derrida, gerçekliği dil içerisinde tam olarak temsil etmemizin mümkün olmadığını ve dolayısıyla nesnelliğin uygulanabilir bir şey olduğunu varsayamayacağımız gibi, ne bilginin mütekabiliyet teorisini ne de Popper’in mantıksal pozitivizmini kabul edebileceğimizi savunur. Buradan çıkan sonuca göre, potansiyel olarak özerk, ideolojik olmayan bir hayvan olarak birey nosyonu da kusurludur ve böylesi bir varlık tarafından üretilecek bilgi, iktidar arzusunu gizleyen bir işlenmiş ürün, uydurulmuş bir buluş olmak durumundadır. Böylelikle, görecilik ve kuşkuculuk ayraçları postmodernizmde en üst seviyelerine erişmiştir.
Bu haliyle postmodern tarih anlayışı hem geleneksel/yeniden-kurmacı tarih
yaklaşımını hem de sosyal teorici/kurmacı yaklaşımları karşısına alır.
83
Iggers (2007), çeşitli sosyal tarih yaklaşımlarının geleneksel tarih yazımının ana
varsayımlarına meydan okumakla birlikte, tarihsel araştırmayı doğabilimlerine
yakınlaştırmaya çalışmalara nedeniyle geleneksel tarih yazımının temel
varsayımlarına dokunmadığı ifade ediyordu (s. 3). Postmodernsit tarih anlayışı
ikisinin birden hem ana varsayımlarına hem de temel varsayımlarına karşı bir
meydan okuma olarak okunabilir.
Tarihçi Lawrance Stone bu meydan okumayı ilk hissedenler biri olarak, 1979’da
“Past and Present” dergisinde yayınlanan “The Revival of Narrative: Reflections on a
New Old History” (Anlatının Canlanması: Yeni Bir Eski Tarih Üzerine Düşünceler)
adlı makalesinde tarihçileri bu meydan okumaya karşı uyarıda bulunmaktaydı
(Evans, 1999, s. 15; Iggers, 2007, s. 99; Hobsbawm, 1999, s. 283). “Tarihçiler her
zaman hikayeler anlattılar Thucydides’den” bu yana diye başlıyordu Stone, fakat
“tarihle söz söyleme sanatının bir dalı olarak ilgilenil[mişti]”. Elli yıldan bu yana ise,
II. Dünya Savaşı sonrası “yeni tarih” (new history) olarak adlandırılan anlayışın
uygulayıcıları ve meslek öncülerinin ilgileri arasında bu hikaye anlatıcılığının (story-
telling) “şöhret hastalığına yakalandığını” açıklıyordu (Stone, 1979, s. 3).
Stone değişimin işaretlerini gösteriyordu: Tarih konuları, olayların kuşattığı
insandan, olayların içindeki insana; çalışma problemleri ekonomik ve demografik
olandan kültürel ve hissi olana; etkinin birincil kaynakları olarak sosyoloji, ekonomi
ve demografiden antropoloji ve psikolojiye; özne sorunu, gruptan bireye; tarihsel
değişimi açıklama modeli, katmanlı ve tek nedenli olandan birbirine bağlanmış ve
çok nedenli olana; metodolojide grup esasından birey örneğine; düzenlemede
analitiksel olandan tanımlayıcı olana ve tarihçilerin çalışmalarını
kavramsallaştırmada bilimsel olandan edebiyata doğru (Stone, 1979, s. 23-24).
Stone’a göre bütün bu değişimleri özetleyecek tek bir kelime yoktu; fakat, anlatı
(narrative) bütün yaşananlar için sembol bir kod-kelime (shorthand code-word)
vazifesi görmek zorunda kalacaktı (1979, s. 24).
Aynı derginin bir sonraki sayısında Eric Hobsbwm, Stone’un “büyük niçin
soruları”nı sormaya adanan tarihte, genelleştirici “bilimsel tarih”te bir gerileme
84
gördüğü” inancı üzerine bir makale yazacaktı: Anlatının Canlanması: Bazı Görüşler
(The Revival of Narrative: Some Comments) (Hobsbawm, 1980, s. 3-8; Hobsbawm,
1999, s. 283). Hobsbawm burada, Stone’un argümanlarından iki soru çıkarılabileceği
kanısındadır: “Tarih yazımında neler olmaktadır ve bu gelişmeler nasıl
açıklanacaktır?” (1999, s. 284). Hobsbawm, tarih yazımında “fikirler”in
kullanılmasında bir düşüşün yaşanması ve tarih çalışmalarında kıyıda köşede kalmış
temalara olan ilginin artması gibi değişimler gözlemlense de, basit anlatı tarihine çok
az rastlandığı kanaatindedir. Tarihçiler farklı alanlara yoğunlaşmış olsalar bile
“büyük niçin soruları”yla ilgilenmeyi sürdürmektedirler (s. 284-286). Hobsbawm
için, “Yeni tarihçiler”in savaştan sonraki yıllarda “tarihin sosyo-ekonomik temeli ve
belirleyicileri olarak görülen etkenlerde yoğunlaşarak ve geleneksel anlatı tarihini
geri plana atarak” sağladığı başarı, değişimin önemli bir nedenidir (s. 288-289).
Hobsbawm’ın 1980’deki makalesinde ifade ettiği şekilde tarihçiler halen “büyük
niçin soruları”yla ilgilenmeye devam etmektedirler; fakat anlatı tarihine olan ilginin
zannettiği kadar az olmadığı da bir gerçektir. .
Daha 1973’te Hayden White, Valery ve Heidegger’den Sartre, Levi-Strauss ve
Michel Foucault’ya Avrupalı düşünürlerin, yeniden kurmacılığın (historical
reconstructions) kurgusal karakterine vurguyla tarihsel bilincin değeri konusunda
ciddi şüphelere sahip olduğunu ve tarihin bilimler arasındaki yeri olduğu iddiasına
meydan okuduğunu açıklıyordu. Bu süreçte başka bir kıtada, Anglo-Amerikalı
filozoflar, tarihin statüsünün mutlak bir bilim mi yoksa sanat mı olduğu hakkındaki
şüphelere dikkat çeken, tarihsel düşüncenin kültürel işlevi ve bilgi kuramsal statüsü
üzerine eserler üretmekteydiler (White, 1973, s. 1-2).
Aslında, önceki dönemlerde, aydınlanma felsefesinin büyük spotları altında dikkat
çekemeyen birçok düşünürün tilmizi de farklılaşmış çehrelerle, farklı cephelerden
egemen tarih anlayışına eleştiri yumruklarını sallamaktadır.
Paul Valery’nin 1945’te ifade ettiği “Tarih, insan zekasının bugüne kadar yarattığı en
tehlikeli meyve” fikrinden hareketle yazdığı makalesinde Yılmaz (2000), Valery’i
85
rahatsız eden şeyin tarih yazımlarındaki “bellekten kaynaklanan bir tehlike” olduğu
kanısına ulaşır (73-74). Tarihin anlattığı öykü çok çeşitli biçimlerde anlatılabiliyorsa,
bir noktadan sonra olay aynı olay olmaktan çıkar. Bellekten başka bir şey olmayan
tarihin kusurlu belleği nefret, şiddet ve muhalefet yaratır. Hiçbir zaman sabit
kalmayan olayların anlamı, belleğin işleyiş biçimi ve “beklentilerin ufkuna” bağlı
olarak değişebilir (80-81).
Tarihte mutlak anlam yerine, sürekli değişmekte olan “anlamlar çokluğuna” vurgu
yaparak genel geçerlik arayan her türlü girişime karşı koymak gerektiğini ifade eden
Dilthey’in hermenötiği (Özlem, 1996, s. 146), Heidegger ve Gadamer’de
radikalleşerek “her şeyi doğaya bağlayan ve her şeyin yasalar yoluyla
kavranılabileceğine inanan tarihsiciliğe” oklarını yönelten varoluşçu-hermenötik
olarak karşımıza çıkar (Özlem, 1996, s. 159). Gadamer’e göre tarihsel metin, anlam
bağlamsal olması nedeniyle farklı yorumların hepsini destekleyebilir. Metnin anlamı
yazarın niyetlerinden çok dilin geniş kapsamlı ufkuyla desteklendiği için yazarını
aşar (Aysevener, 2001, s. 63).
Nietzsche ve Marx’ta kaynağını bulan Sartre’ın varoluşçuluğu, tarihi hem yapan hem
de ondan etkilenen insanın geçmiş karşısında çaresiz olduğu ve olmuş bitmiş
geçmişe yönelik her çabanın bir “yeniden kurma” olmak zorunda olduğu
kanaatindedir. Dolayısıyla ona göre insan, yalnızca şimdisine egemen olabilir
(Sarıoğlu, 2008, s. 254).
Diğer taraftan I. Dünya Savaşı sırasındaki gelişmeleri ve savaş sonrası Marksist
teorinin pratiği olarak düşünülen Sovyet Devrimi’i sonrası Rusya’da yaşanan
gelişmeleri Marksist tezlerden kopma olarak görerek harekete geçen Frankfurt
Okulu’da anılmaya değerdir. Okul bir bakıma pozitivizm ve bilim eleştirisi üzerinden
etkili olmuş, sosyal dünyayı verilere indirgeyen pozitivistlere nesnelliğin olanaklı
olmadığını iddia ederek bilişsel kabul edilebilirliği öne çıkaran, aydınlanma ve
özgürleşmeyi amaçlayan “eleştirel teori”yi alternatif olarak sunmuştur (Kızılçelik,
2004, 101-110).
86
Bu atmosferde yeniden kurmacı ve kurmacı tarih yaklaşımlarına eleştiriler yönelten
yapısökümcü tarih yaklaşımının, postyapısalcı ve postmodernist kökleri
oluşmaktaydı.
Postyapısalcılık, bugün “otoriter ideolojilere ve politik sistemlere karşı
postmodernizm olarak tanımladığımız daha genel bir tepkinin parçası olarak
görülebilir”. Postmodernizm postyapısalcılığı da içermektedir (Sim, 2006, s. XII).
Adından da anlaşılacağı üzere postyapısalcılık, yapısalcılık sonrası bir anlayışa işaret
etmektedir. Yapısalcılık ampirizme ve ampirizmin tekabüliyet teorisini açıklamakta
dilin gücüne karşı duyduğu inanca karşı bir meydan okuyuş olarak (Munslow, 2000,
s. 48), yüzeydeki görüntünün altında, derinde yatan kuralların ve yasaların
oluşturduğu yapıyı arayan ve yapıyı oluşturan birimlerin tek başlarına anlam
taşımadıklarını, yapı içinde birbirleriyle olan bağıntılardan anlam kazandıklarını
savunan (Tüfekçi, 2004, s. 50) bir yöntem olarak ortaya çıktı. Bu yöntemde dil,
tarihsel bilgi de dahil olmak üzere her türlü bilginin üretilmesi bakımından değer
taşımaktadır.
Postyapısalcı olarak adlandırılan düşünürler, dilin kendi içinde kapalı bir sistem
değil, sınırsız bir yapıya sahip olduğunu savunarak metin merkezli bir yaklaşım
geliştirdiler. Her metnin arkasında bir yapının olduğu iddiasıyla okuyucuyu hiçe
sayan yapısalcı görüşün aksine; metnin anlamını yazarın değil, okuyucunun
belirlediğini iddia ederek okuyucu merkeze aldılar ( Çelik ve Ekşi, 2008, s. 102-103).
Postyapısalcı anlayışa göre metin, kendi içinde diğer metinlere yaptığı göndermeler
yoluyla sürekli bir değişim süreci içinde anlamlar üretir. Bu ağ yapısı sonucu ortaya
çıkan metindeki karar verilemezlik, metni tarif edilemez kılar. Dolayısıyla, tarih
söyleminde kullanılan dil de rastlantısal, kesinlikten uzak ve bölücü bir biçimde
oluşur (Oppermann, 2006, s. 2-4). Dilin belirsiz yapısı, dil aracılığıyla elde edilen
bilgiyi de aynı ölçüde belirlenimsiz kılacağından, “tarihsel açıklamalar olarak hakiki
anlatılar kurmak imkansızdır” (Munslow, 2000, s. 53).
87
Barthes’e göre bir metin, birçok kültürden alınan ve karşılıklı diyalog, taklit, yarışma
bağıntısı içine giren çoğul yazılardan oluşur. Ancak bu çoğulluğun oluştuğu yer
bugüne kadar sanıldığı gibi yazar değil, okurdur. Klasik eleştiri okuyucuya hiç dikkat
çekmediği için yazın alanındaki tek kişi yazardı. Ancak, bir hikaye anlatılır
anlatılmaz metnin geçirimsizliğinden dolayı, iletişimsizlik doğar, sesin kaynağı
kaybolur ve yazmaya başlamakla birlikte yazar kendi ölümüne giriş yapmış olur.
Yazım’a geleceğini teslim etmek için mit alaşağı edilmelidir. “Okurun doğuşu,
yazarın ölümü pahasına gerçekleşmek zorundadır” (Barthes, 1977, s. 142-148). Tarih
metinlerinde de, metne değerini veren tarihçi değil, okuyucunun kendisidir.
Postmodernist tarihin yolunu açan kişilerden olan Foucault (2001), mevcut haliyle
tarihin, “ritüeller gibi, kutsallaştırma ayinleri gibi, cenaze törenleri gibi, ayinler gibi,
söylence anlatıları gibi, bir iktidar yaratıcısı, bir iktidar yoğunlaştırıcısı” olduğu
kanaatindedir (s. 78). Ona göre, tarihsel bilme ne kadar ileri giderse gitsin, ne
doğaya, ne hukuka, ne de barışa asla ulaşamaz. Tarihsel bilme her zaman, ilişkileri
ve çatışmalarıyla birlikte güçlerle ve güç ilişkilerinin karara bağlandığı olaylarla
karşılaşır (s. 182).
Başka bir postmodernist tarihçi olan Jenkins (1997) ise Edward Carr gibi “tarih
nedir” diye sormak yerine “tarih kim içindir” sorusunu sorar. Çünkü tarihin kimin
için yapıldığı düşünüldüğünde, tarihin ne olduğu sorusunun cevabına da ulaşılır.
Tarihin kim için olduğu sorusuna verdiğimiz cevap kadar tarihin ne olduğuna ilişkin
farklı sonuçlara ulaşılır. Aynı tarihsel konu üzerinde çalışan iki tarihçi çoğu zaman
aynı kaynakları kullanarak farklı sonuçlara ulaşabilirler. Dolayısıyla Jenkins, tarihi
bir ideolojik kullanım aracı olarak görür. Ona göre, resmi tarih de, ona alternatif
olarak sunulan tarihler de ideolojiktir. Aralarındaki fark, resmi tarih denilen şeyin
savunucularının iktidardaki konumlarının güçlü olmalarıdır. Günü geldiğinde
alternatif tarih olarak sunulan tarih, resmi tarih olabilecektir.
Diğer taraftan Jenkins, tarihsel imgelem ve empatinin imkansızlığına işaret eder.
Ona göre, empati en iyi şekilde J. S. Mill’in karşılıklı özgürlük fikriyle
açıklanabilecek olan liberal ideolojinin bir kuruntusudur. Mill’in özgürlük anlayışına
88
göre birey istediğini yapmakta özgürdür; başkalarının özgürlüğünü azaltmamak
kaydıyla. Bunun görebilmek için de kendisini başkalarının yerine koymalı ve
olaylara onların bakış açısından bakmalıdır. Tarihçi de, şimdi olmayan geçmişi
açıklayabilmek için elindeki cüzi belgeyle aynı mantıktan hareket eder. Ancak bu
yaklaşımın yaptığı “son derece yerel ve zamanla kayıtlı bir ideolojiyi (liberalizmi),
zaman ve mekana genelleştirmek ve böylelikle Mill’in kafasını (liberalizmi bilmeyen
ve ne yazık ki hiçbir zaman okumanın zevkine erememiş ortaçağ köylüsü ile
Vikingler dahil) herkesin kafasının yerine koymaktır” (Jenkins, 1997, s. 50-57).
Yeniden kurmacı ve kurmacı tarih yaklaşımlarının savunucularında da tarihin iktidar
ve ideolojik araç olarak kötüye kullanımına ilişkin eleştirilerşne sıkça rastlamak
mümkün. Ancak onlar “tarih bilimi”ni bu yanlış uygulamaların alanı olmaktan
sakınmanın yollarına işaret ederken; postmodern tarihçiler “kurgusal” karakteri
nedeniyle tarihin bir iktidar ve ideoloji aracı olmaktan kurtulamayacağı
kanaatindedirler.
Rosenau (1998) postmodernistlerin tarih anlayışını “şüpheci” ve “olumlayıcı” olmak
üzere ikiye ayırır. Şüpheci postmodernistler tarihe tarih için olduğu, sürekliliğin
tanığı olduğu, ilerleme düşüncesinin canlı resmi olduğu, nedensel kavrayışın kanıtı
olduğu anlamında değer vermezler. Gerçekliği ve hakikati varsayan, tarihin faili
olarak insanı merkeze alan ve Batılı karakteriyle diğer kültürleri geri plana atan,
gerçekliği olmayan bu tarih anlayışı, bir mit kaynağı olarak ideolojik ve
önyargısaldır. Sadece bugüne etki ettiği sürece anlamlı bulunmaktadır. Bu görüşleri
savunan şüpheci postmodernist tarih anlayışında tarihe kalan şey; yeni olana özel bir
değerin yüklenmediği, ilkel olana ve geleneğe değer verilen bir “hatırlama”, bir
“yeniden toplamadır” (recollect) (s. 113-115).
Olumlayıcı postmodernist tarih anlayışına sahip olanlar da şüpheciler kadar
eleştireldir. Ancak onlar tarihi tamamen ortadan kaldırmak yerine, tarihi sıradan
insanların gündelik yaşamları ve mikro anlatılar üzerine yoğunlaşan bir anlayış
olarak görme eğilimindedirler. Bu anlamda “Yeni Tarih” anlayışından etkilenirler.
Diğer taraftan, Foucault’nun tarihsel bilgilere, mücadelelere, kısıtlama ve söylem
89
arasındaki karşılıklı ilişkilere ve tahakküm biçimlerine gönderme yapan “soykütüğü”
anlayışı da büyük önem taşır (Rosenau, 1998, s. 117-119).
Sonuç olarak yapısökümcü tarih açısından bütün yazılmış anlatılar “farkındalığın
ortadan kaldıramayacağı kadar derinlere işlemiş bir felsefe ya da ideoloji tarafından
desteklenmektedir” ve “yapısökümcü tarih delillerdeki somut geçmiş, olaylar
hakkında hikayeler anlattığı için kurgusal bir anlatı değildir” (Munslow, 2000, s.
110) Tarih, kurgusal edebiyattaki üslup, tarz ve anlatı yapısı analizi gibi,
öykülendirilerek yazılmalıdır.
4.2 Yapılandırmacı Yaklaşım ve Postmodern Tarih Anlayışı Çerçevesinde Tarih
Öğretimine Yeni Yaklaşımlar
4.2.1 Tarih Öğretiminin Amaçları Eleştirisi ve Türkiye’de Durum
Bir disiplinin öğretimi, o disiplinden ayrı olarak ele alınamaz. Disiplinin neliği, nasıl
ele alındığı, o disiplinin öğretimine de yön verir. Tarih eğitimi ve öğretimiyle ilgili
sorunlar ele alındığında da, tarih öğretiminin kapsam ve hedefinin tarih öğretim
programları tarafından belirlenmesi, program sorunun gündeme gelmesine neden
olur (Safran, 2006, s. 19). Diğer taraftan “niçin tarih öğretiyoruz?”, “tarih ne
içindir?” veya “tarihin değeri nedir?” sorularına verilecek cevaplar da tarih
öğretiminin amaçları bağlamında ele alınır (Köstüklü, 2006, s. 12; Dilek, 2002, s. 32)
Bu anlamda, postmodern anlayışın ve postmodern tarih anlayışının güç kazanması ve
yapılandırmacı yaklaşımın eğitim programlarında yer bulması, tarih öğretiminde -
disiplinin bu güç kazanan yaklaşımının doğasına uygun olarak- yeni yaklaşımların
gündeme getirilmesine neden olmuştur. Ancak bu değişim birdenbire yaşanmamış,
bir sürecin ürünü olmuştur.
Tarih öğretimi programlarında vurgunun içerikten çok öğrencide tarihsel düşüncenin
gelişimine yer verilmeye başlaması bu noktada önem arz eder. Husbands, Kitson ve
Pendry, İngiliz tarih öğretiminde 1970’lere kadar hakim olan anlayışın toplumsal
hafızanın oluşturulmasının amaçlandığı, öğrencilerin tarihsel bilginin pasif alıcıları
90
olduğu, Britanya siyasi ve imparatorluk tarihinin merkeze alındığı büyük gelenek
(great tradition) anlayışının olduğunu ifade eder. Yakın bir süreçten beriyse, farklı
pedagojik yaklaşım ve farklı tarih öğretimi amaçlarına sahip bir okul dersi olarak
eleştirel tarih (critical history) geleneği oluşmaktadır. Bu anlayışta öğrenci, tarihsel
bilgiyi öğretmenin yönergelerini çeşitli sınıf içi aktiviteleri yoluyla yapılandırırken
aktif bir rol üstlenir. Tarihsel bilgi sadece hafızaya geçmez; öğrencilerin birincil
kaynakları kullanarak yorumlamaları yoluyla aktif olarak geliştirilir. Eleştirel
gelenek, tarih öğretiminde öğrencilerin tarihin yorumcu bir disiplin olarak
anlaşılmasını ve tarihsel kimliklerini kazanmasını amaçlar (Klein, 2005, 601-602).
Lee ve Ashby da 1960’lardan 1990’lara kadar olan süreçte İngiliz Ulusal
Programı’nda gözlemlediği, içerik merkezli, tarihin ne hakkında olduğu tözel
(substantive) tarih ile tarih yapma yollarını şekillendiren ikincil/yöntem olarak
(second order/procedural) tarih anlayışları arasındaki bir ayrıma işaret eder (Lee ve
Ashby, 2000, s. 199).
Bu ayrım noktasında; öğretim sürecinin tam da merkezinde olmayan kimlikler
olarak, politikacı, gazeteci ve bazı tarihçiler belirli öykülerin ideolojik anlamlarına
önem vermişlerdir. Diğer taraftan, öğretim sürecinin ortasında olan kişiler olarak
birçok öğretmen ve öğretim sürecinin yakın çevresinde yer alan kimlikler olarak
birçok ders kitabı yazarı ve araştırmacı da, tarih disiplini ile ilgili olarak öğrencilerin
düşüncelerini geliştirmeye önem vermiştir (Lee ve Ashby, 2000, s. 199; Lee, 2005, s.
2).
Yaşanan bu sürecin, Dilek (2002) tarafından, tarih öğretiminin amaçlarının sosyal ve
disiplin içi amaçları olmak üzere ikiye ayrıldığı savına uygunluk gösteren bir
saflaşma olması dikkate değerdir.
Bu saflaşmanın bir tarafında, tarihe gelecek kuşakları yetiştirme işlevi yükleyerek,
onun geçmişten topladığı verilerle geleceğimizi şekillendirmemizi sağlayan dersler
veren ve bilimsel genellemeler ve teoriler üreten bir alan olarak görenler
bulunmaktadır (Dilek, 2002, s. 33). Tarih öğretiminin amaçları açısından sosyal
91
amaçları esas alan bu tutumca “kişisel düşünceyi geliştirmek, öğrencileri demokratik
topluma hazırlamak ve onları aktif yurttaşlar haline getirme[nin]” (Dilek, 2002, s.
44) gerekliliği vurgulanır.
Aslan’ın (2006, s. 162) “[n]eden Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada iktidarlar ve
iktidar için uğraş verenler, okullarda izlenen tarih programlarını etkilemek ve
yönlendirmek için yoğun bir mücadele ve gayret içerisine girerler?” sorusu da bu
çerçevede anlam kazanır.
Saflaşmanın diğer tarafında ise, bireyin bilişsel ve duyuşsal gelişimine katkı sağlayan
bir alan olarak tarihin geçmişteki insan davranışlarını açıklamada entelektüel bir
etkinlik olduğunu düşünenler bulunmaktadır (Dilek, 2002, s. 33). Bu tutumca tarih
öğretiminin amaçları açısından disiplin içi amaçlar esas alınmaktadır.
Benzer bir biçimde Demircioğlu da (2007) tarih öğretiminde esas alınan iki temel
yaklaşım görür. Bunlardan ilki, gelenekçi bir tarih anlayışı doğrultusunda, tarih
öğretimini vatandaşlık ve kimlik aktarımının bir aracı olarak gören yaklaşımdır.
İkincisi ise, “öğrencilerin bilimsel bakış açısı ve üst düzey düşünme beceri ve
niteliklerinin kazandırılması esasına dayanan yaklaşımdır” (s. 14).
Dilek’e göre (2002, s. 32) “tarih disiplininin işlevi hakkında yapılan yorumların
fark[lılığı]”, “sosyal bilimlerin yapısından kaynaklanan” bir durum olarak “pozitivist
ve yorumcu yaklaşımlar arasındaki fikri çatışmaların doğal sonucu[dur]”.
Yukarıda ele aldığımız şekliyle ve sırasına uygun olarak kabaca sınıflamak gerekirse,
tarih öğretiminin amaçları hakkındaki yorumlardan birincisi bilimin toplum
yaşantısına katkı sağladığı inancında olan pozitivist yaklaşım; ikincisi ise tarihin
tarih için olduğu görüşünü savunan yorumcu yaklaşımdır.
Demircioğlu’nun berlittiği gibi (2001) 1970’lerden bu yana ülkemizde de okullardaki
tarih öğretiminin eleştirisi yapılmaktaydı. Eğitimciler ve akademisyenler, geleneksel
metot ve yaklaşımlar nedeniyle tarih öğretiminin tatmin etmekten uzak olduğu
92
kanaatindeydiler. Tarih eğitimi öğrencilerin ilgisini çekecek şekilde düzenlenmiyor,
tarih ve olaylara odaklanıyordu.
Demircioğlu (2001) bu eleştirilerin geniş çaplı bir şekilde dile getirildiği iki
toplantıdan söz eder: 1975 yılında Felsefe Kurumu tarafından düzenlenen
“Türkiye’de Tarih Eğitimi” semineri ve 1994 yılında Tarih Vakfı’nca Buca’da
düzenlenen “Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları Sempozyumu”.
1975 yılındaki “Türkiye’de Tarih Eğitimi” toplantısının, Tarih Kurumu’nca değil de
Felsefe Kurumu’nca düzenlenmesi ilginçtir. Demircioğlu bunu (2001), bazı
tarihçilerin kendi kendilerine yönelik eleştirmelerine rağmen, Felsefe Kurumu
üyelerinin çoğunluğunun tarih öğretiminin amaç ve yöntemlerinden rahatsızlık
duydukları şeklinde yorumlar.
Toplantıda, birinci ve ikinci kademe öğrencilerine yönelik tarih öğretimi programı
içerik ve amaçlar bakımından kusurlu bulunmuştur. Birinci kademe öğrencilerinin
5000 yıllık Türk Tarihi’ni öğrenmesini ummak; diğer taraftan yerel tarih öğretimine
neredeyse hiç yermemek eksiklik olarak görülmüştür. Ders kitaplarında kesin doğru
olarak kabul edilen bilgilerle ve dogmalarla doldurulması eleştirilmiş; öğrencilere
Türklerin tarihte her zaman güçlü ve galip olduğu şeklindeki bir düşüncenin
oluşmaması gerektiği ifade edilmiştir. Bunların yanı sıra, tarih müfredatı
programlarının öğrencilerin anlama düzeyleri göze önüne alınarak inşa edilmediği
vurgulanmıştır (Demircioğlu, 2001).
1994 yılında düzenlenen “Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları Sempozyumu”nun amacı
aşağıdaki gibi ifade ediliyordu:
[B]ize miras kalan tarih kaynaklarının yol göstericiliğinde, ama çağdaş teknik yöntem ve kazanımların beraberliğinde, Türkiye’deki tarih öğretimini bilimsel düşüncenin gerçeklilik ilkeleri çerçevesinde ele alarak değerlendirmek ve var olan resmi tarih yaklaşımının giderilerek, tarih öğretiminde ve yazımında izlenebilecek çağdaş, evrensel yöntemlerin ve boyutların uygulama alanına konulmasını [sağlamak]. (http://www.tarihvakfi.org.tr/icerik.asp?IcerikId=230)
93
Sempozyumun düzenleyicilerinden Özbaran’a göre (2007, s. 1), yükseköğretimde
tarih öğretimini yönlendirici bir işleve sahip tarih araştırmacılığı geleneği
yaratamamamız nedeniyle, “insanlığın günümüzde ulaştığı durumu yansıtabilecek
bilimsel tarihçili ilkelerini yakalayamamış” bulunmaktayız. Aşırı milliyetçi ve dinsel
öğelerin belirleyiciliği içinde, ezberci bir mantıkla, iletişim ve eleştiri
yeteneklerinden yoksun tek tip insan tipinin yaratılmaktadır.
Sempozyum katılımcılarının birçoğu tarafından tarih öğretimindeki resmi tarih
anlayışı eleştirilerek (Tekeli, 2007, s. 34-42; Tunçay, 2007, s. 52-54; Berktay, 2007,
s. 69-86; Neumann, 2007, s. 98-106;) küreselleşen dünyada ulus devlet sınırlarını
aşan çok kimlikli bir tarih yazımı önerilmiştir (Tekeli, 2007, s. 34-42; Bilgin, 2007, s.
107-122). Bu anlamda tarih öğretiminde yerel tarihin (Tekeli, 2007, s. 34-42) ve
sözlü tarihin (Somersan, 2007, s. 368-379) önemi vurgulanmıştır.
Tarih ders kitaplarının öğrencinin öğrenebilecekleri şekilde düzenlemediğinden
hareketle, öğrencilere tarihsel bilginin çeşitli kaynaklardan eleştirel bir yöntemle
derlendiğinin gösterilmesi önerilmiş (Tunçay, 2007, s. 52-54); tarih yazıcılığımızdaki
ve ders kitaplarındaki geriliğe işaret edilerek evrensel bir bilim kadrosunun eksikliği
vurgulanmış (Ortaylı, 2007, s. 43- 51); derslerde hayali bir altın çağ düşüncesi ile
Osmanlı siyasi tarihine yapılan vurgunun, insanları gerçek dışı bir dünyada
yaşatmasının zararlarına işaret edilmiştir (Akşin, 2007, s. 62-68).
Sempozyumda her ne kadar resmi tarih anlayışına yönelik eleştiriler yöneltilse de,
tarih öğretiminin doğru bilinç oluşturmanın bir aracı olarak görüldüğü (Timuçin,
2007, s. 55-61) ya da cumhuriyet değerlerleri ile dünya görüşüne yönelik aykırı
düşüncelerin aşılanması tehlikesine dikkat çekilmesi gibi (Akşin, 2007, s. 62-68;
Aybars, 2007, s. 285-294), tarih öğretimine sosyal amaçlı vurgunun güçlü olduğu
yaklaşımlar da var olmuştur.
Sempozyumda yapılan eleştiri ve öneriler, Özbaran’ın sempozyumun daha açılış
konuşmasında da belirtmiş olduğu gibi (2007, s. 3), siyasi beklentiler, ilgili kurum
olarak Telim Terbiye Kurulu’nun çözüm önerilerini değerlendirecek yetki ve
94
ortamdan uzak olması ve profesyonel tarihçilerin mevcut sorunları dile getirecek bir
kadro seviyesine ulaşamamaları gibi nedenlerle tarih öğretimi programında doğrudan
karşılığını bulmamıştır. Ancak sonraki çalışmalar için büyük bir esin kaynağı
olmuştur.
Yukarıda sözü edilen iki toplantının yanı sıra, Tarih Vakfı’nca düzenlenen bir dizi
kongre, atölye çalışması ve buluşmalarla da tarih öğretiminin sorunları tartışılmış ve
tarih öğretimine yönelik yeni yaklaşımlar ele alınmıştır.
Tarih Vakfı’nca 1999 yılında düzenlenen III. Uluslar arası Tarih Kongresi’nde
teması “Tarih Yazımı ve Müzecilikte Yeni Yaklaşımlar: Küreselleşme ve
Yerelleşme” olarak belirlenmiştir. Kongre organizatörlerinden Tekeli (2000), tarih
bilinci denildiğinde daha çok geleceğe yönelik bir farkındalığın söz konusu olduğunu
ve bunun geçmişten geleceğe bir süreklilik çerçevesi içerisinde ele alındığını ifade
ettikten sonra böyle tanımlanan bir tarih bilincinin esasında içeriği hakkında bir şey
söylenmemiş olduğunun altını çizer (s. 8). Ona göre, insanlık tarihinin yaşamakta
olduğu bir deneyim olarak küreselleşme ve yerelleşme, bireyleri çok kültürlü bir hale
getirmektedir ve bu koşullarda tarih bilincinin içeriği çoğulcul ve barışçıl bir
anlayışla doldurulmalıdır (s. 10). Bu anlayış çerçevesinde, kongrede küreselleşme ve
yerelleşme olgusu çeşitli boyutlarıyla ele alınmış ve müzeciliğin tarih öğretimindeki
önemi vurgulanmıştır.
2000 yılında Tarih Vakfı ve Talim Terbiye Kurulu işbirliği ile ODTÜ Kongre Kültür
Merkezi’nde “Türkiye’de İlk ve Ortaöğretim Düzeyinde Tarih Öğretiminin Yeniden
Yapılandırılması” adıyla bir atölye çalışması düzenlenmiştir. Atölye çalışmasının
amacı 1999 yılında düzenlenen kongrenin devamı niteliğinde görülebilir. Atölye
çalışmasında tarih öğretiminin disiplin içi amaçları bağlamındaki öneriler dikkat
çeker.
Paykoç (2000, s. 125-128), MEB’ce düzenlenen öğretim programın çeşitli
aşamalardan sonra öğrenci karşısına çıkana kadar değişikliğe uğradığına dikkat
çekmektedir. Tepede hazırlanan programla, öğrencinin yüz yüze geldiği program
95
aynı şey olmaktan çıkmaktadır. Çünkü tepeden hazırlanan bir programın, birey
olarak farklı özelliklere sahip öğrencilerin ihtiyaçlarına göre geliştirilmesi
imkansızdır. Çözüm, öğretim programlarının okul düzeyinde ele alınmasındadır.
Bir öğretmenin, öğretmen olarak görevlerinin doktriner bilginin aktarılması değil;
öğrencinin düşünme sürecini, sorgulama sürecini ve eleştirel süreci harekete
geçirmede yönlendiricilik olması gerektiği kanaati önem arz eder (Kahyaoğlu, 2000,
s. 50-51)
Yine Tarih Vakfı’nca, Ekim 2001 ile Kasım 2002 tarihleri arasında ülkemizin birçok
bölgesinde tarih eğitimcilerinin ve Avrupalı tarihçilerin katılımıyla bir dizi konferans
düzenlenmiş ve elde edilen veriler “Tarih Eğitimine Eleştirel Yaklaşımlar” adı
altında kitaplaştırılmıştır. Bu konferansların, Tarih Vakfı tarafından hazırlanan
“Tarih Eğitimi Strateji Raporu”nun çerçevesinde ilerlediğini söylemek yanlış olmaz.
Raporda, diğer şeylerin yanı sıra, tarih eğitimine ilişkin sorunların tarihçiliğin ve
eğitimbiliminin sınırları içinde ele alınması gerektiği vurgusu (Silier, 2003, s. 1-27;
195-202), tarih öğretiminin disiplin içi amaçları bakımından önemlidir.
2003 yılında Talim ve Terbiye Kurulu’nca yapılan “Sosyal Bilgiler Program
Geliştirme Çalışmaları”nın üçüncüsünde, tarih ve coğrafya disiplinlerine,
ilköğretimde sosyal bilgiler adı altında birleştirilmiş sosyal amaçlarla yüklü bir araç-
ders olarak değil, var oldukları haliyle bir disiplin olarak bakmak gerekliliği görüşü
egemen olmuştur. Bu toplantı, geleneksel eğitim yaklaşımından kopuşa giden yolda,
yapılandırmacı yaklaşıma göre hazırlanacak sosyal bilgiler öğretimi programı
açısından önemli bir basamak görevi üstlenmiştir.
(http://ttkb.meb.gov.tr/programlar/prog_giris/prog_giris_7.html).
Öğretim programlarının MEB’ce yapılandırmacı yaklaşıma göre düzenlenmeye
başlandığı bir süreçte, 2007 yılında Marmara Üniversitesi’nin ev sahipliğinde
İstanbul’da HEIRNET (History Educators International Research
Network/Uluslararası Tarih Eğitimcileri Ağı) tarafından “21. Yüzyılda Kimlik,
Vatandaşlık ve Tarih Eğitimi” konferansı düzenlenmiştir.
96
Tarih eğitiminin manifestosu şeklinde tanımlanan “Türkiye’de Geçmişten Günümüze
Tarih Öğretimi ve Gelecek İçin Beklentiler” başlıklı açılış bildirinde (Dilek ve
Safran, 2008, s. 5) Safran, 20. yüzyılda “kendimizi” ve “ötekileri” tanımlamakla
uğraştığımızı, 21. yüzyılda ise artık tarihe yüklenecek misyonun kendini ötekilerden
üstün kılmak değil, bizzat “kendi olmayı başarabilmek” olarak karşımıza çıktığını
belirtmektedir. Onun ifade ettiği şekliyle, “[b]elki de bu yüzyılda tarihten “kendimiz
olabilmek” ve “kendimiz kalabilmek” için yararlanacağız” (Dilek ve Safran, 2008, s.
13).
Safran, Türkiye’de tarih eğitiminin görüntüsünü aşağıdaki gibi özetlemiştir (Dilek ve
Safran, 2008, s. 12):
• Tarih öğretimi kültür aktarımı yaklaşımıyla ele alınmaktadır. • Tarihçilikteki yeni bulgular programa yansıtılmaktadır. • Tarih programı yakın tarihe ilişkin konuları içermemektedir. • Tarih öğretimine ilişkin araştırma bulguları programa yansıtılamamıştır. • Tarih öğretimi, bilgi, değer ve beceri kazanımlarından sadece bilgiyi
hedeflemektedir. • Tarih içeriğinin günlük hayatla bir ilişkisi kurulamamaktadır. • Müfredatın içeriği, Türk tarihinin bütününü vermek kaygısından dolayı,
fazlasıyla yoğundur.
4.2.2 Öğrencilerde Tarihsel Düşünce Gelişimi ve Tarih Öğretimine Yeni
Yaklaşımlar
Ata (1998, s. 108), tarih öğretimine ilişkin yapılan bir anketteki sorulardan birine bir
öğrencinin “Ben, tarihin liselerde akademik bir çalışma ile bilim gibi öğretilmesini
isterdim.” cevabı vermesi üzerine bir noktaya dikkat çeker: Akademik disiplin olarak
tarih ile okul dersi olarak tarih arasında ayrım yapıp yapmama konusu. Daha açık
ifade etmek gerekirse, okullardaki tarih dersleri akademik tarih çalışmalarının
sonuçlarının aktarıldığı bir işleve mi sahip olmalı ya da öğrencilerin akademik
anlamda yapılan tarih çalışmaları gibi çalışmalar yapmasına olanak mı tanımalı?
Bu soru ve bu sorulara verilen cevaplar, Lee ve Ashby’ın, yukarıda değindiğimiz
(bkz. 4.2.1), tözel tarih ve yöntemsel tarih anlayışları arasında gördüğü ayrımla aynı
düzlemde bulunur. Yapıcı bunları şu şekilde örneklendirir: “Fransa tarih dersinde
97
Galya toplumunun yerleşim özellikleriyle ilgili “Oppidum nedir?” sorusu tözel tarih
kapsamına alırken; “Bu sayfadaki gerçek tarihsel belgeler nelerdir?” sorusu
kaynak/kanıta yönelik olduğu için yöntemsel tarih başlığı altında sınıflandırıl[ır].”
(Yapıcı, 2006, s. 23).
Geleneksel tarih öğretiminde tözel tarih anlayışı merkezi bir konumdadır. He ne
kadar yöntemsel tarihe önem atfeden birkaç tarihçi ve düşünür bulunmuş olsa da,
bunun geleneksel tarih öğretimine yansımış olduğunu söylemek mümkün değildir.
Hatta tarih öğretiminin gerekliliği konusunda bile şüpheler olmuş, tarih öğretimi
uygulandığı durumlarda ise tözel tarihin sınırları içinde kalmıştır. Öyle ki Ata (2006),
Rousseau’dan bu yana öğrenci merkezli ve ilerlemeci eğitimciler tarihin çocuklar
için uygun bir ders olmadığının vurgulandığını; ancak tarihe ulus devletlerin
meşruiyet kaynağı olarak bir araç vazifesi yüklendikten sonra, tarih dersleri
ilköğretim aşamasına kadar indirildiğini belirtir. 20. yüzyılın ilk yarısında ise,
ABD’de John Dewey’in etkisiyle, çocukların yaşadıkları çevre ve sorunları
tanımaları gibi pratik kaygılarla sosyal bilgiler dersi içerisinde tarih öğretilmeye
başlanmıştır (s. 43-44).
Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki, Rousseau tarih öğretiminin çocuklar için 15
yaş öncesinde uygun olmadığını ifade ederken bile tarih öğretiminde yöntemsel
tarihin kapısını aralar. Çünkü Ata’ya göre (2003) Rousseau, bizim tözel tarih olarak
adlandırdığımız, tarih kavramlarını çocuklara ezberletmenin kolay olduğundan,
ancak bu kavramların çocuklarda açık seçik düşünceler oluşturmadığından
yakınmaktadır. Diğer taraftan, tarih öğretimine aracı olacak olan tarih kitaplarına dair
şüpheleri vardır. Kesin olgularmış gibi ele alınan şeylerin farkına varılmayan
sebepleri olabilir. Bu anlamda sebebini bile bilmediği olayların tarihini öğrenmenin
işe yaramayacağını ifade eder. Ancak bir şerh koyar: Tarihçiler kendi fantezi
tablolarını göstereceklerse; öğrencinin kendi tablosunu yapması daha iyidir.
Geleneksel tarih anlayışında tarih ve geçmiş aynı şeymiş gibi ele alınır. Fakat
Vella’nın da belirttiği gibi (2001), geçmiş ile tarih arasında önemli bir fark vardır.
Geçmiş, halihazırda olmuş her şeyi kapsarken; tarih geçmişi kaydeder, araştırır ve
98
inceler. Geçmiş, ne olduğunun gerçeğidir. Tarih ise entelektüel bir tartışma olarak
geçmişin yorumudur.
Carr’a göre (2002, s. 14) geçmişin olguları ancak tarihçi onlara başvurduğunda
konuşur; hangi olgulara, hangi düzeyde söz hakkı verileceğini belirleyen tarihçinin
kendisidir. Collingwood’a göre de (2001, s. 70), aslında tarihte daha fazla ya da daha
az önemli diye bir şey yoktur; “çok önemli” olaylar, bizim önemli vasfını
görebilmeye başladığımız olaylardır. Jenkins’in geçmişin çoktan geçmiş olduğu;
ancak onun tarihçiler tarafından, kitap, gazete ve makale gibi çeşitli yayınlarla geri
getirildiği görüşü de “geçmiş” ve “tarih” kavramları arasındaki farklılığa vurgu
yapar (Alpargu, Sahin, & Yazici, 2009, s. 200).
Dilek (2002), tarih ile geçmişin ayırtına varmada başvurulması gereken bir düşünce
biçimi olarak tarihsel düşünceyi (historical thinking) görür. Tarihsel düşünce, “tarihi
anlamak, geçmiş hakkında yorumlar yapmak ve geçmişle güncel arasında köprüler
kurmak açısından öğrencilerde geliştirilmesi gereken bir özelliktir” ve bu
düşüncelerin “gerek zihinde oluşması gerekse ifade yoluyla başkalarına aktarılması,
bireyin sözcük ve kavramlar ile oynadığı mantıksal sürecin ürünüdürler” (s. 68).
Bu durum, tarihsel düşüncenin gelişimini anlamak/açıklamak için bilişsel gelişim ve
dil gelişimi kuramlarını öne çıkarmıştır.
Önceki bölümlerde gördüğümüz üzere (bkz. 3.4.1) Piaget, bilişsel gelişimi evrelere
ayırmıştır. Cooper’ın ifadesiyle (1999) Piaget, çocukların tarihsel kaynaklardan
hareketle geçmiş hakkında çıkarımda bulunabilecekleri seviyelere de işaret edecek ve
bununla tutarlılık gösterecek şekilde, çocukların düşünce gelişimi içinde birbirini
izleyen üç temel basamak belirledi. Birinci aşamada, küçük çocuklar aynı anda
birden fazla bakış açısına sahip olamazlar. İkinci aşamada, öğrencinin düşüncesi
gözlemlenebilir gerçeklik tarafından (observable reality) kuşatılmıştır. Üçüncü
aşamada ise varsayımsal olasılıklar çeşitliliğini zihinlerinde tutabilecek
durumdadırlar (s. 101).
99
Bu üçüncü aşamada, çocuklar aynı anda meydana gelen olguları anlayabilir ve bu
zamansal aralıklar birlikte edinilebilirlerdi. Burdan hareketle Piaget, bu döneme
kadar çocukların yaşanmış zamanı (lived time), çağı (age) ve dışsal öznel zamanı
(internal subjective time) anlayabilecek yetiye ulaşamayacakları kanaatindedir
(Cooper, 1999, s. 101-102).
1970'li yıllarda batılı ülkelerde Piaget'in bilişsel gelişim aşamalarından da hareketle
tarihsel düşünce ve bilişsel gelişim üzerine yapılan araştırmalardan ilki olarak, R.N.
Hallam tarafından yaşları 11 ile 16 arasında değişen 100 ortaöğretim öğrencisine
uygulanan testte, tarihsel düşünmenin 16 yaşına kadar ulaşılamadığı sonucuna
varılmıştır (Ata, 2006, s. 44; Dilek, 2002, s. 69). Bu anlayışın kabul edilmesi demek,
konunun girişinde sözünü ettiğimiz, tarih disiplini ile tarih dersi arasında bir ayrım
yapmak anlamına gelir (Ata, 1998, s. 109). Yakın bir sürece kadar durum böyle de
olmuş, tarih öğretim programlarında tarih dersinin tarih disiplininden ayrı bir şekilde
ele alındığı gözlenmiştir.
Ancak, daha sonra yapılan araştırmalar Piaget’nin savında haklı olmadığını; uygun
koşullar yaratıldığında daha küçük yaştaki kişilerin de soyut düşünebilme ve tarihsel
düşünme becerilerine sahip olabildiklerini göstermiştir. Dilek’in 2003 yılında Talim
ve Terbiye Kurulu’nca yapılan “Sosyal Bilgiler Program Geliştirme Çalışmaları”nın
üçüncüsünde belirttiği gibi Piaget’nin teorisi iflas etmiştir
(http://ttkb.meb.gov.tr/programlar/prog_giris/prog_giris_7.html).Artık araştırmacılar,
Piaget temelli bu bilişsel gelişim kuramlarını kabul etmemektedir. “İngiltere, Kanada
ve Amerika'da çocukların kendilerine uygun sunulan tarihi öğrenebilecekleri ve
tarihçi gibi belgelerle çalışabilecekleri” anlayışı yaygınlaşmaya başlamıştır (Ata,
2006, s. 44).
Bruner’e göre uygun şekilde sunulduğu takdirde her türlü konunun her çocuğa
anlatılabilmesi mümkündür. Ancak sorun, bu temel bilgilerin çocukların ilgi ve
yeteneklerine göre nasıl düzenleneceğidir (Medley ve White’tan akt. Ata, 1998, s.
117). Tarih de, basit bir şekilde olaylardan ibaret olmayıp tarihçi tarafından
100
oluşturulduğuna göre, çocuğun da bunu yapmasında hiçbir engel yoktur (Yapıcı,
2006, s. 24)
Dilek’e göre (2002, s. 78) “tarih düşüncesinin gelişimi, dil ve kavram gelişimi,
çağrışımsal düşünme, tarihsel duyarlılık, tarih bilgisi, uygun ders materyallerinin
kullanılması ve öğretim teknikleri ile doğrudan bağlantı[lıdır]”.
Collingwood doğrudan tarih öğretimi üzerine görüşler belirtmiş olmasa da, tarih
yazımı felsefesi üzerine görüşleri, akademik disiplin olarak tarih ile okul dersi olarak
tarih arasındaki ayrımın kaldırılmasında ve tarihsel düş gücü/imgelem (historical
imagination) hakkında yol gösterici olur (Collingwood, 2005, s. 132):
Eğer tarihçilerin incelediği eylemler düşüncenin belirgin ve hissedilebilir bir biçimde etkin olduğu eylemler ise, bunun doğal sonucu, bunların kanıtının kendisine düşüncenin mevcudiyetini ifşa eden bir şey olması gerektiğidir. Bir diğer deyişle, bu kanıtlar dil ya da düşüncenin dışavurumları olmalarıdır; ya dilin kendisi, düşünen bir kimsenin düşüncesini kendisine ve başkalarına ifade ettiği bedensel jestler, ya da bir dilin “işaretler dizisi”, bu jestlerin algılanabilir dünyada bıraktığı izler, ya da bu izlerin güvenilebilir bir sureti, ki bunları okuyabilen bir kimse imgeleminde bu jestleri yeniden kurabilir ve böylelikle kendine ait bir deneyim olarak bunların ifade ettiği düşünceyi yeniden oluşturabilir.
Aysevener (2001), Collingwood’un tarihsel imgelem kuramını sanat kuramı olarak
geliştirdiğini, onu bir tarih kuramına dönüştürmek istemesinin nedeninin gerisinde
ise, tarihsel olayların geçmişte olmuş olaylar olarak, artık şu anda bir gerçekliklerinin
olmadığı düşüncesinin yattığı kanaatindedir (s. 44).
Breckman (2000) ise cinsler, cinsellik, bellek, toplum ve ulusal kimlik gibi olguların
kurgusal yapısı nedeniyle, imgelemin kültür ve tarih araştırmalarında en çok sözü
edilen konulardan biri olduğunu belirtir. Ona göre, “20. yüzyıl sonlarında
metodolojik ve epistemolojik olarak düşüncenin yaygın biçimde “bilgi” yerine
“anlam” üzerine konumlandırılmasında imgeleme dönüşün payı büyüktür” (s. 237)
Watts, tarihsel öğrenmede imgelemi, sezgi ve yaratıcılıkla birlikte çağrışımsal
düşüncenin öğeleri olarak ele alır. Entelektüel düşünce ise, ussal ve çağrışımsal
101
öğelerin sentezidir. İlerlemeci paradigmanın düşünceye ilişkin gelişim modelinde
hem gerçekçi hem de imgeleme dayalı düşünceye sahip olmak oldukça zorken;
Watt’ın modeli bunları birleştirmeye yöneliktir. Sentetik ve analitik düşünce
arasındaki ayrımın varlığını tanısa da, aralarındaki etkileşim mümkündür. (Dilek,
2002, 73-75).
İmgelem bu şekilde ele alınınca, tarihsel düşünme hem sanatsal hem de bilimsel bir
nitelik kazanır. Bu bağlamda tarihsel empati de tarihsel imgelemin bir parçası olarak
gündeme gelir. Demircioğlu ve Tokdemir’e göre (2008, s. 78-79), tarihsel empati
öğrencilere geçmişte yaşamış insanların olaylara ve dünyaya nasıl baktıklarını, ne
hissetliklerini anlama ve görme şansı verebilir. Diğer taraftan, sosyal bilimlerin
ortaya koyduğu verilerde mutlak bir doğruluğun olmadığı, olayların neden ve
sonuçlarıyla ilgili açıklamaların toplumdan topluma ve kültürden kültüre
değişebildiğini göstererek öğrenciler tarafından sosyal bilimlerin yapısının
anlaşılmasını sağlar.
Collingwood (2005) tarihsel bilgimizin de toplumsal ve kültürel değer
yargılarımızdan arınmış olmadığını, olamayacağını belirtir (s. 308). Bu durumda
“[e]ğer bir kuşak değer ölçülerinin babalarınınkinden farklı olduğunu görüyorsa,
tarihi yeniden yazması gerekecektir” (s 310).
Tarihsel düşüncenin gelişmesinde dil ve kavram gelişimi de önem taşır.
Vygotsky’nin sosyo-kültürel perspektifinde, öğrenme ve gelişmede kendi kendilerini
sürekli değiştiren, sosyal ve kültürel olarak şekillendirilmiş kavramlar merkezi
konumdadır. Kavram bu şekilde tanımlanınca, gelişimin içsel ve dışsal görüşleri
arasındaki dinamik etkileşimi yeteri kadar temsil edebilecek evrensel bir şema da
olamaz (Palincsar, 1998, s. 354).
Vygotsky, kavramların deneme yanılma yoluyla öğrenildiğini gösterir. Yeni bir
kavramı duymasıyla birlikte birey, fırsat bulduğu anda bu yeni kavramı kullanmayı
dener. Kavram gelişimi, önem taşıyan yeni kavramların öğretmen tarafından dikkatli
bir şekilde kullanımı ile desteklenebilir. Bu durumda entelektüel yetişme de
102
desteklenmiş olur (Cooper & Dilek, 2004). Zira tarihsel imgelemin geliştirilmesinin
dayanaklarından biri, “[ç]ağrışımsal düşüncede çocuğun sahip olduğu potansiyel
zenginlik[tir]” (Dilek, 2002, s. 76).
Öyküler, çocukların çağrışımsal düşüncenin zenginliklerini ortaya koyabilecek
aracılar olabilirler. Dilek ve Yapıcı’ya (2005a; 2005b) göre kurgulama, tarihsel
malzemeden hareketle imgelerin canlandırılması faaliyetidir. Tarihçi/yazar düş
gücünü kullanarak tarihsel malzemeyle etkileşime girer ve bu etkileşimi yönlendirir.
Bu etkileşim sonucu ortaya çıkan kurgular yazılı/sözlü olarak okuyucuya/dinleyiciye
aktarılır. Ancak imgelerin canlandırılması burada bitmez; okuyucu/dinleyici kendi
deneyimleriyle bu kurguyu başka etkileşimlere sokar. Bu kurgulama süreciyle
tarihsel öykü de geçmişin yeniden yapılandırılmasını olanaklı kılar.
Bunun farkında olan bir tarih öğretmeni, örneğin Erpulat gibi (2003, s. 134),
ortaöğretim birinci sınıf Türk-İslam tarihi dersinde öğrencileriyle birlikte Amin
Maalouf’un “Semerkant” kitabından bölümler okuyarak Selçuklu döneminin, Hassan
Sabbah olayının öğrencilerin zihinlerde yapılandırılmasını ve bunun günümüz
dünyasıyla bağlantısının kurulmasını sağlayabilir.
Şimşek’e göreyse (2006, s. 75) uygun örnekler seçildiği takdirde, “[g]eçmişteki
günlük yaşantıların tasvirini yaparak tarihsel figürleri daha canlı kılan tarihsel roman,
değer aktarımı ve ulusal bir tarih bilincinin yaratımında okul dışı tarih öğretimi için
etkili bir eğitim/öğretim aracı olabilir”.
Tarih öğretiminin amacı, öğrencilerin tarih disiplinin temel beceri ve düşünme
formlarını kazanabilmesi olunca; tarihçilerin çalışma şekillerini ve tarihsel bilgileri
nasıl inşa ettiklerini anlamak için süreklilik ile değişim, kronoloji ile öyküleme,
nedensellik ve karşılaştırma ile bulgu gibi bazı temel kavramlar üzerinde durulabilir
(Alabas & Dilek, 2009, s. 1606). Bunun yanı sıra, tarihsel kanıt, açıklama ve yorum
da tarihi bir bilgi formu ya da disiplin olarak anlamamızı sağlayan kavramlar olarak
karşımıza çıkar (Lee, 2000, s. 199)
103
Tarih öğretimine ilişkin tüm bu kavram ve becerilerin öğrenci tarafından
kazanılmasında, başka bir deyişle, öğrencilerin birer küçük tarihçi gibi çalışmalar
yapmasında aile tarihi, yerel tarih ve sözlü tarih önem kazanır. Bu tarihlerin önem
kazanması, postmodern tarih anlayışının büyük anlatılara yerine küçük ölçekli mikro
tarihlere ve geçmişin çeşitli öykülerine verdiği önemle uygunluk gösterdiği gibi;
öğrencinin ilgi ve ihtiyaçlarını merkeze alan yapılandırmacı yaklaşım açısından da
anlamlıdır. Bunun için 1995 yılında “Gençlik ve Tarih Projesi” doğrultusunda
Avrupa çapında 32 bin öğrenci ile ilgi duydukları tarih türleri hakkında yapılan
anketin bulgularına bakmak faydalı olabilir.
Tablo 2
Öğrencilerin İlgi Duydukları Tarih Türleri Sıralaması
Tarih Konuları
Avrupalı öğrencilerin ilgi duyduğu tarih türleri
sıralaması
Türk öğrencilerin ilgi duyduğu tarih türleri
sıralaması Ailenizin öyküsü 1 1
Kâşifler ve büyük keşifler 2 2
İnsanların çevrelerine etkileri 3 3
Özel konuların (otomobil,
müzik, spor vb.) tarihi
4 5
Savaşlar ve diktatörler 5 6
Uzak yabancı kültürler 6 9
Krallar, kraliçeler,
padişahların ve diğer ünlüler
7 10
Tarım, endüstri ve ticaretin
gelişimi
8 7
Ulusların oluşumu 9 8
Sıradan insanların günlük
yaşamı
10 11
Demokrasinin gelişimi 11 4
(Tekeli, 1998, s. 93-94)
104
Tabloda öğrencilerin ilgilerinin siyasi tarihten çok, kendi sosyal ortamını oluşturan
şeylerden yana olması açıkça göze çarpmaktadır.
Okullarda yapılacak bir aile tarihi çalışmasında, ilgisini çektiği için öğrencilerin
katılımı çok olacak; öğrenciler tarihe ilişkin süreklilik, değişim, kronoloji gibi
kavramları aktif bir şekilde kullanarak zihninde yapılandıracaktır. Silier’in “Avrupalı
ve Türkiyeli Tarih Eğitimcileri Buluşması”ndaki açılış konuşmasında kendi aile
tarihinden beş kuşağın tarihini özetledikten sonra yaptığı yorum, söylemek
istediklerimizi özetleyecektir (Silier, 2003, s. 6):
Yukarıdaki aile tarihi özeti, tarih yazıcılığının ve özellikle tarih eğitiminin işlevinin bir imparatorluk bakımından, ulus devletin yaratılması sancıları altında, ulus devletin yerleşmesi ve kendine güven kazanması döneminde ve nihayet küreselleşen dünyada ulus devletin yavaş yavaş önemini kaybetmesi koşullarında nasıl değiştiğini bütün iniş çıkışlarıyla kavramak için… bir kesiti özetliyor.
Öğrencilerin Silier’inkine benzer bir aile tarihi çalışması, yukarıdaki tabloda
öğrencilerin ilgi duydukları tarih türleri arasında geri sıralarda yer alan “ulusların
oluşumu” gibi bir konunun da, başka bir yolla öğrenciler tarafından
anlamlandırılmasını sağlayacaktır.
Collingwood’un (2005, s 310) “[e]ğer bir kuşak değer ölçülerinin babalarınınkinden
farklı olduğunu görüyorsa, tarihi yeniden yazması gerekecektir” görüşünü başka bir
bağlamda ele alırsak; babalarının yetiştiği koşulları araştıracak çocuklar, babasıyla
farklı değer yargılarına sahip olduğunu görebilecek ve bu farklılığın nedenlerini
öğrenirken tarihsel düşünme süreçlerini kullanacaktır.
Tarih bilinci geçmişin yorumlanması, bugünün kavranması ve gelecek beklentileri
arasında bağ kurma olarak tanımlanınca; aileyle birlikte, kimliğin önemli parçaları
olarak içinde doğup büyünülen ve yaşanılan sokağı, mahalleyi, köyü, semti, kasabayı
ya da kenti içine alan yerel tarih araştırmaları da önem kazanır (Silier, 2003, s. 11).
Yerel tarih çalışması öğrenciler açısından yaparak ve yaşayarak tarih öğrenmenin
elverişli alanlarından biridir. Öğrencinin tarihsel düşünme sürecini harekete geçirdiği
105
gibi; öğrencinin sınıf dışında birçok kişiyle temasa geçerek yaptığı araştırma süreci,
sınıfta kazanılması mümkün olmayan birçok beceri ve yetenekleri kazanmasına
olanak tanır; onun içinde bulunduğu topluma karşı aidiyet duygusunu geliştirir.
(Demircioğlu, 2007, s. 71-73).
Aslan (2000) yerel tarihin “[b]elli bir yerin veya belli bir yerde yaşamış olan
toplumların kökenini, toplumsal, ekonomik ve politik gelişmelerini, gelişim
özelliklerini, yaşam biçimlerini, bu yaşam biçimlerini belirleyen dokuları konu
edinen bir çeşitlilik göster[diğini]” belirtir (s. 195). Bu açıdan tematik öğrenmeye
çok elverişli bir alandır. Yerel tarih çalışmalarında öğrenci, araştırılan şeye bağlı
olarak coğrafya, ekonomi, edebiyat ya da sosyoloji belki de daha dar bir alan olarak
zooloji ya da klimatoloji alanlarında da ana temaya bağlı olarak bilgiler edinebilecek,
karşılaştırmalı metodu kullanarak disiplinler arası çalışabilecektir. Ya da Black’in
(2003) Portekiz örneğinde olduğu gibi, “büyükannelerimiz nasıl yemek yapardı, ne
çeşit yiyecekler kullanırdı” gibi bir proje sürecinde, öğrenciler önceden baharat
fiyatlarının ne kadar çok yüksek olduğunu keşfedebilecek; Portekiz’in niçin baharat
almaya gidip bunu Avrupa’ya sattığını anlayabilecektir (32-33).
Diğer taraftan, sözlü kaynaklar hem tarihçilerin hem de birer küçük tarihçi gibi
yetişen öğrencilerin bir araştırma yöntemi şeklinde karşımıza çıkar. Tosh (2005, s.
190) sözlü kaynakları “sözlü tarih” ve “sözlü gelenek” olmak üzere ikiye ayırır.
Sözlü tarih, özellikle yakın dönemin sosyal tarihine ilişkin veri toplama sürecinde,
tarihçinin doğrudan ilgili kişilerle görüşmelerden elde ettiği anılardan oluşur. Sözlü
gelenek ise, ileri düzeyde sanayileşmemiş ve okur-yazarlık sürecinin
tamamlanmamış olduğu ülkelerde (özellikle Afrika’nın bazı bölgeleri gibi),
geçmişten günümüze “kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılmış anlatı ve
tasvirler[dir]”.
Sözlü tarihin kullanımı tarihçilere birçok yeni imkan ve yeni bir bakış açısı sunarken;
öğrencileri ders kitaplarına bağlı olmaktan kurtarır, onlara tarihe bambaşka açılardan
bakma ve belki de kimsenin fark etmediği bir konuyu keşfetme imkanı sunar
(Somersan, 2007, s. 379). Ya da bu satırların yazarının başına geldiği gibi, o güne
106
kadar pek sözü edilmemiş, merak uyandıran bir konunun araştırılmasını sağlayabilir;
Atatürk’le karşılaşma imkanı yakalamış Ortodoks Rum kökenli bir aileye mensup
Yeniköylü yaşlı bir hanımdan, Atatürk’ün gözlerinden birinin kör olduğu duyulabilir.
Burada bir sorun ortaya çıkar: Sözü edilen anının ya da – yukarıdaki örnek
Collingwood’un (bkz. 2005, s. 88) sözünü ettiği şekilde “tarihsel yargı-ifade” sınıfına
girdiği için, ona dayanarak – kanıtın sorgulanması. Bu sorgulama sürecinde gözü kör
birinin asker olma ihtimali sorgulanır ve bir yerde şöyle bir bilgiyle karşılaşılarak
bilgiler yeniden yapılandırılabilir: “Sol gözü hafif ıraksak ‘şehla’ idi. Şaşı değildi.
Şaşılık As. [Askeri] Okullardan çıkarılmayı gerektirirdi. Libya’da uzun süren bir göz
hastalığı geçirdi.” (Erikan, 1972, s. 16)
Yapıcı’ya göre (2006) yapılandırmacı tarih öğretimi anlayışında en önemli faktör
kanıtı sorgulama becerisidir. Kanıtın kaynağı olarak birincil ya da ikincil kaynaklara
ulaşacak olan öğrenciler, kanıt hakkında sorular soracak, önceki bilgi ve
deneyimlerinden hareketle tarihi farklı şekillerde yeniden üreteceklerdir (s. 33).
Birinci ve ikinci elden kaynaklar öğrencilere çoklu bakış açısı ve eleştirel düşünme
becerileri kazandıracak; öğrencilerin, hipotez kurma, o hipotezleri test etme ve
sonuca gitmelerinde yardımcı olacaktır (Demircioğlu ve Tokdemir, s. 79).
Bunun yanı sıra Şimşek’in de belirttiği gibi (2006, s. 66)., soyut olan ve sözel
anlatıma dayanan bir ders olarak tarih, gerekli öğretim materyalleri ile yeterince
görselleştirilmeli, çocuğun aldığı bilgileri zihninde canlandırarak bugün ile
ilişkilendirmesi sağlanmalıdır. Fotoğraflar, karikatürler ya da döneme ait gazete,
dergi gibi yayınlardan elde edilen orijinal kaynakların kullanımı, öğrencinin birincil
kaynaklarla karşılaşarak, tarihsel düşünme sürecine aktif olarak katılımını sağlar.
107
5. BÖLÜM
YAPILANDIRMACI YAKLAŞIMA YÖNELİK ELEŞTİRİLER,
TARİH VE TARİH ÖĞRETİMİ
Her yeni yaklaşım gibi, yapılandırmacılık da eleştirilerden muaf olmamıştır. Onun
“yeni” bir yaklaşım olarak “eski” olanın yerine geçme süreci, farklı önermelere
sahip olmasının doğası gereği radikal bir karakter içerir. Ona yöneltilen eleştiriler de,
sürecin bir parçası olarak, bu sürecin radikal karakteri kadar sert olmuştur.
Burbules’in (2000, s. 308) de üzerinde durduğu üzere, yapılandırmacılık güncel bir
savaş meydanı haline gelmiştir. Bilimin nesnelliği, görelilik tehlikesi, postmodern
düşüncenin yayılması, bilim felsefesinde pozitivizmden postpozitivizme geçiş ve ırk,
cins gibi kimlik politikalarının hiçleştirilmesi gibi konular savaş meydanının farklı
cephelerinde çarpışma konusu olmuştur.
Yapılandırmacı yaklaşımın neliğinin farklı yorumları da, ona yöneltilen eleştirilerin
farklı boyutlarda olmasına neden olmuştur. Matthews’in (1999), aşağıda verdiğimiz,
farklı yapılandırmacılık tanımları bu boyutların çeşitliliğini gösterir niteliktedir:
• Öğrenme teorisi olarak yapılandırmacılık
• Öğretme teorisi olarak yapılandırmacılık
• Eğitim teorisi olarak yapılandırmacılık
• Bilişsel teori olarak yapılandırmacılık
• Bireysel bilgi teorisi olarak yapılandırmacılık
• Bilimsel bilgi teorisi olarak yapılandırmacılık
• Ahlak, politika teorisi ya da dünya görüşü olarak yapılandırmacılık
Yaklaşıma yönelik eleştiriler bunlardan birisi ele alınarak yapılabildiği gibi,
bunlardan birkaçı ya da bütünü ele alınarak da yapılabilmiştir. Bu eleştiriler, Airasian
ve Walsh’ın (1997, s. 447) öğrencilerin kendi bilgilerini inşa ettiğini vurgulayan
epistemoloji ile öğrenme çıktılarını yüksek düzeylere çıkarmayı hedefleyen eğitim
108
yaklaşımı arasındaki farklılığa dikkat çekişinde olduğu gibi, yapılandırmacılığa bazı
bakımlardan yöneltilebilmiştir.
Phillips’in (1995) belirttiği gibi yapılandırmacılık psikolojik, epistemolojik,
sosyolojik ve tarihsel açılardan ele alınabilir. Çünkü yapılandırmacılığın birçok
versiyonu bulunmaktadır. Versiyonlar birçok noktada örtüşse de, aralarında büyük
farklılıklar da vardır. Bu durumda ağaçlardan ormanı görmek, yapılandırmacılığı
sağlıklı bir şekilde kategorize etmek zorlaşmaktadır (s. 6-7).
Bu nedenle öncelikle yapılandırmacı yaklaşımda yaklaşım içi eleştirilere göz
atılabilir.
5.1 Yaklaşım İçi Eleştiriler
Airasian ve Walsh, her ne kadar bir teorinin, bir yeniliğin değerlendirilmesinin veya
yargılanmasının teori ya da yeniliğin dışından gelmesi gerektiğini vurgulasa da
(1997, s. 445), yapılandırmacılığın geniş bir yelpazede tanımlanması ve bu
yelpazenin iki ucunun bazen derin uçurumlar içermesi, yaklaşıma içerden yönelten
eleştirileri görmeyi gerektirir.
Hein’e göre yapılandırmacılığın farklı versiyonlarının ortak olarak paylaştıkları en
temel sav, bilginin ve anlamın tümüyle insan tarafından yapılandırıldığıdır (Aydın,
2007, s. 2).
Diğer taraftan yapılandırmacılığın iki temel prensibi vardır: Bilgi, çevreden pasif
olarak alınmaz, öğrenen tarafından aktif olarak yapılandırılır ve öğrenme,
öğrenenlerin deneyimleri üzerine temellenen bir adaptasyon sürecidir (Hoover, 1996;
Dougiamas, 1998). Kilpatrick’e göre, bunlardan birincisi davranışçı geleneğin
dışında kalan birçok bilişselci tarafından kabul görür. İkinci ilke ise, birçok insan
için bir set oluşturur. Radikal yapılandırmacılık bu iki ilke üzerinde temellenirken,
bunlardan sadece birincisini temel alan yapılandırmacı yaklaşım Glasersfeld
tarafından sıradan (trivial) olarak nitelendirilir (Jaworski, 1993).
109
Guzdial’a göre (1997), Piaget’nin vurgusu eylem içerisinde öğrenme üzerinedir ve
yapılandırmacı biliş teorisi öğrenmede kesinlikle bir öğreticinin varlığını destekler.
Ona göre, her bir öğrencinin, öğrenilen her şey için kendi biricik anlamlarını
oluşturduğunu söyleyen eğitim felsefesi, Piaget’nin söyledikleriyle örtüşmemektedir.
Piaget, bazı kavramlar için iki kişinin aynı anlamı oluşturamayacağı gibi bir olasılığı
kurallaştırmamıştır. O, öğrenenlerin nasıl daha iyi öğrendikleri üzerine eğitim
çalışmalarıyla genellemeler peşinde koşadursun; radikal yapılandırmacılar açısından,
hiç kimseye hiçbir şey öğretilemeyeceğinden, eğitim programı gibi kavramlar
anlamsızlaşır.
Yapılandırmacılıkta öğrenmeye ilişkin bilişçi kavramlar yaygın olarak
kullanılmasına rağmen, iş öğretim uygulamalarına gelince bilişçi yaklaşım
davranışçılıkla aynı kefeye koyup eleştirilmektedir (Şimşek, 2004, s. 133).
Bilişsel gelişim teorisi, sosyal yapılandırmacılar tarafından, öğrencilerin önceki
öğrenmeleri kadar, sınıfta anlam oluşturmanın çeşitliliğine etki eden okullaşmanın
politik ve kültürel doğası ile öğretmen ve öğrencilerin ırk, sınıf, cins gibi arka
planlarını göz ardı etmekle eleştirilir. Bu eleştiriye göre bilişselciler, bilginin izole
edilmiş evrensel formları üzerine yoğunlaşarak, anlamlandırmayı (meaning making)
sosyo-kültürel bağlamdan koparır (Airasian and Walsh, 1997, s. 445).
Piaget’nin bireysel yönelimine karşı koyup bilginin toplumsal olarak
yapılandırıldığını vurgulayan sosyal yapılandırmacılık ise, potansiyel anlamlar
çokluğunun doğası gereği bir kaos ortamı yaratabileceği endişesiyle eleştirilir
(Airasian and Walsh, 1997, s. 445).
Bereiter’e (1994, s. 21) göre, “öğrencilerin kendi bilgilerini yapılandırdıkları”
iddiası bilişsel ya da halk psikolojisiyle (folk psychology) birlikte gelir.
Yapılandırmacılar öğrenenlerin zihinsel aktivitelerine vurgu yapar. Sosyo-kültürel
etkiye değer verenler ise öğrenenlerin çevrelerindeki kültürel pratiklere dikkat çeker.
Örneğin Vygotsky bütün yüksek zihinsel etkinliklerin temelinin sosyal düzlemde
110
bulunduğunun altını çizer. Piagetciler ve yeni Piagetcilerin çalışmalarında ise,
çocukların, onları çevreleyen kültürden elde etmeden önce, fiziksel dünyanın sağlam
bilgisine ulaştıkları yolunda güçlü kanıtları vardır. Bu iki perspektifi birlikte ele
almanın pratik zorlukları dışında, biribirinin zıttı bir önerme bulunmamaktadır.
Bu durumda Bereiter (1994), Cobb’un önerdiği gibi, birinin diğerinden daha sağlam
argümanları olduğu gibi temel bir iddia olmaksızın, çeşitli perspektiflerin ilişkili bir
biçimde ele alınabileceğini belirtir. Problem çözmede bize avantaj sağlayacak şekilde
bunlardan birini seçebilir, karıştırabilir ya da karşılaştırabiliriz (s. 21). Cobb’un
belirttiği gibi “zihin nerededir” sorusunun iki muhtemel cevabı vardır: bilişselcilere
göre kafamızda, sosyo-kültürelcilere göre bireyin sosyal etkinliğinde. Buraya kadar
bir sorun yoktur. Ancak, soru üçüncü bir cevabı gerektirecek şekilde, “2’nin
karekökü nerededir?” şeklinde sorulursa durum değişir. Bilişselciler yine, zihin
kafamızda; sosyo-kültürelciler yine, zihin bireyin sosyal etkinliğindedir
diyeceklerdir. Verilecek üçüncü cevapta ise, “2’nin karekökü” maddi olmayan bir
nesne olarak vardır ve o, buna bağlı olarak konumlanmış herhangi bir yere sahip
değildir (s. 22).
Bereiter (1994, s. 23), bu alamda, öğrencilerin de kendi zihinsel durumları ve sosyal
rollerine değil, dünyayla ilişkilerine ve nesnelerin kendilerine odaklandıklarını
belirtir. Ona göre, bilişsel ve sosyokültürel yapılandırmacılıkların elbette bir değeri
vardır; ancak ikisi de iş yapacak bir araç sağlamazlar.
Hardy (1997) ise, radikal yapılandırmacılığın bilginin yapılandırılmasında sosyo-
kültürel bağlamı dikkate alması gerektiği uyarısında bulunur. Eğer radikal
yapılandırmacılık öğretmenlerin eğitim anlayışlarına taşınmak isteniyorsa, öğretim
pratiklerinin değişmesi için manevi değerler taşıması gerekmektedir.
Piaget’nin bilişsel gelişim evreleri de eleştiri konusu olmuştur. Örneğin o, çocuklarda
bilişsel gelişim evrelerini somut öncesi, somut ve soyut işlemler olarak
sınıflandırırken, tarih öğretiminin soyut işlemler dönemine denk düşen yaş aralığında
verilmesini öngörmekteydi. Onun bu teorisinden hareketle Hallam tarafından yapılan
111
çalışmalarda, 16 yaşından önce çocuklara tarih öğretilemeyeceği kanısına ulşaılmıştı
(bkz. Bölüm 4.2.2). Dilek’e göre (2002), aslında Piaget’nin bireyin bilgiyi yaparak
yaşayarak yapılandırdığı görüşünden farklı düşünmeyen, araştırmacıların bazıları
bilişsel evrelerin herhangi bir yaş sınırı olmaksızın bireylerde ortaya çıkabileceğini
düşünmekteydiler. Çünkü onlara göre, “tarihsel kanıtın doğası ve soruların
karmaşıklığı bireylerin kanıt karşısında ulaştıkları sonuçları ve sorulara verdikleri
karşılıkları etkilemektedir” (s. 69).
Piaget’nin yanı sıra Vygotsky’den de büyük ölçüde etkilenmiş olan ve 1960’lardan
sonra görüşleri önem kazanan Bruner, uygun koşullar sağlandığında her yaştaki
çocuğa her şeyin öğretilebileceğini belirtiyordu. Yapılan başka araştırmalar da,
Piaget’nin somut işlemler evresinde gördüğü çocuklarda da tarihsel düşüncenin
gelişebileceği, daha küçük yaştaki çocuklara da tarih öğretilebileceğini gösterdi (Ata,
1998, s. 117).
5.2 Postmodernist Karakteri Üzerinden Yöneltilen Eleştiriler
5.2.1 Yapılandırmacılığın Postmodernliği Üzerine Düşünceler
Yapılandırmacılık bir dünya görüşü ya da felsefe olarak olarak ele alınınca,
yaklaşımın diğer boyutları bu bağlamın dışında ele alınamaz ve eleştirilerin,
yaklaşımın neredeyse bütün boyutlarını hedef alması muhtemeldir.
Diğer bölümlerde dikkat çektiğimiz üzere, yorumların tarafına bağlı olarak, mevcut
paradigmanın çökmekte olduğu, bir paradigma değişimi sürecinde olduğumuz ya da
yeni bir anlayışın mevcut algılayış biçimimizi değiştirme gayreti içerisinde olduğu
düşüncesi hayli yaygındır. Bu yeni paradigma/anlayış bütün boyutlarıyla birlikte
postmodernizm olarak adlandırılmakta ve yapılandırmacılık da birçok kişi tarafından
postmodernizmle birlikte anılmaktadır (bkz. Phillips, 1995, 2000; Wilson, 1997b;
Matthews, 1999; Crebbin, 2000; Saugstad, 2001; Meyerhoff, 2005; Boghossian,
2006; İnal, 2006; Aydın, 2006a, 2006b, 2006c, 2007; Erzan, 2005).
112
Temel ilkelerdeki farklılıklar, yapılandırmacılığı bütün versiyonlarıyla birlikte aynı
terazide tartma çabamıza engel olur. Wilson, bütün yapılandırmacı yaklaşımların
postmodern yönelimli olduğunun söylenemeyeceğini belirtir. Örneğin psikolojide
yapılandırmacılığı dile getiren kişiler olarak Piaget ve Vygotsky temel olarak modern
yönelimlidirler. Açıkça, geleneksel, modern bilim, metot ve teknoloji anlayışına
bağlı kalınarak bilişsel yapılandırmacı görüşe sahip olmak mümkündür. Ancak, bu
biliş hakkındaki birçok yapılandırmacı inanıcın köklerinin, modern toplumun
rasyonalist, nesnelci ve teknokratik eğilimlerinden farklılaşan postmodern felsefeye
uzandığı gerçeğini değiştirmez (Wilson, 1997b, s. 303). Bilişsel yapılandırmacılık ile
postmodern felsefedeki temelleri arasındaki ilişki aşağıdaki tabloda görülebilir.
Tablo 3
Bilişsel Yapılandırmacılık Ve Postmodern Felsefedeki Temelleri
Felsefi Temelleri Bilişsel Teori
Postmodernizm Yapılandırmacılık (Yerleşik-biliş çeşidi)
Postmodern felsefe anlamın bağlamsal
yapılandırılması ve çoklu perspektiflerin
*Zihin gerçektir. Zihinsel
organizasyonlar çalışmaya bağlıdır.
geçerliliğine vurgu yapar. Şu anahtar *Bilgi dinamiktir
düşünceleri içerir: *Anlam yapılandırılır
*Bilgi insanlar tarafından yapılandırılır
*Gerçeklik çok yönlüdür
*Öğrenme etkinliğin doğal bir
sonucudur
*Doğru, günlük yaşam ve sosyal ilişkiler *Yansıma ve soyutlama nitelikli
düzleminde anlam bulur
*Hayat bir metindir. Düşünme eylemleri
performans açısından kritiktir
*Öğretim, anlam yapılandırmayı
yorumlamaktır
*Olgular ve değerler ayrılamazlar
yönlendirir.
*Düşünme ve algılama ayrılamazlar
*Bilim ve diğer insan aktiviteleri değer *Problem çözme merkezi önemdedir.
yüklüdür *Algılama ve anlamada da merkezdedir.
Wilson (1997b, s. 304)
113
Henriques’ten uyarlanan “Yapılandırmacılığın Farklı Yüzleri” tablosunda (bkz.
Tablo 1, Bölüm 3.3) epistemolojik yönüyle bilişsel yapılandırmacılık modern; sosyal
ve radikal yapılandırmacılıklar ise postmodern olarak tanımlanmıştır.
Fosnot ve Perry (2007, s. 38) olumlayıcı bir tavırla yapılandırmacılığı, “öğrenmeyi,
etkin öğrencilerin çevreleriyle-fiziksel ve soysal dünyayla etkileşimi sonucu ortaya
çıkan yorumlayıcı, özyineleyici ve doğrusal olmayan bir inşa süreci” olarak ele alan
postyapısalcı bir teori olarak görür. Dolayısıyla onların yapılandırmacılığı
postmodern bir teori olarak algıladıklarını söyleyebiliriz.
Phillips’e (2000) göre yapılandırmacılık bugünlerde moda olmuş, Batı akademi
dünyasında birçok eğitim araştırmacıları, program geliştirmeciler, öğretmen
yetiştiriciler ve öğretmenlerin kendileri, okul yöneticileri, sosyologlar, felsefeciler ve
kendilerini postmodernist olarak tanımlayan felsefe karşıtları tarafından aldanılmış
sihirli bir kelimedir (s. 1-2).
Devitt (1997) ise, realizmi yadısyarak yapılandırmacı bilgi felsefesini onaylayan ve
ona katkıda bulunan Putnam’ın “bilimcilik en tehlikeli çağdaş entelektüel eğilimdir”
sözünü tersine çevirir. Ona göre en tehlikeli çağdaş entelektüel eğilim Putnam’ın
kucakladığı yapılandırmacılıktır (s. viii-ix).
Matthews de yapılandırmacılığa ilişkin kanaatini ifade ederken Devitt ile aynı fikirde
olduğunu belirtir (Matthews, 1999).
Aydın’a (2006c) göreyse, yapılandırmacı yaklaşım, süreçsel ya da öznelci yaklaşım
olarak da adlandırılan, modernizmin temel kabullerine eleştiriler yönelten, bilgide
öznelliği, yerelliği, bilginin inşa sürecini ön plana çıkartan postmodernist bir
yaklaşımdır. Başka bir yerde ifade ettiği üzere, yapılandırmacılığın “birey merkezli
anlayışı, liberal ekonomik modelin, yerellik ve çoğulluk vurgusu ise, küreselleşen
çok uluslu sermayenin üst yapısını imleyen postmodernizmin bir ürünüdür” (Aydın,
2006a, s. 41)
114
Anlaşılacağı üzere yapılandırmacı yaklaşıma en yoğun eleştiriler, onun postmodern
karakteri üzerinden ve postmodernistlerce “ötelendiği” iddia edilen – farklı
düzlemlerden hareket etseler de – modernistler tarafından yapılmaktadır. Bu
eleştirilerde dünya görüşü, değerler kuramı, bilgi kuramı, karar ölçütü ve psikolojik
odak gibi konular merkezi konumdadır.
Diğer taftan paradigmatik değişim sürecinin dünyayı algılayış biçimimize yeni
boyutlar getirici karakteri, tarih disiplinini bu süreçten ayrı olarak ele almamızı
engeller. Eğer tarihin zaman içinde kendi tutumuzu yansıttığını düşünüyor ve tarihin
ne olduğu sorusunu içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna
vereceğemiz karşılığın bir parçası olarak görüyorsak (Carr, 2002, s. 10), tarih
anlayışı yaşanan bu süreçten kopartılamaz. Tarih anlayışı ve yapılandırmacı
yaklaşımla şekillenen tarih öğretimi de bu çemberin içinde anlam kazanır. Kısacası,
postmodernizme yöneltilen eleştiriler, büyük ölçüde onun tarih anlayışına,
yapılandırmacılığa ve dolayısıyla onlardan beslenen yapılandırmacı tarih öğretimine
de yöneliktir.
Yapılandırmacılığı ister bir felsefe, ister bir eğitim felsefesi ya da öğrenme teorisi
olarak ele alınsın; teorik, deneysel ve pratik boyutlar içermektedir. Bu boyutlar
biribirinden ayrı olarak ele alınamaz. Örneğin, teorinin deysel alanda test edilmesi
veya teorik alandaki eleştirilerin pratik alandaki eleştirileri beraberinde getirmesi
beklenilir bir şeydir. Bu durumda, bu boyutlar gözden kaçırılmadan, bazı temel
kavramlar ve yapılandırmacılığın temel sloganları üzerinden yapılandırmacılığa
yönelik eleştiriler ve bu eleştirilerin tarih disiplini ve tarih öğretimine yansımaları
incelenebilir.
5.2.2 Felsefe ve Bilim Temelli Eleştiriler: Bilgi, Gerçeklik, Doğruluk, Nesnellik
Postmodernistlere göre, nesnel gerçeklik algıladığımızdan farklı olarak, bizim
dışımızda duran bir varlığa sahip değildir. Biz gerçekliği, ilgi, gereksinim, önyargı ve
kültürel geleneklerimiz doğrultusunda biçimlendiririz (Aydın, 2008, s. 20). Bunun
aksine pozitivist paradigmada gerçek nesneldir. Kişinin dışında var olan bu nesnel
gerçeklik, keşfedilir ve ortaya çıkarılır (Yıldırım ve Şimşek, 2008, s. 24).
115
Yapılandırmacı anlayışta ise, her bir zihin bilişsel süreçler yoluyla kendi deneyimler
dünyasını oluşturur. Bu haliyle yapılandırmacılık dünyanın doğrudan bilinemeyeceği
ancak akıl yolu ile ona anlamlar yüklenebileceği iddiası ile mantıksal pozitivizmin
bilimsel ortodoksisinden ayrılır ( Young & Collin, 2004, s. 375). Öğrenme
anlayışında, öğrenenlerin var olan nesnel bilgiyi depoladıkları realist ve/veya
rasyonel bilgi görüşünü inkar ederek pozitivizmin karşısında konumlanıp (Crebbin,
2000) postmodernist düşünceyle yan yana düşer.
Aydın (2006b), postmodernistlerin ve yapılandırmacıların üzerinde durdukları
kültürel etkilerin, dilsel yapıların, inanç beklentilerimizin, sahip olduğumuz kavram
ve düşüncelerin dünyayı algılamamızdaki rolünün inkar edilemeyeceğini belirtir. Bu
anlamda gerçeklik imgemizi sürekli olarak eleştiri süzgecinden geçirmemiz,
gerçekliği anlamak için kullandığımız araç ve kavramlarımızı geliştirmemiz gerekir.
Ancak, insanlığın düşünsel ilerlemesi tam da bu eleştiri sürecinde gerçekleşir. Bu
süreçte önyargı ve kavramlarımızı nesnel gerçekliğin “uygunluk, tutarlılık,
yararlılık” gibi ölçütlerle karşılaştırırız. Öyle ki, insanlığın dinsel düşünüşten bilimsel
düşünüşe uzanmasını sağlayan şey bu süreç olmuştur (s. 31-33).
Yapılandırmacıların bilime kuşkulu yaklaşımı, Phillips’in (1995),
yapılandırmacılığın insan bilgisinin kaynakları hakkında güçlü bir halk masalı (folk-
tale) ve birçok versiyonuyla birlikte rakiplerinin güvensizliklerini barındıran seküler
bir din görünümüyle çirkin (ugly) bir yüze sahip olduğu yorumuna yol açar.
Phillips (1995), ilerlemeciliğin modern formları içerisinde yer bulan, çeşitli
yapılandırmacı yaklaşımların öğrenmede öğrenmenin sosyal doğasını tanıyarak
öğrenenlerin aktif katılıma vurgusunu tartışmasız olumlar. Yapılandırmacıların
epistemolojik konuları öğrenme sürecindeki tartışma ortamına taşımları da övgüye
değerdir; ancak onların takındığı epistemolojik tutumların neredeyse hiçbiriyle
uzlaşmak mümkün değildir. Yapılandırmacılık var olan bütün rasyonel değerleri bir
kenara atan göreceli epistemolojisi ile kötü (bad) bir yüze sahiptir.
Yapılandırmacıları görecileğe iten şey, 17. yüzyıldaki Britanyalı deneycilerden bu
116
yana ikircikli bir tutumla tartışılan, ister bireysel ister toplumsal bilgi anlamında
olsun, “bilginin yapıldığı (made) mı yoksa keşfedildiği mi?” sorusundaki ya da
bilginin ve gerçekliğin “insan yaratımı - doğa düzeni” şeklinde etiketlenebilecek
düzlemindeki pozisyonlarıdır. John Locke’un ağırlıklı olarak “bilgnin keşfedildiği”
yolundaki görüşüne rağmen aralık bıraktığı “bilginin yapıldığı” yolundaki görüş
kapısı birçok yapılandırmacı tarafından sonuna kadar açılmıştır.
Matthews’in (1992) görüşleri Phillips’in görüşlerine paralellik gösterir. Ona göre,
yapılandırmacılar bilginin olmazsa olmaz koşulunu düşüncelerin ve gerçekliğin
(ideas and reality) tekabüliyetinde görür ve bu anlamda nesnelci görüşün karşısında,
deneycilerin yanında saf tutar. Onların bilgiyi bu şekilde kavrayışı problemlidir.
Tekabüliyet teorilerinin ötesinde duran şey “insan tasarlar, dünya düzenler”
anlayışıdır ve bu anlayış her ne kadar önemli bir gerçekçi sezgi üzerine temellenmiş
olsa da, tutarsızdır.
Puolimatka (1999) da yapılandırmacılığın bilginin inşası ve dünya arasındaki
bağlantıyı kaybedişini problemli bulur. Ona göre, bu bilgi anlayışını reddetmek için
sağduyunun gerçekliği ve dengeli temellendiriciliğin lütfu çerçevesinde
gerekçelerimiz vardır. Sağduyunun gerçekliği, insan zihninden bağımsız olarak
maddi dünyanın var olduğu ve onun hakkında yeterince bilgimiz olduğu
kanısındadır. Farklı insanlar tarafından farklı hareket noktalarına sahip olsalar da, bu
düşünceyi dile getiren teorilerin nesnellik gibi bir ölçütü vardır.
Glasersfeld diğer yapılandırmacılardan daha radikal bir duruşla, ortodoks
epistemolojik problemin ve gerçeğin (truth) sembolü olan tekabüliyetin terk edilmek
zorunda olduğu görüşündedir. O, Berkeley’in görüşlerini tekrarlayarak, gerçeği
göremeyeceğimizi ve dünya ile düşüncelerimiz arasındaki tekabüliyeti asla
yargılayabilecek durumda olacamayacağımızı belirtir. Bu durumda Glasersfeld bir
öncü olarak, epistemoloji ötesi (post-epistemological) bir anlayışa sahiptir
(Matthews, 1992).
117
Matthews’e (1992) göre, eğitimsel yaklaşımları da dahil olmak üzere
yapılandırmacıların bütün bu düşünceleri yeni değildir. Onların eğitim açısından
tekrar gündeme getirdikleri ilerlemeci ve yararlı yaklaşımlar memnuniyetle
karşılanabilir; ancak bunun için yapılandırmacı olmak şart değildir. Epistemolojik
açıdan yapılandırmacılar, deneycilerin nahoş bir tada sahip eski şaraplarını yeni bir
şişede sunmaktadır. Diğer tarafta ise, epistemolojik özümsemeyi ilgi, haz ve yarar ile
devam ettirmemize imkan tanıyan, deneyci olmayan, nesnelci şaraplar
bulunmaktadır.
Erzan’a (2005) göre yapılandırmacıların görecelikçi tutumlarının bir boyutu
postmodernistlerin modern topluma ve modernist dünya görüşüne ilişkin
eleştirileriyle birlikte gelir ve bilimin özellikle 20. yüzyılda belirginleşen toplumsal
işlevine yönelik bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Erzan onların eleştiri ve
tutumlarında haklılık payı görür; ancak bu eleştirilerin asıl kaynağının bilimin
kendisi değil, bilimcilik (scientism) olarak ifade edilen bilimin politize edilmiş yapısı
olduğunu vurgular. Kamuoyunda bilimden kaçış denilebilcek tepkileri doğuran
sorunlardan bazıları “insanların günlük yaşamlarına nüfuz eden bilimin, bazen siyasi
iktidarlar, bazen büyük iktisadi çıkarların savunucuları tarafından manipüle edilmesi,
büyük endüstriyel çıkarlar uğruna bilimsel sonuçların saptırılması, bilimsel
buluşların insanlığın yok olmasına sebep olacak silahların yapımının hizmetine
verilmesi” olarak sayılabilir (s.7).
Postmodernistler, modern bilim anlayışına yönelik eleştirilerini temellendirmek için
“kaos teorisi” ve “belirsizlik ilkesi” gibi kavramlara yaslanmaktadır. Ancak iddia
edildiğinin aksine, yanlış yorumlanan bu iki kavramın açıklamaya çalıştığı şey,
onların modern bilim anlayışının temelini oluşturan Newton mekaniğinin dışında ya
da onu yadsıyan gelişmeler olduğuna kesinlikle işaret etmez. Kaos teorisi, ikiden
fazla sayıda birbirleriyle etkileşen cismin hareketinin, Newton mekaniğinin
yöntemleriyle incelendiğinde, “başlangıç koşullarının ne kadar isabetle ölçüldüğüne
hassas biçimde bağlı olduğunu” gösterir. Kuantum mekaniği içerisinde ifade edilen
belirsizlik ilkesi ise küçük kütleli cisimlerin hareketlerini keyfi isabetle
tanımlayamayacağımızı dile getirir; ancak, büyük kütleli cisimler için kuantum
118
mekaniği Newton mekaniğinin kestirimleri ile örtüşmek zorundadır. Kuantum
mekaniği, “salt bilinemezciliğe işaret etmek yerine, Newton’un hareket
denklemlerinin geçerliliğini yitirdiği yerde onu tamamlayan, bilme yöntemlerimizi
genişleten ve Newtoncul mekaniğin omuzları üzerinde yükselen bir yapı[dır]”
(Erzan, 2005, s. 4-5).
Evrendeki bütün hareketleri açıklayabilen tek bir mekanik teori ve herkesin uzlaştığı
bir zaman kavramı yoktur; ancak, yakın çevremizdeki hareketleri Newton mekaniği,
atom altı parçacıkların hareketlerini kuantum mekaniği ve galaksilerin hareketini de
görelilik teorisi ile açıklamaya çalışıyoruz (Karaçay, 2004). Bu anlamda
“kestirilemezlik” denilen şey de bilinemezciğiliğe işaret etmez. İster klasik
mekaniğin determinizmiyle, ister kuantum mekaniğinin olasılık hesaplarıyla olsun,
kestirilemezlikle başa çıkmak için istatistiki yöntemlere başvurulur. Bu da, sorulara
farklı türden cevaplar üretebildiğimizi gösterir (Erzan, 2005, s. 5).
Aydın da (2006b), Einsteincı gerçeklik algısının, mutlak zaman ve mutlak mekan
gibi kavramları görecelileştirmiş olsa da, içinde pek çok Newtoncu olgu barındırdığı
kanaatindedir. Aydın’ın bu konuda postmodernizme ve yapılandırmacılığa yönelik
eleştirileri dikkate değerdir (s. 35):
Gerçeklik algımızı, sürekli eleştiri ve sürekli gelişen araçlarla yetkinleştirmeye çalışıyoruz; aslında aradığımız, gerçekte (ideal) saat 12:00 iken 12:00’yi gösteren bir saat bulmaktır. Ancak, şu anki saatimiz, gerçekte saat 12 iken 11:45’i gösteriyor olabilir. Kuşkusuz bu hiç saatin olmamasından daha iyidir; zira işimize yaramaktadır ve eksiklikler içerse de gerçeklikle bir biçimde ilişki içerisindedir. Söz gelimi, 15 dakikalık sapmaya sahip bir saatle randevuya gitmek, saatsizlik yüzünden hiç gidememekten daha iyidir. Gerçeklik algımızı, anılan örnekteki gibi yapılandırmak ve eğitimbilimine bu şekilde yansıtmak, hiç kuşkusuz postmodernistlerin onu görecelileştiren tutumlarından daha işlevseldir. Zira, anılan bakış açısı, hem gerçeklik algısındaki sürekli kalan unsurlara hem de değişime açık olan öğelere dikkat çekmekte ve gerçeklik algımızı, eleştirel bir bakışı aşılayarak dinamikleştirme, kimi doğruları yadsımadan eleştirel ve yaratıcı düşünceye olanak sağlamaktadır.
Şimşek (2004, s. 132), nesnellik içerikli kavramlara kuşkuyla baktıkları için öğretimi
ya da öğretmeyi değil de öğrenmeyi öne çıkaran yapılandırmacı anlayışın bireysel ya
da toplumal öznelliği, tüm katılığına rağmen, bilimsel nesnelliğe tercih etmenin çok
119
da tutarlı olmadığı kanaatindedir. Ona göre, bireysel yöntemler ya da toplumsal
uzlaşı, bilimsel yöntemlerden daha güvenilir değildir.
Şimşek (2004, s. 132) diğer tarafan yapılandırmacı anlayıştaki bir paradoksa işaret
eder. Ona göre, yapılandırmacılar anti-pozitivist karakteri nedeniyle öğrenmeye
ilişkin bulguların genellenebilirliğine ve istatistiki yöntemlere karşı olmalarına
rağmen, daha dar kapsamlı deneylerden elde edilen bulgularını en az pozitivistler
kadar rahatlıkla genelleyebilmektedir.
Erzan’ın (2005) tanımlamasına göre, genellemelerin yapılmasına olanak tanıyan şey,
temelde Newton mekaniğinin başlangıç koşullarının sonraki gelişimini kesin olarak
belirlemesi özelliğidir. Newton mekaniğinin elde ettiği başarılar, bilimsel bilginin
öngörüleri konusunda tüm bilimsel önermeler için geçerli olduğu varsayılan bir
beklenti doğurmuş, bilimsel herhangi bir disiplin için şablon olmuştur. Gerçekte,
“ölçülebilen büyüklükler arasında matematiksel bağıntılar kurarak onlar hakkında
yeni bilgiler üretebildiğimiz alanlar çok sınırlı[dır]”. Biyoloji, ruh bilimleri, sosyal
bilimler gibi niceliklendirmeye her zaman elverişli olmayan bazı özelliklerin
ilişkilerini, sebep-sonuç bağıntılarlını inceleyen bilim dalları yasalarla ifade
edilemeyecek ya da kurdukları bağıntıların geçerlilik koşulları her zaman sınırlı
kalacaktır (s. 4-5).
Erzan’a göre (2005, s. 5), sokaktaki insandan akademik dünyaya kadar, birçok kişi
tarafından bütün bilimlerin matematiksel keskinlikte sonuçlara ulaşması beklentisinin
doğurduğu sorunlar, bilimin içsel bir sorunu değildir. Bu bilimin algılanışı sorunudur
ve bu haliyle bilim tarihini ve sosyolojisini ilgilendiren bir konudur.
Diğer taraftan bilimin bu algılanış biçimi, her zaman nicelikleştirmeye elverişli
olmayan sözü edilen bilimlerin bilim olma niteliğine zarar vermediği gibi, görecelik
kıstası altında yok olup gitmesine de izin vermez. Çünkü bilimin öz niteliği mutlak
yasalarla ifade edilmesi değildir. Onun kendine özel araştırma yöntemleri vardır. Bu
anlamda tarihi bilim yapan şey, tarihsel incelemelerde kullanılan bilimsel
yöntemlerden kaynaklanmaktadır (Dilek, 2002, s. 5).
120
Marwick’in (2001) ifadesiyle tarih fizikötesi değil, kaynak temelli bir kimliğe
sahiptir. Tarih, geçmişin doğası hakkındaki teorik spekülasyonlarla ya da geçmiş,
şimdi ve gelecek arasındaki ilişkinin doğasıyla ilgilenmez. Tarih, açıkça tanımlanmış
problemleri geçmişte ne olduğu ile ilişkilendirir ve bu problemlerin özenle sınanan
kaynaklarla anlamlandırılmasına işaret eder. Bu anlamda, Marwick’e göre tarihçiler,
postmodernistlerin ifade ettiği gibi hiçbir şeyi yeniden kurmaz ya da zanaatçı
değildir; tarihçilerin yaptığı, geçmiş hakkındaki bilgiye, tarihsel bilgiye katkı
sağlamaktır (s. 3).
Hobsbawm’a (1999) göre, postmodernistlerin iddia ettiğinin aksine, tarihçilerin
araştırdıkları şey gerçektir. Tarihçiler başlangıç noktası saptanabilir olgu ile kurgu
arasındaki, başka bir ifadeyle kanıtlara dayanan tarihsel saptamalar ile kanıtlara
dayanmayan açıklamalar arasındaki, temel ayrımdır. Postmodernistler ve onların
etkisindeki birçok kesim için, olgular sadece temel kavramların ve bunların etrafında
formüle edilen problemlerin bir fonksiyonu olarak vardır; öyleyse incelediğimiz
geçmiş sadece zihinlerimizde şekillene bir kurgudur. Bu anlayışa göre yeryüzünün
yaratılışıyla ilgili olarak İncil’deki bir açıklama, doğa bilimlerinin ortaya attığı başka
bir açıklamadan daha değersiz değildir. Bundan kuşkulanmaya yönelik bir anlayış
pozitivistlik olarak nitelendirilir (s. ix-x).
Bir iddianın zıddı en az iddianın kendisi kadar doğru olabiliyorsa, bir iddia ile onun
zıddının aynı zamanda doğru olamayacağına ilişkin realizm gibi bir bakış açısı
bulunduğuna göre, postmodernizm de en az kendi zıddı olan realizm kadar doğru
olduğunu kabul etmek zorundadır. Ancak bütün iddialarını realizmin yanlışlığına
dayandıran postmodernizm bunu göze alamaz ve kendi ifadesi kendisini yok eder
(Boghossian’den akt., Evans, 1999, s. 223).
MacKinnon’a (2000) göre, postmodernizme göre olgu (fact) diye bir şey yoktur, her
şey okumadır; öyleyse yalanlar da yoktur. Bütün tartışmaları kazanma arzusunda
olan postmodernistler için her şey yorum olduğundan, asla yanlış diye bir şeyin
olmadığı anlamı da çıkar (s. 703-704).
121
MacKinnon bu bağlamda Bill Clinton örneğini ele alır. Genç bayan asistanı ile cinsel
ilişkisi sorulduğunda, Bill Clinton bunun ne anlama gediğine bağlı olduğunu ifade
eder. Bütün ülke onun sorumluluktan kaçınan ikiyüzlü kurnazlığını yuhalayarak
gerçekçi olmaya çağırır. MacKinnon’a göre postmodernistler bu süreçte tuhaf bir
şekilde sessizdir. O, eğer olgu (fact) yoksa yalancı şahitlik de yapılamayacağını
belirtir ve sorar: “Bütün bu insanlara ihtiyaç duyulduğunda nerdeler?” (2000, s. 703).
Hobsbawm’a göre çok az göreci, örneğin Hitler’in Yahudi soykırımının gerçekleşip
gerçekleşmediği gibi konularda, karar verme noktasına gelindiğinde inançlarıyla
cevap verebilir (1999, s. x) :
Her koşulda, göreciliğin tarihteki yeri mahkeme salonlarında olduğundan daha ağırlıklı değildir. Bir cinayet davasındaki sanığın suçlu olup olmadığı, geçerli görülen pozitivist kanıtların -eğer bu tür kanıtlar varsa- değerlendirilmesine bağlıdır. Kendilerini sanık sandalyesinde bulan masum bulan okurlar tabii ki kendi aleyhindeki bu tür kanıtların gösterilmesini isteyeceklerdir. Postmodern bir savunma çizgisine başvuranlar ise suçlu olanların avukatları olacaktır.
Evans’a (1999) göre, Keith Jenkins’in tarihsel yöntemin tarihsel gerçeğe
ulaştırmadığı iddiası onun kuramla yöntem arasındaki farkı karıştırmasından
kaynaklanır. Tarihsel yöntem çeşitli şekillerde geliştirilmiş araştırma kurallarıdır.
Farklı kuramsal modelleri esas alsalar bile, Jenkins’in kendisi de dahil olmak üzere,
tüm tarihçiler olgularının doğrulanması, kaynaklarının test edilbilmesi için dipnot ve
bibliyografya kullanır. Diğer taraftan postmodernistlerin iddia ettiği gibi, tarihçinin
yorumlarıyla ile bazı kaynakların görmezden gelinmesini sağlaması, yanlış vurgu ve
kategorileştirmeler yapması eleştirisi de temelsizdir. Kaynaklara başvurularak
yorumların sınanabilir ve neyin kanıt sayılacağı bir tarihçinin bakış açısına değil
geniş bir uzlaşma ölçüsüne tabidir (s. 132-134).
Lorenz’e (1998, s. 329) göre, postmodernist tarih anlayışının tarihin dilsel (linguistic)
boyutuna dikkat çekmesine rağmen, “tarih” kelimesinin dilsel köklerini açıklamayı
unutmak gibi temel bir problemi vardır. Yunanca “historia” kelimesinin orijinal
anlamı hikaye (story) değildir, sorgulamadır (inquiry). Bu nedenle tarihsel anlatılar
122
da doğru hikayeler (true stories) olarak karakterize edilebilirler. Ancak buradaki
vurgu, isme değil sıfata olmalıdır, yani “doğru” kelimesine.
Akay (2010) - bir eleştiri olmaktan çok bir durum olarak - postmodernizmin iddia
ettiğinin aksine büyük anlatıların bitmediğini, üç alanda, plastik sanatlarda, romanda
ve tarih disiplini içinde “Büyük Adamların” tarihine geri dönüş şeklinde, büyük
anlatılarda bir canlanmanın olduğunu belirtir. Akay’a göre, Lyotard’ın büyük
anlatıların sonunun geldiğini söylediği 1979 yılından sonraki kısa bir zaman dilimi
içinde, 1980’lerde “büyük insanların” ve “tarihi savaşların” tarihinde bir dönüş
hissedilemeye başlanmıştır. Ona göre, her şeyden öte yeni tarih anlayışının çizgisini
temsil eden Fransa’da durumun değişmeye başlaması ilgiye değerdir (s. 32-38).
5.3 Eğitim ve Öğretim Temelinde Eleştiriler
Yapılandırmacılığa eğitim ve öğretim boyutunda yöneltilen eleştirilerde yine onun
postmodernist karakteri üzerinden yöneltilen eleştirilere rastlamak mümkündür. Bu
eleştirilerin eğitim programlarının felsefi, siyasi, toplumsal ve ekonomik temellerine
yönelik olduğunu ifade edebiliriz. Ancak eleştiriler sadece yapılandırmacılığın
postmodern karakteri üzerinden yapılmamıştır. Yapılandırmacılığın bazı yönlerine
olumluluk atfedip, bazı yönlerinde eksiklikler gören araştırmacılar da bulunmaktadır.
Yapılandırmacılığın felsefi boyutuna eleştiri yönelten birçok kişi, yapılandırmacılık
bir öğretim stratejisi, yöntemi ve tekniği olarak ele aldığında, ona olumsuz
bakmazlar. Öğrencilerin aktif öğrenme süreci, eleştirel düşüncenin geliştirilmesi ve
bunların gerçekleşmesi için kullanılan yöntem ve teknikler onların da desteklediği
anlayışlardır. Ancak, her ne kadar yapılandırmacı yaklaşımla birlikte öğrencilerin
aktif katılımlı öğrenmesi ve eleştirel düşünce becerilerinin geliştirilmesi için yapılan
çalışmalar artmış, yeni bakış açıları geliştirilmişse de, bu yöntem ve teknikleri
ilerlemeci eğitim felsefesi içerisinde görmek mümkündür. Kısacası, onlara göre bu
yeniliklerin çoğu yapılandırmacılığa özgü değildir (bkz. Airasian ve Walsh, 1997;
Phillips, 1995; Türer, 2005; Erzan, 2005).
123
Dikkat edilmesi gereken husus, eğitimin yöntem ve tekniklerden ibaret olmadığıdır.
Ulus devletlerde eğitim örgün eğitim anlayışıyla sağlanır ve felsefi, psikolojik ve
toplumsal temeller dikkate alınarak programlaştırılır. Program geliştirme sürecinde
ihtiyaçlar, genel hedefler, alanın kavram, ilke ve becerileri, öğrenme alanları ve alanı
kapsayan kazanımlar (geleneksel anlayışta “hedefler”) belirlenir. Eğitim
programında “ne” sorusunun cavabına; öğretim de ise “nasıl” sorusunun cevabına
yanıt aranır (Demirel, 2006).
Bu doğrultudan bakıldığında, nesnel bilginin olmadığını savunan radikal
yapılandırmacılar açısından öğretim diye bir şeyden bahsetmenin olanağı yoktur.
Daha ılımlı yapılandırmacılar açısından öğrenme sürecinde dışarıdan yönlendiriciliği
kabul edilir. Ancak bu ölçülü yaklaşımın bile öğrenme ortamlarının
yapılandırılmasında tanıdığı özgürlük, keyfi ve etkili olmayan uygulamalara neden
olacak kadar fazladır (Klein 2002’den akt., Şimşek, 2004, s. 132).
Yukarıda belirttiğimiz gibi eğitim programları hazırlanırken bazı temeller üzerine
yükselir ve belirlenen ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlenir. Bu anlamda eğitim milli
bir politikadır. Bu milli eğitim politikasında tarih öğretimi diğer öğretim alanlarına
oranla çok daha fazla önem arzeder. Bölüm 4.2.1’de gördüğümüz üzere, tarihin
öğretiminin sosyal amaçları bu bağlamda milli politika doğrultusunda belirlenir.
İlköğretim boyutunda düşündüğümüzde ise sosyal bilgiler ve hayat bilgisi dersleri
benzer işlevlere sahiptir. Sosyal değer ve davranışlar bu derslerin öğretim
programlarında daha kapsamlı, ayrıntılı ve açık bir şekilde görülebilir (İnal, 2006, s.
265).
Demircioğlu ve Tokdemir’in belirttiği gibi, tarih eğitiminin amaçları incelendiğinde
zaman, geçmişten günümüze değer eğitimi her dönemde bu alanın amaçları
içerisinde yer almıştır (2008, s. 69):
Tarih dersleri öğrencilerin analitik, eleştirel ve demokratik düşünme becerileri gibi zihinsel becerilerini geliştirir. Bu derste vatan, millet, bayrak, devlet, yönetme biçimi, hak ve sorumluluklar gibi unsurların öğretilmesi ile öğrencilerin vatandaşlık bilinci geliştirilir. Bunların yanında tarih dersleri değerlerin öğretilmesi ve yeni değerlerin
124
oluşturulmasında da önemli bir role sahiptir. Oluşturulan yeni değerler bireysel, kültürel, ya da evrensel içerikli olabilir. Değer eğitimi açısından tarih dersi incelendiği zaman, milli-manevi, dini ahlaki ve sosyal değerlerin oluşturulması ve aktarılmasında alanın değer eğitimine önemli katkılarının olabileceği görülür. Değerlerin geçmişten bugüne nasıl değiştiği, değişme nedenleri, geçmişteki önemli şahsiyetler ve bunların yaşantıları öğrencilerin değer oluşturmasında önemli unsurlardır.
Aydın’ın postmodernizmin eğitimdeki uzantısı olarak gördüğü felsefi
yapılandırmacılığa yönelik eleştirilerini, yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında,
yapılandırmacı tarih öğretiminin olası sorunları olarak da kaydedebileceğimiz
kanısındayız.
Aydın’a göre (2006c, s. 67) eğitimin temel işlevlerinden biri öğrencilerin bilinçli bir
şekilde toplumsallaşmasını sağlamaktır. Denetimsiz toplumsallaşma bilinçli olmayan
seçimlerle sakınca doğurabilir. O, modern model olarak nitelendirdiği geleneksel
eğitim anlayışının yaratıcı olmayan nesnel bilgi odaklı yapısı duygusal ifadeleri
azalttığından toplumsal açıdan bazı eksiklikler içerebileceği düşüncesindedir. Ancak
yapılandırmacı yaklaşım daha büyük tehlikeler içermektedir.
Radikal yapılandırmacılıkta bireysel temel esas alındığından, iletişimi ve etkileşimi
olanaksız hale getirir. Bu durumda, farklı dünyalarda yaşayan bireyler birbirini
anlamakta ortak nokta bulmakta sıkıntı yaşarlar. Sosyal yapılandırmacılıkta ise aşırı
etkileşim ve toplumsallaşma bireyin özerkliğini yitirmesine neden olur. Toplum
kendisi olmaya çalışan bireyin üzerindeki etkisini arttırarak içsel duygularına
gönderme yapar ve bireyin üzerinde egemen olmaya başlar (Aydın, 2006c, s. 68).
Sosyal yapılandırmacılığa yönelik benzer eleştiriler başkaları tarafından da
yönetilmektedir. Sosyal yapılandırmacılık grup düşüncesini esas alır. Ancak bazı
öğrencilerin sesleri ya da yorumları diğerlerine oranla baskın çıktığından, grup
sonuçlarına etki eder. Bu anlamda sosyal yapılandırmacılık çoğunluğun tiranlığı
(tyranny of the majoritty) olarak nitelendirilir (TEO and DLP, 2001).
125
Aydın’ın (2006b, 2006c) olası yapılandırmacı eğitim anlayışında gördüğü
olumsuzlukları, yapılandırmacı felsefenin temel kavramları ışığında aşağıdaki gibi
sıralayabiliriz:
Gerçeklik ve doğruluk: Gerçeklik ve doğruluğun göreceli olduğu bir eğitim
anlayışında astroloji, akupunktur, paraspsikoloji, bilim, din gibi olguların yan yana
geleceğinden bilimsel yöntem diye bir şeyin kalmaz. İnananlar ister büyücüye, ister
üfürükçüye gitsin demek, onları kendi tercihleri ile ölüme göndermektir. Göreceliği
ve hakikatin çokluğunu temel alan bir eğitim programında içinde birbirine zıt bir çok
şey olur, fakat bunların pratik hayata bir faydası olmaz.
Nesnellik: Yapılandırmacılıkta nesnellik kıstasının ortadan kaldırılması doğru-yanlış
ayrımını da ortadan kaldırır. Ancak uyuşturucu kullanımı, yalan söyleme ve haksızlık
yapmanın zararlarına değinirken doğru yanlış ayrımına gitmek kaçınılmazdır. Bu
ayrımda yarar ve zararın nesnel olarak karşılaştırılmasıyla mümkündür. Bilginin bilgi
olmayandan ayrılması da benzer bir karakter içerir.
Sürekli değişim: Gerçekliğe ilişkin imgemizi sürekli olarak eleştiriye tabi tutup yeni
açılımlar yakalamak ve yaratıcı düşünceyi desteklemek eğitim felsefesi açısından
yararlı sonuçlar verebilecek niteliktedir. Ancak her şeyin sürekli bir değişim içinde
olduğundan gerçekliği ve doğruluğu tamamen görecelileştirmek kabul edilemez.
Gerçeklik algımızda hata paylarını değerlendiren bir anlayış, onu tamamen
görecelileştiren postmodern anlayıştan daha işlevseldir. Her şeyin değişebilir olduğu
önermesine dayanarak sahip olduğumuz bilgilerin öğrencilere kazandırılmasına karşı
çıkmak, daha sonra değişim geçirip acıkacağımız gerekçesiyle yemek yememek
kadar saçmadır.
Odaksızlık/çok-odaklılık: Çok-odaklılık eğitim bilimi açısından “ötekinin”
kavranması ve öğretimin bireysel farklılıkları gözeterek yapılandırılmasında faydalı
olabilir ve duyarlılığı geliştirebilir. Diğer taraftan duyguların, inançların ve aklın
verilerinin farklılığını göstermesi açısından da önemlidir. Fakat bütün bunlar insan
odaklıdır. Eğitim bunun dışına çıkıp seküler niteliğini yitirmemelidir.
126
Temelsizlik: çok odaklılık temelsizliğe neden olur. Temelsiz bilgi, inanç, eğitim,
bilim ya da felsefe olmaz. Program geliştirme süreci bile temele oturmak zorundadır
ve bireylere yaşamlarını kurarken yol göstermelidir.
Benlik: Benliğin kültürel ve paradigmatik kökleri inkar edilemez. Farklılıkların
vurgulanması hoşgörüye ve ötekini anlamaya yol açar. Ancak, insanlığın ortak
ögelerinin yadsınması otak insani duyarlılıkları oluşturmaya, hümanist değerlede
birleşme yaratmaya engel olur.
Yorumsamacılık: Metnin yorumunda metni yorumlayan öznenin birikimini ve payını
yadsımak oldukça zordur; ancak metnin anlamını özneye indirgemek bilimsel açıdan
kabul edilemez. Yunus Emre’deki ‘ilim’e öğrenci ne yorum yaparsa yapsın,
öğretmen buradaki ilmin tanrısal kökenine işaret etmek zorundadır. Kavramın
okuyucuya göre her anlama geliyor olması demek, anlamdan yoksun demekle eş
anlamlıdır.
Evrenselliğe karşı yerellik: “Akan su pislik tutmaz” anlayışı, insan kurban etme ya
da kadın sünneti gibi olgular yerellik adına olumlanamaz. Eğitim açısından yerellik
vurgusunun üç temel sorunu bulunmaktadır. Birincisi, yerellik adına gelişmekte olan
toplumların eğitim programlarında bilimsel bulgulara yer vermelerine engel olmak;
ikincisi, olumsuz olanlarıyla birlikte yerel değerlerin programlara yansıtılmasına
çanak tutmak; üçüncüsü ise ulus devletlerde alt-kimlikleri üste çıkarıp, bu kimliklerin
değerlerinin programlara yansıtılmasını sağlamak. Bunlardan ilk ikisi bilim ve değer
alanında gericileşmeye, üçüncüsü ise ulus devletin parçalanmasına yol açacak
niteliktedir.
Toplum mühendisliği: Toplumu planlamaya karşı çıkmak, bilimin dönüştürücü ve
değiştirici işlevine karşı çıkmak anlamına gelir. Öyleyse, geri kalmış toplumların bu
durumu kader olur. Diğer taraftan, eğitim programının kendisi başlı başına
planlayıcıdır.
127
Üst anlatılar: Yapılandırmacı felsefenin üst anlatıları bütük öykülere indirgemesi,
evrenin ve insanın bütüncül olarak kavranmasına, makro düzeyde dönüşümlerin ve
devrimlerin yapılmasına engel olur. Eşitsizlik, insan hakları ihlali ve adaletsizlik gibi
konuları olumlu yönde dönüştürebilmek ve evreni ve insanı anlamada zihinsel
karmaşadan kurtulabilmek için makro düzeyde bir bakış açısı gerekmektedir. Üst
anlatıların baskıcı bakış açılarına yol açma ihtimali olsa da, bunlar eleştirel kültürel
miras ile yumşatılabilir.
Çoğulculuk: Çok kültürlülüğü farklı kültürlere saygı olarak görmek anlamlıdır.
Ancak çok kültürlülük adına değerlerin eşitlenmesi, kan davası, zina meselesi gibi
olumsuzlukların onanması kabul edilemez.
Eklektizm: Eklektik bir dizgenin kurgusu yoktur, dolayısıyla anlam içermez.
Postmodern bir eğitim programı da, postmodernizmin eklektik yapısı gereği, her şeyi
içeren ama hiçbir anlam içermeyen, içinde her şeyin bulunabileceği atık yığınlarına
benzeyebilir. İçinden kimi işe yarar parçalar bulunsa da, çok işlevsel olmayacaktır.
Aydın başka bir çalışmasında, yapılandırmacılığın işlevlerinin dört mantıksal sonucu
olduğunu belirtir (2006a, s. 41):
1- Eğitimin bilimden uzaklaştırıp, son dönemde yaygınlaşan, bilim dışı dinsel,
ideolojik, astrolojik, hatta söylencesel uygulamaları eğitim programlarına
dahil etmek ya da eğitim programlarında yer bulan bilimdışı unsurların
varlığını meşrulaştırmak.
2- Farklı alt kültürleri içinde barındıran ulus devletlerini, ulusal eğitimden
uzaklaştırarak yerel ağırlıklı eğitim programlarıyla ulus devletlerin
parçalanmasını kolaylaştırmak.
3- Eğitimde merkeziyetçi yapıyı sona erdirerek, eğitimi, yerel yönetimlere
devretmek ve hatta, bireyseli ve yereli önemseyen özel kurumlara
devredilmesine olanak sağlamak ve eğitimde devletçi anlayışa son vermek.
4- Gelişmemiş, bilimsel gelişmeyi yakalayamamış toplumların gelişmemişliği
içerisinde kalmaları, bilime dayanarak bilgi ve değer üretmek yerine, salt
128
gelişmiş toplumlar için tüketici ve potansiyel Pazar olarak kalmalarına olanak
sağlamak.
Aydın diğer taraftan yapılandırmacı öğrenme anlayışı ile yapılandırmacı bilgi
anlayışının mantıksal olarak ayrılabileceği kanısındadır. Yapılandırmacı öğrenme
anlayışı öğrencilerin bilişsel kavramları yapılandırırken geçirdikleri psikolojik
süreçleri betimlerken, yapılandırmacı bilgi anlayışı bütünüyle kuşkucu bir felsefi
tartışma içermektedir. Bu bilgi anlayışı bertaraf edilerek realist bir temelde
oluşturulacak bir yapılandırmacı anlayışa göre (2006c, s. 66):
[G]özlemsel bilgi, gözlemcinin kavramsal modellerini kullanarak dış dünyadan gelen uyaranlar temelinde oluşturulabilir, hatta nesnelerin algılanmasının, gözlemcinin geçmiş bilgi birikimine, kavramlarına ve beklentilerine bağlı olduğu kabul edilebilir. Ancak bu durum, yapılandırmacı bilgi anlayışında savunulduğu gibi doğru bilgi ile yanlış olanını ayırmamıza olanak olmadığı anlamına gelmez. Çünkü biz deneyimlerimize bağlı olarak biliyoruz ki, dikkatli gözlemlerimiz, kimi kez, önceki görüşlerimizi düzeltmemize, yanlışlarımızı görmemize katkı sağlamaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: İnsanın, dünyanın kimi özelliklerine yönelik gözlemlerini kavramsal yapılardan ayırması oldukça zor olsa da, bu imkansız değildir. Bilimin gözlemlediğimiz başarısı, bilim insanlarının bunu başarmalarının bir sonucudur. Şu halde, öğrenmenin, bilgiyi yapılandırma ve onu yaratma eylemi olduğu kabul edilmelidir. Ancak bu eylem, dış dünyanın bilgisinin bütünüyle öğrenen bağımlı olarak kazanıldığı anlamına gelmez; zira dış dünya ile etkileşim olmak zorundadır; çünkü boşlukta hiçbir bilgi yaratılamaz.
Aydın’ın düşünceleri ile Airasian ve Walsh’ın düşünceleri bazı bakımlardan
benzerlik gösterir. Airasian ve Walsh (1997), öğrencilerin kendi bilgilerini inşa
ettiğini vurgulayan epistemoloji ile öğrenme çıktılarını yüksek düzeylere çıkarmayı
amaçlayan eğitim sistemi arasında fark görür. Onlara göre, sınıflarda kolayca
başvurabileceğimiz bir yapılandırmacı eğitim izleğine sahip değiliz. Öğrencilerin
anlamlar yapılandırdığından hareketle, yapılandırmacı eğitim tekniklerinin yegane
anlamları desteklediği inancının tuzağına düşülmemelidir. Çünkü buradan bakılınca,
hangi eğitim yaklaşımı uygulanırsa uygulansın, öğrenci kendi bilgi ve yorumlarını
inşa eder (s. 447-448).
Airasian ve Walsh da yapılandırmacı felsefenin radikal önermelerinin, öğretim
ortamı için sorun teşkil edebileceğinin farkındadır. Bu bağlamda bazı önerilerde
129
bulunurlar ve bazı soruların cevaplanması gerektiğinin altını çizerler. Onlara göre,
yapılandırmacı sınıf ortamında “bir doğru cevap” indirgemeciliğinin zıttı “her şey
gider” anlayışı olmamalıdır. Herhangi bir öğrenme teorisi ışığı altında sürdürülen
sınıf uygulamaları belli standartlara ve muhakeme kıstaslarına ihtiyaç duyar. Bu
açıdan, yapılandırmacı yaklaşımı esas alan öğretmen bazı sorularla yüzleşmek
zorundadır (1997, s 448-449). :
• Öğrencilerin kendi yapılandırmalarını hangi temel üzerinde muhakeme etmek
zorundadır?
• Öğrencilerin yapılandırmalarına olanaklar sunan öğretmen, onları nasıl nesnel
bir şekilde değerlendirebilir mi?
• Öğrencilerin yapılandırmalarını mantıklı gören ya da kabul edilebilirliğini
ortaya koyan şey nedir?
• Öğrencilerin yapılandırmalarının doğasını etkilememek adına, öğretmen
standartlar ve kıstaslar iletmekten kaçınmaya mı çalışmalıdır? Öyleyse nasıl?
• Değerlendirme standartları ve kıstasları bağlama (context) mı bağlıdır?
Bazı eleştirilere göre yapılandırmacılığın işlevli olduğuna dair çok az kanıt vardır.
Yapılandırmacılar test ya da diğer dışsal kıstaslar aracılığıyla değerlendirme yapmayı
reddettiğinden, öğrencilerinin ilerlemesini ölçülemez hale getirmiştir (TEO and DLP,
2001). Guzdial’a (1997) göreyse, bireyin oluşturduğu zihinsel yapılar hiçbir şekilde
bilinemeyeceği için yapılandırmacıların öne sürdüğü görüşler, bilimsel olarak test
edilebilir değildir.
Çeşitli araştırmalara göre, yapılandırmacı anlayışla eğitim gören öğrenciler, temel
becerileri kazanmakta, geleneksel anlayışla eğitim gören öğrencilerden geridedir
(TEO and DLP, 2001). ABD’denin bazı eyaletlerinde, yapılandırmacı matematik
eğitiminin uygulandığı yerlerdeki öğrencilerin başarısının diğer eğitim
uygulamalarının yapıldığı yerlerdeki öğrencilerden düşük olduğu iddiasından
hareketle, yapılandırmacı yaklaşıma cephe almış oluşumlar bulunmaktadır. Oluşum,
hazırladıkları internet sitesinde iddialarını istatisiki bilgilerle desteklemekte,
yapılandırmacı yaklaşıma video, karikatür gibi görsel materyallerle saldırmaktadırlar
(bkz. http://www.weaponsofmathdestruction.com ).
130
Bazı eleştirilerde ise yapılandırmacılık ilerlemecilikle aynı düzlemde ele alınır ve
seçkinci olmakla eleştirilir. Bu eleştirilere göre, yapılandırmacılık ve diğer ilerlemeci
eğitim teorileri, iyi öğretmenlerden eğitim almış, zengin çevre ortamı gibi
ayrıcalıklara sahip olmuş çocuklarda çok başarılıdır (TEO and DLP, 2001).
Yapılandırmacı yaklaşıma sahip bir öğretim anlayışının diğer yaklaşımlarla
yürütülen bir öğretim sürecine göre zaman alıcı olması ise pratik bir eleştiri olarak
karşımızda durur. Airasian ve Walsh’a (1997) göre yapılandırmacı uygulamalarda
zaman iki açıdan son derece önemlidir. İlk olarak, öğretmen ve öğrencinin
yapılandırmacı anlayışla oluşturulmuş sınıf ortamındaki öğrenmeleri ve
sergileyecekleri performans açısından zaman önemlidir. Yargılayıcı olmayan
öğrenme ortamında öğrencilere fazla zaman tanınmak zorundadır. Öğretmenin ise iyi
bir rehber olabilmek için öğrenmeye ve zamana ihtiyacı vardır. İkinci olarak,
öğrenciler hem karmaşık bir yapıya sahip olması, hem de bu yapının öğrenciden
öğrenciye farklılık göstermesi nedeniyle, öğrencilerin bireysel yapılandırmalarını
beklemek için zaman şarttır (s. 447-448).
Klein, deneysel kanıtların tatmin edici olmayışı da ortadayken yapılandırmacı
öğrenme ve öğretmenin gerçekleşmesi için yapılan uygulamaların, harcanan zaman
ve yapılan harcamalara değip değmediği konusunda şüpheye sahiptir (Şimşek, 2004,
s. 133).
5.4 Türkiye’deki Yeni Eğitim Sistemine Yönelik Eleştiriler
Türkiye’deki eğitim sistemi, 2004 yılından itibaren ilköğretim düzeyinde, 2005
yılından itibaren de ortaöğretim düzeyinde yapılandırmacı programlar çerçevesinde
yenilenmeye başlanmıştır. Kademeli olarak, neredeyse bütün derslerin öğretim
programları bu çerçevede değiştirilmiş bulunmaktadır.
Bu süreçte yeni eğitim sistemine yöneltilen çeşitli eleştiriler yeni öğretim
programları çerçevesinde yapılandırmacılığa yönelik olabildiği gibi, yeni öğretim
131
programlarının farklı boyutlarına da hedef alabilmiştir. Eğitim-öğretim
programlarının felsefi temellerinin yanı sıra toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel
gibi farklı temellere de yaslanması ve farklı ihtiyaç alanları gözetilerek hazırlanması
nedeniyle, bu eleştirileri sadece yapılandırmacı yaklaşıma yönelik eleştiriler
bağlamında ele almak yerine, yapılandırmacı yaklaşım esas alınarak yenilenen
Türkiye’deki eğitim sistemine yönelik eleştiriler bağlamında ele almak daha makul
görünmektedir.
Eleştirileri bu şekilde ele almanın iki açıdan fikir edinme olanağı sunacaktır: Çok
farklı boyutlarda ele alınabilen yapılandırmacılığın resmi kurum olan Milli Eğitim
Bakanlığı’nca (MEB) eğitim sistemi içerisinde nasıl ele alındığı ve bunun
araştırmacılarca nasıl algılandığı.
5.4.1 Yeni İlköğretim Programı’na Yönelik Eleştiriler
Yeni İlköğretim Programı uygulamaya konulur konulmaz programa yönelik
eleştiriler de yapılmaya başlanmıştır.
Bu eleştiriler program geliştirme süreci açısından ele alındığında öncelikli
eleştirilerin, programın hazırlanması sürecinde ülkemizdeki bilim insanları ve
ilgililerin değerlendirmelerinin ön plana alınmadığı yönünde olduğu dikkat çeker.
Türer’e (2005) göre, program geliştirme süreci MEB içinde iktidar partisi ile
düşünsel boyutta uzlaşabilecek dar bir akademisyen çevresiyle yürütülmüştür. Güven
ve Demirhan İşcan’ın ifadesine göre (2006, s. 101), MEB 2005 yılından itibaren
uygulamaya koyacağı programı büyük bir gizlilikle hazırlamış; ancak kamuoyunun
ve alanda çalışanların tepkisini çekmemek için yeni program taslağını birkaç fakülte
ile sadece bir sivil toplum kuruluşuna (Türkiye Yazarlar Birliği) göndermek ve
kısmen de olsa ilgililere danışmak zorunda kalmıştır.
Eleştirilerde, böyle dar bir çerçevede hazırlanan öğretim programının ülke
gereksinimlerini yeterince dikkate almadığı vurgusu yoğundur. Bunun
dillendirilmesinin diğer bir nedeni olarak “eğitim reformunun başka ortamların
gereksinimlerinden doğmuş bir modelle gerçekleştirilmiş olmasıdır” (EPÖ
132
Profesörler Kurulu, 2005). Burada “başka ortam” ile kastedilen şey iki kaynağa işaret
ediyor olabilir. Birincisi değişimin tetikleyicisi olan uluslar arası kuruluşların
önerileri; ikincisi ise yapılandırmacı yaklaşımın başka ülkelerde ortaya çıkmış olması
ve Yeni İlköğretim Programı’nın Amerikan eğitim modelinden devşirildiği iddiası.
Program değişiminin temeli 1990 yılında Dünya Bankası ile Türkiye arasında
imzalanan bir protokol dayanmakla birlikte, son yıllarda yaşanan değişim 2000
yılında Avrupa Konseyi ile Türkiye arasında imzalanan “Temel Eğitime Destek
Projesi” kapsamında gerçekleştirilmiştir (Hazır Bıkmaz, 2006, s. 102). Diğer taraftan
yapılandırmacı yaklaşımın başka ülkelerin gereksinimlerinden doğduğu ve onların
ihtiyaçlarına cevap verdiği(Türer, 2005); yeni ilköğretim proramının Amerikan
eğitim modelinden değiştirilerek alındığı, hatta yeni Sosyal Bilgiler Programı’nın
öğrenme alanları neredeyse tamamen ABD’nin Ulusal Sosyal Bilgiler Konseyi’den
(National Council for the Social Studies) okullara önerdiği öğrenme alanlarından
alındığı ifade edilmektedir (EPÖ Profesörler Kurulu, 2005; Güven ve Demirhan
İşcan, 2006, s. 106).
Program geliştirme sürecine yönelik eleştirilerin bir diğeri ise, daha önceki
programların uygulayıcılarından hiçbir şekilde görüş alınmadan ve önceki
progranların uygulama sonuçlarından dönütler alınarak bilimsel bir değerlendirme
yapılmadan yeni bir program hazırlanmasıdır (EPÖ Profesörler Kurulu, 2005).
Bu bağlamda Türer ülke gereksinimlerini ve geçmiş deneyimleri dikkate almadan
hazırlanan programın tehlikelerine işaret eder (2005):
Toplumsal değişimin özelliklerini, ihtiyaçlarını dikkate almadan, evrensel bir iki kuramı kaynak alarak bir ülkenin eğitim sistemini yeniden yapılandırmaya çalışmak metafizik bir tutum olur; geçmiş deneyimleri kazanımları yok saymak olur. Nereden yola çıkıp nereye gittiğini kavramamak, kendi gizil gücünü anlayamamak, bir anlamda kendine yabancılaşmak anlamına gelir.
İnal (2006, s. 285) ise, yeni programın bireysel-konulu, disiplin-merkezli, yüksek-
kültür yaklaşımlarıyla hazırlanmış yeni programın arınık bir yapıya sahip olduğu
133
kanatindedir. Program sosyal problemler, etik ve siyasal çelişkilerden arındırılmıştır.
Bu yönüyle gerçek hayatı yansıtmaktan uzaktır.
Programın değiştirilmesine yönelik eleştirilerde birçok araştırmacının ortaklaştığı
konu, MEB’ce değişimin gerekçelerinin bilimsel gerekçelere dayandırılmaktan çok
sloganlara, popüler söylemlere dayandırılmış olmasıdır.
Erzan’a (2005, s. 4-5) göre yeni eğitim sisteminin tanıtımında kullanılan “Newton
mekaniğinin ötesine geçme”, “kuantum mekaniksel düşünme”, “determinizmin terk
edilmesi”, “lineer düşüncenin terk edilmesi”, “Aristo mantığının yerine bulanık
mantık” gibi kavram ve söylemler tamamen bağlamlarından kopartılmıştır (bkz.
Bölüm 5.2.2). Ona göre bunlar bilim tarihi ve bilim felsefesinde maalasef slogan
düzeyinde tartışılmaktadır ve bu tür ifadelerin post-modernist düşünsel arka planını
anlamak gerekmektedir. “Newton mekaniğinin terk edilmesi” demek, bugüne kadar
öğrettiğimiz her şeyi öğretmekten vaz geçeceğiz demektir. Lineer bir düşünce sistemi
değil lineer bir sistemler teorisine sahibiz; “lineer düşüncenin terk edilmesi” gibi
abes bir şey söz konusu olamaz.
Özcan (2005) ise yeni Hayat Bilgisi Öğretim Programı ve Kılavuzu’nun “programın
propagandasını yaptığı”, “anne-babalara emirler yağdırdığı” ve “öğretmenlerle
velileri karşı karşıya getirecek sloganları bilimsellik adına dile getirdiği”
kanaatindedir.
Türer (2005) “[v]arolan sorunların kaynağı başkalarına ihale edilerek, sistemdeki
çözülmenin sorumluluğunu yükleyecek günah keçileri aranarak, kavramlarla gelişi
güzel oynayarak eğitimde gerçekten “yapılandırmacı” bir yaklaşım ortaya
çıkarılama[yacağını]” ifade eder. Ona göre:
Piaget, Vgotsky, Gestalt tarafından geliştirilen “yapısalcı” (yapılandırmacı) Öğrenme Kuramı’ndan ilham almakla birlikte geliştirilen yaklaşımın; ortaya konan ilk uygulamaların Yapısalcı Öğrenme Kuramı ile çok da örtüşmediği görülüyor. Bazı kavramlar muğlak hale getirilirken, bazen de bu kuramla taban tabana zıt uygulamalara yer verildiği görülüyor.
134
Örneğin bu kuramda ortaya konan belirli durumlarda doğru kabul edilen bilginin başka koşullarda yanlış kabul edilebileceği (görelilik) yaklaşımı Milli Eğitim Bakanlığının yeni geliştirdiği anlayış içinde “bilgi geçicidir” haline dönüşebiliyor. Bilginin, kavramların öğrenci tarafından, kendi deneyimine, bilgisine, zihinsel aktivitesine uygun biçimde yeniden üretilmesi yaklaşımı; giderek öğrencinin kendi kavramını kendisinin oluşturmasına dönüşebiliyor.
Güven ve Demirhan İşcan’a (2006, s. 107) göre MEB yetkililerinin “Türkiye’deki
eğitim sisteminin işe yaramaz öğrenciler yetiştirdiği” gibi “neoliberal söylemin ürünü
olan” ifadeleri var olan eğitim kültürünü küçümseyen, bilimsel olmaktan çok popüler
ifadelerdir.
İnal’ın (2006) temel tezi de, yeni programın amacının neoliberal birey modeliyle
demokrasiye değil, piyasaya ekonomisine yönelik aktörler yetiştirmek olduğudur.
Ona göre yeni program eğitsel açıdan olumlu özellikle taşısa da, program “Türk”
burjuvazisinin daha da güçlenmesi ve AB politikalarının gerekleri doğrultusunda
tasarımlanmış olan eğitsel düşünce ve uygulamaların gerektirdiği bir “proje” içinde
21. yüzyılda küresel şartlara uyarlanacak ve fakat “milli/dini direnç hatları”nı da
oluşturacak bir insan profili öngörmektedir” (s.265).
İnal’a göre ilerlemeci, nesnelci, tekçi, kaba ingirgemeci vs. kavramlarla etiketlenen
modernist Türk eğitim anlayışının ezberci, doğrusal ve öğretmen merkezli
olduğundan hareketle onun karşısına konulan usallığı, nesnelliği, doğruluğu ve
evrenselliği görecelileştiren postmodern anlayışın eğitimin merkezine alınmasının iki
önemli gerekçesi olabilir. Bunlardan birincisi AKP hükümetinin, AB ile uyum
çerçevesinde, neoliberal politikalarını bu yeni sistemde daha işlevsel hale
getirebilmesidir. Programın geneline bakıldığı zaman kalite, etkililik, verimlilik,
performans, girişimcilik gibi neoliberal ekonomik modelin kavramlarının sıkça
tekrarlandığı rahatlıkla görülür. Eğitim iş dünyasının diline tercüme edilmiştir.
İkincisi ise, AKP’nin kendi muhafazakâr kimliğini ve siyasal etkisini daha da
güçlendirmek olabilir. Zira, postmodernizmin “her şey kültüreldir” ve “herkes kendi
kültürüne göre yaşama hakkına sahip olmalıdır” iddiası İslamcılar tarafından
onaylanaktadır. Diğer taraftan İslamcıların kuşkuyla baktıkları determinizmin
135
karşısına koyulan ve postmodernistlerin baş tacı olan Kuantum teorisinin
olasılıkçılığı İslamcılar için eleştirel bir nitelik taşır (İnal, 2006).
Güven ve Demirhan İşcan (2006, s. 106), “kazanımların yurt dışındaki kitaplardan
alınmasından dolayı özellikle dinsel ve geleneksel farklılıkların programda üzerinde
yama gibi durduğu” kanaatindedir. İnal (2006, s. 282) bir yandan yaratılış teorisinin
kabul edildiği diğer taraftan yaratıcı drama gibi ders ve yöntemlerin yer aldığı
programda, “mistisizm ve bilime aynı anda ve önemde vurgu yapılması[nın], ileride
içinden çıkılmaz çelişkilere yol açabil[eceği]” endişesini belirtir.
Bunun yanı sıra, kimi kesimlerce programda aşırı ulusalcı öğelere yer verildiği, kimi
kesimlerce de ulusal öğelere yeterince yer verilmediğine ilişkin görüşler mevcuttur.
(Güven ve Demirhan İşcan, 2006, s. 114). İnal’a göreyse, yeni programda dini ve
milliyetçi değerlere, önceki programlara oranla daha az yer verilmiştir. Bunun
nedeni, “AKP’nin muhafazakâr (“müslüman demokrat”) kimliğini “liberal
demokrasi” geleneği içinde güçlendirme isteği ve arayışı olabilir.” (İnal, 2006, s.
275).
Hazır Bıkmaz (2006), gelişmekte olan ülkelere yönelik eğitim reformunun değişim
üzerine odaklandığı ancak bu değişimin nasıl yapılacağı konusunun ihmal edildiği
tespitinin Türkiye için de geçerli olduğunu kanaatindedir (s. 110). Bazı eleştirilere
bakıldığı zaman MEB’in ifade ettiği şekilde program değişikliğinin nedenlerinin ve
esas alınan yapılandırmacı yaklaşımın paradoksal bir durum içinde kaldığı görülür.
Türer’in (2005) yerden yere vurulan davranışçı ekolün önerdiği program geliştirme
anlayışı ile yapılandırmacı bir programlar geliştirilmeye çalışılmasında gördüğü
paradoks bu türdendir. İnal’ın “tüm olasılıkçı, çok yönlü nedensellikçi, kuşkucu,
doğrusal olmayan vb. yöntem ve anti-Newtonculuk iddialarına rağmen yeni
müfredat, aslında modern araştırma yöntemlerini esas al[dığının]” altını çizmesi de
bu bağlamda ele alınabilir (2006, s. 282):
Örneğin, belirlenen araştırma aşamaları (“soru-gözlem-tahmin-veri toplama-verileri kaydetme-verileri düzenleme-verileri açıklama-araştırma sonuçlarını sunma”) modern metodolojinin klasik araştırma aşamalarıdır.
136
Neden-sonuç ilişkisi, değişkenlik/benzerlik, karşılıklı bağımlılık, süreklilik gibi yeni müfredatta çokça geçen metodolojik kavramlar, modern araştırma yöntemlerinin temel unsurlarındandır. Örneğin “problem çözme becerisi”nin edinilmesi için müfredatta şu önerilmiştir:”1)Problemi tanımlama ve sınırlama, 2)Problemin çözümüne yönelik hipotezler ortaya atma, 3)Veri ve kaynak araştırması yapma, 4)Hipotezleri test etme, ve 5) Probleme yönelik bir çözüme varma”.
Bıkmaz’ın (2006, s. 106) dikkat çektiği gibi, yeni öğretim programını uygulayacak
öğretmenlere verilen hizmet içi eğitimin anlatan merkezli bir anlayışla yürütülmesi
de aynı çerçevede bir paradokstur. Bıkmaz bunu programın, ilk uygulayıcıları
tarafından içselleştiremediğine yorar.
Güven ve Demirhan İşcan (2006, s. 104), yöntem konusunda da yeni programlarda
kavram karmaşası olduğu görüşündedir. Program tanıtım kitapçığında bile bunları
görmek mümkündür. Örneğin yapılandırmacı yaklaşım, aktif öğrenme yöntemleri ya
da öğrenen merkezli yöntemler biçiminde açıklanmıştır.
5.4.2 Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler ve Tarih Öğretimi Programlarına Yönelik
Eleştiriler
Ortaöğretim tarih programlarının eleştirel bir incelemesini yapan Öztürk (2009),
programın genel amaçları ve ilkelerinde köklü bir değişim önerisi bulunmasına
rağmen, içerikte bunu görmenin mümkün olmadığını belirtir. Ona göre, tarih dersleri
içeriği ansiklopedik bilgilerle yüklüdür ve üniversite tarih düzeyindeki genel tarih
öğretiminin biraz basitleştirilmiş versiyonu gibi durmaktadır. Programda her ne
kadar bilgi ve beceriyi dengeleyen ve tarihsel düşünme becerilerini edindirmeye ve
geliştirmeye yönelik bir öğretim öngörülse de, belirlenen içerik ve konuların
yoğunluğu bilgi aktarımına yönelik yaklaşımın devam ettiğini gösterir. Bunu konu
tanımlarının yapıldığı bölümlerde de görmek mümkündür. Burada her biri konu için
belirlenen kazanımlarda, programın genel ilke ve yaklaşımlarında belirtildiğinin
aksine, bilgi edindirme tutum ve beceri kazandırmaya göre çok daha fazla ön
plandadır.
Öztürk’ün (2009) yeni ortaöğretim programlarında gördüğü bir diğer önemli eksiklik
öğretmen otoritesi sorunudur. Öztürk, programda belirtilen farklı kazanımların
137
öğrenciler tarafından edinilmesi için öğretmenlerin etkinlikler planlayıp uygulaması,
öğrencilerin ilgi, beklenti ve zeka türlerine göre çeşitli öğretim yöntemleri
uygulaması gerektiğini belirtir. Bu açıdan öğretmen sınıf ortamında bir esnekliğe
sahip olmalıdır. Ancak program öğretmenlerin neler yapması gerektiğini uzun uzun
anlatma, onlara yetki ve serbestlik konusunda imkan tanımamaktadır.
Bu anlamda benzer bir eleştiri de Rıfat Okçabol’dan gelir. Okçabol’a göre yeni
müfredatın, belki nitelikli okullarda başarılı olabilir. Ancak bu programı
benimsemediğini belirtir: “Çünkü bu müfredat anlayışında, öğretmenin askeri talimat
gibi kelimesi kelimesine ne söyleyeceğini belirleyip onu bekleyen bir yapısı var.
Öğretmenlik duruma göre, çocuğun durumuna göre yaratıcı olması ve mesleğin
içinden bir şeyler kapması gereken bir meslektir” (Evrensel, 05.06.2005).
Başka eleştirilerde de, Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler programlarında öğretmenin
aktarıcı ve kontrol edici rolünün baskın olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca bu
derslerin programlarında dünyadaki gelişme ve araştırmalara paralellik sağlayacak
şekilde hazırlanmaya çalışıldıysa da, hem kuramsal hem de araştırmaya dayalı
kaynaklarda öngörüldüğü gibi eğitim sistemimiz için geçerli olan başka
yaklaşımlarla bütünlük ve devamlılık içinde ve belli bir denge sağlanarak
düzenlenememiştir. (ERG, 2005).
Yaşar’a göreyse, sosyal bilgiler programında çağdaş dünyaya ayak uydurabilen
bireylerin yetiştirilmesi amaçlandıysa da, küresel değerlerle donanmış vatandaşlar
yetiştirme gibi kazanımlara yer verilmemiştir. Bunun yerine kültürümüzün diğer
toplum ve kültürlerle karşılaştırılması yoluna gidilmiştir (Yaşar, 2005’ten akt.,
Gömleksiz ve Bulut, 2006, s. 408).
5.4.3 Yeni İlköğretim Programlarının Uygulama Alanındaki Sorunları 2004-2005 öğretim yılında pilot illerde uygulanmaya başlayan yeni program, ciddi
bir düzeltme ve yenileme yapılmadan, taslak programa göre hazırlanmış kitaplarla
2005-2006 öğretim yılından itibaren bütün ülkede uygulamaya konulmuştur (Güven
ve Demirhan İşcan, 2006, s. 101).
138
Hazır Bıkmaz’a (2006, s. 105) göre öğretmenler hem pilot uygulama hem de genel
uygulama sürecinde yeterince bilgilendirilmemiştir. Başka araştırmalarda da
öğretmenlerin ciddi bir hizmet içi eğitime ihtiyaçları olduğu fikri baskındır (Kayıkçı
ve Sabancı, 2009, s. 245; Özpolat, Sezer, İşgöre ve Sezer, 2007, s. 210; Yapıcı ve
Leblebicier, 2007).
Hizmet içi eğitimin sağlıklı yapılmayışı, yapılan araştırmalarda ilginç bulgulara
rastlamamıza neden olmaktadır. Örneğin, Kayıkçı ve Sabancı’nın (2009) yaptığı
araştırmanın sonuçlarında öğretmenlerin bir taraftan programdaki etkinlikleri,
yaparak yaşayarak öğrenmeyi, zaman kaybı olarak gördüğüne, diğer taraftan da
etkinliklerin öğrencilerin derse aktif katılımını sağlamada faydalı olduğunu
düşündüklerine rastlayabiliyoruz (s. 210).
Başka bir araştırmada ise, hem öğretmenlerin programın hedeflerini ya da temel
felsefesini tam olarak anlamadığı ifade edilmekte, hem de programın öğretmenler
tarafından olumlu algılandığı, uygulanabilir bulunduğu, öğrencileri bilişsel, duyuşsal
ve devinimsel olarak geliştirici yönünün olduğu ifade edilmektedir (Özpolat, Sezer,
İşgöre ve Sezer, 2007). Programın hedefini ya da felsefesini anlayamamış
öğretmenler programı nasıl oluyor da olumlu algılıyorlar?
Dolayısıyla, yeni öğretim programının etkililiğini belirlemeye çalışan araştırmaların
da özel olarak bir incelemeye tabi tutulması, buradan hareketle araştırmaların nitelik
ve nicelik olarak geliştirilmesi acil bir sorun olarak görülmektedir. Öğretmen,
yönetici ve veli görüşmelerine başvurularak yapılan çalışmalarda bir naiflik
sezilmektedir. Kimi araştırma bulgularında ele alınan felsefi boyut, insan ve madde
kaynakları, öğrenme-öğrenme sürecinin etkiliği gibi konulardaki bütün görüşlerde
“çok olumlu” düzeyinde sonuçlarına ulaşılması, her şeyin mükemmel yürüdüğü gibi
bir izlenim vermektedir . Halbuki başka araştırmalarda, yeni eğitim sisteminde bazı
bakımlardan sorun ve eksiklikler içerdiği açıkça ifade edilmektedir (incelenen
araştırmalar için bkz. Özpolat, Sezer, İşgöre ve Sezer, 2007; Kayıkçı ve Sabancı,
2009; Yapıcı ve Leblebicier, 2007; Gömleksiz ve Bulut, 2006; Erdoğan, 2007;
139
Bu anlamda Hazır Bıkmaz’ın öğretim programlarında ve program tanıtımlarında sık
sık tekrarlanarak sloganlaştırılan ve öğretmenler tarafından yanlış anlaşılabilecek
bazı konulardaki uyarılarının dikkate değer olduğu kanaatindeyiz (2006):
• Bireysel farklılıkları dikkate almak sadece yöntem zenginliği ile sağlanmaz.
Aynı zamanda öğrencilerden beklentilerimizin de farklılaşması
gerekmektedir.
• Etkin öğrenme sadece etkinlik yapmak değildir. Amaç etkinlik yapmak
değildir; etkinliklerin hedefi, belirlenen temların daha iyi öğrenilmesine
yardımcı olmaktır.
• Etkin öğrenme sadece fiziksel ya da sosyal anlamda anlaşılmamalıdır.
Aslolan zihinsel anlamda harekete geçirmektir.
• Sanıldığının aksine öğretmenlerin güçlü bir alan bilgisine ihtiyaç
duyulmaktadır.
• Ölçme ve değerlendirme yeni tekniklerin yanında geleneksel ölçme ve
değerlendirme teknikleri de kullanılabilir.
• Öğretmenlerin yükü daha da artacaktır. Öğretmenler yetersiz alt yapı
nedeniyle öğretme-öğrenme sürecini planlama ve uygulama konusunda
birçok güçlük yaşayacaklar ve çözüm için uzun bir zamana ihtiyaç
duyacaklardır.
İnal’ın (2006) yeni müfredatın uygulanma sürecinde gördüğü olası sorunları
aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
• Öğretmen merkezli anlayışla eğitim almış olan ve bu güne kadar aynı şekilde
eğitim vermiş olan mevcut öğretmenlerin yapısı ile yeni program arasında
ciddi çelişkiler vardır. Bu çelişkilerin ortadan kaldırılması uzun zaman
alacaktır.
• Klasik yöntemlerle eğitim almış olan öğretmenler, yeni programın
uygulanması sürecinde ilk aşamada silikleşebilir.
• Yeni programın ön gördüğü öğretim tekniklerini uygulamak için zaman,
mekan, para, eleman vb. anlamlarda alt yapı yetersizdir.
140
• Çoklu zeka kuramı, iddia edildiğinin aksine, mevcut sistemde uygulanamaz.
Bunun için klasik danışma ve rehberlik hizmetleri yetersizdir. Ayrıca bu
kuram, aşırı uzmanlaşmayı tetikler ve çoklu gelişmeyi engeller.
• Sistemin amaçları bakımından ölçme ve değerlendirme sorunları devam
edecektir.
Yeni programın etkililiği konusunda yapılan araştırmalarda sınıfların kalabalıklığı,
araç-gereç yetersiziliği gibi teknik konuların, öğrencilerin hazırbulunuşluğunu
olumsuz yönde etkilediği; öğretmenlerin değerlendirmenin nasıl yapılacağı
konusunda kafa karışıklıklarına sahip olduğu açıkca görülmektedir.
141
6. BÖLÜM
TARTIŞMA VE SONUÇ
Yapılandırmacı yaklaşım 1960’lardan bu yana gittikçe artan bir ilgiye sahiptir.
Öğrenme teorisi olarak ortaya çıkan bu yaklaşım, süreç içerisinde bir eğitim felsefesi
konumuna gelmiş, ülkemiz örneğinde de görüldüğü üzere, ulusal eğitim
programlarında yer işgal etmeye başlamıştır.
Ancak yapılandırmacılık yeşermekte olan başka anlayışlardan soyutlanmış bir
anlayış olarak ortaya çıkmamış, özel bir sürecin parçası olmuştur. Her ne kadar
kuramsal temelleri çok gerilere götürülse ve yapılandırmacılık özelinde “yeni şişede
eski şarap” eleştirisi getirilse de, postmodernist anlayışın, yapılandırmacı yaklaşımın,
yapısökümcülük olarak ifade edilen postmodern tarih anlayışının ve tarih öğretiminin
sosyal amaçları karşısında tarih öğretiminin disiplin içi amaçlarının benzer dönemde,
1970’lerde, ortaya çıkmaları ve/veya gittikçe büyüyen bir ilgiye mazhar olmuş
olmaları anlamlıdır.
Bütünsel bir perspektiften bakıldığında paradigma, bilim, eğitim, tarih ve tarih
öğretimi anlayışlarında aşağıdaki tablodaki gibi bir saflaşma görmek mümkündür.
Tablo 4
Paradigma, bilim, eğitim, tarih ve tarih öğretimi anlayışları
Modernizm Postmodernizm
Pozitivizm Post-pozitivizm/post-yapısalcılık
Newton fiziği Kuantum fiziği
Geleneksel/İlerlemeci eğitim yaklaşımı Yapılandırmacı yaklaşım
Kurmacı/Yeniden kurmacı tarih anlayışı Yapısökümcü tarih anlayışı
Tarihin öğretiminin sosyal amaçları Tarih öğretiminin disiplin içi amaçları
Bu tablo iki açıdan yorumlanabilir.
142
Kabaca ifade etmek gerekirse, tablonun sol sütunundakiler birlikte ele alındığında bu
anlayışlarda dış dünyada mevcut bir gerçekliğin var olduğu, bu gerçekliğin bilgisine
ulaşılabildiği, olgu ve olaylar arasında nedensel bir bağ kurulabildiği ve buradan
hareketle bazı öngörülerde bulunmanın mümkün olduğu temelinde bir ortaklık
görülebilir.
Buna karşılık tablonun sağ sütunundakiler dışsal bir gerçekliğin var olmadığı, olsa
bile bizim bu gerçekliğin nesnel bilgisine ulaşamayacağımız, bilgiyi bireysel ve/veya
toplumsal olarak oluşturduğuz, mutlak anlamlara sahip olmadığımız ve bu nedenle
tek bir doğru yerine en iyisinden çoklu anlamlara/olasılıklara itimat etmemiz
gerektiği temelinde ortak bir anlayışa sahiptir.
İkinci olarak, tek tek incelendiğinde tablonun solundaki anlayışların alanlarında
egemen anlayışlar olduğunu, ancak bunların karşısına denk gelen anlayışların
gittikçe güçlenmekte olduğu ve sözünü ettiğimiz egemen anlayışların yerine geçme
çabasıyla onları bir krize soktuğunu ifade edebiliriz.
Tabloyu bu çerçevede yorumladığımızda, modernizm ile postmodernizm arasında ve
onların bilgi anlayışlarını ifade eden pozitivizm ve postpozitivizm arasında katı bir
karşıtlığın var olduğunu söylemek mümkündür. Postmodernizmi modernizmin
devamı olarak okuyan bir bakış açısı mevcutsa da, genel eğilim onun modernizmden
bir kopuşa işaret ettiği yönündedir.
Diğer taraftan Newton fiziğinin modernist paradigmaya, kuantum fiziğinin de
postmodernist paradigmaya kaynaklık ettiği görülmektedir. Söylem düzeyinde
bakıldığında bu fizik kuramlarının birbirlerini yadsıdığı görüşü hakimdir.
Postmodernizme göre kuantum fiziği Newton fiziğinin geçerliliğini sona erdirmiştir.
Ancak, bilimsel araştırmalar kuantum fiziğinin Newton fiziğinin geçerliliğini sona
erdirdiğini değil; Newton fiziğinin açıklamalarının yetersiz kaldığı belli koşullarda
kuantum fiziğinin açıklamada bulunduğunu, bu haliyle de kuantum fiziğinin Newton
fiziğini tamamladığını göstermektedir. Öyleyse, aralarındaki karşıtlık söylemden
ibarettir ve bu yanlış algılamanın kaynağı bilim okur-yazarlığındaki eksikliktir.
143
Geleneksel/ilerlemeci eğitim yaklaşımı ile yapılandırmacı yaklaşım arasındaki ilişki
ise geleneksel eğitim ile ilerlemeci eğitim kavramlarının ele alınış şekline ve
yapılandırmacılığın hangi boyutunun ve hangi kolunun söz konusu edildiğine göre
farklı yorumları gerektirmektedir.
İlk olarak her yönüyle geleneksel eğitim anlayışı ile yapılandırmacılığın bir karşıtlık
ilişkisi içerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlerlemeci eğitim anlayışı ile
yapılandırmacılık ilişkisinde ise ilerlemecilikle bilişsel yapılandırmacılığın bir
karşıtlık ilişkisine sahip olmadığı, aksine aralarında yakınlık bulunduğunu ifade
edebiliriz. Zira, bilişsel yapılandırmacılık içerisinde pozitivist ve ilerlemeci formlar
taşımaktadır.
Bunun yanı sıra sosyal yapılandırmacılık ve özellikle radikal yapılandırmacılık
ilerlemeci eğitim anlayışıyla bir karşıtlık içerisindedir.
Diğer taraftan yapılandırmacılığın eğitim felsefesine yönelik ağır eleştirilerde
bulunanların onu öğretim yöntemi olarak yapılandırmacılıktan ayırdığını;
yapılandırmacılığın ön plana çıkardığı öğretim yöntem, strateji ve tekniklerin
çoğunun ilerlemeci eğitim felsefesi içerisinde değerlendirilebileceği ve
yapılandırmacılıkla birlikte öğretim yöntem, strateji ve tekniklerin geliştirilerek
gündeme getirildiği görüşünün yoğunluk kazandığını, bu anlamda olumlandığını
kaydetmek gerekir.
Ülkemiz yeni eğitim sistemi açısından bakıldığında, öğretim programlarının felsefi
temellerinin sosyal ve radikal yapılandırmacılık izleri taşımaktadır. Yeni eğitim
sistemine yönelik eleştirilerde, eğitimin sisteminin felsefi temellerine bu yaklaşımın
bulunmasının yanı sıra; öğretim programlarının geliştirilme sürecine geleneksel ve
ilerlemeci anlayışın hakim olduğu, öğretim durumlarının sağlanması için
yapılandırmacı olarak sunulan yöntem, strateji ve tekniklerin büyük ölçüde
ilerlemeci anlayışta da yer aldığı ve öğretim programlarında yer alan kazanımların
144
çoğu zaman yapılandırmacı felsefe ile uyuşmadığı gibi tutarsızlıklara vurgunun
yapıldığı görülmektedir.
Tablodaki kurmacı/yeniden kurmacı tarih anlayışı ile yapısökümcü tarih arasındaki
karşıtlık, modernizm ile postmodernizm arasındaki karşıtlık kadar keskindir. Bu
karşıtlığı daha kapsamlı bir anlayış olan modernizmin ve postmodernizmin tarih
disiplini üzerine yansıması olarak görmek mümkündür.
Ayrıca, tablonun sağ tarafı açısından tarih disiplini hem yapılandırmacılık hem de
postmodernizm açısından büyük önem taşır. “İnsan sadece kendi yaptığı şeyi
bilebilir” anlayışıyla yorumcu bir tarih felsefesi geliştirmiş olan Vico’nun
Glasersfeld tarafından yapılandırmacılığın gerçek babası sayılması ve postmodernist
anlayışın postyapısalcı edebiyat eleştirisi ve “Yeni Tarih” anlayışları üzerinde
yükselmesi dikkate değerdir.
Konuya tarih öğretiminin amaçları açısından yaklaşıldığında tarih disiplinine yönelik
pozitivist yaklaşımların tarih öğretiminin sosyal amaçlarına; yorumcu yaklaşımların
disiplin içi yaklaşımlara öncelik verdiği görülmektedir. Diğer saflaşmalarda olduğu
gibi tarih öğretiminin disiplin içi amaçlarına yönelik vurgu da 1970’lerden bu yana
gittikçe güç kazanmaktadır.
Ancak, tarih disiplininin işlevi hakkındaki yorum farklılığının öğretim programlarına
bu yorumlardan birinin tercihi şeklinde yansıdığını söylemek mümkün değildir. Yeni
tarih öğretim programları ele alındığında tarih öğretiminin sosyal amaçlar
bakımından hala önem taşıdığı, buna karşın tarih öğretiminin disiplin içi amaçlarına
eski programlara oranla daha çok yer verildiği görülmektedir.
Bu paralelde, tarih öğretim programlarındaki tarih anlayışında yorumcu
yaklaşımların üzerinde durduğu yerel tarih, sözlü tarih gibi yaklaşımların da önem
kazandığı görülmektedir. Kurmacı olarak tanımlanan tarih anlayışı literatüründe de
geniş yer kaplayan yerel tarih ve sözlü tarih yaklaşımları, yapısökümcü olarak
tanımlanan postmodern tarih anlayışı ile birlikte makro tarihlerin parçası olmaktan
145
arındırılmış bir şekilde tekrar gündeme gelerek tarih öğretim programlarında yer
bulmuştur. Ancak bütün olarak bakıldığında, tarihsel bilgiye ulaşmanın mümkün
olmadığı, dolayısıyla geçmişe ilişkin küçük öykülerle yetinmek gerektiğini ifade
eden postmodernist yapısökümcü tarih anlayışının tarih öğretimi programlarındaki
tarih anlayışına egemen olduğu söylenemez.
Tarih öğretimi programlarındaki tarih anlayışı Collingwoodcu biz çizgide duruyor
görünmektedir. Bu çizgi, tarihi bilimsel bir disiplin olarak gören, tarih
araştırmalarında bilimsel problem çözme yöntemine, tarihsel kanıtı sorgulama
becerilerine önem veren; tarihsel bilginin değişebilirliğine ve yorumcuya göre
farklılık gösterebileceğine vurgu yapan bir çizgidir. Bu haliyle Vico ve Croce
etkilenimli Collingwood çizgisi, uzun bir süre tarih yazıcılığı alanında başköşeye
oturtulmuş olan Collingwood etkilenimli Carr çizgisinin bilimsel tarih anlayışına
yakın, nesnel tarih anlayışına uzaktır ve tarih anlayışında göreceliğe göz
kırpmaktadır.
Sonuç olarak, yukarıda tartışıldığı üzere daha kapsamlı bir anlayışın parçası olarak
görülen yapılandırmacı yaklaşımın nesnel bilgiyi tamamen ya da büyük ölçüde
reddetmesi, bilgiyi geçici ve duruma bağlı olarak ele alması ve onun oluşumunda
kültüre merkezi önem atfetmesi, öznelliği ve göreliliği temel ilkeler haline getirmesi
onun birçok bakımdan eleştirilmesini beraberinde getirmiştir.
Yapılandırmacılık postmodernizmin eğitimdeki uzantısı olarak görülmüş ve ona
yönelik eleştiriler de daha çok onun postmodern karekteri üzerinden yapılmıştır. Her
ne kadar yapılandırmacılığın önde gelen isimleri Piaget ve Vygotsky’nin çalışmaları
modern temeller üzerinde yükselmiş olsa da, özellikle sosyal ve radikal
yapılandırmacı anlayışların postmodern kaynaklara sahip olduğu ifade edilmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı’nca belirtilmiş olduğu üzere, yeni eğitim sistemine duyulan
ihtiyacın gerekçeleri ve “dünya belirli bir şekilde vardır ve biz onu keşfederiz”
anlayışı yerine “kendi dünyamızı oluşturmak için dünya ile etkileşiriz ve kendi
dünyamızı kurarız” anlayışının esas alındığı yeni öğretim programlarının felsefi
146
temelleri de onu modernist bir yaklaşımın ürünü olmaktan çok postmodernist bir
yaklaşım olarak tanımlamamıza imkan tanımaktadır.
Yapılandırmacılığın bilgiyi, gerçekliği ve doğruyu göreceleştirerek postmodern
anlayışla paralellik göstermesi onun postmodern bir anlayış olarak ifade edilmesinin
gerekçelerini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan yapılandırmacılık kimileri tarafından
seküler bir din ya da bir ideoloji olarak görülmüş, kimileri tarafından ulus devletlerin
parçalanmasına ve geri kalmış ülkelerin geri kalmışlığıyla gelişmiş ülkeler için
hammadde ve pazar olarak kullanılmasına olanak tanıyan neoliberal politikaların bir
aracı olarak eleştirilmiştir.
147
KAYNAKÇA
Abbott, J., & Ryan, T. (1999). Constructing knowledge, reconstructing schooling.
Educational Leadership, 57(3), 66-69
Airasian, P. W., & Walsh, M. (1997). Construcitivist cautions. Phi Delta Kappan,
78, 444-449
Aksoy, M. (2007). Türkiye’deki bilim anlayışı hakkında genel bir eleştiri. Kocaeli
Ulusal Teknik Eğitim, Mühendislik ve Eğitim Bilimleri Genç Araştırmacılar
Sempozyumu (20-22 Haziran)
Akşin, S. (2007). Tarih öğretimimizde temel paradigma sorunu. S. Özbaran (Yay.
Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca Sempozyumu (2. baskı)
(s. 62-68). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Alabas, R., & Dilek, D. (2009). Primary school students’ conception of history.
Procedia Social and Behavioral Sciences, 1, 1605-1610
Alpargu, M., Sahin, E., & Yazici, S. (2009). Teaching history and its contribution to
peace. International Journal of Social Inquiry, 2(2), 199-214
Applefield, J. M., Huber, H., & Moallem, M. (2001). Constructivism in theory and
practice: Toward a better understanding. The High School Journal, 84 (2), 35
– 53
Arslan, M. ( 2007). Eğitimde yapılandırmacı yaklaşımlar. Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi Dergisi, 40 (1), 41–61
Asan, A., Güneş, G. (2000). Oluşturmacı öğrenme yaklaşımına göre hazırlanmış
örnek bir ünite etkinliği. Milli Eğitim, 147, [Online]:
148
http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/147/asan.htm Web adresinden 26 Nisan
2010 tarihinde edinilmiştir.
Aslan, E. (2000). Yerel tarihin tanımı, gelişimi ve değeri. Tarih yazımında yeni
yaklaşımlar. Küreselleşme ve yerelleşme (s. 195-204). İstanbul: Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Aslan, E. (2006). Neden tarih öğretiyoruz? Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim
Fakültesi Dergisi, 20, 162-174
Aslan S., ve Yılmaz, A. (2001). Modernizme bir başkaldırı projesi olarak
postmodernizm. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2
(2), 93-108
Ata, B. (1998). Tarih öğretimine bilimsel problem çözme yönteminin uygulanmasına
yönelik bir model. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ata, B. (1999). İngiltere’de Piaget ve Bruner’in görüşlerinin ilköğretimde tarih
öğretimine yansıması üzerine bir araştırma. Pamukkale Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 6, 44-51
Ata, B. (2003). Rousseau, Emile ve tarih öğretimi. Milli Eğitim Dergisi, 159
Ata, B. (2006). Üniversite öncesi tarih öğretiminde siyasi tarih’in yeri. Türkiye’de
Siyasi Tarih’in Gelişimi ve Sorunları Sempozyumu (s. 31-48). Ankara:
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Aybars, E. (2007). Türk devrim tarihi nasıl verilmelidir? S. Özbaran (Yay. Haz.),
Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca Sempozyumu (2. baskı) (s. 285-
294). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
149
Aydın, B. (2005). Davranışçı yaklaşım ve öğrenme. B. Aydın (Ed.), Gelişim ve
öğrenme (185-208). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım
Aydın, H. (2006a). Postmodernizmin eğitimdeki uzantısı: Felsefi yapılandırmacılık.
Bilim ve Gelecek Dergisi, 29, 31-43
Aydın, H. (2006b). Eleştirel aklın ışığında postmodernizm, temel dayanakları ve
eğitim felsefesi. Eğitimde Politika Analizleri ve Stratejik Araştırmalar
Dergisi, 1(1), 27-48
Aydın, H. (2006c). Eğitim sisteminde modern ve post-modern roller. Bilim ve
Gelecek Dergisi, 33, 60-71
Aydın, H. (2007). Yapılandırmacı yaklaşımda doğruluk, gerçeklik ve bilim eğitimi.
Üniversite ve Toplum, 7(2), [Online]: http://www.universite-toplum.org Web
adresinden 22 Aralık 2009 tarihinde edinilmiştir.
Aydın, H. (2008). Postmodern çağda İslam ve bilim. İstanbul: Bilim ve Gelecek
Kitaplığı
Aydın, S. (1993). Modernleşme ve milliyetçilik. Ankara: Gündoğan Yayınları
Aysevener, K. (2001). Collingwood’un tarih felsefesi. Ankara: İmge Yayınevi
Bacanlı, H. (2000). Gelişim ve öğrenme. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım
Bağcı Kılıç, G. (2001). Oluşturmacı fen öğretimi. Kuram ve Uygulamada Eğitim
Bilimleri, 1 (1), .7-22
Bahar, M., ve Karakırık, E. (2004). Radikal oluşturmacılığa eleştirel bir bakış. Abant
İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 3 (5), 62 – 77
150
Barkan, Ö. B., ve Meriçli, E. (1988). Hüdavendigâr Livası Tahrir Defterleri I.
Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Barthes, R. (1977). Image, music, text (S. Heath, Translated by). New York: Hill and
Wang
Becermen, M. (2004). Dilthey, Heidegger ve Gadamer’de anlama sorunu.
(ULAKBİM Makale no: 44753)
Beratlı, N. (2006). Bilim mi, sanat mı, propaganda mı? Tarih nedir? Kıbrıs Yazıları,
3, 3-20
Bereiter, C. (1994). Constructivism, socioculturalism, and Popper’s world 3.
Educational Researcher, 23(7), 21-23
Berktay, H. (1983). Cumhuriyet ideolojisi ve Fuat Köprülü. İstanbul: Kaynak
Yayınları
Berktay, H. (2007). Dünyada ve Türkiye’de tarihçiliğin durumu ve dilinin
evrenselleşmesi üzerine düşünceler. S. Özbaran (Yay. Haz.), Tarih Öğretimi
ve Ders Kitapları 1994 Buca Sempozyumu (2. baskı) (s. 69-86). İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Bernal, J. D. (2008). Tarihte bilim 2 (T. Ok, Çev.). İstanbul: Evrensel Basım Yayım
(Eserin aslının basım tarihi 1954).
Bilgin, N. (2007). Kimlik arayışı olarak resmi tarih. S. Özbaran (Yay. Haz.), Tarih
Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca Sempozyumu (2. baskı) (s. 107-122).
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Birkök, M. C. (1998). Modernizmden postmodernizme: Yeni problemler. Yeni
Türkiye, 19-20, 525-537
151
Black, L. (2003). Tarih öğretim ve öğreniminde yöntem sorunları. O. Köymen (Yay.
Haz.), Tarih eğitimine eleştirel yaklaşımlar (s. 28-33). İstanbul: Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Bloch, M. (1985). Avrupa toplumlarının karşılaştırmalı tarihi için. A. Boratav (Der.),
Tarih ve tarihçi. Annales okulu izinde (20-49). İstanbul: Alan Yayıncılık.
Boghossian, P. (2006). Fear of knowledge: Against relativism and constructivism.
New York: Oxford University Press Inc.
Bora, T. (1998). Türk sağının üç hali. Milliyetçilik - Muhafazakarlık - İslamcılık.
İstanbul: Birikim Yayınları
Boratav, A. (Der.). (1985). Tarih ve tarihçi. Annales okulu izinde. İstanbul: Alan
Yayıncılık
Braudel, F. (1992). Tarih üzerine yazılar (M. A. Kılıçbay, Çev.). Ankara: İmge
Kitabevi Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1969).
Breckman, W. (2000). İmgelemin öznesi. Tarih yazımında yeni yaklaşımlar.
Küreselleşme ve yerelleşme (s. 236-247). İstanbul: Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı.
Brooks, M. G., & Brooks, J. G. (1999a). The courage to be constructivist.
Edicational Leadership: The Constructivist Classroom, 57 (3), 18-24
Brooks, M. G., & Brooks, J. G. (1999b). In search of understanding: the case for
constructivist classrooms (2nd editon). Alexandria, VA: Association for
Supervision and Curriculum Development.
152
Brown, D. (1991). Postmodernizme kurumsal bir yaklaşım (M. Sakal, Çev.).
http://www.canaktan.org/ekonomi/anayasal_iktisat/diger_yazilar/sakal-
postmodernizm.pdf Web adresinden 11 Şubat 2010 tarihinde edinilmiştir.
Brubacher, J. S. (1982). Birkaç eğitim felsefesi (A. F. Oğuzkan, Çev.). Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 15 (1), 76-83.
Burbules, N. C. (2000). Moving beyond the impasse. D. C. Phillips (Eds.),
Constructivism in education: Opinions and second opinions on controversial
issues (s. 308-330). Chicago: The National Society for the Study of Education
Burke, P. (1994). Tarih ve toplumsal kuram (M. Tunçay, Çev.). İstanbul: Toplumsal
Tarih Vakfı Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1980)
Burke, P. (2006). Fransız tarih devrimi: Annales okulu (2. baskı), (M. Küçük, Çev.).
Ankara: Doğu-Batı Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1990).
Bury, J. (1978). Düşünce özgürlüğünün tarihi (D. Batu, Çev.). İstanbul: Erdini
Basım ve Yayınevi (Eserin aslının basım tarihi 1913).
Carr, E. H., ve Fontana, J. (1992). Tarih yazımında nesnellik ve yanlılık (Ö.
Ozankaya, Çev.). İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları
Carr, E. H. (2002). Tarih nedir (2. Baskı), (M. G. Gürtürk, Çev.). İstanbul: İletişim
Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1961).
Cevizci, A. (1999). Felsefe sözlüğü (3. baskı). İstanbul: Paradigma (Eserin ilk basım
tarihi 1996).
Collingwood, R. G. (2001). Tarih felsefesi üzerine denemeler (2. Baskı), (E. Özvar,
Çev.). İstanbul: Ayışığıkitapları
153
Collingwood, R. G. (2005). Tarihin ilkeleri ve tarih felsefesi üzerine başka yazılar
(A. H. Aydoğan, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Cooper, H. (1999). Historical thinking and cognitive development in the teaching of
history. H. Bourdillon (Eds.), Teaching history (5th edition), (s. 101-121).
London: Routladge
Cooper, H., & Dilek, D. (2004). Children’s thinking in history: Analysis of a history
lesson taught to 11 year olds at Ihsan Sungu School, Istanbul. International
Journal of Historical Learning, Teaching and Research, 4(2), [Online]:
http://www.heirnet.org/IJHLTR/journal8/8contents.htm Web adresinden 17
Mayıs 2010 tarihinde edinilmiştir.
Cooper, P. E. (1993). Paradigm in shift designed instruction: from behaviorism to
cognitivism to constructivism. Educational Technology, 33 (5), 12 – 18
Cottingham, J. (1995). Akılcılık (B. Gözkan, Çev.). İstanbul: Sarmal Yayınevi
Crebbin, W. (2000). Revisioning learning – contributions of postmodernism,
constructivism and neurological research.
http://www.aare.edu.au/00pap/cre00462.htm Web adresinden 11 Mart 2010
tarihinde edinilmiştir.
Çebi, B. (2006). Sokratesçi öğretme yaklaşımının ilköğretim Türkçe eğitim
programına yansıması ve uygulamadaki durum. Yayınlanmamış yüksek
lisans tezi. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Çelik, H., ve Ekşi, H. (2008). Söylem analizi. Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Dergisi, 27, 99 – 117
Çelikkaya, H. (1999). Öğretmenlik mesleğine giriş (2. baskı). İstanbul: Alfa Basım
Yayım Dağıtım
154
Çınar, O., Teyfur, E., ve Teyfur M. (2006). İlköğretim okulu öğretmen ve
yöneticilerinin yapılandırmacı eğitim yaklaşımı ve programı hakkındaki
görüşleri. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 7 (11), 47 – 64
Demircioğlu, İ. H. (2001). Does the teaching of history in Turkey need reform?
International Journal of Historical Learning, Teaching and Research, 2 (1),
[Online]: http://www.heirnet.org/IJHLTR/journal3/journalstart.htm Web
adresinden 10 Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir.
Demircioğlu, İ. H. (2007). Tarih öğretiminde öğrenci merkezli yaklaşımlar (2.
baskı). Ankara: Anı Yayıncılık
Demircioğlu, İ. H., ve Tokdemir, M. A. (2008). Değerlerin oluşturulma sürecinde
tarih eğitimi: Amaç, işlev, içerik. Değerler Eğitim Dergisi, 6(15), 69-88
Demirel, Ö. (2006). Kuramdan uygulamaya eğitimde program geliştirme (9. baskı).
Ankara: Pagem A Yayıncılık.
Demirel, Ö. (2007). Öğretimi planlama ve değerlendirme öğretmen sanatı (11.
baskı). Ankara: Pagem A Yayıncılık.
Deryakulu, D. (2000). Yapıcı Öğrenme. A. Şimşek (Eds.), Sınıfta demokrasi (s.53-
77). Ankara: Eğitim-Sen Yay.
Devitt, M. (1997). Realism and truth (Second Edition). New Jersey: Princeton
University Press. (Eserin ilk baskı tarihi 1984).
Dilek, D. (2002). Tarih derslerinde öğrenme ve düşünce gelişimi (2. baskı). Ankara:
Pagem A Yayıncılık.
155
Dilek, D., ve Safran, M. (Ed.). (2008). 21. yüzyılda kimlik, vatandaşlık ve tarih
eğitimi. İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi
Dilek, D., ve Yapıcı, G. S. (2005a). Öykülerle tarih öğretimi yaklaşımı. Dokuz Eylül
Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Dergisi, 18, 115-130
Dilek, D., & Yapıcı, G. (2005b). The use of stories in the teaching of history.
International Journal of Historical Learning, Teaching and Research, 5(2),
[Online]:http://www.heirnet.org/IJHLTR/journal10/journalcontents.htm Web
adresinden 24 Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir.
Dosse, F. (2008). Ufalanmış tarih (I. Ergüden, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları
Dougiamas, M. (1998). A journey into constructivism.
http://dougiamas.com/writing/constructivism.html#intro Web adresinden 26
Şubat 2010 tarihinde edinilmiştir.
Duit, R. (1994). The constructivist view in science education what it has to offer and
what should not be expected from it. Proceedings Of The International
Conference Science and Mathematics for The 21st Century: Towards
Innovatory Approaches, 26/9 – 1/10. Concepción, Chile.
http://www.if.ufrgs.br/public/ensino/N1/3artigo.htm Web adresinden 15 Mart
2010 tarihinde edinilmiştir.
Durmuş, S. (2001). Matematik eğitimine oluşturmacı yaklaşımlar. Kuram ve
Uygulamada Eğitim Bilimleri, 1 (1), 91 – 107
Erden, M., ve Akman, Y. (2001). Gelişim ve öğrenme. Ankara: Arkadaş Yayınevi
Erdener, E. (2009). Vygotsky’nin düşünce ve dil gelişimi üzerine görüşleri: Piaget’e
eleştirel bir bakış. Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, 7 (1), 85 - 103
156
Erdem, E., ve Demirel, Ö. (2002). Program geliştirmede yapılandırmacılık yaklaşımı.
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 23, 81 – 87
Erdoğan, M. (2007). Yeni geliştirilen dördüncü ve beşinci sınıf fen ve teknoloji dersi
öğretim programının analizi; nitel bir çalışma. Türk Eğitim Bilimleri Dergisi,
5(2), 221-254
Ergün, M., ve Özsüer, S. (2006). Vygotsky’nin yeniden değerlendirilmesi. Afyon
Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2, 269 – 292
Erikan, C. (1972). Komutan Atatürk. Cilt 1-2 (2. baskı). İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları
Erpulat, D. (2003) Tarih eğitiminin iyileştirilmesi çalışmaları. O. Köymen (Yay.
Haz.), Tarih eğitimine eleştirel yaklaşımlar (s. 123-136). İstanbul: Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Ersanlı, B. (2003). İktidar ve tarih. Türkiye’de “Resmi Tarih” tezinin oluşumu
(1929-1937). İstanbul: İletişim Yayınları
Erzan, A. (2005). Bilimden kaçış mı? Günce, 32, 4-8
Fosnot, C. T. (Eds.). (2007). Oluşturmacılık teori, perspektifler ve uygulama (2.
baskı), (S. Durmuş, Çev.). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım ( Eserin aslının
basım tarihi 2005).
Fosnot, C. T., ve Perry, R. S. (2007). Oluşturmacılık: Psikolojik bir öğrenme teorisi.
C. T. Fosnot (Eds.), Oluşturmacılık teori, perspektifler ve uygulama (2.
baskı), ( S. Durmuş, Çev.) . Ankara: Nobel Yayın Dağıtım (Eserin aslının
basım tarihi 2005).
157
Fralov, İ. (Eds.) (1997). Felsefe Sözlüğü (2. Baskı)(A. Çalışlar, Çev.). İstanbul: Cem
Yayınevi
Genç, S. Z., ve Eryaman, M. Y. (2007). Değişen değerler ve yeni eğitim
paradigması. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(1), 89-
102
Gjertsen, D. (2000). Bilim ve felsefe (F. Kurtulmuş, Çev.). Say Yayınları (Eserin
aslının basım tarihi 1989).
Glasersfeld, E. V. (1983). On the concept of interpretation. Poetics, 12, 207 – 218
Glasersfeld, E. V. (1989). Facts and the self from a constructvisit point of view.
Poetics, 18, 435 – 448
Glasersfeld, E. V. (2007). Giriş: Oluşturmacılığın yansımaları. C. T. Fosnot (Eds.),
Oluşturmacılık teori, perspektifler ve uygulama (2. baskı), ( S. Durmuş, Çev.)
. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım (Eserin aslının basım tarihi 2005).
Gleick, J. (2006). Kaos (F. Üçcan, Çev.). Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları
Gömleksiz, M. N., ve Bulut, İ (2006). Yeni sosyal bilgiler dersi öğretim programının
uygulamadaki etkililiğinin değerlendirilmesi. Kuram ve Uygulamada Eğitim
Yönetimi, 47, s. 393-421
Greening, T. (1998). Building the constructivist toolbox: An exploration of cognitive
technologies. Educational Technology, 38 (2), 23 – 35
Guba, E. G. (1990). The alternative paradigm dialog. E. G. Guba (Eds.), The
paradigm dialog (s. 17-30 ). Newbury Park, California: Sage Publications,
Inc.
158
Gutek, G. L. (2006). Eğitim felsefesi ve ideolojik yaklaşımlar (3. baskı), (N. Kale,
Çev.). Ankara: Ütopya Yayınevi.
Guzdial, M. (1997). Constructivism vs. constructivism vs. constructionism.
http://guzdial.cc.gatech.edu/Commentary/construct.html Web adresinden 30
Mart 2010 tarihinde edinilmiştir.
Gültekin, M., Karadağ, R., ve Yılmaz, F. (2007). Yapılandırmacılık ve öğretim
uygulamalarına yansımaları. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7
(2), 503 – 528.
Güneş, B. (2003). Paradigma kavramı ışığında bilimsel devrimlerin yapısı ve bilim
savaşları: Cephelerdeki fizikçilerden Thomas S. Kuhn ve Alan D. Sokal.
Gazi Üniversitesi Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, 1 (1), 23-44
Gürkan, T. (1980). Bruner'in öğretim kuramı üzerine bazı düşünceleri. Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 13(1), 207-222
Gürses, A., Yalçın, M., ve Doğar, Ç. (2003). Fen sınıflarında öğretmenin yeri. Milli
Eğitim Dergisi, 157, [Online]:
http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/157/gurses.htm Web adresinden 2 Mayıs
2010 tarihinde edinilmiştir.
Güven, İ., ve Demirhan İşcan, C. (2006). Yeni ilköğretim programlarının basına
yansımaları. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 39(2),
95-123
Güzel, C. (1994). Karl Popper, Imre Lakatos ve Paul Feyerabend’de bilim kavramı
ve rasyonaliteler sorunu. Yayınlanmamış doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
159
Hacıkadiroğlu, V. (2004). Sofistler. A. K. Çüçen, H. N. Erkızan, ve G. Ateşoğlu
(Haz.), Anlama ve yorum: Doğan Özlem armağan kitabı. İstanbul: İnkılap
Kitabevi
Halkın, E. L. (2000). Tarih tenkidinin unsurları (2. baskı), (B. Yediyıldız, Çev.).
Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. (Eserin aslının basım tarihi 1974).
Hardy, M. D. (1997). Von Glasersfeld’s radical constructivism: A critical review.
Science & Education, 6, 135-150
Hazır Bıkmaz, F. (2006). Yeni ilköğretim programları ve öğretmenler. Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 39 (1), 99-116
Henriques, L. (1997). A study to define and verify a model of interactive-constructive
elementary school science teaching. Unpublished PhD Dissertation, Iowa
City, IA: University of Iowa
Hızır, N. (1965). Kant ve Einstein. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Felsefe Bölümü Dergisi, 3, 281-288
Hilav, S. (1995). Felsefe yazıları (2. baskı). İstanbul: Felsefe Yazıları (Eserin ilk
basım tarihi 1993).
Hilav, S. (1997). 100 soruda felsefe el kitabı (7. baskı). İstanbul: Gerçek Yayınevi
(Eserin ilk basım tarihi 1970).
Hocaoğlu, D. (2002). Bir tarih muhasebesi eskizi: Bir varlık alanı ve bir bilim olarak
tarih. Ders notları (Aynı makale Bilgi ve Düşünce, Sayı: 2, Kasım 2002’de de
yayımlanmıştır.)
160
Hoover, W. A. (1996). The practice implications of constructivism. SEDL Letter, IX
(3). [Online]: http://www.sedl.org/pubs/sedletter/v09n03/practice.html Web
adresinden 12 Mart 2010 tarihide edinilmiştir.
Huberman, L. (2002). Feodal toplumdan yirminci yüzyıla, (M. Belge, Çev.).
İstanbul: İletişim Yayınları (Eserin aslının basım tarihi 1936).
Huitt, W. (2009). Constructivism. Educational Psychology Interactive. Valdosta,
GA: Valdosta State University.
http://www.edpsycinteractive.org/topics/cogsys/construct.html Web
adresinden 12 Aralık 2009 tarihinde edinilmiştir.
Iggers, G. G. (2007). Yirminci yüzyılda tarihyazımı. Bilimsel nesnellikten
postmodernizme (3. baskı), (G. Ç. Güven, Çev.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1996).
Illich, I. (2007). H2O ve unutmanın suları (2. baskı), (L. Behmoaras, Çev.). İstanbul:
Yeni İnsan Yayınevi (Eserin aslının basım tarihi 1985)
İnal, K. (1992). Bazı paradigmalarda eğitim ve özgürlük ilişkisi. Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 25(2), 795-820
İnal, K. (2006). Neoliberal eğitim ve yeni ilköğretim müfredatının eleştirisi. Praksis,
14, 265-287
İnalcık, H. (2003). Osmanlı imparatorluğu klasik çağ (1300-1600) (R. Sezer, Çev.).
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1973)
İnam, A. (2008). Deneyen felsefe. İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi
Infeld, L. (1999). Albert Einstein. Bilimsel kişiliği ve dünyamıza etkisi (C. Yıldırım,
Çev.). Ankara: Bilgi Yayınevi
161
Jameson, F. (1984). Postmodernism, or the cultural logic of late capitalism. New Left
Review, 146, 53-92
Jaworski, B. (1993). Constructivism and teaching – The socio-cultural context.
http://www.grout.demon.co.uk/Barbara/chreods.htm Web adresinden 23 Mart
2010 tarihinde edinilmiştir.
Jones, G. S. (1985). Tarih: Ampirizmin sefaleti. A. Boratav (Der.), Tarih ve tarihçi.
Annales okulu izinde (179-194). İstanbul: Alan Yayıncılık. (Eserin aslı
Blackburn, R. (Eds.), (1972). Ideology in Social Sciences . London: Penguin
Books’tan çevrilmiştir).
Jonassen, D. H. (1992). Evaluating constructivist learning. T. M. Duffy, & D. H.
Jonassen (Eds), Constructivism and the technology of instuction; a
conversation (s. 137 – 148). New Jersey: Lawrance Erlbaum Associates, Inc.,
Publishers.
Kahyaoğlu, D. (2000). Türkiye’de ilk ve orta öğretim düzeyinde tarih öğretiminin
yeniden yapılandırılması (s. 50-51). İstanbul: Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı
Kanlı, U. (2009). Yapılandırmacı kuramın ışığında öğrenme halkası’nın kökleri ve
evrimi – örnek bir etkinlik - . Eğitim ve Bilim, 34 (151), 44 – 64
Kaptan, F, ve Korkmaz, H. (2001). Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretimde etkili
öğretme ve öğrenme öğretmen el kitabı, modül 7: İlköğretimde fen bilgisi
öğretimi. Ankara: MEB Projeler Ve Koordinasyon Merkezi Başkanlığı.
http://simaybirce.net/bilgibankasi/egitim_kaynak_depo/ilkogretimde_fenbilgi
si_01.pdf Web adresinden 22 Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir.
162
Karaçay, T. (2004). Determinizm ve kaos. II. Ulusal Mantık, Matematik ve Felsefe
Sempozyumu. Bilgi Üniversitesi, Assos, 21-24 Eylül. İstanbul: İstanbul Kültür
Üniversitesi Yayınları, 49
Karasu, Z., ve Ünlü, M. (2006). Coğrafya öğretiminde oluşturmacı öğretim
yönteminin öğrencinin akademik başarısına etkisi. Marmara Coğrafya
Dergisi, 12, 105 – 128
Kayıkçı, K., ve Sabancı, A. (2009). Yeni ilköğretim programının değerlendirilmesi.
Milli Eğitim, 181, 240-252
Kızılçelik, S. (2004). Sosyal bilimleri yeniden yapılandırmak. Ankara: Anı
Kindsvatter, R., W. Wilen & M. Ishler. (1996). Dynamics of Effective Teaching.
(Third Edition). New York: Longman Publishers
Klein, S. R. E.(2005). Essay review: Understanding history teaching. Teaching and
Teacher Education, 21, 601-606
Koç, G., ve Demirel, M. (2004). Davranışçılıktan yapılandırmacılığa: Eğitimde yeni
bir paradigma. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 27, 174 –
180
Köstüklü, N. (2006). Sosyal bilimler ve tarih öğretimi (4. baskı). Konya: Sebat Ofset
Matbaacılık
Kukla, A. (2000). Social constructivism and philosophy of science. London:
Routledge.
Kuzu, V. (1998). Tarih’in bir felsefe problemi olarak ortaya çıkışı ve tarih’in felsefi
kurgularında öncüllerin rolü. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
163
Küçük, M. (Der.). (2000). Modernite versus postmodernite (3. baskı). Ankara: Vadi
Yaınları (Eserin ilk basım tarihi 1993).
Küçükalp, K. (2009). Deleuze’ün felsefe kavrayışı. Kaygı/Uludağ Üniversitesi
Felsefe Dergisi, 12, 131-145
Kümbetoğlu, B. (2008). Sosyolojide ve antropolojide niteliksel yöntem ve araştırma
(2. baskı). İstanbul: BağlamYayıncılık
Ladurie, E. L. R. (1985). Tarihçi ve bilgisayar (A. Özberki, Çev.). A. Boratav (Der.),
Tarih ve tarihçi. Annales okulu izinde (132-135). İstanbul: Alan Yayıncılık.
Lee, P. (2005). Historical literacy: Theory and research. International Journal of
Historical Learning, Teaching and Research, 5 (1), [Online]:
http://www.heirnet.org/IJHLTR/journal9/9contents.htm Web adresinden 12
Mart 2010 tarihinde edinilmiştir.
Lee, P. & R.Ashby (2000). Progression in historical understanding among students
ages 7-14. P. N. Stearns, P. Seixas, & S. Wineburg (Eds.), Knowing,
teaching and learning history. national and international perspectives (s.199-
222) . New York. and London: New York Universty Press.
Lorenz, C. (1998). Can histories be true? Narrativism, positivism, and the
“metophorical turn”. History and Theory: Studies in the Philosophy of
History, 37, 309-329
Löwith, K. (1996). Vico. D. Özlem, Tarih Felsefesi (197 – 207), (2. baskı). İstanbul:
Anahtar Kitaplar Yayınevi.
Mahoney, M. J. (2004). What is constructivism and why is it growing?
Contemporary Psychology, 49, 360-363.
164
Mandelbrote, S. (1996). History, narrative, and time. History of European İdeas, 22
(5/6), 337 - 350
Mardin, Ş. (1997). İdeoloji (4. baskı). İstanbul: İletişim
Marx, K., ve Engels, F. (1992). Alman ideolojisi [Feuerbach], (3. Baskı), (S. Belli,
Çev.). Ankara: Sol Yayınları (Eserin aslının basım tarihi 1846).
Marx, K. (1993). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (S. Belli, Çev.). Ankara: Sol
Yayınları (Eserin aslının basım tarihi 1859).
Marx, K. (2002). Lois Bonaparte’ın 18 Brumaıre’i (3. baskı), (S. Belli, Çev.).
Ankara: Sol Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1852).
Marwick, A. (2001). The new nature of history: Knowlodge, evidence, language.
London: Palgrave Macmillian
Matthews, M. R. (1992). Old wine in new bottles: A problem with constructivist
epistemology. Philosophy of Education, [Online]:
http://www.ed.uiuc.edu/EPS/PES-Yearbook/92_docs/Matthews.HTM Web
adresinden 12 Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir.
Matthews, M. R. (1999). Social construcitivism and mathematics education: Some
comments. Philosophy of Education, [Online]:
http://www.ed.uiuc.edu/eps/PES-Yearbook/1999/matthews.asp Web
adresinden 24 Şubat tarihinde edinilmiştir.
MacKinnon, C. A. (2000). Points against postmodernism. Chicago-Kent Law
Review, 75, 687-712
165
Meyerhoff, J. (2005). Bald ambition: A critique of Ken Wilber’s theory of everything.
Elektronik kitap. http://www.integralworld.net/meyerhoff-ba-toc.html Web
adresinden 3 Mart 2010 tarihinde edinilmiştir.
Munslow, A. (2000). Tarihin yapısökümü (A. Yılmaz, Çev.). İstanbul: Ayrıntı
(Eserin aslının basım tarihi 1997).
Murphy, E. (1997a). Constructivism from philosophy to practice.
http://www.ucs.mun.ca/~emurphy/stemnet/cle.html Web adresinden 12 Şubat
tarihinde edinilmiştir.
Murphy, E. (1997b). Constructivist epistemology.
http://www.ucs.mun.ca/~emurphy/stemnet/cle2.html Web adresinden 12 Şubat 2010
tarihinde edinilmiştir.
Neumann, C. K. (2007). Tarihin yararı ve zararı olarak Türk kimliği: Bir akademik
deneme. S. Özbaran (Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994
Buca Sempozyumu (2. baskı) (s. 98-106). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Ocak, G. (2004) Eğitim Programlarına Felsefi ve Kültürel Temelin Etkileri.
Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, ISSN: 1303-5134
Oktaylar, H. C. (Ed). (2006). Eğitim bilimleri. Ankara: Yargı Yayınları
Oppermann, S. (2006). Postmodern tarih kuramı. Tarihyazımı, yeni tarihselcilik ve
roman. Ankara: Phoenix Yayınevi. (Eserin ilk basım tarihi 1999).
Ortaylı, İ. (2007). Tarih öğretimi için yazılabilecek kitaba ilişkin sorunlar. S.
Özbaran (Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca
Sempozyumu (2. baskı) (s. 43-51). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
166
Özbaran, S. (2007). Giriş. S. Özbaran (Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları
1994 Buca Sempozyumu (2. baskı) (s. 1-21). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları
Özcan, A. O. (2005). Mesajların masajları. Ufuk Ötesi, 55,
http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20051138 Web
adresinden 22 Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir
Özlem, D. (1996). Tarih felsefesi, (2. baskı). İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
Özgür, B. (2006). Küreselleşme ve eğitim reformları. Kıbrıs Yazıları, 2, 123-135
Özpolat, A. R., Sezer, F., İşgör, İ. Y., vd (2007). Sınıf öğretmenlerinin yeni
ilköğretim programına ilişkin görüşlerinin incelenemesi. Milli Eğitim, 174,
206-213
Öztürk, İ. H. (2009). Yeni ortaöğretim tarih programları üzerine eleştirel bir
inceleme. The First International Congress of Educational Research, 1-3
May 2009, Çanakkale.
Özügül, O. (1991). Pozitivizm ya da mantık olarak felsefe. İstanbul: Us Yayıncılık
Palinscar, A. S. (1998). Social constructivist perspectives on teaching and learning.
Annual Reviews Psychology, 49, 345-375
Paykoç, F. (2000). Türkiye’de ilk ve orta öğretim düzeyinde tarih öğretiminin
yeniden yapılandırılması (s. 125-128). İstanbul: Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı
Phillips, D. C. (1995). The good, the bad, and the ugly: the many faces of
constructivism. Educational Researcher, 24(7), 5-12
167
Phillips, D. C. (Eds.). (2000). Constructivism in education: Opinions and second
opinions on contro-versial issues. Chicago: Chicago University Press
Puolimatka, T. (1999). Constructivism, knowlodge, and manipulation. Philosophy of
Education, [Online]:http://www.ed.uiuc.edu/eps/PES-
Yearbook/1999/puolimatka.asp Web adresinden 22 Mayıs 2010 tarihinde
edinilmiştir.
Rosenau, P. M. (1998). Post-modernizm ve toplum bilimleri (T. Birkan, Çev.).
Ankara: ARK Bilim ve Sanat Yayınları (Eserin aslının basım tarihi 1992).
Rovai, A. P. (2004). A constructivist approach to online college learning. Internet
and Higher Education, 7, 79 – 93
Safran, M. (2006). Tarih eğitimi makale ve bildiriler. Ankara: Gazi Kitabevi
Safran, M. (2008). Türkiye’de tarih eğitimi ve öğretimi. D. Dilek, ve M. Safran
(Ed.), 21. yüzyılda kimlik, vatandaşlık ve tarih eğitimi (s. 8-14). İstanbul:
Yeni İnsan Yayınevi
Sarıca, M. (1977). 100 soruda siyasi düşünce tarihi (2. baskı). İstanbul: Gerçek
Yayınevi
Sarıoğlu, G. (2008). Tarih felsefesi alanında bir inceleme: Varoluş felsefesi ve tarih
anlayışı. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5 (9),
243-257
Saugstad, A. (2001). Postmodernism: What is it and what is wrong with it? Go İnside
[Online]: http://goinside.com/01/1/postmod.html Web adresinden 11 Kasım
2009 tarihinde edinilmiştir.
168
Savery, J. R., & Duffy, T. M. (1996). Problem based learning: A instructional model
and its constructivist framework. B. G. Wilson (Eds.), Constructing learning
environments: Case studies in instructional design (s. 135 – 148). Englewood
Cliffs NJ: Educational Technology Publications.
Seven, M. A. (2004). Eğitimde bilginin felsefi temelleri. Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4(2), 197-207
Silier, O. (2003). Açılış konuşması. O. Köymen (Yay. Haz.), Tarih eğitimine eleştirel
yaklaşımlar (s. 1-27). İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Silier, O. (2003). Tarih eğitiminde yeni bir modele ihtiyacımız var. O. Köymen (Yay.
Haz.), Tarih eğitimine eleştirel yaklaşımlar (s. 195-202). İstanbul: Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Sim, S. (Der.). (2006). Postmodern düşüncenin eleştirel sözlüğü (M. Erkan, ve A.
Utku, Çev.). Ankara: Ebabil Yayıncılık
Somersan, S. (2007). Sözlü tarih, araştırmacılık ve tarih yazımına katılım. S. Özbaran
(Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca Sempozyumu (2.
baskı) (s. 368-379). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Sönmez, E. (2008). Annales okulu ve Türkiye’de tarihyazımı. İstanbul: Daktylos
Yayınevi
Stone, L. (1979). The revival of narrative: Reflections on a new old history. Past and
Present, 85, 3 – 24
Şaşan, H. H. (2002). Yapılandırmacı öğrenme. Yaşadıkça Eğitim, 74 - 75, 49 – 52
169
Şahin, Ü. (2010). Yeni Sol Hareket ve Yeşiller. Yeşil Gazete, 9 Nisan 2010.
http://yesilgazete.org/2010/04/09/yeni-sol-hareket-ve-yesiller/ Web
adresinden 9 Mayıs 2010 tarihinde edinilmiştir.
Şimşek, A. (2006). Tarihsel romanın eğitimsel işlevi. Bilig, 37, 65-80
Şimşek, N. (2004). Yapılandırmacı öğrenme ve öğretime eleştirel bir yaklaşım.
Eğitim Bilimleri ve Uygulama, 3 (5), 115–139
Şirin, A. (2008). Oluşturmacılığın kuramsal temelleri. Marmara Coğrafya Dergisi,
17, 196 – 205
Tan, Ş. (2006). Öğretimi planlama ve değerlendirme (10. baskı). Ankara: Pagem A
Yayıncılık.
Tarlacı, S. (2003). Felsefe, bilim ve biliminsanı. Neuro Quantology, 2, 280-291
Tekeli, İ. (1998). Tarih bilinci ve gençlik. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Tekeli, İ. (2000). Sunuş. Tarih yazımında yeni yaklaşımlar. Küreselleşme ve
yerelleşme (s. 8-10). İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Tekeli, İ. (2007). Küreselleşen dünyada tarih öğretiminin amaçları ne olabilir? S.
Özbaran (Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca
Sempozyumu (2. baskı) (s. 34-42). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
TEO ve DLP (2001). Constructivism as a paradigm for teaching and learning.
Thirteen Ed Online:
http://www.thirteen.org/edonline/concept2class/constructivism/index_sub5.ht
ml Web adresinden 21 Kasım 2009 tarihinde edinilmiştir.
170
Tezci, E., ve Dikici, A. (2003). Yaratıcı düşünceyi geliştirme ve oluşturmacı öğretim
tasarımı. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 13 (1), 251 – 260
Thompson, P. W. (2000). Radical constructivism: Reflections and directions. L. P.
Steffe, & P. W. Thompson (Eds.), Radical constructivism in action: Building
on the pioneering work of Ernst von Glasersfeld (s. 412-448). London:
Falmer Press
Timuçin, A. (2005). Felsefeye giriş. İstanbul: Bulut Yayınları
Timuçin, A. (2007). Doğru bilinç oluşturmakta tarih eğitiminin önemi. S. Özbaran
(Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca Sempozyumu (2.
baskı) (s. 55-61). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Tobin, K., & Tippins, D. (1993) Constructivism as a referent for teaching and
learning. K. Tobin (Eds), The practice of constructivism in science education
(s. 3-21). Lawrence-Erlbaum, Hillsdale, NJ.
Topdemir, H. G. (2002). Bilim, bilim tarihi ve felsefe ilişkisi üzerine. Düşünen
Siyaset, 16, 53-66
Topses, G. (1982). Eğitim felsefesi temel sorunları. Ankara: Dayanışma Yayınları
Tosh, J. (2005). Tarihin peşinde (2. baskı), (Ö. Arıkan, Çev.). İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları. (Eserin aslının basım tarihi 1984).
Tunçay, M. (2007). Tarih öğretiminin iyileştirilmesine yönelik düşünceler. S.
Özbaran (Yay. Haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları 1994 Buca
Sempozyumu (2. baskı) (s. 52-54). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
171
Tunçel, R. (2009). The effect of short reading through constructivist activities on the
language development of primary school students. The Journal of
International Social Research, 2 (6), 642 – 653
Tüfekçi, M. E. (2004). Yapısalcı yöntem ve uygulama alanları. Tiyatro Araştırmaları
Dergisi, 17, 50-66
Tünay, M. (1995). Siyasal tarih. Ankara: İmge Kitabevi
Türer, A. (2005). Milli eğitim sisteminde giderek güçlenen yeniden yapılanma
arayışı üzerine bir değerlendirme. Abece Dergisi, 230.
http://w3.balikesir.edu.tr/~aturer/yenidenyapilanma.html Web adresinden 21
Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir.
Vella, Y. (2001). Yaratıcı tarih öğretimi (B. Ata, Çev.). Milli Eğitim Dergisi, 150
Wallerstein, İ. M. (1999). The end of the world as we know it: Social science for the
twenty-first century. Minneapolis: University of Minnesota Press
White, H. (1973). Metahistory: The theory and practice of self-conscious fiction.
London: The John Hopkins University Press.
Wilson, B., & Lowry, M. (2001). Constructivist learning on the web. Burge, E. J.
(Eds), The strategic use of learninig technologies.
www.miun.se/flexwebb/download/8chapNDACE.pdf Web adresinden 20
Mart 2010 tarihinde edinilmiştir.
Wilson, B. G. (1997a). Reflections on constructivism and instructional design. C. R.
Dills, & A. A. Romiszowski (Eds.), Instructinal development paradigm (s. 63
– 80). Englewood Cliffs NJ: Educational Technology Publications.
172
Wilson, B. G. (1997b). The postmodern paradigm. C. R. Dills, & A. A. Romiszowski
(Eds.), Instructinal development paradigm (s. 297-309). Englewood Cliffs
NJ: Educational Technology Publications.
Yanpar, T., Hazer, B., ve Arslan, A. (2006). 10. sınıf çözünürlük konusunda
oluşturmacı öğrenme yaklaşımına dayalı grup çalışmalarının kullanılması.
İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 7 (11), 113 – 122
Yapıcı, G. (2006). Dört kültürde tarih öğretimi yaklaşımı: İngiltere, Fransa, İsviçre
ve Türkiye örnekleri. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Marmara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
Yapıcı, M., ve Leblebicier, N. H. (2007). Öğretmenlerin yeni ilköğretim programına
ilişkin görüşleri. İlköğretim Online, 6(3), 480-490. [Online]: http://ilköğretim-
online.org.tr
Yaycı, L. (2005). Bilişsel gelişim ve dil gelişimi. B. Aydın (Ed.), Gelişim ve
öğrenme ( 99 – 122). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım
Yelken, R. (2004). Modern bilimin eleştirel dayanakları. Ege Üniversitesi Sosyoloji
Dergisi, 13-14, 223-232
Yıldırım, A., ve Şimşek, H. (2008). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri (7.
baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık
Yılmaz, F. (1996). İlkçağ düşünce tarihi. İstanbul: Birleşik Yayıncılık
Yılmaz, L. (2000). Tarih nasıl yazılmalı? Ya da yazılmalı mı? Tarih yazımında yeni
yaklaşımlar. Küreselleşme ve yerelleşme (s. 73-82). İstanbul: Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
173
Yore, L. D. (2001). What is meant by constructivist science teaching and
will the science education community stay the course for meaningful reform?
Elelcronic Journal of Science Education, 5(4), [Online]:
http://wolfweb.unr.edu/homepage/crowther/ejse/yore.html Web adresinden
11 Ocak 2010 tarihinde edinilmiştir.
Young, R. A., & Collin, A. (2004). Introduction: constructivism and social
constructionism in the career field. Journal of Vocational Behavior, 64, 373 –
388
Yurdakul, B. (2004). Eğitimde davranışçılıktan yapılandırmacılığa geçiş için bilgi,
gerçeklik ve öğrenme olgularının yeniden anlamlandırılması. Abant İzzet
Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 4, 4(8), 109-120.
Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları Sempozyumu [29.10.1994]
http://www.tarihvakfi.org.tr/icerik.asp?IcerikId=230 Web adresinden 27
Mayıs 2010 tarihinde edinilmiştir.
Sosyal Bilgiler Program Geliştirme Çalışmaları, Toplantı Numarası 3, [16.06.2003]
http://ttkb.meb.gov.tr/programlar/prog_giris/prog_giris_7.html Web
adresinden 22 Kasım 2009 tarihinde edinilmiştir.
EPÖ. Profesörler Kurulu İlköğretim 1-5. Sınıflar Öğretim Programlarını
Değerlendirme Toplantısı (Eskişehir) Sonuç Bildirisi [02.12.2005].
http://ilkogretim-online.org.tr/vol5say1/sbildirge%5B1%5D.pdf Web
adresinden 15 Mayıs tarihinde edinilmiştir.
ERG (Eğitim Reformu Girişimi Raporları) (2005). Öğretim programları inceleme ve
değerlendirme – I. http://www.erg.sabanciuniv.edu/ Web adresinden 25
Haziran 2010 tarihinde edinilmiştir.
174
MEB (2005). Yeni ilköğretim programları ve yeni yaklaşımlar.
http://ttkb.meb.gov.tr/ Web adresinden 30 Eylül 2009 tarihinde edinilmiştir.
MEB (2009). Öğrenme programlarının yenilenme gerekçeleri ve davranışçı yaklaşım
ile yapılandırmacı yaklaşım arasındaki farklar. http://ogm.meb.gov.tr/ Web
adresinden 22 Mayıs 2010 tarihinde edinilmiştir.
Evrensel (05.06.2005). Eğitimde akla hayır dönemi
http://www.weaponsofmathdestruction.com