Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
YAŞAM ÖZETİM : Sivas, Yıldızeli/Banaz Köyünde 1950 yılında doğmuşum. 13
yaşında Ankara’ya geldim. Dışarıdan sınavlarla Akşam Sanat Okulunu bitirdim. 40 yıl süren ticari yaşamdan sonra, BAĞ-KUR'dan emekli olmakla birlikte, halen çalışmaktayım. Sosyal yaşama ve devamında, "Aleviliğin özgürleşmesi ve Alevilerin de, kendilerini ifade etmeleri" kavgasına, 1978 yılında müdahil oldum. Üyesi olduğum Banaz Köyü Pir Sultan Abdal Derneğinin 1980 darbesiyle kapatılmasından sonra, 1988 yılında Ankara'da yedi arkadaşımla birlikte Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneğini kurduk. Derneğin Kurucu Başkanlığına getirildim. 1998 yılına değin 10 yıl genel başkanlık görevinde bulundum. Kuruluşu üç yıl süren ve 2000 yılında mahkeme kararıyla yasallaşan Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı’nın başkanlığına getirildim. 2000-2005 yılları arasında 5 yıl ve 2008-2011 yılları arasında 3 yıl olmak üzere 8 yıl vakıf başkanlığı görevinde bulundum. Yurt içinde ve dışında çeşitli program, panel ve açık oturuma konuşmacı olarak çağrıldım. Dergilerde ve Cumhuriyet Gazetesinde çok sayıda makalem, söyleşim yayınlandı. Radyo ve televizyon programlarına çağrıldım.
2 Temmuz 1993 PSA Şenlikleri sırasında Derneğin ve Şenliklerin Başkanlığını yürütmekteydim. Bu mücadele sürecinde üç tanesi DGM'de olmak üzere otuzdan fazla davadan yargılandım: Gözaltı, işkence ve polis dayağını yakından tanıdım. Bir süre Alevi Bektaşi Federasyonu MYK Üyeliğinde bulundum. Halen Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve 2 PSA Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı üyesiyim. “Kuşatılmış Bir İnancın Tarihi: Alevilik” adlı kitabım, Nokta Yayınlarında çıktı ve 1. basımı tükendi. 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamını konu eden Ateş-i Aşk” adlı kitabım
Kırmızı Kedi yayınlarından çıktı. II. Baskısı şu an kitapçılarda… Haftalık yazılarım yaklaşık üç yıldan bu yana Odatv’de yayımlanmaktadır. Murtaza DEMİR
Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı dönem:
Alevi-Bektaşi deyişlerinin ve halk türkülerinin/şiirimizin doruklarından biri olan Pir Sultan
Abdal, aynı zamanda yaşam serüveniyle de, Anadolu'nun bahtsız ve başsız halkının tarihini,
şiirleriyle bugünlere aktaran ulularımızın ve sanatçılarımızın başında gelir.
15. yy.’ın sonlarında (1485–1495 arasında) doğduğu ve Hakk’a yürüdüğünü varsaydığımız1
Pir Sultan Abdal, şiirleri ve yaşamıyla, Osmanlı toplumsal düzeninin de aynası; mihenk
taşlarından biridir. Halkın yaşama biçimine, yönetenlerin halka davranışlarına tanıklık eder;
bunu saza söze döker, günümüze ve geleceğe taşır. Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Banaz
köyünde doğan Pir Sultan Abdal’ın “Benim aslım Horasan’dan, Hoy’dandır” dizelerinden,
atalarının Banaz’a, Horasan’ın Hoy kasabasından geldiği anlaşılmaktadır. “Bize de Banaz’da
Pir Sultan derler...” dizesi gibi; kızı Senem’in söylediği; “Uzundu usuldu dedemin boyu/
Yıldız’dır yaylası, Banaz’dır köyü...” dizeleri de bu savımızı tamamlar niteliktedir.
Senem’in “dedem” deyişinde kimi yazar ve araştırmacılarımızı yanıltan “dedem”
sözcüğüdür. Banaz’da, fiilen yol ve erkân yürüten dedelerin çocukları gibi Senem de,
babasına ‘dede’ diye hitap etmektedir. Gelenek bugün de aynı biçimde sürmektedir. Bu
yüzden kimi yazarlarımızın,2 şiirden yola çıkarak Sanem’i, Pir’in torunu olarak
kabullenmeleri yanlıştır.
Pir Sultan Abdal’ın YOL ve çile dostlarının geçmişi, ortak-kolektif geçmişimizdir. Bugün
dahi itilip-kakılmamızın nedenleri, ta o dönemden süzülüp geldiğine göre, bu konuyu
derinlemesine irdeleyip, bugüne dair doğru sonuçlar çıkarmak zorunluluğuyla karşı karşıya
olduğumuz gerçeğiyle, çabalarımızı sürdüreceğiz. Öncelikle yıllardan buyana zihinselimizde
biriken soruları doğru bir biçimde soralım ve yine hep birlikte yanıt arayalım.
Pir Sultan Abdal’ı 16. yüzyıldan bugünlere getiren anlamlı ve duyarlı gerçekliğin yanı sıra,
onu tarihin derinliklerine gömmeye çalışan ve adına dahi tahammülü olmayan, üstelik o
günden günümüze değin halen egemen olan bir zihniyet gerçeğini kabullenmeden, onun
yaşamı ve yapıtları konusunda doğru saptamalar yapmanın olanağı yoktur.
Osmanlıyı tüm gerçekliğiyle anlayamayanlar ve pür-i pak sananlar, ya da sunanlar, Pir Sultan
Abdal gerçeğini anlayamazlar. Onu, bilinçli olarak anlamak istemeyenleri doğallıkla bu
değerlendirmenin dışında tutarak, rahatlıkla şu tespiti yapabiliriz: Osmanlıyı ve Pir’i
anlayamamış olmamız, onun hainliğini ve zındıklığını meşrulaştıran temel nedenlerden
1 Ki, bu konuda rivayet ve savlar muhteliftir. Ancak biz, doğumu konusunda verdiğimiz tarihi ileri sayfalarda ele alacağız ve savımızı,
olabildiğince yeni kanıtlar ortaya koyarak güçlendirmeye gayret edeceğiz.
2 Örneğin Vecihi Timuroğlu, İnançları uğruna öldürülenler, Yurt Kitap-Yayın, 1991, s. 176
biridir. Kuşkusuz bu gerçeklik, kültürel, sosyal ve politik tarihimizin tümü için geçerlidir.
Padişahların ve egemenin çıkarını-meşruiyetini esas alarak yazılan bir tarih anlayışıyla
bugünlere taşınan ve gerçekmiş gibi önümüze konulan senaryo, geçmişin karanlığını
aydınlatamamış, bizim bu topraklar üzerinde yaratılan birçok kültür değerinden, sanattan ve
gerçeklerden habersiz kalmamızın baş nedeni olmuştur. Sürekli devlet batırmamız, sonra yeni
devletler kurma peşinde koşmamız, “kahraman bir millet” olduğumuzun değil, kültür ve
teknoloji üretimine yatkın bir millet olmadığımızın göstergesidir.
Osmanlı kul düzeninde yok sayılan halkın yarattığı sanat da, doğal olarak yok sayılıyordu. Ve
bu nedenle ulusal kültürün en zengin, en önemli, en yaygın kaynağı olan halk kültürü ancak
halkın gönlünde, dilinde, sözünde yaşatılabiliyordu. Cumhuriyetle birlikte başlatılan bilinçli
çabalar, hiç değilse, birçok halk ozanıyla buluşmamızı sağladı. Yunus Emre’den
Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’ndan Köroğlu’na, Pir Sultan Abdal’a ve Kul Himmet’e3 değin
tanıştığımız ozanlarımızla, halk şiirimizin zenginliğini ve boyutlarını kavramaya, keşfetmeye
bu dönemde başladık. Bu kavrayışla çoğalan halk kültürü araştırmaları, ulusal kültürümüzü
zenginleştirmeye devam ediyor. Ancak yüzyıllar süren bu geç kalma olgusu, hemen hemen
tüm halk ozanlarımızın yaşamlarını ve yapıtlarını derleme konusunda birçok zorluklara neden
oluyor ve kesin, gerçekçi, çerçeveli bilgilere varmamızın önünü tıkayan bir unsur olmaya
devam ediyor.
Bu yüzden, bu işe gönül veren ve adeta iğneyle kuyu kazarcasına gerçeği bulmaya çalışan
herkes gibi biz de, onun yaşadığı coğrafya ve şartlardan yola çıkarak, baktığımız yerden
görünen Pir Sultan Abdal’ı resmetmeye çabalıyoruz.
Böylelikle, hem şiir ve deyişlerinde görülen doğa, aşk, inanç gibi farklı fakat son derece de
insani duyarlılıkların nedenini irdeleyerek, yazarlar tarafından birden fazla “Pir Sultan var”
değerlendirmelerine neden olan kargaşayı ortadan kaldırmaya, hem de halen bir mitoloji
kahramanı gibi anlatılan Pir Sultan resminin biraz daha netleşmesine katkıda bulunmaya
çalışıyoruz.
Tanrının yarattığı bütün varlıkları seven, kurda, kuş, turnaya, güvercine tutkun olan; öküze,
kağnıya, koyuna, koça, kuzuya türküler yakan; âşık olan, inanan ve sonra da halkının
sorunlarıyla ilgilenen, bunu bir aşk, bir sevda gibi kovalayan Pir Sultan Abdal, tekdüze biri
değildir. Onun, birçoğumuz gibi, farklı yaşam evreleri, duyarlılıkları, eğilimleri, merakları
olan biri olduğunu kabul etmeliyiz. Bu önkabulden sonra göz önünde tutmamız gereken
önemli bir unsur, sosyo-ekonomik nedenlerdir. Sürecin-yaşamın (1500’lü yıllar) sosyal,
siyasal, iktisadi gerçeğini, koşullarını ve devlet- yurttaş ilişkisini, ya da egemenle- tebaa
ilişkisini anlamak ve özellikle ekonomik durumu kavramak gerekiyor.
“Toprak baştanbaşa sahipsiz, boş ve muattal kaldığından kıtlık ve açlık
başladı. Fakir halk ot yapraklarını, ağaç kabuklarını, daha sonra
çöplüklerde ve yollarda buldukları cifelere yediler. Kurtlar gibi
köpekleri, kedileri avladılar. Kedi, köpek de kalmayınca halk kokmuş
3 Alevi - Bektaşi yazınında en ünlü, en yaygın ve çok saygın bir yere sahip birkaç ozandan biri olan Kul Himmet'in yaşamı üzerine elimizde
yeterli bilgi ve belge yoktur. Şiirlerinden Şah Tahmasb (ölm. 1576) ve Şah Abbas (ölm. 1628) dönemlerinde yaşadığı öğreniliyor. Tokat'ın
Almus ilcesine bağlı Varzıl (bugünkü adı Görümlü) köyündendir, ölünce de oraya gömülmüştür. Şiirlerine "Menakıbü'l - Esrar Behçetü'l -
Ahrar" adlı 1608 tarihinde yazılmış ve "Buyruk" adıyla da tanınan yapıtta rastlanması yaşadığı çağı aydınlatan başka bir ipucudur. Pir Sultan
Abdal'ın talibi ya da çok yakın dostu olduğu sanılıyor. Alevi - Bektaşi edebiyatının Pir Sultan'la birlikte en iyi örneklerini veren Kul Himmet,
geleneği izleyerek heceyle şiirler yazmış, kendine özgü bir söyleyişle günümüze dek gelebilmiş soluklu ve diri bir ozandır. 16. yüzyıl
sonlarıyla 17. yüzyıl başlarında yaşadığı kesin. Pir Sultan Abdal asılınca, Kul Himmet ve arkadaşları kaçıp saklanmıştır. Özmen, İsmail,
aleviyol.com web sitesi, makale
hayvanların kanlarını, leşlerini ve nihayet çocuklarını boğazlayarak
yemeye başladılar.”4
Bu paragraf, Sivaslı Şeyh Recep’in yapıtından bir bölümdür. Olup bitenler, 16. yy’da
Sivas’ın içinde bulunduğu ekonomik durumu anlatıyor ve gerçekten bir taraftan insanın içini
parçalayan şeyler söylerken, diğer yandan da düşündüren bir kesit göstererek, insanın kanını
donduran bir sefaleti, bütün çıplaklığıyla önümüze seriyor.
16. yüzyılın ortalarından sonra, her alanda dayanılması güç bir darlık yaratan iktisadi sarsıntı,
devlet ve toplum yaşamına önemli yıkıcı etkiler getirmiştir. Devlet düzenindeki aksamalar,
akça değerinin düşmesi ve hazine gelirlerinin masraflara yetmemesi nedeniyle önemli boyuta
ulaşmıştır. Reaya (çiftçi) yükseltilen vergiler altında ezilmeye ve ücretli dirlik sahipleri,
reayaya musallat olmaya başlamıştır. Faizcilik, borçlandırdıkları köylülerin ürünlerini ucuza
kapatma, ele geçirdikleri topraklarda ekicilik ve hayvancılık yapma gibi işlerle halkı
sömürmeye başlamışlardır.
Hazine ve vakıftan pay alan müftü, kadı, naip, müderris gibi kişiler ise, bağ, bahçe, tarla,
otlak, hayvan edinerek çiftçilik ve hayvancılıkla köylüyü ezmektedirler. Mültezim, emin,
amil gibi kişiler de benzeri işler yapmaktadırlar. Rüşvet ve irtikâp haddini aşmıştır: Öyle ki,
rüşvet değilse selam dahi alınmamaktadır.5 İstanbul’da oturup çeşitli vilayetlerde hasları ve
4 Akt. Coşkun, Zeki, Öteki Sivas, s. 101
5 Fuzuli: Mehmet oğlu Süleyman, (d. Kerbela, 1480 - 90? - ö. Kerbela, Bağdat, 1556) Azeri asıllı Türk divan şairidir. Asıl adı Mehmet oğlu
Süleyman'dır.
Kanuninin Bağdat'ı fethinden sonra (1534) padişaha kasideler sunmuştur. Padişah tarafından beğenilen kasideler karşılığında 9 akçelik
maaşla ödüllendirilmiştir. Maaşını alamayınca Şikâyetnameyi yazmıştır. Şikâyetname Fuzuli'nin en önemli eserlerinden biridir.
Şikâyetnamesinde Fuzuli şöyle der:
“Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar
Hüküm gösterdim faydasızdır deyu mültefit olmadılar.”
Fuzuli, Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir. Kanunî'ye yazdığı bir mektupta durumunu belirtmiş ve devlet hazinesinden kendisine maaş
bağlanmasını istemiştir. Padişah, kendisine bir berat göndermiş ve bu beratta Bağdat'taki vakfın zevaidinden, yani masraflar çıktıktan sonra
kalan fazlasından Fuzuli’ye maaş bağlanmasını istemiştir. Fuzuli, beratını alır almaz vakıf idaresine gitmiş ve beratın gereğinin yerine
getirilmesini istemiştir. Kendisine bürokrasinin her zamanki cevabı verilmiştir. "Sen git, biz gereğini yaparız" Ne var ki aradan haftalar, aylar
geçer ama garibim Fuzuli’yi ne arayan vardır ne de soran. Tekrar vakıf idaresinin yolunu tutar ve beratının gereğinin niye yerine
getirilmediğini sorar. İkinci gidişte karşılaştığı muameleyi ve memurlarla arasında geçen diyalogu Nişancı Paşa (Padişahın Genel Sekreteri)
Celalzâde'ye "Şikâyetname" olarak yazar.
İşte meşhur " selam verdim, rüşvet değil deyü almadılar" ifadesi bu şikâyetnamenin baş tarafında geçer. Fuzuli’nin "dedim, dediler" şeklinde
aktardığı konuşma, bürokratik çarktaki sevimsizliğin, keyfi idarenin, çalınan minareye kılıf uydurmanın, asırlar geçse de karakterini
koruduğunu göstermektedir. Diyalogun söz konusu bölümü şöyle cereyan eder:
Dedim, - Beratımın mazmunu niçin suret bulmaz. (Beratımın gereği niye yerine getirilmez)
Dediler, - Zevayiddir husûli mümkün olmaz. (Artan kısımdan maaş bağlanması istendiği için yerine getirilemez)
Dedim, - Böyle vâkıf zevayidsiz olur mu? (Böyle büyük bir vakfın artanı olmaz mı?)
Dediler, - Zaruriyât-ı Asitane'den ziyade kalırsa bizden kalır mı? (İstanbul'un gereksinimlerini karşılamaktan artarsa bizden artar mı?)
Dedim, - Vakıf malın ziyade tasarruf etmek vebaldir. (Vakıf malında hak edilenden fazla tasarruf etmek günahtır)
Dediler, - Akçemizle satın almışız bize helâldir.
Dedim, - Hesap alsalar bu sülukunuzun fesadı bulunur. (Teftiş olursa bu tuttuğunuz yolun yanlışlığı ortaya çıkar)
Dediler, - Bu hesap kıyamette alınır.
Dedim, - Dünyada dahi hesap olur, zira haberin işitmişiz. (Haber almışız ki dünyada da hesap alınır)
Dediler, - Andan dahi bakimiz yoktur, zira kâtipleri razı etmişiz. (Ondan da korkumuz yoktur, çünkü kâtipleri razı etmişiz)
Fuzuli, kişisel mücadelesinin sonuç vermediğini ve ümitsizliğini "Gördüm ki sualime cevaptan gayri nesne vermezler ve bu bera t ile hacetim
reva görmezler, naçar terk-i mücadele kıldım. Meyus-u mahrum guşe-i uzletime çekildim" sözleri ile dile getirir. Bugünkü Türkçe ile der ki:
"Baktım ki sorduklarıma cevaptan başka bir karşılık vermiyorlar ve bu berat ile ihtiyacımı karşılamıyorlar, çaresiz olarak onlarla
cebelleşmeyi bırakıp karamsar ve hiçbir şey elde etmemiş olarak kendi yalnızlık köşeme çekildim."
çiftlikleri bulunan “rical” ve sancakbeyleri ve beylerbeylerinden oluşan ümera köylünün
sırtından servetlerini çoğaltmaktadır. Bunların “ekâbir” denilen adamları köylüye baskı
yapmaktadır. Vergiler sürekli arttırılmakta, bu da köylüyü ezmektedir. Hükümet adamlarının
usulsüz ve yasaya dayanmayan bedavacılıkları da (haraçları, konaklama giderleri gibi) ağır
gelmekte; göçerlerin yağmaları ve geçip gittiklere verdikleri zarar da bunların üstüne
binmekte ve sürekli borç altına giren köylülerin durumu günden güne kötüleşmektedir.
Tarlasını bırakıp oraya buraya kaçan ve adına “çift bozan” denilen köylüler, ya ulaşılmaz dağ
koyaklarına, ya da levendlik, başıbozukluk yapmak üzere kasabalara ve kentlere akmaya
başlamış; geçimi köye bağlı olan kentlerdeki yaşam da çekilmez bir hal almıştır.
İşte, işleri olmayan, levend diye adlandırılan bu insanların yarattığı 1525–1603 yılları
arasındaki bu çalkantılı dönem “Anadolu Halk Ayaklanmaları” olarak adlandırılan dönemdir.
Toplumun “gazilik-cihat” ruhunun yerini “imparatorluk” ruhunun alması; ülkenin dört bir
yanına Türk, Arnavut, Rum, Bulgar, Kafkasyalı ve başka milletten insanların akması;
Amerika kıtasının keşfiyle Kuzey Avrupa’dan başlayan büyük ekonomik gelişmelerin
Rusya’ya kadar yaydığı uluslararası canlı ticari alışverişin tüm Akdeniz’in kuzeyindeki
ülkeler gibi Türkiye’yi de sarsmasıdır. Buralarda aç ve işsiz kalan yığınların soygunculuk,
hırsızlık ve eşkıyalık yapmasına yol açmaktadır. Osmanlı’daki ekonomik çöküntü bu
yığınların çoğalmasını getirmektedir.
Akdağ:
“Daha 1515 yılında, Kayseri Sancağı Beyi Hüseyin’e yazılan bir “hükm-i
hümayun”da bazı yerlerde “hırsız ve haramilerin faaliyette oldukları’nı
belirtip bu konuda sayısız şikâyet olduğunu ve yetkililere “suçlu ve Koçi Bey, XVII. asrın başında Sultan IV.Murad'a yazıp sunduğu risalede, eski kanunun bozulduğundan, memuriyetlerin çoğunun rüşvet ile
ehliyetsiz kişilere verildiğinden acı acı şikâyet eder. Aynı şekilde çağdaşı Kâtip Çelebi, Mizanü'l-Hakk isimli eserinde, rüşvetin haram
olduğu bilindiği halde alınıp verildiğinden şikâyet eder: " Dünyada bir zararı ve cezası görülmediği yerde hiç bir kimse tereddüt etmeyip
kabul eder. Etmeyen de dindarlığından ve Allah korkusundan dolayı değil, hazmı müşkildir diye halkın dilinden korkar. Zira bir tatlıca
nesnedir, hazzı vardır, derler"
Tanzimat dönemine gelindiğinde rüşvet devlet yönetimini tehdit eder düzeye ulaşmıştır. Nitekim Sultan Abdülmecit 1839'da yayınladığı
Tanzimat Fermanı'nın bir bölümünde, Sadrazam Reşit Paşa'ya hem rüşvetin ulaştığı vahim boyutu hatırlatır hem de yasaklanması için yasal
düzenleme yapılmasını ister: "Şer'an menfur olup, harabbiyet-i mülkün sebeb-i a'zamı olan rüşvet madde-i kerihesinin fimâbâd âdem-i
vuku'u maddesinin dahi bir kanun-ı kavi ile te'kidine bakılsın." Günümüz Türkçesi ile Padişah: "Dinen red edildiği halde ülkenin alt üst
olmasının en büyük sebebi olan rüşvet denen iğrenç şeyin bundan böyle alınıp verilmemesi de kuvvetli bir kanunla sağlansın." diyordu.
Fermanda, rüşvetin ülkeyi çöküntüye götüren en büyük sebep olarak gösterilmesi çok ilginçtir . Ne var ki sultan bir konuda yanılıyordu. O da
rüşvetin yasa çıkararak kolay kolay önlenemeyeceği meselesi idi.
Rüşvetin bir de diplomatik boyutu vardır. İngiliz Devlet Arşivi'nde konuyla ilgili ilginç bir belgeye rastlamıştım. Olay 1878'de geçiyor.
Osmanlı - Rus savaşı devam etmektedir. Sultan II. Abdülhamit, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçiliğinin 1. kâtibi Mr. Sandison’a çok değerli
elmaslarla süslü bir enfiye kutusu hediye etmek istiyor. Mr. Sandison, büyükelçi Mr. Layard'a danışmadan hediyeyi alamayacağını beyan
ederek huzurdan ayrılıyor. Konuyu Henry Layard'a açıyor ama o da bir karar veremiyor. Meseleyi resmi bir yazı ile Londra'daki Dışişleri
Bakanı Lord Salisbury'ye bildiriyor. Lord Salisbury, Layard'a yazdığı cevabî yazıda selam kelamdan sonra şu ilginç cevabı veriyor: "It
depands on service which is expected" (Public Recard Office, F.O: 195 – 1169 no: 828) yani Mr. Sandison'un bu hediyeyi alıp almaması,
Sultan Abdülhamid'in hangi beklentiye karşılık olarak bu hediyeyi verdiğine bağlıdır. Mr. Sandison söz konusu hediyeyi aldı mı almadı mı
bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, o da İngiliz diplomasisinin gösterdiği bu hassasiyetin Şark'ta mevcut olmamasıdır.
Doğu toplumlarında durumun böyle olmasının temel sebebi, buralarda hukuk ve prensipler hâkimiyetinin olmamasıdır. Hukukun, kuralların
hâkim olmadığı yerde şahısların inisiyatifi ön plana geçer. İnisiyatif, kişiye göre muameleyi doğurur ve bu da keyfiliğin topluma hâkim
olması anlamına gelir. Keyfiliğin olduğu yerde ise rüşvetin âlası döner. Batı ülkelerinde rüşvetin asgariye indirilmiş olması, hukukun
üstünlüğüne dayalı şeffaf devlet yapılanmasına sahip olmaları sonucudur.
Günümüz Türkiye'sinde rüşvet alınıp veriliyor mu? diye sorsanız, cevabım "hayır" olur. Sadece bir kısım memurlarımız işini biliyor, bir
kısım vatandaşlarımız da işini gördürüyor! Bunda ne fenalık var?
Kaynak:www.birebir.net/detay.asp
sanıkların sorumlular eliyle mutlaka yakalanmaları gerektiğinin” 6
bildirildiğini söylüyor.
Ülke, bu türden idari basiretsizlikler yüzünden hırsızlık ve haramiliğin kıskacına girmiş, işsiz
ve bekâr ordusuna Osmanlı askeri düzeninin ve medrese sisteminin getirdiği bekârlık da
eklenince toplumsal ve ahlaki sorunlar baş göstermiştir. Taht kavgaları, devlet görevlilerinin
halk sırtından geçinmeleri, seferlerin yapılmaması, yağma ve ganimet elde edilememesi
nedeniyle Osmanlı ülkesinde siyasal karışıklıklar başlamıştır. Çift bozanlar, çoğalmakta, bir
araya gelmektedir. Yavuz Sultan Selim’in sert, zalimce ve kanlı kovuşturmaları, karışıklıkları
daha da çoğaltmıştır.
Osmanlı yöntemine karşı ilk önemli ayaklanma Yozgat (Bozok) Türkmenleri arasında
başlamıştır. Celal adındaki bir kişinin önderliğinde ayaklananlar Tokat’a geçmiş ve
Kızılırmak-Yeşilırmak arasındaki bölgede etkin olmuşlardı. Ayaklanma bastırılıp Celal
öldürüldükten sonra da ayaklanmaların ardı arkası kesilmedi ve tarih bu dönem
ayaklanmalarına “Celali Ayaklanmaları” adını verdi. Bir yandan çift bozanların, bir yandan
da Osmanlı vergi toplayıcılarının, yöneticilerin soygunlarıyla bunalttıkları Türkmen bölgeleri
halkı çeşitli yerlerde, çeşitli önderlerin çevresinde toplanmayı sürdürdüler. Kanuni’nin tahta
geçmesinden sonra getirdiği “arazi tahriri”nin uygulanması ve vergi yükü iyice ağırlaşan
çiftçilerin topraklarının ellerinden alınmasıyla da tam anlamıyla kızılca kıyamet koptu. Arazi
yazımının verdiği hoşnutsuzluk geniş ayaklanmalara dönüştü.
Ayaklanma önce Bozok Türkmenleri arasında başladı. İl yazıcısı Kadı Muslihiddin’in, arazi
vergilerinin arttırılmasına itiraz eden Türkmenlerin “sakallarını kestirmek” gibi aşağılayıcı
cezalar vermesiyle başlayan olaylar Sivas, Yeşilırmak çevresi, Tokat, Yozgat, Kırşehir,
Maraş, Adana, Tarsus ve İçel bölgelerine yayıldı. Süklün Koca, Baba Zünnun, Beğce Bey,
Şah Veli gibi önderlerin oluşturduğu Türkmenler, gerçek bir ordu gibi savaşarak hükümet
güçlerini bozguna uğrattılar. Ankara yöresindeki Kalender ayaklanması en güçlülerinden biri
oldu. Osmanlı tarihçilerinin ısrarla “Kızılbaş Ayaklanması” olarak gösterdiği bu olaylar,
çiftçi halkın adaletsizliklere ve zulümlere karşı başkaldırmasından başka bir şey değildir. Çift
bozan-Levend birikintilerinin Celali bölüklerine dönüşmesi, yani eşkıyalığın toplumsal bir
kimliğe bürünmesi olayın dikkat çekici yanıdır.7
Türkmen Kocası Pir Sultan Abdal'ın yaşamı, bir yanıyla Osmanlı Padişahları Yavuz Selim ve
Kanuni'yle, diğer yanıyla da Safevi Türkmen Devletinin Şahları, Şah İsmail Hatayi ve Şah
Tahmasb'la kesişmektedir. Kendisini var edip geçmişten günümüze, günümüzden de geleceğe
taşıyan şiirleri, edebiyat alanındaki öncülüğü, cem ehl-i kişiliği ve toplumsal önderliği,
devşirme analı padişahlarla onların kulu olan devşirme ulemanın büyük tepkilerine neden
oldu. İtildi kakıldı ve idamına değin sürekli takip altında kaldı.
Bugün halen devam eden -ettirilen Alevi-Sünni; dindar-dinsiz fitnesinin tohumları, Şehzade
Yavuz'un Trabzon valiliği döneminde atıldı ve Safevi baskısından kaçarak, Osmanlıya
kapılanan Sünni ulema bu konuda çok etkili oldu. Gerçekten de Anadolu’da arka arkaya
patlayan isyanların 1508–1509 yıllarında başlaması ve giderek yoğunlaşması tesadüf değildir.
Ve tarihçilerin Osmanlı konusunda fikir birliği ettiği çok az konudan biri, Yavuz’un,
Türkmen’e olan düşmanlık düzeyindeki tutumudur. Şehzade Yavuz'un (Padişahlığı 1512–
1520) katı bir Sünni şeriatçısı olarak yetişmesinde, İran’dan kaçıp Osmanlı’ya sığınan Sünni
ulemanın etkisiyle birlikte, Memluk devletinin işgalinden sonra, o ülkeden getirilen dini
ulemanın Alevi karşıtı telkinleri ve düşmanlığı da Yavuz üzerinde son derece etkili olmuştur.
Bunlardan başka, babası Bayezid’in Bektaşi eğilimlerinin veya toleransının ve oğlu Murat’ın
Kızılbaşlığı seçmesine karşı verdiği tepkiyi de göz ardı etmemek gerekir.
6 Akdağ, Mustafa. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, s. 98–99
7 Yağcı, Ö. Pir Sultan Abdal, s. 21,22
Halk şiirinin kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılan özelliği nedeniyle günümüze
taşınarak, sonsuza gidecek olan Pir Sultan Abdal, Cumhuriyete kadar hep görmezden
gelinmiştir. Cumhuriyetle başlayan ulusallaşma sürecinin getirdiği arayışların halk
kaynaklarına da yönelmesiyle birlikte Pir Sultan Abdal yeniden keşfedilmiş, keşfedildikçe,
büyüklüğü ve halkın bağrında bunca yıl yaşamasının gizi ortaya çıkmıştır.
Her çalışma ve eserden sonra adeta yeniden doğan, sosyo-kültürel alanda hak ettiği
saygınlığa ulaşan ve Ruhi Su’nun besteleriyle daha bir ete kemiğe bürünen Pir Sultan Abdal,
Anadolu halk sanatının ve haksızlığa muhalif olmanın da anlamlı bir simgesi olmuştur.
Fuat Köprülü, Sadettin Nüzhet (Ergun), Pertev Naili Boratav, Hasibe Çatbaş, Vehbi Cem
Aşkin, Ali Balım, Adülbaki Gölpınarlı gibi araştırmacıların emekleriyle gür ışığına çıkmaya
başlayan Pir Sultan’ın deyişleri; yakın zamanda İbrahim Aslanoğlu, Mehmet Bayrak, Asım
Bezirci, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Atilla Özkırımlı, İlhan Başgöz, Ahmet
Köklügiller, Cevdet Kudret, Orhan Ural, Erol Toy, Selami Münir Yurdatap, Ali İlger,
Mehmet Fuat, Cahit Öztelli, Hasan İpçi, Muzaffer Uyguner, A. Haydar Avcı, Ali Yıldırım,
Esat Korkmaz, Vecihi Timuroğlu gibi araştırmacıların ortaya çıkardıkları yeni deyişlerle
zenginleşmiş ve deyişlerin yanında Pir sultan Abdal’ın yaşamıyla ilgili bilgiler de toplumsal
ve yazınsal tarihimize girmeye başlamıştır.
Pir’in yaşadığı tarihsel aralığa dair...
Pirin yaşadığı tarihsel gerçeğin (1485–95 ve 1560–65), yılları olduğuna dair bir kanıya
varmamızın güçlü ve mantıklı olduğunu düşündüğümüz başka gerekçeleri de vardır. Banaz
çevresinde onlarca isyan, kalkışma ve olaya değin ad ve zaman vermeyen Pir, deyişlerinde
Şah Kalender’den söz etmekle kalmaz, Hacı Bektaş’a gidip geldiğine, duaz-niyaz ettiğine
dair kısmi ayrıntılar da verir. “Benim şahım Şah Muhammed Ali’dir” derken, bu şahın, Şah-ı
Merdan Ali olduğunu söyleme gereği duyması, bir ihtiyaç ya da, Şah Tahmsab’a gitmesinden
sonra duyduğu kırgınlıktan kaynaklanmış olmalıdır. Pir için Hz. Ali, darda kaldığında
başvurduğu-çağırdığı mitolojik kurtarıcı kahramandır, uludur, tanrıdır; ya da gül yüzlü
Ali’dir...
Pir Sultan Abdal’ın yaşamında, güçlü bir şah motifinin varlığı çok net görülüyor. Bu yüzden
Pir’in, çeşitli dönemlerinde “şah” diyerek umar aradığı iki ulu ereni daha vardır: Bunlardan
biri Şah İsmail, diğeri de Şah Kalender’dir... O halde Pirimizin yaşamına dair tarihsel aralığa
ulaşmak konusunda üç şahın; Şah İsmail, Şah Kalender, Şah Tahmsab dönemlerinin çarpıcı
olaylarını, olayların içindeki Pir Sultan Abdal’ın ozanlıktan kaynaklanan etkisini ve Musahip
Ali Baba-Pir Sultan Abdal ilişkilerini inceleyerek bir sonuç çıkarmak, en mantıklı yöntem
olabilir. Bu simalarla Pirimiz arasında doğrudan ve yoğun bir ilişkiler süreci yaşanmıştır. Bu
yüzden Pir Sultan’a dair belge kıtlığını, sözünü ettiğimiz diğer tarihsel simalara ilişkin somut
belgelerle destekleyerek, daha kabul edilebilir sonuçlara ulaşmak olası görünmektedir. Kaldı
ki, salt bu yazılanlarla kalmayıp, bunun yanına derlenen bilgileri ve kişisel bulgularımızı da
ilave ederek, belirlememizi daha da pekiştirmemiz mümkün görünmektedir.
Pirimizin, Hz. Ali’den sonra ikinci mitolojik kahramanı Şah Hatayi’dir. O, ulular ulusu,
canlar canıdır: Pirimize göre Şah gelecek, Osmanlı’nın tacını tahtını yerle bir edecek, kızıl
sancağını Kazova’ya dikecek ve Hüsey’nin öcünü alacaktır. O, Mehdi’dir: sahib-i zamandır:
Şah Hatai’dir. Cemimize, demimize, günümüze ve geleceğimize damgasını vuran, kurallar
koyan, deyiş ve duazimamlarıyla ölümsüzleşen ulularımızdandır. Çok açık ki, Pirimiz Pir
Sultan, Şah Hatayi’yi yakına yakın tanımamakta, bütün âşıklar gibi sadece methini
etmektedir. Hatayi‘yi methetmek, yüce bir aşkla bağlanmak, cemin, dedeliğin ve zakirliğin
olmazsa olmaz kurallarından biridir.
Karşı karşı karlı dağlar
İndi Şah’a secd eyledi
Mülk iyesi ulu beyler
İndi Şah’a secd eyledi
Benim istediğim kendi
Erenler ikrara kandı
Muhammed miraçtan indi
İndi Şah’a secd eyledi
........
Yaraya ekerler tuzu
Aydan değirmidir
Yer altının sar’öküzü
İndi Şah’a secd eyledi
..........
Çağırın gelsin Ali’yi
Hacı Bektaş-i Veli’yi
Erenler içti doluyu
İndi Şah’a secd eyledi
.........
Gökyüzünde ulu kuşlar
Erenler sohbete başlar
Kırklar yediler üçler
İndi Şah’a secd eyledi
........
Pir Sultan’ım oldu tamam
İşte geldi Sahip Zaman
Dahi indi On’iki İmam
İndi Şah’a secd eyledi
Yavuz Selim-Şah İsmail arasında geçen Çaldıran Savaşından sonra, Pir’in yaşadığı hayal
kırıklığı ve ruh hali, bütün Anadolu göçer Türkmenlerinde görülen ruh halidir. Safevi
Kızılbaş devletine ve Şah’a duyulan özlem ve kurtuluş beklentisinin hayal kırıklığıyla
sonuçlanması, Anadolu Türkmen taifesinin ilk hayal kırıklığı değildir. Bu, Şah İsmail dönemi
öncesinde8 başlayıp, daha sonra iyice belirginleşen ve umutsuzluğa dönüşen bir hayal
kırıklığıdır ve bütün Türkmen aşiretlerinin trajedisinin ve çaresizliğinin devam ettiğinin
kanıtıdır. Bu bakımdan Türkmen önderlerinin arayışı; “her ne arar isen kendinde ara”
şiarında olduğu gibi bu kez içe dönük olarak sürmektedir.
...
Bir bend oldum şu meydana atıldım
İkrar verdim ikrarıma tutuldum
İptida taliptim Pir’e katıldım
Pir’in eteğini tutmağa geldim
8 16.yy.’ın hemen başlarında
Pir Sultan Abdal’ım yüreğim döğün
İmamlar rengine boyandım bugün
Rehberi pişirir talibin çiğin
Pir önünde ikrar tutmağa geldim
Açıktır ki, burada söz edilen pir’in, tarihsel süreci ve konuyla ilgili diğer göstergeleri
değerlendirdiğimizde, Pirimizin görüştüğü, ziyaret edip, eşiğine yüz sürdüğü makamın
Serçeşme, Şah’ın da Kalender Şah olduğu görülür. Türkmen umarsız ve çaresizdir. Çare
uzakta aranmış, uzaktaki kutsaldan beklenen kurtuluş beklentileri tek tek boşa çıkmış,
tükenmiştir. Oysa Hacı Bektaş’a gidilmemiş, yüz sürülmemiş, dertler söylenip, derman
aranmamıştır. Şimdi Türkmen, alay alay, bölük bölük Serçeşme’ye akmakta, Balım Sultan
evladı (?) Kalender Şah’tan derdine derman istemektedir.9
Hz. Ali’nin devri yürüye
Ali kim olduğu bilinmelidir
Alay alay gelen gaziler ile
Şehitlerin öcü alınmalıdır
Kendin teslim eyle bir serçeşmeye
Er odur ki yarın senden şaşmaya
Bin gaziye bir münafık düşmeye
Hak aşkına kılıç çalınmalıdır
Yer yüzünü kızıl taçlar bürüye
Münafık olanın bağrı eriye
Sahib-i Zaman’ın emri yürüye
Sultan kim olduğun bilinmelidir
........
Pir Sultan Abdal’ın ey Dede Dehman
Kendine cevretme andan gel heman
İstanbul şehrinde ol Sahib-Zaman
Tac-ı devlet ile salınmalıdır
9 A. Haydar Avcı, Kalender Çelebi Ayaklanması, s. 34–35. Hacı Bektaş-ı Veli’nin soy ağacı konusunda tartışmalar sürmektedir. Biz, daha
bir mantıklı olduğunu gördüğümüz A. Haydar Avcı’nın tespitlerini buraya aktarıyoruz:
1- Hacı Bektaş ( D: ?- Ö: 1271).
2- Seyit Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan) 1310–1402.
3- Seyit Ali Sultanoğlu Resul Bali, 1361–1441.
4- Seyit Ali Sultanoğlu Mürsel Bali, 1384–1438.
5- Mürsel Balioğlu Balım Sultan (Hızır Bali) 1473–1516
6- Mürsel Balioğlu Kalender Çelebi, 1476–1527
Osmanlı kaynaklarının verdiği bilgiye göre Kalender Çelebi, Kadıncık Anaoğlu Habib Efendi torunlarındandır.
Bu soyağacı ise şöyledir:
1- Kadıncık Anaoğlu Habib Efendi.
2- Habib Efendioğlu Resul Çelebi.
3- Resul Çelebioğlu Balım Sultan.
4- Balım Sultanoğlu İskender Çelebi.
5- İskender Çelebioğlu Kalender Çelebi.
***
.....
Pirim uyan dedi kalktım uyandım
Gerçeklerin boyasına boyandım
Mürvet dedim eşiğine dayandım
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Gördüm güvercin donunda oturur
Urum abdalları hizmet yetirür
Zemheride tomurcuk gül bitürür
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
..........
Pir Sultan’ım biat ettik ol erden
Muhabbet kokusu geliyor serden
Katardan ayırma ey Şah-ı Merdan
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Akla en yatkın olanı; isyan tarihi, yengi ve yenilgileri, Şah Kalender kıyamının neredeyse
bütün evrelerinin Banaz ve çevresinde geçmiş olması, bu şahın Kalender Şah olduğunu
büyük olasılıkla ortaya koymaktadır. Bunca açıklamadan sonra, bu şahın, Şah Kalender
olduğunu kanıtlamak için, öyle uzun uzadıya teori ve analize ihtiyaç olmaması gerekir.
Kıyamın10
güçlü tanıklarından ve katılımcılarından biri de Pir Sultan Abdal’dır. O, bu
dönemde sadece çağına ve olaylara tanık olmakla kalmaz; bozuk düzene itiraz eder: Saz, söz
ve konuşmalarıyla yönetenleri uyarır, tüm bunlardan sonuç alamayınca, bir çözüm ihtimali
olarak ortaya çıkan Kalender Şah kıyamına "73 er ile katılarak", haksız ve adaletsiz
Osmanlı'yla savaşa tutuşur. Tarih; 1527 yılının Nisan veya Mayıs ayıdır.
Yetmiş üç er idik girdik bu yola
Yalbırdak kılıçlar hep aldık ele
İman Kur'an nasip olsa bir kula
Kudretten okunur onun Yâsin'i
....
Göre idim Sultan'ımı Hânımı
Bula idim can içinde cânımı
Mehdi alır İmamların kanını
Ko desinler n'oldu Seyyit Nesimi
Pir Sultan Abdal'ım der ey gaziler
Böyle yazılmıştır bize yazılar
Kerbelâ dedikçe sinem sızılar
Şu gelen ses yoksa Düldül sesi mi?
Pirimizin deyişlerini incelediğimizde, Hacı Bektaş dergâhına bir aşinalığı olduğunu
görmekteyiz. Gerçek bir yol oğlu olarak dergâhı ziyaret etmiş, eşiğine yüz sürüp, mürşidinin
10 Yanlışın ve haksızın üstüne yürümek eylemi.
elini öpmüştür. Dergâhta post makamında Balım Sultan11
oturmaktadır. Kalender Şah’la
tanışıklığı da buradan gelmiş olmalıdır. Bu yolculuğun salt ziyaret amacı mı taşıdığı, dertlerin
söylenip derman mı arandığı, yoksa dedelik yapmak üzere el almak amacı mı taşıdığı veya
bütün bu söylediklerimizin hepsini mi kapsadığını bilemiyoruz. Deyişlerde verilen ipucu; Pir
Sultan’ın, Dergâhın postunda oturan Balım Sultan’ı ziyaret edip, elini öptüğü ve Şah
Kalender’le tanışıp, muhabbet ettiğidir.
Güvercin donunda gördüm oturur
Ziyaret eyledim Balım Sultanı
Zemheride elmasını yetirir
Ziyaret eyledim Balım Sultanı
Tekkesine geyik postu döşeten
Cemine de kurban gelür köşeden
İnüp Al’Osman’a kuşak kuşatan
Ziyaret eyledim Balım Sultanı
.......
Pir Sultan’ım kork Allah’ın işinden
Tesellimiz aldık pınar başından
Biz de geçtik ol delikli taşından
Ziyaret eyledim Balım Sultanı
Kendi söylemiyle “ham iken pişen, talip olup yola giren” ve âşık olarak zakir postuna oturan
Pir sultan Abdal, üstü kan köpüklü meşe seli olduğu, çağıl çağıl aktığı ve “73 er ile yayan
yalbırdak” Şah Kalender ordusuna katıldığını söylediği 1527 yılında kaç yaşında olmalıdır?
.......
Dost elinden dolu içmiş gibiyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Be de bu yayladan Şah’a giderim
Pir sultan Abdal’ım dünya durulmaz
Gitti giden ömür geri dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Tam bir “usta malı”12
olarak gördüğümüz bu deyişteki coşkuyu, olgunluğu, Alevi süreğinde
yola girme, zakir postuna-makamına oturma sürecini birlikte değerlendirdiğimizde, 1527
11 Balım Sultan (1428–1516): Kimi söylence ve kaynaklarda Mürsel Bali oğlu söylense de, türbesindeki kitabeye göre Resul Bali oğlu
olduğu anlaşılan Balım Sultan, Alevi-Bektaşi geleneğinde Hacı Bektaş’ın dördüncü göbek torunu sayılmaktadır. Dedesinin, Bektaşiliğin
önemli öncülerden ve Balkanlar’da yayılmasını sağlayan isimlerden Seyid Ali Sultan, namı diğer Kızıl Deli olduğu söylenir. Balım Sultan
1500 yılına kadar Dimetoka’da Kızıl Deli/Seyid Ali Sultan dergâhı postnişiniyken, 1500–1501 yılında Hacı Bektaş dergâhına gelmiş ve
posta oturmuştur. Bektaşi tarikatını yeniden düzenlemesi nedeniyle “Pir-i Sani” yani ikinci pir olarak kabul edilir. Pir Sultan’ın ve Alevilerin
adını saygıyla andığı önde gelen erenlerdendir. A. Haydar Avcı’nın yaptığı incelemelerden çıkardığı sonuca göre, “Şah Kalender’in, Balım
Sultan’la kardeş olduğu savı doğru değildir. Şah Kalender’in babası Mürsel Balioğlu Yusuf Bali ile Resul Balioğlu Balım Sultan kardeş
çocuklarıdır. Bu durumda Balım Sultan, Şah Kalender’in amcazadesi olmaktadır.” A. Haydar Avcı, Kalender Çelebi Ayaklanması, s. 42–45
12 Çok tanınan âşıkların elinden çıkan ve beğenilen deyişler için kullanılan bir Alevi deyimi.
yılında Pirimizin en az 30, en fazla 35 yaşlarında olabileceğini varsayabiliriz. Kaldı ki, bu
öngörümüzü daha sonra ortaya koyacağımız yeni savlarımızla da destekleyeceğiz. Şu halde,
hâlihazır bulgularımıza göre Pir Sultan Abdal’ın doğum tarihi olarak 1485–95 yıllarını esas
almamız ve değerlendirmemizi bu tarihe göre inşa etmek bizi yanıltmayacaktır.
Bıkıp usanmadan talibinin sorunlarına çare arayan ve arayışını darağacına kadar sürdüren Pir
Sultan Abdal’ın, gidip gördüğünü-görmek istediğini söylediği iki “şahı” daha vardır: Birisi:
“çok uzak yollardan özendim geldim” demesinden anladığımız, uzaktaki idolü Şah
İsmail’dir. İsmail Çaldıranda yenilmiştir ama Alevi-Bektaşiler üzerindeki etkisi daha da
artmış, adeta ölümsüzleşmiş, Mehdi yerine konulmuştur. Savaşı kaybeden Şah İsmail, Alevi-
Bektaşi dünyasına Hatayi olarak geri dönmüş, Alevi inancının en zirvesine oturmuş gönüller
sultanı ve baş tacı olmuştur. Alevi süreğinde bu etkilenmeyi her an görmek fazlasıyla
mümkündür.
Bu etki, Pirin, Şah ülkesine gitmesinin de nedeni olmalıdır. Pir Sultan Abdal, “çok uzak
yollardan özenip” Tebriz’e13
kadar gitmiş, ölümsüz (Mehdi-Sahib-i Zaman) Hatai’yi ararken
Şah Tahmsab’ı bulmuştur. Tahmsab’ı bulmuş, çaresiz, “divanına da durmuştur” ama “Niye
geldin Urum Sofusu?” denilerek adeta kovulmuş mudur?
Aşağıda, insanın içini yakan deyişinde böyle bir hüsran yaşadığı görülmektedir: Ama önce
Şahı’nı görmek üzere uzun bir yolculuk yaptığını, yol iz sorduğunu, Kösedağ’dan, Hama’dan
Mardin’den geçip, “Güzel Şaha giden yolları,” aradığını anlattığı deyişine bir göz atıp, sonra
Şah’ın adamlarıyla arasında geçen diyalogu görelim.
.........
Yolumuz aşıp Hama’dan Mardin’den
Yandı ciğer kebap oldu derdinden
Erzurum’un Kösedağ’ın ardından
Güzel Şaha giden yollar bu mudur
.......
Kayası taşı yok dümdüz ovalar
Çeşmim yaşı birbirini kovalar
Size derim hey gaziler ağalar
Güzel Şaha giden yollar bu mudur
Pir Sultan Abdal’ım coşup gideriz
Coşuben haddinden taşıp gideriz
Ay ile yıldızı aşıp gideriz
Güzel Şah’a giden yollar bu mudur ***
İptida bir sofu Şah’avarınca
Niye geldin derler Urum Sofusu
Çevre çevre dört yanına bakınca
Niye geldin derler Urum Sofusu
Ateşin yanmadan dumanın tüter
Murtaz’Ali katarıdır bu katar
13 Safevi devletinin başkenti.
Bunca evliyaya hizmetin yeter
Niye geldin derler Urum sofusu
Çok uzak illerden özendin geldin
Şu tozlu yollara bezendin geldin
Urum’dan ne günah kazandın geldin
Niye geldin derler Urum Sofusu
Bülbül gerek gül dalına konmaya
Şah İsmail gibi semah dönmeye
Müsahibin yok mu derdin yanmaya
Niye geldin derler Urum Sofusu
Pir Sultan Abdal’ım hele yazsalar
Arasalar ülke ülke gezseler
Yolu doğru sürmeyeni assalar
Niye geldin derler Urum Sofusu
Bu şiire bakılırsa, Pir Sultan Abdal’ın, Şah İsmail’in Hakk’a yürüdüğünü bilmeden onu
görmek üzere İran’a gittiği, bu anlamda olağanüstü bir hayal kırıklığı yaşadığı; hayatında en
çok değer verdiği Şah’ının Hakk’a yürüdüğünü işitince bütün dünyasının yıkıldığını anlamak
zor olmasa gerek...
Deyişinde, bu yönelim ve ziyaretten çok mutlu olmadığı, hatta kendisine karşı gösterilen
kuşku ve sorgulama nedeniyle büyük hayal kırıklığı yaşadığı, üzüntü ve pişmanlık duyduğu
görülüyor. Önemsenmediğini; bu nedenle de Şah’la görüştürülmediğini, Şah yerine, Şah
adına kimi adamları tarafından sohbet-muhabbet bile değil, adeta sorgulandığını; “niye geldin
Urum sofusu? Urum’da ne günah kazandın da geldin? Derdini yanmaya, Şah İsmail gibi
semah dönmeye musahibin yok mu ki, buralara kadar geldin” dediklerini söylüyor.14
Bu çok “uzak illerden özenip” gidilen, ama büyük hayal kırıklığı yaşanan, sorgulanıp
aşağılanan; makamı ziyaret etmesine, yüz sürmesine dahi izin verilmeyen yer, başka neresi
olabilir? “Urum sofusu” tanımı, ancak Urum’dan giden birine verilen sıfattır. 1500’lü yılların
“Rum”=Urum eyaleti, Şimdiki Sivas merkez olmak üzere15
çevresindeki illerin tamamına
yakınını kapsayan büyük bir bölgedir. Bu bakımdan, bu “ziyaret edilen” yer, Urum
bölgesinden farklı bir yer-bölge olmalıdır ki, bu sıfat kullanılabilsin. Urum’dan, Urum
çevresine ziyaret yapan birine “niye geldin Urum sofusu” denmemesi gerekir. Bu hayal
kırıklığından sonra, Pir’in dünyası yıkılmış, Şah’ı da değişmiş gibidir. Artık “Benim Şah’ım
Şah’ı Merdan Ali’dir” demekte, Ali’ye çağırmaktadır. Şah’ı artık Şah İsmail değil, Şah’ı
Merdan Ali’dir... “Şah, Şah” diye çalıp, çağırdığı ulunun kim olduğunu söylemek ihtiyacı bu
ziyaretten sonra doğmuş olmalıdır.
Benim Pirim Şah-ı Merdan Ali´dir.
Sefiller Carına Yeten Haydardır.
Kapıyı Hayberi Şahadet Parmağıyla.
14 Avcı, Ali Haydar, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal, s. 145.
15 Divriği, Tokat, Amasya, Bozok, Canik, Malatya, Arapkir, Harput, Çorum, Zile, Niksar, Budaközü, Hüseyinabad, Keskin, Karahisar -ı
Şarki sancaklarından oluşur ve neredeyse Anadolu’nun tamamı demektir.
Kaldırıp Asumana Atan Haydardır
Onlar Girer Zahir Batın Donunda.
Onların Rızkı Gelir Kudret Kolunda
Asuman Yüzünde Aslan Donunda.
Resulün Yolunda Yatan Haydardır. ***
Pirimiz, bu büyük hayal kırıklığını 1534 yılı sonrasında yaşamış olmalıdır. Çünkü aşağıda
vereceğimiz “Bağdat” şiiri, Pir’in, Safevi Şahından beklentisinin bu tarihlere kadar devam
etiğinin bir kanıtı sayılmalıdır. Ve “niye geldin urum sofusu” denilerek sorgulanan, hatta
aşağılanan ve ziyaretten büyük pişmanlık duyan birinin, hele de Pir Sultan Abdal gibi
onuruna, kavline ve kararına bunca düşkün birinin, kırıldığı birine (o insan Şah bile olsa)
böylesine duygulu bir şiiri yazmaması ve Safevi Şahından yana tutum almaması gerekir.
Anımsayalım: Ne diyordu Hınzır Paşa’ya:
.........
Can için yalvarmam sana
Şahımşah bana darılır
Bu nedenle, Pirin, Safevi (günümüzdeki İran) ülkesini (Tebriz’i) ziyareti, bütün isyanların ve
özellikle Kalender Şah kıyamının sonuçsuz kalmasının ardından, 1534 yılı sonrasında, 45–50
yaşlarındayken gerçekleşmiş olmalıdır.
Güzel Şah’ım çok yerlerden görünür
Aslı nedir niye verdin Bağdad’ı
Şahım birdir binbir dona bürünür
Aslı nedir niye verdin Bağdad’ı
......
Çeksen askerini de gelsen idi
Hacı Bektaş Hanına konsan idi
Kırsan ol Yezidi olmaz mı idi
Aslı nedir niye verdin Bağdad’ı
Pir Sultan Abdal’ım Üçler Yediler
Kırklar da bu demde hazır idiler
Bağdad’ı Basra’yı verdi dediler
Aslı nedir niye verdin Bağdad’ı
Yeri gelmişken, Pirin yaşadığı tarihsel aralığa dair isabetli düşünceleri ve bulguları olan iki
araştırmacının görüşlerinden de yararlanmak istiyorum:
Bunardan biri, Ali Haydar Avcı, diğeri de İsmail Kaygusuz’dur. Kaygusuz, analizlerini şöyle
somutlar:
“(...) Böyle olunca onun 1475–80 arasında doğmuş olabileceği
ortaya çıkıyor.
Bu tarihi esas aldığımızda, ‘Pir Sultan’ın zamanında, yaşadığı
çevrede herhangi bir halk hareketi olmamış ve kendisi de böyle
bir harekete katılmamıştır’. Diyenlerin niyetlerinin karanlık
olduğu görülür. Çünkü Pir Sultan Abdal, bu tarihe göre, idam
edilinceye kadar en az on Alevi halk hareketi yaşadı. Büyük
kırımlar gördü. Kanla bastırılan onca ayaklanmaya, Çaldıran
Savaşına (1514), savaş öncesi ve sonrasında yüzbinlerin
öldürüldüğü toplu Kızılbaş kırımlarına tanık oldu. (Bu nedenle Pir
Sultan Abdal MD.) İran savaşları sırasında (1548–55) Kanuninin
Kızılbaş kırımından yakasını kurtaramadı.”16
Ali Haydar avcı, bizim gözlemlerimize oldukça yakın saptamalar yapan Kaygusuz’un bu
çabasını daha da ileri götürerek, ortaya çıkardığı yeni belgelerle somutlar ve şu tespitleri
yapar: Önce, Sn. Avcı’nın derlediği belgeleri verip, sonra da yorumlarına bakalım:
Hüküm: 1 Yazıldı.
Hüsrev Beg’e virildi.
Fi 27 Şaban sene 967
Rum Beglerbegisi Hızır Paşa’ya hüküm ki:
Haliya il-voyvodası olub fevt olan Kasım Voyvoda’nın âdemlerinden şekva
olınub Südde-i Sa’adet’üme arz-ı hal sunılmağın teftiş olınub görilmesin
emr idüb ve arz-ı halün aynı ile ihrac olınub sana gönderilüb buyurdum ki:
Vusül buldukda arz-ı halde mastür olan ahvali malüm eyleyüb dahı
mezkürleri her kandeyse ele getürüb teftiş eyleyüb zuhur iden mevvadı
yazub bildiresin. Bu hususı kimesneye ifşa itmeyüb ele getürüb
göresin.17
Görüldüğü üzere gerçekten de; miladi 23 Mayıs 1560 yılında (27 Şaban, 967), Rum
Eyaletinde18
“Hızır” adında biri beylerbeyi olarak görev yapmakta, bu bölgeyi
yönetmektedir. Sn. Avcı, adı geçen eserinde19
bu kanıtı güçlendiren başka belgeler de
vermektedir. Ancak bu belge, kafamızı sürekli meşgul eden “Pirin hangi tarihte asıldığı”
sorusunun aydınlatılması için başkaca bir kanıta ihtiyaç göstermeyecek kadar nettir. Ve
Pirimizin bu Hızır tarafından astırılmış olabileceğini, güçlü bir şekilde desteklemektedir.
Pir sultan Abdal’ın akıbeti, kimliği ve Osmanlı kayıtlarında adına rastlanmamasıyla ilgili
olarak, çeşitli olasılıklardan söz edebiliriz. Bunlardan biri de Osmanlının sıklıkla başvurduğu,
gizli-kayıtsız ve keyfi “katl” 20
yöntemidir. Pirin asıldığı tarihle ilgili olasılıklar üzerinden
yürüttüğümüz çabalar, muhtemeldir ki, Osmanlı kaynakları-kayıtları içinde “Pir Sultan
Abdal’ın asılmasına dair” düzenlenmiş somut bir belgenin bulunamamasıyla sonuçlanabilir.
Ancak, bu çaba ve çalışmalar bakımından gözden kaçırılmaması gereken başka bir unsur
daha vardır: O da, Pirin akıbetiyle ilgili kaydın, güçlü bir ihtimal gibi gözüken “Koca
Haydar” ismiyle kayda geçirilmesi ihtimalidir. Osmanlı belgeleri üzerinde çalışan
araştırmacılarımızın bu ve buna benzer diğer olasılıkları gözden kaçırmamaları gerekir.21
16 Kaygusuz, İsmail, Anadolu Bilgeleri, Su Yay. S. 283–284
17 3 no’lu Mühime Def. (966–968/1558–1560), s. 513, Hüküm No:1167, Ali Haydar Avcı, age. S. 175
18 Buraya, bütün Anadolu’yu ifade eden Rum’dan tefrik için, Rumiyye’i suğra adı da verilmiştir.
19 Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal.
20 Bkz. Mumcu, Ahmet, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl. S. 121–124
21 Zelyut, Rıza, Öz Kaynaklarına Göre Alevilik, s. 285’de aynı konuda şu bilgileri veriyor: “1 Numaralı Mühimme Defterinde bulunan 1055
sıra numaralı 19 zilhicce 961 (1553) tarihli Divan-ı Hümayun (padişah) fermanı, ilk Hızır Paşa konusunda açık ve önemli bilgiler veriyor.
......
Biz de gezinirdik irfanda sazda
Biz de bulunurduk cem de niyazda
Bize de gel oldu kanlı Sivas’ta
Hızır Paşa bizi astı bulunmaz
Pir Sultan Abdalım destim damende
İsmim Koca Haydar neslim Yemen’de
Garip başa bir hal gelse zamanda
Orda her kişinin dostu bulunmaz
Aşağıda, “Ali Baba, musahiplik, Rüstem Paşa” bölümünde daha ayrıntılı görüleceği üzere,
doğum tarihiyle ilgili yürüttüğüm mantık, arkadaşlarımın tezleriyle örtüşmektedir. Ben
doğum tarihi olarak, 1485–1495 arasını verirken, Kaygusuz 1475-80’li yılları, Avcı da
1490’lı yılların başlarını işaret etmektedir.
Sn. Avcı’nın da isabetle tespit ettiği gibi, Pir Sultan Abdal, “Arzulamış pire gitmiş” ve
Pir’ini, Balım Sultan’ı ziyaret etmiştir. Nitekim Pirimiz, deyişinde bunu çok açıklıkla ifade
etmektedir: Hem de yer, mekân ve isim belirterek.
Balım Sultan’ın (D:1428- Ö:1516) postnişinliği, (1500–1516) yılları arasıdır. Öyleyse
Pirimiz, 1516 yılında Hakka yürüyen Balım Sultanımızı hangi yıllarda ziyaret etmiş olabilir?
Böylesi bir gereksinim hissedip yollara düşen bir hak aşığının en az 25–30 yaşlarında
“olması gerekir” bile demiyorum: Şarttır. Hem o duygu yoğunluğuna-olgunluğa, hem de
“şeriat kapısının” kurallarına22
uygun düşmesi bakımından, mantığın böyle yürütülmesi
isabetli olacaktır.
Şu halde verilerimizin, bilgi ve belgelerimizin ışığında bu konuda [şimdilik kaydıyla] şunu
söyleyebiliriz; Pir sultan Abdal, 1485’li yıllarda doğmuş, 1560’lı yıllarda da öldürülmüş;
Hak’ka yürümüştür. Yol gereği [şartı değil] aynı yaşlarda olması gereken musahip Ali
Baba’nın ölüm tarihi, 28 Cemaziyelevvel (Ocak) 982/1574’dir.23
Konumuzu bu tarihsel
yönüyle incelendiğimizde de, yürütülen mantığın birbiriyle çakıştığı ve belgelerle de gayet
somut bir duruma geldiği görülmektedir.
Fermanın özeti şöyle: “Sivas sancağındaki Bahtabat Köyü çavuşu Cafer, görevini bırakmıştır. Bu görevin, eski Rum (Sivas)
beylerbeyi Hızır'ın isteği üzerine, aynı köy halkından Hüseyin'e verilmesi için Rum Beylerbeyine hükümdür...”
Bu belgenin ilginç yanı, emekli olarak İstanbul'da bulunan eski valinin, Sivas'ın bir köyünü etraflıca hatta bu köyden bazı insanları
ayrıntısına inebilecek biçimde tanıdığını göstermiş olmasıdır. Demek ki bu vezir, Sivas'ta oldukça uzun kalmış, çevreyi ve halkı tanımış,
halktan da kendisi ile bağlantıyı sürdürenler çıkmıştır.
Kesine yakın biçimde şu söylenebilir: Pir Sultan Abdal'ı astıran Hızır Paşa'dır. Gelenek, söylentiler ve Alevi şiiri bunun böyle olduğunu
gösteriyor. Bu idamı yaptıran işte bu ilk Hızır Paşa'dır. Diğer Hızır Paşa'nın Sivas'ta görev yaptığını gösteren resmi bir belge
bulunmamaktadır. Bu nedenle, eldeki bilgilere göre, Pir Sultan Abdal'ın 1547 ile 1553 yılları arasındaki bir tarihte asıldığını söyleyebiliriz.
Zaten bu dönem, Osmanlı-İran ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemdir. 1548 yılında Kanuni Süleyman, İran'a sefere çıkmıştır. İran
yandaşı olarak bilinen insanlar, bu seferler sırasında temizlenmişlerdir. Bununla ilgili katliam iznini de Şeyhülislam Ebussuud Efendi
önceki bölümde görüldüğü gibi 1548’de vermiştir. Pir Sultan Abdal'ın da böyle bir kargaşa ortamında tutuklanıp asıldığını varsaymak
yanlış olmayacaktır. Tarihi de 1548 olmalıdır. »
22 Zakir-âşık olup, ceme oturabilmek bakımından, şeriat, tarikat, hakikat, sırrı hakikat olarak bildiğimiz dört makamın ilki olan şeriat
kapısının geçilmesi gerekir. Bu kapının aşılması da asgariden 25–30 gibi bir yaş ve olgunluk düzeyini zorunlu kılar.
23 Başbakanlık, Mühime Defteri 25/264
Yine Ali Baba’nın yaşamına ve Pirimizin deyişlerine dayanarak, bu konudaki gizin
aydınlatılması çabalarına şu saptamayı da ilave edebiliriz: Önce deyişten iki mısra verelim:
Ala gözlüm zülfün kelep eylesin
Döksün mah yüzüne nikap eylesin
Ali Baba Hak’tan dilek dilesin
Bizi dâr dibinde eğlemesinler
Eğer Ali Baba söze uyarsa
Ferman büyük yerden beyler kıyarsa
Ala gözlü yavrularım duyarsa
Al’ın çözüp kara bağlamasınlar
Anımsayalım: Ali Baba 1574 yılında, eceliyle ölmüştür.
O halde bu deyiş neyi ifade eder? Şunu: Pir’in, ele geçirilip Sivas merkezinde bulunan
Toprakkale Zindanı’na atıldığı ve Osmanlı deyimiyle “siyaset edilmeyi” beklerken söylediği
bu deyişin söylendiği tarihte, Ali Baba’nın henüz sağ, Pir’in ise ölüme gitmekte olduğunu
ifade eder. Bu bilgi bize, “1590 yılında asıldığı” söylenen Pir Sultan’ın, 1574 yılında ölen Ali
Baba’ya; “söze uysun”, benim için “dilek dilesin” diyerek gönderme yapmasının
düşünülmemesi gerektiğini anlatır. O halde on dört yıl önce ölen birinden anlamsız şekilde
dünyevi yardım istemiş olacağını, bunun da Pir Sultan Abdal gibi ulu bir ozana
yakışmayacağını bilmek, kabul ve ikrar etmek gerekir.
****
Pir Sultan Abdal’ın, yaşamı, duruşu, farkı ve inancıyla, bir tarih yazdığını görüyoruz. Burada
aslında, kendi trajedisini şiirleştirerek, Türkmen’in trajedisine birebir tercümanlık yapan ve
günümüze aktaran bir Türkmen ozanın yaşamına tanıklık etmiş oluyoruz. Ayrıca bu simanın,
tarihsel süreçlerde benzeştiği birçok önemli sima ile neredeyse birebir özdeş olduğunu da
görüyoruz. Kuşkusuz uğradıkları büyük haksızlıklar nedeniyle Pir Sultan Abdal gibi
ölümsüzleşen yüzlerce önemli tarihi kişilik vardır. Buna ilişkin tarihin derinliklerinden
Sokrates, Spartaküs, Galileo gibi dışarıdan örnekler de verileceği gibi, Mansur, Nesimi, Baba
İlyas, Baba İshak gibi yakın örnekler de verilebilir. Konumuzla ilgili olarak, aynı tarihsel
kesitten, hatta birebir aynı coğrafyadan, fakat daha da trajik bir olayı, çok ilgi çekici ve
öğretici olduğuna inanarak, burada anlatmak istiyorum.
Tarih, ihanet ve dönekliklerle doludur. Belgeler, Pir Sultan Abdal’ın Safevi ziyaretinde
yaşadığı hayal kırıklığından sonra, Osmanlı ülkesinde yaşadığı trajedinin bir benzerini; hatta
daha da trajik olanını, Şah İsmail’e sığınan Şah Kulu’nun yaşadığını göstermektedir. Pir
Sultanımızın umutları kırılmış, dünyası yıkılmıştır ama Şah Kulu’nun yaşadıkları, ciltler
dolusu romanlara konu olacak kadar büyüktür ve bugün dahi ibret almamız gereken derslerle
doludur.
Şahkulu trajedisi esas konumuz olmamasına karşın, Pir’in yaşadığı döneme rastlaması, sosyal
ve siyasal nedenlerdeki benzerlik, dönemin Osmanlı-Safevi-Türkmen ilişkilerini ve inançsal
ruh halini bire bir yansıtması bakımından burada değerlendirmeyi uygun buldum.
“Pir Sultan Abdal diye bir insan yaşadı mı?”
Bu denli belge kıtlığında konumuzla ilgili olan, H. 5 Safer, 1053, (M. 1643) tarihini taşıyan
bu belgenin birçok bakımdan önemsenmesi gerektiğini düşünmekteyim. O denli önemlidir ki,
Pirimizin 1560’lı yıllarda öldürüldüğünü anımsarsak, bu belgenin veriliş tarihinin, Pirimizin
ölüm tarihinden aşağı yukarı doksan yıl sonraya rastladığını ve henüz Pirin anısının taze
olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Verdiğimiz belgenin, ciddi ve saygın bir kurum olan dergâhın mührünü ve imzasını
taşımasının yanında, içerdiği bilgiler de en az diğer boyutları kadar önemlidir. Burada,
kitabın müellifi olmam hasebiyle, “Pir Sultan evlatlarından Seyit Salih Çelebi’ye (...)
icazetname verilmiştir.” cümlesine ihtiyati bir şerh konulup- konulmaması seçeneğini kendi
dünyamda tartıştığımı söylemeliyim. Bunun hem yazar olarak kişisel sorumluluğum
bakımından, hem de Pir Sultan Abdal gibi dünyalar ulusu bir zata torun olan Banazlı
komşularıma daha da ağır sorumluluklar yüklemesi bakımından, ne derece önemli olduğunu
söylemeye ve bu konuya tekraren dikkat çekmeye ihtiyaç olmayacağını umut etmek isterim.
Belgenin ortaya çıkardığı gerçeklikten yola çıkarak, bu gerçekliğin elbette Pir’e kan bağıyla
bağlı olanların, Ona yaraşır insan olmak zorunluluğunun hiç tartışmasız kabul edilmesi
gerekliliğinin yanında, “Pir’e yaraşır olmak” sorumluluğunun salt kan bağı olanlara ait bir
zorunluluk olmadığının da kabul edilmesi gerekecektir. Yolumuz ve inancımız için, çoluk-
çocuğu, eşi, yâri ve yareniyle bunca bedel ödeyen bir ulu insana talip olmak, komşu olmak,
Alevi-Bektaşi, Banazlı, Yusufoğlanlı, İslimli, Yakup Köylü, Doğanlı’lı, Pir Sultanlı olmak,
hele hele insan olmak, daha da ötesi Onun adına kurulan vakıf ve derneklerin üyesi olmanın
da, aynı derecede onur ve sorumluluk gerektireceği açıktır…
Pir Sultan Abdal konusu geçmişten günümüze, “soyut-mitolojik, menkıbei vari bir yaklaşım
ve ezbercilikle” ele alınmış, bu çalışmalara da genellikle ticari ve ideolojik kaygılar egemen
olmuştur. Elimizdeki ürünlere baktığımızda kısmi-küçük değişikliklerin yanında, nerdeyse
birçoğunun birbirinin tekrarı olduğu görülmektedir. İlgili yazar dostlarımız,24
Banaz’ı, ya
haritada gören, ya da “geçerken uğrayan” insanlarımızdır. Eleştirilerimizden, yapılan
çalışmaları yadsınma, verilen emeği küçümseme veya bunu yaparak kendime pay çıkarma
peşinde olduğum sonucu çıkarılmamalıdır. Ama bu kolaycı yöntemin ne büyük yanlışlara
neden olduğu; bizatihi ele alınan ulu kişiye, onun hak, hukuk ve insanlık kavgasına ve
özverisine ne büyük haksızlık yapıldığı da artık anlaşılmalı ve bu eleştiri muhataplarımız
tarafından dikkate alınmalıdır.
“Pir Sultan Abdal” diye bir insan yaşadı mı? Ara başlığını ve sorusunu anlamsız bulanlar
olabilir ama Pir Sultan Abdal konusu ülkemizde o kadar soyut, menkıbeci ve mitolojik bir
yaklaşımla ele alınmıştır ki, artık iş “Pir Sultan diye biri var mıdır; yok mudur?” noktasına,
ne yazık ki, getirilmiştir ve böyle bir “iddia” konu edilerek, kitaplar dahi yazılabilmiştir.
Oysa yapılan işe biraz emek verip, işine-aşına asgari saygı gereği, konuyu içtenlikle ele
almak, bilgi ve bulgulara yönelmek, alan araştırması yapmak25
yaşadığı çevrede hiç değilse
bir ay kadar kalmak, havasını, suyunu, insanını tanımak gerekmez mi? Bu kadar “ucuzcu”
olmak yakışır mı? Avustralya’da yerli Aborjinler üzerine roman yazan bir edebiyatçı
hanımın, romanının gerçekçi olması için her türlü riski, meşakkati ve yorgunluğu göze alarak
altı ay boyunca “ilkel” Aborjinlerle yaşadığını anımsamalıyız. Sadece bu örnek bile değil, bu
yöntemle yazan, işine, eserine, hatta rolüne saygı gösteren ve ürününün gerçekçi olması için
aynı yönteme başvuran daha yüzlerce örnek göstermek mümkün iken, bizim insanımızda
benzer ciddiyeti görememek gerçekten acı ve hüzün vericidir.
“Defter edilen kırk bin Kızılbaş?”
Yine Yavuz’un Çaldıran seferi öncesinde Kör Müftü Hamza Gürüz ve Şeyhülislam İbn-i
Kemal’den aldığı fetvaları anımsayalım: “... Kızılbaş, Rafizi ve Mülhid adına her kimesne
var ise defter edilmesine...”26
Bunlar gerçekten de “defter edildi.” Bu defter edilme
konusunda Osmanlı tarihçilerinin hiçbir tereddütleri yoktur. Kaldı ki, Kızılbaş kırımı
24 Önemli gördüğüm birkaç çalışmayı ayırarak ifade ediyorum.
25 Kaldı ki, Pir Sultan Abdal gibi bir ulu ozanın yaşamını yazmak isteyen insan, her türlü fedakârlığa katlanmasını da bilmelidir.
26 Kitabımızın fetvalar bölümüne bakınız.
konusunda Sultan Süleyman, “babası -Yavuz’a- rahmet okutmuştur.” Adı sanı bilinmeyen
yüz binlerce insanımız, bu kanla beslenen insan kasaplarının emriyle katledilmişlerdir. Bunca
insandan günümüze ulaşan ne bir isim vardır, ne de bir iz... Bu “defteri dürülen” 40 bin
kişinin listesi bulundu mu?”
Onları nasıl yok sayabiliriz?
Bildiklerimizi yazıyoruz; ya bilmediklerimiz? Hiç düşündük mü: Bildiklerimiz,
bilmediklerimizin kaçta kaçıdır? Türkmen-sevmez Osmanlıcı tarihçiler; “Osmanlı’da menfi
veya müspet her gelişmenin kaydı vardır.” diyorlar. Oysa gerçekler ve Prof. Ahmet
Mumcu’nun Osmanlı şer-i belgeleri üzerinde yaptığı incelemelerin sonucu, söylenenleri
doğrulamıyor. Bu belgelere göre, padişahlar, sadrazamlar ve yetkiyi eline geçiren herkes,
tebaa üzerinde her türlü baskı kuruyor, insanların malını talan ediyor ve sorgusuz sualsiz
adam öldürebiliyordu. Taner Timur; “... devlet otoritesinin kaybolduğu zamanlarda (...) pek
çok valiler, sorgusuz, yargılamasız katletme emri verebilmişlerdir. Bilhassa anarşik
devrelerde idareciler bu fiili fakat gayrı meşru yetkilerini insafsızca kullanmışlardır. Pek tabi
(şeriat yasaları geçerli olsa dahi) bu katliamları hukuki saymak imkânı yoktur.”27
Binbir Bacalı (Eski) Banaz’dan, kitabın daha önceki bölümlerinde söz etmiştim. Burada, bu
eski köyümüzün arazisi içinde tesadüfen bulunan mağaradan da söz etmek istiyorum: Beş yıl
kadar önceydi; 2 Temmuz 1993 Sivas-Madımak katliamının yıkıntıları içinde boğuştuğumuz,
bugünlerde yaşadığımız şerit yanlısı hükümetlerin habercisi olan kötü yıllarda! Ortalığa bir
haber yayıldı: “Yazı’da bir mağara bulundu, içinde binlerce kuru kafa ve kemik
kalıntıları var.” deniliyordu. Birkaç gün sonra olay yerine, yerel gazete muhabirleri, polis,
jandarma, sivil birtakım adamlar üşüştü, bu adamlar olayı güya tetkik ettiler; yerel gazeteler
küçük-önemsiz bir haber olarak sayfalarında birkaç gün yer verdiler. Sivas müze yetkilileri,
muhtemelen aldıkları talimat doğrultusunda, “kemiklerin M.Ö. bilmem kaç yıllarına ait
olduğuna” kanaat getirdiler. O ara jandarma mağaranın girişini tekrar kapattı, kimsenin
girmemesi için nöbetçi koydu, daha sonra nöbet işini “devriye’ye” çevirdi ve sonra olay
kapandı ve tamamen unutuldu...
Biz bu olayın nasıl, ne zaman, hangi şartlarda olup- bittiğini, kimler tarafından, kimlerin
neden katledildiğini bilmiyoruz. Çünkü olayın belgesini bulamadığımız gibi, tanığı da
değiliz. Ama olayla ilgili olduğunu tahmin ettiğimiz somut olaylar, gelişmeler var. Her
şeyden önce koskoca bir Osmanlı tarihi ve ona bağlı olan kanlı mı kanlı, yüzyıllarca devam
eden bir süreç var. Salt bu bölgede, yani Yıldız Dağının Banaz’a bakan Tokat-Sivas
havzasında onlarca büyük kıyam olmuş ve bu kıyamların kanla bastırılması sonrasında,
onlarca köy-kasaba yakılmış, dağıtılmış, yüz binlerce insan katledilmiş veya kaybolmuş:
Hepsi de aynı şey!
Kitabımızın çeşitli bölümlerinde sırası geldikçe verilen Osmanlı görevlilerinin katletme
usullerinde, “bazen başka infaz usulleri de kullanılmıştır. Mesela, Amasya, Canik ve Tokat
taraflarında eşkıyalık eden Kızılkcaoğullarını tenkile II. Murat tarafından tam yetkili olarak
memur edilen Yörgüç Paşa dört yüz kadar eşkıyayı (!) bir mağaraya hapsederek içine duman
salıp boğdurmak usulü ile idam etmiş ve cesetlerini bozkıra attırmıştır. Bu yazar, idam
edilenlerin hepsinin suçlu olmadığını da zikrediyor.”28
Sözünü ettiğimiz bu Banaz havzasında, 1500’lü yıllarda büyüklüğü ve mamurluğuyla
çevredeki herkesin övündüğü, “Bin bir Bacalı Banaz” denilen koskoca bir kasaba vardı ve
şimdi bu kasabanın yerinde gerçekten de “yeller esiyor!” Kasaba da yok, insanları da... Bize,
yaşlı Banazlılarca rivayet edilerek kuşaktan kuşağa aktarılan bilgiler şöyle: “Eski Banaz
yakılıp yıkılmış, insanları “Şah diyenin dilini kesen” Osmanlı tarafından katl edilmiş,
27 Mumcu, Ahmet, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl. s.124
28 Yıl: 1426, Aşıkpaşazade, age., s. 168
kurtulabilenlerden yedi kişi (aile), çok sonraları bu Banaz’ı kurmuş.”
Pir Sultan Abdal’ın efsanevi yaşamı
Dost elinden dolu içmiş deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Hızır adlı bir genç de Pir Sultan’ın adını duyup ondan feyiz almak için gelen köylülerden
biridir.
Hızır, Sivas’ın Hafik ilçesinin Sofular köyündendir. Köyündeki insanların ve yaşamın
bozulması nedeniyle gelip Banaz’a yerleşir; Pir Sultan Abdal’a kapılanır. Hızır’ın Pir Sultan
Abdal’a hizmeti ve müritliği yedi yıl sürer. Yedi yıl sonra Hızır, Pir Sultan Abdal’dan
himmet ister. “Pirim bana himmet edin, ruhsat verin, gideyim büyük adam olayım.” der.
Pir Sultan Abdal da ona “Ben sana ruhsatı da himmeti de veririm Hızır.” der. “Ama sen gidip
de büyük adam olunca, Vezir, Paşa olunca gelip beni asarsın.”
Böyle der ama duasını eksik etmez. İstanbul’a yolcu eder Hızır’ı.
Hızır İstanbul’da saraya gider ilerler, paşa rütbesi alır ve Sivas Valiliği’ne gönderilir. Vali
olunca tüm inanıcını, ikrarını unutur. Yoksulları ezmeye, onlara zulmetmeye, haram yemeye
başlar. Hak gözetmez, namus bilmez bir vali olur. Artık adı Hızır Paşa olan Hızır’ın Sivas’ta
Kara Kadı ve Sarı Kadı adlı iki kadısı vardır. Bu iki kadı da aldıkları rüşvetlerle, haklıları
haksız çıkarmakta, adaletsizlikleriyle ünlüdürler. Yoksul halkın bu iki kadıdan çekmediği
kalmamıştır.
Pir Sultan Abdal da iki köpeğine Sarı Kadı ve Kara Kadı adlarını vermiştir. Pir Sultan Abdal
köpeklerini Kara Karı, Sarı Kadı diye çağırınca, düşmanları gidip iki kadıya söylerler.
Adlarının köpeklere verildiğini duyan kadılar, kızıp küplere binerler. Hemen Pir Sultan
Abdal’ı tutuklatıp Sivas’a, huzurlarına getirirler. Köpeklerinin adlarını sorarlar. Pir Sultan
Abdal gerçeği yadsımaz. “Evet” der. “Benim köpeklerimin adı Kara Kadı ve Sarı Kadı’dır.
Ama onlar sizden daha iyidir. Çünkü benim köpeklerim haram yemez.”
“Köpeklerinin haram yemeyeceğini nereden biliyorsun?” diye sorarlar.
Pir Sultan Abdal; “isterseniz deneyin” diye yanıt verir.
Denemeye karar verirler. İlin ileri gelenleri toplanır ve bir kaba haram, bir kaba haram
olmayan yemek hazırlarlar. Kapları işaretleyip kadıların huzuruna getirirler. Kara Kadı ve
Sarı Kadı önlerine konan haram yemeği bir güzel yerler. Sonra aynı biçimde köpekler için
yemek hazırlanır. Pir Sultan Abdal’ın Kara Karısı ile Sarı Kadısı ise, içinde haram yemek
olan kabı bir kez kokladıktan sonra yemeyip haram olmayan yemekten yerler. Böylece ilin
ileri gelenleri kadıların haram yediklerini öğrenirler. Bunun üzerine Pir Sultan Abdal da “iyi
köpek kötü kadıdan efdaldır (yüksektir, erdemlidir).” diyerek köpeklerin sırtını sıvazlar,
sonra da sazını eline alıp şu demeyi söyler:
“Kocabaşlı koca kadı İman eder amel etmez Sende hiç din iman var mı? Hakkın buyruğuna gitmez Haramı helali yedi Kadılar yaş yere yatmaz Sende hiç din iman var mı? Hiç böyle kör şeytan var mı?
Fetva verir yalan yukarı Pir Sultan’ım zatlarımız Domuz gibi dağı dolan Gerçektir şöhretlerimiz Sırtına vururum palan Haram yemez itlerimiz
Senin gibi hayvan var mı? Bu sözümde yalan var mı?”
Bu demeyi de dinleyen kadılar başlarını yere eğerler ve çaresiz Pir Sultan’ı serbest bırakırlar.
Bu olaydan kısa bir üre sonra Sivas Valisi Hızır Paşa adı Koca Başlı Kör Müftü olan İl
müftüsünden bir fetva alır. Bu fetvada “Şahın adının yasaklandığı, Şah diyenlerin dillerinin
kesilip öldürülecekleri...” söylenir. Tellallar meydan meydan, sokak sokak gezip bu fetvayı
duyururlar. Pir Sultan Abdal bu fetvayı duyunca hemen şu demeyi söyler:
“Fetva vermiş kocabaşlı Kör Müftü
Şah diyenin dilin keseyim deyü
Satır yaptırmış Allah’ın laneti
Ali’yi seveni keseyim deyü
Şer kulların örükünü uzatmış
Müminlerin baharını güz etmiş
On ikiler bir arada söz etmiş
Âşıkların yayın yasayım deyü
Hakkı seven âşık geçmez mi
Korkarım Allah(tan, korkum yok senden
Ferman almış Hızır Paşa Sultan’dan
Pir Sultan Abdal’ı asayım deyü”
Bununla da yetinmez Pir Sultan. Her gittiği yerde fetvaya karşı çıkar. Nereye gitse Şah’ı
över. Bunun için ölümü de göze aldığını duyurur, yeni yeni demeler söyler:
“Padişah katlime ferman dilese Eğer beni katsa kervan göçüne
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Götürseler Hindistan’a Maçin’e
Cellâtlar karşımda satır bilese Urganım atsalar darağacına
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Onyedi yerimden vursalar yara Ahiri katlime ferman yazılsa
Cerrahlar derdime kılmasa çare Çıksam teneşire tabut düzülse
Kemendi bend ile çekseler dara Kefenim biçilse mezar kazılsa
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Karadır kaşları benzer kömüre Pir Sultan Abdal’ım derim vallahi Münafıklar zarar verir ömüre Ölsem terk eylemem Pir’i billahi İk’ellerim bağlasalar demire Huzur-u mahşerde dilerim Şah’ı Yine geçmem ala gözlü Yine geçmem ala gözlü
Muhbirler ve münafıklar, Pir Sultan’ın bu dediklerini hemen Hızır Paşa’ya yetiştirirler.
“Senin fermanını da müftünün fetvasını da dinlemiyor bu adam” derler. “Her gittiği yerde
Şah’tan söz ediyor”
Hızır Paşa’da askerlerini gönderip Pir sultan Abdal’ı Sivas’a getirir. Eski Piri’ne saygıda
kusur etmez. Fetvadan, Pir’in demelerinden hiç söz etmez. Siniler içinde nefis yemekler
sunar Piri’ne. Ama Pir Sultan yemeklere elini sürmez. Hızır Paşa Piri’nin yemeklere elini
sürmediğini görünce sorar:
“Pirim, yoldan geldin açsındır. Ama yemeklere elini sürmedin. Neden?”
Pir Sultan eski müridine şunları söyler:
“Sen haram yedin. Zina ettin. Yetin malına el attın. Onların ahını aldın.
Yoksullara haksızlık ettin. Senin bu haram parayla yaptırdığın
yemeklerine ben değin köpeklerim bile ağızlarını sürmezler.”
Pir Sultan, bunları söyledikten sonra Paşa konağının penceresinden Banaz’daki köpeklerine
seslenir. Banaz’daki köpekler koşarak gelirler konağa. Sofradaki yemeklere yaklaşırlar ve bir
kez kokladıktan sonra da hiç dokunmadan geri çekilirler.
Bunu kendisine hakaret kabul eden ve çok kızan Hızır Paşa, Pir Sultan’ı tutuklatıp Sivas’taki
Toprakkale’ye hapsettirir. Ama birkaç gün sonra yaptığından pişman olur. Ne de olsa Pir
sultan onun eski Piri’dir ve çevrede saygı gören, sevilen birisidir. Pir Sultan’ı hapisten
çıkartıp huzuruna getirir. Ona bir öneride bulunur.
“Pir’im, içinde ‘şah” sözü geçmeyen üç deme söyle seni bağışlayacağım.”
Hızır Paşa’nın bu sözleri üzerine Pir sultan sazını eline alır ve ilk demesini söyler:
“Hızır Paşa bizi berdar etmeden Her nereye gitsem yolum dumandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim Bizi böyle kılan ahdi amandır
Siyaset günleri gelip tetmeden Zincir boynum sıktı halim yamandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim Açılın kapılar Şah’a gidelim
Gönül çıkmak ister Şah’ın köşküne Pir Sultan’ım eydür mürvetli Şah’ım
Can boyanmak ister Ali müşkine Yaram baş verdi sızlar ciğergahım
Pirim Ali On İk’imam aşkına Arsa direk direk olmuştur ahım
Açılın kapılar Şah’a gidelim Açılın kapılar Şah’a gidelim.”
Yaz selleri gibi akar çağlarım
Hançer aldım ciğerciğim dağlarım
Garip kaldım şu ara ağlarım
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Pir Sultan’ın dilinde hep Şah vardır. Hızır Paşa bu demeyi dinleyince kızar.
“Pirim” der. “Sazı yanlış çalıp, yanlış söylüyorsun. Dikkat et!”
Pir Sultan ikinci demesine geçer:
Şah’ımdan Şah’ımdan”
“Kul olayım kalem tutan ellere Münafıkın her dediği oluyor
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Gül benzimiz sararuban soluyor
Şekerler ezerim şirin diline Gidi Mervan şad oluban gülüyor
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Allah’ı seversen kâtip böyle yaz Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa
Dün ü gün ola Şah’a eylerim niyaz
Gör ki neler gelir sağ olan başa
Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas Hasret koydu bizi kavim kardaşa
Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz.”
Sivas illerinde zilim çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir
Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Sanki meydan okur Pir Sultan. İnadına “Şah!” der: Şah’la sürdürür ve yine Şah’la bitirir
demelerini. Hızır paşa iyice kızar. Çevresindekiler, “Bir Kızılbaş parçası seni dinlemiyor. Bu
nasıl iştir? Nerde senin paşalığın?” derler.
Pir Sultan ise kimseye aldırmadan üçüncü demesine başlar:
“Karşıdan görünen en güzel yayla Alınmış abdestim aldırırlarsa
Bir dem süremedim giderim böyle
Kılınmış namazım kıldırırlarsa
Ala gözlü Pir’im sen himmet eyle Siz de Şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Eğer göğerüben bostan olursam Abdal’ım dünya durulmaz
Şu halkın diline destan olursam Gitti giden ömür geri dönülmez
Kara toprak senden üstün olursam
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.”
Dost elinden dolu içtim deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Artık Hızır Paşa iyice çileden çıkar:
“Günah benden gitti. Atın şu adamı zindana da aklı başına gelsin!” diye bağırır adamlarına.
Pir Sultan’a döner ve “Yarın asılacaksın, Pirim!” diye ekler.
Sivas Toprakkale Zindanına götürürler Pir Sultan’ı, Sivas’ın Kepçeli denilen mal meydanında
onu asmak için bir darağacı kurarlar. Sabah güneş doğmadan önce asmak için alıp Kepçeliye
getirirler. Darağacına çıkarırlarken kimsenin ardından yas tutmasını istemez Pir Sultan.
Başlar bu demeyi söylemeye:
“Bize de Banaz’da Pir Sultan derler Eğer Ali Baba sözü uyarsa Bizi kem kişi de bellemesinler Ferman büyük yerden beyler kıyarsa Paşa kıdemine tembih eylesin Ala gözlü yavrularım duyarsa Kolum çekip elim bağlamasınlar Al’ın çözüp kara bağlamasınlar Hüseyn Gazi binse gelse atına Surrum işlemedi kaddim büküldü Dayanılmaz çarh-ı felek zatına Beyaz vücudumun bendi çözüldü Benden selam olsun ev külfetine Önüm sıra Kırklar Şah’a çekildi Çıkıp ele karşı ağlamasınlar Daha beyler bizi dillemesinler Ala gözlüm zülfün kelep eylesin Pir Sultan Abdal’ım coşkun akarım Döksün zülfün kelep eylesin Akar akar dost yoluna bakarım Ali Baba Hak’tan dilek dilesin Pirim aldım seyrangaha çıkarım Bizi dar bidinde eğlemesinler Yıldızdağı seni yaylamasınlar.”
Hızır Paşa: Pir Sultan’ın asılmasından önce bir buyruk daha verir.
“Herkes Pir Sultan’ı taşlayacaktır. Taşlamayanlar ölümle
cezalandırılacaklardır.”
Pir Sultan’ın asılmasını izlemeye gelenler ellerine taşlar alıp atmaya başlarlar ona. Ama
hiçbir taş değmez Pir Sultan’a.
Pir Sultan’ın musahibi Ali Baba’da bu buyruğa uymak zorunda kalır. O pirine taş atabilir mi
hiç? Bir gül alır eline ve gizlice Pir Sultan’a fırlatır.
Pir sultan, Ali Baba’nın kendisine gül attığını görür ve çok üzülür. İdam sehpasında şu
demeyi söyler:
“Şu kanlı zalimin ettiği işler Pir Sultan Abdal’ım canım göğe ağmaz
Garip bülbül gibi zareler beni Hak’tan emrolmaz irahmet yağmaz Yağmur gibi yağar başıma taşlar Şu ellerin taşı hiç bana değmez Dostun bir fiskesi pareler beni İlle dostun gülü yaralar beni.”
Dar gününde dost düşmanım bell’oldu
On dergim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
“Hala dilini tutmuyor bu adam!” deyip hemen ipi geçirirler boynuna.
Kalabalık dağıldıktan sonra Ali Baba, Pir Sultan’ın yanına gelip ayaklarına yüz sürer ve ağlar.
Kanlı yaşlar akıtır gözlerinden. O gün ve ertesi günler Pir Sultan’ın asıldığı haberi çevreye
yayılır. Kızı Sanem saçını başını yolar ve sazını eline alıp babasının öldürülüşüne üzülür ve şu
ağıtı yakar:
“Dün gece seyrimde coştuydu dostlar Kemendimi attım dara dolaştı Seyrim ağlar ağlar Pir Sultan deyü Kafirlerin eli kana bulaştı Gündüz hayalimde gece düşümde Koyun geldi kuzular meleşti Düşde ağlar ağlar Pir Sultan deyü Koçlar ağlar ağlar Pir Sultan deyü Uzundu usuldu dedemin boyu Pir Sultan Abdal’ım yücedir şanın Yıldızlar yaylası Banaz’dır köyü Kudretten çekilmiş bir senin bunun Yaz bahar ayında bulanır suyu Hakk’a teslim ol şirin canın Çaylar ağlar ağlar Pir Sultan deyü Dostlar ağlar ağlar Pir sultan deyü.” Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da Kanlı yaş akıttım baharda yazda Koç babamı kurban verdim Sivas’ta Darağacı ağlar Pir Sultan deyü
Bundan sonra söylentiler alır yürür Sivas ve çevresini. Sabahleyin darağacının yanına
gelenler orada Pir Sultan’ın cesedini değil hırkasını görürler.
Başka söylentiye göre, ertesi gün kahvede oturup söyleşenler arasında şu konuşmalar olur:
“Hızır Paşa dün sabah Pir Sultan’ı astırmış, duydunuz mu?” diye sorar birisi.
“Ne asması yahu? Bu sabah ben Pir Sultan’ı Koçhisar yolunda, Seyfebeli’nde gördüm.” Diye
yanıt gelir birinden.
Bir başkası: “Yanlışın var. Bu sabah gün ışırken ona Malatya yolunda, Kardeşler Gediği’nde
rastladım.” Der.
Bunun üzerine biri atılır:
“Yanılıyorsunuz arkadaşlar, ne diyorsunuz siz? Yeni Han29
yolunda, Şahna Gediği’nde
gördüm ben onu.”
“Hepimiz yanlışsınız: Ben onu Tavra Boğazı’nda gördüm” diye bağırır bir başkası da.
Bir türlü anlaşamazlar. Kimse kimseyi ikna edemez. Hepsi kendi gördüğünün gerçek
olduğuna yemin eder.
29 Yıldızeli İlçesi’nin eski adı
Kalkıp hep birlikte darağacının olduğu Kepçeliye giderler: Bir de ne görsünler? Darağacında
Pir Sultan’ın cesedi değil, hırkası asılıdır.
Meğer Pir Sultan darağacından inip yola düzülmüş. Onun gittiğin gören Hızır Paşa’nın
asesleri de peşine düşmüşler. Yakalamak için koşmuşlar yetişememişler. Pir sultan
Kızılırmak Köprüsü’ne gelince dönüp bakmış ki asesler iyice yaklaşmışlar. Hızlıca köprüyü
geçmiş ve geçtikten sonra “Eğil Köprü eğil!” demiş. Köprü eğilip suya batmış ve asesler
karşıya geçememişler. Pir Sultan’ın kerametini anlayıp geri dönmüşler.
Pir Sultan Şah’a gitmek için Horasan’ın yolunu tutmuş. Yolda giderken bir musahiple
karşılaşmış. Adam onun Pir Sultan olduğuna inanmamış. Çünkü musahip, Pir Sultan’ın
asıldığını biliyormuş. Üstelik bu yüzden Sivas’ta ateşler yanmıyor, kazanlar kaynamıyormuş.
Pir Sultan, birkaç nefes söyleyip adamı inandırır.30
Pir Sultan, Horasan’a varıp Şah’ın huzuruna çıkar. “Niçin geldin?” derler. Pir Sultan da alır
sazını eline ve şu demeyi söyler:
“Diken arasında bir gül açıldı Ben bend’ oldum şu meydana atıldım Bülbülüm bahçede ötmeğe geldim İkrar verdim ikrarıma tutuldum Bezirganım yüküm gevher satarım İptida talipten pire katıldım Ali pazarına dökmüğü geldim Pirin eteğine tutmağa geldim Baç’ım vermeyince yüküm açılmaz Pir Sultan Abdal’ım yüreğim döğüm Gevherin hasına hile katılmaz İmanlar rengine boyandım bugün İnkar toru ile şahin tutulmaz İrehber pişirir talibin çiğin Bir gerçek tor’una düşmeğe geldim Ahiri bu imiş pişmeğe geldim”
Ardından şu demeyi söyler Şah’ın huzurunda:
“Zahir batın On’ki imam aşkına Erenler yolundan bir taş kaldırdım
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Gönül bahçesinde gülün soldurdum
Pirim nazar eyle şu ben düşküne Bugün eksikliğin nefsi öldürdüm Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Bakmaz mısın cesedimin narına Pir Sultan’ım eydür karşımda
durma Elim ermez oldu cihan karına Gidip münkirlere yol ekran
kurma Yüzüm yerde geldim durdum darına
Alnımın karasın yüzüme vurma
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Aman Şah’ım mürevvet deyü geldim.”
30 Yağcı, Öner, Pir Sultan Abdal, s. 43
Hacı Bektaş oğlun günahkar gördüm
Aradım isyanı özümde buldum Yüzümün karasın elime aldım Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Pir Sultan, Horasan’dan Erdebil’e gider, orada ölür ve gömülür.
Kimi söylentilere göre Pir Sultan’ın mezarı Erdebil’dedir. Bir Başka görüşe göre ise
Merzifon’dadır.
Gerçekte ise, araştırmacıların tespitlerine göre Pir Sultan, asıldığı yere gömülmüştür.
Gönümüzde Sivas’ta mal pazarı olarak kullanılan ve Kepçeli denilen semtte üstü taşlarla
örtülü, boyu beş, eni iki metre kadar olan bir taş yığını, Pir Sultan’ın mezarı kabul
edilmektedir.
Söylentiye göre, asıldığı yer Sivas'ta eskiden Keçibulan adını taşıyan, sonra uzun süre
Darağacı diye anılan, şimdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarşısı'nın karşısında
Mal Pazarı olarak kullanılan bu alanın Gazhane bitişiğinde, sıra söğütlerin bitiminde bulunan,
boyu beş metre, eni bir metreden fazla, bakımsız toprak yığını onun mezarıdır. Üstündeki
moloz taşlar, asılması sırasında Hızır Paşa'nın emriyle halkın attığı taşlardır.31
Kalender Çelebi Ayaklanması ve Pir Sultan Abdal,
“O mübarekler yenileceklerini daha baştan biliyorlardı.”32
Kalender Şah’ı anmaya, tüm içtenliğim, takdir duygularım ve aziz anısı önünde turab olmaya
hazır olduğumu belirterek başlıyorum:
Anısı, talibi, sevenleri ve toprağı bol olsun.
Kitabımızın çeşitli bölümlerinde değinildiği gibi Şah Kalender, bugüne değin onurlu
duruşumuzu sağlayan, düzgün insan davranışıyla dünya-âleme örnek olan, geçmişimizin yüz
akı simalarından biridir. O, bulunduğu oldukça etkili ve yüksek makamı33
ve kişisel ikbalini
riske etme pahasına, mazlumu kayıran ve haksıza karşı kıyama duran; dünya tarihinde eşi az
bulunan yüksek bir şahsiyettir. Şah Hatayi’yi anarak; “Ser vermezsem yoluna Şah-ı Kadimin/
Âlemde dahi bana Kalender demesinler” ona olan bağlılığının derecesini bu dizeleriyle dile
getirmektedir.
Her cana kalan serseriya er demesinler
Ser vermeyenin ismine server demesinler.
Bir kimesnede olmasa ol aşk-ı Ali’den
Pes nice ana Kâfir-i Hayber demesinler
Her cak ki Şehi bilmese bu kişver içinde
Şah kulu değil çaker-i Kanber demesinler
31 Yağcı, Öner, age., s.47
32 Banaz’lı dedeler
33 Osmanlının ilk dönemlerinde çerağ akçesi ve ayrıcalığı vererek desteklediği makam
Güzel görünür işbu gönül her kimi sevse
Tahkik budur özge haberler demesinler
Efsane sözün söyleme ey zahid-i hodbin
Sakın ki sana cahil-i ebter demesinler
Katlanmaz isen sabr idüben cevrine yârin
Ol bi hünere aşk eri rehber demesinler
Ser vermezsen isem yoluna Şah-ı Kadimin
Âlemde dahi bana Kalender demesinler
Şah Kalender, kişisel insani özelliklerinin yanında, kan ve gözyaşı üzerinden saltanat yürüten
devşirme Osmanlı yönetiminin yönetim anlayışına engel olmaya çalışması; hiç değilse bu
gelişmeye itiraz ederek duraksatması bakımından da tarihsel bir şahsiyettir.
Anadolu insanının Osmanlıya karşı kıyamı Kalender’le başlamamıştır: Bu kıyam ilk de
değildir, son da... Çok öncelerden başlamış, öyle sürüp gelmiş, yine öyle sürüp gitmektedir.
Çocukluğumu anımsıyorum: O yoksul ama mutlu çocukluk yıllarımı... Cemlerde gül yüzlü
dedelerimizden dinlediğim “dürüst olun, insan olun, tüyü bitmedik yetim hakkını almayın,
rızasız lokma yemeyin” öğütlerini; toprağı ve rahmeti bol olsun babamı; köy odalarında “Ehli
Beytin cenklerini, keşf-i kerametlerini” toplu dinlediğimiz kış akşamlarını...
Hz. Ali’nin, Battal ve Hüseyin Gazi’nin cenklerini hikâye eden kitaplar okunurdu. Hikâye
içinde adı geçen savaşın sonunda, kâfire, Yezide, Muaviye’ye karşı savaşan Ali, Hasan,
Hüseyin’in, imamların, Şahların, Eba Müslim Horasani erenlerinin hepsi de mutlaka
yeniliyor; odada bulunan özellikle büyüklerimiz olmak üzere herkes, gözyaşlarına
boğuluyordu. “Ne bahtsız insanlar şu bizimkiler” derdim kendi kendime, “bütün sevdikleri
öldürülmüş zavallıların; ama hep mazlumdan-güçsüzden yana olmuşlar!”
Ağlamalar, yavaş yavaş yerini sessizliğe bırakırdı. Herkes gözyaşlarını ve burunlarını
silerken ilk söze yine dede başlardı: “Kuzular” derdi, “o mübareklere her şey ayandı: Onlar
bu kavgada yenileceklerini zaten biliyorlardı. Ama onlara, savaşmaktan, tatlı canlarını ortaya
koymaktan başka yol bırakılmamıştı ki... Yezide, Muaviye’ye biat edemezlerdi...” Anılar
tazelenir, dedenin duasının ardından, hep bir ağızdan ve yüksek sesle “Allah Allah” denilir,
biraz kendimize geldikten sonra okumaya devam edilirdi.
Çocukluk işte: Neredeyse her yılın kış akşamlarında sık sık tekrarlanarak okunan bu
methiyeleri, yine de can kulağıyla dinlemeleri ve tarihin çok eski dönemlerinde olup-biten bir
olay nedeniyle bile, büyüklerimizin bu denli duygulanmaları karşısında kendimizi tutamaz,
kimi zaman için için gülerdik.34
Ama yaşadık ve gördük ki, “tarih sürekli tekerrür eden” bir
34 Bu okuma akşamları, hatırlı birinin ya da dadenin gözcülüğünde sürdürülür, varsa eğer, genellikle de hatırlı bir ailenin büyük olan
odasında toplanılırdı. Bu muhabbetlerde bazen gerçekten komik olaylar da olabiliyordu: Çok güldüğümüz anılardan biri şöyle: Köyde okuma
akşamlarında okunan kitaplar, hep aynı kitaplardı. Ve herkes, neredeyse bütün kitabı baştan aşağı ezberlerdi. Yine bir akşam sohbetinde aynı
kitabı okumaktan bıkmış olan arkadaş; başladı rakamları abartmaya. Doğal olarak kitapların, “ah, vah, canlarım, lanet olsun” denilerek tepki
gösterilen en acıklı kısımları, Kerbela Katliamı gibi Ehl-i Beyt katliamlarıyla ilgili bölümler okunurken, özellikle de kadın-erkek yaşlılar
salya sümük ağlamaklı olur, bu durumlarda ne okunduğu zaten bilindiğinden okuyana pek dikkat edilmezdi. Kaldı ki, çoğu kez ne okunduğu
iç çekmelerden, ah vah seslerinden anlaşılamazdı.
Bugün okunan konuda Eba Müslim Rum tekfurunun kalesine tek başına yalın kılıç saldırıyor, makine gibi hiç durmaksızın boyuna kelle
uçuruyordu. Kitapta yazıldığı biçimiyle, her kılıç darbesinde elli kâfirin başını düşürmesi gereken Eba Müslim, bu akşam yüzer yüzer
şeymiş... Ve Çorum, Maraş, hele de Sivas’ta yaşananların, tarihte yaşanan binlerce
katliamdan hiçbir farkı yokmuş! Ve anladık ki, bizim, kendimizi, onlara göre daha eğitimli ve
bilgili olduğumuzu farz ederek hafife aldığımız o sahneler fazlasıyla gerçekmiş. Ve onlar, bir
bakıma geçmişe değil, kendilerine ve ecdatlarına çektirilen eziyetlere, aşağılanmalara ve
ondan da çok, çocuklarının, yani bizim kuşağımızın göreceği olası eziyet ve zulümleri
düşünür, kaygılanır, o nedenle ağlarlarmış! Sonraki yıllarda, “inancımız nedeniyle neden bu
kadar aşağılandığımızı ve eziyet edildiğini” babama sorduğumu anımsıyorum:
“Neden olacak oğul” derdi, “biz dönemiyoruz; böyle gelmişiz böyle gidecek!”
Rahmetli anacığım çok az ve öz konuşurdu ama yüzyılların ötesinden gelmiş bilgeler gibiydi.
Zalimlerin zulmüne hedef olan atalarımıza, dedelerimize yapılanları sorduğumda, çoğu
kereler Banazlı dedelerimin söylediği özdeyişleri örnek verir; “O mübarekler
yenileceklerini daha baştan biliyorlardı.” derdi. Ama sanki bir şey eksik söylenirdi;
söz edilen yenilgiler, bizim anladığımız anlamda yenilgiler değildi. Taraflar, kendi
dünyalarının kavgasını veriyordu. Biri zahiri dünyanın malı, mülkü, gücü, kuvveti, safahatı
ve kişisel debdebesi için, diğeri de Batıni dünyanın gereği olan insanlık, adalet, kardeşlik ve
eşitlik adına kavga ediyordu. Birinin kavga aracı top, tüfek, kılıç, zırh gibi öldürme araçları,
diğerinin en temel silahı ise düşünce, tasavvuf ve felsefeydi. Bu değerleri dünyaya yaymak ve
egemen kılmak istiyorlardı.
Biri, halkının aç bırakılması uğruna sefil-eğlenceli, debdebeli bir hayat sürmek ve gününü
gün etmek istiyor, diğeri dünü, bugünü, yarını ve tüm zamanları kucaklamak istiyordu.
Osmanlı, bölge ülkelerinin Amerika’sı, halkı da Kızılderili’ydi sanki. Kavganın temelinde
tamamen farklı bir dünyada yaşama kurgusu ve arzusu vardı. Kavga, yengi, yenilgi
kaçınılmazdı. Ve nihayet resmi tarihçiler ne derse desin, bir taraf hep lanetle anılmak için,
diğeri de hep özlem, sevgi ve minnetle anılmak için kavga ediyordu.
Çok okuyup yazdığını, üst düzeyde bir bilge olduğunu eylem ve nefeslerinden bildiğimiz Şah
Kalender de biliyordu elbet ne olacağını, ama halkının, taliplerinin, insanların çığlığını,
açlığını, feryadını görmemezlikten gelemezdi: O, mazlumun, taliplerinin, gâvur ve
Müslüman’ın feryadını-çığlığını duydu ve önlerine düştü...
***
Bir Hırvat dönmesi olan Osmanlı tarihçisi Peçevi İbrahim Efendi35
Peçevi Tarihi adlı
eserinde, Kalender’in kıyamını şöyle değerlendirmektedir:
“... Adı geçen Kalender Şah o kadar güç ve itibar kazandı, o kadar
kalabalık bir topluluğun başı oldu ki, böylesi şimdiye dek hiçbir asiye
nasip olmuş değildi. Işık ve abdal diye anılan ne kadar inancı bozuk
kimseler var idiyse yanına toplayıp yirmi, otuz bin kadar eşkıyadan oluşan
büyük bir çete meydana geldi. İster istemez, bunların yakalanmaları için
sadrazam ve başkomutan İbrahim Paşa görevlendirildi. İbrahim Paşa üç
düşürmeye başlamıştı. Kitap aynı kitaptı ama dedenin okuma yazma bilmemesini fırsat bilen, biraz da ağız-burun temizleme seslerinden
istifade etmeye kalkışan arkadaş, bugün, kafası kesilen kâfirlerin sayısını iki katına çıkararak okumaya başlamıştı. Okuyan şahsın rakamları
abarttığını derhal fark eden dede; “kuzu” dedi, “orası öyle olmayacaktı herhal.”’
“Dede” dedi okuyan şahıs; “burada öyle yazıyor, istersen gel bak!”
Konuya daha sonra açıklık getiren arkadaş, “dede” dedi, “Aba Müslim vurdukça öyle mutlu oluyorsun ki, o yüzden ben de kâfir sayısını
abarttım, bunun ne zararı var?”
35 1574 yılınada Macaristan’ın Peçoy kentinde doğdu. Meşhur Sokoloviç ailesindendir. Sokollu Mehmet Paşa’nın akrabasıdır.
bin yeniçeri ve iki bin sipahi ile Üsküdar yakasına geçti ve düşman36
üzerine koyuldu.”37
İşgal ettiği Bizans ülkesinin aristokrasisi ve Enderun kökenli devşirmeler tarafından tersine
işgal yaşayan Osmanlı sarayı ve bürokrasisi, Anadolu halkından tamamen soyutlanmış,
başkalaşmış ve tebaa üzerinde olağanüstü bir sömürü ağı kurmuştu. Sömürünün boyutları,
artık dayanma-tahammül etme boyutlarını çoktan aşmıştı. Baki Öz, Kalender Çelebi
ayaklanmasının taraflarını ve niteliğini şöyle yorumlamaktadır:
“Hacı Bektaş soyundan olan Kalender Çelebi ayaklanmasının kitle tabanı
köylü-çiftçi kesimiydi. Yoksul halktı. Geniş Türkmen yığınlarıydı. Elinden
dirliği alınmış, yoksulluğa itilmiş küçük dirlik sahipleriydi. Devletçe
dışlanmış, baskıyla düzen içerisinde tutulmaya çalışılan kesimlerdi.
Bunların geneli Alevi ve Türkmenlerdi. (içlerinde) Sünni öğeler de
vardı.”38
Osmanlı tarih yazıcıları, örneğin İbrahim Peçevi, Müneccimbaşı ve Solakzade Kalender Şah
ayaklanmasından uzun uzun söz etmekteler. Ortak noktaları, Kalender'in büyük güç ve itibar
kazandığı, arkasında çok sayıda ve her kesimden halkın toplandığıdır. Osmanlı resmi tarih
yazıcılarının hepsi de, kalkışmayı kendi inançları doğrultusunda yorumlamış, bunları “dinden
çıkmış, inancı bozuk, dinsiz-mezhepsiz” oldukları noktasında fikir birliği etmiştir. Bu
nitelemelerinde Alevi halkı, “Rafızî, mülhid, Kızılbaş” diye adlandırırlar.
Oysa günümüzün itibarlı tarihçilerinden biri olan İsmail Hami Danişment, Osmanlı tariçilerini
onaylamaz:
“Devşirmelerin Osmanlı idaresinden soğutmuş oldukları Sünni Türklerle;
Çiçeklü, Masatlu, Akçakoyunlu ve Bozoklu Türkmen (Alevi) aşiretleri ve
bunlardan başka Baba-Zünnün İsyanı’nın kılıç artıkları da Kalender’in
maiyetine iltihak etmiş, netice olarak Anadolu’nun ortasından Şarkına
kadar büyük bir saha isyan sahnesi haline gelmiştir. Bütün bu isyan ve
tenkil hareketlerinden dolayı anavatanı muazzam bir harabbeyeçeviren
ve mütamadiyen Türk kanı dökülmesine sebeb olan bu feci vaziyetin
bütün tarihi mesuliyeti Anadolu Türklerini en müthiş zulümlerle Osmanlı
idaresinden soğutmuş olan devşirme zümresinin boynundadır. Daha Fatih
devrinden itibaren İstanbul fethinin veyahut mensup oldukları yabancı
milliyetlerin intikamını Anadolu Türklerinden almak istediklerini kendi
dilleriyle açıkça söylemiş birtakım vatansız ve hain serseriler paşalık,
vezirlik serdarlık sıfatlarıyla Anadolu Türklerine musallat edilmiş,
Karamanoğullarının, Şiilerin, Dulkadir beylerinin vesairenin tenkili
bahanesiyle bu serserilerin işlemedikleri cinayet kalmamıştır. İşte
bundan dolayı bu seferki vaziyet (Şah Kalender isyanı) Anadolu’da rüzgâr
ekmiş olan Osmanlı idaresinin fırtına biçmesi demektir.”39
Solakzade şunları yazmaktadır:
36 Peçevi, Anadolu Türkmenlerini “düşman” diye niteliyor
37 Efendi, Peçevi İbrahim, Peçevi Tarihi, Cilt I, s. 93
38 Öz, Baki, Osmanlı'da Alevi Ayaklanmaları, İstanbul 1992, s. 185
39 Danişment, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. II. s. 124
“Kalender adlı kötü yollu bir âşık... Zamanın Mehdi'siyim diyerek (ortaya
çıktı)... Abdallar, torlaklar, dinsiz meşrepliler ile mezhepsizler, pek çok
kötülük severler ile onun havasına uyarak, yanına toplandılar. Bunların
otuz bin kadar olduğu anlaşılmaktadır.”40
Ayaklanmanın merkezi karargâhı Hacı Bektaş Dergâhı çevresi olmuş; yığınlar burada
toplanmıştı. Hacıbektaş- Kırşehir hattında başlayan hareketlilik, Ankara, Bozok, Tokat
hattına doğru yürüyüşe geçti. Yoksul-aç köylüler, ırgat ve tımar sahipleri, göçerler,
yerleşikler, muhipler, talipler ve bu zulme dayanacak gücü kalmayan herkes ayağa
kalkmıştı.“Ali nesli güzel İmam” Şah Kalender ve Türkmen, doğrudan Osmanlı üstüne
yürüyordu:
Yürüyüş eyledi Urum üstüne
Ali nesli güzel İmam geliyor
İnip temenna eyledim destine
Ali nesli güzel İmam geliyor
Doluları adım adım dağıdır
Tavlasında küheylanlar bağlıdır
Aslının sorarsan Şah'ın oğludur
Ali nesli güzel İmam geliyor
Tarlaları adım adım çizili
İrakip elinden ciğer sızılı
Al yeşil giyinmiş gerçek gazili
Ali nesli güzel İmam geliyor
Magripten çıkar görünü görünü
Kimse bilmez evliyanın sırrını
Koca Haydar Şah-ı Cihan torunu
Ali nesli güzel İmam geliyor
Pir Sultan Abdal'ım görsem şunları
Yüzüm sürsem boyun eğip yalvarı
Evvel baştan On'ki İmam serveri
Ali nesli güzel İmam geliyor
Pir Sultan Abdal, bu kıyamın merkezindeydi. Çalıp-söylüyor, konuşuyor; “bu zulme artık
başkaldırmak gerektiğini, Güzel Şah’ın çevresinde toplanıp, haram yiyenlerin üstüne hep
birlikte yürünmesini” istiyordu. Dergâhın kapısına yıllar önce yüz sürmüş, ziyaret etmişti.
Köyünde, çevresinde olanları, Osmanlının dayanılmaz zulmünü, Balım Sultan erenlere
herkes gibi o da arz etmişti. Kalender Şah’la görüşüp, tanışmış, niyazını duazını almış,
Banaz’a davet etmişti. İşte şimdi Kalender Şah’tan gelen haberle dilekleri kabul oluyordu.
Kazova’da, Tokat’ta, Turhal’da, Yıldız Dağında, Banaz’da ve çevrede bulunan yerleşim
birimlerinde toplantılara katılıyor, çalıp söylüyor, “birliğin sağlanması durumunda sancağın
40 Solakzade Tarihi II, s. 154
Kazova'ya dikileceğini” müjdeliyordu.
Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Alim ne yatarsın günlerin geldi
Korular kalmadı kara yurt oldu
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
Kızıl Irmak gibi bendinden boşan
Hama'dan Mardin'den Sivas'a döşen
Düldül eyerlendi Zülfikar kuşan
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
Mümin olan bir nihana çekilsin
Münafık başına taşlar üşürsün
Sancağımız Kazova'ya dikilsin
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
...
Pir Sultan Abdal'ım bu sözüm haktır
Vallahi sözümün hatası yoktur
Şimdiki sofunun Yezidi çoktur
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
Ankara, Kırşehir, Bozok (Yozgat), Sivas, Tokat, Amasya, Erzincan hattını teşkil eden bölge,
Kızılbaş Türkmenlerin en yoğun yaşadığı bölgeydi. Bu hattın tam orta yerinde Tokat-Sivas
arasında, Yıldız Dağı’nın Kuzey Batısında, Kazova bölgesi bulunmaktaydı. Çok verimli
toprakların bulunduğu Kazova bölgesi, aynı zamanda da, insan yapısı nedeniyle Osmanlının
en çok zulmettiği bölgelerden biriydi. Kalender Şah’ın Bozok, Sivas, Tokat, Amasya yönüne
doğru yürüyüşe geçtiği haberi, bu bölgede heyecan, sevinç ve kurtuluş beklentisinin doruğa
çıkmasına neden oldu.
Havada dolanan kuşlar
Gerçek mi gördüğüm düşler
Saf saf oldu yürüyüşler
Pirim Kalender geliyor
Mehdi-i zamandır adı
Bitsin mazlumun feryadı
Hacı Bektaşın evladı
Pirim Kalender geliyor
.....
Benim pirim adil vezir
Çağırdığım yerde hazır
Yardımcımız İlyas Hızır
Pirim Kalender geliyor
Er isen erliğin bildir
Düşkünü meydandan kaldır
Sürdüğün bir ulu yoldur
Pirim Kalender geliyor
Koyun Abdal eydür erler
Yardımcımız olsun pirler
Sarp geçitler ulu şarlar
Pirim Kalender geliyor
Koyun Baba bölge insanının beklentisini ve heyecanını böyle yansıtıyordu. İzlenen
güzergâha baktığımızda Kalender güçlerinin, Kırşehir, Bozok bökesinden sonra Sivas
bölgesindeki ilk büyük molayı Yenihan’a41
bağlı Sarıkaya köyü korusunda verdiği, bu
moladan itibaren Pir Sultan Abdal’ın da 72 arkadaşıyla Kalender güçlerine burada katıldığı
büyük bir ihtimaldir. Sarıkaya köyü, Sivas- Ankara karayolu üzerinde bulunan Karakaya
köyünün Güneydoğusunda, Banaz’a 60 km. uzaklıktadır.
..........
Kırkların kapıyı çaldı birisi
Birinden mest oldu kalan gerisi
Sarıkaya derler Şah’ın korusu
Duralım gaziler İmam aşkına
.....
Pir Sultanım bu yol uludur deyu
Çağrışur Muhammed Ali’dir deyu
Cümlemiz bir ikrar kuludur deyu
Soralım gaziler İmam aşkına
***
Yetmiş üç er idik girdik bu yola
Yalbırdak kılıçlar hep aldık ele
İkrar iman nasip olsa bir kula
Kudretten okunur onun yasını
......
Böyle yazılmıştır bize yazılar
Kerbela dedikçe sinem sızılar
Pir Sultan Abdal’ım der ey gaziler
Şu gelen ses Düldül sesi mi?
Kalender Şah, Sarıkaya’dan Kazova’ya, oradan da Yıldız dağına geldi. Burada Kalender’in
saklayanı-bekleyeni çoktu. Beduhtun,42
Yıldız, Saru-Yar,43
Yusufoğlan, Gazi, Banaz gibi
büyük ve nüfus bakımında kalabalık Türkmen köyleri, Onu büyük bir sıcaklık ve saygıyla
bağırlarına basmış, bir dediğini iki etmiyorlardı. Karar toplantısı olan Yıldız dağındaki
“cenge başlama” toplantısının katılımcıları, genellikle Türkmen kocaları, halifeler, babalar,
dedeler, zakirler, talipler, musahipler ve bölgenin ileri gelen simalarıydı. Başta Şah Kalender
41 Şimdiki Yıldızeli ilçesinin eski adı.
42 Şimdiki Güneykaya kasabası
43 Şimdiki Sarıyar köyü
olmak üzere, Pir Sultan Abdal, Koyun Baba ve Kul Himmet gibi Alevi-Bektaşi dünyasının
güvenilir tanınmış öncüleri, toplantının yönünü ve kaderini tayin edecek bir noktada
oturmuşlar, toplantıyı bir bakıma erenlerin cemini yürütmekteydiler.
Dağ yüzünde Şah-ı kervan duruyor
Onun katarından ayırma bizi
Önünde Düldülle Kanber yüyüyor
Onun katarından ayırma bizi
....
Yağar yağmur yeryüzüne saçılır
Gün vurur dağlardan duman açılır
Yürür Şah-ı kervan yollar geçilir
Onun katarından ayırma bizi44
........
Zordu kuşkusuz ama mutlak surette de bir karara varılması gerekiyordu. Türkmen’in
dayanacak hali kalmamış, bıçak kemiğe dayanmıştı. Şah ne derse öyle olacaktı. Şah,
öncelikle cem olma nedenlerini açtı: Müşkülü akılcı bir üslupla ve yola uyan demelerle,
bütün boyutları ve olasılıklarıyla anlattı ve çözüm için canların düşüncelerine başvurdu.
Kalender ve Pir Sultan Abdal’ın içinde bulunduğu çoğunluk, “Şah Tahmsab ülkesine giden
yolları tutan Osmanlı güçlerini yarıp, Kızılbaş ülkesine gidilmesini,45
buradaki Türkmen
güçleriyle bir araya gelinmesini ve geriye dönüp, sancağın Kazova’ya dikilmesi gerektiğini”
söylüyorlar, “kurtuluş için tek yolun bu olduğu” konusunda ısrar ediyorlardı.46
Kırk yılın başında bir nur doğuyor
On’ki İmam Mehdi ile geliyor
Düldül eğerlenmiş Ali biniyor
On’ki İmam Mehdi ile geliyor
....
Sorarsanız bir elmadan çıkıptır
Kâfirlerin kal’asını yıkıptır
Sancakları Kazova’ya dikiptir
On’ki İmam Mehdi ile geliyor
Ali nurdan bir taç giymiş başına
Kim karışır ol Ali’nin işine
On’ki İmam berk yapışmış peşine
44 Pir Sultan Abdal
45 Sümer, Faruk, Safavi Devletinin Kuruluşu, s.77
46 Toplantıda, bu grubu destekleyen, Osmanlı karşıtı bir oluşum daha bulunmaktaydı; tımarlarını ve servetlerini Osmanlıya kaptıran ve geri
almak için bu oluşuma katılan Dulkadirli beyleri... Dulkadirli boylarının ayaklanmanın başlaması ve yitirilmesinde önemli rolleri olmuştur.
Dulkadirliler ayaklanmanın başlaması noktasında Kalender Çelebi’ye geniş ölçüde destek vermiş, hatta teşvik etmiş, Osmanlı güçlerinin
Sivas yakınlarında Karaçayır-Cincife bölgesinde yenilgiye uğraması için ciddi çabalar göstermiştir. Daha sonra Osmanlıyla ulufe ve diğer
çıkarlar karşılığında girdiği işbirliği sonunda Kalender güçlerine ihanet etmiş, yenilmesinde başrolü oynamıştır. Dulkadirli beyi
Şehsuvaroğlu Ali Bey ve beş oğlu, 1522 yılında Kanuni tarafından hile ile öldürülmüş, beyliğin tımarlarına ve tüm servetine Osmanlılar
tarafından el konulmuştu. Ali Haydar Avcı, Kalender Çelebi Ayaklanması, S.21
On’ki İmam Mehdi ile geliyor
Rum ilinde devlet hanlar tutuldu
Şad olunup top tüfekler atıldı
Zahir oldu kurt koyuna katıldı
On’ki İmam Mehdi ile geliyor
Pir Sultan Abdal’ım söyler özünden
Kafir kırar topuğundan dizinden
Ahdim kaldı ol Mehdinin yüzünden
On’ki İmam Mehdi ile geliyor
Koyun Baba ve onu destekleyenler ise, bu yolun çok tehlikeli olduğunu; “Osmanlı hattını
yarsalar bile, Osmanlı adına hareket eden Diyarbakır Beylerbeyi Kürt Hüsrev güçlerini
geçme imkânın olmadığını, bunun daha önce de çeşitli kereler denendiğini” söylüyor,
kalkışmanın yeni bir kırıma neden olacağı iddiasıyla Kalender’i kıyamdan vazgeçirmeye
çalışıyorlardı.
Seni Şah’a gider derler
Gel gitme güzel Kalender
Anan atan yüzü suyun
Gel gitme güzel Kalender
....
Sen Hacı Bektaş gülüsün
Şu alemde dopdolusun
Sen de bir erin oğlusun
Gel gitme güzel Kalender
.....
Bölük bölük oldu beyler
Dikildi sayvanlar tuğlar
Koyun Abdal durmuş ağlar
Gel gitme güzel Kalender
Diyor, “aman yapma güzel Kalender” diyerek gidilmemesini istiyor ve yalvarıyordu. Ama
yola çıkılmıştı bir kere ve dönüşü yoktu bu yolun. Doğrudan doğruya üzerlerine gelen
Osmanlı güçleri üzerine yürüdüler. Resmi Osmanlı kaynakları, tımarı ellerinden alınmış kimi
beylerin ve özellikle Dulkadirli beylerin de bu toplantıların bir bölümüne katılarak “bu isyanı
tüm varlıklarıyla desteklediklerini” söylediklerini; bir bakıma da kendi çıkarları uğruna
Türkmenleri kışkırttıklarını, sonra da gizli pazarlıklar sonucu çekilerek Kalender’i yalnız
bıraktıklarını kesin olarak belirtiyorlar.
Aşağıda vereceğimiz belge, Osmanlının bu isyan nedeniyle tedirginliğini ve bütün gücüyle
bu olayı bastırmak üzere çareler aradığını göstermektedir. Ayrıca Kalender güçleri içindeki
casusları ve çevredeki gözcüleri aracılığıyla, hareketin adım adım izlenerek rapor edildiğini
ve raporların ilgililere iletildiği görülüyor.47
Semm-i semend-i saadete ruhsare-i niyazı sürab takbil-i rikab-ı
47 Avcı, Ali Haydar, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal, s. 95
hümayunla dest-res bulduktan sonra arz-ı bende-i bi-miktar ve zerre-i
haksar ol-dur ki atı güçlü ve çevik yönetime ve yüksek makama mutluluk/sevinç dileklerimle perişan
halli bu aciz kullarının yerlerde yüz sürerek –niyaz ederek- sunduğu küçük bir arzı –raporu/bildirimi-odur ki,
bundan akdem daha önce Budak Özi Çorum/Sungurlu ilçesi ve Keskün nevahillerinde taraflarında huruç eden ayaklanan Kızılbaş Kaz Göli Tokat-Turhal arasında, Yeşilırmağın sol
yanında bulunan göl. Kazova mevkisi, Kazğölüne çok yakındır. nam mahalden isimli yerden kalkup
Artukabad Artova canibine yönüne müteveccih olduğu haber arz olunup yöneldiği
haber verilip şimdiki halde beglerbegi hazretleri Rum (Sivas eyaleti) beylerbeyi Takup
Paşa. Canibinde tarafında olan âdemlerimizden Veys nam ademümüz
Artukabad ayağında yakınlarında Silis Özi Zile Artova arasında bir köy nam mahalden
gelüb şöyle haber verdi ki, Kızılbaş-ı lâin lanetli Kızılbaşların Artukabad’a
konduğu haber istima olub duyulup nefs-i Sivası ihrak etmek niyetin istima
edicek Sivas bölgesini yağmalamak niyetinde oldukları duyulunca Rum beglerbegisi
hazretleri Yakub Paşa dahi ılgalayub hızla gelerek Sivas’a kondukta, Kızılbaş-
ı mahzul dahi Rezil/rüsva Kızılbaşlar daha sonra Artukabaddan Yılduza Yıldız Dağı
dibindeki Yıldız köyü dönüb, Sivas ile Tokat arasından geçüb Yılduza konub
andan daha sonra Gökçe Belden Geynik ve Bedohtun (Güneykaya) Kasabası’nın Güneyindeki bir
geçit. (Bedohtun Boğazı) Banaz’ın komşu köyleri aşub kara kurayı Endişeyi bıragub ağzını
çit-hane eyleyüb Kapatıp dıyar-ı şarka Doğu illerine gitmege müteveccih
oldukta Yönelince beglerbegi hazretleri dahi mahruse-i Sivasdan kalkub,
Tahta Köpri Sivas yakınlarında, Kızılırmak üzerindeki bir köprü nam köpriye konub andan
Koçhisara Hafik ilçesi varmak tedarik oldukta Düşünülünce bu nahif Aciz dahi
mübarek Recep ayının on dokuzuncu güni ki duşenbe güni dür.48
Artukabaddan öte Yıldıza karib çok yakın olan Fineze49 nam mahalle isimli yere
konub andan ara yatı gece vakti Koçhisarda beglerbegi hazretlerine mülakat olmak yetişmek üzere tahmin olunmışdur.50 inşallahu-ı aziz padişah-ı alem-
penah Alemlerin sığınağı hazretlerinün eyyam-ı saadetlerinde mutlu günlerinde
enva-ı çeşitli yüz aklıkları hasıl ola başarılar kazanıla melain-i mezkure dahi herkesin nefretini kazanmaya sebep olanlar bile eski kızılbaşdan kimesne tabi olmayub katılmayıp ve bazı yerlere ki fitne ü fesad bıragup bazı yerlerde bozgun ve karışıklıklar
çıkarıp yer yer huruc isyan etdirmek tedarik etmişler idi. ettirmeye uğraşmışlardı ol
fitneleri dahi rast gelmeyüb bozgunculukları amacına ulaşmayıp yer yer bozulub ve
48 Bu tarih 21 Nisan 1527 Cuma gününe denk gelmektedir.
49 Fineze: Tokat-Çamlıbel bucağına bağlı Fineze köyü. Yeni adı Güzelce’dir. Bkz. Köylerimiz, Dahiliye Vekaleti – Mahalli İdareler Umum
Müdürlüğü Yayını, İstanbul 1933, sayfa 259; Köylerimiz, İçişleri Bakanlığı Yayını, Ankara 1968, sayfa 653., Türkiye Mülki İdare Bölümleri
– Köyler-Belediyeler, sayfa 818., Fineze köyü, Yıldız dağı ve Yıldız köyüne yakın olduğu gibi, Çırçır bucağı ve Banaz köyünüde yakındır.
50 Bu bilgiden anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı Beyleri ve paşaları Koçhisar’da (yeni adı Hafik) toplanarak hem güçlerini birleştirmek, hem de
Sivas-Koçhisar arası Kızılırmak vadisinde yolların nasıl kesileceği ve isyancıların nasıl çevrileceğine ilişkin görüşme yapmayı düşünmüş
olmalılar. Bu bölge aynı zamanda Saferi ülkesine giden önemli geçiş yollarından birisidir. Osmanlı tarihçisi Ferdi’ye göre Kalender Çelebi
bu yol üzerinden “Şah’a gitmek istemiştir. Ferdi, Tarih, 100b-103b, Ayasofya Kütüphanesi, No: 3317, Aktaran: Faruk Sümer, Safevi
Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Sayfa 77.
Boz Ok ta’ifesinden dahi ümitvar oldugı51 kimesneler dahi kendülere tabi
olmayub bu nahif aciz yanına gelüb ve andan gayri her gün bölük bölük
içlerinden kaçub ve kaçub gelenlere dahi kat’a kesinlikle kimesneyi dahl
etdirmeyüb yaklaştırmayıp ekserine çoğunluğuna aynı ile yanlarında bulunan bulunan rızk
ü malın yiyecek ve malları dahi alıvermek ile içlerinden hayli adem kaçub
perişan-hal olub hatta Çiçek oglı Hasan Beg52 nam kimesne ki sabıka
tutılub önceden söylendiğince yakalanıp bu nahife geldükde hılatlanub giydirilip, kuşatılıp
salıverildükde Kızılbaş arasında olan karındaşı Turak Beg ki cemi’i
umurların toplumun işlerini görüp başaran mezkur adı geçen Turak Bege
mektublar gönderilüb ol dahi içlerinden kaçub amma bu nahife dahi gelüb
ulaşmayub bazılar akebinden Kızılbaş yetüb katl etdi bazı Kızılbaşlar gerisinden
yetişip öldürdüler ve bazılar henüz bizlere gelmege ihtiyat edüb hazırlanıp bir
vesile aracıyla ile gelmek ister derler şol derecede önemli ölçüde aralarına
tefrika ayrılık düşmişdür ki nihayet yedi sekiz yüz atlu ve üç dört yüz
piyade kaldı deye tahkik ederler doğrularlar53 Ümiz dür ki umulur ki Hakk-ı
Subhanahu Ta’alanun inayetinden ulaşılduğı mahalde Allah’ın yadımıyla ulaşıldığı
yerde olancası dahi kılıçdan geçüb sa’irlere diğerlerine ibret vaki ola ders verici
durum ola İnşallahu Ta’ala baki-i ferman sa’adetlü sultanum hazretlerinün
re’v-i şeriflerine menutdur. Allah’ın izniyle ebedi buyruk mutluluk verici sultanım hazretlerinin
şerefli onaylarına bağlıdır.
Az’afü’l-ibad (kulların en zayıfı)
Mahmud el-fakir
Ve bu abd-ı nahif bu aciz kul dahi gayet sürat ile gitmegin Boz Ok’a
ta’ifesünün boy begleri ve sipahileri yetişüb ekser çerileri gelüb mülakat
olamadılar çoğunluk askerler gelip katılamadılar amma ruz-be-ruz gün be gün gelmek
üzere dururlar heman boy beglerinden birkaç boy begi gelüb mülakat
olamadı aramıza katılamadı anlar dahi bir iki menzil durak bu nahifden gerüde
gelüb ulaşmak üzere dururlar.
Tavakkaltu al-Allah (İşimi Allah’a bıraktım)
51 Bu söylemden, o dönemde Bozok bölgesinde tekke, zaviye ve ocaklar yoluyla Kalender Çelebi’ye bağlı çevrelerin geniş bir alanda
örgütlü ve etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Yunus Koç, XVI. Yüzyılda bir Osmanlı Sancağının İskân ve Nüfus Yapısı, Sayfa 23.
52 Kalender Çelebi’nin yaptığı çağrı üzerine ayaklanmaya geniş bir şekilde destek veren Çiçekli aşireti, o dönemde Bozok bölgesinde
yerleşmiş bulunan Bozulus Türkmenlerinden bir oymaktır. Bkz. Tufan Gündüz, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, Bilge Yayınları, Ankara
1997, Sayfa 64.
53 Bu rakamlardan Mahmut Paşa’nın, Kalender Çelebi’nin çevresinde toplanan isyancıların gerçek sayısını bilmediği ve bütün girişimlerine
karşın doğru bilgiler edinemediği de anlaşılmaktadır. Belki de “ulufe” ve “hilat” karşılığı Mahmut Paşa’nın yanına kaçan işbirlikçiler ya da
Pir Sultan’ın deyimiyle “dönenler” Kalender Çelebi çevresini küçümsediklerinden ya da önemsiz gördüklerinden dolayı böylesine düşük
rakamlar veriyorlardı. Bir olasılıkla Şah Kalender çevresindeki öncülerin, Osmanlı yöneticilerinin aşırı önlemler almasını engellemek ve ağır
saldırılara girişmesini engellemek için taktik gereği böyle yanıltıcı bilgiler yaydığı da düşünülebilir. Nitekim bu yanılgı ve küçümsemelerin
Osmanlı ordusuna oldukça pahalıya patladığını söylemek gerekir. Osmanlı güçleri isyancılarla bölgede karşılaştıkları her yerde ağır
yenilgilere uğramişlar, savaş meydanlarında –bu arzı saraya gönderen Mahmut Paşa’da dahil olmak üzere –birçok bey ve paşa kalmıştır.
Mahmud bin Abdullah54
Bu olaylar adı geçen bölgede 933 (1527) yılı Mart-Nisan ayları arasında meydana gelmiştir.
Rapordan, Osmanlı güçlerinin isyancıları adım adım izledikleri çok net bir biçimde
anlaşılmaktadır.
Verilen bu güzergâhtan anlaşıldığına göre, Tokat –Artukabad tarafından gelen isyancılar,
Bedohtun yazısı üzerinden Gökçebel’e yönelip orayı da geçtikten sonra Çırçır bucağı
yakınlarından ve Banaz köyünün kuzeyinden geçerek, düzenli Osmanlı güçleri karşısında
çatışmaya ve korunmaya elverişli bir bölge olmasından dolayı Yıldız Dağı eteklerinde
konaklamışlardır.55
Padişah Sultan Süleyman, artarda yenilgi haberlerinin gelmesi üzerine, ayaklanmayı
bastırmak için Sadrazam İbrahim Paşa’yı görevlendirdi. Onun emriyle hareket eden Anadolu
beylerbeyi Behram Paşa ile Karaman beylerbeyi Mahmud Paşa’nın askeri birlikleri, ayrı ayrı
yönlerden Kazova'ya yönelen Kalender Şah'ın ardına düştüler. Kazova'daki korkunç savaşta
Kalender'in yoksul savaşçıları Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı. Arkasından Mahmud
Paşa'yla birleşen diğer Osmanlı güçleri Sivas Karaçayır kasabası yakınlarındaki Cincife
denilen yerde, 27 Mayıs 1527 yılında yapılan savaşta yine yenildiler. Karaman beylerbeyi
Mahmud Paşa, Alaiye beyi Sinan bey, Amasya beyi Koçi bey, Anadolu Timar defterdarı Ruh
ve Karaman defterdarı kethudası Şeyh Mehmed öldürüldüler.
Bu yenilgilerle birlikte Osmanlı ordusunun tüm ağırlıkları Kalender Şah birliklerinin eline
geçti. Osmanlı tarihçilerinden Solakzade'nin söylemiyle:
“Bütün torlaklar ağırlıklı silah, hayme ve çadırlar edindiler. Çıplak ve perişan iken giyinip
kuşandılar. Övünülecek giysilerle donandılar.”56
Pir Sultan Abdal, bu olayları anlattığı
deyişinde Kızıl Deli Sultan’a ve kırklara da çağrı yapmakta, onların adlarını anarak manevi
güç kazanmayı düşlemektedir.
Kırklar Urum'a geçti sen duydun mu
Tanrının aslanı geldi bildin mi
Pınar yanında kendini buldun mu
Kırklara serçeşmesin pirim Ali
Cümlemizden ulusun Kızıl Deli
Kırklar bir bir arda sökün eyledi
Domuz kâfirlerin yolun bağladı
Tanrının arslanı imdat eyledi
Kırklara serçeşmesin pirim Ali
Cümlemizden ulusun Kızıl Deli
Geldi Kazova'sın duman bürüdü
54 Abdullah, “Abdullah’ın kulu” anlamına gelmektedir. Bu isim, bütün dönme ve devşirmelerde –belki de aslını unutturmak amacıyla –baba
adı olarak kullanılan bir isimdir. Bu nedenle Osmanlı kaynaklarında bütün dönme ve devşirmeler “Abdullahoğlu”, yani “Allahkuluoğlu”
olarak geçer.
55 Burada, bölge araştırmalarımız sırasında gözümüze çarpan önemli bir ayrıntıyı daha belirtmek istiyoruz. Banaz köyünün çok yakınında
(yaklaşık 1 km. uzaklıkta, kuzey-batı tarafına düşen yönde) derelik, dulda bir yerde “Çelebiler” adlı bir Tekke bulunmaktadır. Büyük bir
olasılıkla Banaz’ı da ziyaret eden ve birçok yoğun olayın doğrudan içerisinde bulunan Kalender Çelebi’nin, bu tekke ile bir ilişkisi var mıdır?
Bu tekkenin adı neden Çelebiler’dir? Üzerinde düşünmekte yarar görüyoruz.
56 Solakzade Tarihi II, s. 155
Kara kâfirlerin yağı eridi
Allah allah deyüp Kırklar yürüdü
Kırklara serçeçmesin pirim Ali
Cümlemizden ulusun Kızıl Deli
Kırklar Rum ilinde makam tuttular
Makamlar açtılar çırağ yaktılar
Bütün kâfirleri dine çektiler
Kırklara serçeşmesin pirim Ali
Cümlemizden ulusun Kızıl Deli
Pir Sultan’ım bu sözleri söyledi
Kâfirleri Yezitleri bağladı
İlk selamı essela'da söyledi
Kırklara serçeşmesin pirim Ali
Cümlemizden ulusun Kızıl Deli
Osmanlının Anadolu’daki en büyük vurucu gücü durumundaki Dulkadirliler, Kalender
güçlerinin başarısını görünce, tüm güçleriyle Kalender saflarına geçtiler. Bu durum
karşısında Sadrazam İbrahim Paşa, Dulkadıroğulları'ndan (Kalender tarafına geçen) Başatı,
Karacalu ve Dokuzboy beylerine gizlice haber (casus) gönderdi ve “Kalender saflarını terk
etmeleri durumunda, daha önce gasp edilen bütün dirliklerinin derhal geri verileceğini”
bildirdi. Ayrıca yolsuzlukların düzeltileceğini duyurdu.57
Vali Ferhad Paşa ile bazı sancak
beyleri de “halka yanlış davranıyorlar” gerekçesiyle, ama aslında ayaklanmacıları
ezemedikleri için idam edildi. Dulkadir beyleri Osmanlı tarafından bu biçimde, yani
Kalender’e ihanet etmeleri karşılığında doyurulunca, Kalender yanında yer alan diğer belli
başlı tımar sahibi beyleri de, İbrahim Paşa’nın istekleri doğrultusunda yanlarına çekmeye ve
Kalender saflarını boşaltmaya başladılar. Böylece Kalender Şah ayaklanmasına katılanlar
içinde büyük çözülmeler baş gösterdi.
Sonuçta Osmanlı, savaşta yenemediği Kalender güçlerini onların hazır olmadığı içten
parçalama siyasetiyle güçten düşürdü. Dulkadirlilerin Osmanlıya satılmaları, Kalender
güçleri için sonun başlangıcı oldu. Her gecenin sonunda sabaha çıkıldığında birçok insanın
Kalender saflarını terk edip gittiği görülüyordu. İhanetler, ikrarını inkâr edenler, çıkar
karşılığı satılanlar birbirini izledi ve öyle ki, Kalender Çelebi'nin yanında “3–4 bin Kalenderi
kaldı.”58
Pir Sultan Abdal'ın “dostların muhabbeti kaldırıp, geriye kaçışını”, vefasızlığı ve
ihaneti anlatan şiirinden birkaç dörtlük ve arkasından da her ne pahasına olursa olsun
kendisinin, dönmeyeceğini anlatan deyişini verelim.
Çıktım yücesine seyran eyledim
Gönül eğlencesi küstü bulunmaz
Dostlar bizden muhabbeti kaldırmış
Hiçbir ikrarından ahdi bulunmaz
Zülüfleri top top olmuş cığalı
57 Bardakçı, Cemal, Anadolu İsyanları, s. 27, Akt. A. Haydar Avcı, Kalender Çelebi Ayaklanması, S. 57
58 Müneccimbaşı Tarihi II, s. 527
Rakiplerin Hak'tan olsun zevali
Bir günahkâr kulum doğdum doğalı
Günahkâr kulunun dostu bulunmaz
Kanı benim ile lokma yiyenler
Başı canı dost yoluna verenler
Sen ölmeden ben ölürüm diyenler
Dostlar da geriye kaçtı bulunmaz
Yine kırcılandı dağların başı
Durmuyor akıyor gözümün yaşı
Vefasız ardından gitse bir kişi
Hakikat ceminde desti bulunmaz
***
Koyun beni Hak aşkına yanayım
Dönen dönsün ben dönmezem Pir'imden
Pir'imden dönüp mahrum mu kalayım
Dönen dönsün ben dönmezem Pir'imden
Benim Pir'im gayet ulu kişidir
Yediler ulusu Kırklar eşidir
On İki İmamın server başıdır
Dönen dönsün ben dönmezem Pir'imden
Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem Pir'imden
Ulu mahşer olur divan kurulur
Suçlu suçsuz gelir anda derilir
Piri olmayanlar anda dirilir
Dönen dönsün ben dönmezem Pir'imden
Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz
O da bizim ulumuzdur Pirimiz
Hakka teslim olsun garip canımız
Dönen dönsün ben dönmezem Pir'imden
Kalender Çelebi ve yanında kalanlar bakımından, “Şah’a gitme” olanağı kalmamıştı. Sayıları,
destekleri, güçleri azalmış, ihanete uğramış, bitkin bir durumda yönlerini Şah yönünden yani
Doğudan, Güneye- Adana yönüne çevirmişlerdi. Elinde kalan güçlerle birlikte, Kayseri -
Sarız üzerinden geçti, biraz da güç bulmak umuduyla bu bölgede bir süre oyalandıktan sonra
Nurhak Dağları'na çekildi.
Kalender Şah'ın elindeki inançlı ama yetersiz kuvvet, Sadrazam İbrahim Paşa’nın“Mehmet
Ağa ile Pervane adındaki iki eşkıya avcısı”nın emrindeki, doğrudan İstanbul’dan İbrahim
Paşa maiyetinde gelen altı bin kişilik ordu tarafından, 22 Haziran 1527 günü Başsaz adlı
yaylada gece uykusunda tuzağa düşürüldü.59
Burada Kalender Çelebi ve sadık adamı Veli
Dündar60
öldürüldü. Başları bir atın terkisine asılarak Padişah'a götürüldü.
Bu kırımdan, Kalender taraftarlarından Pir Sultan Abdal’ın da içinde olduğu pek az insan
kurtuldu, diğerleri tamamen kılıçtan geçirildi.
Kalender Şah Ayaklanması'nı bastırması nedeniyle, Kanuni Süleyman (1520–1566)
Sadrazam İbrahim Paşa’yı adeta ödüle boğdu. Sadrazamın yıllık ödeneğini iki katına (1
milyon 200 bin akçeden 2 milyon akçe'ye) çıkardı ve daha birçok ödül vererek, bu isyandan
ne derece tedirgin olduğunu ortaya koydu.
59 Peçevi Tarihi I, s. 94
60 Dulkadirli beyleri içinde Kalender’e ihanet etmeyen tek adam