149
EDEBİYATIMIZDA BALKAN ACILARI Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu Ankara-2009 Balkanlar'dan göçler deyince çocukluğum gelir aklıma. Mahallemizdeki çocuk arkadaşlarımdan bazılarının ailece çok uzak yolculuğa çıktıkları ve bir daha dönmedikleri gelir aklıma. Balkanlar deyince, yakınlarımın göç yolculuğuna hazırlıkları, yürekleri sızlatıcı ayrılık anları… Gözyaşı dökerek babaannemin söylediği gurbet türküleri gelir aklıma… 0

kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

EDEBİYATIMIZDA BALKAN ACILARI

Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu

Ankara-2009

Balkanlar'dan göçler deyince çocukluğum gelir aklıma. Mahallemizdeki çocuk arkadaşlarımdan bazılarının ailece çok uzak yolculuğa çıktıkları ve bir daha dönmedikleri gelir aklıma. Balkanlar deyince, yakınlarımın göç yolculuğuna hazırlıkları, yürekleri sızlatıcı ayrılık anları… Gözyaşı dökerek babaannemin söylediği gurbet türküleri gelir aklıma… Acılarla dolu türküler, ağıtlar dinleyerek büyüdük. Sonra bu türküleri, bu ağıtları bizler söylemeye başladık. Türkülerimizde mi hüzün yok, oyunlarımızda mı? Ruhumuza mı işlememiş Balkan acıları?..

Balkanlar'dan Türk göçleri, tarihimizin en üzücü sayfalarını oluşturmaktadır. Balkanlar, Osmanlı Devleti’nin "Rumeli-i Şahane'siydi", diyorlar. Gün geldi felâket Balkanlar'da başladı. İlk toprak parçaları İmparatorluğun Rumeli kanadından

0

Page 2: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

koparıldı. Sonra Osmanlı, bu yerlerden atıldı. Olanlar da buradaki Türkler’e ve Müslümanlar’a oldu. Yüz binlercesi acımasızca öldürüldü. Yüz binlercesi kötü hava koşullarına, açlık ve hastalıklara kurban gitti. Hayatta kalabilenler de mekân tuttukları yerlerde Rumeli'nin hasretiyle yandı. Rumeli'de, Balkanlar’da kalanlar ikinci sınıf vatandaş olarak fakirleşmiş, fakirleştirilmiş bir azınlık durumuna düşürüldü. Göç edenler ise, tarihçilerin ifadesiyle, topraklarını kaybetmediler, vatanlarını kaybettiler. Çünkü Rumeli bir vatandı, Rumeli bir Türk yurduydu.

Geride ne kaldı? -Geride içli Rumeli türküleri, acılarla dolu ağıtlar kaldı. Geride komitacı

baskınlarını ve çeteci soygunlarını anlatan tüyler ürpertici hikâyeler, acıklı anılar, anlatılar kaldı. Geride bir sözlü tarih kaldı…

Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun üçte birinin fazlası Balkan kökenlidir, diyor bazı uzmanlar. Bu insanların günahları neydi de yerlerinden yurtlarından sökülüp atıldılar? Balkan Türkünün felâket destanını biliyor muyuz? Balkanlar'da yaşanan insanlık dramı hepimizin bir felâket destanı değil midir? Osmanlı Avrupası hakkında yeterince bilgimiz var mıdır? Bu konuda yazılmış az sayıda eserleri de okuyor muyuz?

Rumeli felâketinin belki de unutulması, unutturulması istendi. Balkanlar’ı dolaşanlar, Balkanlar üzerine yazıp çizenler, Balkan Savaşı arifesine kadar bu coğrafî bölgenin çoğunluğunu oluşturan Türk ve Müslümanlar’a ne oldu, onlara ne yapıldı, sorusunu sormadılar. Yazılanların da çoğunda Balkan gerçekleri saptırılarak, çarpıtılarak verildi. Balkan ve Avrupa sanat eserlerinde de Türkler hep birer olumsuz tip (karakter) olarak gösterildi. Aleyhimize yazılmışları okuduk mu, biliyor muyuz? Bizler ne yaptık? Balkanlar'da yaşanmış acı gerçekleri, birazcık da olsun, gözler önüne serdik mi? Kendimizi anlatabildik mi?

Müthiş Rumeli Muhaceretine, Büyük Bozguna sebep olan Doksanüç Harbi, Millî felâketimizin bir başlangıcı olmuştur. Yaşanan bu ilk büyük göç, bundan sonra yaşanacak büyük göçlerin habercisi gibiydi. 1877/78 Osmanlı-Rus Harbinden bu yana Rumeli Türkü’nun gözyaşı dinmek bilmiyor; ayrılıkların, göçlerin bir türlü sonu gelmiyor… Milletimiz: “Anadolu’nun salgını, İstanbul’un yangını, Rumeli’nin bozgunu” diyerek tarihimizin bu acı sayfalarını, bir deyim hâline getirmiştir.

Bu araştırmada edebiyatımıza yansımış Rumeli'nin bitmeyen sancıları vardır, acı gözyaşları vardır.

SÖZLÜ HALK EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİ’NİN GÖÇ KADERİ

Göç olgusu hangi milletin, hangi insan topluluğunun başına gelirse gelsin, büyük bir insanlık dramıdır. Balkan Türkleri’nin hayatında göçün özel bir yeri vardır. Büyük zulüm görmüş, yurtlarını bırakmak zorunda kalmış insanlarımızın Türkiye'ye gelişlerinin acı hikâyesidir. Balkan Türkleri ve Müslümanları için göç, büyük felâket demektir, katliamlardan, zulüm ve baskılardan kurtulabilmek için son bir çare, son bir umut demektir.

1

Page 3: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Göçler konusunu araştıranlar, bunları içe dönük ve dışa dönük göçler olarak başlıca ikiye ayırmaktadırlar. Osmanlı’nın yükselme yüzyıllarında görülen gelişmeler ve Anadolu'dan Rumeli'ye doğru gerçekleştirilen yerleştirme politikası, sonraları XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki uzun savaşlar ve iç karışıklıklar sonucunda değişmiş ve İmparatorluğun eski gücünü kaybederek genişleme durumundan gerileme durumuna geçmesiyle dışa dönük biçimde olan yerleştirme politikası içe dönük bir görünüş kazanmıştır. Bu şekilde savaş sonu anlaşmalarla birçok toprak kayıplarına uğrayan İmparatorluk özellikle XIX. yüzyılda göç gibi önemli bir problemle karşı karşıya kalmıştır1.

Ortaya çıkan içe dönük bu göçleri bazı araştırmacılar başlıca şu dönemlere ayırmaktadırlar:

1. İlk dönem göçleri - 1877/1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesi yapılan göçler,2. 1877/78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sebep olduğu göçler, 3. 1912/13 Balkan Savaşları’nı izleyen göçler,4. Cumhuriyet dönemi göçleri.

İçe dönük ilk dönem göçleri, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesi yapılan göçler:

İçe dönük ilk dönem göçleri, Osmanlı Devleti’nin Avrupa kanadını oluşturan topraklarından çekilmeye başlamasıyla ilişkilidir. Viyana Seferinin başarısızlıkla sonuçlanması (1683), Budapeşte'nin Avusturyalıların eline geçmesi (1686), Karlofça Antlaşmasının imzalanması (1699) Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişen önemli tarihî olaylardır. Bu olumsuz tarihî gelişmeler Balkan Türkler’i arasında yankılar uyandırmış ve sözlü halk edebiyatında da derin izler bırakmıştır. M. Fuat Köprülü İkdam gazetesindeki “Yeni Bir İlim: Halkıyat-Folklore” (24 Kânun-i Sâni 1914) adlı yazısında, folklor eserlerinin önemini vurgulayarak, şöyle demişti: “Rumeli’nin son felâketinde düşman eline geçen yerler, ahalisi tabiî yavaş yavaş yok olacaktır ve bizler ileride onların eski Türk memleketi olduğunu ispat için halkıyatın en canlı vesikalarına muhtaç olacağız. Eğer bugün o vesikaları zapt ve kaydedebilirsek hiç olmazsa felâketimizin hatırasını saklayacağız”. Rumeli topraklarının kaybedilmeye başlaması, millî felâketimizin de bir başlangıcı olmuştur. Yaşanan acıların, M. Fuat Köprülü’nün de büyük önem verdiği folklorumuzdaki yankılarını, tarihî olayların kronolojisini takip ederek ele alalım. Budin'in elden gitmesini halkımız şöyle ölümsüzleştirmiştir:

Ötme bülbül ötme, yaz bahar olduBülbülün figanı bağrımı deldiGül alıp satmanın zamanı geldiAldı Nemçe bizim nazlı Budin'i

Çeşmelerde abdest alınmaz olduCamilerde namaz kılınmaz olduMamur olan yerler hep harab olduAldı Nemçe bizim nazlı Budin'i

1 Sofuoğlu, Adnan, 6, 1995, 168.

2

Page 4: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Budin’in içinde uzun çarşısıOrta yerde Sultan Ahmet CâmisiKâ’be sûretine benzer yapısıAldı Nemçe bizim nazlı Budin’i

Cebhane tutuştu aklımız şaştıSelâtin câmiler yandı tutuştuHep sabi sübyanlar ateşe düştüAldı Nemçe bizim nazlı Budin’i

Kıble tarafından üç top atıldıPerşembe günüydü güneş tutulduCuma günüydü Budin alındıAldı Nemçe bizim nazlı Budun'i2

Osmanlı-Rus savaşlarında da Osmanlı Devleti’nin giderek başarız olması, yüz binlerce Türk’ün felâketine, yer değiştirmesine sebep olmuştur. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra da Ruslar’ın ele geçirdiği bölgelerden, Kırım gibi yerlerden, burada yaşayan Türkler Osmanlı Devleti’nin sınırları içine göç etmek zorunda kalmışlardır. Kırım Savaşı’ndan (1853/56) Osmanlı Devleti’nin zaferle çıkmış sayılmasına rağmen, bir yarar sağlanamamıştır. Türkler’e, Müslümanlar’a Ruslar tarafından şiddet ve baskı siyaseti devam etmiştir:

Seba(h) seba(h) ben Kırım'a bakarım Bakarım da kanlı yaşlar dökerim

Hem hasretlik hem gurbetlik‚çekerim

Aman Padişahım, yesir kaldım bilesinDin İslâm’dan yok mu gayret alasın

Benim adım Emine'dir EmineAltın kuşak kuşanırım belimeŞimdi düştüm bir kâfirin eline

Aman Padişahım, yesir kaldım bilesinDin İslâm’dan yok mu gayret alasın

Akşam olur teni değer tenimeSeba(h) olur teklif eder dinineÖlürüm kâfir dönmem senin dinine

Aman Padişahım, yesir kaldım bilesinDin İslâm’dan yok mu gayret alasın

Pazar gelir kiliseye götürür

2 Kúnos, Ígnács, Türk Halk Edebiyatı, yayına hazırlayan: T. Gülensoy, Ankara, 2001, 22-23.

3

Page 5: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Götürür de en baş putları öptürürGünü gelir (h)orosunu teptirir

Aman Padişahım, yesir kaldım bilesinDin İslâm’dan yok mu gayret alasın3

Kırım Türkleri’nin Dobruca'ya ve Osmanlı Devleti’nin başka bölgelerine göçlerini halk zekâsı şöyle dile getirmiştir:

Gideceğiz buradan davullu düğün gibiKalacak gönlümüz şaşırgan (saçılan) koyun gibiÇepçevresi kamıştan, tepesi daldanKimisi candan ayrılmış, kimisi maldan

....................................

Çorbaya katsan tat vermez Dobruca tuzuKiminin kalmış anası, kiminin kızıGeldi davuldayıp (gürültü çıkarıp) vapur limana ulaştıBekleyen akraba, soy-sop (zur-şuv) ağlaştıBiz vapura bindikten sonra köpürdü deniz,Adımızı unutun, "muhacir deyin/iz/"4

Şu Vapurun Dumanı adlı muhacir türküsünü de okuyalım:

Şu vapurun dumanı budak budak Gitti Dobruca halkı, kalmadı mutluluk

Gideceğini işitip satıp-savdılarNe yapsın garip muhacirler limana yağdılar

İskele bağlı, biz hazır, kâğıdımız gelmiyor İçimizden kan taşıyor, kimseler bilmiyor

Ateşi bastırıp çıktık biz kapıyı kilitleyipİskelede duruyoruz, vapur bekleyip

Geldi gürültüyle vapur, limana yanaştıAkraba, soy-sop toplaşıp, zuv-şuv ağlaştı

Ben vapura binince kunduram kaldıİpekli mendilimi dalgalar aldı.

3 Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8. Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 398-399. M. Memoğlu Yenisoy tarafından yapılmış bu araştırmada söz konusu türkünün tarihçesi hakkında da bilgi vardır.

4 Horata, O., M. A. Ekrem, H. Ekrem, H. S. Baydar, N. Özkan, M. D. Angelova, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 12, Romanya ve Gagavuz Türk Edebiyatı, Ankara, 1999, 34.

4

Page 6: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ben vapura binince vapur sallandıNe yapacağımı bilmedim başım döndü.

Geldi, kuvvetle vapur bıraktı biziYaşasın Kemal Paşa aldırdı bizi5

Muhacir Destanı veya Gideriz Kırım’dan adlarıyla bilinen türküde de şöyle denmektedir:

Bir hikâye edeyim Kırım hâliniKalmadı içinde kızı, geliniHerkes arzu eder İslâm memleketiniİnayet Mevlâ’dan, gideriz Kırım’dan

Kaygımız çeksin bizi YaradanYol verseler biz gideriz buradanÇok kimseler hep ağlaşır sonradanYaman müşkül oldu hâli Kırım’ın

Kimi yolda giderken (yola gidenden) haber alamazKimi gitmeye para bulamazKimisi ekmeğe akça bulamazİnayet Mevlâ’dan, gideriz Kırım’dan

Yaman güne uğradık, kime ağlarızŞimden sonra biz karalar bağlarızYol verseler biz İslâm’ı ararızYaman müşkül oldu hâli Kırım’ın

Analar, babalar kuzu gibi ağlaşırKıyametten evvel kâfir bizle haşir neşirCümle âlem Hak’tan yardım dileşirİnayet Mevlâ’dan, gideriz Kırım’dan

Çocuklar dahi gider talim yapmayaOndan vakit bulur mu namaz kılmayaDinimizi ister dinine katmayaYaman müşkül oldu hâli Kırım’ın

Kırım adlı kitapta yukarıdaki türkünün altında şu açıklamalar yapılmıştır: ''1870 yıllarında söylenmiş olan bu destan-türkü, Türkiye’ye göç istekleriyle söylenmiştir. Bu sıralarda Kırımlı Türkler’in de Rus ordusunda asker olmaları için Çar’ın verdiği emir, Türkler’e çok ağır gelmiş ve Kırım’a Rus mujiklerinin yerleştirilmeleri siyaseti Türkler’i yaralamıştır"6.

5Aynı eser, 69.

6Sanatı, Tarihî, Edebiyatı ve Musikisiyle Kırım, Editör: Oktay Aslanpaya, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2003, 219.

5

Page 7: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ruslar, savaşlarda acımasız yöntemler uygulamışlar; zaptettikleri toprakları Müslüman halktan arındırmış, onların yerine Hristiyanları yerleştirmişlerdir. Toplu hâlde göçe zorlanan ilk Müslüman toplumu Kırım Tatarlar’ı olmuştur. Onların başına gelen, yalnız çektikleri açısından değil, ama Tatarlar olayı daha sonraki Rus yayılmasında da bir model oluşturduğu için, çok öğretici bir nitelik taşır.7

1877/78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sebep olduğu göçler:

Osmanlı Devleti, 1877-78 yıllarında meydana gelen Osmanlı-Rus Savaşı’nda büyük bir yenilgi almıştır. Rumî 1293 yılında cereyan etmiş olması nedeniyle, tarihimize Doksanüç Harbi olarak geçen bu savaş, büyük çapta bir Müslüman kıyımına, dehşet verici bir paniğe sebep olmuş, işgal altına giren bölgelerin halkı da göç yollarına düşmüştür. Ruslar, Kırım Savaşı’nda uyguladıkları acımasız yöntemleri bu savaşta da uygulamışlardır. Katliamlarla birlikte Türkler evlerinden, barklarından koparılarak göçe zorlanmışlardır. Sivil halkın malının mülkünün talan edilmesini, yakılıp yıkılmasını, savaş tekniğinin bir aracı olarak kullanmışlardır. Amaçları, Bulgaristan Türkleri’nin geri dönmekle bulabilecekleri hiçbir şeylerinin kalmamasını sağlamak olmuştur. Doksanüç Harbi Rumeli’yi yerinden oynatmış, Rumeli Türkü’nün de günümüze kadar devam etmekte olan faciasının başlangıcı olmuştur. Moskof Muharebesi Rumeli'yi bozguna uğratmış ve Türk halkı bunu Büyük Bozgun olarak adlandırmıştır. Bu savaşta gelişen olaylar, sözlü halk edebiyatına özel bir motif konusu olmuştur. Ruslar’ın Tuna'yı geçmesi, Plevne'nin Osman Paşa tarafından savunması dillere destan olmuştur:

Ruslar Tuna'yı atladıKarakolları yokladıOsman Paşa’nın kolundan (da)Beş bin top birden patladı

Karadeniz Akmam dediBen Tuna'ya bakmam dediYüz bin Kazak gelmiş olsaOsman Paşa korkmam dedi.

Destanda İstanbul Hükümeti’nin Moskof ile anlaştığı iddia edilmektedir:

Karadeniz dalgalandıOrta yeri halkalandıKör olası Damat PaşaMoskof ile ne laflaştı8

Destanın bu varyantını İgnácz Kúnos kaleme almıştır. Zamanla daha birkaç varyantı oluşmuştur:

İstanbul'dan gelir kadıKalmadı dünyanın tadı

7Justin McCarthy, İstanbul, 1998.8İgnácz Kúnos, 2001, 26-27.

6

Page 8: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Kalkın arkadaşlar gidelimMoskof oldu bize kadı

Kılıcımı vurdum taşaTaş yarıldı baştan başaKör olası Mahmut PaşaAttı ya bizi dağa taşa

İstanbul'un hanımlarıSedeftendir nalınlarıKör olası murtat paşaDul bıraktı kadınları9

Efsaneleşen Plevne savunması nesillerin hafızalarında yaşamaya devam etmektedir. Osman Paşa'ya İstanbul'dan imdat gelmez:

Giderim giderim, validem, Balkan tükenmezArdıma bakarım, validem, imdadım gelmez.

Osman Paşa’nın askeri, yardımın geleceğine inanmaktadır ve maneviyatını yüksek tutmaktadır. Bir İngiliz subayının anılarından şu satırları okuyalım: "Çünkü Padişah, yardım için söz vermemiş miydi? Hem bu yardım, yalnız erzak ve mühimmat göndermekten ibaret kalmayacaktı... Eğer bir padişahın sözüne inanılmayacak olursa, artık kimin sözüne inanılabilirdi? Sonra, bir millet, yaptığı üç savaşta muzaffer olan ve ismi telgraf hatlarının ulaştığı ve gazetelerin çıktığı her yerde duyulan Pilevne’yi unutabilir miydi? Padişahın ve milletin kahraman Pilevne Ordusu’nu yardımsız, vasıtasız bırakmayacağına inanıyorduk. Fakat heyhat! Padişahın vaat etmiş olduğu yardım gelmiyordu... Ona (Osman Paşa’ya) yardım etmek için tek bir el bile uzanmamıştı..."

Durum giderek kötüleşir ve kuşatmayı yarma kararı alınır: "Her taraftan hastaların iniltileri, can çekişenlerin feryadı geliyordu. Ne tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış olan bu muharebe için hiç alâkaları olmaması gereken zavallıların sefaletini görüyordunuz. Nereye parmaklarınız dokunacak olursa, orada can çekişen, fakat henüz ölmeyen bir milletin alnında toplanan soğuk ecel teri gibi, eriyen karlara değiyordunuz. İşte bencil bir düşüncenin hazin sonu. Şahsî ihtirasını Türk milletinin üstünde tutan adamların da, Mehmetçik’in de feslerinin püskülü gibi bu milletin alın yazısının kara olduğunun farkına varamamıştık."10

İstanbul'dan yardım gelmeyince askerin morali sarsılmaya başlar:

Tuna yeli esmez olduKılıcımız kesmez olduKör olası murtat paşaCephanemiz yetmez oldu

Pilevne'den top atıldı

9Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu'nun arşivinden10Yüzbaşı Von Herbert, 2004, 209-222, 243.

7

Page 9: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Herkes Moskof'a katıldıAğlaşalım din kardaşlarUrumeli’miz satıldı

Bir atım var arslan postluÇift tabancam altın taşlıBeyim seni öldüreceklerBu vezirler hep bir sözlü11

Savaş, yenilgiyle sonuçlanır ve Osman Paşa esir düşer:

Pilevne'nin içinde ordu kurulduOsman Paşa sol yanından vurulduKırk beş bin askeriyle esir tutuldu

Kanlı Tuna akar giderEtrafını yıkar giderAdlı şanlı Osman PaşaBoyun eğmiş esir gider

Olur mu, beyim olur mu?Evlât babayı vurur mu?Padişahın murtatlarıBu dünya size kalır mı?

Plevne'nin düşman eline geçmesi ve Şipka Balkanı’nda (Dağında) da Süleyman Paşa‘nın yenilgisiyle halk büyük kafileler hâlinde göç etmeye başlar. Çok uzaklara varmadan, geceyi geçirmek için dağlarda, ormanlarda konaklamış muhacir kafilelerinin birçoğu, düşman tarafından topçu ateşine tutulur...

Moskof Muharebesi, Filibe bölgesi Türkleri’ne de onulmaz yaralar açmıştır. Bu bölgenin birkaç Bulgar köyünde 1876 tarihinde Bulgar İsyanı olarak tarihe geçen başkaldırmalar patlak verdiği için, bu savaş bir fırsat bilinerek masum Türkler’den vahşice intikam alınmıştır. Sınırlı çapta kalan ve Bulgar halkı tarafından desteklenmeyen bu İsyan, Ruslar’ın yaygaraları sayesinde Avrupa'ya ve dünyaya Bulgar katliamı olarak tanıtılmıştır. Oysa tüm olaylar bir Türk katliamı olarak da gelişmiştir. Türk köyleri yakılmış, Türkler kıyıma uğratılmıştır. Perutsa (Peruştitsa), Bratsig (Bratsigovo) ve Batak adlı Bulgar köylerinde ortaya çıkan olayların cezasını çeken Filibe ve Tatar Pazarcık bölgelerinin Türkleri olmuştur. Filibe'de Rus Viskonsülü görevinde bulunan, bu bölge doğumlu Bulgar Nayden Gerov, Bulgar halkını ayaklanmaya teşvik etmiştir. Ayaklanma günlerinde Batak'ta ölen Bulgarlar’ın sayısını aslından daha çok göstermek için etraf köylerden taze Bulgar ve Türk mezarlarından cesetler çıkartarak Batak'ta köy meydanına taşıttırmış ve Avrupa Komisyonu’nu dâvet edip bu köye götürmüştür. Tüm bu olaylar Filibe bölgesi Türkler’i tarafından ayrıntılarla günümüzde de anlatılmakta ve türküler söylenmektedir:

Ah neler oldu isyan olduKırçma (Kriçim) bize (h)aram olduKırçma bize zindan oldu...

11Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy’un Kriçim Türk Folkloru arşivinden.

8

Page 10: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

İsyanın elebaşlarından biri olan ve daha sonraları Bulgar Millet Meclisi Başkanı görevine kadar yükselen Zahari Stoyanov, Doksanüç Harbi’nden birkaç yıl sonra yayımladığı "Bulgar İsyanları Üzerine Notlar" adlı eserinde isyan hakkında gerçekleri açıklamış ve sadece Türk köylerini değil, Bulgar köylerini de kendilerinin yaktıklarını, birçok masum Türkü nasıl vahşice öldürdüklerini itiraf etmiştir.

Filibe’nin Pazarcık (Tatar Pazarcık) kasabasına bağlı Otlukköy (Panagürişte), ayaklanmanın merkezlerinden biri olduğundan, buradaki olaylar bütün şiddetiyle çok çabuk gelişir. Z. Stoyanov bu olayları şöyle anlatıtor:

“Sükünetin koruyucuları veya daha doğrusu, Sultan idaresinin temsilcileri, Hükümet Konağı önündeki kanepelere, güneşe karşı uzanmışlar, ayaklarını yukarı kaldırıp rahatça geriniyorlardı. Bay İvan’ın evindeki silâh sesleri dahi onları hâlen ürkütmemişti”.

Ayaklanmanın liderleri P. Volov ve G. Benkovski isyancıları meydanda toplarlar ve burada bulunan 5-6 Türk öldürülür:

“…Öldürülen 5-6 Türk’ün cesetleri yere serilmişti. Cesetler, fırıncı çeteli gibi doğranmış ve biçimsizleştirilmişti. Çünkü her gelen, bıçağını kanlamak için artık çoktan soğumuş cesetlere acımasızca saplıyordu. Birçokları da parmağını kana batırıp yalıyordu. Böyle bir hareketin şarapla ekmek yeme ayini yerine geçeceği anlamı vardı. P. H. S. sadece yalamakla tatmin olmadı ve cesedin üzerine eğilerek yaraların üzerinde birikmiş kandan bir avuç aldı ve şerbet gibi içti”.

Yazar, manzarayı bu biçimde açıklayarak isyancıların son derece iğrenç hareketinin Türkle’re beslenen kinin, nefretin bir ifadesi olduğunu vurguluyor, isyancıları haklı buluyordu.

Her öldürülen Türk, Bulgarlar’da büyük sevinç duyguları yaratıyor:“Papaz Gruyu, öfkeli öfkeli:- Aramızda Hristiyan sevgisi yok ki. Bu köpekler çoktan boyun eğmeliydiler

veya Muhammet’lerinin yanına gitmeliydiler”.Ayaklanmanın lideri G. Benkovski ve yardımcısı Z. Stoyanov, köylüleri zoraki

isyana teşvik etmek için Bulgar köylerinden Smolsko, Kamenitsa ve Rakovo’nun yakılmalarını uygun görüyorlardı. Z. Stoyanov şöyle anlatıyor:

“Petriç’ten gitmeden önce sadece Benkovski ve ben Smolsko, Kamenitsa ve Rakovo köylerini gizlice yakarak köylüleri isyana mecbur ettik”.

Bulgar köylüleri, köylerinin Türkler ve Çerkezler tarafından yakıldığını sanarak, bunlara karşı nefretleri de artar. Bunun için köyleri alevler içinde bırakılmış Bulgarlar,isyancı çetelere bir kurtarıcı gözüyle bakmaya, isyancılara yardım etmeye başlarlar:

“Smolsko’dan olanlar, gözyaşlarıyla bize köylerinin nasıl yandığını anlattılar. Onlara göre, köyleri canavar Çerkezler tarafından yakılmıştır. Biz, Smolsko yönünden geldiğimiz ve Çerkezler’den kendimizi kurtarabildiğimiz için alkışlanıyorduk. Smolsko köylülerinin, bizim tarafımızdan köylerinin yakıldığı akıllarından bile geçmiyordu. Kamenitsa’dan olan isyancılar ise bizi görünce sevindiler. Çünkü bizim burada bulunmamızla köylerini daha iyi koruyabileceklerini sanıyorlardı. Zavallılar! Onlar, bizim en korkunç katiller olduğumuzu bilmiyorlardı”.

G. Benkovski, isyancı çetesiyle bir Türk köyü olan Palanka ve onun çevresindeki boşaltılmış köyleri yakar. Daha sonra İstanbul demiryolunun son durağı olan Belovo garına doğru yola çıkarlar. G. Benkovski’nin başkanlığındaki isyancı çetenin Belovo’ya gelmesi, köylüler arasında Türk egemenliğinin sona erdiği izlenimleri yaratır. Bulgar köylülerine, Belovo’da bulunan Türk halkı ve zaptiyelerin birlikte yakalanması emredilir:

9

Page 11: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

“Biraz sonra garda tüfekler patlamaya başladı ve gar çevresinde alevler yükseliverdi. Bu arada zaptiyeler öldürüldü. Bu imansız zaptiyeler, azap içinde yiğitçe ölmeyi bildiler, boyun eğip teslim olmadılar. Yiğitlik onlarda kaldı”.

İsyan bastırıldıktan sonra birçok isyancı Türkler tarafına geçer:“…Otlukköy ayaklanmasının bastırılmasından sonra isyancıların birçoğu

Türklerin tarafına geçmiştir”.İsyanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra isyancılar, elebaşlarını

suçlarlar, aralarından ise çete başı G. Benkovski’yi öldürmek isterler:“Akşama doğru çeteciler arasında, halka her türlü yardım ve başarı vaad

ederek onları isyana teşvik eden voyvoda Benkovski’yi ve arkadaşlarını, Otlukköylü birkaç isyancının öldürülmesinin istedikleri söylentisi ortaya yayıldı”.

Olayların böyle cereyanından sonra isyancılar artık çarpışmak istemez ve: “İsyanına da, çarlığına da, voyvodasına da lânet olsun!” derler.İsyancılar gizlenmek için dağlara çıkar. Voyvoda G. Benkovski, alevler içindeki

köyleri işaret ederek:“Amacıma ulaştım artık! Zalimin (Türk devletinin – H. S. Y.) kalbinde öylesine

bir yara açtım ki, bu yara hiçbir zaman kapanmayacak! Rusya’ya gelince – emretsin, yeter!..., dedi ve gidip bir kayın ağıcının altına oturdu”.

Kocabalkan’da sefil bir durumda dolaşan isyancılar, sadece bundan bir hafta önce Sultana küfreder, isyancı elbiseleriyle gurur duyuyorlardı. Hayal kırıklığına tamamen uğramış bu kişileri teselli edecek herhangi bir tatlı söz söyleyecek bulunmamıştı:

“Allahım, o (Benkovski – H. S. Y.), nasıl tavsiyelerde bulunabilirdi ki, nasıl bir umut olabilirdi? Artık yalanlar da bitmişti”.

Çetenin voyvodası G. Benkovski ile gitmek isteyen isyancılar:“- Voyvoda! Papaz dede! Bizi bu ıssız, güneş görmeyen ve rutubetli yerde

bırakıp gitmeyin! Köylerimizi yaktırmak için bizi aldattınız, şimdi de bizden kaçıyorsunuz!... diye arkamızdan ümitsizlik, çaresizlik içinde acı acı bağrıyorlardı”.

Millî karakteri olmayan ve dışarıdan hazırlanan bu ayaklanmanın elebaşlarının ardında Rusya’nın bulunduğunu Bulgar halkı biliyor:

“Üç sığırtmaçtan en yaşlısı, kuzey yönünü parmakla işaret ederek:“- Sizin bu işinizin arkasında büyük “AYI” Rusya duruyor galiba ve sizlere onun

adamları desem yanılmam”…Bu insan felâketini Zahari Stoyanov, eserinde işte böyle anlatmaktadır12.

1876 Bulgar İsyanında yaşanan acı olayların onulmaz yaralarına bir yıl sonra, 1877/78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın büyük felâketi de eklenince, neden Filibe ve Tatar Pazarcık bölgesinden göç edenlerin sayısının çok olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Onlarca Türk köyü, yerleşim yeri olarak ortadan kalkmış, onlarca Türk köyü sakinleri de göç yollarına dökülmüşlerdir. Gurbet yollarına çıkarken de şöyle ayrılık türküleri söylemişlerdir:

Saba(h) namazında dostlarımuğradım sizeyüreğimde olan güçlüğümüsöyleyim size

Gelin dostlar, gelin kardeşlerBen gidiyorum

12Yenisoy H. Süleymanoğlu, 2003, 1-19.

10

Page 12: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Evimden bargımdan Bir gülümden ayrılıyorum

Saba(h) namazında dostlarımUğradım taşaBuna baş yazgısı derlerHep gelir başa

Gelin dostlar, gelin kardeşlerBen gidiyorumEvimi bargımıBir gülümü terk ediyorum13

Ev-bark bırakıp göç yollarına düşen muhacirlerin gözyaşları dinmek bilmemiştir:

Oduncular dağdan odun indirirGözümün yaşı çift değirmen kayası döndürürBu muharebe çok ocaklar söndürür

Ocakları söndürülmüş, kazanları devrilmiş nice aileler, uzun göç yolculuğunda daha nice çileler çekmişlerdir. Bunların birçoğu yollarda soğuktan, açlıktan ölmüşlerdir. Bir Alman demiryolu memuru, Tatar Pazarcık'ın güneyindeki tepelerde soğuktan donan 400 kişilik göçmen kafilesinin içinde hayatta kalabilmiş küçük bir kız çocuğunu cesetler arasında bulmuş ve kurtarmıştır14.

İstanbul'dan emir üzere göç yollarında bulunanların birçoğu geri döndürülmüşse de, Ruslar ve Bulgarlar tarafından köylerine ve kasabalarına yaklaştırılmayıp katliama uğratılmışlardır. 1878’in sonundaki durumu bir İngiliz diplomatı kendi hükümetine durumu şöyle bildirmiştir: “… Türkler direnmeye kalktıklarında, öldürülmektedirler. Her yerdeki Türk köylülerine ülkeden gitmeye hazırlanmaları söylenmektedir. Terkedilmiş köylerde, camiler yerle bir edilmekte ve ayakta kalabilmiş evler yakın yörelerden gelen Hristiyanlar tarafından işgal olunmaktadır”. Çaresiz kalan bu göçmenler yeniden İstanbul yolunu tutmuşlar, turnalar gibi vatan deyip yine varıp gitmişlerdir:

İki turnam gelir alnı kareliBirisini avcı vurmuş aman,Sinesi yareliBu yavruya sorun aslı nereli

Vatan deyip çekmiş gider amanTelli turnalar

İnme turnam, inme burda kış olurTurnamın bastığı yerler aman,

13Söyleyen: Ayşe Küçükali. Doğum tarihi ve yeri: 1935, Kriçim, Bulgaristan, Hâlen Bursa'da oturmaktadır. Kayda alan: Kalbiye Yusuf.

14Bilâl Şimşir, I-III, 1968, 1970, 1989.

11

Page 13: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Kademi güç olurBöyle kalmaz, elbet sonu (h)oş olur

Vatan deyip çekmiş gider amanFakir turnalar

İnme turnam inme sen bu pınaraAvcı tuzak kurmuş aman,Var yolunu araCümlemizin işini Mevlâm kayıra

Vatan deyip çekmiş gider amanTelli turnalar15

Turnalar gibi uçup giden göçmenlerden hayatta kalabilenler anavatanda yeniden yuva kurmuşlar, mekân tutmuşlardır.

Daha sonraları gelişen yeni tarihî olaylar da Rumeli'den kitle halinde göçleri hızlandırmıştır.

1912/13 Balkan Savaşları’nı İzleyen Göçler:

Türkler’in üzerindeki etkisi bakımından Balkan Savaşları, Doksanüç Harbi’nde görülenlere çok benzer etkiler yaratmıştır. Her iki savaşta da öldürme, ırza geçme ve soygunlar Türkler’le diğer Müslümanlar’ı evlerinden-barklarından söküp atmış, Osmanlı Devleti’nin elinde kalabilmiş topraklara sürmüştür.

Öte yandan, Doksanüç Harbi ile 1912/13 Balkan Savaşları arasında farklar da vardır. Doksanüç Harbi sadece Rusya'nın güdümünde yapılmıştı: Türkler’i göç etmeye zorlayacak planları bunlar yürürlüğe koymuşlardı. Balkan Savaşları’nda ise, savaşan birkaç devlet vardı. Zafer kazanan her birisi de zaptettiği topraklarda Türkler'in, Müslümanlar’ın varlığının son bulmasını istemekteydi. Ne var ki, bu amaçlarına ulaşabilecek kadar iyi bir örgütleniş içinde bulunmadıkları gibi, amaçları uğuruna birleşerek ortak davranış da sergileyemiyorlardı. Savaşlara katılan her Balkan ülkesi, Türkler’i ve Müslümanlar’ı kendisinin zaptettiği ülkeden ötekinin ülkesine sürüyor, hatta oraya sürülenin oradan da gerisin geriye sürüldüğü de oluyordu. Bunun Müslümanlar üzerindeki etkisi nasıl nitelenirse nitelensin, şurası kesindir ki Doksanüç Harbi’nden daha kötü oldu. İçlerinde kendini gösteren ölüm telefatı, 1878'de görüldüğünden daha yüksekti.

1877'de, Bulgar köylülerinin ve âsilerinin de yardımıyla, Türkler’i kıyımdan geçiren ve kaçmaya zorlayan dehşete düşürücü birlikler, Kazak birlikleriydi. Balkan Savaşı’nda ise, ön saldırıları yapma işlevini, uzun süreden beri Osmanlı Makedonyası’nda çatışmalara girişmiş bulunan milliyetçi çeteler olan komitacılar üstlendi. Bunlar çoğu kez, davasına hizmet ettikleri devletten destek gördüler16.

Justin McCarthy’nin başka bir eserinden de şu satırları okuyalım:

15 Söyleyen: Emine Memoğlu-Keremoğlu. Doğum tarihi ve yeri: 1949, Kriçim, Bulgaristan. Hâlen Bursa'da oturmaktadır. Kayda alan: Mehmet Memoğlu Yenisoy.16 Justin McCarthy, 1998, 14-15, 149.

12

Page 14: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

“Bulgarların ve Sırpların Osmanlı Devleti’nden aldıkları yerdeki Müslüman nüfus 1911’de, savaş başlamadan önce çoğunluktaydı…

Balkan’ların nüfus yapısını değiştirmek için 1877-78 Rus-Türk Savaş’ında kullanılan taktik daha da mükemmelleştirildi. Karadağlı, Bulgar, Sırp ve Rum askerler, önlerine çıkan Müslüman köyleri yakıp yıkmaya başladılar. Müslüman köy ve kasaba halkı, işgalcilerin tacizine uğramaya başladılar, vahşice öldürüldüler. Bu taktik işe yaradı; önceki köy ve kasabalarda neler yaşandığını duyan halk, yaşadıkları yerleri terk etmeye başladılar. Kısa zaman içinde Müslüman halk tümüyle kaçmaya başladı. Selânik ve Manastır kentlerine ulaşabilenler, kendilerini emniyete alabildiler. Ancak çoğu onlar kadar şanslı değildi. Savaş bittiğinde katliamdan kurtulabilenlere, geri dönme izni verilmedi. İngiltere’nin Kavala’daki konsolos muavini, savaş bitene kadar yaşanan süreci şöyle anlatıyor: “İşgalci Bulgar ordusunun neler yapıp ettiği, 80 millik bir hat boyunca yerle bir edilmiş köylerde görülebiliyordu.” Millî devletler, bu taktik uygulanarak kuruluyordu.

Balkan devletlerinin Müslüman halkı evlerinden kaçırtmak için buldukları bir diğer yol da “katliam” dı. Balkan orduları, Müslümanları hem zorunlu göçe zorlamışlar, hem de göçler yapılırken bu insanları öldürmek yolunu seçmişlerdi. Özellikle I. Balkan savaşı sırasında çok sayıda Müslüman, hayatını kaybetti. Örneğin Edirne hapishanelerindeki Türk mahkûmlar, Edirne’nin düşman eline geçmesinden sonra açlıktan ölmeye başladılar. Müslümanlar’ın katli Serez, Dedeağaç ve Istrumca gibi şehirlerde artık sıradan işler hâline gelmişti. Katliamlar özellikle “komitacılar” adı verilen Bulgar çeteleri tarafından yapılıyordu. Bunlar yol ve köylerde önlerine çıkan Müslümanları öldürüyorlardı.

En sonunda, sığınmacıların başına en kötü felâket geldi: Bu insanlar, açlık ve hastalıkla karşılaştılar. Sığınmacıların işe yarar eşyaları yağmalanmıştı. Güvenliğin çok az olduğu bir ortamda kendilerini güvende hissedebilecekleri yerlere yürüyorlardı. İnsanlar açlık ve soğuğun dehşetiyle karşı karşıya kaldılar. Yollarda açlık ve soğuğa teslim olarak ölmüş Müslümanlar vardı. Bu felâketlere göğüs gerebilenleri ise ileride yeni felâketler bekliyordu: Osmanlı kontrol bölgelerine ulaşabilen Müslüman halkı, bu sefer de tifüs, tifo ve kolera salgınları bekliyordu.

Sığınmacıların rahat etmesi hakikaten çok zordu. Bu insanları alabildikleri tek uluslararası yardım, nakil işlemleri sırasında oldu. Eski vatanlarından botlarla, trenlerle ve öküz arabaları ile taşındılar. Bu yollarla kurtulabilen insanlar, şanslı gruba dahildi. Makedonya gibi içeride kalan bölgelerden kaçmaya çalışan Müslüman halkın, liman gibi emniyetli varış noktalarına ulaşma ümidi hemen hemen hiç yok gibiydi. Kurtulmayı başaranlar ise köylerinin ya yok edildiğini ya da Sırplar, Rumlar, Bulgarlar ve Karadağlılar tarafından ele geçirildiğini görüyorlardı17”.

Balkan Savaşında Osmanlı ordusunun yenilgisini değerlendiren Enver Paşa da şunları yazmıştır: "Başıboş sürünen bozguna uğramışlar ordusuna Rumeli'nin bağlarından kopup gelen, daha perişan yüz binlerce muhacirin sürüne sürüne, eriye eriye kalan kafilelerini de eklemeliyiz. Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli Türkler’i akıp geliyorlardı… Bu yangının alevleri içinde bilinmez geleceklere doğru akıyorlardı".

Canlarını kurtarabilmek için, Rumeli muhacirlerinin kaçmaktan başka çareleri kalmadığını, İngiltere’nin Kavala Konsolosu da, hükümetine şunları bildirmiştir: “Hiçbir abartmaya düşmeden, denebilir ki Kavala ve Drama yörelerinde Bulgar komitacılarının ve yerel Hristiyan halkın elinden çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yoktur. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir; diğerlerinde ırza geçmeler ve talan devam ediyor.”

17 McCarthy, Justin, 2006, 174-176.

13

Page 15: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Balkan Savaşında Selânik ve çevresinde gelişen olaylar nice insanların yer değiştirmesine, nice insanların ölümüne sebep olmuştur. Selânik göçmenlerinden dinlediğimiz bir türküye de burada yer verelim:

Selânik Selânik viran olasınTaşını toprağını seller alasıSen de benim gibi yârsız kalasın

Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara verAl başımdan bu sevdayı götür yâre ver

Selânik içinde selâ okunurSelânın edası dostlar cana dokunurGümüş kazmayla mezar kazılır

Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara verAl başımdan bu sevdayı götür yâre ver

Önceki tarihî devirlerde ortaya çıkan haydutluk, çetecilik ve daha sonraları komitacılık harekâtı, yeni tarihî koşullarda da yeni adlar ve yeni biçimleriyle Türkler’e, Müslümanlar’a yönelik ırza geçme, yol kesme, öldürme gibi eylemler devam etmiştir. Belirli dönemlerde ve özellikle Balkan Savaşları’nı izleyen yıllarda geniş boyutlara ulaşan böylesi olaylar türlü varyantlarıyla destan, efsane, menkıbe, ağıt gibi Türk folklor türlerinde ifadesini bulmuştur. Al duvaklı gelinin başına gelenler şu dizelerde canlandırılmıştır:

Aldılar beni ninemAldılar beniKına gecemdenGötürdüler beni ninemGötürdüler beniUlu balkana, ulu balkana

Sordilar beni ninemSordilar beniKimin kızısınBen gene dedim ninemBen gene dedimAli Molla'nın küçük kızi

...............................

Kayin yapraklari ninemKayin yapraklariDüşegim oldiKayin kökleri ninemKayin kökleriYastigim oldi

Komita kepesi (kebesi) ninem

14

Page 16: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Komita kepesiYorganim oldiDerin endekler ninemDerin endekler(H)amamım oldi18

.................................................

Güney Bulgaristan'da da bilinen aynı veya benzer konulu iki türkü vardır:

I.

Tahta pabuçlarım anaÇamurda kaldıBeyaz yaşmayım anaÇalıda kaldı

Sordular bana anaKimin kızısınBen gene dedim anaAli (H)ocanın küçük kızıyım

***

Kayın yaprakları anaDöşeyim olduKayın kökleri anaYastıyım oldu

Komita kebesi anaYorganım oldu

***

II.

Altınlı fesimi canım aneciğimHaydutlar aldıAkbakırlarım canım aneciğimKuyuda kaldı

18M. İsen, S. Engüllü, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 7, Makedonya ve Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 101.

15

Page 17: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Bana dediler canım aneciğimKimin kızısınBen dedim canım aneciğimAli Beyin kızıyım

***

Şıllak (parlak) ferecem canım aneciğimÇalılarda kaldıYerdeki çimenler canım aneciğimDöşeyim oldu

Haydutların çantaları canım aneciğimYastığım olduYerdeki kazallar (gazeller) canım aneciğimFistanım oldu

Gökteki bulutlar canım aneciğimYorganım olduGökteki yıldızlar canım aneciğimKandilim oldu

Pazarcık (Tatar Pazarcık) yakınlarında kol gezen Bulgar komitacıları tarafından bir Türk gencinin canına kıyılması olayı Türkleri derinden sarsmış ve bu ölüm Kriçim Türk folklorunda şöyle ifadesini bulmuştur:

Sülman senin kaşın gözün yay mıdırTeneşirden akan sular kan mıdırSülman gibi şu Kırçma'da (Kriçim'de) var mıdır

Kıymayın canıma, ben dünyama doymadımEller gibi ben ecelimden ölmedim

Pazarcığ'a vardım ben bubama sormadımSol yanımdan kurşum urdu duymadımŞu genç yaşta ben dünyama doymadım

Kıymayın canıma, ben dünyama doymadımEller gibi ben ecelimden ölmedim19

Balkan Savaşı'nda yaşanan olaylardan birini de şu menkıbede buluyoruz:

Balkan muharebesinde Rodop Dağı eteklerindeki Türk köylerinin halkı, canını kurtarabilmek için dağa kaçar. Kırçmalılar da dağın "Karadağ" denilen yüksek kesimine toplanır. Sık ormanlıkta iki kadın yolunu şaşırır. Akşam karanlığı olmuş,

19H. Süleymanoğlu Yenisoy, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 115.

16

Page 18: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Kırçmalıları bir türlü bulamazlar. Karşılarına ak saçlı bir dede çıkıverir. Dede, erenlerdenmiş:

- Ne ararsınız burada kızım? der.

Kadınlar da yollarını şaşırdıklarını, köylüleri bulamadıklarını anlatırlar.Dede:-Korkmayın kızım. Ben şimdi size şu duayı öğreteyim, der.

Sırlı sübhanım AllahDertlere derman ol AllahGarip kullarına gam vermişinYardımcımız, arkadaşımız sen ol Allah

Duayı okuyarak şu daracık yoldan gidin, doğru Kırçmalılar’ın yanına çıkacaksınız, der ve dede kayboluverir. Kadınlar da duayı okuyarak gider ve köylüleri bulurlar. Kaynak kişilerden daha yaşlı olanlar bu menkıbenin Doksanüç Harbi’yle ilişkili olduğunu söylüyor ve bazı ayrıntılar anlatıyorlar.20

Balkan Savaşları’nı izleyen yıllar Türk’ün ölüm kalım mücadelesi yıllarıydı. Birinci Dünya Savaşı ve bu Savaş biter bitmez ülkenin yabancı devletler tarafından işgali ve Ulusal Kurtuluş Savaşı… Bu Savaşta Türk halkının kendi vatanında mülteci durumuna düşmesi ve Balkanlar’dan gelmiş göçmenlerin durumu… Justin McCarthy şunları yazıyor: “İngilizler, Yunan işgalinin üzerinden 4 ay geçtikten sonra, 1919 Eylül’ünün sonu itibarıyla başkenti İzmir olan Aydın vilâyetinde 177 bin civarında sığınmacının olduğunu tahmin ediyorlardı. Bir yıl sonra bu rakam 500 bine çıkacak ve 1920’lerin sonuna kadar daha da fazla insan sığınmacı konumuna düşecekti. Anadolu’daki sığınmacıların sayısına, Yunan işgaline uğrayan Doğu Trakya’dan gelen insanlar da eklenmelidir. Diğer yandan Osmanlılar, İstanbul’daki sığınmacı sayısının 30 bin olduğunu tahmin ediyorlardı. Bu rakam Balkan Savaşları’ndan kaçıp gelen ve hâlâ İstanbul’da yaşayan 200 bin sığınmacıya dahildi. Velhasıl, Yunan işgali dolayısıyla 1.200.000 sığınmacıdan bahsedilebilirdi.

Birçok Türk sığınmacı, daha önceden sığındıkları bölgelerden tekrar tekrar kaçmak zorunda kalmışlardır. Örneğin İzmir’den içeriye doğru kaçmayı başarabilen Türkler, daha Yunan ordusunun işgal etmediği bölgelere geldiklerinde, arkadan gelen ordunun hızı yüzünden geldikleri yerleri tekrar terk etmek zorunda kalıyorlardı. Oradan oraya savulan bu insanların büyük bir kısmı, Balkanlar’dan sığınmacı olarak Batı Anadolu’ya kaçmışlardı. Şimdi yine kaçıyorlardı. Onlar kardeş Türkler’e ve yönetime ısrarla kendilerini kabul ettirdiler. Fakat bu insanların kendilerini kabul eden insanlardan alabileceği yardım çok azdı. İstanbul’daki İngiliz işgal ordusuna komuta eden General Harrington, sığınmacıların o günlerde sahip oldukları beslenme şartları ile nasıl var olabildiklerini anlayamadığını belirtmişti. Mülteciler iki günde bir içtikleri bir tas çorba ve pek az ekmekle hayat mücadelesi veriyorlardı”21.

Cumhuriyet Dönemi Göçleri:

20Mustafa Memoğlu, Kriçim Türkleri. Tarih ve Kültür. (Baskıdadır).21 McCarthy, Justin, a. g. e., 249-150.

17

Page 19: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Osmanlı döneminde yaşanan göç olayları Türkiye'de cumhuriyetin ilânından sonra da devam etmiştir. İlk büyük göç Lozan Barış Antlaşması (1923) sonucunda gerçekleşmiştir. 1923-24 yıllarında Yunanistan'dan mübadil olarak göç edenlerin sayısının yaklaşık 500.000 olduğu belirtilmektedir. 1937-39 yıllarında da Romanya’dan 130.000 ile 150.000 arasında Türk Türkiye’ye gelmiş ve bu göçleri, Bulgaristan'dan belirli yıllarda gerçekleşen kitle hâlindeki göçler izlemiştir: 1950-51 yıllarında 154.000, 1968-78 göçünde 130.000, 1989 göçünde de sadece Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında, sadece üç aydan daha az bir zaman içinde 311.862 Bulgaristan Türkü Türkiye'ye giriş yapmış ve daha sonraki aylarda ve yıllarda da bu göç devam etmiştir.22

Eski Yugoslavya'dan 1950-1958 yılları arasında gelenlerin sayısı 104.372’dir. Romanya'dan ise 1923-1938 döneminde gelenlerin sayısı 113.710’dur. Rumeli'den Türk Göçleri tablosuna baktığımızda Doksanüç Harbi’nden bu yana Türkiye'ye en çok göçmen gönderen ülkenin Bulgaristan olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı da Bulgaristan Türkleri’nin tarihine bir göç tarihi dememiz uygun olacaktır. Bu yüzden olmalıdır ki göçmenlik, Bulgaristan Türkleri’nin sözlü halk edebiyatında özel bir motif olarak gelişmiştir. Tarihî ve toplumsal gerçeklerin bir ifadesi olan bu büyük insanlık dramına mâniler, türküler ve destanlar, efsane ve menkıbeler hasrederek Bulgaristan Türkü, gönlünü avutmuş, karanlık günlerinde kendine teselli bulmuştur. Mânilerden örnekleri okuyalım:

Kara tiren gidiyorAcı duman seriyorKara tirenin içinde

Macırlar gidiyor*

Yağmur yağdı sel olduDereler taştı dolduBen vatanımdan ayrıldımZalım Bulgar sebep oldu

*Dağlarımın tepesiYârimin seteresiMilleti batırdı yaMacırlık (veya: Türkiye) meselesi

*Elmayı satan bilirTadını tatan bilirMacırlık ateşten gömlekmişAcısını çeken bilir23

Bulgaristan Türkü baba ocağına, konu komşusuna bağlı kalarak yaratmış olduğu türkülerde göç olayına hıçkırıklarla karışık bir duygu katmıştır, gençlerin ayrılışı da ayrı bir acıdır:

Ah bu macırlık bağrıma bastıBen ona yanarım

22E. Konukman, 1990, 61.23Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 116.

18

Page 20: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ben vatanımdan nece ayrıldım Yârsız kaldım

Yol verin ağlar, yol verin beylerYol verin geçeyimNazlı yârdan ayrı düştümZehir mi içeyim

Benden size vasiyetler olsunMacır olmayınMacır olsaz (olsanız) daYârsız kalmayın

Geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir çaresizlik, bazı türkülere bambaşka bir eda verirken, bu duygu göçmenliğin zorluklarından da gıdalanarak bir nostalji ile örülü olarak dile gelir. Şu ilâhide zorlukların ve göçmenliğin ölümden beter olduğu vurgulanır:

Edirne ovasında Serpildim kaldımArçlıyım tükendiEvlâdı sattımO viran babamıYolda bıraktım

Edirne ovasındaNaneler biterNanenin kokusuCihana yeterAh, şu macırlık ölümden beter24

İlâhide 1938 yılı göçünden söz edilmekte. Son dörtlükte Atatürk'ün ölümüne ağlıyor muhacirler:

Atımı bayledimBir delik taşaOn iki bin ağlarAh, Kemal Paşa

Göçmenliğin üzüntüleri, ayrılık ve özlemi, eş dosttan uzaklara düşmenin ıstırapları başka bir türküde dile getirilmektedir:

İstanbul'un üzümüÇekemedim sözünüBen vatanımdan çıkarken

24Aynı eser, 126.

19

Page 21: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Yumdum iki gözümüBinmem tirene binmem

Kara koyun melemeYüreğimi daylemeAnam, bubam, kardeşimYavrum deyip ayleme

Binmem tirene binmem

Kara kara karıncaKarıncaya varıncaBen komşuları özledimDillerine varınca

Binmem tirene binmem25

Göç yollarında çekilen sıkıntıları da şu destandan öğrenelim:

Dinleyin amucalar muhacir destanınıKapdağ’da kılamadık bayram namazınıVer Allah’ım sen selâmet cümlemize.Akmehmet köyünün ardı balkanOmaç köyünün muhacirleri oldu dillere destanVer Allah’ım sen selâmet cümlemize.

1930'ların ikinci yarısında baskılar artar ve Türkler yine göçe zorlanır. Hattâ, birçok Türk ailesi pasaportsuz olarak Türkiye'ye gönderilir.26 Bu durum aynı destanda da şöyle dile getirilmektedir:

Bir cumartesi bizi Edirne'ye indirdilerPasaportu olan çekip de giderPasaportsuz olanlar Ankara'dan imdat beklerVer Allah’ım sen selâmet cümlemize

Edirne hudutları taşlıkKalmadı cebimizde on para harçlıkVer Allah’ım cümlemize hoşlukYok mudur Edirne hudutlarında bize bir boşlukVer Allah’ım sen selâmet cümlemize27

1938 göçünü yansıtan bir ilâhiden de şunları aktaralım:

Bir sabah namazı çıktım odamdanVatanı terk edip gittim oradanGam için mi yaratmış bizi Yaradan

Gider millet vah ayrılık deyu

25Riza Mollov, Bulgaristan Türkler’inin Halk Şiiri, Sofya, 1958, 143-144.26Krıstö Mançev, 2003, 100-134.27Riza Mollov, Bulgaristan Türkleri’nin Halk Şiiri, Sofya, 1958, 143.

20

Page 22: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Yanar millet ah vatan deyu28

Yukarıda da belirtildiği gibi, 1936’da Türkiye ile Romanya arasında bir göç anlaşması imzalanmış ve Romanya sınırları içerisinde bulunan Kuzey ve Güney Dobruca’dan (1940’ta Güney Dobruca Bulgaristan’a geçmiştir) çok sayıda Türk, Türkiye’ye göç etmiştir.29

Bütün Dobruca’dan 130.000 ile 150.000 dolayında Türk, "Ak Topraklara" (Türkiye’ye) göçmüşlerdir.30

İki ülke arasında imzalanan antlaşma çerçevesinde 1937-1939 yıllarında yaşanan göçler, Dobruca bölgesinde Türkler’in azınlık durumuna düşmelerine sebep olmuştur. Boşalan köy ve kasabalarda Türkler’in sayısı büyük ölçüde azalmış, bazı köylerin adları haritadan silinmiştir.31 Söz konusu yıllarda gerçekleşen göçler sözlü halk edebiyatında derin izler bırakmıştır. 1938’de Güney Dobruca Türkleri’nden göç edenlerle kalanların ayrılışını halk ozanı şu Muhacir Destanı’nda bakın nasıl dile getirmektedir :

Hicret edip gider Allah aşkınaGidenlere kalan kullar aylediN’apsın kalan, macır dönmüş şaşkınaArkasından akan sular ayledi.

Kiracılar bekler dizgin elindeCem olmuş komşular sağında solundaMezarlık sokağı hicret yolundaDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Ana yavrısını bırakıp giderKızı arkasından kuş gibi öterBu ayrılık bize ölümden beterDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Varna’dan pindik gideriz ammaSakın Bulgarya’da eylenip kalmaMalına güvenip kendini salmaDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Gece gündüz ana deyip aylerimTesalla verip gönnümü eylerimBu gülmedik başla acap neylerimDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Bu asıra derler yirminci asır

28Güven-Doverie Gazetesi, 5 Ekim, 1994, Sofya.29T. Kovalski, 1938, 66-67.30H. Eren, 1993, 296.31M. Ülküsal, 1966, 13.

21

Page 23: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Dinleyin, sözlerimde yoktur kusurKalmışık şu beldede biz yesirDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Tüccarlarda yoktur ne insaf, ne hatırMerkezde macıra çekerler satırBurada kalanlar hepsi de fakirDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Kaçtı macırların beti beniziAşıp ta giderler Karadeniz’iAyrıldı anadan oğluyla kızıDayler taşlar vatan deyip ayledi.

Kalanlar döndüler boyun iyerekYas edip te göz yaşını silerekBu hasretlik mahşere kaldı diyerekDayler taşlar vatan deyip ayledi.32

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Balkanlar'dan Türkiye'ye göçler devam etmiştir. 1989 yılında Bulgaristan'ın gerçekleştirdiği geniş kapsamlı zorunlu göç, BÜYÜK GÖÇ olarak tarihe geçmiştir. Komünist yöneticiler, ülkedeki Türkler’e soykırım uygulamaya kalkışmışlardır. Türkler’in okulları kapatılmış; silâh zoruyla, asker gücüyle ve ölüm tehdidiyle adları Bulgar adlarıyla değiştirilmiş, giyim-kuşamları yasaklanmış, camiler tahrip edilmiş, mezar taşlarından kaldırımlar yapılmış, cenazeler Bulgar mezarlıklarına gömülmüştür. Türk dilinde eğitim şöyle dursun, evde dahi Türkçe konuşmak yasaklanmıştır. Tepki gösteren Türkler, ölüm kamplarına ve hapishanelere gönderilmiştir. Tırmanışını giderek artıran baskılar BÜYÜK GÖÇ ile son haddine ulaşmıştır. Tüm bu olaylar, sözlü edebiyatta da izler bırakmıştır. Türkçe konuşmanın yasaklanmasına tepki gösterenler hapishanelerde çürümüş, birçokları da kurşuna dizilmiştir:

İçinizden biridimKarlar gibi eridimAnadilimiz içinHapislerde çürüdüm

Gide gide yoruldum Sular gibi duruldumÜzülme anneciğimTürkçe’m için vuruldum33

.................................

Bulgarlaştırma süreci Aralık 1984 tarihinde Kırcaali bölgesinde kanlı olaylarla başlamış ve birçok Türk, tanklar altında kalmış, kurşuna dizilmiştir. Düşman kurşunu,

32Söyleyen : Salih Raşitoğlu, Dobriç İli, Bayrampınarı (Dânkovo) köyü. Kaleme alan: İ. Cebeci, Balkanlar’ın Sesi, Sayı-15, 2002, 19.33Kırcaali'nin Koşukavak (Krumovgrat) bölgesinden şair Süleyman Yusuf Adalı tarafından derlenen türküler.

22

Page 24: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

dağlarda ve ormanlarda derin karlar altında gizlenenleri de bulmuştur. Süleyman Yusuf Adalı'nın derlediği türkülerden şunu okuyalım:

Örencik deresi köy oldu bizeBöğürtlen çal(ı)ları ev oldu bize

Atma zalım atmaKadım yok benimDüşmana verecek Adım yok benim

..................................

Örencik deresi dar geldi banaBu ecelsiz ölüm zor geldi bana

Atma zalım atmaKadım yok benimDüşmana verecek Adım yok benim

Bulgarlaştırma olayları şu ilâhiye de konu olmuştur:

Dobruca ovası düzlükGitti adlarımız çok üzüldükBuradan (Türkiye'ye) giden kurtudu dedikİmdat Allah’ım imdat!

.................................................................

Babam adımı koydu ezan ile Kâfir değiştirdi silâh ileAnnem ağladı gözyaşı ileİmdat Allah’ım imdat!

..........................................................

Belene Adasına varalımBeş bin tutukluyu geri alalımHepsi genç kız ve oğlanOnlara nasıl ağlayalım34

.................................................................

34Söyleyen: Revasiye Şenses. Doğum tarihi ve yeri: 1932, Bulgaristan Hâlen Eskişehir’de oturmaktadır.

23

Page 25: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Tuna nehrinin ortasında bulunan Belene Adası’na halkımız Ölüm Adası adını vermiştir. Çünkü buraya gönderilenlerden birçoğu bir daha geri dönmemişlerdir. Belene Adası’na hasredilen türkülerin, ağıtların da sayısı az değildir:

Arda'dan Tuna'ya teller germeliNasıl nice Belene'ye varmalıAslan Memed'imiz yatağa düşmüşHâl-i hatırını varıp sormalı

Arda'dan Tuna'ya teller gerilmezBir gecede Belene'ye varılmazBoşuna tepmeyin yolları anamKuş olsan da Belene'ye girilmez35

Belene'de kalanların üzüntüsü nice anaların babaların zamansız ölümüne sebep olmuştur:

Belene dedikleriCehennemdir cehennemBabam, ben görmeden gittiŞimdi de ölmüş annem

Rodoplar’dan BeleneUzak mıdır yakın mı?Allahım, bu ne gördüğümCehenneme akın mı?

Tuna yüce bir ırmakArzum hep sana varmakİsterim de varamamDört yanım demir parmak

Ey Belene Belene Kan kusuyorsun yineİnsan düşmeye görsünSenin namert eline

Belene dedikleriBir ölüm adası darBen ölsem bile buradaArkamda gelenim var36

…………………………...

Hasan Rodoplu’dan aldığımız şu dörtlükleri de okuyalım:

35Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 122.36Aynı eser, 375.

24

Page 26: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Şu Tuna’nın ortasındaKanlı da BeleneSeksen dörtte mezar olduTürk’üm diyene

Nakarat: Ah Belene Belene Kanlı da Belene Sürgünlere oldun sen Zanlı Belene

Şu Tuna’nın ortasında Kayıklar gezerZalım polis, sürgünüKurşuna dizer.

Nakarat: Ah Belene Belene Kanlı da Belene Sürgünlere oldun sen Zanlı Belene

Sürgün yèrdi dipçiğiHep omuzlaraŞehit teni verilirdiYem domuzlara

Nakarat: Ah Belene Belene Kanlı da Belene Sürgünlere oldun sen Zanlı Belene

Şu Tuna’nın sularıAkar hem çağlarSürgünün anasıYaz tutar ağlar

Nakarat: Ah Belene Belene Kanlı da Belene Sürgünlere oldun sen Zanlı Belene37

Tüm bu olayları Büyük Göç izledi. Utanç trenleri, kilometrelerce uzayan araba ve kamyon kervanları 1989'un yaz aylarında Bulgaristan Türkü’nü Türkiye'ye getirdi. Göç yollarına düşenlerin de oralarda kalanların da üzüntüsü, o günlerde söylenen türkülerde de ifadesini buluyordu. Ayrılığın acısını, kalpleri sızlatan türküleri de şair ve ses sanatçısı Osman Aziz bakın nasıl kaleme almış:

37Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı: 57, 2005.

25

Page 27: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

″Türküler, türküler... Büyük Göç sırasında... Bulgar-Türk sınırından taa Kırcaali’nin Perperek köyüne kadar uzanan o kilometrelerce kuyrukta beklerken, kardeşlerimizin gözyaşıyla, doğup yaşadıkları yerlerden ayrılmanın üzüntüsüyle söylenen türküler...

O adsız şair:

Akar gözyaşım garipAnam kardeşim garipBeni koğan kör olsunToprağım taşım garip

diye feryat ederken gidenin de kalanın da kalp telleri sızlamıyor muydu?

Kırcaali’de yeni, güzel bir binanın yanından geçerken, uğurlama töreni olduğu, söylenen şu türküden anlaşılıyordu:

Binalar yaptırdım yüceden yüceİçinde yatmadım üç gün üç geceYârim seni gördüm tam yarı gece

Konma bülbül, konma, çeşme başınaŞu gençlikte neler geldi başıma!

Bahçeler yaptırdım gül bulamadımİçinde ötmeye dil bulamadım!

Böylece sürüp gidiyordu bu eski türkü ve o zorunlu göçe ne de iyi uyuyordu. Yepyeni binalar, evler bırakılmadı mı? Yok pahasına ellerinden alınmadı mı insanlarımızın? Perperek sırtında yolda beklerken türkü söylüyordu iki genç. Biri saz çalıyordu, biri kaval. Az mı bekleniyordu yollarda. Haftalar geçiyordu da sınır geçilmiyordu:

İçimde var gizli yaraGörünmez ki doktor saraLokman gibi hekim gelseBulunmaz bu derde çare.

Evet, gençlerin biri kaval çalıyordu. Hem de oldukça başarılı. Kaval da dertlidir insanlar gibi. Ama onun vazifesi vardır : Ağır günlerde insan yüreğinin acısını dinlemek, inlese de insan yarasına melhem vurmak, insanın dertlerini susturmak:

Dertli kaval, derdim gibi inle durYüreğimin acısını dinle durYanık sesinle yarama melhem vurİnle kaval, dertlerimi sen sustur

26

Page 28: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Başka bir türkü:

Kışlanın önünde al-yeşil fenerÜstümüze ateş düştü ne zaman sönerBen yanarım, ben ona yanarımBen vatanımdan ayrı düştümBen ona yanarım!

Evet, bu bir asker türküsüydü. Üstlerine şimdi de ateş düşmüştü. Hem de askere giderkenkinden daha büyük bir ateş. Yalnız anadan babadan değil, vatandan, sıladan ayrılmanın da ateşi. Evet büyüktür ayrılığın derdi. Ne sevgililer ayrılıyordu birbirinden! Sevgilisiyle gitse, ana baba kalıyordu. Ana babayla gitse, sevgili kalıyordu:

Zülüfleri tutam tutamArasına güller takamO yâr ile ben de gidem

Ve iki genç devam ediyorlardı ayrılık konserine:

Gitme, bu ayrılık uzar da uzarKül olur yüreğim, tozar da tozarGeçmemiş yaralar azar da azar

Evet, çok uzun sürecek, belki de hiç bitmeyecek bir ayrılıktı bu. Onları seve seve, ama yüreğim yana yana dinlerken, yol boylarında haftalarca beklemelerini içime sindirmeye, sığdırmaya çalışırken, benim de içimden türküler geçiyordu. Çünkü benim de yaralıydı kalbim. Gidenin de, kalanın da, herkesin yaralıydı kalpleri...

Ötme bülbül, ötme bülbülDerdi derde katma bülbülBenim derdim bana yeterSen de bir dert katma bülbül!

Gücenikti insanlar:

Kırma insan kalbiniYapacak ustası yok!

Evet, bir kıran vardı gönüllerini, kalplerini insanların. Bütün bunların, bu insanlık dışı hareketin bir suçlusu vardı. Bu kadar zaman geçti aradan, suçlu hâlâ cezalandırılmadı.″38

38Osman Aziz, Canlarım Türküler, Bizim Türküler, Sofya, 2002, 35-38 (Kısatılmıştır).

27

Page 29: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Göç, Balkan Türkleri’nin tarihî bir kaderidir, diyoruz. Balkan Türkü’nün bu kaderi, gerçekten de kaçınılmaz bir alınyazısı mıdır?!...

YAZILI EDEBİYATIMIZDA BALKANLAR'IN ACI GERÇEKLERİ

Balkan Türkleri’nin ve Müslümanları’nın yaşadıkları sıkıntılar, göç yollarında çektikleri çileler, sözlü halk edebiyatımızda olduğu gibi, yazılı edebiyatımızda da yankısını bulmuştur. Büyük tarihî olayların bir sonucu olan göçler, bazı sanatçılara konu olmuş, özellikle de felâketleri bizzat yaşayanlar kültür tarihimize değerli eserler bırakmışlardır. Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi Doksanüç Harbi felâketlerini yaşayanlardan biridir. Tarihçe-i Vaka-i Zağra (Zağra Müftüsünün Hâtıraları) adlı eserinde tarihimizdeki hüzünlü gerçekler canlandırılmış, millî vicdanda derin yankılar uyandırmıştır. Bu eser, yıkılan İmparatorluğun Rumeli kanadındaki Türk, Müslüman halkın ıstırap destanıdır. Eserin değerlendirmesini yapan Yahya Kemal, 1921’de şunları yazmıştır: “Tarihçe-i Vaka-i Zağra’yı Falih Rıfkı gibi Türk nâşirlerine gösterdim. Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap, Türkler’in vatan edebiyatında en samimî, yüksek bir şaheseridir”.

Zağra Müftüsünün Hâtıraları adlı eserde Ruslar’ın Tuna’yı geçerek ilk zaptettikleri yerlerde Türkler’in katliama uğratılması şöyle anlatılmaktadır:

28

Page 30: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

“1294 Hicrî senesi Haziran ayının on ikinci günü, mağrur düşman Tuna’yı geçerek Ziştovi’yi zapt etti. Burayı koruyan askerlerden dört yüz kadar Müslüman’ı al kana boğdu. Ahali ağlayarak şaşkın ve perişan yollara düşüp dağıldı. Yatak köyü halkının tamamını katliam ettiler. Servi ahalisi dahi Ziştovililer’den beter bir hâlde ninni ve türkülerle, şefkat kucaklarında beslemekte oldukları ömürlerinin meyvesi çocuklarını yollara atarak Şıpka Balkanı’ndan aşıp Kızanlık’a döküldüler...

Haziran’ın on üçünde Tırnova şehrinin istilâ edildiği söylenirken, Gabrova’nın zaptı haberi geldi. Kalofer ve Hayın köyü taraflarında bazı Kazaklar’ın görüldüğü de bildirildi. Bu haberler üzerine şehrin ileri gelenleri kaçmaya karar vererek, arabalarına az bir şey yükletip, çiftliğe gidecekmiş gibi hazırlanmışlardı. Fakat Kızanlık kazası kaymakamı Kıbrıslı Akif Efendi, bu haberleri livaya ve ta Yıldız’a telgrafla bildirmişti. İşin ehemmiyeti sebebiyle Abdülhamit o gece telgrafhanede bulunmuş ve Balkan havalisindeki bütün muhabere memurları da makine başında beklemişlerdi. Bunun üzerine eşrafa da teminat verildi. Onlar da firar etmekten vazgeçtiler”....

Eski Zağra’nın düşman eline geçmesiyle etraf Türk köylerinde yağmalama, yakıp yıkma ve işkenceler geniş boyutlara ulaşıyor:

“Zağra’nın istilâsı üzerine intikamcı ve yağmacı Bulgarlar, Yaka Boyu’ndaki Hıriste, Külbe, Bükümlük, Hızır Bey, Canbazören köylerine yürüyüp para umdukları zengince Müslümanları işkencelerle öldürüp, kadın-çocuk demeyip ele geçenleri katliam eylediler! Kurtulabilenler ise çırılçıplak Zağra’ya can atabilmiştir.

Bükümlük Bulgarları, yüziki Müslüman’ı bir samanlığa doldurup yaktılar. İçlerinden dört tanesi yaralı olarak kaçıp Yeni Zağra’ya Rauf Paşa’ya çıkmışlar. Zulümden şikâyet edip hallerini bildirmişlerse de benzerleri gibi bunlar da tekdir olunarak hapsedilmişlerdir. Yaraları bile sarılmadan...Zehî insaniyet!”39

Refik Özdek’in Ocağımız Sönmesin adlı eserinde de Doksanüç Harbi faciası canlandırılmaktadır. Hayatta kalabilmiş muhacir kafilelerinin Edirne’de oluşturdukları tablo çok acıklıdır:

"Edirne’nin kenar mahallesinden içeri girerken onları karşılayan olmadı. Daha içerilerde gittikçe artan perişan kalabalığa karışınca da, «Hoş geldiniz, nereden geliyorsunuz?» diyen bulunmadı. Yaşlıların kamburu çıkmış, gençlerin gözleri süzülmüş, çocukların yürüyecek hâli kalmamıştı.

- Bunların hepsi bizim gibi maacir, dedi Hacı.- Sel gibi akan maacir arasında yerliler bir avuç kalıyor.- Peki nereye gidiyoruz?

İşte bu sırada bir bekçinin kendilerine seslendiğini duydular:

- Kardaşlar, istasyona, şu yana gidin. Camilerde yer yok.

Camilerde yer yoktu. Başlarını duvarlara ve daha yukarılara kaldırdıkları zaman o ulu kubbeleri, o yüksek minareleri görüyor, umutlanıyor, ama yere, sokaklara bakınca, yürekleri kaygılarla, kuşkularla doluyordu.

O ulu kubbeler onları barındırmayacak mı? O kubbelerin uzun kolları onları kucaklamayacak mı?

39Zağra Müftüsü’nün Hâtıraları’ndan, 62-63.

29

Page 31: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ayaklarını sürüye istasyona doğru yürüdüler. İnsanlar salkım, hastalar yığın yığın ve...ve besbelli tabut kıtlığı da vardı!

Ölüler sedye ile, küçük ölüler kucakta taşınıyordu. Ne de çok! Sokaklardan, camilerin avlusundan, istasyondan çıkan cenazeleri sadece yakınları götürüyordu.

- Edirne’nin yalnız sokakları değil mezarlığı da taşıyor olmalı? Dedi Musa Dayı

Kimse cevap vermedi. Yalnız, geride bir inilti duyarak döndüler: Küçük Emine’yi aralarına alan iki nine, yürüyecek güçlerini yitirmiş, oldukları yere çökmüşlerdi. Biri boylu boyunca bıraktı kendini...Öteki de kolunu onun başının altına sokarak inledi:

- Siz gidin, bizden hayır yok artık, buna da şükür, Ak Toprak’ta öleceğiz.

Hacı Ömer onlara, vücudundan parçalar kopmuş gibi acı duyarak baktı. Rasim’in kolundan sıyrılıp yanlarına gelmek istedi, ama onlara bir adım kala düşüp bayıldı.

Hacı kendine geldiği zaman bir çadırın altındaydılar. Her tarafa koşan bir avuç sıhhiye eri, onlara da el uzatacak zaman bulabilmişti. Kendileri gibi bitkin insanların arasında karavana yemeği yiyor ve konuşuyorlardı:

-Siz hangi köprüden geçtiniz? Dedi bir ihtiyar.-Hangi köprüden mi? Birkaç tane köprü mü var? Biz, yıkılan, sonra da onarılan

köprüden geçtik, başkasını bilmiyoruz.-Demek küçük köprüden geçtiniz, ötekiler sapasağlam taş köprülerdir.-Doğru, bu kadar insan bir tek köprüden geçip gelmiş olamaz. Ne zamandan

beri buradasınız?-Bir hafta oldu. İstanbul’a gitmek için trene binme sırası bekliyoruz. Edirne

kaldırmıyor bu kadar kalabalığı, ne yiyecek yetiyor, ne yakacak. Hem sonra Urus topları erişirse bunca insan yok yere ölür.

-Buraya da mı gelebilecek?-Bilinmez, olabilir, diyorlar.-Şimdi de çok ölü veriyoruz galiba, her tarafta...-Günde ortalama iki yüz kişinin öldüğünü söylüyorlar açlıktan, soğuktan,

hastalıktan... Ne yapsın devlet, ne yapsın asker, hiç bir şey yetişmiyor ve göçün arkası kesilmiyor.

-Buraya gelemezler! Diye bağırdı Rasim.-Nasılsa ölüyoruz, vuruşarak ölürüz, dedi Musa Dayı.İhtiyar içini çekti:- Bak şu sefalete, yürüyecek güçleri yok zavallıların, bu hâlde mi

vuruşacaksın, sinek gibi kırılıyoruz. ..............................................

Oniki kişilik kafile, artık kafile değil, bir aile idi. Yarısı hasta olan bir aile. Fakat Edirne’de ağır hastalar o kadar çoktu ki bu aileden yalnız Hacı’yı aldılar hastaneye. Hacı artık sakat ayağına hiç basamıyor, çok da acı çekiyordu. Besbelli çıkık oturmamış, bu sakat ayağı üzerine birkaç defa düştüğü, kayıp yuvarlandığı sırada belki de kırılmıştı. Onu hastaneye Rasim ve İsmail Aga taşıdı ve Rasim, hastanede karşılaştığı olaylardan sonra bir defa daha isyan havasına girdi. O gün olağanüstü bir

30

Page 32: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

durum vardı hastanede. Meriç’in ötesinde, o küçük tren istasyonunda karşılaştıkları «gazeteci» denilen adamlar, yine onlar gibi yabancı dil konuşan, yabancı giyimli adamlar, Edirne valisi Cemil Paşa’nın çevresinde toplanmış, onun yapacağı konuşmayı dinlemek için sabırsızlanıyordu. Gerçekte bu sabırsızlık Cemil Paşa’yı dinlemek için değil, ecza kokusundan, yürek paralayan iniltilerden ve görüntülerden bir an önce kurtulmak içindi.

«İngiliz Sefir Layard», «Fransız Sefiri Fourniyer» diye gösterilen ünlü kişilere ve Edirne Valisi Cemil Paşa’ya bir şeyler anlatan, nutuk verir gibi konuşan, koğuşları ve yaralılarla dopdolu koridorları gösteren yabancı giyimli bir adam daha vardı ki, sanki vali paşa o idi. Bilen, bildiren, emreden ve zaman zaman gazetecilere poz veren o idi. Memurlar da ara sıra gelip ona bir şeyler soruyor, talimat alıyor ve «baş üstüne» deyip gidiyorlardı.

Rasim bu memurlardan birine usulca sordu:

- Bu büyük adam nerenin paşası?- O paşa değil, ama çok büyük.- Nazır mı?- Fasso Efendi’dir o, göçmen işlerine bakan teşkilâtın başı.- Fasso mu? Ne yapar bu teşkilât?

- Göçmenlere yardım eder. Hiç hoşuna gitmedi Rasim’in. «Bu işler pek karışık» diye düşündü. «Devleti yabancı ülkelerde Karateodori’ler, Müsürüs’ler temsil ediyor, biz gariban ”maacirleri” de burada Fasso Efendi’ler... pek garip işler!»

Cemil Paşa, bir setin üzerine çıkarak, gazetecilere hitaben bir konuşma yaptı. Tercümanlar bu konuşmayı cümle cümle yabancı dile çevirdiler. Rasim için ağır, anlaşılmaz, dolambaçlı cümlelerdi bunlar. Yine de bir özet, bir hüküm çıkarması mümkündü: «Kılıçtan kurtulup gelebilenler», diyordu paşa, «yüzlerce sandık dolduran tarla tapularından başka bir şeylerini getiremediler... Edirne’de günde 200 kişi, İstanbul’da günde 1000 kişi ölüyor... Hiç bir devlet, milyonlarcası birden göç eden, kaçıp başka vilâyetlere gelen vatandaşına, hele savaş içinde ve kısa zamanda huzur veremez. Bunların mal varlıklarını, mülk varlıklarını düşmana terkedip gelmelerini istemez. Bu gerçekleri görmezlikten gelen düşmanı durdurmak için kılını kıpırdatmayan Avrupa devletleri, düşünsünler ki aynı âkıbete uğrayabilirler...»

Bundan sonrasını dinlemek bile istemedi, fakat öyle bir kalabalığın içinde kalmıştı ki, geriye doğru adım atacak yer yoktu. Paşa’ya «yeter artık!» diyecek gücü de yoktu. Onu haklı bulacak hoşgörüsü de, tevazu’u da yoktu artık. «Hayır!» diyordu, insan ya olur, ya ölür!»

Paşanın konuşmasından sonra, Fasso Efendi de bir şeyler söyledi. Ama o doğrudan doğruya gazetecilerin diliyle konuştuğu için tercümanlara iş düşmedi. Yalnız, konuşmasının sonunda eliyle yandaki bir salonu gösterdi ve gazeteciler o salona geçtiler. O yana itilen kalabalığın içindeydi Rasim. İçeri girince gördüğü manzara karşısında donakaldı. Korkulu bir düş görüyormuş gibi, karakoncolosların, hortlakların saldırısına uğrayacakmış gibi bir ürperti duydu: Karşıda, taburelerin üzerine oturmuş iki sıra insan vardı. Dudakları kesilmiş, dişleri görünüyor; burunları kesilmiş, yüzleri çukur; başları kulaksız, elleri tırnaksız!

- Düşmanın elinden sağ olarak işte bu halde kurtuluyorlar! Dedi Fasso Efendi.Rasim faltaşı gibi açılan gözlerle baktı. Gözleri bulandı ve karşısındaki insanlar

kimlik değiştirir gibi geldi. Musa Dayı, Hacı Ömer, İsmail Aga gibi gördü onları. Mesude ve Selim gibi...ve kendini tutamadı. Gerisinde duran ve yol vermek istemeyen adamlara yumruklar savurarak bağırdı:

31

Page 33: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

- Açılın! Savulun! Ne yüzle bakıyorsunuz onlara, maskaralık bu! Niçin! Niçin!Salon karıştı. Fasso Efendi durdu. Gazeteciler ve inzibatlar Rasim’e doğru

yürüdüler. İnzibatlar onu zaptedip oradan çıkarmaya, gazeteciler resmini çekmeye çalışıyorlardı. Sonunda iki asker onu oradan uzaklaştırdı ve bir çadıra, yüzbaşının karşısına götürdüler. Paşaların ve gazetecilerin huzurunda ne yaptığını, nasıl bağırdığını anlattılar.

Yüzbaşı askerlere:- Bırakın ve gidin, dediSonra, umurunda değilmiş gibi bir süre önündeki yazı ile oyalandı. Göz ucuyla

Rasim’e baktı. Onun kendisine bakmadığını, başını elleri arasına alıp sessiz gözyaşı döktüğünü görünce usulca kalktı, yanına yaklaşıp elini omuzuna koydu:

- Ne oldu evlât sana, ne yaptın? Dedi.- Ne yaptığımı anlattılar işte!- Niçin yaptın?

Rasim hınçla doğruldu, kanlı gözleriyle yüzbaşıya baktı ve sonra hiç bir şey söylemeden başını iki yana salladı.

Subay bir süre yine sessiz durdu. Sonra o da yere bakarak mırıldanır gibi konuştu:

- Gerçekte isyan etmek senin hakkın, hatta görevin, ama şu durumda elden ne gelir?

Rasim yumruklarını sıkarak ve haykırarak cevap verdi:- Beni askere almak da mı gelmez elinden?

Tahmin ve sezgisinin onu yanıltmadığını gören subay, sesinin tonunu değiştirmeden devam etti konuşmaya:

- Evlât, bu isteğini yerine getirmeye çalışırım, ilgili makama gönderirim seni. Yalnız mısın?

Bu soruya cevap vermekte epey güçlük çekti Rasim. Sonunda anlattı durumu. Tulça’dan nasıl geldiklerini ve şimdi kaç kişiyle ne hâlde bulunduklarını özetledi. Sonra da yüzbaşıya yalvardı:

- Beni askere al, ama onlar trene binip İstanbul’a gidinceye kadar bunu bilmesinler. Mesude hiç bilmesin. Giderken ben söylerim. Ama asker olmayacaksam yine burada kalırım ve düşman gelirse kendi usulümce vuruşurum. Buna kimse engel olamaz. Artık kaçmak bana haram, hepimize haram!

.................................................

Rasim, Edirne’yi savunan talimsiz gencecik erler arasında bayrak gibi dalgalandı. Yelesi al kanlara boyanmış bir arslan gibi dövüştü. Göğsünü bulan son bir kurşunla devrildiği zaman, «Allah’ım, dokuzunu devirdim, sana çok şükür» dedi. Bu, son sözleriydi. Yanağını vatan ananın yanağına yasladı, toprağı kucakladı ve gözlerini yumdu.

Mesude?Kara trenden inince yolculuk bitmiş olmadı. Onları kayıklara bindirip Üsküdar’a

geçirdiler. Oradan arabalarla Anadolu içlerine gönderdiler. Mesude’nin gözlerinde yalnız Rasim’in hayâli vardı. Belki de İstanbul’da İstanbul’u, denizde kayığı, karada arabayı bile görememişti. Musa Dayı’nın işaretiyle onun peşinden gidiyor, onun yalvarmasıyla yemeğini yiyor ve hiç konuşmuyordu. Hiç unutmadan, söyletmeden yaptığı tek şey, odları tutuşturmak, kül kaplarını taşımaktı."

32

Page 34: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Dobruca’nın Tulça şehrinden yola çıkan 272 kişilik göç kafilesinden sadece onbir kişi hayatta kalmıştır:

"Onbir kişi aynı köye yerleştiler. Musa Dayı iki kardeşin babası oldu. Üç kişilik bir aile olarak yerleştikleri küçük evde Mesude, ilk iş olarak kül kabından çıkardığı közlerle ateşini yaktı.

Bugün, İç Anadolu’nun büyükçe bir köyünde, kerpiç duvarlı bir evin bacasından, Dobruca’dan getirilen o odların dumanı hâlâ tütüyor".40

Rasim Edirne’deki korkunç muhacir manzarasına dayanamayıp isyan ediyor ve Doksanüç Harbi’nin kurbanları bu masum insanlara yardımda bulunacak Komisyonun başında Türk olmayan kişilerin bulunduğuna bir türlü aklı ermiyor. Bu satırlar bize Berlin Barış Kongresindeki benzer durumu hatırlatıyor. Misha Glenny Balkanlar (1804-1999) adlı eserinde şunları yazıyor:

''Türk heyetinin başında zeki ama talihsiz Karatodori Paşa vardı; bir Fenerli Rum olan Paşa Kongrede Osmanlı İmparatorluğunun uğrayacağı hezimet nedeniyle kolaylıkla suçlanabilirdi. Bismarck heyet başkanı olarak bir Rumun seçilmesini duyarsızlık olarak görüyordu, ama Karatodori Paşa’nın yardımcısı olarak 1876 Sırp-Osmanlı Savaşında askerî bir kahraman olan Mehmet Ali Paşa’nın seçilmiş olmasını da bağışlanmaz bir hakaret olarak kabul ediyordu. Mehmet Berlin’den birkaç kilometre ileride olan Brandenburg’da Karl Detroit olarak doğmuştu. Prusyalı genç, zorba bir kaptanın elinden kurtulmak için İstanbul’da gemisinden kaçtıktan sonra Tanzimatın büyüklerinden Ali Paşa’nın himayesine girmişti. Detroit tıpkı otuz yıl önce Sırp Ömer Paşa Latis gibi Müslüman olduktan sonra Osmanlı askerî hiyerarşisinde yükselmişti. Heyete alınmasının nedeni Balkanlar’ın coğrafyasını ve politikasını çok iyi bilmesiydi ki bu durumda Kongrede sayıları parmakla gösterilecek az insandan biriydi. Ancak Bismarck’ın konferansa katkıda bulunma çabalarını ısrarla engellemesi nedeniyle bilgisini delegelere aktaracak fırsat bulamamıştı''.41

Berlin Kongresinde muhacirler konusu gündeme getirilmemiştir:''Berlin Kongresi büyük göçmen hareketleri, büyük ama sert toprak tartışmaları

ve dahilî iktidar mücadeleleri fonu önünde toplanmıştı. Kongre işini gayet ağır tempoyla görürken Rus askerleri ve Bulgar başıbozukları Bulgaristan’daki Müslüman sivilleri öldürmek için el ele vermişlerdi. O yaz İstanbul’a 150 000’den fazla mülteci akını olmuş, kentin altyapısı çökme durumuna gelmişti. Belediye yetkilileri bu yük altında ezilirken başlayan tifüs salgını ve kıtlık nedeniyle hükümet mültecileri o sırada Rus işgali altında olan Edirne’ye dönmeye ikna etti. Balkan gerçeğinin bu unsurlarından Kongrede hiç söz edilmemekteydi.

At nalı masa başındaki yedinci ''büyük devlet'' olan Osmanlı heyeti bu konuları tartışmaya açmak istediğinde Bismarck kendilerini hemen susturdu. Türkler her adımda aşağılanıyorlardı. Kongrenin resmî sosyal toplantılarından birinde Alman orkestrası yedi delege ülkenin özgün müziklerinden bir program hazırlamıştı. Ancak müzisyenler Türk müziği ile uğraşmayı reddettiklerinden Türk müziği yerine Mozart’ın ''Türk marşı'' ile Donizetti’nin ''Sultan marşı'' çalındı. Bu, katlanmak zorunda kaldıkları aşağılamaların en hafifiydi''.42

40Ocağımız Sönmesin, İstanbul, 1989, 287-300.41Balkanlar (1804-1999), İstanbul, 2001, 132.42Aynı eser, 132.

33

Page 35: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Osmanlı Devleti’nin Doksanüç Harbi’nde kolayca ve çok çabuk yenilgisinin sebepleri anlaşılamamıştır. Gelişen olaylar yabancı diplomatları da hayrete düşürdüğü bilinmektedir. Londra sefareti İstanbul’a gönderdiği telgrafında şöyle demiştir: “Düşmanın Tuna’yı kolayca geçmesi hayreti mûcip oldu. Balkan geçitlerini muhafazaya, köprüleri yıkarak düşmanı nehre dökmeye muktedir oldukları hâlde bir şey yapmamaları sebebi anlaşılamıyor”.43

Harp sona ermiş olsa da zulüm bitmemiştir. Bu zulümleri örneklerle sergileyen O. Keskioğlu Ömer Seyfeddin’in eserlerinden de şu alıntılara yer veriyor:

“Bilmem eski bir derebeyin torunu olduğum için mi, Bulgaristan’da gezerken hep kendimi öz babamın çiftliğinde sanırım...” diye başlayan bu hikâyede yazar, banyolara gider. Orada Kostanof adlı bir Bulgar ile tanışır. Bu kişi, eski bir ihtilâlcidir, Bulgaristan müstakil olunca mebus olmuş, adliye vekili olmuş, antika bir adam...Türkçe’yi diplomasi dili sanıyor, Bulgarlarla bile Türkçe konuşuyor...

- Ne var, ne yok, söyle bakalım!- Hiç, gospodin.- Nasıl hiç? Siz yeni türemeler her şeyin adını hiç koydunuz. Sonra beni

süzdü:- Bu da kim; yeni yamaklardan mı?Hayır, gospodin, Bulgar değil..- Ya ne?- Türk.- ... Türklerde yalnız bir şey vardır, taassup.

Evet, taassup. Ben Türkler’in bu taassubundan Bulgaristan’da çok istifade ettim. Devletimiz yeni kurulduğu zaman ben olmayaydım, Bulgaristan bugünkü Bulgaristan olamazdı. Çünkü Türk o kadar çoktu ki... Mutlaka Sobranya’da müsavi gelecektik. Kabinenin yarısı da bir gün onlardan olabilirdi. Fakat ben, fakat ben... diye başlayıp anlatır:

Hükümet kurulunca komitelerle toplantı yapmışlar, katliâm düşünüyorlarmış, fakat Avrupa’dan korkmuşlar. Ona sormuşlar, o da kolay, demiş. Hepsini Türkiye’ye gönderirim. Nasıl yapacağını sormuşlar, anlatmış'': Ben biliyordum ki, Türkler’in en aziz hissiyatı taassuplarıdır. Küçükken aralarında büyüdüm. Komşularımız hep Türk’tü. Bunların kimseye garezleri yoktur. Hatta kendilerine o kadar kötülük yapan Ruslara bile fenalık etmezler, yaralılarına su, ekmek, ilâç verirlerdi... Meselâ, domuza fena hâlde garezdirler... Deliorman’a kaymakam oldum. O vakit orada ilâç için olsun bir tek tane Bulgar yoktu”, diyor. Makedonya’dan muhacir getiriyor. Bu muhacirlere para vererek domuz aldırıyor. Domuzları sokaklarda dolaşmaya başlıyor. Türkler bundan rahatsız oluyor, birer birer hicret etmeye başlıyorlar. Bu tuhaf zulüm sayesinde iki yılda orada Türk kalmamış. Diğer yerlerde de bu usulü uygulamışlar. Türkleri yüzlerce yıllık yerlerinden yurtlarından etmişler, kaçırmışlar. Hikâye şöyle bitiyor:

“...Odama çekildim. Soyundum, yatağa uzandım. Fakat gözüme uyku girmedi. Ateşsiz bir humma her tarafımı yakıyor, sovuk sovuk terliyordum. Yavaş yavaş aşağıdaki hora gürültüleri, gayda sesleri kesildi. Etraftaki horozlar ötüyor, sabah oluyordu. Uyumak azmiyle gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Yüzükoyun döndüm. Pis, cılız bir domuz sürüsü önünden, cesur ecdadımın, yiğit kan kardeşlerimin, sâf milletimin kavukları düşerek, atları arabaları bataklıklara saplanarak, topları tüfekleri, kadınları

43 Osman Keskioğlu, 1985, 12.

34

Page 36: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

kızları, çolukları çocukları yollara dökülerek bir çılgın ordusu hâlinde kaçtıklarını görür gibi oluyorum. Ah, evet, o gece hiç uyuyamadım”.44

Tuna boylarından çekilişin hüznünü, geçmişe duyulan nostaljiyi M. Fuat Köprülü’den dinleyelim:

Tuna boylarında sıra serviler,Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış,Gül bahçelerinde baykuşlar öter,Şu viranelikler eski bağlarmış.

Namazgâh bir otluk kalmamış taşı,Çeşmelerden akan kanlı gözyaşı,Orda bir güzel var, çatılmış kaşı,Ak alnına kara çatkı bağlarmış.

Kırık minarelerden duyulmaz ezan,Hep ocaklar sönmüş devrilmiş kazan,Bir inilti duydum, sandım bir ozan,Sesime ses veren karlı dağlarmış.

Söğüt dallarında hasta serçeler,Eski akın destanını heceler.Tuna ağlıyormuş bâzı geceler,Göğüsünde kefensiz şehitler varmış...........................................................

Haydi eski ozan, al sazı ele,Düşmanlar içine düşsün velvele,De ki: Hor bakmayın bu durgun sele,O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış.45

Moskof Muharebesi’nin büyük felâketi Balkan savaşlarında da tekrarlanmış, Rumeli’nin dağı taşı ağlamış, yer yerinden oynamıştır. Kulağında Küpe Olsun Unutma başlıklı şiiri okuyalım:

Rumeli’nin dağı taşı ağlıyor!Kan içinde her subaşı ağlıyor!Parçalanmış gövdelerin yanında Can çekişen arkadaşı ağlıyor!

Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor!Issız kalmış bülbülleri ötmüyor!O sevimli ovaları kurd almışBir çobancık davarları gütmüyor!

44Ömer Seyfeddin, Yüksek Ökçeler (O. Keskioğlu, 1985, 16-17).45Balkan Öğrenci Mektubu, Sayı-3, 1995-96, 48.

35

Page 37: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Kara toprak kandan olmuş kırmızı!Doğrandıkça Türk kadını Türk kızı!Can evine canavarca saldırmışSürü sürü ırz ve namus hırsızı!

Mihraplara haç asılmış. Ezanlar!Susdurulmuş güm güm ötüyor çanlar!Camilerin minberleri yakılmışÇizme ile çiğneniyor Kur’ânlar!46

Balkanlar’ın 1912’deki acıklı durumunu Rıza Tevfik Bölükbaşı da Acıklı Ana şiirinde derin bir üzüntü ve hüzünle dile getiriyor:

Yüce Balkanlar’ı duman bağlamış,Gene mi gurbetten kara haber var?Seher vakti burada kimler ağlamış?Çemenzâr üstünde tâze çiğler var!

Ufukta iz gördüm kızıl bayraktan,Dumanlar ağlıyor nemli topraktan;Tekbir sadâları gelir uzaktanHudud boylarında sanki mahşer var.

İnliyor bir şehit rûhu derinde,Yara var toprağın birçok yerinde;Ümidsiz açılan çiçeklerindeNe reng ü bû kalmış, ne tâ ü fer var!

Neş’eler bu bezmi terk edip gitmişSel almış bu bağı târumâr etmiş.Kan bataklığında beslenip bitmişSoluk, pembe, dilber bir Neylüfer var.47

Savaşta Rumeli elden gidince Rıza Tevfik Rumeli İçin (1912) adlı şiirinde üzüntüsünü şöyle ifade etmiştir:

Gülşeni açmadan emel gonçesiSarsar-ı felâket perîşan etti.Sevgilim! düşmanın hâin pencesi,Saçımdan bir tutam tel aldı gitti.

Biz zâten vârını talan etmiştikAt sürüp o bağı harman etmiştik.Atalar yurdunu vîran etmiştik,

46Tahirü’l Mevlevî (Olgun) 14 Ağustos 1913 Rumeli Muhacirin-i İslâmiye Cemi’yeti Neşriyatından.47Yücebaş, Hilmi, Filozof Rıza Tevfik, İstanbul 1978, 367-371. Uçman, Abdullah, Rıza Tevfik, Ankara, 1986, 47.

36

Page 38: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

O virân binâyı sel aldı gitti.

Biz hakkın yüzüne sille vurmuştukVicdânın emrine karşı durmuştuk.Cehennem üstüne köprü kurmuştuk,Nâmert köprüsünü sel aldı gitti.

.....................................................

Hey Rıza dökülen bu kan bizimdi...Düşmana kul olan cânan bizimdi.Rum eli!... O nazlı vatan bizimdiBiz beğenmedik el aldı gitti.48

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Koca Hasan Dayı adlı şiirinde de Rumeli’nin durumu tasvir edilmektedir. Şair, yenilgiden sonra Rumeli’de dolaşırken bir yaşlıya rastlıyor ve onunla konuşuyor. Hasan Dayı yıllarca askerlik yapmış, daha sonra yerleştiği köyde çiftçilikle uğraşmaya başlamıştır. Elli yıl çalıştığı bu topraklarda şimdi yalnız başına yaşamaktadır. Onun bu yalnızlığına üzülüyor şair ve kendisiyle İstanbul’a gelmesini teklif ediyor. Hasan Dayı bu teklife şöyle karşılık veriyor:

“…………………………………………………….Dedi: oğlum bu dünyada artık nedir umudum?Allah senden hoşnut olsun! Ben köyümden hoşnudum,Hepsi yalan geldi geçti, fanî dünya bir düştür!Gönlüm, gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür…Gelen gitti, konan göçtü; kervan geçti ben kaldım,Yalnızlıktan dilsiz oldum; ıssızlıktan bunaldım,Şimden sonra nerde olsam, benim için mezardır!Nerde ölüm pençesinden kurtulacak yer vardır?Bak ben artık sararmış, bir kurumuş yaprağımBurda rahat ölmek için, ölenlere ağladımNice candan ayrı düştüm, kara yazma bağladım.Aslan gibi üç oğlumu kurban ettim uğurundaÇifti sattım, evi, barkı viran ettim uğurundaAltmış sene oldu belki ben bu köyden çıkmadım;Ormanından, deresinden, kuşlarından bıkmadım.Oğul ! arzum budur benim: burda ölmek isterim…Yad ellerde neylerim?...”49

Savaşın neden olduğu büyük üzüntüyü Korgeneral Naci Eldeniz de şu şekilde şiirleştirmiştir:

Rumili (Bir asker dilinden)

48İsmail Tosun Saral-Emre Saral, Macaristan ve Tuna Hakkında Yazılan Şiirler (1300-2000), Ankara, 2001, 325.49 Türk Yurdu, 10 Haziran, 1914.

37

Page 39: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Rumili nısfı vatandın, nasıl elden gittinToprağından beni hep tekmelerinle itdinOlmadım mı sana lâyık da beni terk etdinSeni ben kendi elimle kime verdim, RumilimSeni vermekle bu dünyada kırıldı emelim.

Seni bir Türk ili yapmıştı tamam ecdadımYatıyor sende dedem, sende babam, evlâdımSana aiddi hayatım, sana istidadımEllerimle seni ben kimlere verdim, RumilimSeni vermekle bu dünyada kırıldı emelim.

Toprağın nimet idi, benzer idin gülzareGidişin açtı bize âh ne geçmez yareElimizle seni duşmenlere verdik, RumiliMilletin âh kırıldı elimizde emeli.

Sağ isen de sana hasretle uzaktan bakarakGeçiyor ömri garibim eleme müstağrakBana sinende yerin olmayacak mı yatacakSeni ben kendi elimle kime verdim RumilimSeni vermekle bu dünyada kırıldı emelim.

Rumili afvini yalvarmağa hiç yok yüzümüzSen duraydın da gideydik bütün askerler bizBelki kalmazdı o suretle vatan da âcizVatanın âh kırıldı elimizde emeli.

Rumili, gittin ise nısfı vatan sağolsunAnadolu yurdu seadetle şerefle dolsunBütün evlâdı gariban orada yer bulsunElimizle seni ağyarına verdik RumiliMilletin âh kırıldı elimizde emeli.50

Balkan Savaşı’nda ve daha sonraki yıllarda buradaki insanların yaşadığı dehşet başka şiirlerde de vurgulanmaktadır. Feyzullah Sacid, Rumeli insanının üzüntüsünü bir Türk çocuğunun gözlerinde okuyarak şöyle dile getirir:

Masum kuzum. Müstakbelin yıldızı mı gözlerin?O saf bakış milletin ruhu mudur, parıldar?Onda, fakat bilinmez bir kırıklık var, keder varTürk kovuldu, Rumeli’den... bu mu yavrum kederin?''Rumeli’den Türk kovuldu. dediim Ruhun eridi,Damla, damla zehir oldu, gözlerine toplandıParça parça ateş sanki yüreğine bağlandı:Sen ağlama... ağlayayım, haykırayım ben şimdi.51

50Aynı eser, 324-325.51Balkanlara Veda, İstanbul, 2005, 138.

38

Page 40: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Rumeli’den çekilişin sanat eserleri acı doludur, gözyaşı doludur. Elden giden topraklar, hayal olan şehirler! Yahya Kemal, Üsküp şehrine hasrettiği şiirlerinden birinde şöyle diyor:

Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyarıdır.Evlâd-ı Fatihan’a Onun yadigârıdır.

Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi O.Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi O.

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçinÜsküp bizim değil? Bunu duydum için için

Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok seneBiz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

Türk ordusunun yenilgisi üzüyor şairi ve rüyasına eski fetihler giriyor:

Mağlûbken ordu yaslı dururken bütün vatanRüyama girdi her gece bir fatihana zan.

Çekilişlerin bir sonucu olan acıların, hicretlerin devam edeceğini söylüyor Yahya Kemal:

Hicretlerin bakiyyesi hicranlı duygularMahzun hudutların ötesinden akan sular.52

Balkan felâketinden duyulan üzüntüyü Mehmet Akif de şöyle dile getirmektedir:

Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri!

Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ovaSen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosova!53

Şair Yahya Akengin de Balkan acılarını şöyle canlandırmaktadır:

Kosova’dır bir padişah türbesine düşen gözyaşı,

52Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı-11, 1994, 38.53Aynı eser, 38.

39

Page 41: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Duru kalmış bir damlası Vardar’ınKalbi parçalanmış bir Osmanlı haritasıGözü kalmış akınlarda yetmişlik türbedarın

Hasret ki yol açar diye güzel yarınlaraHorlanır tarihîmiz, çiğnenir destanlar.Selâm ulaşmasın diye dedelerden torunlaraNamı yasaklanır Murad Hüdavendigâr’ın......................................................................

Mayadağ’dan ak topuklu kızlar ineliYanar tüter Rumeli’nin türküleriSıla parası değil, sıla hasretiSoldurmuş güllerini Kosova’da baharın...54

Kaybedilen toprakların, kaybedilen şehirlerin hasreti Balkanlar’dan çekilişin edebiyatında terennüm edilir durur. Ya Balkan Türkler’inin, Müslümanlar’ın uğradığı felâketler, Rumeli Türküne, Müslümanı’na uygulanan acımasızlıklar, vahşetler? İnsanlarımızın başına gelenleri belki de en iyi biçimde S. Selvi dile getirmiştir:

“Balkanlar deyince, aklıma rahmetli anacığımın gözyaşları gelir hep... Babamın çatık kaşları... Teyzemin nasıl dağa kaldırıldığı gelir...Kızarım, köpürürüm kendi kendime...Dolarım, dolarım da boşalamam...

Balkanlar deyince...Drama’nın Âlî köyünün ahalisinin papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı,

nasıl din değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed’den ayrılın!” emirleri gelir gözümün önüne...

Balkanlar deyince..Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî

köylü Müslümanların üzerine serptikleri, nasıl isimlerin zorla değiştirildiği ve “artık Hristiyan oldunuz” sözleri gelir…

Balkanlar deyince...Yine o operasyonda, zorla Müslümanlıktan çıkarılan günahsız insanların arşa

varan ahları... Ve...bu ahlara dayanamayan taş duvar caminin zangır zangır titrediği ve direklerinin çatladığı gelir aklıma…

Balkanlar deyince...Zorla din değiştirmeye maruz kalan bu insanların, “eyvah... Hristiyan mı

olduk?”, şüphesiyle tekrar “iman tazelemeleri” ve “gusül abdesti” almalarını hatırlarım…

Balkanlar deyince...Rahmetli anacığımın bu anlattıkları gelir gözümün önüne ve gözyaşları…

54Aynı eser, 38.

40

Page 42: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Balkanlar deyince...Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir,

Yunan komitacıları tarafından hayvanların nasıl gasp edildiği gelir…

....................................................................................

İşte, Balkanlar deyince…Benim aklıma, gözümün önüne hep bunlar gelir... Kızarım, köpürürüm kendi

kendime... Dolarım, dolarım da boşalamam.”55

Tarihî olaylar sonucunda Türk ordusunun ve ay yıldızlı Türk bayrağının Rumeli’den çekilmek zorunda kalmasıyla Rumeli Türk halkı da göç yollarına düşmüş, bayrağının gittiği yolu izlemiştir. Kurtuluş Savaşının sonlarında, Büyük Taarruz günlerinde yaşanan bir olayı Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler adını verdiği romanında şöyle canlandırmaktadır:

“İNGİLTERE’nin İzmir Başkonsolosu Harold Lamb, gece Londra’ya şu telgrafı yolladı:

“26 Ağustos günü Türklerin Uşak doğusunda demiryolunu keserek Afyon’u kuşattıklarını, hatta Afyon’un Türkler tarafından ele geçirildiğini duydum.”

Olayları iki gün arkadan yansıtan bu telgraf Londra’ya 29 sabahı ulaştı. Ciddi bir ilgi görmedi. Zaten Lamb sabah ikinci bir telgraf göndererek, ‘Afyon’un düştüğü haberinin doğrulandığını’ bildirecekti.

29 AĞUSTOS sabahı İzzettin Bey kolordusunun bütün tümenleri Frangos kuvvetlerini yakalamak için harekete hazırlanıyorlardı.

Hava rüzgârlıydı.15. Tümen’in 56. Alayı da yürüyüşe geçmek üzereydi. Ama dişsiz, buruşuk

yüzlü, şirin bir yaşlı kadın Alay Komutanı Fehmi Bey’in eline yapışmış bırakmıyordu. Çevrede alayı uğurlamaya gelmiş kadın, erkek yüzlerce köylü vardı. Sıraya girmiş askere hâlâ börek, meyve, pestil ikram etmeye, haşlanmış yumurta vermeye çabalıyorlardı. Bazı çocuklar askerlerin kucağına tırmanmışlardı. Ortalık bayram yerine benziyordu.

“Anam, izin ver de yola çıkalım”.“Yoo, valla bırakmam.”“Geç kalıyoruz. Yolumuz uzun.”“Biz sizi üç yıl bekledik. Şimdi biraz da siz bekleyin. Daha diyeceğim var. Ben

Üsküplüyüm. Ay yıldız Üsküp’ten ayrılınca, onun peşine düştüm. Göçmenin derdi, bayrağının altında ölmektir, oğul. Beş kere göç ettim. O nereye, ben oraya. Sonunda Anadolu’ya geldik. Ama düşman buraya da yetişti. Al sancak orduyla birlikte Ankara’ya gitti. Mecalim yok ki yine peşine düşeyim. O dönene kadar ölmemeye ahdettim. Ahdimi de tuttum. Ordu da, o da döndü. Ama bir açıp da sancağın yüzünü göstermediniz.”

Fehmi Bey’in yüreği köpürdü:“Biraz bizimle birlikte yürüyebilir misin?”“Yürürüm!”Komutanın işareti üzerine komutlar verildi. Alay yürüyüş düzenine girdi.

Sancaktar ve sancak muhafızları en öndeydi. Fehmi Bey yaşlı kadını sancaktarın arkasına götürüp bıraktı.

“Burada dur anacığım.”

55Balkanlar’ın Sesi, Sayı-2, 1989, 15.

41

Page 43: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Kadıncağız ne olacağını anlamamıştı. Huzursuz bakıyordu. Sancaktar ve muhafızlar usulünce sancağı açınca, kadının yüzüne sanki nur yağdı, öyle parladı birden. Sancaktar sancağı kaldırdı. Al sancak kadının üzerinde dalgalanmaya başladı.

Kadın dirildi, dirildi, başını gururla kaldırdı. Alayla birlikte, gözleri sancakta, dimdik, ayrılık çeşmesine kadar yürüdü.”56

Turgut Özakman, Halide Edip Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı eserinden esinlenerek yaşlı göçmen kadının simasını oluşturduğunu bildiriyor. Halide Edip’in söz konusu eserinde yazmış olduğu hatırayı okuyalım:

“Salihli’nin 8000 binasından yalnız birkaç yüzü kalmıştı. Biz, karargâh olacak binanın avlusuna girdik. Zabitler çeşmelerde ellerini, yüzlerini yıkıyorlardı. Ben de bir çeşmeye yaklaşarak susamış bir inek gibi mütemadiyen su içtim. Garnizon kumandanı beni görünce dedi ki:

- Onbaşı, benim emirber şehrin öbür tarafındaki bir eve sizi götürecek.Yarım saat yürüdükten sonra, misafir olacağım eve gittim. Kocaman bir evin

kapısını çaldık. O tarafta, karşısındaki birkaç küçük evle yanmamış bir o vardı yalnız.Sokakta dolaşan kadın ve çocuklar başlarındaki damlar kaldığı için memnun

görünüyorlardı. Beni eski Türk usulü bir odaya aldılar. Sedirler beyaz örtülü. Perdeler beyaz. Mum ışıkları altında iki kadın beni camdan karşıladıkları zaman ne kadar yorgun olduğumu hissettim. Başım dönüyor, dizlerim titriyordu. Fakat bu, maddî yorgunluktan çok, Sarı kız maden suyunun önündeki facianın tesiri idi. Bu kadınlar, benim insanlardan ayrı gibi görünen kafamı, hüviyetimi günlük hayata çekip getirdiler. Kızı bir leğen getirdi; elimi yüzümü yıkadılar. Ondan sonra sedirlerin üzerine beyaz bir yastık koyarak beni yatırdılar:

- Aman ne olur, Saçımı çözünüz, kuzum, diyordum. Başımdaki firketeler âdeta birer hançer gibi kafama batıyordu. Kadın, saçımı çözdükten sonra, önüme diz çöktü, yanağını yanağıma dayayarak, şehirde olup bitenleri ve şahsî dertlerini anlatmaya başladı. Çarşamba günü, bir Türk süvari bölüğünün Salihli’ye gelişi Yunan Garnizonu’nu korkutmuş. Şehrin bu kısmını yakmaya vakit bulamadan Yunanlılar kaçmışlar. Bura halkı, şehri bayraklarla donatmış, yerlere kapanarak kurtarıcı askerlerin atlarının ayağını öpmüşlerdi. Bu kadın diyor ki:

- Babam da bir askerdi. Onun yeşil bayrağını saklıyordum. Ben de süvari alayına katıldım. Alay ertesi sabah buradan ayrılırken, Türk ordusunun gelmekte olduğunu söylediler. Askerî tren gelince, bütün halk ellerinde bayraklar, türkü çağırarak istasyona gitmişlerdi. Fakat, bu defa gelenler Türk ordusu değil, Yunan fırkasıydı. Bu fırka, o zaman bu şehri bir cehennem haline soktu.

Kadın, bu son Yunan fırkasının yaptığı vahşeti anlattı. Halk, şehirden kaçmaya başlamış. Hikâyesinin sonunda, kollarını boynuma dolayarak ağlamaya başladı:

- Oğlum da Yunanlılar gelince bizim orduya gitti. Bir haber alamadım. Acaba Yunanlılar’ın eline mi geçti? Ben tahkik edeceğimi vaat ettikten sonra, bana yerde temiz bir yatak yaptı, kendi geceliğini giydirdi, bir de sıcak çorba içirdi.

Gece olunca, oda kadınlarla doldu. Yatağımın etrafını alarak, hepsi bir bir boynuma sarılıyor, aynı hikâyeyi tekrar edip duruyorlardı. Bunların arasında siyah çarşaflı, İstanbulvari bir kadın hikâyesini anlatırken, tekrar beni çıldırtıyordu. Diyordu ki:

56 Özakma, Turgut, Şu Çılgın Türkler, 2005, 632-633.

42

Page 44: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

- Biz birkaç dul kadın yanan şehirden kaçmaya çalıştık. Sokaklarda koşuşurken sekiz yaşında küçük kızım Nigâr benim beyaz mendilimi istedi. Düşman gelince, kız diz çökmüş:

- Teslim, teslim, diye ellerini kaldırmış, ama kızı kalbinden vurmuşlar.Sabahleyin tam daldığım zaman, ihtiyar nine geldi, başımı okşamaya başladı.- Sen ne zaman döndün, Nine, diye sordum. Anlattı:- Yavrucuğum, ben Üsküp’tenim. Beş hicret (göç) gördüm. Ay yıldız nereye

giderse, peşinden gittim. Mutlaka onun altında ölmek istiyordum. Balkan Harbi’nden sonra İstanbul’dan çıktım. Anadolu’nun Kâbe toprağı olduğuna inanırdım ve oraya kâfirlerin gireceğine inanmazdım. Onlar gelince şaşırdım. Bir mucize bekledim. Zafer haberi geldiği zaman Yunanlılar hâlâ şehirdeydiler. Benim bağlarım arasındaki küçük kulübeye gelmediler. Bana bakan küçük bir torunum vardı. Ay yıldız gelmeden ölmekten korkuyordum. Beni götürsün diye ona yalvardım. Oğlan beni bizim eşeğe bindirdi, ben de ağlayarak gittim. Nihayet bizimkilere kavuştum. Onları görür görmez ben onlara sarıldım, onlar bana sarıldılar. Bana bahçelerden kavun koparıp verdiler. Ay yıldızın arkasından geldiğimi söylediğim zaman, beni omuzlarına aldılar, bayraktarın arkasında ay yıldızın altında yürüdüler.

Şimdi ayağa kalkmış, asker gibi yürüyor, emirler veriyor; kadınlar gülüyor, el çırpıyorlardı.”57

Anadolu’da Kurtuluş Savaşı zaferle sona erer. Lozan Barış Konferansı’nda mübadele kararı alınır ve Yunanistan Türkler’inin Anadolu’ya göçleri başlar. Bu olayları Akıle Vardar-Sezgen’in Muhacırlar-Mübadiller adlı şiirinden okuyalım:

....................................................... Yıl 1924 “Rumlar ve Türkler

Yer değiştirecekMübadele olacak” dedi Milletler arası anlaşmalarMustafa’m, Mustafa Kemal’imNasıl koparırsın Balkanlar’dan...“Balkan şehirlerindeGeçerken çocukluğumRumca bildiğim içinCanımı kurtardım” derdiBabam Ömeroğlu İzzet Sezgen.

.................................................

Ah anam Rum baskınlarındanToprağa gömüp çeyizi kurtaramayan AnamSen Rumeli’nde eline kahve getirilen,Türkiye’de kocanla omuz omuzaMücadele veren,II. Dünya SavaşındaKocanı askere gönderip4 çocuğunla sebze yetiştiren Anam.”

Mübadele kararları yürürlüğe geçiriliyor:

57 Adıvar, Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanı,2005, 282-284.

43

Page 45: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

“Yıl 1924, Rumeli’nden bir limanKalabalık mı kalabalıkSel olmuş gözyaşlarıKarışmış Ege’ye,Git gemi demir atmaBu limana,Koparma beni toprağımdan, şehrimden,“Atatürk’ün emridir”Ses yayıldı ovayaSardı bütün şehriBütün gönülleri...“bayrağımız nerede, biz orada”.

Muhacirleri almış gemi, denize açılıyor:

“Gemi yürür, ufukta güneşBir başka parlak bugünAtatürk’ün emriBaşımın tacıAh vatanAnavatanBiz muhacırlar hep akıncıHep öncüAnadoluluyduk, olduk RumeliliBalkanlıydık Avrupalı olarak,Geliyoruz geri hepimiz birer Atatürk gibi”

.................................................................

Göç yollarında muhacirlerin çektiği sıkıntılar, misafirhanelerde ölüp evlerine gidemeyenler...:

“Ah mübadiller,Ah muhacırlarYüreği büyük insanlarBirbirinden kopmamak içinTek pasaportla girdiler bir çatının altınaMisafirhaneden anasını götüremedi evineÖmeroğlu İzzet,Kucağında öldü anası 17’sindeKala kaldı oracıktaKucağında anasıElinde 13 yaşında kız kardeşiyle,Sil baştan yaptı...Çiftliklerinde at koşturmayıYeniden yeşertti”

44

Page 46: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Muhacirler sadece Yunanistan’dan gelenler değildir. Bunlar Balkanlar’ın dört bucağından gelmiş Ayşeler, Aliler, analardır bu yerleri yeşertenler Rumelililerdir:

Bunlar bütün muhacırlardır,Gönlü yaralı, Piriştineli Hasan,Mayadağlı, Karacovalı,Romanyalı, Bulgaristanlı,Ayşem, Alim, Agam, Anam.58

Ayrıklıkların acısını, hüznünü Cevat Çapan’ın da Göç adlı şiirinde buluyoruz:

Ayrılırkenturuncu pancurlarınıaralık bıraktığınız ev-yıllarcao açık pencereden girip çıkacakçocukluk arkadaşın güvercinleranılarının karanlık odalarına.Arkanızdan bir kova suylasizi uğurlayan komşunuzher akşamtencereyi hızla maltıza vuracakarka bahçede,bir daha hiç karşılaşmayacağınızı unutmak için.sırtını denize çevirmiş,Gözleri dağlarda.59

Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra (1923), Batı Trakya’da yoğun Türk varlığı kalmıştır. Yunan yönetiminin siyasî, iktisadî, dinî, sosyal ve kültürel alanlarda sistemli baskıları sonucu Batı Trakya Türkleri her türlü çareye başvurarak Türkiye’ye göç etmeye çalışmaktadırlar. Asım Haliloğlu, göç konusunu işleyen Batı Trakya sanatçılarından biridir. Şair, “Göç” adlı şiirinde şöyle demektedir:

Elveda” diyerek gider soydaşımAnayurt yolcusu ona ne denir?Gözü yaşlı kalır köyde kardaşımKader böyleymiş elden ne gelir?

Oğlumuz orada, gelin buradaKendimiz burada yürek oradaEzilir dururuz iki arada Kader böyleymiş elden ne gelir?

...................................................

Anneler yollarda evlâd kucaktaHıçkırık sesleri köşe bucakta

58Göçmenlere Yardım Derneği, Ankara Şubesi Bülteni, Sayı-9, 2002, 18-19.59 Çapan, Cevat, Deniz Ürperiyor Uzakta, Adam Yayınları, İstanbul, 2003, 49.

45

Page 47: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Baykuş yuva yapmış sönen ocaktaKader böyleymiş elden ne gelir?

Açılır kapanır göçmenler yoluBağlanır dostların hep eli kolu“Ötme bülbül içim dert dolu”Kader böyleymiş elden ne gelir.

Bir yanda tarihin zafer nağmesiBir yanda Türklüğün özgürlük sesiGönlüme eş olur daha nicesiKader böyleymiş elden ne gelir?

Sabreyle ağlama hasret sözüneUzaklar yakındır Türkün gözüneGün olur kavuşur herkes özüneKader böyleymiş elden ne gelir?60

Batı Trakyalı şairlerden Mehmet Hatipoğlu’nun da Trakyam adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:

Ağların beylerin hepsi göç etmişAydını cahili tedirgin etmişÇoluk çocuğu yurdundan etmişGitmek mi zor kalmak mı Trakyam

Evini toprağını yok yere satanBir iş tutamayıp meteliksiz yatanGidenleri lânetliyen bu vatanKalanlara vatan olsun Trakyam

His, fikir, anane tarih ve ahlâkMukaddesata kayıtsız kalmakAnadan babadan evlâttan olmakŞanından mı bunlar Trakyam

..................................................................

Her göç olan bucaklarındanYanıp da kül olan ocaklarındanAnadan ayrılan çocuklarındanKimi sorumlu tutsam Trakyam61

Gümülcineli Reşit Salim de Balkanlar’dan göçleri şu biçimde dile getirmektedir:

Balkan şehirleri, Balkan rüyasıGümülcineli Nedim-i SaniÜsküplü Yahya KemalDiyegelmişler: göç var, göçAsırlardır bitmeyen göç göç

60Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı-25, 1997, 34.61F. Sağlam, Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi, Ankara, 1990, 108.

46

Page 48: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Nicedir ateşi sönmeyen göç

Balkan şehirleri,Tütün fenerlerinin isli ışığında

serin sabah rüzgârları eserİskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarındaBalkan şehirleri,Üsküp, Gümülcine, Deliorman,Balkan Türklüğünün yontulmaz

üç kaya gibi sağlamBu ata yadigârı Osmanlı mimarisinin

sergilendiği kentlerEzan seslerinin ulu çınarlarda

yankılandığıBitmeyen sönmeyen Osmanlı

sergüzeştininanlatıldığı mescit avluları

Coşkun Tuna, Osmanlının zafer günleriSırp diyarı, Bulgar ülkesi, RumelleriGelmiş geçmiş nice nesillerDiye gelmişler: göç var, göçYarım asırdır bitmeyen göçAnadolu içlerine nicedir

sürüp giden göç...62

Gümülcine doğumlu Hüseyin Mazlum ise göç etmek isteyenlere şöyle sesleniyor:

BATI TRAKYALI MEHMED'E TÜRKÜ

Bülbülü altın kafese koymuşlar, yuvam demiş, Gitme Mehmet, Mehmet gitme!Hasret, gurbete gidenlerin bağrını delermiş,Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

Değme, bulandırsınlar arkını,Nasıl olsa gene döndürürsün çarkını, Bırakma evini-barkını,Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

İşte inanılmaz hakikat, danıska çılgınlık; Daha yirmi kulaç önce, beş yüz bin kadardık; Göç şarabı içe içe, yüz bine düştük, bayıldık, Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

Hâlâ ha bire uçuyorlar, güvercin kuşları, Trakya'nın cahilleri, okumuşları,Durdurun, durduralım bu uçuşları,Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

62Balkanlar’ın Sesi, Sayı-12, 2001, 20.

47

Page 49: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

……………………………………………………..

Ayağın kırılsın, haram olsun sana, emeklemek; Meriç yollarında, nerden aklına geldi başı çekmek?Gün gün azalmaktasın, bu ne demek?Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

………………………………………………………….

Koyunları meler hâlâ, kuzuları meler; Dedenin Hâtıraları var bu obada, türkü söyler;Yetim kalmasın diye doğduğum köyler, Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

Sürüyü bir yana, dertleri bir yana sal,Üfle kavalını, şen bir hava çal,Hayalini Ardahan'a gönder, kendin burda kal, Gitme Mehmet, Mehmet-gitme!

Yeşil, bağlar yeşil, dağlar dumanlı değil, ulu dağlar, Beyazlar gene beyaz, çağlar hep о çağlar,Sen gidersen, bu bahçede gül solar, bülbül ağlar, Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

Haydi durma, deli çaylara eşlik et, geldi diye bahar, Kına yak arzularına, kaldır Ayşe'nin kollarını, at boynuna sar, Darbımesel: "Ana gibi yar olmaz, Trakya gibi diyar..." Gitme Mehmet, Mehmet gitme!!!63

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Balkanlar’dan Türkiye’ye göçler devam etmiştir. 1950’lerde ve 1960’larda (1952-1967) Yugoslavya’dan serbest göçmen kafileleri Anavatana akın etmiştir. Nice aileleri, nice akrabaları ayırdı bu göç, belleklerde nice anılar bıraktı. Üsküp doğumlu şair Suat Engüllü, Armut Ağacında Öten Kumrunun Anımsattıkları adlı şiirinde çocukluk anılarından birini, yakınlarının göç yollarına çıkıp bir daha dönmediklerini canlandırmaktadır. Bu güzel şiiri okuyalım:

Dalları sokağa taşan armut ağacına,Bir kumru gelip konardı her sabah,Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyenİçli içli ötüşüne başlardı sonra.

Büyülü kızıllığıyla şafak sökerken,

63Bu Güzelin Uğruna Kardeş Kardeşi Vurmalı kitabından, Gümülcine, 1993.

48

Page 50: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Yine bir sabah erken erken,Konuverdi armut ağacına kumru.Bir hüzünlü bir hüzünlü öttü ki sormayın...

Henüz dağılmadan tedirginliği,Kumrunun ötüşündeki hüzün,Geldi dayandı kapıya/ yelesi pırıl pırıl,Yağız atın koşulduğu araba.

Belliydi, son haddini bulmuştu,Kaç gündür evde süregelen telâş.

Çeyiz sandığı, konsol, sofra,Döşekler, yorganlar, halılar,Dört sandalye, baba yadigârı masa,Ve bir şeyler daha yüklendi arabaya

Apar topar.

Evde kimin yüzüne takıldıysa gözüm,Hepsi üzgün, ağızlarına kilit vurulmuş dersin.

Kucaklaşıldı, helâllaşıldı sonra,Sonra deh dedi sürdü arabayı arabacı.Ardından yürüdüler ağır ağır, ezginlikle,Ninem, babam, annem, halam ve oğlu...

.................................................................

Öğlene doğru ninem döndü,Daha daha kocalmış,

Babamla annem döndü,Gözleri hâlâ nemli.

Şimdi sormanın vakti değildir diye,İçimde büyüyen çocukça bir meraklaBekledim, bir şey sormadan kimseye.Halamla oğlu gelmediler o gün,

Gelmediler...

Ertesi gün de, daha, daha ertesi gün de...Yedi yaşında bir çocuktum henüz,Ve aklım kesmiyordu her şeyi belki,Ama, İstanbul’un sözünü etmeleri,Tren demeleri yettiydi. Ne hikmet...

Dalları sokağa taşan armut ağacını,Bir cömertliktir bürümüştü o yıl. Hayret!Hep bekledik halamın oğlu gelir diye,

49

Page 51: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Gelir tırmanır diye bekledik,Çocukça bir içtenlikle...

Oysa ne halam döndü ne de oğlu.Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyen,İçli içli ötüşünü artık özlediğimiz,Kumru da gelip konmadı bir daha,Dalları sokağa taşan armut ağacına.64

Kosovalı şair Fikri Şişko da Bir Gün adını verdiği şiirinde çocukluk yıllarından şu anılarını canlandırmaktadır:

bir gün bir yıl ben çocukken

gittiler...

yiğirmi, otuz senelik komşularımız

iyiliği, kötülüğüneşeyi, acıyıberaber yaşadığımız,

paylaştığımızçok defalar bir sofrada ekmek

yediğimizramazan gecelerine, beraber

sevindiğimizbayram baklavasını beraber

yediğimizuzun kış gecelerinde derin

saatlere deksıcak odada tağar yanındamerhaba oturmuş sohbet ettiğimizkomşularımız, dostlarımızbir gün bir yıl ben çocukken

gittiler

...............................................

bugün cumaaylardan mayıs ayıaklıma geldiniz siz

komşularım, dostlarımMahmut bakal, Neki tekerlekçiSüliman tatlıcı, Raif sinemacı

amcam

64Mustafa İsen, Reyhan İsen, Ayşe Esra Kireççi, Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri Antolojisi, Ankara, 2001, 123-124.

50

Page 52: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

....................................................

gittiniz gurbet yollarınaki sizselâm verdiniz micanı gönülden?dostlara, kalanlaraelveda derkenneydi niyetinizgeçen bir dündegelen yarınlardayeni gün, yeni nafaka gelecek

sanırkensordunuz mu kuşlara gurbet

acısını?

...........................................................

bir gün bir yıl ben çocukkengittiniz gurbet yollarına

eski komşularımızdostlarımız

amcam...

bugün cumaaylardan mayıs ayıhatırladım sizlerisizler

ÖZGÜRSÜNÜZ!!65

Çok uzaklarda kalmış memleket unutulmuyor, hatta yılların geçmesiyle, yaşların ilerlemesiyle o topraklar idealize edilmekte, oralarda geçen çocukluk, gençlik çağı göçmenlerin hayallerinde yüceltilmektedir. Dünya gözüyle oraları bir kez olsun gidip görmek, eski anıları tazelemek, her yaşlı göçmenin vazgeçilmez bir arzusudur. Özlemini çektiği memleketini ziyarete giden bir göçmenin yolculuğunu Makedonyalı yazar Fahri Kaya, Mezarlık adlı hikâyesinde şöyle canlandırmaktadır:

"O gün uluslararası otobüs istasyonu, Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden bir grup erkek, kadın ve çocukla doluydu. Şaka değil, Sadık Ağa otuz yıl sonra memleketine gidiyordu. Doğup çocukluk ve gençlik günlerini geçirdiği Rumeli’ye. Önemli bir olaydı bu. Papaz Çeşmesi’nde günlerce konu olan bir olay.

Hepsinin içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Bu heyecan, kimilerinde komşuları sadık Ağa’nın yıllardan beri kafasına taktığı bu isteğinin gerçekleşmesinden, yakınlarının da onun acaba bu uzun yolculuğa dayanabilecek mi

65Derya dergisi, Mamuşa-Kosova, Sayı-9, 2004, 51.

51

Page 53: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

diye içlerinde olan korkudan ileri geliyordu. Uğurlayanlar arasında, Sadık Ağa gibi bu yolculuğa çıkamadıklarına üzülenler de vardı. Hemşerilerini yolcu etmeye çıkan Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden çoğunun Sadık Ağa’dan istekleri vardı. Karapotur Ahmet:

"Sadık, köye varınca bizim eve de bir uğra. Bak, Koca Mitko’nun oğlu Slavço evimize iyi bakıyor mu?" dedi.

"Bizim eve de uğra", diye bağırdı Karapotur’un arkasında duran Uzun Ali.Hamdi Ağa, buralara göç etmezden bir yıl önce ark boyunca ektiği kavakları

merak ediyordu."Sadık be unutma, buralara gelirken ektiğim o kavaklara bir göz at. Ne

durumda olduklarını bir gör" demişti.Uğurlamaya gelen öteki hemşerilerinin de benzer dilekleri vardı. Üstelik bunlar,

Sadık Ağa’ya ilk kez söylenmiyordu. Bu yolculuğa hazırlandığı günden beri mahalle kahvesinde olsun, cami avlusunda olsun, hemşerileri Sadık Ağa’ya çeşitli isteklerde, daha doğrusu ricalarda bulunuyordu...

Otobüsün hareket edeceği sırada Sadık Ağa’nın çocukluk arkadaşı Hamid Ağa yanına sokuldu ve:

"Sadık, geçen gün de söyledim, şimdi de giderayak tekrarlayayım, köye vardığında ilkin mezarlığa uğra ve ölülerimize bir Fatiha oku. Unutma", dedi.

"Unutur muyum hiç? Zaten köye girmeden önce mezarlığın yanından geçeceğim", dedi Sadık Ağa.

Çok geçmeden otobüs hareket etti...Sadık Ağa, göçmenliğin ilk yıllarında bir müteahhitte çalışmış, sonra da yirmi

yıl boyunca gece bekçiliği yapmıştır:"Evet, yirmi yıl gece bekçiliği yapmıştı Sadık Ağa. Geceleri bekçilik yapar,

gündüzleri uyuyordu. Aslında onun için gece gün, gün de gece olmuştu. Eh ne yapsın. Kısmeti buymuş. Memlekette durumu daha iyiydi. Tarlaları, bahçeleri, bağı ve saray gibi evi vardı. Ama kör olası göç söküntüsü başlamıştı bir kere. Köyleri bir yıl içinde tamamen boşaldı. Kimileri mülk ve malını satabilmiş, kimileri de, satamadıklarını bırakıp göç etmişti. Yeni vatanlarına göç ettikleri ilk yıllarda, hiç pahasına sattıkları veya hibe ettikleri mülk ve mallarının acısını çekiyordu. Dedelerinden kalma o güzelim cennet misali topraklarını, bağ bahçelerini bırakıp da gecelerin bir yarılarında göç ettikleri gerçekle zor uzlaşabiliyordu. İyi ama zaman her şeyi üstelemişti. Her şeyin acısını unutturmuştu. Sadık Ağa her şeyi unutmuş, her zorluğa katlanmış, birçok alışkanlıklarından vazgeçmişti. Günün birinde köyünü ziyaret etmek niyetinden başka...

İşte şimdi, ilk fırsattan yararlanarak otuz küsur yıl önce terk ettiği köyünü ziyaret etmeğe gidiyordu. Bu yolculuğa çıkmasında çocuklarının da payı vardı. Onlar, babalarını yıllardan beri çektiği özlemden kurtarmak istiyorlardı"...

Sadık Ağa, köyüne ulaşır, fakat yıllarca düşler kurduğu o sıcak evleri, çocukluğunda koştuğu o sokakları, bağ bahçeleri bulamaz, göçten önce bir mübarek yer olarak bilinen köy mezarlığını da bulmakta zorluk çeker. Otuz yıl boyunca hasretini çektiği, hayallerinde yaşatmış olduğu, gönlünde yüceltmiş olduğu o cennet memleket, güzel bir rüyadan başka bir şey değilmiş meğer. Zaman her şeyi üstelemişti:

"Şimdi Sadık Ağa’nın içinde bulunduğu otobüs uçup gidiyor... Sınır kapıları, köy ve şehirler bir bir ardında kalıyordu...

Sabaha karşı köylerine en yakın şehre vardı. Otogarda otobüsten inince, etrafını taksi şoförleri sardı. Bu, inanamayacağı ilk şeydi. Otuz küsur yıl önce, göç ettiklerinde bu şehirde üç beş resmi araba ile İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma birkaç

52

Page 54: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

kamyondan başka motorlu taşıt yoktu. Şimdi ise otogarda son model otobüsler, Türkiye’deki gibi bir sürü taksiler... Her zamanki gibi köye kadar yayan gitmeye kararlı olduğundan taksicilerin saldırmalarından zorlukla kurtulabildi. Otogardan çıktı...

Köyün yolunu tutmakta kararlıydı. Önünde iki saatlik yol vardı...Çok geçmeden uzaklarda köy göründü. Az sonra köye varabilmek için dereyi

geçmesi gerekecekti......Dereyi geçebilmek için ayakkabılarını çıkarıp paçalarını sıvamaya

hazırlanırken derenin yukarı kısmında kocaman bir köprü gördü. Oraya doğru ilerledi ve köprüye çıktı. Köprünün ortasına gelince köye bir bakış attı. Gördüğüne inanmıyordu. Bakışlarıyla köyü birkaç kez sağdan sola, soldan sağa taradı. Eski bir ev görmedi...... "Eyvah köyden iz kalmamış" diye kendi kendine düşündü. Derenin yukarki kısmından ayrılıp suyu köy altındaki değirmenlerin çalışması ve ovanın sulanması için yarayan arktan bile bir iz yoktu... Köprüden köye doğru asfaltla döşeli yol üzerinde ağır ağır yürüdü. Ayaklarında prangalar varmış gibi zar zor adım atıyordu.. Birdenbire içine büyük bir hüzün çöktü. Böyle bir resimle karşılaşacağına hiç, ama hiç umut etmiyordu. Sadık Ağa’nın karşısında sadece adını korumuş bir köy vardı. Gördüğü köy, adı eski, yeni bir köydü. Köyde Sadık Ağa’nın anılarını tazeleyecek hiç bir şey kalmamıştı..." İyi ki adını da değiştirmemişler" diye düşündü...

Bir ara bulunduğu yerde durdu. Daha ileri gitsin mi gitmesin mi diye bir ikilemdeydi.. Birden bire çocukluk arkadaşı Hamdi Ağa’nın, her şeyden önce mezarlığa gidip ölen ecdatlarına fatiha okumasına dair tembihi aklına geldi. Asfalt yolun soluna saptı. Eski ark yanından geçen patikanın mezarlığa gideceğini tahmin etti. Öyle oldu. Çok geçmeden mezarlığa vardı. Burada gördükleri az önce seyrettiği manzaradan daha acıydı. Mezarlığın üçte ikisi üzerine futbol alanı kurulmuştu. Aralarında, Sadık Ağa için yabancı olmayan bir dilde konuşan bir küme delikanlı top peşinde koşuyordu. Mezarlığın kalan kısmı ot içine bürünmüştü. Ne mezarlardan ne de mezar taşlarından bir iz vardı. Mezarlığın bir köşesinde ot içine bürünmüş sadece musalla taşını görebildi. Eski köy mezarlığının burada bulunduğunu kanıtlayan tek nişan buydu. Gözleri tamamen karardı. Bele kadar büyümüş otlar içinden zorlukla geçerek musalla taşına kadar gitti. Burada ölülerin ruhuna üç kez El Fâtiha, üç Kulüvallah okudu. Dua ederken gözleri yaş dolmuştu...

Gördüklerinden sonra düş kırıklığına uğramıştı. Vaktiyle köyde yaşayanların ebedi evleri olan mezarlığa karşı bu uygarlık dışı hareketten çok üzülmüştü... Mezarlıktan ayrıldı. Köyün eteğinde bulunan ilk evlere kadar geldi. Asfalt döşeli sokak arasından evlerinin bulunduğu yere doğru baktı. Gördükleri bildiği bir mahalle değildi. Sadece mahalle değil, köy bile çocukluğundan, gençliğinden bildiği köy değildi. Eski evlerin hepsi yıkılmış, yerlerine koskocaman büyük evler dikilmişti. Kerpiçten değil, tuğladan yapılmış güzel evler. Ama buna karşın bu evler köyün eski evleri kadar güzel, sıcak ve sevimli değildi.

Köye girmekten vazgeçti. Gerisi geri köprüye doğru ilerledi. Köprünün ortasında bir kez daha durup köyü seyretti. Hayır, bu onların köyü değildi. Bu, köylerinin yerinde kurulmuş bambaşka bir köydü. Köyünü görüp, eski evlerinde birkaç gece yatma düşleri paramparça olmuştu... Geldiğine bin pişmandı. Kurduğu düşler içinde yaşasaydı, daha mutlu olacaktı. Köyünden değil, atalarının mezarlığından bile iz kalmamış... Şimdi köyleri hakkında Papaz Çeşmesi’ndeki hemşerilerine ne diyecekti...Gözleri gittikçe yaş doluyordu...

Geldiği gibi geri döndü. Şehre de girmedi. Otobüs istasyonunda kaldı. Geldiği otobüsün ertesi sabah geri döneceğini öğrendi. Geceyi otogarın yanındaki bir parkta geçirdi. Sabah erken otobüs istasyonunun büfesinde karnını doyurdu. Bir sade kahve içti...

53

Page 55: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Birkaç saat sonra otobüs geldi. Bir gün önceki yolcusunu gören şoför:"Ne o amca. İşlerin çabuk bitti anlaşılan" dedi. Sadık Ağa başına gelenleri, derdini anlatacak durumda değildi. Sadece:''Mezarlık! Mezarlık! diyebildi."Şoför ve yolcular Sadık Ağa’nın mırıldanmasından hiç bir şey anlamadılar.Otobüs doğuya doğru yol aldı. Sadık Ağa, Papaz Çeşme mahallesindeki

evine, ailesine, yakınlarına dönüyordu.Bu defa gidişin, yeniden buraya dönme umudu yoktu. Artık her şey düşlerden

bile silinmeye başladı... Bu, Sadık Ağa’nın köyünden tamamen kopmasıydı." (Kısaltılmıştır)66

XX. yüzyılın ikinci yarısı da Balkan Türkleri ve Müslümanları’nın hayatında huzursuzluklarla dolu bir dönem oldu. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez Yunanistan’da iç savaş patlak verdi. Bulgaristan’da komünist diktatörlüğü aldı yürüdü. Yüzyılın sonlarında Yugoslavya’nın dağılmasıyla Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya halkları, kendilerini savaş içinde buluverdiler. Berlin Duvarının yıkılmasıyla Doğu Bloku ülkelerinde rejim değişikliği gerçekleştirildi.

Söz konusu dönemde Bulgaristan’dan Türkiye’ye üç büyük göç oldu. Bu göçlerin ikisi, 1950-1951 ve 1968-1978 yılları arasındakiler, Türkiye ile Bulgaristan arasında ikili anlaşmalar sonucu gerçekleştirilen göçlerdi. Üçüncü göç ise eşi görülmemiş bir göçtü. Sayılı saatler, sayılı günler içinde Bulgaristan Türk’ü evinden barkından koparılıp sınır dışı edildi. Utanç trenleri, araba ve kamyon kervanları Türkleri güneye, Türkiye’ye taşımaya başladılar. Büyük Göç olarak tarihimize geçen bu göçün hazırlığı Bulgar yöneticiler tarafından on yıllar önce başlamış 1989 yaz aylarında da uygulamaya geçilmiştir. 1950’lerin sonlarında komünist rejim idarecileri Türkler’e ve Müslümanlar’a baskıları arttırmıştır. Önce Müslüman Romanlar’la (Çingeneler’le) Pomaklar’ın adları Bulgar adlarıyla değiştirilmiştir. Kanlı olaylarda sayısız şehit verilmiştir. Artık sıra Türkler’e gelmişti ve bu gün de geldi çattı. Aralık 1984 tarihinde Bulgaristan çapında Bulgar Devleti’nin silâhlı güçleri, askeriyle polisiyle Türkler’e karşı harekete geçirildi. Kısa bir süre içerisinde Türkler’in de adları Bulgar adlarıyla değiştirildi ve Bulgaristan’da Türk olmadığı dünyaya ilân edildi. Nice ölenler oldu, hapishanelere nice gönderilenler oldu; Tuna’da Belene adası Türklerle dolup taştı. Türk halkına baştan başa tüm Bulgaristan hapishane oluverdi... Ailede dahi, Türkçe konuşmak yasaklandı. Bulgarca konuşamayanlara sağlık hizmeti verilmedi...

Gelişen olaylar karşısında dünya kamuoyu Bulgaristan Türkler’ini yalnız bırakmadı. Türkiye Yazarlar Sendikası da Bulgar Yazarlar Birliği’ne mektup göndererek vahşetin durdurulmasını istedi. Bulgaristan Türkler’ine uygulanan soykırım, başta Türk edebiyatı olmak üzere Balkan Türkleri’nin edebiyatında yankısını buldu. Soykırım acıları şiirleştirildi... Balkan Türk sanatçıları da Bulgaristan Türkler’inin uğradığı felâkete karşı dayanışma içindeydiler. Batı Trakya şairi Ali Rıza Saraçoğlu, Bulgaristan’da uygulanan soykırıma karşı isyan ederek, Bulgar Çorbacı, Bu Kin Sönmez adlı şiirinde bu isyanı şöyle dile getirdi:

Bu asırda bu vahşeti yapar mı bir ulus?

66Fahri Kaya, İkindi Güneşi, Birlik Yayınları, Üsküp, 1998, 77-86. Türk Kömünist Partisi (TKP) Sofya Bürosunun Bulgar Komünistlerin “Soya Dönüş” ırkçı politikasını destekleyip yazılı beyanatta bulunması Bulgaristan Türkleri tarafından nefretle karşılanmıştır.

54

Page 56: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Zalim Bulgar’a cesaret verdi alçak Rus!Musallat Moskof da Hazret-i Allah’tan bulsun;Ya Rab! Yeter artık... Zulüm gören mazlumlar kurtulsun

......................................................................................

Türklere kuduz köpekler gibi saldırdılar,İnsan kılığındaki o itler çıldırdılar...Rodoplar’ın dereleri cesetlerle doludur,Köpeklerin ağzındaki insan koludur!

.............................................................................

O vahşet, o zulüm nasıl çekilir?Nasıl silinir vahşi Bulgar’ın alnından o kir?!!Mehmede “Mitko” demek ile iş bitmez çorbacı, bil!Vicdanlara hükmetmek sandığın kadar kolay değil...67

Bulgar Canavarını Kahret Allah’ım adlı şiirinde de şair Allah’a yalvararak şöyle diyor:

..................................................

Mehmedi “Mitko” yapıyor Bulgar,Marks ve Engels’e tapıyor Bulgar,Camilerimi yıkıyor Bulgar,Kahhâr isminle kahret Allah’ım...

Bulgaristan’da ezan okunmaz!Ramazan geldi kandiller yanmaz...İslâm’ı yok edenler onmaz!Kahhâr isminle kahret Allah’ım...68

Üsküplü sanatçı Yusuf Edip de Sofya’da Kasım adlı şiiriyle Bulgaristan Türkünün üzüntüsünü paylaşıyor:

Kasımda sende rastladım Kasım’aCamiye öyle üzgün bakışınıKafesteki tutsak kuşunBüyüyen ümitsizliğine benzettim.

Kasımdı yine gördüm Kasım’ıAdı değişmiş...değiştirilmişti bu kezGözlerindeki bakış aynı mıydı belli değildi amaHabire öldürülen kardeşinden söz ediyordu.69

67A. Saraçoğlu’nun Ey Yağız Toprak adlı şiir kitabından. Gümülcine, 1989, 97.68Aynı eser, 96.69Sofya, 1985, Hayriye Süleymanoğlu, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe-8, İstanbul, 2000, 32.

55

Page 57: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Havza Müftüsü Musa Uzunkaya’nın Zalim Bulgar adlı şiirinde de şu dizeleri okuyoruz:

Beş asır ecdâdım yönetti O’nu,Değişmeden adı, dini hayatı.Dileriz ki olsun zülmün sonu,Teşhis edin teşhir edin kızıl suratı

Sen sarı kasırga bu nasıl re’fet?Özgürlük denilen kızıl marifet,Zorla din değiştirmek, bu mu adâlet?Bu zülmün hesabı sorulacaktır...70

Türkiye’deki Bulgaristan göçmeni sanatçılar da Bulgaristan olaylarına seyirci kalamazlardı ve kalmadılar da. Kardeşlerinin felâketini eserlerine konu ederek Bulgar barbarlığını kınadılar. Olaylardan duydukları acıyı destanlara dökmüş, şiirleştirmişlerdir. Nazmi Nuri Adalı Kanlı Aralık Destanı'nda bakın neler diyor:

Yıl 1984Ay Aralık

Kanlı Aralık.Kış, Kar, BuzTarihte yeni bir kara yaprakTarihe siyah bir anmalık

Yıl 1984 Ay Aralık.Dünyam karanlık.Bulgar kudurmuş

Bulgar kuduz.Rumeli buz.Kahpe Bulgar bırakmış işini gücünüDolaşıyor ev ev kapı kapıTuna’dan Rodoplar’aMeydan okuyor Todor.Yürekler ateş.

Yürekler korBir uçtan bir uca memleketTank, Top, TüfekSiperde DraganMenzilde HasanZalim Bulgar alıyormuş güya öcünü

Neden?

70HAKSES gazetesinden (Romanya) alınmıştır, Balkanlar’ın Sesi, Sayı-2, 1989, 5.Göçmenlik konusu Bulgaristan Türk edebiyatına devamlı damgasını vururken, nedense, bu konu hiçbir zaman Bulgar sanatçıları ilgilendirmemiştir. Osmanlı-Rus (1877/78) Harbi’nden beri yaşanmakta olan bu insanlık dramı karşısında Bulgar sanatçılar sessiz kalmışlardır. Bulgaristan’da hayatı birçok yönde sürekli etkileyen göç olgusu hakkında sadece Yordan Yovkov’un bir-iki öyküsünde birşeyler bulabiliyoruz.

56

Page 58: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Türk adlarını vermek istemeyenler dağlara kaçıyorlar:

Mekân kuruyor dağlardaKadın erkekÇoluk-çocuk

Ölüm fısıldıyor dışarda fırtınalarSarı solgun meşe yaprakları mahzunGünler ne uzun, geceler ne uzunBenizler uçuk...70’lik Havva teyze de kırda bayırdaTee orada. Dişlik dere yamaçlarındaÇalılıklar içinde yatıyor

Yatıyor mecalsizceYatıyor gizlice

İçinde bir ses:“Sakın Bulgara söylemesin kimse...”

Türklüğümü vermem, diyorİsmimi, imanımıBenliğimi alamazsınız, diyor.71

Türklüğünü, ismini, imanını düşmana asla vermek istemeyen Türk kadını, erkeğiyle omuz omuza mücadele etti. Ölüm kampları da hapishaneler de bu mübarek anaları, nineleri, bacıları yıldıramadı, korkutamadı. Nene Hatun misali nice Kara Fatmalar, nice Ayşe Hanımlar72, nice Havva Teyzeler Balkan Türkler’inin azınlık tarihine altın sayfalar yazmışlardır.

Bulgarlaştırma sürecinde tepki gösteren Türkler’in Belene’ye, Ölüm Adasına gönderilmesi edebiyata da yansıdı. Şair İbrahim Kamberoğlu Dinmeyen Sancı adlı bir şiirinde bakın ne diyor:

Ben Belene’yi bilmem, bilenlerden dinledimHer gece hücrenize gelirmişTuna boyunda kaybolan AlişCivan kaşları kareYazılmayan mektubu gönderilmeyen selâmı

71Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı V (Türkiye Dışı Çağdaş Türk Şiiri) , Sayı-531, Mart 1996, 532-536.72 Selânikli olan Ayşe Altuntac, Birinci Dünya Savaşında Kafkas cephesinde yaralanarak ölen kocasının intikamını almak için yemin etmiştir. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e girmesi üzerine köy köy dolaşarak gönüllü toplamış, karşı koyma hareketine iki oğluyla birlikte katılmış, burası Yunanlıların eline geçince Aydın’a gitmiştir. Kuvâ-i Milliyye’nin ilk teşkilâtına iki oğluyla birlikte katılan Ayşe Hanım, Yunanlılar tarafından 27 Mayıs 1919’da işgal edilen Aydın’da, Demirci’deki savaşlarda kahramanca döğüşmüş, oğullarından büyüğü burada yürütülen savaşta şehit düşmüştür. Ayşe Altuntac, 21 Şubat-12 Mart’taki Birinci İnönü, 31 Mart-1 Nisan, 1921’deki İkinci İnönü savaşlarında da bulunmuştur ve oğullarından küçüğü bu sıralarda şehit olmuştur. 23 Ağustostan 13 Eylül, 1921’e kadar süren, Yunanlıların yine büyük yenilgisiyle püskürtüldüğü Sakarya Savaşına da katılmış, kasığından yaralanmış ise de, tedavi edilip iyileşince müfrezesine dönmüştür. Büyük Taaruzda Mürsel Paşa fırkasında, Ahır dağlarında düşman gerilerine sarkmaya memur edilmiştir. İzmir’e ilk giren kıtalar arasında o da vardır. Kocasının intikamını almak için onun hatırası olan mücevherleri satarak at, mavzer, elbise vs. aldığı, binbaşılığa kadar yükseldiği belirtilmektedir.

Cumhuriyet kurulduktan sonra Binbaşı Ayşe Hanım Ankara’da Merkez Bankasına temizlikçi olarak işe alınmış, buradan emekli olunca da ömrünün yaşlılık dönemini bu cüz'î emekli maaşıyla geçirmiştir. Cumhuriyetimizde Selânikli, Rumelili bu kahraman kadınımıza uygun bir iş bulunamaz mıydı?!... (Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, İstanbul, 1992, 172; Fevziye Abdullah Tansel, İstiklâl Harbinde Mücahit Kadınlarımız, Ankara, 1988, 39-40; Aynur Mısıroğlu, Kuva-yi Milliyenin Kadın Kahramanları, İstanbul, 1976, 111).

57

Page 59: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

O ulaştırırmış gizli-gizliAnaya, Babaya, Yâre...

Ben cefa çekmedim, çekenlerden dinledimUykular kâbus, gülüşler hıçkırıkmışVe dağ-taş inlemiş mazlumların yasındanAllah inandırsın mertçe içmişlerÖlüm şerbetiniEcel tasından...

Ben mahşeri görmedim, görenlerden dinledimÇocuklar siper olmuş kurşunaKöprü başında vurulan bekârmışElleri dua eder gibi açılmış göğeSöyleyen doğru söylemiş kardaşAteş düştüğü yeri yakarmış...

Ben sanık olmadım, olanlardan dinledimKibir savcı olmuş, yalanlar yargıçVe eski öfkeler kabarmış deniz-denizEvet suçunuz affedilmez büyüktüTürklüğün yasak olduğu o yerdeTürk’üz dediniz…73

Bulgaristan Türkler’ine işlenen barbarlıklar, bazı Bulgar aydınlarını düşündürmüyor, korkutmuyor değildi. Uygulanan siyaseti doğru bulmayanlar da vardı. 1989’un yaz aylarında Türkler’in Türkiye’ye göçe zorlanması tüm şiddetiyle sürdüğü günlerde, çalışmakta olduğum Bulgar Bilimler Akademisi Balkanoloji Enstitüsünde ara sıra toplantılar yapılıyor, cereyan etmekte olan olaylar bu toplantılarda tartışılıyordu. Böyle toplantılardan birinde Türkoloji mezunu Dr. Antonina Jelâzkova, Türklere uygulanan siyaseti sert bir dille eleştirmiş, sonra da Demokratsiya gazetesinde yazdığı bir yazısında ülkeyi yönetenlere şöyle seslenmişti: "Durun! Kendinize gelin! Türk azınlığın adlarını, dilini, kültürünü ve insan haklarını iade edin ve (ettiklerinizden vazgeçerseniz) eminim ki ülkemizi rezil eden bu korkunç insan selleri kesilecektir".74

Prof. J. Grigorova da o günlerde memleketine ailesini görmeye gittiğinde insanlık dışı olaylara tanık olmuş ve “Bulgaristan, bu ayıbı, bu lekeyi 100 yılda da alnından silemez” diyerek ülkeyi yöneten siyasîlerin çılgınlığına ve bunları destekleyen ve alkışlayan bilim adamlarının aklına hayret ettiğini söylüyordu. J. Grigorova, memleketindeki Türk komşularının sayılı saatler içerisinde göçe zorlandıklarını görmüş ve siyasetten haberleri bile olmayan bu sıradan, bu merhametli insanların büyük telâş içinde oldukları hâlde, ahırlardaki hayvanlarını da düşünerek açlıktan ölmesinler diye ormana salıverdiklerini; yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin de daha bir müddet yaşayabilmeleri için evin önünde bir tepsiye darı, birine de su bırakıp bundan sonra göç yollarına çıktıklarını büyük bir duygusallıkla bu toplantıda anlatmıştır.

1984-85 yıllarında da Türkler’in adlarının Bulgar adlarıyla zorla değiştirildiğine tanık olan bir Bulgar öğretmen ailesinin de yaşadıkları ilginçtir. Ailenin kızı, Bulgar Bilimler Akademisinde Felsefeci olan dostum şunları paylaşmıştı: “Babam İslimiye dağlarındaki Türk köylerinden birinde öğretmenlik yapıyordu. Köydeki Türklerle dostluk kurmuş, annem de komşu Türk kadınlarıyla iyi anlaşıyor, birbirlerine gidip geliyorlardı. Bulgarlaştırma günlerinde yapılan

73Göçmen Dergisi (Mersin), Sayı-1, 2003, 5.74A. Jelâzkova, 1991.

58

Page 60: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

vahşiliklere tanık olmuşlardı. Bu olaylardan sonra Türkler, annemle babamdan uzak durmaya, görüşmemeye başlarlar.

Babam, yaşlı öğretmen, köy kahvehanesine girdiğinde kahvehane sessizliğe gömülüyor, hiç kimse onunla sohbet etmiyormuş. Sokaktan geçerken Türk anneler babamı görür görmez çocuklarının kolundan tutarak onları hemen içeriye alıyor, pencerelerinin perdelerini de çekiyorlarmış. Bu manzaraya dayanamayarak annem ve babam köyü terk etmek zorunda kaldılar ve Sofya’ya geldiler. Şimdi iki aile küçücük bir dairede oturuyoruz. Yaşlı babam hiçbir yere çıkmıyor, içeriye kapanmış, olup bitenleri düşünüyor, Türkler’in yaşadıkları insanlık dramına üzülüyor. Türkler bizi affetseler de dünya affetmeyecek, tarih affetmeyecek. İşlenen cinayetlerin ağır bedelini erken veya geç bir millet, bir devlet olarak ödemek zorunda bırakılacağız” diye anlatıyordu bayan dostum ve cereyan etmekte olan olaylardan üzüntüsünü gizlemiyordu.

Bulgarlaştırma sürecinin beşinci yılında, 1989’un yaz aylarında yeni bir kıyamet kopuverdi. Bulgaristan Türkleri kafileler hâlinde sınır dışı ediliyordu, güneye, Türkiye’ye gönderiliyorlardı... Şair Nevzat Yakup Deniz de sınır dışı edilenlerden biriydi ve Bulgaristan-Türkiye hududundaki durumu şu dizelere dökmüş:

GÖÇMEN

Yepyeni bir kırmızı pasaportAnılarla yüklü bir iki

ValizVe gümrüksüz

GardiyansızArdına dek açık

Cömert kapılar…Merhaba özgürlük!75

O günlerde Kapıkule sınır kapısı mahşer yerine dönüşüvermişti... Filim yöneticisi ve yazar Yavuz Yalınkılıç’ın Es Bre Deli Rüzgâr Es adlı şiirinden bir parça okuyalım:

Bir mahşeri andırıyor EdirneGözleri yaşlı insanlar sarılıyor bir birlerine şaşkınKopmuşlar yerlerinden, sökülmüşler zorla.Buruk bakıyorlar etrafaEs bre deli rüzgâr esEsmiyorsun. Şimdi nerdesin

Todor Jivkov’un En güvenilir bir bakanı olarak bilinen İçişleri Bakanı Dimitır Stoyanov, 1989’un yaz aylarında Kapıkule ve Dereköy sınır kapılarını kontrole gelerek her 24 saatte Türkiye’ye geçiş yapanların sayısının 10 000’in üzerinde olmasını emretmiş, bunu yapmayanların da görevlerinden alınacağını vurgulamış. Bulgar Devlet Güvenlik sisteminde üst düzey bir uzman olan T. A., Kapitan Andreevo bölgesine görevli olarak gönderilmiş, döndüğünde bir Bulgar komşusuyla orada yaşadıklarından şunları paylaşmış: “O yaz günlerinde sıcaklık 30-35 dereceye yükseliyordu. Sonu görülmeyen uzun göç kafilelerinde küçük çocuklar, hasta yaşlılar vardı ve susuzluktan yanıyorlardı. Etrafta su aramak için kafileden uzaklaşmak yasaktı bu yolculara… Aramızdan bazılarımız çocuklara, hasatalara şişelerle su getirdik… Bizden su almadılar… Korku dolu gözlerle bize bakıyor, elimizden su almıyorlardı… Bize güvenmiyorlardı… Sınırda görevlendirilmiş bizlerin de durumumuz anormaldi… 20 günde bir, banyo yapıyor, çamaşır değiştiriyorduk…”. 75Hak ve Özgürlük, Sayı-24, 1991.

59

Page 61: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Dünyanın neresindesin?Şimdi ordaKasırgasın, borasın, fırtınasın...Sen yoksun yaBulgaristan’daBir kasvet sardıDeliorman’ıKuşlar ötmüyorYapraklar kıpırdamıyor artıkÇiçekler kopmuş dalındanİnsanların yüzleri gülmüyorEs bre deli rüzgâr es...Anlat biziEzilmişliğimiziTüm dünyaya özgürce...76

Yine bölünmüş aileler, yine parçalanmış yürekler, yine ayrılık gözyaşları... Ana baba Türkiye’de, evlât Bulgaristan’da. Gençler burada, kimsesiz kalmış yaşlılar orada… Türkler’in yoğun olduğu bölgelerde saksılarda artık çiçekler yoktur, sohbetlerde kahkahalar yoktur. Doğu Rodoplar’da hâlen öğretmenliğini sürdürmekte olan şair ve yazar Ahmet Mehmet’in Karakış adlı şiirini okuyalım:

Bizim evimizde de vardı saksılarÇiçekler vardı saksılarda sulardıkSohbete kahkahaya dardı odalarBir çağlayancasına çağlardık.

Türküler çınlardı kulaklarımızdaMevsimleri bir bir süslerdikBaharın çiçeği vardı, bülbülün sesiBirbirimize mutluluklar dilerdik.

Gecenin Ay’ını beklerdi âşıklarKızlarımız bir bir çeyiz hazırlardıZurna çalardı Perşembe PazarDilekler dilekleri bağlardı.

Artık her şeyi matem aldıKARAKIŞ mevsimlerin tek adıKabirlerin bile taşları kırıldıDiken diken haçlar sardı.77

Rodoplar’da, Dobruca’da, Deliorman’da ve Bulgaristan’ın daha birçok yerlerinde ıssız kalmış evler vardır. Şair Ali Boncuk, Issız Ev adını verdiği şiirinde şu duyguları canlandırıyor:

76Bulgaristan Türkler’inin Sesi, Sayı-5, 1991, 19.77Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı: 49, 2003, 23.

60

Page 62: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Şu evin sahibi nerede?Cıvıl cıvıldı bu ev mutlu seslerleŞimdi yerde tozlu, yırtık perdelerSes selâmet yok, yok burada kimse.

Damında yuvalanmış nice baykuşlarGeceleri, korkunç türkü söylerlerHer yerde dalgın, üzgün komşularGöçte kalanları candan özlerler.78

Faik İsmail Arda Ölü Köy adını vermiş şiirlerinden birine ve şöyle sıralamış dizeleri:

Bu köyün sakinleriYüzyıllar boyuncaTeker teker doğdularVe 89’un yaz ortalarındaAy karanlık bir gece yarısıCümbür cemaat kovuldular... Neredeyse iki yıl oluyor ki,Kara seller gibi akıyor gecelerBu ölü köyün üstüne

Pencereler gör bak ya, kırıktır camlarıAcı çıtırtılarla inim inim Çöküyor ha, iniyor damları…Kapıları açılıp kapanmıyorPınarları ölü gözleri gibi kurumuşOcakları tarumar olmuş yanmıyor…Boşuna açıyor bu köyde baharYok artık yeşil yaylalarında Çiçek toplayan menekşe gözlü çocuklar…Ufacık tefecik tarlalarında Altın tütün toplamıyor ne yazıkSırma saçlı Elif’ler, Gülşen’ler79

Sanatçı Şaban Kalkan’ın da Ağlayan Ev adlı şiirinde aynı duygular kalpleri sızlatıyor:

Deliorman’da küçük bir köy varO küçük köyde bir ev ağlıyorO evde çocuklar vardı cıvıl cıvılO evin bahçesinde gelin gibi asmalar vardıİnsanları o evden kovulmadan önce.

78Hayriye Süleymanoğlu ve Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe-7, İstanbul, 2000, 69.79Tuna Boyu, Sayı-14, 2001, 4.

61

Page 63: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Şimdi küçük bir ev ağlıyor oradaİlk karda oradan başlardı ilk iz okulaİlk yağmurda oradan çıkardı çocuklar yollaraİlk şarkılar oradan duyulurdu bayramlardaİnsanları o evden kovulmadan önce.

Şimdi asmalar yorgun ve yalnızSahibini bekleyen perdeler sessiz ve kederliBahçede çiçeklerin boynu bükükKomşuya giden patikayı otlar bürümüşKapıların, pencerelerin gözleri hep yollardaO ev gece gündüz ağlıyor şimdi.80

Şair Recep Uslu’nun Bir Köyüm Vardı adlı şiirini de okuyalım:

Benim bir köyüm vardı Rodoplar’daAt koşturmuş atalarım yaylasındaSoğuk su temiz hava, şirin mi şirinBuradan alır ilk suyunu Arda.

Benim bir köyüm vardı Rodoplar’daBilinmez nasıl kurulmuş oradaKökleri gelir ta Osmanlı’danİnsanı sevimli, dili tadında.

Benim bir köyüm vardı Rodoplar’daTutuklandı bulutlara kara karaŞimşek çaktı, gökyüzü gürlediSanki kin yağdı öç alırcasına.

Benim bir köyüm vardı Rodoplar’daİnsanları döndü çil yavrusunaYıllar boyunca çektiği özlemiMutluluğu buldu anavatanda.

Benim bir köyüm vardı Rodoplar’daKimse yaşamıyor artık oradaKalmadı köy diye taş üstüne taşParçalandı kalbim yonga yonga81

Büyük göçte terk edilen köy manzarası şair Ömer Osman Erendoruk’un güçlü kalemiyle yazılmış Boş adlı şiirinde şöyle tasvir edilmekte:

80Deliorman Dergisi, Sayı-9, Yıl-3, Ocak-Şubat-Mart, 2004, 20. 81 Uslu, Recep, Evlâd-ı Fatihan, Sayı: 49, Nisan 2003.

62

Page 64: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Kimlere söyleyeyim ağıtımı kimlere?Evler boş, avlular boş.Kuşlar da göçüp gitmiş kim bilir nerelereDallar boş, yuvalar boş.

......................................................................

Koyun kuzu özlemi içinde çayır çimenAğıl boş, meralar boş.Hani nerde öğrenci, hani nerde öğretmen?Okul boş, sıralar boş.82

Şairin Masal Gibi adlı şiirinde de bu duyguları okuyoruz:

Köyüme vardım bu yaz yüreğimde acılar,Kocadüz’ü, Almacıkkaşı’nı diken almış.Amcalar, dayılar yok, yok yengeler, bacılar,Yollar insansız, çeşme susuzluktan bunalmış.

Göçmen evleri bomboş, ağaçlar kuşsuz kalmış,Hazinlik sergiliyor suyu çekilen kuyu.Kimsesiz kocaların yürekleri yufkalmış,Yaşlı gözler terk etmiş gece bile uykuyu.

Olcakderesi özler olmuş bir damla suyu,Elbasan çayı ıssız, derin kedere dalmış.Piremler suya hasret titreşiyor günboyu,Kavaklar etrafına silik gölgeler salmış.83

1989’un Büyük Göç’ü eski dostları da birbirinden ayırdı. Ali Bayram’ın dostsuz Yaşam adlı şiirinde gam var, keder var:

Göç ettiler eski dostlarArda kalan gözyaşı, gam Gönüllerde hasretlik var Zevk vermiyor dostsuz yaşam!

Üzgün geçer dostsuz günler Anı oldu mutlu dünler,Ne bayramlar, ne düğünlerZevk vermiyor dostsuz yaşam!

Unutulmaz eski dostlar Dostsuz dünya bana pek dar, Hayatta bir burukluk var Zevk vermiyor dostsuz yaşam!

82 Mehmet Türker’in Kalem Kılıçlaşınca adlı kitabından. İstanbul, 2004, 219-220.83Mehmet Türker’in Kalem Kılıçlaşınca adlı kitabından, İstanbul, 2004, 220.

63

Page 65: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Dost yüzüne kaldım hasret Bilmem nasıl etsem gayret, Hiçbir şeyde yok bereket Zevk vermiyor dostsuz yaşam!

Eski dostlar bir sır kaldı Aramızda sınır kaldı, Yaşantımız kısır kaldıZevk vermiyor dostsuz yaşam!84

Sanatçı Zahit Güney ise Çözüm adlı şiirinde şöyle tavsiyelerde bulunuyor göçmenlere:

Doğduğun topraklardan ayrılmak zor Evin barkın, hep gözler önünde...Cetlerinin mezarları, içinde büyüyen korAlın terinin meyveleri kıpır kıpır önünde.

Tedirginsin şimdi, ama benliğini aldınAçıl da açıl özgürlük denizindeMaviliklerde raks ediyor gerçek adınKorkma, kırılmaz artık ne kolun

ne kanadın.

Önce ev mi Hayır. Sonraya bırakÇalış, çabala, kazan.Topraktan döşek, bulutlardan yorgan

yap kendine iyi bak,

Türk’üm de, bazan.85

Göç denen bu felâketin sonu gelmeyecek mi? Bu soruya Ümit Özdağ’ın bir yazısında şu cevabı buluyoruz:

“Balkanlar’da 1990’ların fırtınalı yıllarından sonra şimdi nispeten bir sükûnet vardır, ancak Balkanlar aynı zamanda her zaman patlamaya hazır bir barut fıçısıdır. Belki de Balkan halklarının hep güçlerinin yetmiyeceği hedeflerinin olması Balkanlar’ı tehlikeli bir alan hâline getirmektedir. Bu, 20. yüzyılda olabildiğince hırpalanan Balkan Türklüğünün 21. yüzyılda da aradığı ve arzu ettiği huzura eremeyeceğini göstermektedir.”86

Bulgaristan Türkler’inin geleceği hakkında ise tarihçi Cengiz Hakov, vurgulayarak şunu belirtiyor:

84Kaynak, Sayı-2, 2001, 11.

85Z. Güney, İnsan Olmak, İstanbul, 1997, 25.86Ümit Özdağ, Ön Söz, Balkan Türkleri, Derleyen: E. Türbedar, ASAM, Ankara, 2003, s. VIII.

64

Page 66: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

“…altını kalın bir şekilde çizmemiz gereken bir şey vardır ki o da Bulgar devletinin 1878 yılında yeniden kurulmasından bugüne kadar bütün Bulgar hükümetlerinin en büyük Türk-Müslüman azınlığını, gelecekte Bulgar devleti için potansiyel bir tehlike olarak görmektedir. Bu hipotetik tehlikeyi yok etmek için zaman zaman göç ve asimile etme deneyleri uygulanmışsa da beklenen neticeler alınamamıştır. Bu da Bulgaristan Türkleri’nin ve diğer Müslümanların göçmenlik kaderlerinin devam edeceğini göstermektedir.”87

Makedonyalı yazar Fahri Kaya’nın da bir yazısından şu satırları okuyalım:

″Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları %15’den çoğu Balkanlar’dan gelme ya da Rumeli kökenlidir. Bunların Balkanlar’da birçok akraba, yakınları var, çoğunun ataları Balkanlar’da yatıyor. Bu yüzden Balkanlar gerçeği, buradaki Türkler ve bunların kültür hayatı karşısında Türkiye Cumhuriyeti lakayt davranamaz. Balkanlar’daki Türkler’in kültürünü yaşatmak için yardımda bulunmak, Türkiye için bir Allah rızası değil, bir borçtur.″

Fahri Kaya yazısını şöyle bitiriyor:

″Tebliğimi, Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisinin 1914 yılında Rumeli’nin elden gitmesiyle ilgili hüznü belirten sözleriyle bitiriyorum: ″Bu yüce kürsüden milletime tavsiye ediyorum. Hürriyet ve meşrutiyet meşalesi nurunun beşiği olan Manastır, Selânik, Kosova’yı, İşkodra’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını tavsiye ederim. Muharrirlerimizden, şairlerimizden, muallimlerimizden, bütün fikir adamlarımızdan hududun öteki tarafında kurtulacak kardeşler bulunduğunu bugünkü ve yarınki nesiller önünde, dersleriyle yazılarıyla, şiirleriyle, bütün manevî nüfuzlarıyla daima canlandırmalarını rica ederim.″ Ancak bu suretle felâketlerimizi, yenilgilerimizi hazırlayan hataların tekrarından geleceğimizi koruyabiliriz diyorum.″88

Balkan tarihi uzmanı Kr. Mançev de Balkanlar hakkında şöyle yazıyor:

"Balkan halkları, son ikiyüz yıldır aralarında pek çok anlaşmazlıklar ve savaşlar gördüler ve Avrupa’nın "barut fıçısı" ününü kazandılar. XX. yüzyılın Yugoslav savaşları Balkan Yarımadası’nın bugün de hâlâ "barut fıçısı" üzerinde durduğunu açıkça göstermektedir. Tarih, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de durmadan siyasallaştırılmakta, bu veya başka bir menfaat için suiistimal edilmekte, toplum ise hâlâ eski komplekslerden, nefretlerden ve batıl itikatlardan kurtulamamaktadır. Siyasî parti ve liderlerin, hükümet ve rejimlerin, bazen de tüm halkların son yüzyılda ve bundan çok daha önceleri herhangi bir değeri, anlamı olmuş kavram ve kategorilere davranışlarını ispatladıklarına tanık olmaktayız. Balkanlar’ın tarihi (Avrupa ve dünya tarihi de) büyük devlet şovenizminin, ırkçılığın ve hegemonizmin teori ve pratik olarak, genellikle birilerinin başkalarına uyguladıkları millî egemenliğinin kaybedilmiş bir oyun olduğuna dair yeterince kesin deliller vermiştir. Etnik bakımdan "arı", aynı böyle millî bakımdan homojen devletlerin varlığı mümkün değildir-içine kapanmış ve birbirine karşı ürpermiş olanlar, tarihin "onayını" alamazlar ve başkalarına da bir ideal, ülkü olamazlar. Dolayısıyla, kişi kendisini nasıl hissederse, kendisini nasıl belirlerse öyle kabul edilmesi gerekir; devlet idaresi ve siyaset, bilim, kültür, sanat ve

87Cengiz Hakov, Bulgaristan Türkler’inin Göçmenlik Serüveni, Türkler, C. 20, Ankara, 2002, 121-126.88Fahri Kaya, Makedonya’daki Türk Varlığı, Balkanlar’daki Türk Kültürünün Dünü-Bugünü-Yarını, Milletlerarası Sempozyum (26-28 Ekim 2001) Bildiri Kitabı, Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü, Bursa, 2002, 181.

65

Page 67: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

toplumun öteki güçleri geçmişten miras kalmış millî stereotipleri, mit ve batıl itikatları güçlendirmek değil, bunların aşılması ve tamamen ortadan kaldırması için yeni bir hızla çalışmaya başlamalıdır. "Biz veya onlar (ötekiler)" prensibine dayalı siyasetin hiç şansı yoktur, ölüme mahkûmdur. Tarih, sadece "Biz ve onlar" prensibine göre yürütülen siyasete, yani çeşitli millî ve dinî toplulukların aralarında her yönlü iç entegrasyon politikasına yeşil ışık vermektedir. Keşke Balkanlar’daki yönetenler de yönetilenler de en nihayet bunu anlamış olsalar."89

* * *

Günümüze kadar devam etmekte olan Balkan acıları, ardı arkası kesilmeyen göç dalgaları, Türkiye ve Balkan Türkleri edebiyatlarında derin yankılar bulmuştur. Zorunlu göçler oldukça, edebiyatımızda göç konulu eserler de, gözyaşı dolu şiirler, hikâyeler de yazılacaktır.

EDEBİYATIMIZDA BALKAN GÖÇMENLERİ’NİN TÜRKİYE KOŞULLARINA UYUMU

Balkanlar’ın Osmanlı Devleti sınırları dışında kalmasının acısını bu topraklarda yaşayan Türkler, Müslümanlar çekmiştir. Alın teriyle şenlendirilmiş ana-baba yurtlarını, bağ-bahçelerini, memleketin doğal güzelliklerini, yakınlarının aziz mezarlarını bırakıp da göç yollarına düşmek kolay değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’nın da belirttiği gibi, Balkan göçmenleri toprak kaybetmemişler, vatan kaybetmişlerdir. Onlar çoğu zaman düzenli ordulardan değil, çetecilerden, komitacılardan kaçıp canlarını kurtarmaya çalışmışlardır.

Savaşlar, baskı ve zulümler insanlarımızı göç etmek zorunda bırakmıştır. Yüz binlerce Rumeli Türkü acımasızca öldürülmüş, hayatta kalanların da çoğu açlık, kötü hava koşulları, hastalıklar yüzünden göç yollarında can vermişlerdir. Selâmete kavuşabilenler ise anavatanda sıkıntılarla dolu uzun bir uyum süreci yaşamışlardır.

Sayıları yüz binlere varan göçmenlerin pek çoğunun ilk durak yeri İstanbul olmuştur. Doksanüç Harbi’nde göçmenler İstanbul'a kara, deniz ve demiryoluyla akın akın gelmiş, asıl göç akını ise demiryolu ile olmuştur. Gelen göçmenlerin çoğunluğunu kadın, çocuk ve ihtiyarlar oluşturmuştur. Bu yersiz yurtsuz, aç ve çıplak insanların yiyecek giyecek ve yatacak yer sorunlarının çözümü için çeşitli tedbirler alınmış ve geçici olarak başlıca cami ve mescitlere, tekke ve zaviyelere, boş binalara, hanlara ve köşklere yerleştirilmişlerdir.90 Yerleştirilemeyen binlerce göçmen ise arabaları, hayvanlarıyla günlerce meydanlarda, sokaklarda kalmışlardır. Büyük ve müthiş ”Rumeli Muhacereti“ ile İstanbul’a gelen Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, İstanbul’daki göçmen manzarasını şöyle gözler önüne sermiştir:

˝Rumeli’den boşanan yüz binlerce ahali, araba, hayvan, şimendiferle yahut yaya olarak gece ve gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını emin diyar ve dertliler sığınağı olan Pâyitaht-ı Saltanata ve Dersaadet ahalisinin Âğû-u merhametlerine attılar.

89Krıstö Mançev, Turtsiya, Balkanite, Evropa. İstoria i Kultura, İzsledvaniya v çest na Prof. Cengiz Hakov, Sofya, 2003, 113.90Nedim İpek, 1994, 43-44, 54-55.

66

Page 68: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Sirkeci mevkii, Ayasofya, Ahmediye, Yenicami, Nuruosmaniye ve diğer camii şeriflerle birçok mektep ve binaların avluları ve bütün meydanlar, mahşer alanından bir numûne-i dehşet oldular.

Şimendifer katarları tasavvur olunmaz bir hâlde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insan kesilmiş idi. Soğuktan donarak düşenler istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların büyük kısmı açlıktan ve soğuktan telef oldular.

Allah’ın hikmeti, o günlerde şiddetli fırtınalar kar ve yağmurlar durmayıp devam ederek hep o bîçârelerin üzerinden geçti.

Vagonlarda, öyle sıkışıklık ve ıstırap içinde loğusaların bulunması ise düşünceyi kan ağlatır. Bakılamadığından nice anneler ve mâsum yavruları telef olup gittiler...Gazabından Allah’a sığınırız! Müslümanlar üzerine belâ yağmakta felâket akmakta idi!...

İstanbul ahalisinin zengini fakiri Sirkeci istasyonuna indiler. Yardım, merhamet ve şefkat göstererek âciz ve bîçâreleri evlerine aldılar; iltifat ve ikram eylediler. Çok zaman misafirlerini beslediler, muazzez tuttular.

İngilizlerin, Şefkat-i Osmâni Cemiyeti ile Hilâl-i Ahmer heyeti tarafından muhacirler giydirip doyuruldu.

Asâkir-i Milliye efrâdı-ki Dersaadet’in bütün Müslüman ahalisinden teşkil olunmuştu-gece gündüz, yağmur kar demeyip, muhacirleri yerleştirmeye kendilerini vakfettiler.

Ellerine dolu mendil almayan kibar zâdeler, hiç kimseyi ayırt etmeden ihtiyarları ve mâsumları, sırtlarıyla ve kucaklarıyla taşıdılar.

İşbu fedakârlıklar, İstanbul’un düşman atlarının altına düşmesine karşı, bir sedd-i mânevî oldu.

Dedeağaç, Gelibolu, Tekfurdağı, Karaağaç ve sair iskelelerden Anadolu, Mısır ve Arabistan’a vapurlarla muhacirler gitti. Her yerde bunların iskân ve iâşesine gayret olundu.

Ama ne çare, yollarda çekilen zahmet ve şiddetli soğuktan ve izdihamdan, humma ve tifo hastalıklarına tutularak ve pek tabii bakılmayarak binlerce aileler az zamanda mahvoldu. Kargaşalıkta zevç, zevcesini ve oğul, baba ve anasını kaybederek nice aileler perişan oldu. O sırada, Kıbrıs açığında bir de vapur batıp dört yüz muhacir tamamen helâk olup gitti!.

Hülâsa, Rumeli kıta’sının hercümerci, dört asırdan beri emsâli görülmedik feci bir vakıa ve müthiş bir inkılâptır.

Bu felâket yüzünden Rumeli Müslüman nüfusundan yarım milyon telefat ve malca milyonlarca lira zayiat verildiğini kayda lüzum bile yoktur.”91

Göçmenlerin İstanbul'da oluşturduğu bu manzara Balkan Savaşında da tekrarlanmıştır. Zamanın yayın organlarının hepsi İstanbul'a gelen göçmenlerin sefaletini anlatan yazılarla dolmuştur. Ahmet Halaçoğlu bir eserinde Ahmet Rasim'in yazdığı "Hal ve Mevki" adlı köşe yazısından şu cümleleri aktararak Doksan üç Harbinin devam ettiği gibi görünen manzarayı özetlemeye çalışmıştır: "Dikkatimi bir şey çekti" diyor Ahmet Rasim yazısında. "O gördüğüm göçmen kâfileleri bundan 35 sene önceki göçmenlerin aynısı...Arabaları, hasır örtüleri, kıyafetleri, yürüyüşleri, mandaları ve öküzleri yine o...Hiç değişmemişler. Öyle ki 35 seneden beri devam eden bir uykudan uyanan biri kalksa, hâlâ Rus muharebesinin devam ettiğine kani olur. Yoksa yine öyle de ben mi uyanıyorum?..."92

91Zağra Müftüsünün Hatıra’larından, 108-110.92Ahmet Halaçoğlu, 1994, 69.

67

Page 69: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

İlhan Bardakçı'nın bir eserinde de şu satırlar var: "Binlerce, on binlerce kişilik muhacir kâfileleri Sirkeci garından itibaren şehri tamamen doldurmuşlardı. Öküzlerin çektiği kağnı arabaları köprüden yukarılara, tâ Beyoğlu'na kadar uzanıyorlardı... Rumeli'den ölülerini bile getirenler vardı. Onlar gâvur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar diyorlardı..."93

Balkan Savaşında ölümden kaçanların yaşadıklarına yabancı gözlemciler de lâkayt kalamamıştır. Fransız gazeteci Stephane Lauzanne, Balkan Acıları adlı kitabında İstanbul'un yakınında göçmen kafilesine rastladığını ve gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor: "Demiryolu yaralıları getirirken göçmenler de yolları dolduruyordu. Yavaş yavaş İstanbul kapılarında acaip bir kalabalık göründü. Bütün mülteciler toplanmışlardı. Bir müddet sonra İstanbul'un yolları geçilmez bir hal aldı. Kaba bir örtü ile örtülmüş öküz arabası konvoyu gözalabildiğine uzanıyordu. Her arabada, sandıklar arasında bir saman yığını üzerine kadınlar ve çocuklar uzanmış, yatıyorlardı. Bütün bu zavallılar savaştan kaçmışlar, köylerini terk ederek İstanbul'a canlarını zor atmışlar, sokaklarda, meydanlarda ve cami civarlarında açıkta uyuyorlardı.

Aynı zamanda Sirkeci garı da başkente akın eden göçmenlerle doluydu. Biz, bunları uçuk beniz, perişan tavırla soğuk Kasım rüzgârına maruz kalarak şehrin meydanlarından, sokaklarından geçişlerini görüyorduk. İşte bunlar askerî yenilginin göçe zorladığı insanlardı.

Bunların hikâyeleri acıydı. Savaşın fecaatini hemen gözler önüne seriyordu. İstanbul’un 1 milyon 500 bin nüfusunun bir milyona yakınının Rum, Levanten,

Yahudi ve Avrupalı olduğu dikkate alınacak olursa doğaldır ki burada birlik ruhundan bahsedilemez. Bununla birlikte Levantenler son derece rahat hareket edebilirler. Hiçbir Rum dükkânını kapatmağa, hiçbir Levanten Cafe Şantan’larını terk etmeğe, hiçbir Avrupalı çay zamanındaki valsten vazgeçmeğe razı olmamıştı.

Benzi uçuk, titreye titreye Beyoğlu yokuşlarını tırmanan yaralılar ise onların orkestra gürültüleri arasından geçiyorlardı. Bunun daha beteri vardı. Birtakım kimseler Türkler’in yenilmesini bekliyor, uyduruyorlardı.

Türkiye bu muameleye lâyık değildi. Türkiye, savaş meydanlarında düşmanları tarafından mağlûp edilmeden önce, kendi başkentinde kendi halkı tarafından mağlûp ilân edilmek durumunda kalmıştı. Ancak ne olursa olsun bu feci olaylara tanıklık edenler için bu durum ne acı bir dersti. Bundan ibret aldım… Vatanımızın, içini ve dışını güçlü bir şekilde koruyalım. Yabancıların içimize fazla yerleşmelerine izin vermeyelim…

Hükümet bu akıl almayan göçe karşı şüphesiz lâzım gelen tedbiri almış birçok kayıklar, vapurlar göçmenlerin taşınmalarını tahsis edilmişti. Bir kısmı Bursa civarına, bir kısmı da Karadeniz sahillerine indirildi. Avrupa’da Osmanlı nüfusu azaldıkça, Asya’daki nüfus çoğaldı… Asya sahillerinde Bedevi kabilelerine benzer köyler meydana geliyordu.”94

Yürekleri sızlatan göçmen manzaralarına daha savaş aylarında destan ve türküler hasredilmiştir. Aka Gündüz'ün Halka Doğru dergide yayımladığı Muhacir Türküsü adlı eserde Rumeli göçmenlerinin uğradığı mezalim ve çektikleri sıkıntılar dile getirilmektedir:

93İhsan Bardakçı, 1985, 406-407.94 Lauzanne, St. Balkan Acıları, Hastanın Başucunda Kırk Gün, İstanbul, 1990, 61-64.

68

Page 70: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Bir muhacir kızıyımİntikam yıldızıyımAcı benim hâlimeYüreklere sızıyım.

Atma beni, efendimBen de senin gibiydimGül bahçeli evimdeGonca güller gibiydim.

Darağacı kurulduNe arandı sorulduAnam, babam, kardaşımHep bir günde boğuldu.

Kul et beni evineÖksüz gönlüm sevineKoğma beni kapındanSu dökeyim eline.

Doğrusunu söylerimNe arz kaldı, ne yerimBir lokmayı acımaYüreğimi ben yerim.

Dört tarafım karanlıkBu mu acep insanlıkHer bir kapı kapalıHani eski âyanlık.

Ne ışık var, ne sadâNe merhamet, ne vefâSöyle bana Ya RabbîBu ne âlem, ne dünya.95

Söz konusu türkü, halk arasında çok yaygın olmalıymış ki günümüzde de sadece göçmenler arasında değil, Balkanlar'da kalan kimi yaşlılar tarafından da hâlâ bilinmektedir. 1989'un Büyük Göçünde Bulgaristan'dan gelerek Uzunköprü'ye yerleşmiş Kırcaali şehrinden Güler Arda, kendisi daha küçük yaştayken bu türküyü gözyaşıyla ninesinin söylediğini hatırlıyor ve: "Ninem bu türküyü kızlarına ve bize-torunlarına da öğretmişti" diyerek türküyü söylüyor.

Cami ve mescitler, medrese ve mektepler Rumeli'den gelmekte olan göçmenlerle tıklım tıklım dolunca, başka çareler de aranmaya başlıyor. Bu arada gazetelerde çıkan yazılarla da türlü önerilerde bulunuluyor. Meselâ, Şeyh Ahmet imzalı "Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ ve Evkâv Nezâreti'nin Nazar-ı Dikkatine" başlığı altında yayımlanan bir yazıda yiyecekleri, kömürleri, gazları, ekmekleri, çorbaları olan ve ekserîsinin boş olduğu bildirilen yerlerin, ya hastaneye çevrilmesini veya göçmen

95Halka Doğru, Millî Türküler, Sayı: 4, 2 Mayıs 1329/15 Mayıs 1913, 25.

69

Page 71: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

iskân edilmesini tavsiye ederek, örnek olması bakımından kendi dergâhının bütün odalarını göçmenlere tahsis ettiği bildirilmiştir.96 İstanbul halkı tarafından göçmenlere birçok yardımlarda bulunulduğu bilinmektedir.

Her iki savaşta yaşanan bu millî felâket daha sonraki yıllarda da ünlü sanatçılara konu olmuş, Rumeli Türkünün feryatlarını ifade eden eserleriyle göç olgusunu edebiyat tarihimize taşımışlardır. Reşat Nuri Güntekin Kirazlar adlı hikâyesinde Rumeli'den yola çıkan göç kervanlarıyla İstanbul'a gelen iki çaresiz yaşlının başından geçenleri, bu insanlık dramını büyük bir sıcaklıkla canlandırmıştır. Hikâyenin üçüncü bölümünden şunları okuyalım:

"Biz memlekette çok zengindik. Oğullarımız, kızlarımız, torunlarımız vardı. Balkan Harbinde kimi öldü, kimi kayboldu. Biz iki ihtiyar, Zehra ismindeki torunumuzla İstanbul'a geldik. Elimizde çoluk çocuk diye bir o Zehracık kalmıştı. Ölenlerin, kaybolanların sevgisini ona verdik. Memlekette dünya kadar malımız, mülkümüz olduğu hâlde İstanbul'da on parasız kaldık. Kocam çalışacak hâlde değildi. İstanbul'da bir iki hemşerimiz vardı. Onlar, ara sıra beş on para veriyorlardı. Üstsüz başsız kalmıştık. Zehracık dilenci çocuklarına dönmüştü.

Yedi sekiz yıl önce şu karşıki sokakta harap bir cami vardı. Karı koca onun bir köşesine sığınmıştık. Bir bahar günü bu bahçenin önünden geçiyorduk. Kirazlar olmuştu. Çocuk değil mi, yavrucak görünce kirazlara imrendi: "İlle de isterim!" diye ağlamaya başladı. Çocuk için birkaç kiraz istedim. Yüreksiz adam cevap bile vermedi, başını öte tarafa çevirdi. Zehracıkla yerimize döndük. Çocuk ağlar, ben ağlarım. Birkaç gün sonra başka çocuklar Zehracığı kandırmışlar, bahçeye kiraz hırsızlığına götürmüşler. Bahçıvan, çocukları görmüş, ellerinde taşlarla, sopalarla kovalamaya başlamış. Zehracığım hırsızlığa alışık değil; bahçıvanı görünce korkmuş; adam daha bir şey söylemeden, kendini ağaçtan atmış. Başcağızı taşa çarpmış.

Onun bu hâlini gören iyi kalpli bir adam, Zehra'yı kucağına alıp eve getirdi. Yavrumun sırma gibi saçları vardı; bu saçların bir parçası kana bulanıp alnına yapışmış... Üç beş gün sonra Zehracık büyük bir ateşle hastalandı. Gözleri şaşılaştı, kolları büzüldü. Belediye hekimini getirdik: "Çocuk ağaçtan düşünce başı zedelenmiş, beyin veremi olmuş. Ümit kesilmez, ama ben iyi görmüyorum", dedi. Yavrucuğum birkaç gün sonra ölüp gitti. Biz iki ihtiyar, kuru başımıza kaldık. Üç yıl sonra eski mallarımızdan bir kısmını bize geri verdiler. Yeniden zengin olduk. Fakat biz artık parayı ne yapalım? İhtiyar insanlar parayı oğulları, torunları için isterler, değil mi doktor oğlum? Mülklerimizin kirasını getirdikleri vakit iki ihtiyar ağlamaya başlarız. Bu paraları harcayacak kimimiz var ki? Başka yerlerde oturamadık. Sanırım ki Zehracık düştüğü şu kiraz ağacının altında gömülüdür. Kiraz mevsimi geldi mi, belki bir kaza olur, başka anacıkların da yüreği yanar diye, karı koca bekçilik ederiz. Ağaçlara kimseyi yanaştırmayız. Bu kirazlardan bir tanesini yemek istemeyiz. Zehracık onlardan bir tanecik için ağlayıp ölmüştü. Kirazlar olduğu vakit arabalara doldurur, onun mezarının bulunduğu yere götürürüz. Zehracığımın ruhu için, onları, para ile kiraz alamayan yoksul çocuklara sepet sepet dağıtırız."97

Göçmenler, geçici yerleşme yerlerinden kalıcı yerleşim yerlerine sevk edilmişlerdir. Genel olarak tüm Trakya bölgesi, büyük ölçüde Marmara ve Ege

96Ahmet Halaçoğlu, 1994, 72-73.97Hayriye Süleymanoğlu, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe 7, İstanbul, 2000, 69-72.

70

Page 72: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

bölgeleri, kısmen Akdeniz ve İç Anadolu, Doğu Karadeniz bölgeleri ve çok az da olsa Batı Karadeniz ile doğu Anadolu bölgelerine iskân edilmişlerdir.98

Göç eden Rumeli Türkleri, ya eskiden var olan yerleşim yerlerinin dışında ayrı mahalleler oluşturmuşlar veya yeni yeni köyler kurmuşlardır. Yeni kurulmuş köy ve mahallelerin adlandırılmasında ya Padişah adına izafeten Mahmudiye, Hamidiye, Reşadiye, Aziziye gibi adlar, ya da rahata kavuşmaları umuduyla Refahiye, Kemaliye gibi adlar kullanmışlardır. Tüm bu adlarla onlar Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını ve minnettarlıklarını ifade etmek istemişlerdir.99

Göçmenler, bazı bölgelerde, meselâ Balıkesir'in Gönen ilçesinde kurdukları köy ve mahallelere, gelmiş oldukları yerlerden hatıra olan Filibe, Tırnova, Osmanpazarı, Plevne gibi adları vermişlerdir.100 Buraya şunu da eklemek gerekir ki Balkan göçmenleri Türkiye'de kendilerine yeni soyadları seçerken birçokları, gelmiş oldukları memleketlerini hatırlatacak birtakım bölge, yerleşim yeri, dağ ve ırmak adlarından oluşan soyadları almışlar ve almaktadırlar: Ahmet KOSOVA, Aysel BALKANLI, Erdoğan ÜSKÜP, Mehmet ARDA, Mustafa FİLİBELİ, Yaver KRİÇİMLİ, Murat MERİÇEL, Ahmet TUNALI vb.101

Kalıcı yerleşim yerlerine sevk edilirken akrabaların, ailelerin bazen bölündüğü de olunca, yeniden bir iç göç gerçekleşmiştir. Bu konuda Yunanistan mübadillerinden Zeynep Yoğuran, anılarını şöyle anlatıyor:

"Memlekette, Selânik'in Kareferye kasabasında, iki katlı evimiz vardı. Evimizin avlusu çok genişti ve içinde türlü türlü çiçekler ve meyve ağaçları vardı. Avlunun içinden, suyu berrak bir ark geçiyordu. Geldi Rumlar, evimize yerleştiler. Biz uzun zaman hayvanlarımızın ahırlarında barındık. Sonra Türkiye'ye geldik. İzmir'in İki Çeşmelik köyüne gönderildik. Dedem ve babam buraya alışamadılar, ille de Ankara'ya gidelim, dediler. Çünkü bizden önce gelen amcamı Ankara'ya göndermişler ve ona devlet işi vermişlerdi. Amcamla beraber olmak istediler. Devletin sağlamış olduğu her türlü yardımdan vazgeçerek Ankara'ya amcamın yanına geldik. Çok sıkıntılı yıllar geçirdik. Devlet, dedeme de babama da iş sağladı. Zamanla ev bark, mal mülk sahibi olduk. Memleketi de bir türlü unutamadık. Bu yaşa geldim geleli memleketteki evimizi, bahçelerimizi, avlumuzdan geçen suların şırıltısını unutamıyorum. O yerler hâlâ rüyama giriyor."102

Küçük yaşta mübadele acısını tadan İsa Erol da anılarını şöyle anlatıyor:“Türkiye’ye gidileceği haberini alınca annemin telâş hazırlanışını hatırlıyorum.

Şimdi bakıyorum da o dağ yollarını, dereleri nasıl aşmışız; nasıl Selânik limanı’na gelmişiz hayret ediyorum. Göç yollarında çok insan öldü. Kimisi çocuğunu bıraktı, kimisi dereye düşürdü. Açlık ve yorgunluk da cabası. Rüya gibi hatırlıyorum. Selânik’te bir iki gün çadırlarda kaldıktan sonra Dumlupınar Vapuru’na bindirdiler bizi. Civardaki köylerin halkı da bizim vapura bindirildi. Güvertede oturacak yer yoktu. Her yer, ambarlara kadar doluydu. Ayakta duruyordu herkes. Yola çıkışımız 1924 yılının ilk baharına yakındı. Güverteye tahtadan, plaj kabinlerine benzeyen tuvaletler yapmışlardı. Kadının biri çocuğunu bu tuvaletlerden denize düşürmüştü. Dumlupınar, Çanakkale Boğazı’nı geçtikten sonra yan yattı. Çok korktuk. Motorla üç kişi geldi.

98H. Yıldırım Ağanoğlu, 2001, 342-343.99A. Halaçoğlu, 1994, 30.100H. Yıldırım Ağanoğlu, 2001, 38-39.101Hayriye Süleymanoğlu, 1993, 3-4, 187-193.102Anlatan: Zeynep Yoğuran. Doğum tarihi: 1914. Kayıt tarihi: 1993. Kaleme alan: Nergis Süleymanoğlu-Aksoy.

71

Page 73: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Makine dairesine inerek vapuru tamir etti. Meğer su tahliye motorları bozulmuş. Yolculuk iki gün sürdü. İstanbul’a gelince önce Tuzla’da karantinadan geçtik. Hepimiz yıkandık, aşılar yapıldı. Tuzla’da iki gün kaldıktan sonra Mimarsinan Köyü’ne gittik. Orada bizden çevre köylerden birini seçmemiz istendi. Bizim köyden gelenlerden bazıları Mimarsinan’da, bazıları Çatalca’da kaldı; bazıları da Terkos’a gitti. Bizim de aralarında olduğumuz grup deniz yoluyla Silivri’ye götürüldü.”

İsa Erol ile yapılan röportajda daha şu görüşler paylaşılıyor:“Mübadeleyle atalarımızın yaşadığı yerleri bıraktık. Bu kolay bir şey değildi

şüphesiz. Türkiye’ye gelince oradaki yaşantımızın çok basit olduğunu anladık. Mübadele, insanların zor karşısında daha iyi bir hayat için mecburen katlandığı bir hareket. Yaşadığı yerde huzur olsa niye yerini yurdunu değiştirsin ki insanoğlu? Mübadele bir sosyal rahatsızlığın sonucudur. Doğduğum yerleri özlemiyorum. Artık vatanım Türkiye.”

İsa Erol, yıllar sonra memleketini ziyaret etme imkânı bulunca fikrinin değiştiğini şöyle anlatıyor:

“Doğduğum topraklara ayak basınca çok duygulandım. Duygulanacağımı hiç tahmin etmiyordum. Ana vatanım Türkiye ama keşke mübadele olmasaymış, keşke hâlâ buralarda yaşasaymışız. Köyümü gördükten sonra biraz biraz fikrim değişti. Türkiye ana vatan ama buraları da iyi bir yaşam sürülecek yerlermiş. Ama artık yapacak bir şey yok…”103

Niyazı Akıncıoğlu’nun Midilli Adası’ndan Ayvalık’ın Cunda adasına sanki göç edenleri anlatan şiirinden de şu dörtlüğü okuyalım:

“Bir ezan vakti başladı gurbetBir ezan vakti bitti memleketAk kâğıda kara yazı yazmak hüner değilGurbeti vatan bil de göreyim…”104

Cevat Çapan’ın da Giritten Bir Mübadil adlı şiirinden şunları okuyoruz:“Deniz kıyısındaki,o ahşap ev yıkılmadan,taşlığında acı suyunukova kova çekiptaraçaya döken yorgun ihtiyarGirit’ten getirdiği kitaplarını kiloyla eskiciye satmadan teneke kutularda karanfil yetiştirir,nargilesini fokurdatırdı denize karşı.Deniz yumuşak dalgalarla,sallar, uyuturdu evi.Evdeki öksüz kızlarını düşünürdü adam,kim bilir kimlerle evlenipnerelere gideceklerini.Arada bir gemi geçip giderdiuzaktanuzaklara.”105

103Özsoy, İskender, İki Vatan Yorgunları, Mübadele Acısını Yaşayanlar Anlatıyor, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2003, 83-86.104 Aynı eser, 69.105 Çapan, Cevat, Deniz Ürperiyor Uzakta, Adam Şiir Klâsikleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2003, 50.

72

Page 74: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Mübadillerin Türkiye'ye uyum süreçleri edebiyata da yansımıştır. Reşat Nuri Güntekin'in 1942'de, Sabahattin Ali'nin 1947'de yayımladıkları Ateş Gecesi ve Çirkince adlı eserlerinde Ege kıyılarındaki mübadillerin hayatı anlatılmaktadır.

Sevk edildikleri yerlerde göçmenlerin ilk arayışları, bırakmış oldukları memleketlerinin doğal güzellikleri ve iklimi ile ilgili olmuştur. Kırşehirli Zehra Balkanlı'nın Türkiye koşullarına uyum sürecinde başlarından geçenleri okuyalım:

"Biz 1950 muhaciriyiz. Kocabalkan'ın Eleni (Elena, Bulgaristan) kasabası yakınında bulunan Türk köylerindeniz. Köyümüzün varlıklı ailelerindendik. Orada mal mülk, ev bark bıraktık. Öküz arabasıyla göç yollarına çıktık. Bir arabaya ne kadar eşya yükletebilirdik ki. Sadece elimizde olan altınlarımızı götürmeliydik. Ama bunları da nerede saklayabilirdik, huduttan nasıl geçirebilirdik?... Bulgar-Türk hududunda aylarca bekletildik ve çok sıkıntılar çektik. Hudutta bekletilenler arasından hastalananlar mı olmadı, ölenler mi... Hudut boyunda, Bulgar toprağında iki yeni mezarlık oluşturuldu. Nihayet Türkiye'ye geçmemize izin verildi.

Türk toprağına geçenlere, ülkenin hangi bölgelerine gitmek istediklerini soruyorlar ve oralara gönderiliyorlardı. Babama da sorunca, babam: "Balkanın yeşilliğine, havasına, suyuna alışık köylüleriz. Bizi balkanı olan yerlere gönderin" dedi. Kırşehir'e gönderdiler. Köyümüzden öteki muhacirlerle birlikte Kırşehir'in yolunu tuttuk. Gide gide Kırşehir'e vardık. Ne görelim!...Karşımızda ne yüksek dağlar, ne de sık ormanlar var...Meğer, Türkiyelilerin dilinde "balkan" sözü, bizim bildiğimiz anlamda kullanılmıyormuş. "Babacığım, niye sen bizi buralara getirdin?" diye ablamla devamlı ağlıyorduk. Etraftaki bozkırlara, çıplaklıklara bir türlü alışamadık. Kalkıp köyümüzden öteki muhacirlerle birlikte memleketimize benzeyen yerler aramaya başladık. Çok yer değiştirdik, Anadolu'nun birçok yerinde kaldık. Sonunda yine Kırşehir'e döndük. Devlet burada bize arazi, arsa vermiş, daha başka yardımlarda da bulunmuştu. Hiç olmazsa bunları kaybetmeyelim, dedik. Çünkü kendi isteği ile yer değiştiren muhacirlere devlet, her türlü yardımı kesiyordu. Kırşehir'de bir muhacir mahallesi kurduk. Evlerimizi istediğimiz gibi yaptık. Etrafında bağ bahçe yetiştirdik ve yeşilliklere bürünerek bozkırları, çıplak tepeleri görmemeye çalıştık. Çoluk çocuk sahibi olduk, çocuklarımızı okuttuk. Böylece Kırşehirli olduk, Anadolulu olduk."106

Anadolu'nun çeşitli bölgelerine sevk edilirken göçmenlerin gelmiş oldukları yerlerin iklimine uygun olmayan yerlere gönderilmeleri, dağlıyı ovaya, ovalıyı dağlara sevk etmek gibi durumlar yaşanmış ve yeni yerleşim yerlerinin iklimine alışamayan göçmenler arasında birçok hastalıklar yaygın hâl almış, birçok ölüm olayları olmuştur.107 İskender Özsoy’un İki Vatan Yorgunları adlı kitabında Diyarbakır’a gönderilen mübadillerin başına gelenleri yazar Yaşar Kemal şöyle anlatıyor:

“Kadirli’den Hemite’ye gidip gelirken yolda bir incir ağacı, bir de yıkık baca görürdüm. Merak edip dururdum bu nedir diye. Yukarıda Cığcıc Köyü var, oraya gittim. Köyün yaşlılarına sordum nedir diye. Yaşlılardan, bir vicdanlı yaşlı söyledi: ‘Buraya mübadele göçmenleri geldi. Tarlalarımızın bir bölümünü bizden alıp onlara verdiler. Ama bizim köylüler durmadı, adamları rahatsız etti. Atlarını çaldık, arabalarını Ceyhan Irmağı’na attık, sonra kızlarını kaçırdık. Yapmadık rezalet bırakmadık. Bir sabah kalkınca gördük ki kimse kalmamış…’

Vicdanlı yaşlı köylünün anlattıkları bana çok dokundu. ‘Bu mübadele nedir?’ diye daha o zamandan aklıma düştü…

Bir şey daha var. Sonradan öğrendim. Diyarbakır’a yerleştirilen mübadele göçmenlerinin erkekleri sıtmadan ölmüş. Geride hatunlarıyla çocukları kalmış.

106Anlatan: Zehra Balkanlı. Kaleme alındığı tarih: 1991. Kaleme alan: Hayriye Memoğlu Süleymanoğlu.107Kemal Arı, 2003, 110-111.

73

Page 75: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Cenazeleri gömemedikleri için yaylalardan bizim Türkmenler inip onların ölülerini gömmüş, kokmasın diye… Mübadele sonucu Türkiye ve Yunanistan’dan yaklaşık iki milyon insan karşılıklı olarak doğup büyüdüğü yurtlarından ayrılıyor. Kolay iş değil… İnsanın yurdundan ayrılması yüreğinin kopması gibi bir şey.”108

Yeni köylerin oluşturulmasında yerli halkla göçmenler arasında bazı bölgelerde ara sıra anlaşmazlıklar, gergin durumlar da yaşanmıştır. Bursa'nın Şevketiye köyünden Mustafa dede anılarını anlatırken şöyle diyor:

"Biz eski muhaciriz. Bulgaristan'ın Tırnova bölgesinden geldik. Öküz arabalarıyla yolculuk yaptık." Boyunduruğu göstererek: "İşte bu boyunduruk o zamandan kalmadır, onunla öküzlerimizi arabaya koştuk, belki de yüz yıllıktır.

Devlet bizi Bursa tarafına göndermekle iyi etti. Buraları bizim memlekete benziyor. Ama zamanında yerli köylüler bize birçok sorun çıkardılar. Çok mücadele ettik, bu köyü kurduk. Etraftaki köylerin çoğu manav köyleridir. Bizi kıskanıyor, hasetlik getiriyor, her vesileyle de rahatsız ediyorlardı... Zamanla aramızda dostluk kurduk."109

Bursa çevresindeki göçmenler, yerli köylülere manav diyorlar. Bir gülmece türküsünden şu dörtlüğü okuyalım:

A manavlar manavlarMacırları kıskanırlarHareketi duyduyanHepsi de uslanırlar.110

Göçler, her zaman Balkan Türkleri için bir yıkım olmuştur. İktisadî ve toplumsal boyutta bir dizi yeni sorunlar gündeme gelmiş ve her türlü sıkıntıları sadece göç edenler değil, göç edilen ortamın yerlileri de yaşamıştır.111

Büyük göçmen dalgalarının kısa sürede Türkiye'ye gelmeleri, yerli halk açısından da kaçınılmaz birtakım problemler doğurmuştur. Göç konusunda tecrübesi olan Türk Devleti, yerli halkla göçmenler arasında ortaya çıkan bazı anlaşmazlıkları her iki taraf için de uygun bir biçimde çözüme kavuşturmaya çalışmış, birçok şeyleri yasalara bağlamıştır.

Devletin gütmüş olduğu göç siyaseti ve göçmenlere yaklaşımı, yerli halkla göçmenler arasında dostluk bağları kurulmasını sağlamış, göçmen grupların da yerli halkla kaynaşması, bütünleşmesi sürecini hızlandırmıştır. Zamanla yerli halk muhacirleri kabullenmiş, hatta bunlara her türlü yardımda da bulunmuştur. Ankara’nın yakınında bulunan Sincan şehrinden 1970’lerde Bulgaristan’dan göç eden Emine teyze, eski muhacirlerden duyduklarından şunu anlatıyor:

"Yıllar önce Rumeli’den gelen muhacirlerden kimi aileleri Devlet Sincan’a gönderir. O zamanlar burası bir köymüş, adına da Sıçanköy derlermiş. Muhacirler, köyün dışında bir mahalle kurarlar, köyün yerlileriyle de aralarında yakınlaşma, dostluk başlar. Muhacir ailelerde bir cenaze olduğunda yerli ailelerden birçokları cenazesi olan muhacir ailesine bir hafta boyunca yemek yapıp getiriyor, cenaze ile ilgili yapılması gereken işlerde de yardımda bulunuyorlarmış: "Sizin kederiniz

108Özsoy, İskender İki Vatan Yorgunları, Mübadele Acısını Yaşayanlar Anlatıyor, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2003, 19-20. 109Anlatan: Mustafa Parmak, 98 yaşında. Kayda alındığı tarih: 1990. Şevketiye köyü, Bursa. Kaleme alan: Erhan Süleymanoğlu.110Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu'nun arşivinden.111Kemal Arı, 2003, 164; Yaşar Nabi Nayır, 1936, 235-236; Falih Rıfkı Atay, 1970, 85-86.

74

Page 76: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

büyüktür, biz sevabımıza size yardımcı olmak istiyoruz. Bu bizim insanlık, Müslümanlık borcumuzdur, sizler bizim kardeşlerimizsiniz" diyorlarmış. Muhacirler de yerlilerin her neşeli, her acıklı durumlarında hep yanlarında oluyorlar, yerli komşularının sevincini, kederini paylaşıyorlarmış."112

Kalıcı yerleşim bölgelerine sevk edilen göçmenler, tarihî süreç içinde yerli halkın kültürel değerlerini benimseyerek Rumeli kültüründen getirmiş oldukları bâzı unsurları unutmuşlardır. Yerli halk arasına serpilmiş göçmen ailelerde, yerli halkla karışma, kaynaşma süreci daha kısa bir sürede tamamlanmıştır. Ancak oluşturdukları yeni mahallelerde ve köylerde göçmenler, Rumeli'den taşıdıkları toplumsal özellikleri, yaşayış tarzlarını uzun süre devam ettirmişlerdir. Söz konusu yeni mahalle ve köylerde ev yapımından başlayarak tarım âlet ve ürünlerine, beslenmeden giyim kuşama, gelenek ve göreneklerine, türkü ve ağıtlarına, efsane ve menkıbelerine varınca her alanda Rumeli'nin damgası bulunmuştur. Zamanla yerli halkın kültürü buralarda da ağır basarak, göçmenlerin getirdikleri kültürel değerlerle zenginleşip, daha renkli ve bazı hususlarda daha çağdaş bir kültür oluşumu ortaya çıkmıştır. Fakat tüm bunların gerçekleşmesi kolay olmamıştır. Yerli halkla göçmenler arasında birbirini beğenmeme, aşağılama gibi durumlar olmuştur. Yerliler, göçmenleri dışlamış, horlamış. Göçmenler de: "Biz suyun ötesindeniz" diyerek kültür farklılıklarını ifade etmeye, belki de daha doğrusu, kaderin cilvesine boyun eğerek böyle demekle kendilerine bir teselli bulmaya çalışmışlardır. Behice Boran'ın yaptığı alan araştırmalarında ise göçmen gruplarla yerli halk arasında olduğu gibi, eski ve yeni göçmenler arasında da birtakım gelenekler hususunda beğenmeme, alay etme olaylarına rastlandığını görüyoruz.113

Araştırmacılar, kültür alış verişinden söz ederken Anadolu halkının da göçmenlerden birçok şeyler aldığını yazmaktadırlar.114 Örnek olarak şunu gösterelim: Muhacir evlerinin daha kullanışlı, daha sıhhî, daha güneşli olması, evlerin sıvalı, kireçle badana edilmiş olması bir yenilik, bir değişim olarak algılanmış, bu yenilikler yerli halk tarafından da benimsenmiştir. Bu özelliği yukarıda sözü geçen gülmece türküsünde de buluyoruz:

Şu Bursa'nın beyleriSıvasızdır evleriMacırlar geleliSıva yüzü gördü evleri.

1913'te Anadolu'yu dolaşan Macar seyyah Béla Horvath da muhacir köylerindeki evlerin sıvanmış olduğunun, yerlilerin köylerindekilerin ise olmadığının tâ uzaktan fark edildiğini gezi notlarında belirtmiştir.115

Yapmış olduğumuz araştırmalardan Bulgaristan'ın Filibe'ye bağlı köylerinden gelmiş eski göçmenlerin anılarından da şunları verelim:

"Biz Filibe’nin Üstüna (Ustina) köyünden gelmiş eski muhaciriz. Geldiğimizde bizi Denizli'nin köylerine gönderdiler. Burada evlerimizi memleketteki gibi yaptık, avlularımızda da fırınlar yaptık. Buğday unundan mayalı ekmek yaparak bu fırınlarda pişirmeye başladık. Ekmek somunları bir karış kabarıyordu. Yerli köylülerden kimileri: "Ekmek böyle yapılmaz, ekmek böyle pişirilmez." diyerek tarlalarımızda ekinlerimizi yaktılar... Sonra bizden öğrendiler, onlar da bizim yaptığımız gibi ekmek yapmaya

112H. Memoğlu-Süleymanoğlu’nun arşivinden.113Behice Boran, 1945, 26; Kemal Arı, 2003, 169.114Kemal Arı, 2003, 162-173.115Béla Horvath, 1997, 8.

75

Page 77: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

başladılar. Zamanla aramızda yakınlaşma oldu, dostluk kuruldu, türlü türlü yemekler yapmayı da birbirimizden öğrendik."116

Arşivimde türlü konularda anılar, anlatılar buluyorum. Neriman Arda'nın şu anlatısı çok ilginç:

"Selânik'te evli teyzem vardı. Mübadelede Türkiye'ye gelmişler, çevrelerindeki yerli halkın düşünce tarzını çok iyi öğrenmişlerdi. Yıllar sonra biz de Bulgaristan'ın Kırcaali şehrinden göç ettiğimizde, teyzem: "Rumeli'den getirebildiğiniz mücevherlerinizi, elmas küpelerinizi, altın dizilerinizi takınıp süslenip de düğüne bayrama çıkacaksınız. Şimdi değil de yıllar sonra takınırsanız yerli kadınlar demesinler: Muhacir geldiklerinde hiç bir şeyleri yoktu. Türkiye'ye geldiler de mücevher nedir, altın nedir gördüler, süslenmeyi de bizden öğrendiler... İnanın, bunu diyebilirler... Rumeli'de iken, suyun ötesindeyken hiç bir şeyimizin eksik olmadığını, Rumeli Türkleri’nin de varlıklı olduklarını görmeleri için mücevherlerinizi şimdi takınmalısınız" diye annemlere öğütte bulunuyormuş. Uzun yıllar annemler her düğünde bayramda süslenirlerken hep teyzemi anıyor, onun öğütlerini bizlere anlatıyorlardı."

Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'ya yeni değerler kazandırdıklarını Béla Horvath şöyle sıralıyor:

"Muhacirlerin gelmesi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan düşük olan nüfus yoğunluğu, öte yandan çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlar ülkenin zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden kendileriyle beraber Anadolu'dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Ülkeye her gelen göçmen ailesine 25 dönüm ve her çocuk için 5 dönüm daha ilâve olunuyor. Bu, ekilen arazinin fazlalaşmasına da imkân veriyor ve ülke zenginleşiyor"117

Türk Devleti, yüz binlerle ifade edilen göç hareketlerini iyi değerlendirmiş, her büyük göçte göçmenlere kolaylıklar sağlamış, yardımda bulunmuştur. Bu, Balkan göçlerine verilen önemin bir göstergesi olarak nitelendirilmektedir. Anadolu'daki gayrimüslimlerin Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'nun gayrimüslimlerle meskûn bölgelerine yerleştirilmesine gösterdikleri tepkileri, yabancı temsilciliklere asılsız şikâyetleri Türk Devleti’nin iskân siyasetini etkilememiştir. Yaşar Nabi Nayır da göçün ülkeye taze bir kan aşısı olduğunu, Balkan Türk köylülerinin medenî seviye bakımından Orta ve Doğu Anadolu köylülerimizden farklı olduğunu belirtmiştir. Muhacirlerin Anadolu köylerine iskânı ülkeye canlı bir hareket uyandıracağını ve genel köy seviyesinin kalkınmasına neden olacağını yazmıştır.

Türkiye koşullarına uyum süreçlerinde göçmenler, nostalji denen özel bir psikolojik durum yaşamışlardır. 1950'lerin ortalarında Yugoslavya'dan serbest göçmen olarak İstanbul'a gelmiş bilim adamı İsmail Eren dostumuz yıllar önce şunları paylaşmıştı:

"Serbest göçmen olarak İstanbul'a geldik. Memleketteki taşınmaz mallarımızı Sırp kökenli bir profesöre bıraktık. Profesör dürüst adam çıktı, hattâ mallarımızdan topladığı kirayı bile bize gönderiyordu. Biz İstanbul'a gelirken taşınır mal varlığımızdan gereğini getirdik. Güzel bir ev aldık, onu dayadık döşedik. Ben üniversitede çalışmaya başladım. Araştırmalarımı sürdürdüm, çok geçmeden yazılarım da yayımlanmaya başladı. Dışarıdan bakıldığında her şey yoluna girmişti.

116Anlatan: Ayşe Meriçli. Kayda alındığı yer: Bursa. Kaleme alan: Melek M. Yenisoy.117Béla Horvath, 1997, 45.

76

Page 78: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ama nostalji denen bir güç var ya...İstanbul sokaklarında yürürken "Ben neredeyim?..." diye sık sık kendime soruyordum. Yanımdan geçen insanları bir başka görüyordum. Gözlerim İstanbul'un güzelliklerini bile görmüyordu. Bu özel durumdan birkaç yıl sonra çıkabildim."

Aynı yıllarda göç etmiş, İstanbul'da yayın evi sahibi Üsküplü bir dostumuz da şöyle anlatıyordu:

"Serbest göçmen olarak İstanbul'a geldiğimiz ilk yıllarda Galata köprüsünden geçerken duraklıyor, denize bakarak en kötü, korkunç şeyi yapmak aklımdan geçiyordu. Bu durumdan çıkmak hiç de kolay olmadı. Birkaç yıl sonra Allah’ım da: "Al, kulum!" dedi, işlerim yoluna girdi. Ama memleketi bir türlü unutamadım. Çocuklarım İstanbul'da doğdular, memleket özlemi nedir, bilmezler."

Uyum sürecini yaşayan göçmenlerin Türkiye'de doğmuş çocukları ve daha sonraki kuşaklar, anne ve babalarının, yaşlıların anılarını, anlattıklarını acı bir geçmiş olarak ailelerinde, göçmen çevrelerinde dinliyor, ama yakınlarının gelmiş oldukları memleketlerin, ülkelerin bile nereleri olduğunu birçokları bilmiyorlar: "Ben de göçmen kökenliyim, benim de ailem Balkanlar'dan gelmiş" veya "Benim ailem de mübadelede Türkiye'ye gelmiş" demekle yetiniyor ve başka bilgileri olmadığını söylüyorlar. Göçmen kökenli olmayan kuşaklar arasında da (uzmanlar ve ilgililer dışında) Türk Dünyası, Balkan Türkleri ve bunların göç kaderi hakkında bilgi sahibi olanlar yok gibi. Böyle bir bilgisizliğin Türkiye’mizde okullarda günümüze kadar uygulanmış olan eğitim programlarındaki birtakım boşluklardan kaynaklanmış olduğu düşünülebilir. Örnek vermek gerekirse şu gerçek olayı anlatalım: "Bundan birkaç yıl önce Ankara’daki üniversitelerden birine Makedonya’dan bir Türk profesör, misafir hoca olarak ders okutmaya dâvet edilir. Ailesiyle birlikte gelen profesör, Batıkent semtinde bir daire kiralar. Çok geçmeden komşuluklar, yerli ailelerle birbirine ziyaretler başlar. Komşulardan genç bir ailenin çay sohbetlerinden birinde: "Siz henüz 20 gün oldu Türkiye’ye geleli. Bu kısa sürede Türkçe’yi öğrenebildiniz, artık bizim gibi Türkçe konuşuyorsunuz" demeleri, Makedonyalı misafirleri hayrete düşürür ve "Biz de Türk’üz, ana dilimiz Türkçe’dir. Balkan ülkelerinde bir hayli Türk yaşamaktadır..." biçiminde konuşarak yerli genç dostlarını bilgilendirmeye çalışırlar.

Balkan göçmenlerinin Türkiye’de yeniden yuva kurmaları, kendilerine iş, aş bulmaları hiç de kolay olmamıştır. Makedonyalı yazar Fahri Kaya’nın Asıl Güçlükler Sonradan Başladı adlı hikâyesinde bir göçmen ailenin durumu şöyle dile getirilmektedir:

„Asıl güçlükleriniz bundan sonra başladı diyorsun?“„Evet, asıl güçlüklerimiz bundan sonra başladı... İstanbul’da kiralık ev

bulmak güçtü, ama bu sorunu çok uzak bir akrabamız sayesinde çözdük.“„O da mı sizin gibi göçmendi?“„Evet, o da göçmendi. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buralara gelen göçmenlerden.“„Düşen daldan, anlar haldan, dememişler boşuna... Ne de olsa göçmen. Böyleleri dert ortağı olabilir.. Onların da başından aynı şeyler geçmiş...“„Hayır öyle değil. Bildiğim kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buraya göç edenlerin durumu bizimkinden çok farklıydı. Onlar bizler gibi buralara apar topar gelmedi. Hazırlıklı geldi. Mal ve mülklerini değerlendirerek ceplerinde üç beş kuruşla buralara göç etti. Gelmezden önce de eş ve dostları sayesinde buradaki yuvalarını ayarladı... Biz buralara kellemizi koltuğumuzun altına alarak geldik. İçimizden, nerelere gittiğimizi ne

77

Page 79: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

yapacağımızı bilen bile çok azdı. Gidiyoruz dedik ve tası tarağımızı toplayarak geldik buralara... Buralara bizden önce gelenlerden bâzıları böyle telâş içinde gelişimize şaşıyordu. Hatta bu yüzden bizi kınayanlar da oluyordu...“„Yok canım..“„Evet, evet, kınayanlar da vardı... Bir gün büyük ağabeyimle İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buralara göç eden eski bir komşumuzu ziyaret etmeye gittik. Hem ziyaret eder hem de ilk günlerde ayakta kalabilmek için kimi öğütlerini alır diye düşünmüştük... Evlerine vardığımızda komşumuzun hanımı bizi çok soğuk karşıladı. Hatta bir ara neye geldik, oralarını neye bıraktık, buralarını cennet mi sanıyoruz, nasıl geçineceğimizi hiç düşündük mü, diye bir sürü soru sordu. Bizi azarlamak ister gibi bir tutumu vardı... Söylediklerini dinlerken bize ikram ettiği lokum boğazımızda kalmıştı... Sorularına karşılık vermedik, çünkü ne diyeceğimizi bilmiyorduk. Biz, bizler için o ağır günlerde, kendilerinden yardım, destek ve cesaret beklerken onlar bizi korkutuyordu... İşte böyleydi o günler...“

.................................................................................................................''Ama buraya gelmenizin büyük bir sorun, büyük bir dert, anlatılamayacak kadar büyük bir acı olduğunu anladım da asıl güçlüklerinizin buraya vardıktan sonra neye başladığını anlayamadım...“„Evet asıl güçlükler bundan sonra başladı... Birçok şeyi olduğu gibi bunları da düşünememiştik.. Ya da düşünmek istemedik...“„Bu güçlükleriniz yeni ortama alışmak zorluğundan mı kaynaklanıyordu?“„Yok be kardeş. Biz buralara kaynaşmaya, ortama uymaya geldik... Bu bir sorun değildi. Asıl sorun karınlarımızı doyurmak sorunu oldu...“„Yani kazanç sağlayacak bir iş bulmak, demek istiyorsun?“„Kazanç değil, karın doyuracak bir iş bulmak, kardeş.“„İş bulmak zor mu oldu?“„Çok zor.. Bildiğin gibi buraya üç kardeş geldik... İçlerinden en küçüğü bendim... Ağabeyim, memleketimizde hukukçu olarak çalışıyordu.. Ama onun okuduğu ve bildiği burada beş para etmiyordu... Memleketimizin hukuku ile bu memleketin hukuku arasında dağlar kadar fark vardı. Bu nedenle, ağabeyimin mesleğiyle uğraşması için hiç şans yoktu...“„Ya öteki kardeşin?.. Onun bildiği bir iş yok muydu?“„O memleketimizde müzik okulunu bitirmişti? Memlekette iken buraya geldiğinde öğrenimine konservatuarda devam etmek hayaliyle yaşıyordu... Türk asıllı göçmen olarak devletten bir burs sağlayıp yüksek öğrenim sahibi olabileceğini düşünüyordu... Çok geçmeden bunun büyük bir yanılgı olduğunu anladı... Gerçekte bu da, buralardaki durumu iyi bilmediğimizi gösteren örneklerden biriydi... Diyorum, kafamızda yalnızca buralara gelmek düşüncesi vardı... Burada ne yapacağımızı, geçimimizi nasıl sağlayacağımızı hiç düşünmemiştik. Düşünemezdik de... Düşünebilseydik belki her şey başka türlü olurdu...“„Peki konservatuara yazılamadı da başka bir iş bulamadı mı?“„Günlerce aradı. Her çeşit işi yapmaya hazırdı. Ama bulamıyordu. O yıllarda iş bulabilmek için birinin arkanızda olması gerekiyordu. Bizim, bizi tavsiye edecek bir tanıdığımız, arkamızda duracak bir kişimiz, sizin anlayabileceğiniz dilde torpilimiz yoktu....“„Uzun zaman mı işsiz kaldı?..“

78

Page 80: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

„Vallahi epey. Halkın demeyeyim, ama yerli esnafın o yıllarda bize karşı bir güvensizliği vardı. Yeni gelmişsin, yabancısın... Kimiz neyiz diye bilmedikleri için bizleri yanlarına pek yanaştırmıyorlardı. Halbuki biz gelenler çalışkan ve saf insanlardık. Ayrıca yaşadığımız memleketteki rejimler bizleri kural ve kanunlara karşı saygılı olmaya alıştırmış ve zorlamıştı. Üstelik biz Rumeliler karınca ezmez, yufka yürekli insanlarız... Bunu halk türkülerimizden de anlamak zor değil...“„Halk türkülerini bırak da geçiminizi nasıl sağlamaya başladığınızı anlat bakalım... Merak ediyorum...“„Anlatayım. Büyük ağabeyim her sabah erkenden evden çıkıp, Aksaray’ı, Fatih’i, Beyazıt’ı, Sirkeci’yi, Eminönü’nü ve İstanbul’un daha birçok semtlerini dolaşıp kendine bir iş arardı... Becerebileceği her işi kabul etmeye hazırdı. Başta, tezgahtar olarak iş bulabilseydi, çok mutlu olacaktı. Fakat günlerce hep boşuna dolaşıyordu. Akşamları, ayaklarına su inmiş, eli boş eve yorgun argın dönünce hepimiz üzülürdük. Ama en çok üzülen yengemizdi. Evet yengemiz. Başında üç erkek vardık. Üçü de işsiz... Eh gene yaramı deştin be!...“„Beni bağışla.“„O günleri hatırladığımda hep böyle olurum.“„Peki o günlerde ne yapıyordunuz?“„Nasıl ne yapıyorduk?! İş arıyorduk, diyorum sana...“„Onu anladım. Yani ne yiyip içiyordunuz, demek istiyorum.“„Memleketten getirdiklerimizi.. Göç ederken, memleketteki yetkililer bir teneke tereyağı, bir teneke peynir, onar kilo fasulye ve pirinç gibi bâzı şeyleri beraberimizde götürmeye izin vermişlerdi. Hatta bir teneke bal bile getirebilirdik. Bundan başka devlet göç eden her kişiye belli bir miktarda döviz para çıkarabilmesine de izin veriyordu. Ama hazırdan yemenin ne demek olduğunu herhalde bilirsin...“„Evet, hazır para çabuk gider... Peki ağabeylerinden hangisi ilk olarak çalışmaya başladı.“„İlk olarak ben çalışmaya başladım..“„Yapma... Bu nasıl oldu?“„Anlaşılan şans meselesi... Büyük ağabeyim kendine iş ararken bir gün Davutpaşa’da bir bakkala uğramış. Adam ağabeyimi kimsin, nesin, nerdensin diye soruşturmaya başlamış... Ağabeyim daha iki kardeşiyle birlikte buralara yeni göç ettiğimizi, işsiz olup her türlü iş görmeye hazır olduğumuzu söylemiş. Adam azacık düşünmüş ve bir ara sonra en küçük kardeşin yarın sabahtan işbaşı yapmaya gelmesini söylemiş. Ağabeyim benim çocuk denecek bir yaşta olduğumu söylemiş. Adam kaç yaşında olduğumu sormuş. On üç on dört yaşında olduğumu öğrenince, tamam demiş. Kendisinin de vaktiyle o yaşlarda çalışmaya başladığını söylemiş...“ „O da mı buralara göçmen olarak gelmiş?“„Sonradan anladım, o da bizler gibi göçmenmiş?“„Sizin memleketten mi?“„Hayır. Rumeli’den değil. Malta’dan buraya göç etmişler. Ama çok eskiden. Yanılmıyorsam, Balkan Savaşları öncesinde. Ben kendisine çalışmaya başladığım yıl altmış, altmış beş yaşında olduğuna göre o da buralara on, on beş yaşlarında gelmiş olmalıydı. Sarışın, yuvarlak yüzlü, saçına çoktan ak düşmüş, cılız bir adamdı. Ömrünü bir mahalle bakkal dükkânında değil de devlet işinde memur olarak geçirmiş bir kişiyi andırıyordu... Müşterilerini

79

Page 81: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

her zaman dudağında hafif bir gülümsemeyle karşılar ve uğurlardı. Gerçekten efendi ve çok uysal bir adamdı...“„Hemen işe başladın mı?“„Hem de nasıl. Aslında ağabeyim o akşam eve döndüğünde benim için bir iş bulduğunu söylediğinde yarı mutlu, yarı üzgündü. Hiç olmazsa birimize iş bulunduğundan mutluydu. Diğer taraftan ailenin en küçüğü olarak benim çalışmak zorunda olduğuma gönlü hiç razı değildi. Memleketimizden buralara göç ettiğimiz yıl ortaokulun son sınıfındaydım. İsteğim burada, bu büyük şehirde, liseye yazılmaktı. Bunu ağabeyim de çok iyi biliyordu. Ama neylesin evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Evde gerçekte yağ, peynir, fasulye, pirinç, bizim oranın meşhur kırmızı biberi vardı ama ekmek parası tükenmişti. Son günlerde evde et, sebze meyve görülmez oldu. Ekmek parası, ekmek... İşte böyle bir durumda çalışmayacaksın da ne yapacaksın?............................................................................................................................„İşe gideceğim gün sabah erken kalktım. Her zaman bizden erken kalkan yengemizin hazırladığı kahvaltıyı yaptıktan sonra ağabeyimle, bakkal dükkânına varmak üzere evden çıktık. Yengem işim hayırlı olsun diye bir şeyler okudu, ardımdan bir tas su döktü... Dükkâna bakkal sahibinden önce varmıştık. Ama çok geçmeden patron da geldi. Beni tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra saçlarımı okşadı. Dükkâna önce o, ardından da ben girdim. Ağabeyim her günkü gibi iş aramaya gitti. Biraz sonra müşteriler gelip gitmeye başladı. Şuna şunu ver, ona bunu ölç derken öğlen oldu. Gelen giden azaldı.Öğlen namazı sıralarında dükkân sahibi evden getirdiği öğle yemeğini yemeğe başlayınca bana baktı ve evden öğlen yemeği getirip getirmediğimi sordu. Getirmediğimi söyledim. Önce önündeki yemeğe baktı. Sefer tasında bir kişilik yemek vardı. Alnına dayadığı sol elinin baş ve orta parmağını kaşlarının üzerinde gezdirirken sağ eliyle çekmeceyi çekti ve buradan bir elli kuruş çıkarıp bana verdi. Biraz aşağıda bir aşçı dükkânı olduğunu oraya gidip bu parayla karnımı doyurmamı söyledi... Ama yarın için yemek evden getirmemi tembih etti... Teşekkür ettim ve elli kuruşu var gücümle avucumda sıktım. Bu, göç ettiğimiz günden beri avucuma geçen ilk Türk parasıydı.... Birdenbire kendimde bir güven hissettim. Bu parayı hak etmediğimi biliyordum, çünkü elli kuruş o zaman çok paraydı, ama ne de olsa bunun harcadığım, daha doğrusu harcayacağım emeğin bir karşılığı olduğunu hissettiğim için çok, ama çok mutluydum...“„Herhâlde o gün yediğin o öğle yemeği, hayatının en tatlı yemeklerinden biri oldu...“„Evet gerçekten en tatlı, en lezzetli bir öğlen yemeği olabilirdi. Ama yemedim. Parayı harcamadım...“„Nasıl? Neden?...“„Bakkal dükkânından çıktıktan sonra aşçıya doğru yürüdüm. Elli kuruşu hâlâ avucumda sımsıkı saklıyordum. Aklıma ev, yengemiz, kardeşlerim geldi. Sabah evden çıkarken yengemizin ağabeyime bugün için kuru fasulye kaynatabileceğini, fakat ekmek almak için parasının kalmadığını söylediğini anımsadım. Aşçıya giden yolda birdenbire daha yavaş yürümeye başladım. O yıllarda elli kuruşla üç ekmek alınabilirdi. Birden bire içimi bir gam kapladı. Ben aşçıda öğle yemeği yiyeyim de, onlar evde ekmek derdi mi çeksinler?! Hayır!

80

Page 82: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Aşçıya girmemeye karar verdim. Vitrine bakmadan yanından geçtim. Çevre yolla gerisin geri, dükkâna döndüm. Dükkânın sahibi çabuk döndüğüme biraz şaşakalmış olmalı ki, yedin mi diye sordu. Yediğimi söyledim....Gözlerime bakarak yanıtıma inanmadığını anladığını hissettim. Yemek yediğime inanmamıştı. Belki elli kuruşu tuttuğum sağ elimin hâlâ cebimde olduğundan...“„Ama bunun üzerinde fazla durmadı herhâlde.“„Yok yalnızca kiloyla sattığımız lokumlardan birkaç tane almamı söyledi. Birkaç tane değil yalnızca bir lokum aldım, ardından da bir bardak su içtim... İşte o günümü böyle geçirdim. Aç kaldım sanma o gün çalışabildiğim için ve eve elli kuruş götürebileceğim mutluluğundan karnımın aç olduğunu hissetmedim bile. Günüm de çok çabuk geçti. Gerçekte akşam üzeri işimiz biraz fazla oldu ama çok yorulmadım...“„Eve vardığında seninkiler elli kuruşa herhâlde çok sevindiler?“„Sevinmez olurlar mı?! Bu elli kuruşun ayrı ve büyük bir değeri vardı. Eve vardığımda ağabeyimler ve yengemizin beni dört gözle beklediklerini gördüm. Acaba bakkal beni beğendi mi, acaba işe dayanabilecek miyim, ne oldu, ne bitti diye merak içindeydiler. Dükkândan eve kadar avucuma adeta yapışan elli kuruşu yengeme vererek, her şeyi teker teker anlattım... Yengemin gözleri yaşardı.. Benden başka konuşan yoktu... Ağabeyim, annemizin benim çok talihli bir çocuk olduğumu söylediğini anımsadı. Doğduğum yıl babamızın işleri çok iyiye gidiyormuş... Yahu, neye sen bugün durup dururken beni böyle konuşturuyorsun... Sen Malatyalısın, sen bizim göçümüzü zor anlarsın...“„Doğru.“ „Vaktiyle buralardan oraya şimdi de oradan buraya göç ettik. Ama bir daha Rumeli’ye dönmek yok... Yok, anlıyor musun?.“ “Evet ama Rumeli hâlâ sende yaşıyor. Anılınca heyecana kapılıyorsun. Huzurun bozuluyor. İçini bir özlem kaplıyor. Ah Rumeli, ah memleketim, diyorsun. Öyle değil mi?...“ „Eh...“"118

Uyum sürecinde göçmenlerin işleri yavaş yavaş yoluna giriyor, rahat nefes almaya başlıyorlar. Fakat sıla özlemi onları bir türlü bırakmıyor. Ahmet Kadir'in Mektup başlığını verdiği şiirini okuyalım:

İşyerim-Gaziantep.Kızlar okulda,Büyük oğlum kâtip.Kimlik aldık yakında.Hepsi, hepsi yolunda.Bir tek zorumuz varAnamızı koşalayan.Adı: "Ülkeye hasretlik!"Kanserden beter.Aretlik, bu kadar yeter.119

118(Kısaltılmıştır) Fahri Kaya, İkindi Güneşi, Birlik Yayımları, Üsküp, 1998, 33-41.119H. Süleymanoğlu Yenisoy, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8. Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 434.

81

Page 83: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Bağından bahçesinden koparılarak Türkiye’ye yeni gelmiş göçmenler, çürümüş ayva ağıcının bile hasretini çekmektedirler. İstanbul’da çalışan bir Bulgar’a Razgrat bölgesinden 1989’da gelmiş göçmen Kadir, Deliorman’a vardığında onun köyüne de uğramasını, ayva ağacının meyve verip vermediğini görmesini rica eder. Bulgar, Kadir’in evine uğrar ve bahçesindeki ayva ağacının dallarının bol meyveden yerlere kadar eğilmiş olduğunu görür. İstanbul’a döndüğünde Kadir’i arar, onu sevindirecek ümidiyle ayva ağıcındaki meyve bolluğunu anlatır. Kadir ise: "Arka tarafta çürümüş bir dal vardı, o dal düşmüş mü?" diye sorar ve ağlamaya başlar...120

1989’un yaz aylarında Avrupa ülkelerine de gidenler oldu. Bunlardan birtakım aileler İsveç’te bir otele yerleştirilirler. Bu köylülerin de aklı hep hayvanlarında, bahçelerindedir. Şu ilginç olay anlatılmaktadır: Deliorman’dan gelmiş aileler, odalarındaki telefonlarla devamlı Bulgaristan’ı arayıp yakınlarından, komşularından rica ettikleri sadece şudur: "Pililerimizi (civcivlerimizi) sakın kedilere kaptırmayın", "Kuzularımızı aç tutmayın", "Çiçeklerimizi sık sık sulayın" vb. Bir müddet sonra telefon faturası gelince otel sahibi şoke olur. Bundan böyle Bulgaristanlı "konukların" telefonlarını kesmek zorunda kalır, sadece dışardan aranmaları için hatları açık bırakır. Zaten çok geçmeden İsveç hükümeti ülkede bulunan binlerce Türk’ü Bulgaristan’a geri gönderdi.

Göçmenliğin sıkıntılarını, ayrılıkları, hasretliği en ağır yaşayanlar, yaşlılar olmuştur. Filibe'ye bağlı Kriçim'den İstanbul'a göç etmiş Meliha Atalay şöyle anlatıyor:

"Anacığım ağlayarak gurbet türküleri söylüyordu. Ninem, dedem, yakınlarımızdan birçoğu Bulgaristan'da kalmışlardı, onlara yanıyordu ve gurbet türküleriyle derdini döküyordu:

Gurbet elde ölenlerinÇenesini kim bağlarNe anam var, ne babam varbaş ucumda kim ağlar.

Bazen biz de anama eşlik ederek hep bir ağızdan devam ediyorduk:

Yeşil kurbağlar öter göllerdeKolum kanadım kırıldıKaldım çöllerdeVatanımdan ayrıldımKaldım gurbet ellerde

Ben ağlamayım eller mi ağlasınBu gurbeti icad eden cennet görmesin

Şu türküleri de söylediğimiz günler oluyordu:

Şu dağlar olmasaydıYaprağı solmasaydıÖlüm Allah'ın emri

120A. Jelâzkova, 1998, 101.

82

Page 84: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ayrılık olmasaydı

Yol verin gideyimDumanlı dağlarDağların ardındaNazlı yâr ağlar

Şu dağlar ulu dağlarYaprağı sulu dağlarYolda bir garip ölmüşKimi var kimi ağlar

Gerçekten de kimilerinin nazlı yârleri kalmıştı memlekette. Ah dağlar, dumanlı dağlar, viran dağlar, diye diye geçti ömrümüz. Zalim düşman attı bizi dağlar ardına:

Atma zalim, atmaBeni dağlar ardınaHiç kimsem yok yansınAnnem yansın derdime

Babam da "Gurbet, adı bet" sözünü sık sık tekrarlıyor ve bahçede iş yaparken sessizce şu türküyü söylüyordu :

Dağlar dağlar viran dağlar,Yüzüm güler kalbim ağlar,Yüreyimden kanlar damlar

Ah, sen ağlama ben ağlayayım,Ah, yüreyime dert bağlayayım.

Kılıcımı urdum taşa,Taş yarıldı baştan başa,Yazılanlar gelir başa

Ah, sen ağlama ben ağlayayım,Ah, yüreyime dert bağlayayım.

Türkiye'ye göç edenler Bulgaristan'daki yakınlarına yanıyorlardı. Bulgaristan'da kalan anaların da ayrılık türküleri söyleyerek Türkiye'deki kızları, oğulları, torunları için yürekleri yana yana ömürleri tükenmiştir. Bursa'ya göç etmiş Nefise Memoğlu-İdrisoğlu şöyle anlatıyordu:

"Kız kardeşim 1946 yılında ailesiyle Türkiye'ye göç etti. Anam, ömrünün sonuna kadar ayrılık türküleri söyledi:

Bir giderim beş ardıma bakarımAh bakarım da aman amanKanlı yaşlar dökerim(H)em (h)asretlik (h)em gurbetlik çekerim

83

Page 85: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Bazen de türkülerde değişiklik yaparak gönlüne göre söylüyordu onları:

İlkyaz eyyamında gördüm düşümüGeldi felek aldı benim eşimi (yavrum, veya Eminem diyordu anam)

Ko sağ olsun yılda göreyim yüzünüAh ko sağ olsun ayda işideyim sesini

Sonraki yıllarda ağabeyimin oğlu da düştü gurbet yollarına. Rabiye yengem de ayrılık türkülerini, gurbet türkülerini hem söylerdi, hem ağlardı:

Anam desem anam yokBubam desem bubam yokGurbet elde (h)asta düştüm amanBir yudum su veren yok.121

Daha sonraki yıllarda da göç dalgalarıyla gelenlerden Türkiye koşullarına uyum sürecini en sancılı geçirenler, kuşkusuz yine yaşlılar olmuştur. Çocukluk yıllarını, gençliklerini Balkan köylerinde geçirmişler, göç edince de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlere düşerek büyük psikolojik sarsıntılar yaşamışlardır. Apartman dairelerinde, dört duvar arasına kapanmış bu kader kurbanları Mehmet amcaların, Ahmet dedelerin aklı memleketlerindeki evlerinde, evlerinin önünde alın teriyle yetiştirdikleri asmalarda, kendi elleriyle diktikleri meyve ağaçlarındadır. Aşye teyzeler, Fatma nineler de evleri önünde yaptıkları ve rengârenk çiçeklerle doldurdukları cennet bahçelerini unutamıyorlar. Buralarda hâlâ yalnız hissediyorlar kendilerini. Yalnızlık, geçmişe özlem anlamına gelmektedir, hiçbir zaman tekrarlanmayacak çocukluk, gençlik yıllarına bir nostalji demektir yaşlı göçmenlerin dilince. Bununla birlikte fakat yaşamış oldukları acı gerçekleri de dillerinden düşürmüyorlar. Mehmet amcalar, Ahmet dedeler: "Türkiye’miz hudut kapılarını açmasaydı, bizleri bağrına basmasaydı büyük felâket yaşanabilirdi. Çünkü Bulgaristan'ın dört bucağında dozerlerle toplu mezarlar kazılmıştı, Kıbrıs Türküne işlenen barbarlığın Bulgaristan'da da yaşanmasına dünya kamuoyu tanık olacaktı. Yüz binlerce Bulgaristan Türkü’nü bağrına basan Türk Devleti aynı dönemde sayıları iki misli daha çok olan Iraklı Peşmergeler’e de hudut kapılarını açtı..." diyerek içleri ferahlıyor, Türkiye'nin izlediği insanî politikadan gurur duyuyorlar.

Ankara'nın Pursaklar göçmen mahallesinden Şükrüye teyze, "N’apalım..., hicret bize Hazreti Peygamber’imizden (s.a.v.) kalmıştır" diyerek, apartman önünde hem ilkbahar çiçekleri (çiçek tohumları da Bulgaristan’daki çiçek bahçesinden getirilmiştir) ekiyor, hem de şöyle diziyor dizeleri bir gurbet türküsünden:

Aranım yok soranım yokHiç kalbimde ferahım yokBir yudum su verenim yokKalmışım gurbet ellerde.

Memleketten haber gelmez

121Mehmet Memoğlu Yenisoy′un arşivinden.

84

Page 86: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Akar gözüm yaşı dinmezKimseler hâlimi bilmezKalmışım gurbet ellerde.

Yalnızlık,1989 BÜYÜK GÖÇÜ’NDE Bulgaristan'dan gelen yaşlılarda çarpıcı bir biçimde izlenmektedir. Şair Lâtif Ali Yıldırım, Yaşlı Göçmenler adını verdiği şiirinde şöyle diyor:

"Utanç trenleri"’nin getirdiğiYaşlı göçmenleri gördümAvcılar Parkı'nda dün.Avuçlarının içinde Tutarak yalnızlıklarınıBanklarda oturuyorlardı...

Saçları biraz daha pamuklaşmışBiraz daha çökmüş omuzlarıBesbelli kiÇoktan yitirmişti eski gücünüBükülmez bilekleri...

Pehlivan yapılı bedenleriAvcılar Parkı'ndaydı belki amaUfuk çizgisinin ötesindeKim bilir nerelerdeÇarpıyordu yürekleri...

Harcını terleriyle kardıklarıDuvarını elleriyle ördükleriKâh hayaller kurduklarıKâh rüyalar gördükleriKimi zaman güldükleriAnılarla dolup taşanO sevimli

o sımsıcakEvleri şimdi onlardanO kadar uzaaak...Ve onlara o kadar yakındı kiCami avlusundaki Musalla taşı sanki...UzansalarErivereceklerdi.Ve avuçlarının içindeSımsıkı tuttuklarıYalnızlıklarını

O taşın üstüneSerivereceklerdi..........................................

85

Page 87: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Neylesin,Yazanlar böyle yazmışYazgısını göçmenlerin.Bedenleri başka yerdedirBir başka yerde çarpar

yürekleri...

Hele hele düşleri...Yönünü ve yeriniSaptamaya çalışmayın.Kim bilir hangi sulardaÇekiyorlardır

kürekleri…122

Göç kervanlarına katılmayan, evini barkını terk etmeyen sanatçı Osman Aziz, Rodoplar’a şöyle sesleniyor:

SENDE SENSİZ

Hiç bir yere götüremem ki, sizi ey Rodoplar!..Şairlerini Türkiye’ye götürdünŞarkıcılarını Türkiye’ye...Ama orada ne şair olabildiler, ne şarkıcı... Oradalar ama seninle.Biz hâlâ sendeyizAma sensiz!123

Göçlerden küçük çocuklar da nasibini almışlardır. Doksanüç Harbi’nden bu yana sonu gelmeyen göç dalgaları, çocukları da sıcak yuvalarından alarak göç yollarına atmıştır. Küçük yaşta göçmenliğin acımasız darbesi, çocukların belleğinde silinmez izler bırakmıştır. Ahmet Emin'in Göçmen Çocuğu adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:

Beşiğinden apar toparKimdi onu atan barbar?Boynu bükük onu arar,Ararsa göçmen çocuğu.

Gizlemeyin öyküsünü,Mahşerleşen uykusunu,Kaderinin suçlusunuSorarsa göçmen çocuğu.

.....................................

Bu yuvasız kuşu sevin,Küstürmeyin, incitmeyin,Gözyaşı ateştir bilin,

122Sabahattin Bayramöz, Türkçe’nin Sarmaşıkları şiir kitabından, Ankara, 2002, 117-119.123Güllerin Kokusu, Sofya, 2000, 51.

86

Page 88: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ağlarsa göçmen çocuğu.124

Yanık olur göçmenlerin yüreği. Bu yanık yürekler sevgiye, sıcaklığa ve merhamete muhtaçtır. Bazen Anadolu insanından beklenen sevgiyi, sıcaklığı, hoşgörüyü bulamayan göçmen, üzüntüsüyle baş başa kalarak ay yıldızlı bayrağından güç alıyor. Şair Ömer Osman Erendoruk, Bayrağım adlı şiirinde şu duyguları dile getiriyor:

Ben dede yadigârı topraklardan kovulmuşÖz vatanım Trakya'mda Anadolu'mda kalanCanciğer bellediğim kardeşi soğuk bulmuşKahırdan boğulmuşumCanım İstanbul'umda gözüm Anadolu'mdaSEVGİ kırıntıları ararken yorulmuşum

Ben bir kuşum yuvasızToprağından sökülmüş yapraksız bir ağacımParaya pula değilBen sevgiye muhtacım

Tutsak etmiş ruhları bir soğukluk bir benlikSönmek üzere içimde umudumdan doğan nurSoğukluğun ağında can vermiş sevecenlikİlgisizlik yağıyor üstüme yağmur yağmurGüzelim Rumeli'miz hâtıralardan silik!İçimde bir İstanbul akşamının sızısıGücenikÜzgünKırıkBoğazımı artarda boğarken bir hıçkırıkTanrım intihar da mı, derken, alınyazısıBir şey değdi yüzüme yumuşacık el gibiAy yıldızlı bayrağım olduğunu gördüm de

Üzüntüm, kırıklığım akıp gitti sel gibi...

..................................................

Söndürülmüş olsa da Rumeli'de ocağımMerak etmeyin sakın sizin ocağınızdanAteş almayacağımVe ne de sofranızdan bir yudum ekmek, aş!Senden tek istediğim Anadolulu kardaşGüler yüz ve tatlı söz!

Benim sonsuz Rumeli sevgim başımda tacım!Ne paraya ne pula

124Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Bulgaristan Türk Çocuk Edebiyatından Örnekler, Ankara, 2002, 342.

87

Page 89: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Ne sevgisiz bir kulaBen Hakka giden yola ve sevgiye muhtacım!

Bayrağım!Sen parlayan ayınla yıldızınlaBenim Türk varlığımı simgeleyen nabzınlaAnnemin beni seven eli kadar sıcaksınAkıncı ecdatlarım gibi cesur ve paksınÖlsem de mezarımın başucunda dört mevsimNazlaDerin bir hazlaYüzümü sıcak bir el gibi okşayacaksın!125

Uyum süreçlerinde ve özellikle göçmenliğin ilk yıllarında kırgınlıklar, üzgünlükler olabilir, fakat özgürlüğe kavuşmanın mutluluğu da vardır. Şair Lâtif Karagöz’ün bir şiirinde bu mutluluk şöyle dile getirilmektedir:

Türkiye’mde mutlu geçer günüm, ayımSonbahar günleri yaşamaktayımÖzgürüm, martı gibi uçmaktayımArtık açık gitmeyecek gözlerim

Anavatandır en sağlam dayağımBurada olacak arka toprağımVe üstümde ay yıldızlı bayrağımÖlsem bile, sönmez közlerim.126

Göçmenleri küçümseyenler de vardır. Sanatçı Rahim Recep, Benim İnsanlarım adlı şiirinde şöyle diyor :

Dürüstlüğü öğrenmiştirler ana-babalardanDünyaları kır çiçekleri gibi renkli veiyimserdir.Onurludurlar rüzgârlara göğüs gerenkayalarcaSerttirler, güçlükler yıldıramaz onlarıhep iyimser çözümlemeye yanaşırlar.

OnlardaHep vatan sevgisi, millet sevgisidir,tüm arayışlar.Küçümseyenler var benim insanlarımı !

125Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı V., (Türkiye Dışı Çağdaş Türk Şiiri), Sayı: 531, Mart 1996, 493-494.126Lâtif Karagöz, Sönmez Sevgi Közlerim, Yaprak Dökümü, Çerkezköy-Tekirdağ, 1999, 17.

88

Page 90: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

KüçümseyenlerBodrum katlarda viran bir makineylePadişah rüyası görenler.Küçümseyenlerisminin dışında alfabeyibilmeyenler.

Benim insanlarımın beş parmağında beşhüner.Bir gün kendisini küçümseyenlereVatan sevgisini, insan sevgisini öğreteceklerEl uzatmasını öğreteceklerçamura düşmüş bir insana.

Benim insanlarımDürüstlüğü öğrenmiştir ana-babalarındanİnsanlık fışkırır, sevgi fışkırırdamarlarından.127

Özgürlüğün mutluluğuna kavuşanlar, geçmişin kâbuslarını da asla unutmuş değillerdir. Sanatçı Nazmi Adalı göçmenlerin Bulgaristan'da yaşamış oldukları karanlık dönemi şöyle şiirleştirmiştir:

YAŞADIĞIM PRANGALI GÜNLER(Bulgaristan'dan gelen soydaşım dert küpü)

Dilim varken dilsiz edildimBarikat kondu yolumaElim varken elsiz edildimSilleler indirildi koluma

Gülemezdin, gülmek yasaktıAğlamak serbestti, ağla da ağlaNeşem, sevincim tutsaktıAvlanırdım Tüfekle Ağ'la.

Esiriydim körolası BulgarınTalih, Kader utansınOnulur mu bu yaralarım?Doktor Tarih anlatsın.128

Mehmet Serbest de Umudumuz adlı şiirinde şu duyguları paylaşıyır:

“ Biz çook ama çok acılar çektik

127Balkanlar’dan Esinti, Sayı-6, 1991, 8-10.128Bulgaristan Türkler’inin Sesi, Sayı 9, 1994, 29.

89

Page 91: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Sövüldük, dövüldük, itildik, kakıldıkDoğduğumuz topraklardan atıldıkBebeye, doksanlık nineye çekildi tetik.

Sabrettik, şükrettik yılmadıkOnların demesiyle İvan olmadıkGeçse de günlerimiz hep karanlıkTürkoğlu Türk doğduk, Türk kaldık.

Uyku girmedi göze tüfek, köpek sesindenTerk ettik anne baba, evlât demedenBir köy kaldı orada toz duman içindeGünlerce yürüdük lokma ekmek yemeden

Umudumuzu hiçbir zaman yitirmedikBaktık sadece dolu gözlerleDinimiz, dilimizi, kültürümüzü bitirmedikAvutulduk, hep yalan sözlerle”129

Emine Hocaoğlu ise o karanlık dönemi şöyle şiirleştirmiş:

“Zorbalık içinde büyüdük,Bayramlardan neşeden uzak.Diken olduk büyüdüğümüz topraktaKaderimiz yazılmıştı ezeldenAnlayan yoktu ki halden.Tören şenlik bilemedik, Namaz vakti namazı kılamadıkEzan vakti ezanı duyamadıkÇocuk doğurduk adını koyamadık,Ölü gömdük taşını dikemedikIşık saçtı yüce Tanrı kulunaTürklük devam etti yolunaBiz, Osmanlının Avrupa kullarıBulacaktık hak denilen yolları”130

Uyum sürecinde yaşananları yeni yayımlanmış kitapların sayfalarında da buluyoruz. Ahmet Şerif Şerefli'nin Bulgaristan'daki Türkler (1879-1989) adlı kitabında yer alan şu satırları okuyalım:

"Öğrenimi, bilgisi veya görgüsü olan herkes, elinde meşale taşıyan kimseler değillerdi. Türk kardeşleri aleyhine Bulgar’a muhbirlik yapanlarımız bulunuyordu. Bu gibilerden çok çektik... Büyük Göç’te kendilerine maşalık eden hainleri, Bulgar yine sınır dışı etti. Türkiye’mizde hiç kimse bu çamur insanlardan hesap sormadı. Millî duygunun, utanmanın ne olduğunu bilmeyen bu hain kişiler burada yaşantılarını cezaevlerinde yatanlardan defalarca daha iyi bir çizgide sürdürmektedirler.

129Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı: 57, 2005, 7.130Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. 8. Bulgaristan Türk Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1997, 439.

90

Page 92: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

İnsanı soysuz, dilsiz, adsız, dinsiz, geleneksiz bırakmanın yarasını, bıçağı kendine saplayınca anlamak mümkün. Türk kültürünü kökten kazımanın adlarda Bulgar vatandaşlarına da dokunan yanı vardı. Bugün Bulgaristan'da on binlerce Bulgar’ın soyadları Türk kökenlidir: Abacı(yev), Çarıkçı(yev), Kara(slavov), Simitçi(yev), Koyunderili(yev) gibi. Ama onlar bu Türk kökenli soyadlarını değiştirmek istemediler. Karşı koydular. Türklerden, Türklükten nefret ettikleri hâlde nesilden nesle geçmiş, etle tırnak olmuş bu soyadlarından vazgeçmediler. Bizi ağlatan, öldüren kanun onlara diş batırmadı. Soydan, kültürden geleni koparıp atmak elbette kolay değil. Ama biz millî Türk azınlığına her şeyi reva gördüler. Dediklerini yaptırmak için ordu çıkardılar. Kan döktüler. Toprağın yüzü kızardı, tarih utandı, dinsiz Bulgar’ın yüzü kızarmadı. Bu mahşer günlerinde Türkiye'miz de bize sahip çıkmadı. Neden? Çünkü Türkiye'nin bizleri korumak için bir devlet siyaseti yoktu. Osmanlılar bu topraklardan çekileli unutulmuştuk. Bizim varlığımızı, hani derler ya, Allah bile unutmuştu. Kasabın merhametine kalmış koyunlar gibiydik. Bulgarlar Amerika'daki ve Kanada'daki 40-50 soydaşına bile sahip çıkmayı başarmışlardır. Bu gibi konularda önemli olan insanın, insan olmanın değeridir kuşkusuz.

Göç konusunda 1989'da sınırın açılması önceki yanılgıların tekrarıdır. Bulgaristan bizim ecdat yurdumuz, vatanımızdı. Yeraltındaki ölüler, yeryüzündeki kültür değerlerimiz 600 yıl varlığımızın kanla yazılmış tapularıydı.

Bu eserin çok eksiklikleri olabilir. Ben bu kadarını yapmasaydım bu kitaptakiler de tarihin unutulmuşluğuna karışacaktı. Halbuki bu görevi yapacak başka adamlarımız vardı. Yapmadılar. Bu azı millî davaya hizmet için yaptım. Gazilerimiz, mahkûmların bazıları bu kitaba alınmalarını istemediler. Bu, işin üzülecek yanıdır. Kendilerine sahip çıkılmadığından dolayı Türkiye Cumhuriyeti'ne gönülleri kırıktı. Ölüme mahkûm edilmiş, Bulgar zindanlarında 15-20 yıl çürüyenler Türkiye'ye yaşlı, hasta geldiler, kendilerine Vatanî Hizmet tertibinden birer sembolik emekli maaşı bile bağlanmadı. Savaşanlar siz miydiniz, deyip hâlleri sorulmadı. Bazı bilinçsizler, biz göçmenlere "Bulgarlar" diye hitabettiler. Halbuki 4-5 yüzyıl öncesi bu topraklardan kalkıp gitmiştik Balkanlar'a. Artık geriye dönüş yapıyorduk. Acaba bizler bu ülkede yabancı mıydık?

İki kez ölüme mahkûm edilen Şumnu'dan Mehmet Fuat bu kitaba alınmasını istemedi. Burada gönlünün yaralı olduğunu söyledi. Köyümüzden (1985'lerde) 7 genç (Torlak köyünden) mücadele etmek için bir küme oluşturmuşlardı. Yakalandılar, 15, 10, 8'er yıla mahkûm edildiler. Kitaba alınmalarına izin vermediler. Kırgındılar."131

Aynı kitabın bir başka sayfasından da buraya şu satırları aktaralım:"1989'daki mecburî göçün devam ettiği günlerde... Alvanlar köyü olaylarındaki

direnişten dolayı, Belene'ye sürülen mücahitlerin hemen hepsi Çorlu'da idiler. İçlerinden biri (bağlama ustası İsmail enişte) şu beyanda bulunmuştu: "Biz üç aydır bu okulda, her sınıfta 6-7 aile olmak üzere, kalıyoruz. Akraba da olsak ayrı ayrı aileleriz. Ne soyunabiliyoruz, ne giyinebiliyoruz, ne de banyo yapabiliyoruz. Oysa, bizler (mücahitler) banka kuyruğunda beklerken, bizi (Bulgar’a) satan eski muhtar millet haini, Çorlu Emniyet Müdürü veya Belediye Başkanı ile kol kola gelip, yardım paracığını alıyor ve şişine şişine gidiyor. Adam bizi (Bulgar’a) satmaktan kazandığı parayı da (huduttan) rahatça geçirmiş ve Çorlu'nun en iyi yerinden iki tane daire de aldı. Para nelere kâdir. Bizim anavatanımızda hainlerin daha makbul oluşu, bizi kahrediyor."132 Mehmet Türker’in de Gölgedeki Kahraman adlı kitabında bu tür yorumlara yer verilmiştir.133

131Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan'daki Türkler, 2002, 28-30.132Aynı eser, XXIII-XXIV.133Mehmet Türker, 2003.

91

Page 93: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

1989'da gelen göçmenlerin Türkiye'de uyumu meselesi Bulgar araştırmacılarca yakından izlenmektedir. Bu konuda Türkiye'de sadece bir iki makale yazılabilmişken134, Bulgaristan'da Bulgarlar tarafından birçok yazı yazıldı ve böyle yazıların birkaçı bir araya getirilerek kitap hâlinde 1998 yılında Sofya'da yayımlandı. Söz konusu kitabı derleyen araştırmacı A. Jelâzkova, ayrı ayrı sosyal grupların uyum sürecini değerlendirirken, komünist döneminde Komünist Partisi’nin okullarından geçmiş, kurs görmüş eski komünist Türk yöneticilerin böyle hazırlık görmüş olmaları, yeni sosyal ortama kolayca ayak uydurmalarında bir öncelik teşkil ettiğini belirtmektedir. Her şeyden önce psikolojik planda, öteki göçmenlerin birçoğundan farklı olarak bu kişiler, megaşehir İstanbul veya Anadolu'nun uzak kentlerine yerleşmişlerdir. Bulgaristan'da, mensup oldukları kendi Türk toplumuna işledikleri günahlarından, yapmış oldukları hainliklerinden utananlar, göçmen kitlelerinin eleştiri yağmuruna tutulmaktansa, ya kozmopolit bir şehir olan İstanbul'da anonimliğe gömülmeyi veya uçsuz bucaksız Anadolu toprağının 60-70 milyonluk nüfusu arasına karışıp kaybolmayı tercih etmişler ve böyle bir imkânı büyük bir şans olarak görmüşler, azami derecede bundan yararlanmışlardır. A. Jelâzkova, eskiden Bulgaristan'da Komünist Partisi başkanlığı yapmış kişileri şimdi Türkiye'nin küçük kasabalarında cami yönetim kurulu üyesi olarak hayırsever faaliyetlerde veya her şeyden önce kendinle huzura kavuşma yolları konusunda çocukları eğitirken görmek mümkündür, demektedir.135

A. Jelâzkova’nın derlediği kitaptaki bu tür değerlendirmeler ne yazık ki hep acı gerçeklerdir. Sosyalizm döneminde Bulgar yöneticiler Türk "yardımcılarından" çok yararlandılar, Türk’ü Türk’e karşı kullandılar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk büyük göçün (1950-51) Bulgaristan Türkleri edebiyatına yansıdığını görmek mümkündür. 1950’lerde Bulgar komünist yöneticilerin ideolojik politikasında Türkiye hedef alınmıştı. Bu büyük hedefte Bulgaristan Türkler’ini Türkiye’den soğutmak, uzaklaştırmak amacı da vardı. Y. V. Stalin’in emri üzere Türkiye’ye göçün durdurulması kampanyası başlatılmıştı. "Gerici, tutucu" bir Türkiye ile Bulgaristan Türkler’inin hiç bir ilişkisi olmadığı konusu uzun süre Türkçe basın sayfalarında da eksik olmadı.136 Güdülen politikaya ayak uydurup 1950-51 göçünü şiirleştirenler de bulundu. Hâlen İstanbul’da oturmakta olan Mehmet Çavuşef’in meşhur eserlerinden biri olan Mektup adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:

………………………………………..

-Burda hayat berbat, dedi, inandın.Kalkıp göç etmeye karar verdiniz,Türkiye’yi vatanından hür sandınAç-perişan, Edirneye erdiniz.

Dediler ki: "Sana yeter Adana".Osman ağa Edirneye yerleşti."Gülmez" diye ad taktılar adınaYüreğinde binbir keder birleşti.

Yorganını yol parası edip senTuttun hemen Adananın yolunuKara vagon köşesinde titrerken,Gözyaşıyla öpüyordun oğlunu.

134Hayriye Süleymanoğlu, 1993, 3-4, 187-193; Hayriye Yenisoy, 1999, 569-573.135Antonina Jelâzkova, 1998, 27-28, 41-42.136Agitatorun Kılavuzu, Yeni Işık gazetesinin ilâvesi, Ocak 1964, 10-26.

92

Page 94: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

İki sene çabaladın, çalıştın"Dinlen artık, yorulmuşsun" diyen yokDövülmeye, sövülmeye alıştınOrda sizi insan diye sayan yok!……………………………………….

Yazıyorsun:....Bir haftadır hep açız,Açıktayız, güldüğümüz bir an yok...Ekmek için taş kırmaya muhtacızBize burda „Kimsin“ diye soran yok.

Özledim o hür göklere boy atmışYeni yeni zavotlarla, vatanı.Bulgaristan harikalar yaratmışDeğişmem ben onunla cihanı.

Doğrusu ya, bu diyarı hür sandıkAğlar mısın, güler misin bu işeYerinizde oturunuz, biz yandık,Çaremiz yok, kattık tırnağı dişe!137

Yukarıda yer verdiğimiz Mektup adlı şiirin cevabı da gecikmemiş, Mektuba Cevap adlı bir şiir daha yazarak Mehmet Çavuşef bunu Yeni Hayat dergisi sayfalarında 1955’te yayımlamıştır.

Türkçe’ye saldırılarda da yine bazı Türk aydınlar kullanıldı, çoğu durumlarda Türk "yoldaşların" katkısıyla Türkçe’mizin kaderi belirleniyordu. 1958’de Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesi’nde Türkçe’nin söz varlığına Bulgarca kelimeler kazandırılması, Türkçe’nin gramer yapısının değiştirilmesi kararlarını uygulamaya geçirecek bir komisyon kurulur.138 Komisyon harekete geçer ve bu konuda toplantılar düzenlenir. Merkez Komitesinde dar çerçevede bir toplantı yapılır. Türkler’den Selim Bilâlov, Sabri Demirov, Osman Saliev, Salih Baklaciev, Hüseyin Mahmudov vb. yoldaşlar da Komisyon üyeleri olarak bu toplantıda hazır bulunurlar. Sofya Üniversitesinden Bulgar bilim adamı dilci Prof. Lübomir Andreyçin de bu toplantıya davet edilir. Tartışılacak konu: "Bulgaristan Türkleri’nin Konuşmakta Oldukları Türkçe, Türkiye Türkçesi’nden Apayrı Bir Dildir". Toplantıda hazır bulunanlar, Bulgaristan Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasında büyük farklılıklar vardır, dolayısıyla Türkiye’de ve Bulgaristan’da konuşulan Türkçe tamamen ayrı birer dildir., diye uzun uzun konuşmalar yapılır (Ayrıntılı bilgi için bakınız: D. Genov, 1961, 47-52). Prof. L. Andreyçin bilimsellikle alâkası olmayan bu konuşmalara dayanamayıp kalkar: "Hoşça kalın yoldaşlar, ben bir dilciyim. Dilin kuralları, kanunları vardır. Dil meselelerini sizler istediğiniz gibi halledebilirsiniz" diyerek toplantıyı terk eder... Türkçe çıkan basında da yazılar yazıldı, Türkiye’de ayçiçeği denilen bitkiye Bulgaristan’da gün döndü dendiği örnek gösterildi. Daha şöyle birtakım önerilerde de bulunuldu: Türkçe’deki Arapça ve Farsça kökenli kelimeler batı dilleri kökenli kelimelerle değiştirilmelidir, yabancı kelime değil mi, ne fark eder ve Arapça kökenli cumhuriyet kelimesinin yerine Bulgarca’da da kullanılan Lâtince-Fransızca kökenli republika kelimesi kullanılmalıdır, dendi. Böylelikle Türkler’in Bulgarca’yı öğrenmelerinde bir kolaylık sağlanmış olacağı vurgulandı. Talimat üzere bazı öneriler Türkçe basında uygulamaya geçirilerek eylül yerine septemvri, ekim yerine oktomvri kelimeleri yazıldı. Türkçe’ye ilişkin daha birçok orijinal fikirler üretildi. Türkçe basında Bulgaristan Türkleri’ne Kiril alfabesi esaslı yeni bir alfabe de önerilmişti bir Türk tarafından... Türkçe’ye saldırılara ve bu konuda "orijinal" yazılara 1958-1964 yılları döneminde Türkçe basında geniş yer verilmiş, yazarları da hep yukarıda adı geçenler ve benzerleri olmuştur. Söz konusu dönemin sadece Yeni Hayat dergisi sayfalarına bakmak yeterlidir.

137Demet (Şiirler ve Hikâyeler), Narodna Prosveta, Sofya, 1955, 23-24.138İ. Yalımov, 2002, 336-337.

93

Page 95: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

1960’ların ortalarında Türkçe’ye saldırılarda bir azalma olmuş, hatta Türkçe eğitimine gereken önemin verildiği imajını yaratmak için komünist yöneticiler, Haziran 1967’de Silistre’de I. Millî Türk Dili Müşaveresi düzenlemişlerdir. İlk ve son olan bu toplantıya Bulgaristan’ın dört bucağından gelen Türkçe öğretmenlerinin çalışmalarına yön verirken ağırlık ideolojiye kaydırılarak Türkiye’de sosyalist devrimi konusu gündeme getirilir. Türk öğretmenlerin, Türk aydınlarının Türkiye’de sosyalizmi kurmak için hazırlıklı olmaları çağrısında bulunulur. Bu çağrıyı hâlen Çorlu’da oturmakta olan Hüseyin Mahmudov (Hacıoğlu) yapar. Kürsüye çıkarak: “Komünizmi Türkiye’ye götürebilmek, Türk halkına öğretebilmek için çok iyi öğrenmemiz, Partimizin de takdir edeceğibir görüştür. Konuşmalarda bu sorunlara ağırlık verilmesini istirham eder, hepinize saygılar sunarım…!” sözleriyle konuşmasını bitirir.139 Ancak Türkçe konusu birkaç yıl sonra yeniden gündeme getirilmiş ve Türkçe konuşma yasağı da uygulanmaya başlamıştır…

Yukarıda da belirtildiği üzere, Türk’ü Türk’e düşman edindirmekte Bulgar yöneticiler ustalaşmışlardı. Komünist yöneticilerin "yardımcılarının" mensup oldukları Türk topluluğuna işledikleri günahlar, yaptıkları kötülükler edebiyata da yansımıştır. Şiirde de düz yazıda da bu acı gerçekler gözler önüne serilmektedir. Eski Yugoslavya şartlarında da birtakımlarının benzer tutum ve davranışları yerli Türk edebiyatında yankısını bulmuştur. Fahri Kaya’nın Günün Birinde Oraya Uğrarsan adlı hikâyesi bir örnek olarak gösterilebilir.140

Bulgaristan, 1990’dan bu yana demokratikleşme sürecine girmiş bulunmaktadır. Geçmiş döneme kıyasla, izlenmekte olan liberal bir politikada bir hayli mesafe alınmıştır. Kuşkusuz, yapılması gereken daha çok şeyler vardır. Meselâ, Türk çocuklarının ana dili öğretimi konusu gerçek anlamda bir çözüme kavuşmuş değildir. Türkçe öğretiminde engellik yaratmaya çalışan birtakım çevreler sosyalizm döneminde olduğu gibi, günümüzde de Türk "yardımcılarını" kullanmaktadırlar. Bulgarlaştırma olaylarından yıllar önce Türk adından vazgeçerek Mihail Yançev (eşinin soyadını almış) olan Muhiddin Mehmedov, serbest seçmeli bir ders olan Türkçe öğretimine düşman kesilmiştir. Türkçe’ye meydan okuduğu aynı bu dönemde de bu kişinin (kendisini üniversite öğretim üyesi /!?/ olarak tanıtıyor) Türkiye Cumhuriyeti kurum ve kuruluşlarının yayımları arasında bir derlemesi (T. C. Kültür Bakanlığı yayını, 2002) ve bir yazısının (Türk Dili, 2003) yayımlanmış olması göçmen aydınlarımızı rahatsız etmektedir. Türkiye bilim kurumlarıyla yazışmalarında: "Ben Türküm" demeyip, "Ben sizlerle dildaşım" diye yazması da ilginçtir. Bulgaristan Türkleri’nin kökeninde Türklük izleri bulunmadığını, bunların zorla İslâmlaştırılmış Bulgarlar olduklarını yazılarıyla "kanıtlayan" ve başkalarının da böyle yazılar yazmalarını emreden141 bu kişinin Türkçe aleyhine de böyle düşmanca tavır almasını belki de normal karşılamak gerekir.142

Çocuklarının Türkçe’yi unutmakta olduklarını, bunların Türkçe olarak artık adlarını dahi yazamadıklarını, Bulgaristan’da Türkçe’yi karanlık günler beklediğini gören birçok Türk ana babalar, yine Türkiye’ye göç etmek için çareler aramaktadırlar.

Şunu da belirtmekte yarar vardır: Türk azınlığı ve Türklük aleyhine birtakım faaliyetlerde bulunmuş olanları, yeni gelinlerin çeyiz sandıklarındaki şalvarları çıkartıp paçalarını kesenleri, İslâm dini aleyhine yazdıkları "bilimsel" eserleriyle unvan almış olanları, başkalarının canlarını yakmakla kendi mutluluklarını kurmaya çalışanları, her şeyi nefsine yedirebilenleri, Felek yine Türkiye’nin eline düşürdü: Türkiye’ye göç etmiş olan bu kişiler Türkiye’nin her türlü desteğiyle; Bulgaristan’da, özellikle Sofya’da kalan böyleleri de Türkiye şirketlerinden aldıkları ücretlerle ve büyük bağışlarla ömürlerinin yaşlılık dönemini yaşamaktadırlar… Buna feleğin oyunu mu desek?!... Ne desek?!...

139Tuna dergisi, Sayı: 73-74, İstanbul, 2003, 94.140Fahri Kaya, 1998, 11-21.141İ. Çavuş, Hak ve Özgürlük, Sayı-3, 1998.142İ. Yalımov, 2002, 445.

94

Page 96: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Balkan göçmenleri, Rumeli Türk ağızlarının birtakım özelliklerini de getirmişlerdir. Kemal Arı, mübadele göçmenleri "konuşulan dil yönünden de Türkiye'deki yerleşik kültüre farklı bir şive aktarmışlardır" diyerek şöyle devam ediyor: "Bu şivede "h" sesini yutarak ya da farklı bir sesle karşılayarak konuşmak pek yaygındı. Bunun yanında konuşmanın akışı "abe", "abe mari", "breh", "kızan", "kızancık" gibi terimlerle süslenmekte, bu durum özellikle konuşma anında heyecan, sevinç ve özlem gibi davranış kalıplarıyla birlikte ortaya çıkmaktaydı."143

Dil özelliklerinden söz ederken şunu da vurgulayarak belirtmek gerekir: Bir etnik mensubiyet ifade eden "Bulgar" kelimesinin Türkiye'de gelişigüzel kullanıldığı bir gerçektir. Göçmenler ise: "Biz Bulgar olsaydık, baba ocağımızdan kovulup da göç yollarında perişan olmayacaktık. Türk olduğumuz için Bulgaristan'da çileler çektik, neden Türkiye'de bize "Bulgar", "Bulgar Türkü" deniyor da B u l g a r i s t a n T ü r k ‘ ü denmiyor?", diyerek üzüntülerini dile getiriyor, sert tepki gösteriyorlar. Hatta "Bizim hâlimizden en iyi anlayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'tır", diyenler de oluyor. Çünkü Mayıs 1994’te Bursa’da düzenlenen bir panele katılan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Balkan Türkleri Göçmen ve Mülteci Dernekleri Federasyonu-Bursa-BALGÖÇ temsilcileriyle de görüşerek: "Bizim hâlimizden en iyi sizler anlarsınız", demişti.144 Birtakım Türkiyeli aydınlar, daha da ileri giderek "Bulgaristan Türkleri’nin ana dili Bulgarca’dır" diye yazmaktan çekinmiyorlar. Bu konu sanat eserlerinde de yankısını bulmuştur. R. Recep, Ben Bulgar Değilim adlı şiirinde şöyle diyor:

Evet Bulgaristanlıyım:Allah’ı tek bilir, severim ırkımı.Tarihe destanlar yazmış bir soydan gelirim.Ben anlatayım, siz yapın yargımı.

Şehidimiz var Yemen Harbinde.

Dedemin dedesi aylarca Pilevne'yi savunmuş,Vurmuş "vur" dediğini Osman Paşa'nın.Sonra da Şıpka'da kalmış Ruslarla savaşta.Kanıyla yazmış hikâyesünü hayatın.Dedem eğitim görmüş Selimiye'de.

Elini öpmüş Ata'nın Suriye Cephesinde.Bağdat Cephesine sürülünce sonra,Esir düşmüş İngilizlere.Tarihe destanlar yazmış bir soydan gelirim.Allah’ı tek bilir, ırkımı severim.

Evet Bulgaristanlıyım, ezilmiş TÜRKÜMBenim adım Dobruca, Deliorman,Benim adım Trakya, Rodoplar.Türkçe’mi anamdan öğrendim,

143K. Arı, 2003, 172.144Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı-11, 1994.

95

Page 97: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Babamdı din Hocam.145

Genç kalemlerden Ajda Meşeli de Balkanlar’da Türk Olmak adlı şiirinde Anadolu’ya şöyle sesleniyor:

Stranca ötelerinde, sert esen bir rüzgârla geldimdünyaya…Şanım şerefim: Türk olmak.Suçum yine aynı: Türk olmak.Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak

Ey Anadolu!Kalemim kırılır acıdan, yazmaya kalksam.Anlatmaya kalksam.………………………………………………………….Zor günlerdi… Ey Anadolu, çok zordu yaşananlar…Kılıç yarasından beterdi, yüreklere saplanan acılar.Yine de dayandı hepsine Türk’ün çevik yüreği…Ölmeyi denedi de, dili bir türlü;“Ben Bulgarım” diyemedi.

Ne işkenceler çekti nice şanlı yürekler, bir bilsen…Ateş üstünde yürümek mi dersin,Kan ter içinde dövülmek mi dersin…Yolda yürürken, bir türkü mırıldanmışsın

gönlünce…

Para cezası yemişsin.

Üstelik onların istediği gibi de giyinmemişsin…“Adın ne?” diye sorduklarında,“Ben Türküm!” diye cevap vermişsin.Bulgar olduğunu iddia ettiklerinde de.Şiddetle inkâr etmiş,Ve… zindana mahkûm edilmişsin.

Ah Anadolu, bir bilsen…Nasıl mahrum ettiler bizi ezan sesinden.Ramazanda davul sesinden.Bayramlarda çocukların sevincinden.Düğünlerde bir parça musikiden.Adımızdan, şanlı Türk adımızdan…Nasıl da mahrum ettiler.

Konuşmamızdan tut da, kılık kıyafete kadar.Okunan kitaplardan, dinlenen plaklara kadar.Örf ve âdetlerden ibadetimize kadar karıştılar.Türk olmayı, hep yasakladılar!Çünkü korkuyorlardı Ey Anadolu,Korkuyorlardı Türk’ün şanlı adından.

145Balkanlar'ın Sesi, Sayı: 2, 1989, 37.

96

Page 98: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

O kadar ki,Tarihimizi bile bizden kıskandılar.Türk, hiçbir zaman kanmadı onların yalanlarına.Leke sürdürmedi hiç, altın tarihin sayfalarına.Gurur duydu hep,Fatih Sultan’la, Mustafa Kemal Paşa’yla………………………………………………………..İşte böyle Anadolu,Bir destandır Balkanlar…Karış karış toprağı aralasan,Toprak anlatır sana, çekilen acılardan…Bir haber verir, kasırga misali esen rüzgârdan.

Benim adım “Türk!” Anadolu,Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak,Bir başkadır Balkanlar’da suçlu olmak!

Sen bilmezsin, en asil suçtur bu,Eşi benzeri yoktur dünyada…İşte bu yüzden,Sakın “Bulgar” diye hitap etme bana!Çünkü bir sancı çektim ben, bilemezsin…Strancaların çook arkalarında…Çünkü senelerce hasret kaldım ben,Senin şefkat dolu kucağına.

Kızdığım bundadır işte sana!Ne zaman ki, “Bulgar” diye hitap ediyorsun bana.Ben, Türk olmanın bedelini su gibi içtim oralardakana kana!Şimdi tek isteğim, haykırmak Türklüğümü…Senin çorak topraklarından bütün cihana.

Hey Dünya!Ben bir Türküm.Bir zamanlar en büyük suçumdu bu benim.Aynı zamanda, içimde yaşattığım ebedi gururumdu.İşte şimdi haykırıyorum sana!Ben bir Türküm!Mustafa Kemal’in yolunda,Şehit kanlarıyla yoğrulmuş Ay Yıldız’ın altında.……………………………………………………………146

Yeni yayımlanmış bir romandan da şu diyalogu buraya aktaralım:

"-...Ben göçmen kökenliyim.-Anladım. Sizler kızım, Bulgar’ın soykırımı cenderesinden geçmiş

saygıdeğer insanlarsınız.

146 Kaynak, Sayı 26, 2005, 18.

97

Page 99: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

-Evet, ama beybaba, bizlere kasten "Bulgar" diyor bâzı kimseler. Tepedeki sorumlulardan bile diyenler bulunuyor... Siz neden hakaret etmediniz? Şaştım doğrusu!

-Aman kızım, o nasıl söz? Dört-beş yüzyıl önce hepiniz bu topraklardan göçtünüz. Oraları sürdünüz, ektiniz, öldünüz, yurt edindiniz. Şimdi geri dönüş yaptınız. Orada başka milletlere karışmadınız. temiz kaldınız. Anadolu’da bizlerse karıştık......

-Hatta Pekşen adında bir köşe yazarı bir yazısında bizleri Bulgar, ana dilimizi de Bulgarca olarak göstermeye çalıştı. Hem de hiç utanmadan yaptı bunu...

-Aldırma demeye dilim varmıyor kızım, ama sen yine aldırma. Sadece bir o değil, onun gibiler çoktur ülkemizde.

-Bizler bir zamanlar baba yurdumuz olan coğrafyada sanki kiracı olarak yaşıyor ve yabancı muamelesi görüyorduk. Vatan diye sarıldığımız tek şey dilimizdi. Yasak edildiği yıllarda bile gizlice konuştuk, onu daha çok sevdik. Sevdiğimiz, konuştuğumuz için cezaevlerine kapatıldık, sürüldük. Cenderede sıkıştıkça daha çok Türk olduk. Bizler aile dilimizle onurumuzu, kimliğimizi kurtardık. Buna karşı kendini unutmuşlardan hakaret görüyoruz.

-Siz kahramansınız kızım. Almanya veya başka Avrupa ülkelerine işçi olarak giden vatandaşlarımız 5-10 senede dillerini unutuyorlar. Sizler ise 120 yılda unutmadınız. Acılarınızla, göz yaşlarınızla yaşattınız dilinizi. Şehitlerinizle yücelttiniz.

-Eğer sırf Bulgaristan'da doğduğumuz için Bulgar isek, büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı Makedonya'da doğdu. Bu durumda Makedon olmalı.

-İsyanında haklısın kızım. Yerden göklere kadar haklısın..."147

Yukarıdaki diyaloga günümüzdeki şu gerçeği de eklemeliyiz: 1993 yılından bu yana tüm Türk Dünyası’ndan olduğu gibi, Balkan ülkelerinden de Türk kökenli gençler Türkiye'mizin sağladığı burs ve her türlü yardımlarla Türkiye liselerinde, enstitü ve üniversitelerinde öğrenim görmektedirler. Bu gençlere de "Bulgar", "Rumen", "Makedon", "Yugoslav", "Yunan" olarak kimi görevliler dahî hitap etmekten çekinmemektedirler. Öğrencilerin isyanına ne yazık ki şimdiye kadar aldıran da olmamıştır.

Şair ve yazar Ömer Osman Erendoruk ise gazeteci Yalçın Pekşen’in yazısına karşılık olarak araştırma niteliğinde Bir Başkadır Bizim Eller adlı bir eser yazdı (Ömer Osman Erendoruk, 1994). Ocak 1994 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Pekşen’in köşe yazısında "Acaba Soydaşların Ana Dili Türkçe mi Sayılmalı, Yoksa Bulgarca mı?" şeklinde yazısına bir cevap olarak kaleme aldığı söz konusu eserinin ön sayfalarında şunları okuyoruz:

"Bulgaristan Türkleri bizler, hakaret edilmeye, dövülmeye, sövülmeye, hatta öldürülmeye alışığız. Bunu Bulgaristan’da iken dinimizi düşman din belleyen, milletimizi düşman millet sayan Hıristiyan Bulgarlar, sonra da dinsiz komünistler yapıyorlardı; Türkiye’ye gelince Müslüman Türk kardeşlerimiz yapıyor. Fakat bize böylesine bir hakareti reva görenleri cevapsız bırakmak âdetimiz değildir.

Bir Müslüman Türk zannettiğim kardeşten yediğim hakaret darbesiyle zonklayan başımı avuçlarımın içine alarak uzaklara, üst üste yığılan yılların ötesine,

147Ahmet Şerif Şerefli'nin Sen İstanbul'a Gelme adlı romanından, 2003, 91-92.Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından yılda iki kez düzenlenen Kamu Personeli Yabancı Dil Sınavı (KPYDS)’na giren göçmenlerin birçoğu Bulgarca’dan başarılı oluyorlardı. Maaşlarına yabancı dil tazminatı denen ek ücret eklenmesi Yalçın Pekşen gibilerini rahatsız etmiş ve gazetelerde bu konuda bazı yazılar yayımlanmıştı.

98

Page 100: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Rodop Dağları’nın Güneydoğu eteklerinde kalan çocukluğumu imdada çağırdım. Zaten ne zaman çağırsam hep gelir. Bu kez de geldi… Yalınayak, başı açıktı".

Çocukluğu, yazarı bu hâliyle elinden tutup, gerilere doğru uçuruyor. Doğup büyüdüğü köyünde, bölgenin dağlarında, yollarında gezdiriyor. Türk ailelerine misafir oluyorlar, düğünlere, cenazelere katılıyorlar. Bayramları kutluyorlar, mevlitlerde şerbet içiyorlar, panayırlarda yağlı güreşleri seyrediyorlar. Yüze yakın başlık altında Bulgaristan’ın Doğu Rodoplar’ında gelenek ve göreneklerin ne kadar sade Türkçe ve Müslüman’ca olduğunu kanıtlayarak 268 sayfadan oluşan yazıyı gazeteci Y. Pekşen’e gönderiyor148

Balkan göçmenlerine Türkiye'de "gâvur" diyenler de olmuştur. "Doğduğum Topraklar" belgeselinin 4 Şubat 2004 tarihînde TRT 2'de izlediğimiz Dördüncü Bölümünde Denizli'nin Honaz ilçesinden yaşlı bir mübadil kadın şöyle anlatıyordu: "Biz buraya geldiğimiz yıllarda, bize "gâvur" diyenler oldu. Biz de: "Niye bize "gâvur" diyorsunuz? sorduğumuzda: "Gâvur memleketinden geldiğiniz için siz de gâvursunuz" diyorlardı. Biz de: "Biz gâvur memleketinden geldik, ama içimizde gâvur yoktur" cevabını veriyorduk". Bazı devlet memurlarının Giritli göçmenlere de "gâvur" dedikleri durumlar olmuştur.149

Ne yazık ki günümüzde de göçmenlere "gâvur" diyenler vardır. Garip olan da şudur ki Avrupa’ya gitmiş Türkiyelilere de zamanla ''gâvur'' hatta ''gâvurcu'' demeye başlıyorlar: Kanal NTV’nin 21.12.2004 tarihli "Gerçeğin Ta Kendisi" programında Kadir Çöpdemir’in Brüksel’den yaptığı bir canlı yayında buradaki Türkler’den aldığı söyleşide kökleri Emirdağ bölgesinden genç kızlardan biri "Biz Türkiye’ye, memleketimizi ziyarete gittiğimizde bize gâvurcular geldi diyorlar", diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.

Cumhuriyet döneminde "göç" kavramının da türlü evrelerden geçtiğini görüyoruz. Doksan üç Harbinden sonra, 1950-1951 de dahîl, Türkiye'ye gelen Balkan göçmenlerine "muhacir" denmiştir. 1968-1978'de Bulgaristan'dan gelenlere "muhacir" değil de "göçmen" dendi. 1989'un Büyük Göçünde gelenler ise ne "muhacir" ne de "göçmen" idiler. Bunlara "soydaş" dendi. Resmî yazışmalarda, medyada "soydaş" kelimesi işlerlik kazandı. Yakın geçmişe kadar Osmanlı Devletinin sınırları içinde yaşamış ve Türk nüfusun önemli bir bölümünü oluşturmuş Balkan Türkleri "soydaş" oluverdiler. Dilin tarihî gelişme sürecinde elbette birtakım kelimelerde anlam genişlemesi, bâzı değişmeler olabilir. Ama bir Yakutistan (Saha) Türküne de, bir Balkan Türküne de "soydaş" demek bilmem ne kadar doğru olabilir. Aynı Balkan devletinin sınırları içerisinde yaşamış bir Balkan Türk ailesinin bireyleri, aynı ana ve babanın çocukları türlü yıllarda Türkiye'ye göç etmiş oldukları için bunlar üç türlü adlandırılmaktadırlar: Erken göç etmiş olanlar "muhacir"dir. Daha sonraki yıllarda Türkiye'ye gelmiş olanlar "göçmen"dir. Son Büyük Göçte gelenler ise "soydaş"tır ve "soydaş" olarak da toplumda yerlerini almışlardır.

148Ayrıntılı bilgi için bkz.: Mehmet Türker, Kalem Kılıçlaşınca-Ömer Osman Erendoruk’un Edebiyat Kimliği, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul, 2004, 123-130.İskender Özsoy da İki Vatan Yorgunları adlı kitabında (sf. 173) göçmenlerin memleketlerinden koparıldıktan sonra Türkiye’de iskân edildikleri bölgelerin yerli halkı tarafından “yaban”, “Macır-Muhacir”, “Bitli macır”, “Gâvur tohumu” ve “Yarım gâvur” diye küçümsendiklerini yazıyor.149Tahmizci-zâde Mehmed Mâcid, 1977, 32.

99

Page 101: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Bir de "dış Türkler" ifadesi vardır. Bu, sadece Balkan Türkleri’nin değil, tüm Türk Dünyası’nın dikkatini çekmektedir. Orta Asya Türkleri: "Biz "dış Türk" değiliz. Aslında Türkiyeli kardeşlerimiz "dış Türk’tür". Çünkü tüm Türkler’in ata yurdu Orta Asya'dır" diyorlar.

Balkanlar ile ilgili tarih ve edebiyat araştırmalarımızda, hatta bazı sanat eserlerimizde "Balkanlar’dan Anadolu’ya dönüşümüz", "Balkanlar’dan çekilişin edebiyatı" gibi ifadelerin giderek yaygınlık kazanmakta olduğu dikkati çekmektedir. Böyle ifadeler birtakım Bulgar tarihçilerce malzeme olarak kullanılmakta ve : "Türkler hiçbir zaman Balkanlar’da ebediyen kalacaklarını düşünmemişler, "Buralara geldik ve gideceğiz, geldik ve döneceğiz" demişler", diye yazmaktadırlar. Oysa yüzyıllar önce Anadolu’dan buralara gelen Türkler, bu toprakları vatan bilmiş, emekleriyle, alın terleriyle buraları şenlendirmişler, buralarda zengin bir kültür yaratmışlardır. Baba ocaklarından acımasızca kovulunca da vatan deyip, memleket deyip Rumeli’nin hasretini çekmişlerdir. Balkan göçmenleri nesillerdir memleketlerinin, o toprakların özlemini çekerek bu dünyaya gözlerini yummakta, ölüp gitmektedirler... Okunan salâlarda geçmişte olduğu gibi, günümüzde de ölen göçmenlerin gelmiş oldukları Balkan memleketleri bildirilmekte, mezar taşlarında da doğdukları Balkan yerleşim yerlerinin adları yazılmaktadır...

Her şeye rağmen, dağları, denizleri aşıp gelen göçmenlerde ortak özellik, paylaşılan bir kültür vardır. Dil, din, gelenek ve görenekler gibi ortak kültürel kökenin, ortak kültür norm ve değerlerinin var oluşu, Balkan göçmenlerinin yerli halkla başarılı bir biçimde bütünleşmesini kolaylaştırmış ve Türk devleti büyük sorunlar yaşamamıştır.

Göçmenlerin gelmesiyle Anadolu'nun Türk etnik ve sosyal yapısı güçlendirilmiştir. Balkanlar'da acı çekmiş, derin millî duyguya, millî bilince sahip olan göçmenlerin Devlete bağılılıkları, millî Türk Devleti’nin, Cumhuriyetimizin kuruluş ve gelişmesine bu çalışkan insanlarımızın katkıları, birçok araştırmacı tarafından vurgulanarak belirtilmektedir.

Göç olgusunu her yönüyle inceleyecek olanlar, bunun hüzün, özlem ve beklenti olduğunu göreceklerdir...

* * *

Türkiye'ye belli maddî ve manevî kayıplara uğramış olarak gelen Balkan göçmenlerinin yeniden toparlanması kolay olmamıştır. Göç felâketini ve bunun bir devamı olan sıkıntılı, üzüntülü uyum süreçlerini yaşamış kuşaklar, türlü nedenlerle başlarından geçeni kâğıda dökmemişler. İçe kapanarak acılarını sessizce yaşamayı tercih etmişler... Ölümleriyle anılar da anlatılar da tarihin unutulmuşluğuna karışmıştır. Göçmenleri bu uğurda yönlendiren, teşvik eden kurum ve kuruluşlar da bulunmamış... Oysa tüm yaşananlar kaleme alınıp derlemeler oluşturulmuş olsaydı, günümüzde bu alanda hissedilen boşluk olmazdı. Edebiyatımızda da, bilimsel araştırmalarımızda da bir boşluk hissedilmektedir. Göç olgusuna hasredilmiş az sayıda eserler de geniş okuyucu kitlesi bulamamış... Bu alanda yapılan bazı araştırmaları da devam ettiren bulunmamış...

100

Page 102: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Göç olgusunu yaşamış başka ülkelerde anılar, anlatılar arşivlenmiş, bunların bir kısmı da yayımlanmıştır. Tüm yaşananlar da roman, hikâye, şiir, günlük gibi çeşitli edebî türler altında yeniden yorumlanmıştır.

Son yıllarda Türkiye’de de bu uğurda görülen hayırlı atılımlara destek verecek ve tarihîmizdeki göç olgusunu ve uyum süreçlerinin her yönüyle araştırılmasını sağlayacak, bu alanda yapılan çalışmaları koordine edecek güçlü bir bilim araştırma merkezine büyük ihtiyaç vardır. Böyle bir merkezin öncelikli olarak çalışmalarından biri de hâlen hayatta olan göçmenlerin anılarını, anlatılarını kaleme alıp arşivlenmesi olmalıdır.

Avrupa ülkelerinde son zamanda kimi çevrelerde bir göç anıtı dikilmesi ve nerede dikilmesi konusu tartışılmaktadır. Bir göç anıtı dikilecekse, Türk göçlerini sembolize edecek bir anıt olmalıdır, çünkü son yüzyılların büyük göçlerini Türkler yaşamıştır, diyenler vardır. Rumeli'den dalga dalga gelen yüz binlerce göçmeni önce İstanbul karşılamış, bunları barındırmış, bağrına basmıştır. Belki de gün gelir, doğa ile kültürün bir uyum içinde birleştiği bu güzelim İstanbul'da Türkün tarihî kaderi olan göç olgusunu simgeleyecek büyük bir anıt dikilir.

Gönül ister ki Balkan acıları dünyanın hiçbir yerinde tekrarlanmasın, felek bundan böyle hiç kimseyi zorunlu göç yollarına düşürmesin, göçmenliğin çilelerini çektirmesin, hiç kimseye sıkıntılı uyum süreçleri yaşatmasın...

Ne güzel demiş şair150:

Sorma buralarda ne işimiz var!Tuna boylarında Aliş'imiz var!Yemen Türküsü'ne ağlayışımız,Nasrettin Hoca'ya gülüşümüz var!

"Alı var" diyorlar "kırmızı güle"Hasan'ım martini alıyor ele,Ramizem'in evi kapılmış yele…Yusuf'la Arda'ya dalışımız var!..

Sevda yalan derler, sakın inanma!Tuna'dan geliyor ince donanmaKoca Yusuf seni unuttuk sanma!Deli Ormanlar'da güreşimiz var!

Yunus gibi yüce pirlerim durur!Sarı Saltuk gibi erlerim durur!Anıttepe gibi yerlerim durur!Samsun'dan yükselen güneşimiz var…

Akdeniz'de yüzer, Yavuz'umuz var!Manastır içinde havuzumuz var!Arda'da, Aras'ta, Zap'da kutlanır,

150 Orhan Seyfi Şirin, Aliş'imiz var!, Kaynak, sayı-11, 2002, 5.

101

Page 103: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Nevruz Günü, Hıdrellez'imiz var!

Malkoçoğlu eyerler mi kıratı?Eser zaman, yakın eder serhatiMostar imiş şu dünyanın Sırat'ıYıkık köprüsünde bir taşımız var!..

Kızanlar hatıra getire bizi…Balkanlar koynuna yatıra bizi…Yıllardır yaşatır hatıra bizi…Üsküp'te beş yüzyıl kalışımız var!..

Uyduk mürteciye, döndük şaşkına!Döndük bir muhacire, düşküne!Yetiş beylerbeyi Allah aşkına!Üç yüz yıl uykuya dalışımız var!

Küfür saydık, felsefeyi bilimi;Ezberledik, hurafeyi zulümü!..Hak etmeden katliamı, ölümü,Üç yüz sene bozgun oluşumuz var!

Al bre, al bizi, al götür bu yaz!Tuna’yı, Bosna'yı özledim biraz!Sorma bre sorma ne işimiz var!Tuna boylarında Aliş'imiz var!

102

Page 104: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

103

Page 105: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

BİBLİYOGRAFYA

Adıvar, Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanı (İstiklâl Savaşı Hatıraları), Özgür Yayınları, İstanbul, İkinci Basım, 2005.

Agitatorun Kılavuzu, Yeni Işık gazetesinin parasız ilâvesi. Ocak 1964.

Ağanoğlu, H. Yıldırım, Osmanlıdan Cumhuriyet'e Balkanlar'ın Makûs Tarihî, İstanbul, 2001.

Alp, İlker, Belge ve Fotoğraflarıyla Bulgar Mezalimi (1878-1989), Ankara, 1990.

Arı Kemal, Büyük Mübadele. Türkiye'ye Mecburî Göç (1923-1925), 3. Baskı, İstanbul, 2003.

Atay, Falih Rıfkı, Taymis Kıyıları, İstanbul, 1970.

Atlas, Aylık Coğrafya ve Keşif Dergisi, Sayı: 153-Aralık 2005.

Aziz, Osman, ″Canlarım Türküler Bizim Türküler″, LakovPRES, Sofya, 2002, 35-38.

Balkanlar’dan Esinti, Sayı: 6, 1991.

Balkanlar’ın Sesi, Sayı: 2, 1989.

Balkanlı, Ali Kemal, Şarkî Rumeli ve Buradaki Türkler, İstanbul, Elhan Kitabevi, 1986.

Bardakçı, İlhan, İmparatorluğa Veda, İstanbul, 1985.

Baykal, Bekir Sıtkı, Millî Mücadelede Anadolu Kadınları, Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1986.

Bayramöz, Sabahattin, Türkçenin Sarmaşıkları, T. C. Kültür bakanlığı Yayını, Ankara, 2002.

Boran, Behice, Toplumsal Yapı Araştırmaları (İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tekkiki), Ankara, 1945.

Bozov, Salih, V imeto na imeto, İzd. Literalna integratsiya, 2005.

Bulgaristan Türkler’inin Sesi, Sayı: 9, 1994.

Çapan, Cevat, Deniz Ürperiyor Uzakta, Adam Şiir Klasikleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2003.

Çavuşev, İsmail, Totaliter ve Posttotaliter Devirde Bulgaristan’da Süreli Basın, 1944-1998: Balkan Ülkelerinde Türkçe Eğitim ve Yayın Hayatı Bilgi Şöleni. Bildiriler, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara, 1999.

Çavuşev, İsmail, Zoraki Ödev, Hak ve Özgürlük gazetesi, Sofya, Sayı-3, 1998.

104

Page 106: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Çetiner, Yılmaz, Şu Bizim Rumeli, İstanbul, 2. Baskı, 1994.

Deliorman, M. Necmettin, Bulgaristan Türkleri, Yakın Tarih ve Hatıralar.

Demet (Şiirler ve Hikâyeler), Narodna Prosveta, Sofiya, 1955.

Duman, Halûk Harun, Balkanlara Veda, İstanbul, 2005.

Engüllü, Suat, "Balkan Savaşı’ndan Sonra Makedonya'da Türkler."Makedonya'da Rumeli Türkler’inin Tarih ve Kültürleri Panelleri ve Konferansı, İzmir, 1996, Makedonya Türkler’inin Kültür ve Dayanışma Derneği Yayını.

Engüllü, Suat, Pınarlı'dan Çıktık Yola, Üsküp, 1989.

Eren, Cevat, Türkiye'de Göç ve Göçmen Meseleleri, İstanbul, 1966, 297.

Erendoruk, Ömer Osman, Bir Başkadır Bizim Eller... (Hâtıralar, Gözlemler), Turan Yayıncılık, 1994.

Etniçeskiyat Konflikt v Bılgariya-1989; Sotsiologiçeski Arhiv, Petkov, Krıstö, Fotev, Georgi (Ed.), İnstitut po Sotsiologiya pri Bılgarskata Akademiya na Naukite, Profizdat, Sofia, 1990.

Glenny, Misha, Balkanlar 1804-1999. Milliyetçilik, Savaş ve Büyük Güçler, Türkçesi: Mehmet Harmancı, İstanbul, 2001.

Genov, Dimitır, Bratskata drujba mejdu bılgarskoto i turskoto naselenie v Bılgariya, İzdatelstvo na Bılgarskata Komunistiçeska Partiya, Sofiya, 1961.

Gökaçtı, Mehmet Ali, Nüfus Mübadelesi. Kayıp Bir Kuşağın Hikâyesi, 1. baskı, İstanbul, 2002.

Güney, Zahit, İnsan Olmak, İstanbul, 1999.

Halaçoğlu, Ahmet, Balkan Harbi Sırasında Rumeli'den Türk Göçleri (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1994.

Halka Doğru "Millî Türküler", Sayı: 4, 2 Mayıs 1329/15 Mayıs, 1913, 25.

Horata, Osman, Mehmet Ali Ekrem, Hilmiye Ekrem, Arzu Sema Baydar, Nevzat Özkan, Mariya Durbaylo Angelova, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 12. Romanya ve Gagavuz Türk Edebiyatı, T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 2001.

Horvath, Béla, Anadolu, 1913, 2. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayını, İstanbul, 1997.

Hösch, Edgar, Geschichte der Balkanländer: von der Frühzeit bis zur Gegenwart - 4. aktualisierte und erw. Aufl.; Verlag C. H. Beck, München, 2002.

105

Page 107: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

İpek, Nedim, Rumeli'den Anadolu'ya Türk Göçleri (1877-1890), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1994.

İsen, Mustafa, Suat Engüllü, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 7. Makedonya, Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı, T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1997.

İstinata za ″Vızroditelniya Protses″: Dokumenti ot Arhiva na Politbüro i TsK na BKP, İnstitut za izsledvane na İntegratsiyata, Sofia, 2003.

Jelâzkova, Antonina, Mejdu Adaptatsiyata i Nostalgiyata, Bılgarskite turtsi v Turtsiya, IMIR, Sofiya, 1998.

Kaya, Fahri, İkindi Güneşi, Birlik Yayımları, Üsküp, 1998.

Kaya, Fahri, Makedonya’daki Türk Varlığı yazısından. Balkanlar’daki Türk Kültürünün Dünü-Bugünü-Yarını: Milletlerarası Sempozyum (26-28 Ekim 2001) Bildiri Kitabı. Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü, Bursa-2002, 181.

Kılıç, Osman, Kader Kurbanı, T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1989.

Kılıç, Osman, Nereden Nereye:, Göçmenlere Yardım Derneği Ankara Şubesi Bülteni, Sayı-10, 2003.

Konukman, Ercüment, Basında Dış Türkler, 1989-1990, "Bulgaristan Göçü."

Konukman, Ercüment, Tarihî Belgeler Işığında Büyük Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara, 1990.

Kúnos, İgnács, Türk Halk Edebiyatı. Yayına hazırlayan: T. Gülensoy, Akçağ Yayını, Ankara, 2001.

Kurnaz, Şefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923), İstanbul, 1992.

Lauzanne, Stephane, Balkan Acıları: Hastanın Başucunda Kırk Gün, (Osmanlıca Baskısından Günümüz Türkçesine Çeviren: Murat Çulcu), Kastaş A. Ş. Yayınları, İstanbul, 1990.

Mançev, Krıstö, Natsionalno maltsinstveniyat vıpros v bılgarsko-turskite otnşeniya. Turtsiya, Balkanite, Evropa (Bulgaristan-Türkiye İlişkilerinde Milli Azınlık Sorunu), Sofiya, 2003, sf. 100-134.

McCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün. İnkılâp Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, 14-15, 149.

McCarthy, Justin, Osmanlı’ya Veda. İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006.

Memoğlu, Mustafa, Kriçim Türkleri. Tarih ve Kültür. (Baskıdadır).

106

Page 108: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Memoğlu-Süleymanoğlu, Hayriye, Edebiyatımızda Balkan Türkler’inin Türkiye’ye Göçleri, EJOS, VII (2004), No. 4, 1-53.

Mısıroğlu, Aynur, Kuvva-yı Milliyenin Kadın Kahramanları, İstanbul, 1976.

Mısıroğlu, Kadir, Moskof Mezalimi, 1972.

Mollov, Riza, Bulgaristan Türkler’inin Halk Şiiri, Narodna Prosveta Yayınevi, Sofya, 1958, 143-144.

Nayır, Yaşar Nabi, Balkanlar ve Türklük, Ankara, 1936.

Nayır, Yaşar Nabi, Balkanlar ve Türklük, İstanbul, 1999.

Özakman, Turgut, Şu Çılgın Türkler, 4. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2005.

Özdek, Refik, Ocağımız Sönmesin, İstanbul, 1989.

Özsoy, İskender, İki Vatan Yorgunları. Mübadele Acısını Yaşayanlar Anlatıyor, 2. Basım, İstanbul, 2003.

Poulton, Hugh, Balkanlar. Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, 1. Baskı, 1993.

Raci Efendi, Hüseyin, Zağra Müftüsünün Hâtıraları (Tarihçe-i Vak’a-i Zağra), 1001 Temel Eser, Tercüman, Yayımlandığı yıl belirtilmemiş.

Saral, İsmail Tosun - Emre Saral, Macarlar ve Tuna Hakkında Yazılan Şiirler (1300-2000), Türk-Macar Dostluğu Derneği, İkinci basım, Ankara, 2001.

Selimoğlu, İsmail, Sadi Bayram, İnsanlığın Yüzkarası, Bulgar Mezalimi ve Bulgaristan’daki Vakıf Eserleri, Camilerimiz, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ankara, 1989.

Sofuoğlu, Adnan, Osmanlı Devletinde Ortaya Çıkan Göç Problemleri ve Türk Göçlerinin Bir Safhası. Türk Kültürü, 383, 1995, 168.

Stoyanov, Valeri, Turskoto Naselenie v Bılgariya Mezhdu Polüsite na Etniçeskata Siyasîa, Lik, Sofia, 1998.

Stoyanov, Zahari, Zapiski po Bılgarskite Vızstaniya (Bulgar İsyanları Üzerine Notlar), Bılgarski Pisatel, Sofiya, 1983.

Süleymanoğlu, Hayriye, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe-7, 1ci baskı: Sofya, 1990, 2ci genişletilmiş baskı: İstanbul, 2000.

Süleymanoğlu, Hayriye, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe-8, 1ci baskı: Sofya, 1990, 2ci genişletilmiş baskı: İstanbul, 2000.

Şerefli, Ahmet Şerif, Bulgaristan'daki Türkler (1879-1989), T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 2002.

107

Page 109: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Şerefli, Ahmet Şerif, Sen İstanbul'a Gelme. (Basın yeri belirtilmemiştir), 2003.

Şimşir, Bilâl, Bulgaristan Türkleri, İstanbul, 1986.

Şimşir, Bilâl, Rumeli'den Türk Göçleri. I-III, Ankara, 1968, 1970, 1989, 90.

Tansel, Fevziye Abdullah, İstiklâl Harbinde Mücahit Kadınlarımız, Ankara, 1988.

Tahmizci-zâde Mehmed Mâcid, Girit Hâtıraları, Yayına Hazırlayanlar: İsmet Miroğlu – İlhan Şahin, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1977.

Tryjarski, Eduard, Prasa Turków Bugarskich i jej jezik: Przeglad orientalistyczny, Warszawa, 1962, Nr. 4 (44).

Turan, Ömer, The Turkish Minority in Bulgaria, 1878-1908. Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1998.

Türker, Mehmet, Gölgedeki Kahraman, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul, 2003.

Türker, Mehmet, Kalem Kılıçlaşınca - Ömer Osman Erendoruk’un Edebiyat Kimliği, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul, 2004.

Uçman, Abdullah, Rıza Tevfik, Ankara, 1986, 47.

Uygur, Salih, Bulgaristan’dan Anavatana Göç, İstanbul, 1969.

Ülküsal, Müstecib, Dobruca ve Türkler, Ankara, 1966.

Yalımov, İbrahim, İstoriya na Turskata Obshnost v Bılgariya, İ.-Evtimov, EOOD, Sofia, 2002.

Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Bulgaristan Türkleri Şiiri, Türk Dili Özel Sayısı, V, (Türkiye Dışı Çağdaş Türk Şiiri, Sayı: 531, Mart, Ankara, TDK, 1996), 449-578.

Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8., Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara, 1997.

Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Türkiye’deki Bulgaristan Göçmenlerinin Dil Sorunları Var mı?, Milletlerarası Üçüncü Türk Kültürü Kongresi Bildirileri 25-29, Eylül 1993, 2. Cilt, Ankara, 1999, 569-573.

Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Çocuk Edebiyatından Örnekler. T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 2002.

Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Halk Edebiyatında Balkan Türkler’inin Göç Kaderi, Türk Kültürü, Sayı: 485-486, 2003, 1-19.

Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Edebiyatımızda Balkan Türklerinin Göç Kaderi, Toplumsal Gelişim Derneği, Ankara, 2005.

108

Page 110: kircaalihaber.comkircaalihaber.com/yazi/hayriye_hocanin_yazisi_2010.doc · Web viewNe tarafa bakarsanız, ya yeni yapılacak büyük boğuşmanın hazırlıklarını, yahut da açılmış

Yücebaş, Hilmi, Filozof Rıza Tevfik, İstanbul 1978, sf. 367-371.

Yücelden, Şerafeddin, "Yugoslavya'dan Sessiz Türk Göçü", Türk Dünyası dergisi, Sayı-11, İstanbul, 1968, 12-16.

Yüzbaşı Von Herbert, Plevne Meydan Muharebesi, İstanbul, 2004.

Zaim, Sabahattin, "Son Yugoslav Muhacirleri Hakkında Rapor", İ. Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 19, Sayı, 1-4'den Ayrıbasım.

Zaim, Sabahattin, Türk Dünyasında Balkanlar'dan Hâtıralar, Yeni Türkiye, Türk Dünyası Özel Sayısı 16, C. II, 1758-1765.

109