44

Vizyon33 Temmuz Sayısı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Kent Kültürü ve Yaşam Dergisi

Citation preview

Page 1: Vizyon33 Temmuz Sayısı

1

Page 2: Vizyon33 Temmuz Sayısı

2 3

Page 3: Vizyon33 Temmuz Sayısı

Merhaba,

Mersin’in Yaşayan Efsanelerinden, Prof. Dr. Vural Ülkü

Bu ayki yaşayan efsanelerimizden, Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakülte-si’nin kurucu dekanı ve Mersin Üniversitesi’nin kurucu rektörü olan Prof. Dr. Vural Ülkü konuğumuz. Yaşarken değeri bilinmesi gereken yaşayan efsanemiz, Mersin Üniversitesi’ne kuruluşundan günümüze kadar büyük katkılar sağladı. Yazdığı kitaplar, yaptığı çalışmalarla eğitim ve bilime önem verilmesini vurgulayan önemli büyüklerimizden biri olan Prof. Dr. Vural Ülkü ile sizleri buluşturmaktan gurur duyuyoruz. Mersin’de 83 Yıl Önce Başlayan Bir Hikaye

Çamlıbel’in, bir zamanlar Mersin’in en önemli ve elit semtlerinden biri olmasının yanı sıra kentin de ticaret merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Şimdiki Kültür Merkezi’nin önündeki boş alanda ‘’Kokulu Büfe’’ olarak bilinen sevim-li bir büfe kent halkının kalbinde taht kurmuştu. Tabii o zamanlar o boş alan beton yığını değil, yeşilliklerin arasında güzel bir parktı. Biz de bir fotoğraftan yola çıkarak büfenin sahibi rahmetli Ali Kokulu’ nun kızı Vildan Kokulu’ ya ulaşıp, büfeye ve o dönemin Mersin’ine dair sohbet ettik. 83 yıl öncesinin Mersin’i ve ‘’Kokulu Büfe’’ nin hikayesini okuyacağınız röportajımız sizlerle...

Anamur’da Gizli Turizm: Deniz Kaplumbağaları

Mersin’in Anamur ilçesinin Pullu kumsalında deniz kaplumbağaları rahatsız olmasın diye çevredeki insanlar denize girmiyor ve kumsalı boşaltıyor. Soyu tükenmekte olan bu canlıları koruyan ve neslinin devamı için seferber olan insanlar hem doğal yaşama hem de turizme katkıda bulunuyor.

Atalay Demirci ‘’Kel Alaka’’ Gösterisiyle Mersinlileri Güldürdü

13 yıllık Stand Up geçmişi olan Atalay Demirci’nin yıldızı bir televizyon pro-gramı sayesinde parladı. Geçtiğimiz günlerde Mersinlilerle buluşan Demirci , salondaki seyircilerine keyifli anlar yaşattı. Ünlü komedyenle yaptığımız eğlenceli röportajımız sizlerle...

‘’Her Mevsim’’ Kalıcılığını Yitirmeyen Şarkılarla, Sevinç Arda...

Kentimizin nadide seslerinden biri olan Sevinç Arda klip çekimi için Mersin’e geldi. Şehri tüm güzelliğiyle ön plana çıkarmak istediğini söyleyen Sevinç Arda ile albümü ve klipleri üzerine çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

TEMMUZ 2013 • SAYI:20

203242466875

RÖPORTAJMersin Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Vural Ülkü

KİŞİSEL BAKIMGözaltı Morluklarından Kurtulmanın Yolları

BİYOGRAFİMevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi

HOBİMavinin Derinliklerine Yolculuk

Uzman Diyetisyen | Zuhal Aynacı BayelYaz Mevsiminde Dikkat Edilecek Konular

Cinsel Terapist | Yaşam Yanardağ ÇelikTartışma Sonrası Barışma Şeysi

Page 4: Vizyon33 Temmuz Sayısı

6 7

Mersin 2013 IIVX. Akdeniz Oyunları açılış törenine Başbakan Recep Tayyip

Erdoğan, eşi Emine Erdoğan, Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Ekonomi Bakanı

Zafer Çağlayan, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik,

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Başkanı Jacques Rogge ve IOC üyeleri katıldı.

Bu sene 17.si düzenlenen Akdeniz Oyunları 20-30 Haziran

tarihleri arasında Mersin’de düzenlendi. Şehrin her yerinde,

gözle görülebilen büyük değişiklikler yapılarak Türkiye’nin büyük

organizasyonlara hazır olduğu kanıtlandı. İstanbul 2020’nin son

virajı olarak görülen Akdeniz Oyunları başladığı günden bitişine

kadar şehre çok büyük hareketlilik getirdi. Bu hareketliliğin

içerisinde sadece turistler, yabancı gazeteciler ve sporcular

yoktu. Şehrin halkı da spor bilincinin ne kadar yerleştiğini

gösterircesine oyunlar boyunca salonları doldurdu. Bu coşkulu

halk karşısında altın madalya alan Türk sporcuları büyük sevinç

yaşarken başarı elde edemeyen sporcularımıza da Mersin halkı

kucak açmayı bildi. Sporun birleştirici gücünü ön plana çıkaran

Mersin 2013 IIVX. Akdeniz Oyunları Koordinatörlüğünün “3 Kıta

Tek Yürek” sloganıyla çıktığı zorlu yolda Mersin halkı yardımını

esirgemedi. Yerli, yabancı tüm sporculara ve turistlere Türk

misafirperverliğini gösteren halk tüm dünyanın ilgisini çekti.

HABER Evrim Aydın

Sadece Akdeniz ülkelerinin değil tüm dünyanın

merakla beklediği sayılı gün geldi ve 20 Haziran tarihinde

Akdeniz Oyunları’nın resmi açılışı gerçekleştirildi. Londra

Olimpiyatlarını aratmayan bir açılış töreni yapıldı. 658

kişilik Türk kafilesinin bayrağını milli güreşçi Rıza Kayaalp

taşıdı. Muhteşem bir açılış düzenlenen gecede Piri Reisi

canlandıran Kenan Işık etkili ses tonuyla Mersin tarihinde

önemli yere sahip olan tüm unsurları anlatarak seyircileri

büyüledi. Kenan Işık’ın sunumuyla birlikte sahneye özel

bir sistemle yansıyan görüntüler, anlatılan her şeyi

birebir seyircilerin yaşamasını sağladı. Özellikle Piri Reis

gemisinin herkes tarafından ilgi çektiği seremonide Türk

kültüründen ve Mersin tarihinden önemli figürler de

kullanıldı. Törenin sonunda sahneye çıkan Ajda Pekkan

stadyumdaki coşkuyu doruk noktasına ulaştırmayı

başardı.

Mersin’in simgesi Kızkalesi de sahnede muhteşem görüntüsüyle ve

etkileyici tarihiyle yerini aldı.

Page 5: Vizyon33 Temmuz Sayısı

8 9

Tunuslu halterci Khalil El Maoui Mersin 2013’ün ilk altın madalyasını ICMG Başkanı Amar Addadi’den aldı.

Oyunların ilk altını halterde Tunus’a giderken, Türkiye adına ilk altını yine halterde Bünyami Sezer kazandı.

Oyunların ilk günü kürek branşında eleme yarışlarıyla başlarken ilk altın halterde Tunus’a gitti. Tunuslu halterci Halil El Maoui koparma ve silkme branşlarında altın madalyayı Uluslararası Akdeniz Oyunları Komite Başkanı (ICMG) Amar Addadi’den aldı. Türkiye’nin oyunlardaki ilk madalyası ise yine halter branşında milli halterci Bünyami Sezer tarafından geldi. Bir altın bir de gümüş madalya alan milli halterci podyumda gözyaşlarına engel olamadı. İlk güne rekorla başlayan kadınlar halter müsabakaları silkmede İtalyan Jenny Caterina Pagliaro kendisine ait olan oyunlar rekorunu kırarak altın madalyayı boynuna taktı. Aynı kilo kadınlar koparmada İtalyan sporcunun rakibi olan Sibel Özkan Konak ise gümüş madalyayı Türkiye’ye hediye etti. İlk kez Mersin oyunlarında yer alan tekvando branşında ise Türkiye’ye ilk altını kazandıran isim 80+ kiloda mücadele eden Ali Sarı oldu. Oyunlar süresince başarıların yanı sıra yaşanan sürprizler de çok konuşulanlar arasında yerini aldı. 4 yıldır hiçbir uluslararası organizasyonda yenilmeyen Dünya şampiyonu ve Londra Olimpiyatlarının altın madalyalı ismi Servet Tazegül yarı final mücadelesinde İspanyol rakibi Daniel Q. Barrerade’ye yenilerek büyük hayal kırıklığı yaşattı. Akdeniz Oyunları’ndaki bir diğer sürpriz ise yüzme branşında yaşandı. Bu dalda önemli bir başarısı bulunmayan Türkiye aynı gün içerisinde Mersin’de havuzdan iki bronz ve bir gümüş çıkarmayı başardı. Bu sonuçların alındığı günün akşamında Bosna Hersek karşısında sahaya çıkan Türk Milli U19 Futbol Takımı 10 kişi kalmasına rağmen rakibini 3-2 yendi ve yarı finalde Tunus’un rakibi oldu. Yarı finali de 2-0 lık skorla rahat geçen Milliler finalde Fas’la karşılaştı. 30 yıl sonra yine karşılaşan iki takım normal süresi 2-2 tamamlanan maçta penaltılara kadar yenilemedi. Maçın sonucunu belirleyen penaltı atışlarında Fas Milli Takımı rövanşı da vermeyerek altına uzandı. Akdeniz Oyunları’nın bir başka sürprizi

ise jimnastikten geldi. Ümit Şamiloğlu’nun Türkiye’ye 20 yıl sonra altın madalyayı getirdiği branşta İbrahim Çolak gümüş Ferhat Arıcan da bronz aldı.

26 yıl sonra gelen dev şampiyonlukla basketbol milli takımı Türk halkını gu- rurlandırdı. Ciritte ise Fatih Avan üst üste ikinci kez ay yıldızlı bayrağı gönde-re çekmeyi başardı.

Türkiye’ye belki de en büyük coşkuyu Türk Milli Basketbol Takımı yaşattı. 12 Dev Adam Servet Tazegül Spor Salonu’nda oynanan final maçında Sırbistan’ı yenerek 1987 yılından bu yana ilk kez Akdeniz Oyunlarında şampiyon oldu. 8 bin coşkulu seyircinin önünde altın madalya kazanan basketbol takımı madalyalarını Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın elinden aldı. Atletizmin ilk günü rekorlarla başladı. Ciritte Fatih Avan üst üste ikinci kez Akdeniz Oyunları şampiyonu oldu. Dünya sıralamasında 5. sırada bulunan ciritçi Fatih Avan kendi seyircisinin önünde altın madalya coşkusunu doyasıya yaşadı. 110 m engelli koşusunda Yunanlı atlet Konstantinos Douvalidis oyunlar rekorunu kırmayı başardı. Sırıkla atlamada ise yeni rekorun sahibi bir başka Yunanlı sporcu Stellalro Ledaki oldu. 1500 m kadınlarda yarışan Tuğba Koyuncu yarıştığı branşta 3. olarak bronz madalya aldı ve Türkiye’ye atletizmde ilk madalyayı getirdi. Atletizmin bir başka gününde piste çıkan İlham Tamui Özbilen, tek adam şovuna çevirdiği kendi kategorisinde altına rahat uzandı. Bir diğer atletimiz Polat Kemboi Arıkan’da aynı Özbilen gibi şov yaptı. Oyunlar rekoru temposunu yakalayan Arıkan son 7 kilometresini tek başına koştuğu yarıştan altın madalyayı kazandı.

Türkiye’ye oyunların ilk altınını kazandıran milli sporcu Bünyami Sezer.

Oyunlarda diğer heyecanlı maçlar teniste oldu. Çağla

Büyükakçay ve Pemra Özgen ortaklığıyla finale çıkan Türkiye,

ikilinin mükemmel oyunuyla altın madalyayı kazandı. Çiftlerde

final havasını doruk noktada yaşatan Çağla-Pemra ikilisi

çekişmeli bir maçın ardından kazandığı altın madalyanın

coşkusunu seyircileriyle paylaştı. Tek kadınlar final maçında ise

ertesi gün tekrar korta gelen Çağla Büyükakçay İspanyol rakibini

yenerek tekrar podyumun en üst noktasına çıkmayı başardı.

İki gün üst üste altın madalya kazanan Çağla Büyükakçay

bu branşta ne kadar güçlü bir isim olduğunu bir kez daha

gösterdi. Tek erkekler final maçında Marsel İlhan Sloven Blaz

Rola karşısında istediği sonucu elde edemedi ve gümüşle

yetinmek zorunda kaldı. Bu maçların oynandığı gün Türkiye

tatamiyi de kırmızı beyaza boyamayı başardı. Karate branşında

6 kategoride de sporcusu olan Türkiye dört altın bir gümüş

alarak büyük başarı yakaladı. Plaj voleybolunda Murat Giginoğlu

ve Selçuk Şekerci ikilisi İspanyol rakipleri Herrera ve Collado’yu

rahat geçerek altın madalyanın sahibi oldular. Kadınlar

voleybolda turnuvanın favori isimlerinden Filenin Sultanları

Türk Milli Voleybol Takımı üst üste 5. Akdeniz Oyunları finaline

çıkarak Pescara’da rakibi olan İtalya ile karşılaştı. Son Akdeniz

Oyunlarının finalinde karşılaşan iki takımın maçında gülen taraf

İtalya oldu.

Açılış seremonisindeki mükemmellik

kapanışta da devam etti. Türk kafilesi

de Akdeniz Oyunları tarihinde kendi

seyircisi önünde altın madalya reko-

runu kırmanın haklı gururunu seyirci-

lerle paylaştı.

Muhteşem maçlara, sürprizlere ev sahipliği yapan

Mersin’de 10 gün boyunca her şey oyunlara odaklıydı. Açılışının

da muhteşem olduğu Mersin 2013 IIVX. Akdeniz Oyunları 30

Haziran günü yine Mersin Stadyumu’nda düzenlenen kapanış

töreniyle sona erdi. Açılışta sahneye gelen Piri Reis Gemisi

figürünün kapanışta da onu temsilen sahneden gitmesi çok

büyük anlamlar ifade ediyordu. Mersin Büyükşehir Belediye

Başkanı Macit Özcan’ın oyunların resmi bayrağını 18. Akdeniz

Oyunları’nın düzenleneceği Tarragona’nın Belediye Başkanı

olan Josep Pobleti Tous’a teslim etmesiyle oyunlar resmi olarak

Mersin’de bitmiş oldu. Tüm branşlarda toplamda 126 madalya

kazanan Türkiye, Akdeniz Oyunları tarihindeki en büyük başarıyı

elde etti. Oyunlara başlamadan önce 50 altın hedefiyle yola

çıkan 658 kişilik Türk kafilesi, 47 altın kazanarak 1993 yılındaki

34 altın rekorunu kırmayı başardı.

Page 6: Vizyon33 Temmuz Sayısı

10

Ortaçağ’ın ardından terk edilen ve uzun bir suskunluk dönemi geçiren Korykos antik kenti bugünkü adını, gök mavisi denizin ortasında bulunan adacık üzerindeki kaleden alır. Efsane; bir kahinin kehaneti üzerine, kızını yılanlardan korumak için kent kralının bu kaleyi yaptırdığını, ancak korkunç kaderin, prensesi bir meyve sepeti içinde yakaladığını anlatır. Bugün toprağın altında, bu prensesle birlikte onun görkemli kenti de uyumaktadır. Kentin sınırları oldukça geniş bir alana yayılmaktadır. Doğuda Elaiussa Sebaste (Ayaş), batıda ise Korykion Antron’a (Cennet-Cehennem) kadar uzanan kent, kuzeyde Adamkayalar’la sınırlanabilir. Bu geniş arazi, bölgenin en büyük kentinde olduğumuza işaret eder. Yalnız Kızkalesi’nin değil, Kilikia’nın da en etkileyici ve en gizemli noktası şüphesiz ki Adamkayalar’dır. Binlerce yıl önce burada yaşamış olan önemli siyasi aktörlerin, sonsuza değin hatırlanmaları amacıyla kayalara kazınmış kabartmaları, yaşamı ve ölümü düşünmeye zorlayan birer heykel ya da mezar taşı gibi karşımızda durmaktadır. Tarihi M.Ö. 2. yy.’a kadar uzanan antik Korykos kenti, Roma ve erken Bizans dönemlerinde en parlak evresini yaşamıştır. Kentin en eski bulgularından biri, karayolunun kuzeyinde, yola paralel uzanan ve yer yer izlenebilen Helenistik sur duvarlarıdır. Kara kalesinin kuzeyinde bulunan mezarlar ise Anadolu’nun en büyük ve en gösterişli nekropollerinden birini oluşturmaktadır. Bu ölüler kentinin mezar kitabelerinde, binlerce yıl öncesinde burada yaşamış olan insanların kimlikleri, sosyal yaşamları ve kültürleri hakkında bilgi edinilmektedir.

Bugün hiçbir sütunu ayakta olmadığı için görülemeyen Roma dönemine ait sütunlu yol, kentin zenginliğini belgeleyen en önemli unsurlardan biridir. Kuzey-güney aksında uzanan bu yapının ayağa kaldırılması, Korykos’un tozlanmış siluetini değiştirecektir. Bölgenin en büyük tapınağı da, bugün toprak ve bitki örtüsü altında bulunmaktadır. Yaklaşık 50 metrelik uzun kenarıyla dev bir mühendislik harikası olan bu yapı 1500 yıllık suskunluğun ardından, tekrar ayağa kaldırılacağı günü beklemektedir. Korykos’un önemli bir liman ya da önemli bir askeri üs olmanın ötesinde, erken Hristiyanlık döneminin en önemli dini merkezlerinden biri olduğu da anlaşılmaktadır. Görkemiyle hala büyük etki yaratan dev boyutlardaki beş kilisenin dışında, onlarca küçük kilise ve şapel, kentin dinsel kimliğinin günümüzdeki kanıtlarıdır. Her yeni gelen uygarlık kendisinden öncekileri farklı amaçlarla değiştirmiş ya da tahrip etmiştir. Roma, Helenistik dönemi; Bizans, Roma’yı; Ortaçağ krallıkları da Bizans’ı ve diğerlerinden kalanları değiştirmiştir. Bu nedenle bugün görülebilen kalıntılar arasında tüm bu kültürlerin izleri bulunmakla birlikte, en yoğun mimari Bizans ve Ortaçağ krallıklarına aittir. Bu özelliklerinin yanı sıra, ipeksi kumlarla örtülü Korykos sahilleri dünyanın en güzel denizine de ev sahipliği yapmaktadır. Muhteşem Ortaçağ kalesinin yanındaki antik limandan Akdeniz’in ılık sularına girerken; gök mavisinden laciverde, turkuazdan yeşile her tonu yaşayabildiğiniz suların ortasındaki Kızkalesi insanı büyülemektedir.

TARİH Murat Durukan | Arkeolog

Page 7: Vizyon33 Temmuz Sayısı

12 13

Mersin Fotoğraf Derneği bünyesinde oluşturulan Canan Yaşar Portre Atölyesi'nin 6 ay önce başlattığı “Meram'ın Ustaları” çalışması sona erdi. 70 fotoğrafçı ile başlayan çalışma 6 ay sonunda 48 fotoğrafçı ile tamamlandı. Editörlüğünü Canan Yaşar, Haluk Seçilmiş ile Hayrettin Kırdı'nın yaptığı çalışma tamamlandığında

çekilen fotoğraflar, tek tek elendikten sonra geriye kalan 78'i sergi için hazırlandı. Fotoğrafların basılmasının ardından sergi, fotoğrafların çekildiği merkez Toroslar ilçesine bağlı Tozkoparan Mahallesi'nde bulunan Meram Küçük Sanayi Sitesi içinde 'Meram'ın Ustaları' adıyla açıldı.

Mersin'de bir grup fotoğrafçı, sanayi ustalarının fotoğraflarıyla Meram Küçük Sanayi Sitesi’nde sergi açtı. 48 fotoğrafçı 6 aylık zamanda, sergilenmek üzere 78 eser ortaya çıkardı.

SERGİ

MERAM Sanayi Sitesi, 15 Temmuz 1977’de 61 dük-kandan oluşarak kurulmuş ve yaklaşık 40 dükkan ile hizmete başlamıştır. Özel şahıs malı olan Meram Sanayi Sitesi, eski Meram sinemalarının sahibi olan ve Girit’ten gelen 4 kardeş tarafından kurulmuştur. Aynı zamanda dükkanları işleten ustalar tarafından da çok sevilip sayılmışlardır.

Zaman geçtikçe bazı ustaların dükkanları dar geldiğinden 2 dükkan birleştirilerek kullanılmıştır. Günümüze kadar ustaların bazıları vefat etmiş bazıları da yaptığı işi bırakmıştır. Şimdilerde Meram’da kullanılan dükkan sayısı çaycı dahil 26 adettir. Meram Sanayi Sitesi; akücü, tornacı, sobacı, kaynakçı, demir doğramacı, perforje, vidacı, soğuk demirci, egzozcu ve prefabrik ev yapan ustalarla dolu olup, her gün dükkanlarını açmaktan huzur duyan insanlarla yeni bir güne merhaba demektedir.

Page 8: Vizyon33 Temmuz Sayısı

14 15

Uçuş Öncesi Güvenli Yolculuk

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Mersin’de İçel Koleji’ni bitirdim. Arkadaşlarım üniversiteye giderken ben sınavlara bile girmedim. Başarılı olacağıma inandığım hukuk ve siyaset alanını istiyordum, fakat o dönemlerde mecburen ticarete atıldım. 4 kardeş olarak Mersin’deki iş yerimizde ticaretle uğraşıyorduk. Ticaretle uğraşmamıza rağmen hiç birimizin ticaret geçmişi yoktu. Bu hayatta ne öğrendiysek o dükkânla başladı. Orası yeri geldi şarküteri oldu, yeri geldi beyaz eşyacı, birçok kez sektör değiştirdik ve bu sayede ticareti öğrendik. Hayatım ticaretle geçti ve şunu öğrendim ki ticarette başarılı olabilmek için ilkeli olmak gerekiyor.

Uçak kadar uçak servisleri de bizim için önemlidir. Güvenilir ve rahat bir şekilde havaalanına gitmek istiyoruz derseniz, sizin için sizi düşünen Gündinç Kılavuz şirketini önerebiliriz. Gündinç Kılavuz; Onur Air ve Sun Express firmalarının lisanslı taşımacılığını yapan bir şirket. Şirket sahibi Mustafa Gündinç ile çalıştığı firmalardan, prensiplerinden, böyle bir başarının sırrından ve yolcularının rahatlığı için yaptıklarından konuştuk. Öncelikle Mustafa Gündinç’i tanıyarak başlayalım röportajımıza.

Mustafa Gündinç

RÖPORTAJ

Şimdi çalıştığınız firmalarla bu aşamaya nasıl geldiniz?

2003-2004 yıllarında Almanya’da ticaretle uğraşıyordum ve sürekli Türkiye’ye gidiş geliş yapıyordum. Bir süre sonra artık Almanya’nın eski cazibesinin olmadığını gördüm ve Türkiye’ye temelli dönüş yaptım. Bundan sonra ne yapacağımı düşünürken çocukluk arkadaşım Bumer Tur’un sagibi Fuat bana servis şoförlüğü teklif etti. O zamanlar Türk hava yolları dışında tek özel hava yolu şirketi Onur Air’di. Onların biletli yolcularına taşımacılık yapabileceğimi söyledi. Ticarette biraz cesur olduğum için bu teklif aklıma yattı ve kabul ettim. Hemen bir araç aldım ve servise başladım, fakat ilk bir sene biraz sıkıntılı geçti, servisleri tercih eden yoktu. Bu durum biraz canımı sıkıyordu, çünkü yolcu olmayınca aracın giderlerini karşılamakta güçlük çekiyordum. Onur Air bölge müdürü bizi sürekli ziyaret ederdi. Bir gün ziyaretlerinin birinde firmalarının taşımacılığını yapmamı teklif etti. Tüm belgeleri ayarladım, fiyat teklifini verdim ve kabul ettiler. Böylece taşımacılık sektörüne adım atmış oldum. O dönemler yolcu patlaması vardı ve araç küçük olduğu için Mersin’de ki diğer firmalara taşımacılık işi vermeye başladık. Daha sonra bir araç daha aldım ve Havaş firmasından yardım istedik. Biz bununla ilgilenirken o sırada Sun Express firması çıktı. Taşımacılık için birisini arıyorlardı ve nereye gittilerse bizi önermişler. Geldiler bana teklifte bulundular. Onlarla da sözleşme imzaladık ve çalışmaya başladık. Tabi iki firmayla birden çalışınca araç sıkıntısı çekmeye başladık ve her yıl bir araç almaya karar verdik. Şimdi Onur Air ve Sun Express firmalarının lisanslı taşımacılığını yapıyoruz. 2005 yılından bu yana 8 yıllık bir süreç geçti, fakat sistemi daha yeni oturtabildik.

Sizin başarınızın sırrı nedir? Büyük firmalara güven aşılamanızın püf noktası nedir?

Firmalara güven aşılamamın en büyük nedeni işin başında olmamdır. Yaptığın işe büyük bir zaman ayırmak, düzgün durmak çok önemlidir. Kendi ilkelerin ile ticaret hayatındaki ilkelerinin örtüşmesi gerekiyor. Birçok hava yolu şirketi taşımacılık işini ihaleyle verir. Bu işi tek ihalesiz alan kişi benim. Bu işlerde sözleşmeler hep 1 yıl yapılır, ama bizde sözleşme Sun Express ile 4, Onur Air ile 2 yıldır. Sadece formaliteyi

yerine getirmek için notere gideriz. Bu ihaleyi almak için uğraşan bir ikinci kişi her zaman kapı dışarı kalmıştır, çünkü benim işe bakış açım çok farklıdır, beni önemli kılan budur. Sun Express ve Onur Air firmalarıyla bütünleşmişiz artık. Yeri gelir onlar benden bilgi alışverişi yaparlar, yeri gelir ben onlardan bir şeyler öğrenirim. Bu tamamen yaptığın işe zaman ayırmakla ilgili bir şeydir, işinin başında olman gerekir. Ben bu konuda çok titiz biriyim, kurallara bağlı olmayı seviyorum. Önemli olan işlerin aksamamasıdır, para daha sonraki aşamadır. İşi iyi yapabilmek ve haz almak gerekir. Ben işe koşarak gidenlerdenim. İşim beni tatmin ediyor, bu nedenle severek yapabiliyorum. Gecem gündüzüm bu işle geçtiği için sürekli hareket halindeyim. Yaptığım işi benimsiyor ve onu hayatının bir parçası olarak görüyorum.

Yolcularınızın rahatlığı için ne gibi prensipleriniz var?

Sivil havacılık kurallarına göre uçak yolcusu servis aracına bindiği an uçağın içerisindedir. Kışın yolcumuzu barındıracağımız, yağmurdan koruyacağımız bir alana ihtiyacımız vardı. Bu ihtiyacı biz yaklaşık 4 yıl önce giderdik. Şık ve hijyenik bir yer olması için uğraştık. Hava yollarında birçok ürün pahalı fiyatlara satıldığı için yolcularımızın her ihtiyacını karşılaması, sağlıklı bir şekilde barınması için bir yer ayarladık.

6-7 aylık bir restorasyon sonunda Bigger’ı açtık. Bigger, sadece hava yolu yolcularına hizmet eden bir yer. Yolcumuz orada suyunu kahvesini içerek yorgunluğunu atabiliyor, kışın yağmurdan korunurken servisini bekleyebiliyor. Bunun dışında araçlarımızda 2 ayda bir ilaçlama yapıyoruz. Araçlarımızın iki tane uluslararası kalite tescil ödülü var. Bunlar sıradan belgeler değiller, kontrol edilerek verilirler. Sürücülerimizin eğitimleriyle ilgili olarak Sun Expres firmasının da desteğiyle her sürücü için bir günlük özel eğitim veririz. Bütün sürücülerimiz bu eğitimden geçer. Eğitimlerde insan odaklı, yolcuya nasıl davranılacağı konusunda bilgiler verilir. Bu eğitimlerin haricinde kendi içimizde sürücülerimi Lüks firmasının eğitimlerine göndererek hepsinin sertifikasını aldım. Yolcu aldığınızda koltukların ve yerin temiz olması, klimanın düzgün çalışması gerekir. Bunlarla ilgilenmesi için personel müdürü aldım. Hiçbir detayın gözümüzden kaçmaması gerekiyor. Belki ekonomik olarak bir Havaş değiliz, ama bu işe insan odaklı olduğumuz için çok daha farklı bakıyoruz.

Page 9: Vizyon33 Temmuz Sayısı

16 17

Hava taşımacılığı çok kısa zamanda çok hızlı teknolojik ve yapısal değişiklikler yaşamış olan bir sektördür. Hava taşımacılığının bugünkü yapısı tek bir hamlede olmamış, bugüne gelinc-eye kadar sektörü et-kileyen farklı gelişmeler-le karşılaşılmıştır.

Havacılığın temeli 1400’lü yıllarda uçak kanatları ile ilgili çizimler yapan Leonardo Da Vinci zamanı-na dayanmaktadır. Leonardo’nun havacılıkla ilgili çalışmalarında, 150 çeşit uçan araç projesi vardır.

1 15.yy Leonardo da Vinci’nin hava aracı ve paraşüt çizimleri

2 1633 Lagari Hasan Çelebi’nin fişek ile yükselmesi

3 1638 Hezarfen Ahmed Çele-bi’nin Galata Kulesi’nden uçuşu.

4 1783 yılına kadar zayıflayan,

fakat hiç sönmeyen uçma çabası, Paris’te Montgolfier Kardeşlerin ilk kağıt kaplı balonlarını halkın önünde sıcak havayla doldurarak uçurmasıyla alevlenmiştir.

İlk insanlı balonun uçuşu ise 15 Ekim 1783 tarihinde Platre de Ro-zier tarafından gerçekleştirilmiştir.

Balon nedir?Balon, ısıtılmış hava ya da hafif bir gazla (helyum, hidrojen) doldurulan atmosferde uçabilen, genellikle sepetli hava taşıtıdır.

5 1909 Count Zeppelin, hava taşımacılığında kullanılan ilk zeplin.

Zeplin nedir?Hafif bir gazla doldurularak havada askıda kalma özelliği kazandırılmış, idare edilebilir balonlu hava gemis-idir. Zeplini balondan ayıran en büyük özellik tahrik ve dümen sistemidir. Zeplin’de gaz olarak helyum kullanılır.

Avrupa’da havacılığın babası olarak kabul edilen Sir George Cayley; taşıma gücü yüksek olan kanat profilleri,

uçağın sağa sola hareketini sağlayan kuyruk dümeni, ağırlık merkezi ve aerodinamik çalışmalarıyla büyük başarı kazanmıştır.

6 Otto Lilienthal 1891’de insan taşıyan ilk aracını yaptı ve kayışla sırtına taktığı bu araçla bayır aşağı koşarak havalanmayı başardı.

7 1903 ilk motorlu uçuş Wright Kardeşler

Sivil havacılığın gerçek anlamda 1903 yılında başladığı kabul edilmekte ve günümüze kadar olan gelişimi dört

evrede incelenmektedir:

Oluşum Evresi (Formative Period) (1903-1938)

Büyüme Evresi (Development Period) (1938-1958)

Olgunluk Evresi (Maturity Period) (1958-1978)

Liberalleşme Evresi (Deregulation Period) (1978-Günümüz)

1 2 3

4 5 6

7

TARİH

Page 10: Vizyon33 Temmuz Sayısı

18 19

Türbülans nedir?

Aniden olan hava hareketleridir. Uçaklar, sıcaklık ya da yükseklik değişimi gibi farklı nedenlerden olan bu hava hareketleri yüzünden sarsıntı geçirir.

Türbülans ile hava boşluğu aynı şey mi?

Hava boşluğu türbülans yerine kullanılan yanlış bir terim. Hava gibi gazlarda boşluk meydana gelmesi mümkün değil. Hava boşluğu olarak tarif edilen ve uçağın bir anda düşme-sine neden olan olay ise bulutsuz havada oluşan, CAT (Clear Air Turbulance) olarak bilinen ve pilot tarafından önceden görülemeyen açık hava türbülansıdır.

Tehlikeli mi?

Yolcuların türbülanstan korkmasına gerek yok. Ancak uçuş boyunca ikaz ışıkları yanmasa bile kemerlerini bağlı tutma-larında fayda var. Çünkü uçuş sırasında hava akımlarının yaşanması çok doğal. Ancak bunlar yerinde oturan ve kemeri bağlı olan yolcuları etkilemiyor.

Uçağı düşürür mü?

Hayır. Türbülans uçağın irtifa kaybetmesine neden olabilir ama bugüne kadar türbülans yüzünden hiç uçak düşmedi.

Pilotlar türbülans olup olmayacağını nasıl anlıyor?

Türbülans olup olmayacağına dair en önemli ipucu aynı rotada daha önce uçan uçaklardan alınan bilgi, meteoroloji uzmanlarının hazırladığı tahmin raporları ve yine pilot-lar tarafından hazırlanan raporlardır. Ancak radarlardan görülemeyen açık hava türbülansına da sık sık rastlanıyor.

Açık hava türbülansı neden fark edilmiyor?

Türbülans, normal şartlarda radarla tespit edilebiliyor. Ancak açık havalarda meydana gelen türbülans, hava bulutlu olmadığı için radarda görülemiyor. Yani pilotlar da hazırlıksız yakalanıyor.

Türbülans belirli bir yüksekliğin üstünde mi meydana geliyor?

Türbülans olaylarının üçte ikisi 9 bin metrenin üzerinde meydana geliyor. Ancak gerek fırtına gerekse çevrede başka uçakların olması gibi nedenlerden dolayı daha alçakta da türbülansa rastlanabiliyor.

UÇUŞ NOTLARI

Page 11: Vizyon33 Temmuz Sayısı

20 21

Mersin 2013 Akdeniz Oyunlarını 3 kıtada temsil eden Deniz kaplumbağası bu kez beyaz perdede gösterime girecek. Mehmet Miras şu sıralar film çekiyor. Filmin adı, “Okyanus Çocukları.’’ 2015 yılında vizyona girecek olan filmde deniz kaplumbağalarının, çocuklar üzerindeki sevgileri anlatılıyor. Sinema belgeselinin çekimleri Silifke, Anamur, Alanya ve Antalya Çıralı kumsallarında sürüyor. Yönetmenliğini Mehmet Miras’ın yaptığı 90 dakikalık filmin çekim danışmanlığını, Dondurmam Gaymak ve Entel Köy Efe Köye Karşı filmlerinin yapımcısı yönetmen Yüksel Aksu yapıyor. Mehmet Miras ve Yüksel Aksu daha önce Anadolu’nun son konargöçer Sarıkeçili Yörüklerin, belgeselini çekmişlerdi.

Mehmet Miras, mütevazı yaşamından hiç ödün vermemiştir. Kadraj uzmanının 26 Yıllık meslek hayatı olmasına rağmen Sarı basın kartını 2013 yılında almıştır. Yıllarca hizmet verdiği medya sektöründe 10 yıl sigortasız biri olarak çalıştığını öğrendiğimiz doğa tutkununun hayatını araştırdık.

Deniz kaplumbağalarının korunması yönünde yurt dışı ve yurt içinde açtığı sergiler ve yaptığı haberler ile büyük bir mücadele verdi. 16 yılı aşkın bir süredir Türkiye kumsallarında deniz kaplumbağalarını takip eden Mehmet Miras, çok az İngilizcesiyle sırt çantasını alıp okyanus çocuklarını görüntülemek ve fotoğraflamak için deniz kaplumbağalarının yaşadıkları ülkelere misafir oldu. Kosta Rika’da deniz kaplumbağalarının yumurtası pazarlarda tüketilirken, Türkiye Cumhuriyeti bu canlıların yaşam alanlarını sıkı koruyor. Dünya’da deniz kaplumbağalarının yüzde 80’i Türkiye kumsallarında üreme yapıyor. Deniz kaplumbağalarını yaşamlarından ölümüne kadar Türkiye’de tek fotoğraflayan isim Mehmet Miras, 2009 yılında belgeselin ilkini Hindistan

Orissa’da, 2. bölümünü Amerika Los Angeles San Diego’da, 3. bölümünü ise Meksika’nın Oaxaca eyaletinde çekti. Miras Akdeniz Fokları gözlemciliğinin yanı sıra Dekamer Doğu Akdeniz Deniz Kaplumbağaları Basın sözcüsü olarak da görev yapıyor.

16 yılı aşkın süredir Türkiye kıyılarını karış karış gezen Miras’ın çektiği fotoğraflar, üniversitelerin yaptığı bilimsel çalışmalara büyük katkı sağlıyor. Mehmet Miras’ın 5’i yurt dışında olmak üzere toplam 38 kişisel fotoğraf sergisi bulunmaktadır. Mehmet Miras, Hindistan ve Amerika’ da, ayrıca Türk gazeteci olarak Mersin’de, çektiği fotoğrafları yurt dışında sergilemeye devam etmektedir. Öte yandan Hindistan, Kosta Rika, Meksika, K.K.T.C. Çevre Bakanlığı ve ABD gibi ülkelerin katılımıyla bu yıl 33.’sü düzenlenen deniz kaplumbağaları bilim toplantı şurasında 4600 bilim adamı içinde fotoğrafları büyük beğeni toplayan Miras, Mersin’e uluslararası ödül getirdi. Mehmet Miras, Mersin’in kültürel zenginliğini, muhabiri olduğu National Geographic’te yayınladı. 13 yıldır NTV Yurt haberlerde Mersin kentinin ekonomisini ve doğal zenginliklerini ekrana taşımıştır. Bunun yanında Mersin Gazetesi kadrosunda yazılarını paylaşmaya devam etmektedir.

“GELECEĞİ OLMAYAN PROJELERE

İMZA ATMADIM”  

Uluslararası ödüllü gazeteci Mehmet Miras, Yüksel Aksu ile Okyanusun Çocukları adlı filmi çekiyor. Filmde yaşamını tekerlekli sandalyede sürdüren engelli bir çocuğun, deniz kaplumbağalarının neslinin devam etmesi için okyanus ve Türkiye kıyılarında verdiği mücadele anlatılıyor.

ÖZEL HABER

Deniz kaplumbağalarının üreme alanları olan Kazanlı, Davultepe, Erdemli, Alata, Silifke, Göksu Deltası, Anamur Pullu ören kumsallarındaki kaplumbağalar yuvalarından çıkarak, denizle buluştular. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 7. Bölge Müdürü Ethem Boz ‘’Deniz kaplumbağaların üreme alanlarını kontrol altına alarak denizle buluşmasını sağlıyoruz. Bu canlıların denizle buluşması gelecekleri açısından çok önemli’’ diyerek carettaların korunmasının önemini vurguladı. Boz, %80’i Türkiye sahillerinde yaşayan deniz kaplumbağalarının

tedavilerini yapan ikinci hastanesinin Mersin olduğunu ve 3 yıl içinde 28 deniz kaplumbağasının yaralı olarak bulunduğunu ve tedavileri tamamlanan 2 deniz kaplumbağasını doğal yaşamına bırakıldığını söyledi.

Anamur'da Gizli Turizm: Deniz Kaplumbağaları Anamur Pullu kumsalında deniz kaplumbağaları rahatsız olması diye sabah saat 08:00 ile akşam saat 20:00 arasında insanlar denize girmeyerek kumsalı boşaltıyor. Halk soyu tükenmekte olan bu canlıların neslinin devamı için özellikle akşam saatlerinde kumsalı boşalttıklarını söylediler. Anamur Pullu kumsalı hem turist çekiyor hem de doğal yaşama katkı sağlıyor. Bu uygulama Dalyan İztuzu plajında da uygulanıyor.

Yavru Carettalar Denizle Buluştu

Mersin sahillerine yumurta bırakan deniz kaplumbağalarının yavruları yuvalarından çıkarak denizle buluştu.

Page 12: Vizyon33 Temmuz Sayısı

22 23

Prof. Dr. Vural ÜlküBu ayki yaşayan efsanelerimizden, 1983-1992 yıllarında Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin kurucu dekanı ve 1992-1998 yıllarında da Mersin Üniversitesi'nin kurucu rektörü olan Prof. Dr. Vural Ülkü konuğumuz. Mersin Üniversitesi'nin ne zorluklarla kurulduğunu şöyle ifade ediyor: '' O dönemlerde Mersin'de hiç kimse bana yardım etme girişiminde bulunmadı. Benim üniversite kurmam bir çaba, mücadele, kavga içerisinde geçti.'' Kentimize ve Mersin Üniversitesi'ne büyük katkılar sağlayan ve kitaplarıyla, araştırmalarıyla güzel işlere imza atan Vural Ülkü, üniversitenin kuruluş aşamasında neler yaşamış hep birlikte öğrenelim.

Mersin Üniversitesi'nin Kurucu Rektörü:

RÖPORTAJ Yağmur İğret

Öncelikle biraz sizi sizden tanıyalım isteriz.

Bana nerelisin dediklerinde Ankaralıyım diyorum. 35 yıl Ankara'da yaşadım. Türkiye'nin hemen hemen her tarafını dolaştım. Aralıklı olarak Almanya'da da bulundum. Ankara'da profesör oldum. Sonra tesadüf Adana Çukurova Üniversitesi eğitim fakültesinin kurucu dekanı oldum, eğitim fakültesini kurdum. Daha sonra Mersin Üniversitesi'ne kurucu rektör lazımdı ve çok şanslıyım ki böyle bir unvana sahip oldum.

Mersin Üniversitesi kurucu rektörü olarak o dönemlerde yaşadığınız sıkıntıları anlatır mısınız?

1992 yılının Kasım ayı göreve başladım. Tabi ilk günler yer arıyoruz, kalacak yer yok. Çiftlikköy’deki kampüs alanını Çukurova Üniversitesi'nin o zamanki rektörü vaktiyle belirlemiş, ama sınırları belli değil, tel örgüler yok. Ocak 1993 yılında alanı merak edip bakmaya geldim. Çok yağmur yağmıştı. Yağmurdan sonra güneş açtı kalktım geldim ama her taraf çamur. Bir arkadaşımla Torosların yamacında bata çıka bakıyoruz etrafa. Bu gördüğünüz binaların hiç birisi yok, bomboş arazi. Biraz yukarılara doğru gittik. Hayvan sürüleri dolaşıyor, koyunlar, kazlar, çiftlik gibi bir yer. Tarlada çalışan bir kaç kişi bağırıp durmamızı söyledi. Gelirseniz vururuz deyip taş atmaya başladılar. Biri gitti kulübe gibi bir yerden tüfek alıp geldi. Gerçekten vuracak. Buranın üniversite olacağını söylemeye çalışıyoruz ama dinlemiyorlar. Burası Allah’ın toprağı biz de buraya el koyduk diyor. Valiye gittim, fazla üstelersem gerçekten büyük sorunlara yol açacağını söyledi. Ben kendime ev yapmayacağım ki devletin toprağı, üniversite olacak orası derken sınırları biraz daha değiştirip orta yolu bulduk. Üniversiteye gelen düzgün bir yol yoktu. İnsanlar mahallenin içinden geçiyordu. Orada yaşayanlarda rahatsız oluyorlarmış. Yeni yol yapılması için dönemin belediye başkanı Okan Merzeci'ye gidip başvurduk. Orayla uğraşamayız, biz halka mı hizmet edeceğiz, üniversiteye mi diyerek tarihe geçen bir laf söylemişti. Sonra bu yolu başka kaynaklardan yaptık.O dönemlerde Mersin'de hiç kimse bana yardım etme girişiminde bulunmadı. Benim üniversite kurmam bir çaba, mücadele, kavga içerisinde geçti. Başlangıçta o zamanki belediye başkanı Kaya Mutlu yardımcı oldu, ama daha sonra o da problem yaratmaya başladı. Onun dışında siyasi partiler engellemek için her şeyi yaptılar. Ülkemizin gelişmesi için hizmet etmenin en güzel yolu bir eğitim kurumu kurmak ve geliştirmektir. Her ne kadar siyasi görüşlerine katılmasam da Süleyman Demirel'in çok güzel bir sözü vardır: “Üniversiteler Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük projesidir”. Üniversitesi olan bir ülke gelişir. Üniversite bilim yuvasıdır. Ben bu görevi aldığım zaman Türkiye’de ki üniversite sayısı çok fazla değildi. 1991'de kabul edilen üniversite sayısı 19'a çıktı şimdi 100'leri geçti. Bunların bir kısmı vakıf, büyük bir kısmı da gecekondu üniversitesi, yani üniversite demeye bin şahit lazım. Türkiye'de her kuruluş ve üniversiteler, İstanbul Üniversitesi de dahil olmak üzere küçük

birimler halinde kurulmuştur. 1933'de Atatürk'ün üniversite reformu denilen ve Türkiye'de ki ilk üniversite olan İstanbul Üniversitesi'ni inceleyecek olursanız Alman bilim adamlarının çok büyük katkılarıyla kurulmuş olduğunu göreceksiniz. Mersin gecikmiş bir üniversite, çünkü yanı başında Adana Çukurova Üniversitesi var diye buraya üniversite kurulmamış. Hatta Mersin'e üniversite kurulmasın diye Mersin'den heyetler gitmiş Ankara'ya. Bunların bilgisini çok güvenilir kaynaklardan aldım. 1970'li yıllarda gençler arasında çatışmalar vardı. Mersin'de de anarşi ortamı olur diye düşünmüşler. Buna karşılık Amerika'nın adı hiç duyulmamış Maine Üniversitesi ile anlaşmışlar. Bütün bu engellemelere rağmen yılmadım ve sonunda hayalini kurduğum Mersin Üniversitesini eğitime açmayı başardım.

İlk olarak Mersin Güzel Sanatlar Fakültesi'ni kurdunuz. Neden ilk güzel sanatlar?

Üniversite deyince hep fizik, kimya, matematik ve biyoloji yani fen bilimleri anlaşılmış. Bunun dışındakilerin Türkçe'de doğru düzgün bir adı bile yok. Manevi bilimler diyen var, sosyal bilimler, kültürel bilimler diyenler var. Fen bilimleri iyidir, geri kalanı laf salatasıdır diye düşünülüyor. Çukurova Üniversitesi 1969'da kurulmaya başlanmış ben 1983 yılında gittim. Bir tek Türk dili bölümü vardı. Neden diye sorduğumda önemli değil dediler. Adına ne derseniz deyin, ister kültür bilimleri ister sosyal bilimler ama bunlar olmadan bir kuş uçamaz dedim. İki kanadı olması lazım; fen bilimleri ve diğer bilim dalı. Bir de bunların mayasını sağlayacak olan güzel sanatlar olmalı. Kültür ve sanat olmadıkça her şey ruhsuz olur. İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi'nin rektörü bana dedi ki 'Vural bey siz bu işle uğraşmayın. Anadolu'da güzel sanatlar fakültesi olmaz''. Bende tam tersi olması lazım dedim. Çünkü güzel sanatlar olmazsa kişiler belirli makamlara gelebilir ama meşhur fıkrada ki gibi adam olamayabilir. Ben öğrencilerime derdim ki bir sürü ders görüyorsunuz. Bunları görmeseniz de olur. Üniversiteye gelmek bilimle, sanatla, tiyatroyla tanışmak demektir. Bundan sonrası kişiye kalmış. Sınavlardan yüksek not almışsınız, fakat bir tiyatro izlememişseniz, bir operaya gitmemişseniz hiç bir şey öğrenmemişsinizdir. Kimse bunun notunu vermiyor ama eksik olursunuz. Bence güzel sanatlar en az bilimler kadar önemlidir. Onun için insanları en çok etkileyen şey güzel sanatlardır, en etkilisi de müziktir. Hiç bir şey müzik kadar etkili değildir. İstediğiniz kadar matematik dahisi olun. Neye yarar. Bir müzik sizi daha fazla etkileyip duygulandırabilir. Çocuklarımızı güzel sanatları aşılayarak büyütmek gerekir. Özetle güzel sanatlar, yeri geldiğinde bilimden bile önemlidir diyebilirim. Kişiliğin oluşması ve gelişmesi bakımından çok önemlidir.

Üniversitenin kuruluşunda Humboldt üniversite anlayışını ön planda tuttunuz. Bu düşünce doğrultusunda Mersin Üniversitesi şimdi istediğiniz yönde mi?

Humboldt iki kardeş. Alman bilim adamı. Alexander

Page 13: Vizyon33 Temmuz Sayısı

24 25Freiherrvon Humboldt, dünyayı dolaşmış, araştırmalar yapmış bir kaşif. Onun adına bir vakıf var. Bu vakıf her ülkeden bilim adamlarını destekliyor. Siz genç bir bilim insanısınız. Doktora çalışması yaptınız ve daha da ilerlemek istiyorsunuz.Çalışmalarınızı inceliyorlar. İlerleme kapasitesine sahip ve büyük eserler yapabileceğinizi görüyorlar ve ömür boyu destekliyorlar. Kardeşi Wilhelm Von Humboldt devlet adamı. Bakanlık ve elçilik yapmış ve bilim adamı. Genel dil biliminin kurucusu. O devirde Alman bilim adamları çok yönlü oluyor. Wilhelm Von Humboldt Almanya'da modern anlamda üniversiteyi kuran kişidir. O yüzden Humboldtçu üniversite düşünüşü denir. Bunun temelinde bir ilke yatar “bilimsel araştırma ve bu bilimsel araştırmayı öğretim yoluyla gençlere aktarma.” Üniversite araştırma ve öğretimin bir arada olduğu yerdir. Bilim için bilim yapılır. Bu düşünce sağlam kuruldu bu anlamda. Bu bir kişinin çabasıyla olmaz, ama iyi bir ekip çalışmasıyla oldu. İyi bir ekipti ve içinde fireler olsa da Mersin Üniversitesi sağlam temeller üzerine kuruldu. Burada iki konu var. Birisi bilimcilik; Humboltçu düşünüş, ikincisi de Atatürkçü düşüncedir. İkisi de birbirine ters değildir. Atatürk'ün söylediği bir söz var; benim mirasım bilim ve akıldır. Bir ülkenin temelinde ya bilim ve akıl vardır, ya da dogmalar vardır. O zaman şeriat, din devleti olur. Din devletleri de insanlara hiç bir zaman hayır getirmemiştir. Bir tanıdığım, yıllar önce bir proje için mimar olarak Arabistan'a gitti. Arabistan'da bir üniversitenin projesini yapacaktı. Onlar için para sıkıntı değil. Krallık sistemi olduğu için maddi yönden sıkıntıları yoktu. Bir kaç hafta içinde proje hazırlandı ve lazım olan para da verildi. Para olunca dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olabilir. Teknik bakımdan da eksiksiz bir üniversite, ama tek sorun kızlar ve erkekler farklı yerde okuyacaktı. Teknik ve alt yapı yönünden sağlam bir üniversite olmasına rağmen yapamadı ve o yüzden kafa bakımından orta çağ düşüncesine sahip bir yerde daha fazla durmadı. Humboldtçu üniversite sistemi bunun tam tersi. Siz limon sandıkları üzerinde oturursunuz, sayı ile tebeşir alırsınız, kâğıt kalem bile eksik olabilir, ama bilimsel düşünce varsa orası üniversitedir.

Hazırladığınız Almanca-Türkçe&Türkçe-Almanca Büyük Sözlük Humboldt Stiftung tarafından desteklendi. Bu sözlüğün oluşum evresinden bahsedebilir misiniz?

Alexander Freiherrvon Humboldt bütün dünyayı dolaşmış biri. Ayrıca çok para kazanmış. Demiş ki ben bu parayla AVM yapmayayım, bunu güzel bir iş için kullanayım. Bir vakıf oluşturmuş ve şu anda dünyanın her yerinden insanlar bilimsel araştırma yapmak için buradan burs alıyor. Humboldt vakfından burs almak demek, çalışmalarının önemli olduğunu gösterir. Ben doçentlik çalışmamı Almanya'da yaptım destek gördüm ve diğer çalışmalarımı da desteklediler. Sözlük bazıları için çok kolay bir şey. Beni sevmeyen biri 'yazacak bir şeyi olmayan biri sözlük yazar' ifadesini kullanmıştı. Her iki sözlük için 6'şar yıl harcadım. İki cilt sözlüğün biri 1070 sayfa,

biri 1240 sayfa. Şimdi Almanca'dan Türkçe'ye, Türkçe'den Almanca'ya bir çok sözlük var ama kaliteli eser çok az. Kendimi övmek istemem ama çok emek sarf ederek bu iki cildi oluşturdum. Dil durmadan değişir o yüzden gezi parkı direnişi bu sözlükte yer almıyor, ama şuanda kullandığımız Türkçe esas alındı bu sözlükte.

1989-1966 yıllarında Enstitü Bilim Konseyi'nde Türkiye temsilcisi olarak görev aldınız. Biraz bunlardan da bahseder misiniz?

Almanya'da Alman dilini araştıran en büyük kuruluş Alman Bilim Enstitüsüdür. Alman üniversiteleri çok kalabalıklaştı. Onun için üniversite profesörleri bilimsel araştırmalar için üniversite dışı kuruluşları tercih ediyor. Max Planck Enstitüsü, fen bilimleri alanında Almanya'daki en büyük bilimsel kuruluştur. Enstitü denilince Türkiye'de alt bir kavram olarak düşünülüyor. Halbuki Almanya'da önemli bir kavramdır. Enstitü bilimsel araştırmada en üst kuruluştur. Daha sonra Alman dili enstitüsünü kurmuşlar. Bilimsel araştırmalar yapan bu kuruluşta, Alman dili ile ilgili 2000'in üzerinde bilimsel kitap mevcuttur. Alman dili ile ilgili aklınıza ne takılırsa oraya başvurabilirsiniz. Hatta telefonla bile sorabilirsiniz. Bu kuruluşun uluslararası bilimsel danışma dediğimiz bir kurulu var. 60 üyeden oluşuyor. Farklı ülkelerden oluşan bir kurul. Bir gün bir yazı aldım. Benim kitaplarımı görmüşler. O zamanlar Ankara'daydım. Orada yazdığım Almanca ile ilgili yazılarımı görüp beğenmişler. Onlar seçmişti beni. Gittim ve yıllarca her yıl mart ayının bir haftası toplantılara, kongrelere katıldım. Türkiye'yi temsil ettiğim için iftihar ettim. Ne yazık ki buradaki insanlara toplantıları anlattığımda kimse ilgilenmiyordu.

Mersin Üniversitesi'ni geçmişten bugüne düşünecek olursak üniversitenin şuan eksik yanlarının olduğunu düşünüyor musunuz?

Dünyada eksik yanı olmayan hiç bir yer yoktur. Birincisi fiziksel bakımdan söyleyecek olursam, kampüs alanda inşaatlar devam eder ve bunun sonu da yoktur. Almanların bir lafı var; havaalanlarında ve üniversitelerde inşaatlar bitmez. Durmadan yeni şeyler gerekir, eklemeler yapılır. Buda bir süreç meselesidir. İkincisi en büyük üzüntülerimden biri, güzel bir kütüphane binası yok. Üniversitenin kuruluşunda sürekli olarak Ankara'ya gidiyorduk, çünkü her şeyimizi Ankara mali bakanlığında ve devlet planlama teşkilatında yapıyorduk. Harcama yapmak istediğiniz şeyleri söylüyorsunuz. Karşınızda bürokrat ve devlet memurları var. Onlar kabul eder ya da etmezler. Bir bürokrat var, halen lanetliyorum kendisini. Mersin Üniversitesi yeni kurulan bir üniversitedir ve oranın kütüphaneye ihtiyacı yoktur. Oysa tam tersi olması lazım. Bir üniversitede kütüphane olmadan olmaz. Ben Almanya Freiburg Üniversitesi'nde okudum. Üniversitenin kütüphanesinde 2.5 milyon kitap var. Matbaanın bulunuşundan günümüze kadar her kitabı bulabiliyorsunuz.

Matbaanın bulunuşundan önce elle yazılmış kitapları bile bulabiliyorsunuz. Bulamazlarsa en geç bir hafta içinde getirtiyorlar, defalarca denedim. Günümüzde o kadar kolay ki bir kütüphane yapmak. Yerimiz, her şeyimiz hazır. Yerini de belirledik. Kütüphane gereksiz dediler. Gereksiz dedikleri için başarı şansı %20, bir daha 15-20 yıl sonra ele alınabiliyor. Proje numarası vermiyorlar. Dolayısıyla Mersin Üniversitesi'nin kütüphane binası yok. Her ne kadar kütüphaneye ayrılmış bir yerimiz olsa da orası kütüphane değil. Meslek yüksekokulunun bir binasıydı. Alt katına değişiklikler yapılarak buraya kütüphane denildi. Üniversite kütüphanesi böyle mi olur. Üniversitenin tanıtım broşürlerinde 40 binden fazla kitap olduğu yazılıyor. Benim Almanya'daki kız kardeşimin eşinin evinde 40 bin kadar kitap var. Üniversitenin kütüphanesinde 40 bin kitap var demek övünmek değil. İnsanlar, herhalde sıfırları yazmayı unuttuklarını düşünecek. Kısacası kütüphane binası yok ve kolay kolayda olacağa benzemiyor. En büyük eksikliklerden bir tanesi budur. Yeşil alanlar, yeni binalar yapılır. Humboldt vakfı aracılığıyla her alandan 2000'den fazla Almanca kitap getirttim, astronomiden, zoolojiye kadar. Abartmayın diyeceksiniz ama kütüphanede tamamına yakının hiç okunmadığını görüyorum. Burada Almanca bölümü var. Hiç biri tek bir Almanca kitap okumamış.

Mersin Üniversitesi'ne uzun yıllar emek verdiniz. Bir çok zorlu yollardan geçtiniz. Bu zorluk ve güzelliklerden sonra emekli olmak size neler hissettirdi?

Her şeyin bir sonu var. Emeklilikte yasalarla belirlenmiş, belirli bir yaşa gelince size güle güle diyorlar. Bazı ülkelerde bu başka türlü düzenlenmiş. Mesela Amerika'da 90 yaşında bir doktor ameliyatlara halen girebiliyor. Türkiye'de bu mümkün değil. Hocaların bu anlamda emekliliği olmaz. Ben yine oturup kitabımı yazıyorum, çalışmalarımı yapıyorum, bunu engelleyecek hiç bir şey yok. Önemli olan, insanın kendi vicdanını rahatlatmasıdır. Ben görevimi yaptığımı düşünüyorum. Beni üzen tek şey eski öğrencilerimin vefasızlığı. Daha rahatım, her hangi bir yükümlülüğüm yok. Gelip yine kitaplarımı yazıyorum.

Üniversite kurulmadan önceki Mersin ve kurulduktan sonra ki Mersin'den bahsedebilir misiniz?

Üniversite bir şehre çok yönlü etkide bulunur. Üniversitesi olan bir şehir ve olmayan bir şehir gece ve gündüz gibidir. Maddi bakımdan da katkı sağlar. Genel kültür anlamında üniversite şehre teslim olmamışsa şehre önderlik eder. Mersin Üniversitesi, Mersin'e, şehrin genel kültürüne çok büyük katkıda bulunduğuna sadece inanmıyorum, bundan eminim. Bu elle tutulur, gözle görülür bir şey. Bu üniversitede mutlaka bir hukuk fakültesi olmalı. Türkiye'de hukuk tam bir rezalet. Hukuk fakülteleri çoğaldı ama gerçek hukuk fakültesi çok az. Hukuk fakültesi çok zor bir fakülte değildir. Önemli olan iyi elemandır. Bu üniversitenin alt yapısından,

dershanelerinden bir üniversite daha faydalanır. Hukuk fakültesinin dışında bir de diş hekimliği fakültesi olmalıdır. 1992'de Mersin Üniversitesi'nin yasası çıktığında 6 fakülte öngörülmüştü. Ben 5'ini açtım. 6.'sı da tıp fakültesiydi. Üniversitenin içerisinde bana muhalif bir grup, kavgalar çıkardılar, tıp fakültesi açılmasın diye. Tıp fakültesinin açılmasını usulsüz bir şekilde sağladım. Senatoda oylama yapıldı. Oylamada kurulmasın diyenler 13-12 oyla kazandılar. YÖK'e bir yazı yazıp her ne kadar böyle bir oylama olmuş olsa da tıp fakültesinin kurulması gerektiğini söyledim. Tartışmalarının nedeni, hesaplarına uymamasıydı. Bu kişiler çete halinde çalıştılar. Ben emekli olduktan sonra da benimle uğraştılar. Mahkemelerde 8 yıl boyunca devam eden bir durum oldu. Tıp fakültesinin açılışı benim ayrılma dönemimde gerçekleşti. Onunda kurucusu benim. Fen edebiyat, güzel sanatlar, iktisadi-idari bilimler, mühendislik ve su ürünleri fakültelerini açtım. Tıp fakültesini kurmak kolay olmadığından en sona kaldı. Benden sonra Uğur Oral fakülte sayısını arttırdı. Gelişmenin sonu yok. Mersin Üniversitesi'nin 20. yılı ama diğer üniversitelerin daha fazla bir geçmişi olmasına rağmen, şuanda en iyi üniversiteler sıralamasında ilk 15'in içindeyiz.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Mersin Üniversitesi'nin gelişmesiyle iftihar ediyorum. Mersin Üniversitesi kurulduğu zaman sadece turizm meslek yüksekokulunun öğrencileri vardı. İlk fakülte öğrencileriyle başladık. Fakülte öğrencileri olarak mezun yoktu. Şimdi 30 bin öğrenci var, mezuniyet törenine 5 bin kişi katılıyor. Bunlarla iftihar ediyorum. Öğretim elemanı yoktu. Üniversite senatosunu oluşturmak için Adana'dan ödünç öğretmen alıyorduk. Şimdi profesör, doçent sayısı 1000'i geçti. Bütün bunlar insana gurur veriyor. Bir yerde ilerleme gelişme yoksa ölüdür orası.

Page 14: Vizyon33 Temmuz Sayısı

26 27

Ramazan Ayında Hafif ve Yavaş BesleninBu yılda ramazan ayının sıcak yaz günlerine rastlaması nedeni ile oruç tutanların sağlıkları için iftar ve sahur menüleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir.

TANITICI İLAN

Dyt. Mustafa BAHAR - Beslenme ve Diyet Uzmanı

TANITICI İLAN

Sıcaklık ve nem artışına bağlı olarak vücut ısısı artar ve metab-olizma bu yeni duruma uyum sağlamaya çalışır. Sıcaklıkların etkisiyle artan terleme ile birlikte yeterince sıvı alınmazsa, vücutta su ve mineral kaybı olur. Buna bağlı olarak da bayılma hissi, bulantı, baş dönmesi gibi sağlık problemleri yaşanabilir.

Günde En Az 2-2,5 Litre Su Tüketilmeli

Su; yaşamımız için elzemdir. Vücudumuzdaki su oranın yeterli düzeyde tutulması hayati önem taşır. Kaybolan sıvı miktarının mutlaka telafi edilmesi gerekmektedir. Günde ortalama en az 2-2,5 litre (12-14 su bardağı) su içilmelidir. Bununla birlikte ramazanda sıvı ihtiyacını karşılamak için ayran, taze sıkılmış meyve suyu, soda, sebze suyu gibi sıvıları da sık sık tüketmek gerekmektedir. Sıcak havalarda aşırı beden hareketi yapılması durumunda, vücudun su ve tuz kaybı daha da artar. Bu gibi durumlarda tuzlu ayran (tuz kullanımında herhangi bir tıbbi sakınca bulunmayan durumlarda) içilmesi önerilir.

Ramazan ayında yeterli ve dengeli beslenmenin sürdürüle-bilmesi için günün oruç tutulmayan bölümünde en az üç öğünü tamamlamak ve sahur öğününü atlamamak gerekir. Sahura kalkılmaması ya da sahurda sadece su içilmesi 16 saati aşan açlık süresini 20 saate çıkarmaktadır. Bunun da açlık kan şekerinin daha erken düşmesine ve buna bağlı olarak günün daha verimsiz geçmesine neden olur.

Sahurda Ağır Yemekler Yenmemeli

Gece metabolizma hızı yavaşladığından vücudun yağlanma hızı ve kilo alma riski artmaktadır. Bu nedenle sahura mutlaka kalkılmalı süt, yoğurt, peynir, yumurta gibi besinlerden oluşan hafif bir kahvaltı yapılmalı ya da çorba, sebze ve zeytinyağlı yemeklerden oluşan bir öğün tercih edilmelidir. Gün içerisinde aşırı acıkma problemi olanlar ise açlıklarını geciktirmek için kuru fasulye, nohut, mercimek, bulgur pilavı gibi yemekleri tüketebilirler. Ancak aşırı yağlı, tuzlu ve ağır yemekler ile unlu gıdalardan uzak durulmalıdır.

İftarda Yemek Hızlı Yenmemeli

İftar sofraların çeşitliliği ve bolluğunun ramazanın yemek kültürü açısından en belirgin özelliğidir. İftarda kan şekeri çok düşük düzeye indiği için kısa sürede fazla miktarda besin tüketme isteği doğar ve kişi çok hızlı ve yüksek miktarda besin tüketir. Beyin doyma emrini yemekten 15-20 dakika son-ra vermektedir. Çok hızlı yemek yemek, kısa sürede yüksek miktarda besin tüketilmesine neden olur, bu da ramazanda kilo alınmasına yol açar.

Diğer Öneriler≥ Ramazan süresince yeterli ve dengeli beslenmeye özen gösterilmelidir.

≥ Ramazanda öğünler sahur ve iftarda iki ana öğün, iftardan sonra 1-1,5 saat arayla iki ara öğün şeklinde düzenlenmelidir.

≥ Oruç tutanların sağlıklarını korumaları için mutlak suretle sahur yapmaları gerekmektedir. Kafein içeren içecekler yerine de ıhlamur, kuşburnu gibi bitki çayları ya da süt, meyve suyu gibi içecekler tercih edilmelidir.

≥ Susuzluk hissedilmese bile iftar ve sahur arasında sık sık su içilmelidir.

≥ İftara, peynir, domates, zeytin gibi kahvaltılıklar ya da çorba gibi hafif yemeklerle başlanılması, 10-15 dakika sonra az yağlı et yemeği, sebze yemeği veya salatayla devam edilmesi uygun olacaktır. Yine, enerji veren ve kan şekerini dengeli bir biçim-de yükselten besinler (beyaz ekmek, pirinç pilavı gibi glisemik indeksi yüksek olan gıdalar yerine bulgur pilavı, kepekli ekmek veya kepekli makarna gibi posalı besinler) tercih edilmelidir.

≥ İftarda aşırı şerbetli, yağlı tatlılar yerine, sütlü tatlılar (sütlaç, güllaç, muhallebi vb.) veya meyve tatlıları tercih edilmelidir.

≥ Hızlı yemekten kaçınılmalı, yiyecekler yavaş yavaş ve iyice çiğnenerek yenilmelidir.

≥ Tek seferde büyük porsiyonlar yerine, iftardan sonra belirli aralıklarla, her seferde küçük porsiyonlarla beslenilmelidir.

≥ İftar yemeğinden hemen sonra televizyon karşısına geçip koltukta dinlenmek yerine hareket edilmelidir. Yemekten sonra kısa mesafeli yürüyüş yapmak sindirime yardımcı olması açısından yararlıdır.

≥ Ramazan ayında yemeklerin pişirme yöntemleri de çok önemlidir. Özellikle haşlama ve fırında yapılan yemekler tercih edilmeli, kavrulmuş, tütsülenmiş ve kızartılmış besinlerden uzak durulmalıdır.

≥Beslenme düzenindeki değişikliklere bağlı oluşabilecek kabı-zlıkları önlemek için, yemeklerde lif oranı yüksek gıdalar (kuru baklagiller, kepekli tahıllar, sebzeler) ile ara öğünlerde meyve ve kuru yemişler (ceviz, fındık, badem vb.) tercih edilmelidir.

Page 15: Vizyon33 Temmuz Sayısı

28 29

MahmudiyeMalzemeler Ölçü / MiktarTavuk Göğsü 2 adet

Soğan 1 adet

Defne Yaprağı 1 adet

Çubuk Tarçın 1 adet

Kuru Kayısı 10 adet

Rezaki Üzümü 20 adet

Badem 20 adet

Bal 2 yemek kaşığı

Limon Suyu 1 adet

Buğday Nişastası 1 yemek kaşığı

Tereyağı 1 yemek kaşığı

TARİF

1. Bademlerin kabukları soyulup pembe renk alıncaya kadar bir tava içerisinde kavrulur.

2. Tavuk göğüsleri; soğan, defne yaprağı, çubuk tarçınla birlikte haşlanır ve köpüğü çıktıkça kevgirle üzerinden alınır.

3. Tavuk haşlanınca suyundan çıkartılıp soğutulur ve iri parçalar halinde doğranır.

4. Tavuk suyunun yarısı pirinç pilavı yapmak üzere ayrılır. 5. Kalan 2 bardak tavuk suyu süzülüp ocağa konulur. İçerisine kayısı,

üzüm ve bademler eklenerek kaynamaya bırakılır.6. Bal, limon suyu ve nişasta çok az suda ezilip karıştırılır ve

kaynayan tavuk suyuna eklenerek bağlanır. 7. Parça tavuklar da bu suya eklenip kısık ateşte bir taşım kaynatılır.

Bu aşamada tuzu ayarlanır.8. Ocağın altı kapatılarak 20 dakika dinlendirilir.

SERVİS

Servisten önce 1 kaşık tereyağı eklenir ve yanında tereyağlı pirinç pilavı ile servise sunulur.

Ramazan Menüsü İftar sofraları bizim

mutfağımızın bolluk, bereket sembolüdür. Osmanlı mutfağından

bugüne uzanan bize özgü lezzetler,

büyükannelerimizin ellerinden çıkmış

tadına doyulmaz yemekler, sofralarımızı bir

şölene dönüştürür. Asude Aksoy sizler için,

sevdiklerinizle paylaşacağınız özenle hazırlanmış

sofralara renk katacak güzel bir menü hazırladı.

İftar saatlerinin vazgeçilmezi leziz bir çorba:

İç Bakla Çorbası, Osmanlı Saray Mutfağı’ndan:

Mahmudiye, Ramazan ayında hemen her

sofrada eksik olmayan tatlı: İrmik Helvası... Muhabbet ve bereket ile donanmış

sofralarda, lezzetli bir Ramazan geçirmenizi diliyoruz.

İrmik HelvasıMalzemeler Ölçü / Miktarİrmik 500 gr.

Şeker 500 gr.

Süt 1 lt.

Tereyağı 350 gr.

Çam Fıstık 30 gr.

Üzeri için:

Tarçın

Pudra Şekeri

İç Bakla ÇorbasıMalzemeler Ölçü / Miktarİç Bakla 500 gr.

Su 1.5 lt.

Kuru Soğan 2 adet

Patates 1 adet

Havuç 1 adet

Dereotu 1 demet

Zeytinyağı 1 kahve fincanı

Toz Şeker 1 yemek kaşığı

Tuz 1 çay kaşığı

Üzeri için:

Taze Soğan

TARİF

1. Havuç, soğan ve patates küp küp doğranır.2. Dere otu ve taze soğan ince ince kıyılır.3. İç bakla; soğan, patates, havuç, şeker, zeytinyağı ve su

ile birlikte derin bir tencerede iyice haşlanır.4. Tencerenin altı kapatılır ve ılıması beklenir.5. Tencerenin kapağı açılıp dereotu eklenir ve el blenderı

yardımıyla püre haline getirilir. 6. Çorbanın altı yakılır, tuzu ayarlanır ve bir iki taşım

kaynatılır.

SERVİS

Çorbalar kaselere alınıp üzerine ince kıyılmış taze soğan serpilerek servise sunulur.

TARİF

1. Süt şekerle kaynatılır. 2. Ayrı bir yerde çam fıstıkları biraz yağ ile pembeleştirilir. 3. Tereyağı geniş ve yayvan bir tencereye konulur. Yağ

eridikten sonra irmik ilave edilir. Devamlı karıştırarak, rengi kum beji oluncaya kadar, kısık ateşte kavrulur.

4. Kaynamış şekerli süt kavrulmuş olan irmiğe hızla dökülür. Sürekli karıştırarak şerbetini çekmesi sağlanır.

5. Tencerenin kapağı kapatılıp yarım saat süre ile dinlenmeye bırakılır. Bu sürenin sonunda kapağı açılarak alttan üste doğru iyice harmanlanır.

SERVİS

İrmik helvası servis tabağına alınır. Üzerine pudra şekeri ve tarçın serperek servis yapılır.

YEME - İÇME Asude Aksoy

Page 16: Vizyon33 Temmuz Sayısı

30 31

“ Her Mevsim”Kalıcılığını Yitirmeyen Şarkılar

Türk müziğinin unutulmaz şarkılarını seslendiren adı gibi Mersin'in sevincini, ruhunu yansıtan Sevinç Arda klip çekimi için Mersin'e geldi. '' Mersin'i çok seviyorum ve her fırsatta Mersin'i güzellikleriyle ön plana çıkarmak istiyorum. ”Mersin'in her taşının altında bir tarih yatıyor, neden bu güzellikler bilinmesin” diyen Arda ile çekimlerini Mersin'de yaptığı klipleri üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Samimi tavırları ve güler yüzlülüğüyle Mersin insanının sıcak kanlı olduğunu bir kez daha gösteren Sevinç Arda'ya teşekkür ediyoruz.

RÖPORTAJ Yağmur İğret

Albümünüzdeki şarkılardan 3 tanesine video klip çektiniz. Bunlar hangi şarkılar?

Babam vefat ettiğinde ağlaya ağlaya evimde tek başıma dolanırken dilimden düşmeyen, Çaresizim şarkısı. Bu şarkının klip çekiminde de inanılmaz duygu dolu anlar yaşadım. Klipte 3 ayrı kadını canlandırıyorum. Farklı dönemlerde yaşayan insanlar olsa da aynı müzik onları etkilemeyi başarıyor. Yani, insanlar gelip geçicidir müzik ve aşk kalıcı şeylerdir. Yönetmen Emre Aydın bunu çok güzel yansıttı. Klip çektiğimiz diğer şarkılar, Ayrılık Mahnısı ve tangolardan Son Hatıra. Son Hatıra klibim tam bir sinema filmi oldu diyebilirim.

Klipleri çekmek için Almanya'dan Mersin'e geldiniz. Neden Mersin?

Mersin'i çok seviyorum ve her fırsatta Mersin'in güzelliğini ön plana çıkarmak istiyorum. Mersin güzel haberlerle güzellikleriyle anılsın. Mersin'in her taşının altında bir tarih yatıyor, neden bu güzellikler bilinmesin. Çocukluğumda babam bizi Boğsak, Narlıkuyu, Soli Pompeipolis'e yüzmeye götürürdü. O zamanlarda orada bir tek bina yoktu. Küçüklüğümde bile babama oraları herkesin görmesi gerektiğini söylerdim. Bu klip sayesinde insanlara Mersin güzelliklerini gösterme fırsatını yakalıyoruz.

Kliplerinizi çeken Emre Aydın ile nasıl tanıştınız?

Emre Aydın ile tanışmamız ve çekim yapmamıza aracı olan da Mersin'dir. Mersin haberlerini sürekli takip ederim. Sosyal medyada da takip ederken, Emre'nin çektiği bir kaç video ile karşılaştım, içlerinde Mersin belgeselleri de vardı.

Kamera çekimi beni çok etkiledi. Ona mesaj atıp bunun için onu tebrik ettim. Samimiyetimiz ilerledikten sonra benim klipleri çekme kararı aldık. Anne-oğul ilişkisi içerisinde birbirimizi zamanla daha çok sever olduk. Ne mutlu ki bizi Emre ile birleştiren nokta, Mersin'dir.

Şuan yeni bir albüm çalışması var mı?

Yeni albüm için kolları sıvadık. Özel olarak 6 şarkımız var ve onların üzerine 4 tane daha ekleyip 10 şarkılık bir albüm çalışması yapıyoruz. İçlerinde çok iddialı 2 şarkı var; Maske ve Son Durak.

Albümünüze nerelerden ulaşabilirler?

D&R, internet Esen Shop, NT müzik ve Mefisto'dan ulaşabilirler.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İsviçre'de kanser kliniğinde bir konserimiz oldu. ''Fikrimin İnce Gülü''nü ve ''Sensiz Saadet'' şarkısını bir piyano eşliğinde okudum. Kanser bölümünün başkanından aldığım bilgiye göre bir hafta boyunca sofrada hastalık yerine sadece ben ve şarkılarım konuşulmuş. Bu beni çok mutlu ediyor.

Anlatmak istediğim, müzik evrenseldir ve ben müziği sadece araç olarak görüyorum. Amaç, insanların kalbine ve ruhuna hitap ederek onları şarkının içine çekip son anına kadar yaşatıp hissetirebilmek. Kısacık bir süre için de olsa hayatın acılarını bırakıp bambaşka aleme sürüklemek. Beethoven demiş ki, müzik öyle olmalı ki erkeklerde kalp çarpıntısı yapmalı, kadınları da hüngür hüngür ağlatmalı.

Page 17: Vizyon33 Temmuz Sayısı

32 33

9,99Collezione

MODA

49,90A&D

Tween

112,50

177,75

Damat CasualPantolon

2013 yılının yaz modası, son derece farklı

renk tonları ve modelleriyle bizi karşılıyor.

Canlı ve çarpıcı renklerle tasarlanmış birbirin-

den hareketli kıyafetler vitrinleri süslüyor.

Neon renklerin hakim olduğu transparan

gömlek ve bluzlardan farklı sizler için

yazın ferahlığını hissettiren turkuaz

rengin hakim olduğu kombinler

oluşturduk…

16,99

Mango

89,99Mango

149,95

Zara

54,99

Mango 34,99

Mango

Gözlük

29,99

89,95

89,95

Mango

Gözlük

Zara

Mudo

54,99

Mango

Page 18: Vizyon33 Temmuz Sayısı

34 35Özellikle uykusuzluktan kaynaklandığı düşünülen göz altı morluklarının oluşumunda stres, yorgunluk, aşırı tuz tüketimi gibi etkenlerde söz konusudur. Günümüzde kadınlar kadar erkeklerde göz altı morluklarından kurtulmak için kapatıcı kullanma gereksinimi duyabilir, fakat kimyasal ürünler kullanarak çözüme ulaşmak cilde daha fazla zarar verir. Bu nedenle bitkisel yöntemleri denemekte fayda var.

Bitkisel Yöntemlerle Gözaltı Morluklarından Kurtulmanın Yolları

Her gün düzenli olarak su içmelisiniz. Yetişkin bir insanın, bulunduğu iklime uygun olarak günlük 8-9 bardak su içmesi gerekmektedir. Su, vücutta birikmiş toksinlerin dışarı atılmasında yardımcı olur.

Düzenli beslenmeye dikkat etmelisiniz. Kahve, alkol ve sigara gibi zararlı alışkanlıklar toksinlerin birikmesine neden olur.

Demlediğiniz çay ya da sallama poşet çaylarından da yararlanabilirsiniz. Çay çöpleri soğuduktan sonra 10 dakika kadar gözlerinizde bekleteniz.

Yaptığınız makyajı gün sonunda temizlemeyi unutmayın. Mümkünse aşırı makyajdan kaçının. Cildinizin hava alması son derece önemlidir.

Cildinizi sıcak su yerine soğuk suyla yıkamakta yüzünüzü ferahlatacaktır .

Son olarak da herkesin bildiği ve gözaltı morluklarına en iyi gelen besinlerden biri salatalıktır. Dilimlediğiniz salatalıkları gözünüzde 15 dakika kadar bekleterek morluklarınızdan kurtulabilirsiniz.

KİŞİSEL BAKIM

Yazın gelmesiyle birlikte kendimizi sere serpe deniz, kum ve güneşe teslim ederiz. Soğuk ve yağmurlu günler geri de kaldı ve artık bronzlaşma zamanı geldi diye düşünürüz. Peki bronzlaşırken derimizde güneş yanığı, güneş alerjisi, deri yaşlanması, kırışıklıklar, sarkmalar, damar genişlem-eleri, kahverengi lekeler, tümör ve kanser gibi sağlığınızı tehdit edecek şeyleri de kabul ettiğimizi biliyor musunuz? Sanılanın aksine bronz bir ten sağlığın ve çekiciliğin değil, cildin güneş ışınlarından hasar gördüğünün bir belirtisidir. Dikkat etmeniz gerekenler:

GÖLGEDE DURUN Dışarıda zaman geçireceğiniz durum-larda mümkün oldukça gölgede durun.

DOĞRU KREM SEÇİN Kullanacağınız güneş koruyucunun en az 30 faktörlü olmasına dikkat edin. Mutlaka size uygun güneş kremini seçin ve dışarıya çıkmadan 20 dakika önc-esinde sürün.

SAATLERE DİKKAT EDİN Güneş ışınlarının en yoğun olduğu saatler olan 10:00 - 16:00 arasında mümkün olduğu kadar dışarı çıkmamaya özen gösterin.

GİYSİLERİNİZE DİKKAT EDİN Koruyucu ve açık renk giysiler seçin. Güneşten koruyucu gözlük ve şapka takmayı unutmayın.

Gunes LEKELEriNE diKKAT

BRONZLASIRKEN

Page 19: Vizyon33 Temmuz Sayısı

36 37

Kendinizden kısaca bahseder misiniz?

Mersin Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünde öğretim üyesiyim. Asıl mesleğim maden mühendisliği. Birkaç yıl önce hobi olarak fotoğraf çekmeye başladım, zaman içerisinde hayatımın büyük bir bölümünü bu işe ayırdım. Kızımla birlikte başladık bu

işe daha sonra Mersin Fotoğraf Derneği’nde kursa başladık. Kızımın da zaman zaman bana destek vermesiyle herkes tarafından beğenilen fotoğraflar çekmeye başladım.

Fotoğraf çekmeye başladığınız o ilk zaman-ları anlatırmısınız?

Kızım o zamanlar üniversiteye giriş sınavına

Fotoğrafçılıkta her zaman ilgi ve hayranlıkla baktığımız makro çekimler için sabahın ilk ışıklarında yola koyulmak gerekir. Mersin Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünde öğretim üyesi olan Savaş Şener bu fedakarlığı yaparak günün ilk saatlerinde üniversitenin vadisine doğru yola koyulur. Çektiği fotoğraflarla dünya çapında yapılan 3 yarışmada toplam 12 ödül alan Savaş Şener ile çektiği makro çekimler üzerine sohbet ettik. Doğanın en güzel tonlarını karelediği fotoğrafları seçerken çok zorlandığımızı söyleyebilirim.

Makro Çekimle Mikro Dünyayı Görmek

RÖPORTAJ Yağmur İğret

hazırlanıyordu. Hobi olarak resimle ilgileniyor stresini atıyor-du. Bunun yanına fotoğrafı eklemek istedik ve bir makine aldık. Baba kız Mersin Fotoğraf Derneği’nde kursa yazıldık. Kızımın arkadaşlarıyla grup halinde heyecanla derslere gitmeye başladık, fakat bir süre sonra kızımın sınav hazırlığı ağırlaş-maya başladı ve kursu yarıda bıraktı. Ben devam ettim ve gün geçtikçe daha çok zevk almaya başladım. Aslen Kapadokya Avanosluyum. Tatillerde oraya gittiğimde özellikle balonları çekmek için sabah erken saatlerde kalkardım. Uzun süre balon çektim ve daha sonra portre çekmeye başladım, fakat portre beni mutlu etmiyordu. İnsanlarla uğraşmak zor iş olduğu için sıkıntılar yaşıyordum. İnsan objesi beni çok rahatsız ediyordu, bu nedenle portre çekmeyi bıraktım. Bir dönem fotoğrafa çok fazla vakit ayıramaz oldum. Benim bir ailem var ve onlara ayır-mam gereken zamandan çalmak istemedim. Ara ara yakınlarda makro çekimler yaptım. Bazen de yakın arkadaşlarımla fotoğraf çekmeye çıktık. Onlarla birlikte çekim yapmak bana ayrı bir key-if veriyordu. Sonraki dönemlerde arkadaşlarımın önerisiyle bu

çekimlere uygun lens aldım ve arkadaşlarımla birlikte çekimlere çıkarak kendimi geliştirdim.

Birlikte çekim yaptığınız insanlar bu alanda profesyonel kişiler mi?

Genellikle bu üniversitede öğretim üyesi kişilerle birlikte çekime çıkarız. Mesela burada doçent olarak görev yapan Erol Özer hocamız var. Kendisi benim ustam olur. Bu iş biraz usta çırak ilişkisidir. O benden önce giderdi şimdi birlikte gidiyoruz. Bunun yanında, bu işin en başından beri teknik anlamda benim ilk ho-cam Mehmet Haluk Seçilmiş diyebilirim. Ondan çok şey öğren-dim. Makro çekimlerinde ise Erol hocamızın çok yararı oldu. Bildiğim birçok şeyi ondan öğrendim. İlk zamanlar zorlansam da şimdi kolay geliyor. Bazen akşam saatlerinde bazen de hafta sonları sabah erken saatlerde üniversiteye fotoğraf çekmek için geliyoruz. İlk zamanlarda iddialı değildim, fakat onlar sayesinde kendimi geliştirdim. Buna rağmen hala öğrenme aşamasın-dayım diyebilirim.

Page 20: Vizyon33 Temmuz Sayısı

38 39

Makro fotoğrafçılıktan bahseder misiniz?

Makro fotoğrafçılığında bolca vakit harcanır, saatlerin nasıl geçtiği anlaşılmaz. Estetik görüş çok önemlidir. Kareleri anlık yakalamak bazen de kompozisyon yapmak gerekir.Bir hayvanın peşinde zikzak çizerek koşturursunuz sonra bir bakarsınız ki kilometrelerce yürümüşsünüz veya havanın belli soğukluğa ulaştığı zamanlarda ufak müdahalelerde bulunuruz. Çünkü bu hayvanlar güneşle beslenirler ve soğuk günlerde hareket edemez duruma gelirler. Öyle anlar olur ki bütün gün 200-250 poz çekim yapıp da hiçbir şey yakalayamazsınız. Tüm gün yaptığınız koşuşturmacayı spor olarak görürsünüz. Bizler beynimizle ekmek yiyen insanlarız. Bedenen kazma kürek sal-layıp da yorulmuyoruz. En fazla yaptığımız ayakta durup ders anlatmaktır. Sorumluluğu üzerimizde olan öğrencilerimiz var. Zaman içerisinde onların sorumluluğu birikiyor ve yorulmaya başlıyoruz. Bir müddet sonra kafamızdan bazı şeyleri atma ihtiyacı hissediyoruz. O noktada hayatı basite indirgemek gerekiyor. Bir kelebeğin nasıl uçtuğunu, nereye konacağını düşünürken zaman akıp gidiyor ve rahatlamış hissediyorum kendimi.

Fotoğraf çekmek size neler kazandırdı?

Ben bu üniversitede profesör olarak görev yapıyorum. Mesleğimde daha başarılı bir insan olduğumu hissediyorum. En azından bu konuda kendimi tatmin ediyorum, fakat hayat sadece mesleğimden ibaret olamaz. Önemli olan hayatı neyin üstüne kurduğunuzdur. Hayatınızı işinizin üzerine kur-duğunuzu düşünün, bu gün varsınız yarın istifa edersiniz. Bunu tecrübelerime dayanarak söylüyorum. İşimdeki başarı ha-yatımın %30 nu kaplamalıdır. Buradan çıktıktan sonra ihmal et-memem gereken bir ailem var, bunun bilincinde olmam gerekir. Bunun yanında hepimizin ihmal ettiği bir de ruh dünyam var. Yeni model dünyanın en büyük eksikliği budur. Biz kendimizi çok iyi besliyoruz, fakat ruh dünyamızı beslemiyoruz. Bu me-kanik hayatın içerisinde insan ilişkileri en alt seviyelere iniyor, çünkü hayat çok hızlı ve ruhlar insan ilişkisiyle besleniyor. Bu konuda hobiler devreye giriyor. Bu sayede her şeyden önem-lisi insanlar dost kazanıyor. Mesela ben foto muhabirlerine

fotoğraflar veriyorum. Sosyal medyada 700 küsur arkadaşım oldu. Üniversitede bu işle ilgilenen arkadaşlar varmış o kişilerle sosyal medya aracılığıyla tanıştım. Hayatım boyunca yüzünü görmediğim sesini duymadığım insanlarla 40 yıllık ahbap gibi sohbetler ediyoruz. Bu fotoğraf çekmenin kazandırdığı bir şey. Belki de bu en önemli kazancım oldu. Dostlar kazandım. Bir insanın mutlu olduğu bir şeyle uğraşması çok önemlidir. Yetenekleriniz ortaya çıkıyor bir de tabi işin içine spor giriyor. Başka türlü çabuk çürüyoruz.

Fotoğrafçılığı hobi edinmek isteyen insanlara ne gibi tavsiyel-eriniz var?

Hobi olarak hiç düşünmeden kesinlikle denesinler. Benim dersim temele dayanan bir derstir. Öğrencilerimin yorulduk-larını hissettiğimde ara veriyorum ve çektiğim fotoğrafları gösteriyorum. Benden özenip de fotoğraf makinesi alan öğrencilerim oldu. Şimdilerde herkesin elinde yarı profesyonel makineler var. Sanırım bu makineler ucuzladığı için bu kadar arttı. Unutmamak gereken bir şey var. Fotoğrafı göz çektirir, makine sadece aracıdır. Bunun yanında tabi emek isteyen bir iş olduğunu da söylememiz gerekir. İyi makine diye bir şey yoktur. Estetik görüşün iyiyse çok güzel kareler çıkıyor. Makro çekimde ise durum biraz farklı. Makro çekimlerde lens önemlidir. Makinen ne olursa olsun iyi bir lensin yoksa makro çekim yapamazsın. Bizim makro çekimi sevmemizin nedeni hayatı orada bulmamızdır. Göze güzel görünen, adı çıkmış belli çiçekler vardır. Bunların dışında bir dünyaya giriyoruz. Öyle gü-zel çiçekler vardır ki mikro boyutlarda bunların yanına bir böceği kompozisyon yapınca çok farklı bir görüntü ortaya çıkıyor. İnsanların görmediği bir dünyayı onlara estetik kaygı içerisinde sunduğumuz için insanların hoşlarına gidiyor. Ben çektiğim karelerin yüzlerce katı güzelliğini görüyorum. Bunları çoğu zaman çekemiyorum ve üzülüyorum. Yine de göremediğimiz küçücük hayvanların var olduğunu öğrenmek yetiyor. Portre manzara fotoğraflarını hemen her yerde görmemiz mümkün, fakat bu tarz fotoğrafları göremiyoruz. Bu nedenle insanların geri dönüşü hızlı oluyor, çünkü insanlar bu fotoğrafları başka bir dünyadan çektiğimizi düşünüyorlar.

Bu cins köpekler daha 2,5 aylıkken 15 kilo olmaktadırlar ve ayrıca bu köpeklerin diğer köpek cinslerinin atası ve kralı olduğu belirtilmektedir. Büyüdükleri zaman kusursuz vücutları ve heybetli duruşları ile hep ön planda olmaktadırlar. Tibet Mastif cinsi köpeklerin diğer köpek cinsleri içinde en zeki cins oldukları da bilinir. Marco Polo bu köpeği, “Bir merkep (eşek) kadar uzun ve sesi bir aslanınki kadar güçlü!” sözleriyle tanımlamıştır. Tibet mastiffi başarılı bir çoban köpeğidir, sürüye yaklaşan kurtlara ve leoparlara karşı amansız davranır. Gerek köylerde gerek ıssız yerlerdeki evlerde mükemmel bir muhafızdır. Uygar ortamda yaşayabilmesi için, en azından barınabileceği geniş bir avlu gerekir. Tibet Mastiffi çok kalın tüylü olduğundan dolayı sıkça fırçalanması gerekmektedir. İri bir köpek cinsi olduğundan dolayı egzersizleri aksatılmamalıdır. İnsanlarla genellikle iyi anlaşırlar.

Tibet Mastif ' iTibet Mastif’i sağlam ve kemik yapısı güçlü bir köpektir. Bu tür köpekler büyük ve güçlü bir cinstir. Kulakları v şeklinde aşağı doğru sarkıktır. Boyun ve baş kısmı oldukça büyüktür. Vücutları diğer köpek cinslerine göre oldukça ayırt edici özelliklere sahiptir. Boyun ve baş kısmındaki tüyleri kabarık bir şekildedir. Genellikle siyah, kahverengi, gri renkte olurlar. Bu köpekler özellikle Tibet’te yetiştirilmektedir ve ortalama ömürleri 15 yıldır.

Rengi Siyah, parlak sarımsı kahverengi veya altın bölgeler olabilir.

Çıkış Yeri TibetÇıkış Tarihi Antik çağlar

Orjinal İşlevi Çoban Köpeği (koyun, sığır çobanı), muhafız köpek

Günümüzdeki İşlevi

Çoban Köpeği (sürü koruma), bekçi-koruma köpeği

Kilo Erkek/Kilo Dişi 90-110/80-100 kgBoy Erkek/Boy Dişi 75-85/70-80 cm

Fiyatı

Nadir bulunan bir ırk olan Tibet Mastiflerinin fiyatları yavruyken 500 bin dolarken büyüklerinin 1 milyon dolardır.

EVCİL HAYVAN

Page 21: Vizyon33 Temmuz Sayısı

40 41TANITICI İLAN

Hamilelik ve Pilates

Gebelik, kadının fiziksel, hormonal ve psikolojik açıdan birçok değişiklik yaşadığı uzun bir süreçtir. Gebelikte salgılanan bazı hormonlar ve büyüyen bebeğin ağırlığı, annenin kas ve iskelet sisteminde birtakım değişiklikler yaratır. Annede bel ve sırt ağrıları görülebilir, bağ dokusu gevşer, eklemler kolay yaralanabilir, özellikle el ve ayak bileklerinde oluşan ödem ağrı yapabilir. Hamilelik boyunca bebeğin ağırlığının rahime yaptığı baskı ve yerçekiminin etkisiyle pelvis tabanı yaklaşık 2.5 cm aşağıya çöker. Pelvik taban kaslarındaki bu sarkma anne adayına idrar kaçırma gibi yaşam kalitesini düşüren daha birçok sıkıntı yaşatabilir. Kısacası, güçlü pelvik taban kasları, doğum sırasında ve sonrasında anne adayları için büyük önem taşır. Pilates’te bu kasları kuvvetlendirmek için yapılacak en doğru ve güvenli egzersizleri içerir.

Pilates Yapan Anne Adayları;1 Doğum sırasında rahat ıkınarak rahat bir doğum gerçekleştirirler.

2 Doğum sırasında oluşan yırtıklar azalır.

3 Gebelikte ve sonrasında oluşan idrar kaçırma problemleri ortadan kalkar.

4 Doğum sonrası uterus (rahim) çok daha kolay toparlanır.

5 Pilates, gebelikte görünen, hazımsızlık ve ödem gibi sorunların azalmasına yardımcı olur.

6 İçerdiği nefes egzersizi sayesinde gevşeyen ve uzayan karınkaslarının çok daha çabuk güçlenip toparlanmasını sağlarken annenin gebelik sürecinde yaşadığı duygusal dalgalanmalardan daha az etkilenmesine sebep olur.

7 Anne adayı, yaptığı egzersiz sayesinde uykuya daha çabuk dalar, gününü zinde ve motive şekilde geçirir.

8 Cinsel yaşamın doğum sonrası normale dönmesini kolaylaştırır.

9 Hormonların etkisiyle zayıflayan göğüs kaslarının kuvvetlenmesini sağlar.

10 Egzersiz sırasında zihinsel farkındalığı ve anda kalmayı sağladığı için pilates, kişiye mental olarak rahatlama sağlar.

Ayrıca, yapılan araştırmalarda hamilelik sürecinde egzersiz yapan annelerin bebeklerinin otonom fonksiyonları, egzersiz yapmayanlara göre daha iyi çalıştığı kanıtlanmıştır.(Otonom sinir sistemi vücut kalp atışı, nefes alma organları, iç organ fonksiyonları gibi istem dışı fonksiyonları kontrol eder.)

Hamilelikte Pilatese Ne Zaman Başlamalı?Hamilelikte pilatese doktorunuz izin verdiği sürece, gebeliğin 12 ve 16. haftası arasında başlanabilir. Ortalama olarak haftada 2 veya 3 defa doğumunuza kadar güvenle devam edebilir, hamileliğinizi daha mutlu ve konforlu hale getirebilirsiniz.

Hamilelik Döneminde Kimlere Pilates Önerilmez?1 Erken doğum riski taşıyanlar.

2 Vajinal kanaması olanlar.

3 Erken membran rüptürü olanlar.

4 Hipertansiyon gibi tıbbi problemi olan gebelerin, doktorlarının görüşünü alması önerilir.

Kas Ve İskelet Sistemi Problemi Olan Gebeler Ve Loğusalarda Pilatesin Yararları Skolyoz, ilerlemiş omurga eğrilikleri, fıtık, kas problemleri, doğuştan kalça çıkığı gibi rahatsızlıkları olan gebelerin, hamilelik süreçlerinde ve sonrasında vücutlarında hissettikleri şikayetleri artabilir. Pilates egzersizleri düzenli olarak yapıldığında iskelet ve kas sisteminde büyük değişiklikler sağlar, anne adaylarının rahatsızlıklarından dolayı hissettikleri ağrıların azalmasına yardımcı olur. Aslında bu tip problemleri olan kişiler, hamilelik öncesi pilates egzersizlerine başlayıp vücutlarını hamilelik süresince yaşayacakları fiziksel değişime hazırlamaları gerekir.

Pilates, hamileler için çok güvenli bir egzersizdir. Tüm vücudu dengeli bir şekilde çalıştırırken, gebelik boyunca annenin değişen anatomisine göre egzersiz modifikasyonları içerir.

Kısacası pilates, konusunda uzman bir eğitmenle yapıldığında gebelik sırası ve sonrasında yapacağınız en güvenli ve vücudunuz için yararlı bir egzersizdir.

Ben kimim ve neden bana güvenebilirsiniz?

Seden Tunçel 1979 yılında İstanbul’da doğdum. Spor hayatıma bale ve ritmik cimnastik ile başladım. Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Yüksek Okulundan Ritmik Cimnastik Antrenörü olarak 2001 yılında mezun oldum. 2003 yılında Hindistan Vivekananda

Üniversitesi’nden yoga masterı, en temel enerji sistemi olan Usuireiki (şifa-enerji sistemi) masterı, Violetflame enerji sistemi masterı, 2004 yılında ABD’nin Pilates konusunda en yetkin üniversitesi olan Balance Body Pilates Üniversitesi’nin tüm programlarını bitirdim.

1997-2012 yılları arasında İstanbul’da birçok saygın fitness ve yoga merkezinde pilates eğitmeni, yoga master eğitmeni ve beslenme danışmanı olarak görev aldım. İki seneyi aşkın bir süredir de BENEFIT HEALTH&FITNESS CLUB’da Stüdyo koordinatörü ve beslenme danışmanı olarak görev almaktayım.

*Özel durumlarda doktor onayı alınır.

Page 22: Vizyon33 Temmuz Sayısı

42 43RÖPORTAJ Yağmur İğret

13 yıllık Stand Up geçmişi olan Atalay Demirci ‘Kel Alaka’ gösterisiyle Mersin

Kongre ve Sergi Sarayı’nda sahne

aldı. Salonun ağzına kadar dolmuş tabirini

rahatlıkla kullanabiliriz ki abisine bile oturacak

yer kalmamıştı :) Mersinlileri doyasıya

güldüren Demirci gösteri sonuna

doğru okuduğu şiirle seyircilere toplumsal

mesaj vermeyi de unutmadı.

Merhabalar öncelikle Mersin’e hoş geldiniz. Bize kendinizden biraz bahseder misiniz?

Hoşbulduk.. 8 Temmuz 1976 yılında Ankara’da doğdum. Evliyim, iki tane çocuğum var, Ankara’da yaşıyorum. 13 yıldır sahnedeyim ve yaşım elverdiğince devam etmek istiyorum.

Neden komedi? Bu işe nasıl başladınız?

1999 yılı 30 Mayısı’nda bir gösteri izledim. O an bu işi ben daha iyi yaparım dedim ve kendime fırsat verdim. O dönem birçok insana mantıksız bir karar gibi geldi. Destekleyen de oldu inanmayan da... Aynı sene “Çuvaldız” ile Türkiye’nin dört bir yanında birçok insana dokundum. Arkasından “Yetenek Sizsiniz” geldi.

Başarılı bulduğunuz komedyenler kimler?

Çok başarılı isimler var. Cem Yılmaz gibi Tolga Çevik gibi.. Şimdi beni onlarla anıyorlar. Bu mutluluk verici. Ama iş kıyaslamaya gelince orada durmak lazım. Bu insanlar çok uzun yıllardır bu noktadalar. Dediğim gibi, aynı cümlenin içinde olmak güzel olduğu gibi, üstatlarla kıyaslamak da bir o kadar yanlış olur.

İnsanları güldürmek kolay bir iş değil. Sizi en çok ne güldürür?

Beni Ercan güldürür. :) Gerçekten, beni en çok güldüren, en çok malzeme veren adamdır Ercan. Çocukluğumuzdan beri hiç kopmadığımız yakın bir dostluğumuz var. Kederlerimizi paylaştığımız gibi bugünkü başarımızı ve mutluluğumuzu da paylaşıyoruz.

Kesinlikle espri konusu yapmam dediğiniz bir şey var mıdır?

“Belden aşağı vurmuyor” diyorlar. Benim yapımda, kültürümde bu yok zaten. Atalay Demirci olarak sahnedeyim ve insanlara dokunuyorum. Bunu yaparken çok dikkatli olmak lazım. Kimsenin aklında “gülsem mi, gülmesem mi?” gibi bir tereddüt olmamalı.

Mesleğiniz hayatınızı nasıl etkiliyor? Sahne dışında da komik misiniz? Sizce nasıl bir komedyensiniz?

Nasıl komedyen olduğumu söylemem doğru olmaz sahne dışında çok komik değilimdir hatta ciddi olduğum bile söylenebilir :)

Mersin izleyicisine sizin aracılığınızda teşekkür etmek istiyorum. Günler öncesinden kongre merkezinde yer kalmadı. İlgiye alakaya, tüm gelenlerin ayaklarına sağlık. Gelemeyenler için, tekrar gelmek isteyenler için 8 Ekim’de tekrar oradayız!

Page 23: Vizyon33 Temmuz Sayısı

44 45

Rumi, Anadolu demektir.

Mevlana'nın, Rumi diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyarı Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.

Mevlana'nın doğum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski

büyük Türk kültür beldesi Belh'tir.

Mevlana'nın Doğum tarihi ise 30 Eylül 1207'dır. Bazı araştırmacıların tespitine göre,

O'nun doğum tarihi 1182'dir.

Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nın annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar

(1157 Dogu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dır.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuş burada tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de

karşılaşmışlardır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve

takdirlerini kazanmıştır.

Mevlana'nın asıl adı Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi, ona, daha pek genç iken

Konya'da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu isim Şems-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yı sevenlerce kullanılmış; Adeta adı yerine sembol olmuştur.

BİYOGRAFİ

Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi (1207 - 1273)

Selin Gülseven

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kalmışlardır. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlenmiş bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya gelmiştir.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altındaydı, Konya'da bu devletin baş şehriydi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etmiş ve buraya yerleşmesini istemiştir.

Bahaeddin Veled, Sultanın davetini kabul ederek 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostlarıyla birlikte Konya’ya geldi. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis etti.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etmiştir. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçilmiştir. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolunmuştur.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplanmış Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak görmüşlerdir. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar vermeye başlamıştır.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşmıştır. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştür. Ancak beraberlikleri uzun sürmemiş Şems aniden ölmüştür.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü vefat etmiştir.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak

kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

MEVLÂNA'NIN ESERLERİ MESNEVİ

Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.

DİVAN-I KEBİR

Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yer almaktadır. Kebîr'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.

MEKTUBAT

Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve hali istenilen dini ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur.

Fİ Hİ MA Fİ H

Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir.. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.

MECÂLİS-İ SEB'A

(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir.

Page 24: Vizyon33 Temmuz Sayısı

46 47

Bundan 83 yıl önce Çamlıbel'de küçük ölçekli ticari faaliyetlerin başlangıcını simgeleyen Kokulu Büfe açılmıştı. Şimdiki Kültür Merkezi'nin önündeki boş alanda bulunan, ağaçların gölgesinden yararlanan insanların uğrak yeri olan bu büfenin sahibi Ali Kokulu Mersin'e ve Mersin halkına büyük katkı sağlamıştır. Klasik bakkal mantığının dışında farklı hizmetler sunmak istemiş ve bu konuda oldukça başarılı olmuştur. Bir fotoğraftan yola çıkarak ulaştığımız rahmetli Ali Kokulu'nun kızı Vildan Kokulu ile 'Kokulu Büfe'nin hikayesini konuştuk. Bize zaman ayırıp bir zamanlar Mersin'in en önemli ticari yeri olan büfe hakkında bilgilendirdikleri için kendisine ve Ali Kokulu'nun yeğeni Vahap Kokulu'ya teşekkür ederiz.

Ali Kokulu ve Oğlu Vehbi Kokulu

Ali Kokulu ve Kardeşi Hasan Kokulu

RÖPORTAJ Yağmur İğret

Kokulu Büfe'nin açılma fikri nasıl oluşmuş?

Mersin Kültür Merkezi'nin bulunduğu alan 1930’lu yıllarda ortasında geniş bir havuzu olan, benzersiz Akdeniz çiçekleri ve dinlenme ortamlarını barındıran bir parktı. Bu parkın karşısında ise yine şimdilerde Cumhuriyet alanı olarak adlandırılan beton saha’da Millet Bahçesi ve Belediye Gazinosu diye adlandırılan içinde onlarca gölgelik yapan ağaçlar bulunduran mekanlar mevcuttu. Mersin’in 50-60.000 kişiden ibaret nüfusunu oluşturan halk bu mekanlarda bir araya gelir, çocuklar parklarda oynar, sevgililer buluşurdu. Hatta bu mekanlar insanların terzilerin elinden çıkmış şık giysilerinin adeta bir defile gibi sergilendiği mekanlardı. Sosyal amaçlarla bu parklarda bir araya gelen Mersin halkının yiyecek, içecek ve tütün ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla ve özellikle Çamlıbel’de mevcut konaklarda yaşayan ailelerin şimdiki tabiri ile market ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla rahmetli babam Ali Kokulu tarafından “Kokulu Büfe” işyeri açılmıştı.

Çamlıbel'de küçük ölçekli ticari faaliyetlerin başlangıcını simgeleyen ''Kokulu Büfe'nin'' sahibi babanız Ali Kokulu'dan bahseder misiniz?

Babam 11 kardeşin en büyüğüydü. Askerliğini bitirdikten sonra çeşitli iş teşebbüsleri içerisinde o mekanlardaki kalabalıkları ve çevredeki konutların ihtiyaçlarını düşünerek o büfeyi

açmıştı. Onun bir başka ideali müşteri potansiyelinin beklentilerine uygun olarak, Mersin’de klasik bakkal dükkanlarında bulunmayan, tüketim malzemelerini sunarak bir “ilk” oluşturmak ve “farklılık” yaratmaktı. Onu genç yaşında kaybetmek Mersin iş dünyası adına önemli bir kayıptır.

''Belediye Bahçesi Büfesi'' olarak da anılan bu büfe tam olarak neredeydi?

1930’lu yıllarda Kokulu Büfe’nin ilk açıldığı yer Arap Ortodoks Kilisesi bahçesinin güneydoğu ucuydu. Zaman içerisinde ve 1944’lü yıllardan itibaren Halkevi binasının (Şimdiki Kültür Merkezi), Atatürk Anıtının ve Cumhuriyet alanının yapılandırılmasından sonra, şimdiki Atatürk Anıtının tam karşısında ve tahminen 100 m. güneyine ve Millet Bahçesi sınırı doğusuna taşınmıştı. Çevresinde çok özel Akdeniz türü yapraklarını dökmeyen ağaçlar vardı. (Bu son ağaçlar Cumhuriyet alanının şimdiki belediyemiz tarafından düzleştirilmesi planları içinde bir gece yarısı kesilmiş ve atılmıştır. Şimdi yerinde düz bir beton alan vardır)

Kokulu Büfe’nin bu yeni yere taşınma sebebiyle ve alandaki yeni yapıların biçimlerine uygun olacak şekilde zarif bir ovallikle inşa edilmişti.

Büfe olması dışında bisiklet kiralamak isteyenlerin de uğrak yeri olan bu yerde başka neler yapılıyordu?

Kokulu Büfe, kentin en önemli yeşil alanlarının ortasında ve sahilinin kenarında bir merkezi yerdeydi. Mersin halkının ağaçların gölgesinde, denizin kokusunu ve serin rüzgarını hissettikleri, aileler ve çocukların bir arada oldukları romantik bir noktadaydı. Milli bayramların coşku ile kutlandığı ve mitinglerin yapıldığı bir meydanın en güzel konumunda yer alıyordu. Bu özelliklerinden dolayı babam, çeşitli mal ve hizmetleri sunma başarısını göstermiştir. Örneğin, onlarca üç tekerlekli bisiklet satın alarak bunları çocuklara kiralamıştır. Mersin çocukları

belki hayatlarında ilk kez bisikletlerle burada tanışmışlardı. Kokulu Büfe, Anamur muzunun Mersin’de pazarlandığı ilk markettir. Mersin halkına Kars kaşarının lezzetini kavuşturan ilk dükkandır. Türkiye’de üretilen bütün alkollü içkilerin ve sigaraların tamamını ve bol miktarda bulunduran bir büfedir. Alata Bahçıvanlık Okulu'nda yetişen nadide çiçeklerin Mersin halkına pazarlandığı ilk nokta Kokulu Büfe’sidir.

Kokulu Büfe’nin bir başka naif hizmeti ise Cumhuriyet alanı ve çevresine gezmeye gelen halkımıza yaz aylarında soğuk suyu hediye eden bir sebili olmasıdır. Kokulu Büfe’nin park gezginleri romantizmine sunduğu hizmetin en önemlisi ise taş plak çalan gramofonuna bağlı hoparlörlerle çevreye dinlettiği tangolar, hafif Türk ve Batı müziği şarkıları, türküleri ve fasıllarıdır. Kim bilir birçok insan yaşamında ilk kez taş plaklar ve oradan oluşan ses’lerle Kokulu büfesi sayesinde tanışmıştı.

Şimdilerde kendimiz ve çocuklarımız fast food lokantalarının ürünlerinden yararlanıyoruz. Kokulu Büfe'miz ise o zamanlarda Mersin’e ilk kez getirdiği “senur” marka elektrikle çalışan ağır tablalı tost makineleri ile ürettiği tostlarla yine farklı bir ürün sunuyordu halkımıza. Bu tostun ekmeği ise rahmetli Seyfi Alanya’nın fırınında özel kalıplarda un ve süt karışımı ile hazırlanıyordu.Tostların kaşar peyniri Kars’tan, sucukları, pastırmaları Kayseri’den ve beyaz peyniri ise Edirne’den getiriliyordu. Hafta tatilleri veya bayram günlerinde çevredeki parklara gelen onlarca insan kuyruklar oluşturarak bu tost’un lezzetini paylaşıyor, kardeşlerim ve kuzenlerim ise telefonla gelen siparişleri evlere taşıyordu. O zamanlarda Mersin’de mevcut sınırlı sayıda sabit telefondan bir tanesi de Kokulu Büfe’mizdeydi. 1797 numaralı bu telefonla müşterilere verilen hizmetin öyküsü ise bu satırlara sığmaz.

Eklemek isteğiniz bir şey var mı?

Böyle bir sohbet gerçekleştirdiğimiz için çok mutlu oldum. Çok teşekkür ederim.

Vildan Kokulu ve abisi Vedat Kokulu

Page 25: Vizyon33 Temmuz Sayısı

48 49

Mavinin Derinliklerine Yolculuk

Kimler dalış eğitimi alabilir?14 yaşını doldurmuş, dalışa engel bir sağlık sorunu olmayan herkes dalış yapabilir. Aletli dalış yapılmasında sakınca olmadığına dair sağlık bildirim formu kişi tarafından (18 yaşından küçük adaylarda veli tarafından) doldurulur. Gerekli hallerde doktor raporu da istenmektedir. İsterseniz teorik ve pratik derslerden oluşan eğitim sürecini tamamlayarak lisanslı bir dalgıç olursunuz, isterseniz kolay yolu seçerek kısa bir dalış brifinginin ardından bire bir eğitmen eşliğinde sualtının gizemini keşfe çıkabilirsiniz. Dalış eğitimine yeni başlayanlar hangi aşamalardan geçiyorlar?Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu 1 yıldız dalıcı eğitimi, teorik ve pratik şeklinde olup teorik eğitimler dalıcının dalış ile ilgili teorik bilgi kazanmasını, pratik eğitimlerde bu bilgileri pratik uygulamalara aktarabilmesini amaçlar. Teorik eğitimler 12 dersten oluşur. Ardından bilgi kontrolü amacıyla yapılacak sınavda başarılı olunduğu takdirde ikinci aşamaya geçilir.

Pratik sualtı çalışmaları; sualtında kullanılacak haberleşme işaretleri, malzemenin nasıl kuşanacağı, suya giriş teknikleri, sualtına alçalma teknikleri, nefes alırken nelere dikkat edilmeli, yüzerlilik dengeleyici donanımların nasıl kullanılacağını, nefes almamızı sağlayan regülatörü ağzımızdan nasıl çıkarıp tekrar alabileceğimizi, arkadaşımız ile havayı nasıl paylaşılabileceği, maskeye su girdiğinde nasıl boşaltılacağı ve sualtında nasıl çıkarıp takılacağı, paleti nasıl daha doğru kullanılacağı, sualtı ve su üstünde bağımsız aletli dalış donanımını ve ağırlık kemerini nasıl çıkarıp tekrar kuşanılacağı, basit ilkyardım ve kurtarma becerileri ve dalış teknesinde nelere dikkat edileceğinin yanı sıra aynı zamanda da sualtında çevreyi ve kendini kollama gibi konularda çalışmalar yaptırılmaktadır. Bunlarda en az 5 dalışta dalıcı adaylarına aktarılmaktadır.Dalışa başlamak için iyi bir sporcu ya da yüzücü olmak gerekiyor mu?Eğer ben dalışı ve sualtını çok merak ediyorum ve eğitmen

Mersin'in muhteşem koylarına dışarıdan hayranlıkla bakıp denizin keyfini çıkarırız. Eğer hiç dalış yapmadıysanız daha fazlasının mümkün olduğundan ve kentimizin koylarında eşsiz dünyasıyla bizi bekleyen sualtına yolculuğun verdiği hazdan habersizsiniz demektir. Siz okurlarımız için dalış ile ilgili merak edilenleri Aquademi Dalış Merkezi'nin kurucularından Atilla Demir ile konuştuk. '' Dalışa 2005 yılında Ankara’da öğrencilik yıllarında başladım.Denizi olmayan Ankara’da şu anda 13 tane dalış merkezi varken Mersin’de 5 tane olması da ilginçtir'' diyen Atilla Demir, Mersin Üniversitesi Su Sporları Topluluğu’nda da eğitmenlik yaparak bir çok sosyal sorumluluk projesi oluşturdu; sualtı ve kıyılarda yaptıkları temizlik çalışmaları bunlardan bir kaçı. Dalış ile ilgili merak edilenleri konuştuğumuz röportajımız sizlerle.

eşliğinde deneme dalışı yapmak istiyorum derseniz yüzme bilmenize gerek yok; fakat ben dalış eğitimi alacağım ve bunu profesyonel bir şekilde yapacağım derseniz yüzme bilmeniz gerekmektedir. Yüzme bilmekten kasıt 100 metreyi 60 saniyede yüzmeniz değil, panik yapmadan su yüzeyinde kalabilmenizdir.Dalışta nelere dikkat etmek gerekiyor? Tehlikeleri nelerdir?Dalışı pek çok konuda otomobil kullanımına benzetebiliriz. Arabanızın gerekli bakımlarını yaptırmıyor, aşırı hız ve hatalı sollama yapıyorsanız ve alkollü araç kullanıyorsanız kaza riskiniz çok fazladır. Dalışta da kurallara uyduğunuz sürece başınıza bir şey gelme olasılığı yoktur. Karşı tarafın da gelip size çarpması gibi bir durum söz konusu olmadığı için son derece güvenli bir aktivitedir. Sportif dalış, rekabet, birincilik, rekor gibi kavramları olmayan bir spor dalıdır, onun için riski diğerlerine oranla azdır. Yasak olmasına rağmen tüple dalıp balık avlayanları bunun dışında tutuyorum.

Dalgıç olmak için ne kadar bir süre gerekiyor?1 yıldız dalıcı eğitimi 12 teorik ders ve yaklaşık 30 sualtı becerisinden oluşmaktadır. Teorik derlerimiz saat 17:00’dan sonra, sualtı becerileri de hafta sonları yapılıyor. Dalıcı adaylarının bize ortalama 4-5 gününü ayırmaları alacakları eğitimin kalitesi açısından önemlidir.Dalış sporu için gerekli malzemeler nelerdir?Maske, palet, şnorkel dışında kıyafet, dalış tüpü, denge yeleği ve regülatör gerekmektedir. Ancak dalış yapmak için bu malzemeleri satın almanıza gerek yok, dalış okulları gereken tüm dalış ekipmanını sağlamaktadır.Mersin'de dalış nerelerde yapılıyor?Maalesef Mersin dalış noktalarıyla tanınan Bodrum, Ayvalık ya da Kaş kadar iyi bilinmiyor, ancak Akyar’dan Tisan’a hatta Anamur’a kadar bilinen ve keşfedilmeyi bekleyen birbirinden güzel çok sayıda dalış noktaları var.

HOBİ

Page 26: Vizyon33 Temmuz Sayısı

50 51Dalış ile ilgilenmek isteyen birinin ne kadar bütçe ayırması gerekiyor?Dalış sanıldığının aksine pahalı bir spor değildir. Kurs ücretleri herhangi bir kursa verdiğiniz ücretten fazla değildir. Bir çok sualtı sever kendi malzemesini almak yerine kiralamayı tercih etmektedir. Dalış malzemeleri satın alma maliyetinin fazla olmasına rağmen iyi bakıldığında yıllarca kullanabileceğiniz dayanıklı ekipmanlardır.Dalmayı düşünenlere ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?Ben herkese hayatında bir kez olsun dalış yapmasını tavsiye ediyorum, eğitim almak zorunda değilsiniz, Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir dalış merkezine gidip bir deneme dalışı yapın. Yerçekimsiz bir ortamı sadece dünya dışında görebilme şansınız varken, tüplü dalış size bu imkanı sağlıyor. Stresten uzak bambaşka bir dünyanın içine dalacaksınız. Belki de ilk dalıştan sonra hayatınızda uğraşmaktan en çok keyif aldığınız hobinizi bulacaksınız. Dalış sadece denizi sevenlerin değil,

arkeoloji, biyoloji, doğa, fotoğraf, video ve adrenalin tutkunların da bir şeyler bulabileceği bir aktivitedir. Sualtının sadece rengarenk deniz canlılarından ibaret olduğu düşünülse de dalış; batık, mağara, duvar, gece, irtifa dalışları ve derin dalışla çeşitlendirilebilir ayrıca fotoğrafçılık tutkunuzu bir adım öteye taşıyabilirsiniz.Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?Üç yıldır Mersin Üniversitesi Su Sporları Topluluğu’nun eğitmenliğini yapıyoruz ve birlikte bir çok sosyal sorumluluk projesinin içerisinde yer aldık. Deniz kirliliği konusunda farkındalık yaratmak amacıyla Çamlıbel, Kızkalesi, Marina, Fenerbahçe Meydanı sahilinde, sualtı ve kıyı temizliği faaliyetleri yaptık. Ayrıca bu yıl köy okullarında eğitim gören öğrencilerle birlikte, deniz bilinci ve sevgisi oluşturmak amacıyla 'Umuda Atılan Oltalar' projesinin ikincisini gerçekleştirdik. Topluluk ile birlikte yapmayı planladığımız bir yapay resif projemiz var, onun için de bu yıl çalışmalara başlayacağız.

Son günler de ekonomik sistemde dalgalanmalar arttı. Bunun sonucunda yatırımcıların üstlendikleri riskler de artmış durumdadır. Tabiki riskin artmasının doğal sonucu olarak da getiri de artacaktır. Bu dönem bir çok kişi için kazanç fırsatları da sunmaktadır.

Peki risk üstlenmek istemeyen yatırımcı için en güvenilir liman hangisidir? Bu yatırımcılar için en güvenilir yatırım aracı her zaman olduğu gibi vadeli mevduat olmaktadır. Mevduat; sabit getirili bir yatırım aracıdır. Bu nedenle finansal piyasalardaki dalgalanmalardan etkilenmez. Ayrıca 50.000 TL’ye kadar mevduat güvencesi kapsamındadır. Yatırımcı aylık vadeli mevduata yatırım yapdığında dalgalanmalar neticesinde oluşan fırsatları da değerlendirebilir, pozisyonunu duruma göre değiştirebilir.

Bir yatırımın getirisi sadece o yatırımın riskine bağlı değildir. Aynı zamanda yatırımın vadesi ile de ilgilidir. Paranızı ne kadar uzun süre yatırırsanız, elde etmeyi bekleyeceğiniz getiride o ölçüde yüksek olacaktır. Zaten vade uzadıkça yatırımcı olarak riskimiz de artacaktır. Bu nedenle, bir yıl vadeli mevduat hesabının faizi, üç ay vadeli mevduat hesabının faizinden; üç ay vadeli mevduat hesabının faizi de bir ay vadeli mevduat hesabının faizinden genelde daha yüksek olmaktadır.

Ayrıca bankalar artık farklı vadelerle mevduat hesabı da açabilmektedirler. Bu hesaplara Kırık Vadeli Mevduat hesapları adını veriyoruz. Kırık vadeli mevduat hesabında, vade sonunu 1 günden başlayan gün seçenekleriyle yatırımcı istediği gibi belirleyebilir. Ama genellikle bankalar düzenledikleri kampanyalarla belirli gün sürelerini ön plana çıkararak bu gün sayısındaki vadeye daha yüksek faiz veriyorlar. Bu yüzden bankada vadeli hesap açtırıken farklı vadelerin sorulması, yatırımcı için fırsatların değerlendirilmesi açısından faydalı olabilecektir.

Bu nedenlerle yatırımcının vade kararını doğru bir şekilde vermesi önemlidir. Eğer uzun vadeli yani yıllık bir vadeli hesaba paranızı yatırırsanız bir yıl boyunca o parayı

kullanamazsınız, kullanmaya kalktığınız da ise o tarihe kadar elde ettiğiniz faiz tutarından vazgeçip ancak ana paranızı, yani yatırdığınız tutarı geri alabilirsiniz. Eğer faiz oranları da bu bir yıl içinde düşer ise, siz yüksek faizden paranızı yatırdığınız için avantajlı olursunuz. Ama eğer faiz oranları yükselir ise de, siz paranızı düşük faizden yatırırdığınız için zarar edersiniz.

Bankacılık sektöründeki yoğun rekabet sonucunda, bankalar maliyetlerini azaltmanın yollarını bulmaya çalışmaktalar. Bu amaçla bankalar internet bankacılığını teşvik etmeye başladılar. Bu gelişme bireysel yatırımcılara da yeni fırsatlar vermektedir. Eğer mevduat hesabınızı şube yerine internet bankacılığı yardımıyla açarsanız, banka size daha fazla faiz oranı verebilecektir. Bazen de bankalar yeni müşterilere hoş geldin adı altında normal faiz oranından daha yüksek bir faiz oranı da verebilmektedirler. Ayrıca bankalara yatırılan mevduat tutarı artınca da mevduata verilen faiz oranı da artabilmektedir. Bankalara göre uygulamalar ve faiz oranları değiştiğinden, yatırımcı kendisine teklif edilen faiz oranının yüksek olup olmadığının araştırılıp, diğer bankalarla karşılaştırması gereklidir. Bu iş için pratik web sayfaları vardır. Ama bu sayfalardaki bilgiler bazen güncel olmadığından yanıltıcı olabilmektedir. Yatırımcının verilerin doğruluğuna da dikkat etmesi gereklidir.

Likit fonlar da vadeli mevduata benzer bir yatırım aracı olmakla birlikte, fon yönetim ücretlerinin yüksekliğinden dolayı tercih edilmeyebilinir.

Ülkemizin şu an bulunduğu gibi ekonomik dalgalanmaların olduğu dönemlerde yatırımcıların aylık vadeli mevduata paralarını yatırmaları daha doğru olacaktır. Fakat klasik olarak daha önceki yazılarımda değindiğim gibi tüm yumurtaları aynı sepete koymak risklidir. Bu nedenle portföyümüzde vadeli mevduat, ABD doları ve euro gibi dövizler ve altın başta olmak üzere farklı yatırım araçlarına bulundurmak riskimizin azalması ve getirimiizn artması açısından çok faydalı olacaktır.

Herkese bol kazançlı günler diliyorum.

VADELi MEVDUAT

EN SEViLEN YATIRIM ARACI

Page 27: Vizyon33 Temmuz Sayısı

52 53SEYAHAT

Önemli kültürel ve doğal kaynaklara sahip olmanın yanı sıra, pek çok zıtlığı bir arada barındıran İsviçre, 21. yüzyılın başında büyük gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyor. Birkaç yıl öncesiyle kıyaslandığında eksiklikleri olmasına karşın, yine de yeni düşüncelere fırsat tanıyan ülke geçmişini ve geleceğini uzlaştırma çabasında.

İsviçre’de, dorukları daima karla kaplı Alpler’i karaçam ormanları örter, azgın akıntılar buz gibi suları ayna gibi berrak göllere taşır. Bazen yemyeşil vadilerde besili ineklerin boyunlarındaki çanların sesleri yankılanır. Birçok yerde karşınıza, manzaraya masalsı bir hava katan görkemli şatolar çıkar. Yazları bütün balkonlar ve pencereler sardunyalarla süslüdür.Hiçbir harita neredeyse üçte ikisi dağlık arazi olan İsviçre’nin coğrafyasını tam olarak yansıtamaz. Bazı zirveler 4500 m’den daha yüksektir. Matterhorn (Mont Cervin) efsanesi ile görkemli Eiger, Mönch ve Jungfrau zirvelerinin oluşturduğu dağ sırasının büyüsüne kapılmamak mümkün değildir. Doğuya doğru, Graubünden yamaçları üzerinde yer alan Arosa, Davos ve Sankt Moritz kayak pistleri güzelliğiyle nefes keser. Güneydoğuda uzanan Alpler ile kuzeydoğudaki Jura’nın yer yer kayalık, yer yer otlak bölgeleri arasında kalan verimli ovalar Cenevre ve Konstanz gölleri çevresinde bir alana yayılmıştır. Büyük şehirler ve konfederasyonu oluşturan 7,5 milyonluk nüfusun büyük bölümü endüstrileşen, ancak pastoral niteliklerini kaybetmeyen bu dar kuşak içinde yaşar. Dağlık bölgelerde buzul iklimin, en güneydeki İtalyan esintili Ticino’daysa neredeyse Akdeniz ikliminin yaşandığı İsviçre’deki farklılıklar coğrafi yapı ve iklimle sınırlı kalmaz. Farklı kültürel unsurlar, güçlü komşularla çevrelenmiş bu dilsel kesişme noktasında bir aradadır. Temel üç dil ülkenin resmi dilleri olarak kabul edilmiştir. Nüfusun % 65’i bir Alman lehçesi olan Schwyzerdütsch konuşurken, % 19’u anadillerinin Fransızca, % 10’u da İtalyanca olduğunu iddia eder. Bazı Graubünden vadilerinde konuşulan dördüncü ulusal dil Romanş (%1) ise bu dili konuşanların azmi sayesinde hayatta kalmıştır. Her topluluğun kendine özgü geleneği, edebiyatı, yemek kültürü ve yaşam tarzı vardır. Ancak bazıları kurumsallaşmış, bazıları daha gizli, ama hiçbiri kolay hayata geçmemiş kültürel etkileşimler canlı bir mozaik olan İsviçre’yi bir arada tutar.

Doğrudan Demokrasiİsviçre’nin yönetim biçimi doğrudan demokrasidir. Konfederasyonu oluşturan 26 kanton ve yarı kanton gibi, 3000’i bulan şehir

ve kır komünü de dikkate değer bir otonomiye sahiptir. Yerel ve ulusal düzeyde yeni yasalar önermek ya da eski düzenlemeleri yürürlükten kaldırmak için çoğunluğun inisiyatifine ve referandumlara başvurulur. Bütün bu mekanizmalar siyasi aygıtların işlemesini hantallaştırmakta ve bunun sonucu olarak da karar verme süreci yavaş işlemektedir.İsviçre, tıpkı temsil sistemine dayanmayan bir parlamento biçimi seçtiği gibi, ordusunu da milislerden oluşturmuştur. 42 yaşın altındaki her erkek askerlik yapmakla yükümlüdür. Kulağa garip gelebilir, ama tarafsız ve barış yanlısı İsviçre her türlü saldırıya gerektiğinde karşılık vermeye hazırlıklıdır. Ülkenin çeşitli yerlerindeki vadilerde tanksavarlar, sığınaklar ve uçak pistleri gizlenmiştir.İsviçre’de yürütme yetkisi, parlamento tarafından seçilen yedi “erdemli kişi”den oluşan kabinenin elindedir. Bu sistemle, hem kantonlar hem de siyasi partiler arasındaki güç dengesini koruma amacı güdülür. Bu yedi kişi sırayla konfederasyon başkanlığı görevini üstlenir. Her başkanın görev süresi bir yıl olduğu için ortalama bir yurttaşın o an kimin başkan olduğunu anımsaması biraz zaman alabilir.İsviçre’nin siyasi figürlerinin ortak bir özelliği olan alçakgönüllülük, nüfusun çoğunluğunda da görülür. İsviçreliler ülkelerinin zenginliği ve konumunun övülmesinden hoşlanmazlar. Ortalama yaşam standartlarının çok yüksek olduğu ülkede, bu refah düzeyinin kısıtlı doğal kaynaklara rağmen elde edildiği unutulmamalıdır. Kömür ve petrol madenlerinden yoksun olan İsviçre, Alpler’in suyundan yararlanabilmek için uğraş vermiş ve ithal ettiği hammaddeleri kâr amaçlı lüks ihraç ürünlerine dönüştürmeyi başarmıştır.İsviçre’de, trenlerin komşu ülkelerdekilere nazaran daha dakik ve kaldırımların daha temiz olduğu ya da trafik kurallarına daha fazla saygı gösterildiği doğrudur. Ülkede kimi zaman kılı kırk yaran boyutlara ulaşan titizlik ve düzen sosyal hayatın belirleyici unsurları olsa da, özellikle kültürel ve sanatsal alanda sıra dışı hareketler de görülür. Çoğunluğunu politik mülteciler, göçmen işçiler ve kendi ülkesinin vergi yasalarından kaçan ünlülerin oluşturduğu yabancı nüfusun yoğun olması nedeniyle, bazı semtlerde, özellikle büyük şehirlerde, İsviçre klişelerinin izi kalmamıştır.

Page 28: Vizyon33 Temmuz Sayısı

54

Kent ve ÜlkeBatı ve güneybatı İsviçre dışında, ülke topraklarının büyük bölümünde Almanca konuşulur. Ekonomik ve finansal açıdan ülkenin başkenti sayılan Zürih bu çoğunluğun merkezidir. “Zürih cüceleri” uluslararası finans dünyasında verdikleri kararların bir işin olmasına veya bozulmasına, hatta çok daha fazlasına etki edebilmesiyle ünlüdür. Öte yandan şehir şık butikler, müzeler ve bölgenin zengin tarihini yansıtan yapılarla ziyaretçileri kendine çeker. Fransızca konuşulan şehirlerin en büyüğü olan Cenevre, Fransa sınırında olması ve çok sayıda uluslararası iş merkezi ile organizasyona ev sahipliği yapması nedeniyle kozmopolit bir havaya sahiptir. İsviçre Konfederasyonu’nun siyasi başkenti olmasının yanı sıra, iki dilsel ve ekonomik kutbun arasında kalan Bern ise hem taşralı hem de mütevazi kalmayı başarmıştır. Burada ne görkemli anıtlara ne de geniş bulvarlara rastlarsınız. Böylesi gösteriş için fazla “İsviçreli” olan Bern buna rağmen Avrupa’nın en beğenilen başkentlerinden biridir.Özgün tarihi, dili ve dokusuna bağlı olarak her İsviçre şehrinin kendine has bir atmosferi vardır. Küçük şehirlerde bile pek çok kültürel ayrıntı bulabilirsiniz. Luzern’in üstü kapalı köprülerinden İtalyanca konuşulan bölgedeki Lugano’nun portakal bahçelerine gitmek için arabayla bir sabah yolculuğu yapmanız yeterlidir. Ancak dil, kültür ve iklimdeki şaşırtıcı değişiklikler bu iki bölgeyi birbirinden ayıran Alpler kadar büyüktür. Yerel sanat ve zanaatlar, bazıları Ortaçağ’dan kalma göz alıcı yapılar ve bölgesel kıyafetlerin

manzara kadar ilgi çekici olduğu İsviçre köylerinin çoğu görülmeye değer.Eğer gezi planınızı müzeler ve tarihi kasaba kiliseleriyle sınırlamadıysanız, vaktinizin çoğunu açık alanlarda temiz dağ havası almakla geçirebilirsiniz. Enerjiniz varsa zirvelere tırmanabilir; atla gezinti yapabilir; kayak, rüzgâr sörfü (yıl boyu), tenis, golf, yüzme, yelken, planör, su kayağı, balıkçılık gibi olanaklardan yararlanabilir ve sarı levhaları takip ederek orman gezilerine çıkabilirsiniz. Ülkenin pek çok yerindeki dağ bisikleti patikalarının keyfini çıkarmayı da ihmal etmeyin.Alışverişe gelince. Şık mağazaların vitrinlerini süsleyen lüks eşyalar, saatler, mücevherler ve son moda ürünler tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Alışverişlerinizde İsviçre işçiliğinin kalitesini yabana atmayın. Bütçeniz kısıtlıysa bile vitrinlere bakabilir ya da açık hava pazarlarındaki tezgâhlar arasında gezinebilirsiniz. Hemen her şehir ve kasabada, haftada bir ya da iki kez, çiçek, taze sebze ve meyve, sosis çeşitleri, köy ekmeği ve el sanatı ürünlerinin satıldığı yerel pazarlar kurulur.İsviçre mutfağı hem lezzetli hem de çok çeşitlidir, ayrıca her bütçeye uygundur. Özellikle Cenevre çok sayıda güzel restoranıyla bilinir. İster fondü ister raclette biçiminde olsun, peynir her haliyle gözdedir. Valais, Neuchâtel ve Ticino gibi bazı bölgeler şarapları ve şarapçılık gelenekleriyle ünlüdür. Önünüze çıkan ilk kafeye oturup yerel şarapların tadına bakabilirsiniz. Acele etmeyin, burada siz de bir deci (1/10 lt) veya demi (1/2 lt) beyaz şarap eşliğinde İsviçre gazetelerini okuyan yerli halk gibi uzun saatler geçirebilirsiniz.

*DOST KİTABEVİ (İSVİÇRE CEP REHBERİ, 3. BASKI, 2010, SAYFA 7-13)

Page 29: Vizyon33 Temmuz Sayısı

56 57

Yolculuğumuz İskenderun’a kadar otoban üzerinde geçti. Bundan sonra eski yoldan sahili takip ederek Samandağ’a ulaşacağız. İskenderun’u otoban çıkışıyla geride bırakarak Arsuz üzerinden kıyı şeridini takip etmeye başlıyoruz. Arsuz’u geçtikten 10 km. sonra Konacık Köyü’ne yaklaşıyoruz. Yol boyu kış olmasına rağmen yemyeşil bir bitki örtüsüyle narenciye bahçelerinden ilerliyoruz. Yeşil örtünün aralarında narenciye ağaçları ve bu yeşil örtüye nispet yapan portakal ve mandalinanın turuncu renkleri. Solumuzda sarp ve dik vadileriyle birden bire yükselen Amanos Dağları, sağ tarafımızda güneşin suda bıraktığı pırıltılı masmavi Akdeniz. Dar ve asfalt bir yoldan kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Yine yeşil örtüde kaybolmuş Konacık Köyü’ne ulaşıyoruz. Buradaki antik liman kalıntılarını ziyaret etmek için sahile yöneliyoruz. Karşımıza mütevazı bir balıkçı limanı çıkıyor. Kenarlarında balık restaurantlar yapılmış ve tipik bir balıkçı barınağı havasında hoş bir ortam oluşmuş. Liman dışında ise Helenistik dönemden kalma liman kalıntıları karşımıza çıkıyor. Yıkılmış granit mermer sütunların bir kısmı denizin içinde yer alırken bir kısmı kumsalda ve toprak altında keşfedilmeyi bekliyor. Yaklaşık 100 m. ilerde tel kafesle çevrilmiş bir sit alanıyla

karşılaşıyoruz. Tel kafesin etrafını dolanarak içeri girecek yer ararken mevcut kapının kilitli olmadığını görüyoruz. İçeri girdiğimizde çok güzel 2 lahit mezarla karşılaşıyoruz. Lahitlerin 5. yüzyılda Doğu Roma döneminden kaldığı tahmin ediliyor. Lahit üzerinde bulunan rahibe figürlerinden mezarların onlar için yapıldığı anlaşılıyor. Lahitlerin üzerindeki kabartma heykeller yer yer zarara uğramış olsa bile yine de harika bir ihtişam ile duruyor. Lahitin hemen yanında mozaik taban bulunmakta. Yıllarca açıkta durduğundan, bayağı tahrip olmasına karşın yine de belirgin şekilde mozaikler görünüyor. Buradan da anlaşılıyor ki burası eski bir kiliseymiş. Mevcut sit alanı içerisinde daha kazı çalışmaları yapılmamış. Burada kapsamlı bir kazı çalışması yapıldığında gerçekten güzel bir tarihi mekân gün ışığına çıkmış olacak. Bu güzel ortamı fotoğrafladıktan sonra buradan yavaş yavaş ayrılıyoruz. Kıyı sahil yolunu takip ederek Samandağ’a kestirme yoldan ilerliyoruz. Bu yol pek kullanılmamasına rağmen temiz görünüyor. Çevreden, yolun yaklaşık 10 km. stabilize olduğunu ve yol yapım çalışmalarının sürdüğünü söylemelerine rağmen biz bu yoldan Samandağ’a geçmeye kararlıyız. Bundan sonra Amanoslar denize sıfır yaslanıyor ve biz zikzaklı yolu takip ederek

İskenderun Samandağ

GEZİ

DOĞU AKDENİZ’DE BAKİR İNCİ BİR SAHİL:

Akdeniz kıyı şeridi batıdan doğuya uzanan içinde deniz, orman ve tarihiyle bin bir güzelliği barındıran dünyanın eşsiz yerlerimizden biridir. Sizlere bu sayımızda Akdeniz kıyı şeridinin en doğu ucu İskenderun Samandağ’a uzanan kıyı yol şeridinden bahsetmek istiyorum.

çam ormanları arasından Akdeniz’in masmavi görüntüsünü izleyerek ilerliyoruz. Denizde yunus balıklarının şovuyla karşılaşıyoruz. Bir çift yunus Akdeniz’in ılık sularında avlanıyor ve 3-4 dakikada bir sıçrayarak bize doyumsuz izleme zevki veriyor. Balıkçılar yunuslarla o kadar sık karşılaşmış olacak ki yanından geçen yunuslara aldırmadan balık ağlarını topluyorlar. Körfezin burun kısmına uzandığımızda beyaz bir şato gibi denizin uç noktasında gerçekten güzel bir deniz feneri ile karşılaşıyoruz. Akıncı Burnu Deniz Feneri olarak geçen bu güzel yapı, Domuz Burnu’nun ucunda olduğu için halk arasında Domuz Burnu Feneri olarak da anılıyor. Kayaların üzerine kurulmuş, önü Akdeniz’in mavi sularına, sırtı Amanos Dağları’nın yemyeşil çam ormanlarına yaslanmış duruşu ve hakim yeri ile bir beyaz şatoyu andırıyor. Bu deniz fenerini ardı sıra deniz ve yeşiliyle bütünleşmiş vaziyette izlemek gerçekten keyif verici. Bu keyif verici ortamdan istemeyerek de olsa ayrılarak yolumuza devam ediyoruz. 5 km. sonra bakir ve kendi halinde bir balıkçı köyüne rastlıyoruz. Kale ismindeki

bu köy çam ormanlarının arasında ve denize sıfır konumunda yaklaşık 40 haneden oluşan geçimini arıcılık ve balıkçılıkla sağlayan insanlardan oluşuyor. Sahil kenarında jandarma karakolu ve yer yer balık restaurantları olan bu balıkçı köyünün bakkalında mola veriyoruz. Etrafımızı birkaç köylü çevirerek bize çam ormanlarında yetiştirdikleri arılardan polen balı ikram ediyorlar. Bu köy İskenderun’a bağlı yaklaşık 2 saat mesafede İskenderun ilçe sınırının son noktasında yer alıyor. Köyün çıkışıyla birlikte toprak yol başlıyor. Yol üzerinde sık sık dağdan kopan kaya parçaları ile karşılaştığımız için ağır ve dikkatli ilerliyoruz. Amatör balıkçılık için Samandağ’dan gelerek sahilde balık avlayan onlarca insanla karşılaşıyoruz. Güzel havayı ve hafta sonunu fırsat bilip sahilde kafa dinleyip birazda yakalayabildiği kadar balıkla eve gitmenin keyfini çıkaran onlarca insan balık avlıyor.

İskenderun-Samandağ arasında ilerlememizin sonuna yaklaşıyoruz. Son virajı aldığımızda Samandağ görünmeye başladı. 10 km. sahil bandına sahip

Samandağ’ın sahile 400 m. yakınına yerleşim yapılmamış. M.Ö. 300 yılına ait antik liman kalıntıları mevcut olan bu sahilde, çok güzel ve bakir bir kumsal bulunmaktadır. Şuan Samandağ’a 5 km. mesafedeyiz ve bulunduğumuz yer Çevlik olarak anılmaktadır. Burada Hatay’ın en önemli tarihi mekânları bulunmaktadır. İlk ziyaret ettiğimiz Titus Tüneli. Bu tarihi mekânı güzel bir mesire yeri hale dönüştürmüşler. Doğal dokuya uyum sağlayacak banklar, ahşap hizmet binaları ve taş parke yollarla gerçekten gözle görülür yatırımlar yapılmış. 6 m. eninde antik bir su kanalından ilerliyoruz. Bu tünelin, kayaların kesilerek insan eliyle yapıldığına inanmak gerçekten zor. Kanal, kapalı ve açık olmak üzere iki bölüm halinde ve kayaların insan eliyle açılması ile oluşmuş. Üst mekânlardaki kaya mezarlarını ve seyir mekânlarını da ziyaret ederken, tarih ve doğanın bütünleştiği bu yerlerden çok etkilenmeye başladım. Bu kanalın üzerinde yapılmış 1,5 m. eninde tarihi köprüden geçerken sağından, solundan akan suların coşkulu akmasından da anlaşıldığı gibi bu köprünün buraya

Page 30: Vizyon33 Temmuz Sayısı

58 592300 yıl hizmet verdiğini düşünmek ve köprünün hala ilk günkü gibi ayakta durduğunu görmek beni hayrete düşürdü. Tekrar kanalın içerisine iniyoruz. Karşımızda 6 m. eninde ve 7 m. yüksekliğinde bir tünelle karşılaşıyoruz. Titus adı verilen bu tünel MÖ 300 yılında Seleukos Nikodor tarafından dere yataklarının bitiminde bulunan iç limanın, dereden gelen malzemelerle kapanmaması için dere yatağının önüne set çekilerek, suyun bu tünelle başka tarafa akması için yaptırılmış. Titus döneminde bitirilmesinden dolayı da adını buradan almış. 130 metresi kapalı olan bu tünelin toplam uzunluğu 1380 metre. Tünelin içinde ilerlerken içerisi karanlık olduğundan önümüzü aydınlatacak ne varsa yakmak zorunda kalıyoruz. Tünelin içinde sağ köşede küçük bir kanal bulunmakta. Bu küçük kanaldan suların akması sağlanmış. Gerçekten o dönemde bu tüneli yapmak müthiş bir mühendislik ve işçilik işi. Buradan ağır ve dikkatlice ilerlerken bastığımız yere dikkatlice basmak zorundayız. Çünkü tünel karanlık olduğu kadar, zemin taşlık ve yer yer kaygan. Tünelden ağır ağır çıkmaya başlarken, tünelin doğusunda deniz tarafında 100 m. uzaklıkta Beşikli Mağarası bulunmakta. Buraya giderken defne, harnup, meşe gibi Akdeniz iklim kuşağına sahip birçok ağaç ve ağaççıkların arasında ilerlerken bu bereketli sit alanının içinde vatandaşların bir kısmı tarım yaparken, bir kısmı da, buralardan elde ettikleri ürünleri ziyarete gelen kişilere pazarlamanın uğraşı içindeler. Bu bereketli alanda ilerlerken buraların o dönemlerden beri

hala hayat kaynağı olarak canlılığını sürdürmesi beni gerçekten memnun ediyor. Birden karşımıza ünlü Beşikli Mağarası çıkıyor. Mağara bir taş ustasının elinden taşa hükmetmenin vermiş olduğu zarif ve ustalık eseri olarak asırlardır sapasağlam karşımızda duruyor. Mağaraya sütunlarla destek ayak verilmiş. Mağarada onlarca kaya mezarı hala o ihtişamı ile görülmeye değer bir güzellikte ve sağlamlıkta duruyor. Beklentimin üzerinde bir görsel izlenimle karşılaştığımı itiraf etmek istiyorum. Bu güzel tarihi mekânın tam anlamında tanıtılmaması ve yeterince ziyaretçi akınına uğramaması ne acı. Her köşesi ve her karışı değerlendirilerek yapılmış bu kaya mezarlarını, buraları görmek isteyenlere öncelikli olarak tavsiye ederim. Gerçekten kaçırılmaması ve görmeyenlerin pişman olacağı bir tarihi mekân burası. Buradan büyük bir keyif alarak ayrılıyoruz. Yola çıkarken hafif bir yol sapması sonucu Türkiye’deki tek Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü’ne uğruyoruz. Köyün mezarlığını ziyaret ederken kendimi yabancı bir ülkede sanıyorum. Diğer Arap ve Türk köyleri ile mukayese ettiğimizde köy gerçekten farklılık yarattığı kadar, insanları da çağdaş giyim tarzlarıyla kendini belli ediyor. Bir kaç Ermeni vatandaşımızla sohbet ettikten sonra buradan ayrılarak Hatay’ın değişik tarihi, kültür ve doğa güzelliklerini keşfetmeye devam ediyoruz. Bir başka sayımızda yurdumuzun değişik bir mekânında buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın.

Bu sorunun iki yanıtı vardır: Evet ve hayır. Önce ilkinden başlayalım. Evet, bu dünyadaki her şey gibi aşkın da sonu vardır çünkü aşk olarak hissettiğimiz o yoğun duygulanım insanoğlunun yaşadığı diğer duygular gibi başlar ve bir süre sonra biter. Diğer duygularımızdan farklı olarak daha yoğun hissedilir ve daha uzun sürer. Nasıl ki bir kişiye karşı yoğun yaşadığımız öfke duygusunu dile getirebildiğimizde öfkemiz bir süre sonra azalıp bitebiliyorsa, bir kişiye karşı hissettiğimiz yoğun aşk duygusu da onunla bir evlilik yaşarsak bitecektir. Evlilik aşkı öldürür mü? Evet, ama öldürdüğü aşk bizim bilinçli olarak yaşamak istediğimiz bir aşk değildir. Tamamen bilinç dışı bir düzeyde gerçekleşen duygulardır. Bu bilinç dışı düzeyde yaşanan aşkı Dr. Harville Hendrix insanın çocuklukta aldığı yaraları iyileştirme süreci olarak görür. Hendrix’e göre insan bir ilişkiler dünyasına doğar. İlişkiler dünyasında en temel ilişkiyi kurduğu onu büyüten ebeveynleridir. Ancak ebeveynleri ile kurduğu bu ilişkiler içerisinde yaralar almaya başlar. Bu yaralanmalar onun yetişkinliğini de önemli bir ölçüde belirleyecektir.İnsanlar yaşamları boyunca kurduğu ilişkilerde yaralar alır ve çeşitli şekillerde bu yaraları iyileştirmeye çalışır. Örneğin, oyun oynamak çocukların kendilerini tedavi etme süreçleri…Bebeklik ve çocukluk ilişkileri içerisinde yaralanmış olan insanoğlu yetişkinliğe geçiş sürecinde de kendisini iyileştirecek ilişkiler kurmaya çalışır. Bu kendi kendini tedavi girişiminin en önemli sonuçlarından biri bilinç dışında oluşan anne baba imgesine gerçek yaşamda karşılık gelecek bireye duyulan aşktır. Kişinin aşık olduğu aslında anne babasına benzer özellikler taşıyan bir yabancıdır. Ancak bu yabancıya aktardığı, kendi anne babasının bilinç dışı bir imgesidir. Çok daha düz

anlatırsak farkında bile olmadan kendi anne babasına benzer özellikler taşıyan bir kişiye aşık olur. Kızların kaderi annelerinkine benzer, diye bir söz vardır. Bu söz de, bu durumu kanıtlar niteliktedir. Bu söz madalyonun bir tarafındaki sözdür ve madalyonun diğer tarafında erkeklerin kaderi ile ilgili bir söz vardır. Annelerinin kaderine benzeyen bir evlilik yaşayan kızların eşlerinin de kaderleri kendi babalarına benzer.Kendi anne babalarının karakterlerine benzer özellikler gösteren karşı cinse duyulan bu aşkta erkek de kadın da “dert neredeyse derman oradadır” misali tedavi girişimi içerisindedir. Evliliğin aşkı öldürme işlevi de burada başlamaktadır. Her ikisi de kendi çocukluk yaralarının iyileşebileceği gibi bilinçdışı bir arzu ile aşkı yaşamaya başlar. Bu karı ve kocadan her biri diğerinin onu iyileştirmesini beklemekte ve arzu etmektedir. Tedaviyi birbirlerinden beklemeleri işin çıkmaz noktasıdır. Çiftler bu çıkmaz sokakta birbirlerine karşı çok acımasız olabilmektedirler. Acımasız davranışlar ve sözler çatışmaları da beraberinde getirir. Aşkın büyüsü kaybolmaya başlar, benim evlenmeyi düşündüğüm bu adam/kadın mı diye sormaya başlarlar.Bunu sormaya başladıkları an aşk son nefesini vermiştir.Son nefesini veren aşk, bilinç dışı aşktır. Bilinç dışı aşkın son nefesini vermesi evlilik için de her şeyin bittiği anlamına gelmez. Birbirlerine deli gibi aşık olan çiftler aslında yanlış bir seçim yapmamışlardır. Seçimleri son derece doğrudur. Birbirlerini tedavi edebileceklerdir. Sadece nasıl yapacaklarını bilmemektedirler. Bir sonraki sayıda GERÇEK MUTLULUĞU YAŞAMAK ile evliliğe dair devam edeceğiz.

PSİKOLOJİİzzet Zülküf Çelik | Uzman Psikolojik Danışman

Evlilik Aşkı Öldürür

Mü?

Page 31: Vizyon33 Temmuz Sayısı

60 61ŞEHİR TURU

)

Başlangıçta adı ürkütücü gelse de gittiğinizde sizi kendisine hayran bırakacak olan, büyük obruğu, bu

obruğun sağladığı akustiği, M.Ö yapılmış ve hiç harç kullanıl-madan inşa edilmiş tamamen el

emeği olan bu tarihi yapıları ve kenti görünce kendinizi Antik

Roma’da hissedeceksiniz.

Antik Olba Krallığı’nın kutsal yerleşim yeri olan kentin tarihi M.Ö. 3. yy’a kadar gitmektedir. M.S. 4. yy’da adı Neapolis olarak değişen kent en parlak dönemini yaşamıştır. Bizans İmparatoru II. Theodosius (408-450), bu alanda kutsal bir Hristiyanlık merkezi kurmuştur.

Antik kente Kanlı divane adının verilmesi antik çağda suçluların buradaki derin obruğa yabani hayvanlarca parçalanması için atıldıklarına inanılmasından geliyor.

Silifke yolunun 15. kilometresindeki Ayaş yöresinde (Mersin merkezine 45 kilometre) Kanyteleis – Neapolis kalıntıları bulunuyor. Anayoldan üç kilometrelik asfalt bir yolla antik kente ulaşılıyor. Bu yol aslında, Antik Roma yoluydu.

19. yy Ortalarında batı dünyasınca bilinir hale gelen ören yeri geniş bir obruğun çevresinde oluşturulmuş Olba Krallığı’nın kutsal alanıydı. Daha sonra İ.S. 408 yılında Bizans İmparatorluğu II. Teodosyus, Neapolis (Yeni kent) adıyla bir kent yerleşimine dönüştürdü. En parlak dönemini de bu dönemde (İ.S. 4. yy.) yaşadı.

Kanlı divane ören yeri, bugün ayakta durmayı başarabilen dört Bizans kalıntısından en görkemlisidir. Kanlı divanedeki obruğun kuzeyindeki, Papylos adında dindar bir kişinin adak borcunu ödemek için yaptırdığı Papylos Bazilikası bulunmaktadır. Kanlı divane Papylos Bazilikası bir tür Hıristiyan mescidi diyebileceğimiz yapılardandır. Bizanslılar zamanında da Hıristiyanlık yaygınlaşınca yeni ve büyük ibadet yerlerine ihtiyaç duyulmuş. Bazilikalar da eski tapınaklardan dönüştürülerek yeni kilise inşa tarzı olarak geliştirilmiş. Kanlı divane de Roma döneminden kalan tapınaklar oldukça küçülmüş.

Kent, 60 metre derinliğinde geniş bir obruk etrafında

kurulmuştur. Obruğun içinde divan üzerinde oturan bir kadın ve iki erkek kabartması yer alır. Kuzey duvarında zırhlı ve kılıçlı bir asker, güney duvarında ise beş kişilik bir aile kabartması bulunmaktadır. Merdivenlerle inilen çukurun, büyüklüğünden ötürü tanrısal olduğu düşünülmüş ve kent tarih boyunca dinsel bir merkez olmuştur.

Obruğun etrafında kesme taştan yapılmış bazilikalar, caddeler, kaya mezarları, sarnıçlar, kaya kabartmaları bulunur. Güneybatısında MÖ 2. yy.dan kalma bir kule vardır. Kulenin kitabesinde, Tanrı Zeus için rahip-krallardan Olbalı Tarkyaris'in oğlu Teukros tarafından yaptırıldığı yazmaktadır.

Kentte bulunan üç nekropolden kuzeydekinin en yüksek yerinde Kraliçe Aba'nın kocası ve iki oğlu için yaptırdığı anıtsal mezar bulunur. Obruğun bir kilometre güneybatısındaki Çanakçıkaya mezarları Kilikya İmparatorluğu’nun soylularına aittir ve üzerlerinde bunu belirten rölyefler vardır. Obruğun çevresindeki bazilikalar 4. yy sonları ile 6. yy ortaları Bizans dönemi eserleridir. Kanlı divane antik kentinde yer alan tarihi yapıların çoğu müthiş bir geometri bilgisi gerektiren yapılar. Eserlerin çoğunda birleştirmek için herhangi bir sıva malzemesi kullanılmamış ve inanın sizin boyunuz kadar olan taşlar belirli bir geometrik şekle göre biçimlendirilip bir mimari harikası oluşturmuş.

19. yy ortalarında Fransız gezgin Victor Langlois tarafından keşfedilen kent, 70’li yıllarda yapılan kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Yöredeki ilk arkeolojik araştırmaları Prof. Dr. Semavi Eyice gerçekleştirmiştir.

Akustiği çok iyi olduğu için günümüzde konserlere ev sahipliği yapmaktadır.

Page 32: Vizyon33 Temmuz Sayısı

62 63

Konuşamamaları, Söyleyecek Bir Şeylerinin Olmadığı Anlamına Gelmez

RÖPORTAJ Esra Yılmaz

GÖKTÜRK'ÜN ABLASI ESRA YILMAZ

Bir kardeş sahibi olmak mükemmel bir duygu. Hayatta yalnız olmadığının en büyük kanıtı. Kardeş demek; nefes ömür demek. Benim de aldığım nefeslerim kardeşlerim. Ailemizin en son ferdi olan dünyanın en tatlı kazandibi Göktürk Arslan Yılmaz. Senin hasta olduğunu ilk öğrendiğimde beynimden vuruldum. Nefesim kesildi. Kendi kendime ‘’Allah’ım sınıyor musun’’dedim. Otizm neydi ilk sende duymuştum. Senin sayende adını ilk kez öğrendiğim bu hastalık sadece benim hayatıma değil ağabeyinin, annenin ve babanın hayatına da bir bomba gibi düştü. İlk şokları atlatmamız kısa sürdü. Çünkü bu durumu aşmamız için en kısa zaman da doğru ve hızlı bir şekilde neler yapabiliriz onun araştırmaları içine girdik. İşe önce otizm neymiş diye başladık, sonra sana nasıl yardımcı olabiliriz diye düşündük. Türkiye' deki doktorların bu konu hakkında çok az bilgileri vardı. Dış kaynakları araştırdık. Bu durumu bizden önce yaşayan aileleri bulduk. Onlarla iletişime geçip bilgi aldık. Sonra bir baktık otizm hakkında her şeyi öğrenmiş ve sana yardımcı olmaya başlamıştık. Seni eğitmek zordu. Annen, baban, ağabeyin ve ben senin için çok uğraştık ve biz kazandık. Sabır, ilgi, bilgi ve sevgi ile bu hastalığı aştık. Şimdi senin yarınlarına daha güzel bakıyoruz. Büyüdüğün de kimseye muhtaç olmadan çok güzel bir hayat geçirmen için de ailen olarak sana sonuna kadar da destek olacağız. Seni çok ama çok SEVİYORUM.

GÖKTÜRK'ÜN ANNESİ BERFİN YILMAZ

Bize kendinizi tanıtır mısınız?

45 yaşında boş zamanı olmayan bir anneyim. Göktürk’e 35 yaşın da hamile kaldım. Bu sürece gelinceye kadar iyi bir kariyeri ve dekorasyon bürosu olan iş kadınıydım. Oğlumu kucağıma aldığım gün bebeğimin farklı olduğunu hissettim. Önceleri 8 aylık erken doğum etkileri olarak düşünsem de zamanla akranlarıyla

arasındaki fark kendini göstermeye başladı. Çocuk nörolojisine giderek bir çok tetkikler yaptırdık. Doktorlar tanı koyamadı, kendim yurtiçi ve yurtdışı araştırmalarımla 9 aylıkken otizm tanısına ulaştım. Bu da benim meslek hayatımın sona ermesi demekti. Çünkü önümde aşılması gereken zorlu dibi gözükmeyen derin bir uçurum vardı. Ya kendi kendine yetebilecek hayatını sürdürecek bir birey bırakacaktım topluma yada başkalarına ömür boyu muhtaç bir insan olarak yaşayacaktı. Ben her şeyi geride bırakarak oğlumla her anını yaşamayı ve onunla birlikte mücadeleyi seçtim.

Göktürk’ün otizm hastası olduğunu nasıl öğrendiniz?

İlk doğduğunda kucağıma aldığım an hissettim. Çocuk nörolojisi doktorları yaptıkları tetkiklerden sonra yeni doğanda bir tanı koyamadılar. Ben 9 ay boyunca oğlumu diğer akranlarıyla karşılaştırarak neyi yapabiliyor, yapamıyor diye karşılaştırma tabloları hazırladım. İnternetten yaptığım araştırmalar sonucunda yalnız olmadığımı gördüm, benimle birlikte bütün bu ailelerde otizmin dibi olmayan kuyusunda bir çare bir umut arayış içindeydiler. Çünkü tıp otizm konusunda şu an için yetersiz. Yaptırmış olduğumuz, EEG-MR-BEYİN SPECKT' leri ve kan tahlilleri sonucunda tıp otizmli çocuklarda tıbbi bir tanıya varamıyor, bu sebeple de otizmin ilacı yok. Aşırı hiperaktive ve uykusuzluk çeken çocuklarda psikiyatri desteği ile RITALIN VE RISPERDAL ilaçları verilmekte. Göktürk' de geceleri hiç uyumadığı için düzelinceye kadar RISPERDAL kullandık. Uykusu düzeldiği için 5 yıldır kullanmıyorum. Bu çocukların en büyük sorunlarından biride kaslarının çok zayıf olması, ince motor kabiliyetleri bu sebeple çok yetersiz. Göktürk' ünde sol eli ve ayaklarında kas zayıflığı vardı hareket ettiremiyordu, fizik tedavi ve REFLEKSOLOJİ tedavisini öğrenerek evde oğluma uyguladım. Şu an oğlum akranlarından daha uzun boylu, yapılı ve sağlıklı.

Otizm, üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Anne ve baba olmak güzel olduğu kadar zordur. Bir de çocuğunuz otizm hastası olarak yaşamını sürdürecekse sorumluluklarınız da artıyor. Otizm hastalarını topluma kazandırmak, eğitmek ve geliştirmek sadece anne-babalarının yardımıyla değil, çevrenin de duyarlılığıyla olmaktadır. Bu röportaj Göktürk gibi olan bütün otizmli çocuklara ithafen yapılmıştır.

Page 33: Vizyon33 Temmuz Sayısı

64 65Göktürk’ün başka sağlık sıkıntıları da var mı? Beslenmesi nasıl?

Bu çocukların metabolizmasında ve bağırsakların da sorun vardır. Bir çoğu tek taraflı beslendiği için (et ağırlıklı, sebze ağırlıklı, meyve ağırlıklı, kuru bakliyat ağırlıklı) çeşitli enzim, amino asit, vitamin ve minareler bakımından çocuğun gelişimsel yapısı gerekli desteği bulamamaktadır.Bunun için takviye olarak multivitaminler ,bağırsak filorasını da destekleyici probiyotikler kullanmaktayız. Bu çocukların pek çoğunun gelişimsel bozukluklarının ana sebeplerinden biri de beslenme konusunda ki farklılıklardır. Bu çocukların gulitensiz ve kazeinsiz yani buğday ve inek sütünden uzak beslenmeleri gerekmektedir. Bu çocuklara keçi sütü çok faydalıdır. Biz Göktürk’e inek sütü bağırsak filorasına zarar verdiği için içirmiyoruz.

Vücutların da başta kurşun ve civa olmak üzere ağır metaller bulunmaktadır. Yani kronik metal zehirlenmesi mevcuttur. Sinir sistemi ve beyin bu metallerin atılımı ile normale dönme olasılığı çok yüksektir.

Tedavi masrafları ne kadar tutuyor?

Oldukça pahalı bir hastalık, tek taraflı beslenmeyi destekleyici multivitaminler ve probiyotikler her ay yüklü bir meblağ tutuyor, ayrıca aşırı derecede hassasiyeti olan bu çocuklara özel diş hekimleri anestezi uzmanları eşliğinde müdahale ediyor ki bu aileler için oldukça masraflı. Alerjik testlerinin yanı sıra kronik metal zehirlenmesinin vücuttan atılımı da ekonomik yönden aileleri yıpratıyor.

Göktürk rehabilitasyona (özel okul) ve ilkokula gidiyor mu?

4 yaşına kadar anaokuluna gitti. Şuan da Mersin de özel rehabilitasyon olarak İZEM’ e gidiyor. Öğretmeni Şule KOÇ hanımla beraber bayağı bir yol aldılar. Öğretmenimiz sınıf öğretmenliğinin yanı sıra Çukurova Üniversitesin' de otizm üstüne eğitim almış. İlköğretimde ise Vali Şenol ilköğretim okulunun 3. sınıfına geçti.

Türkiye'de otizm teşhisi koyacak merkez var mı?

Eskiden bu merkezler yoktu. Şimdi bir çok tıp fakültesinin psikiyatri bölümünde otizm dalında eğitim almış doktorlar bulunmakta.

Engelli çocuğu olan ailelerin toplumla ilişkisi nasıl?

Biz otizm aileleri olarak Türkiye’de çok yalnız ve ilgisiz kaldığımızı düşünüyoruz. Bir otizm hastası çocuğun ailesinin yaşamı çok zordur. Çünkü çocuğun ne istediği, canının yanıp yanmadığı, neresinin ağrıdığı belli değildir. İletişim kuramadığı için yaşamı çok karmaşıktır. Algıları bizden farklıdır. Yaşamı bizden farklı algıladığı için ona göre davranır. Üst benliği olmadığı için içlerinden geldiği gibi hareket ederler. Bu yüzden toplum tarafından çok normal ve zeki göründükleri halde

böyle davrandıkları için dışlanırlar. Dolayısıyla ailelerde dışlanır. Şımarık çocuk yetiştirmekle suçlanırlar. Ayrıca bu çocuklar yalnız kaldıklarında bir türlü nasıl davranacaklarını bilemezler. Hatta toplumda geri zekalı muamelesi görürüler. Oysa ki bu çocukların fotografik hafızaları vardır. Ayrıntıları bilirler, zekidirler; zekalarını kullanamadıkları ve iyi eğitilip yönlendirilmedikleri için zamanla körelirler. İyi bir eğitimle ilgi alanlarında deha olabilmektedirler. Bu yüzden otizmi topluma tanıtmak, kabullendirmek için devlet kurumları ile beraber ailelerin ortaklaşa hareket etmeleri gerekir. Tanıtıcı kamu spotlarının hazırlanması gerekir.

Çocuklarına bakamayan ebeveynler ne gibi çözüm yolları arıyor?

Çalışan anneler için otizmli çocuklara bakmak çok zor. Bakacak bir yakını yada çalışanı yoksa devletin kurumuna bırakıyor. Aile için bu süreç meşakkatli ve ekonomik yönden de oldukça pahalı. Sosyo-ekonomik açıdan aile güçlü olmalı ki bu çocukların ihtiyacını karşılasın. Tanıdığım bir öğretmen hanım 13 yaşındaki otizmli oğluna bakamadığı için yurda verdi. Sebebi çocuğun saldırgan olup diğer kardeşlerine zarar vermesi. Bu çocukların en büyük sorunu konuşamadıklarından kendilerini ifade edememeleri ve bağırsak filorasında ki bozukluk yüzünden büyük bir kısmı kabızlık veya sürekli ishal olma durumu yaşadıklarından karınları çok sık ağrır, büyük acı çekerler. Eğer anne bunu anlamazsa çocuk acıdan çıldırma aşamasına gelip sağa sola saldırıyor, kırıyor, kendisine zarar veriyor. Ayrıca bu çocukların baş ağrıları, kulak ağrıları ve sık sık tekrar eden ateşlenmeleri oluyor. Düşünsenize bu kadar acı çekerken karşınızdakine bunu anlatamamak elinizden gelenin sadece ağlamak ve bağırmak olması. En kötüsü de kaşındaki kişinin bunu edepsizliğinden yapıyor diye aldırış etmemesi, çocuğunda o acıyla başta kendisine ve çevresine zarar vermesi, saldırıyor diye de ebeveyninden dayak yemesi kötü bir durum. Kendinizi çocuğun yerine koyun ve ne kadar yürek acıtan bir durum olduğunu görün. Bu örnekleri çevremdeki ailelerden veriyorum. Otizmli çocukların en büyük ilacı sevgi ve anlaşılır olmak. Sevgiyle ona bakar sorunlarını anlamaya çalışırsanız bu çocuklar çok çabuk iyileşme gösteriyor, gelişiyor. Göktürk’ün en büyük şansı bizim gibi bir aileye sahip olması, onu her zaman anlıyoruz ve seviyoruz. Bize güveniyor. Kendine olan öz güveni arttıkça insan ilişkileri de artıyor.

Engelli bir çocuğu kabullenmek kolay mı?

Ben anneyim nasıl olursa olsun evladım benimdir. Eşim görevi nedeniyle yanımızda yoktu, otizm tanısı konulduğunda eşime telefon açıp bilgi verdim, ilk tepkisi kızgınlık oldu, otizmde neymiş diyerek daha sonraki aşamalarda bile bunu kabul etmek istemedi. Kendisi görev süresinin bitmesiyle 2 yıl sonra yanımıza geldi. Bu süreçte en büyük destekçilerim kızım ve oğlumdu çocuklarımla beraber otizmle ilgili

yapılmış yurt içi, yurt dışı ne kadar kaynak varsa topladık, bizimle aynı sorunu paylaşan ailelerle internet üzerinden iletişime geçtik, paylaşımlarda bulunduk. Oğlum ve kızım bu mücadelenin içinde ergenlik döneminin en güzel 2 yılını arkadaşlarına katılamadan geçirdiler. Bu süreç de ki bana olan desteklerinden dolayı onlara minnettarım. Şu an ikisi de üniversite mezunu. Yolları açık olsun, Allah herkese böyle hayırlı evlatlar versin.

GÖKTÜRK’ÜN BABASI TURGUT YILMAZ

Göktürk’ün otizm hastası olduğunu öğrendiğinizde ne hissetiniz?

İlk başta şaşırdım hayır olmaz dedim. Benim çocuğumda böyle bir şey olmaz diye konduramadım. Ama sonra bunun yanlış olduğunu düşündüm. Otizm neymiş diye araştırıp ne olduğunu öğrendim.

Oğlunuzun hayatını kolaylaştırmak için neler yaptınız?

Önce otizmin ne olduğunu anlamakla başladım. Oğlum Yunus Emre ve kızım Esra otizm hakkında pek çok araştırmalar yapmışlar. Çocuklarım ben yok annelerine destek olmuşlar ve ilk işleri otizmin ne olduğunu öğrenmek olmuş, sonrasında kendilerini eğitmeye başlamışlar. Çünkü Göktürk’e ancak böyle yardımcı olabileceklerini keşfetmişlerdi. Benim de doğu görevim bittikten sonra onlara katıldım ve kendimi eğittim. Ailecek otizm konusun da bilinçlendikten sonra Göktürk’ün hayatını kolaylaştırmak için onu izledik, notlar aldık ve takıntılarını nasıl aşabiliriz diye sorular sorup cevaplar aradık. Çocuğumuzu asla toplumdan soyutlamadık, biz nereye Göktürk’te bizimle oraya geldi. Sıkıntılar yaşadık ama sabır ve ilgiyle her sıkıntıyı aştık. Ben oğlumun eğitimi için emekli oldum. Ona daha iyi bir hayat sunmak için.

Eğitimi için erken emekli oldunuz. Emeklilik süreci Göktürk ile nasıl geçiyor?

Çok iyi geçiyor. Bütün vaktimi oğluma ayırdım. Büyüdüğü için eşim Berfin’in gücü yetmiyor. Ben biraz da bundan emekli oldum. Bütün vaktim oğlumla geçtiği için emeklilik depresyonu denen o psikolojiyi hiç yaşamadım. Oğlumun terapi ve eğitimine olumlu cevap vermesi beni daha çok mutlu ediyor.

Eğitim ve terapi süreçlerine olumlu cevap veren Göktürk’ün ilk kelimesi ne oldu?

İlk kelimesi MERHABA ve İYİYİM oldu.

Merhaba dendiğinde ''Merhaba'', nasılsın Göktürk sorusuna ''İyiyim'' diye cevap verdi.

Daha sonra BABA. İnce sesleri algılama da sıkıntı yaşadığı için Anne diyemiyor ANNA diyor. Sonra abla ve ağabey dedi.

Göktürk’ün ne gibi yetenekleri var?

Harika bir müzik kulağının yanı sıra çok iyi matematik ve fotografik hafızası var. Ve kendi kendine yüzmeyi öğrendi.

Onu diğer otizmli çocuklardan ayıran en büyük özelliği nedir?

Çok mutlu olması. Bizim onun dilinden çok iyi anlamış olmamız. Öfke nöbetleri yaşamaması onun daha çabuk

anlamasına ve hızlı öğrenmesini sağlıyor. Mutlu olduğu için endorfin salgılayan beyni çevresiyle iletişim

kurmasını kolaylaştırıyor. Yani oğlumuz yalnız bir çocuk değil.

Göktürk konusun da hiç keşke dediğiniz bir durum oldu mu?

Hayır olmadı, çünkü Türkiye şartlarında yapılması gereken maddi, manevi ne varsa hepsini yaptığımı düşünüyorum. Tıp ilerlemeye devam ederse ve yapılan çalışmalar Türkiye’ye gelirse Göktürk için bu tedavileri de

uygulatırım.

Otizmli çocuğu olan ailelere neler söylemek istersiniz?

Her şeyden önce otizmin ne olduğunu öğrenmeleri lazım. Daha sonra kendilerini

eğitmeliler ki çocuklarına yardımcı olsunlar. Ne kadar çok bilinçli davranırlarsa o kadar çok çocuğu kazanırlar. Ve çocuklarından utanmasınlar. ‘’Niye bizim başımıza geldi’’ demesinler. Çünkü bunların hepsi zaman kaybı. Kendilerine ‘’ne yapabiliriz, nasıl bu sorunun altından kalkabiliriz ‘’ diye sormaları onları daha hızlı ve doğru hareket etmelerine yardımcı olacaktır. Parolaları SEVGİ, İLGİ ve SABIR olmalı, zaten gerisi gelir.

GÖKTÜRK’ÜN ABİSİ YUNUS EMRE YILMAZ

Kardeşinizin bu durumunu öğrendiğinizde tepkiniz ne oldu?

Çok şaşırdım. Böyle bir şeyin olamayacağını düşündüm. Çünkü bu tanımı ilk kez duydum ve ne yapacağız şimdi diye sordum kendime.

Göktürk’le neler yaparsınız? Onunla vaktinizi nasıl geçirirsiniz?

Daha çok onunla eğlenebileceğim ne varsa onu yapıyorum.

Page 34: Vizyon33 Temmuz Sayısı

66 67Birlikte animasyon film izliyoruz. Onunla sık sık konuşuyorum. Bana cevap vermese bile kelimelere kulak aşinalığı olsun diye konuşuyorum. Basketbol oynuyoruz.

Bir ağabey olarak Göktürk ile en çok neyi yapmak istersiniz?

Birlikte play station oynamak isterdim. Zaman zaman bana yapmak istediklerini açık bir şekil de söylese de bende yapsam diye düşünüyorum.

Gelecekte kardeşinizle ilgili hayalleriniz nelerdir?

Ona çok rahat ve huzurlu bir hayat vermek istiyorum. Ve onun gelecekte çok iyi bir yüzücü olacağını biliyorum.

ÖĞRETMENİ ŞULE KOÇ

Şule Koç kimdir?

26 yaşındayım. Aslında özel eğitim mezunu değil, Hacettepe Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği'nden mezunum. Yüksek lisansımı otizm üzerine Çukurova Üniversitesi'nde tamamladım. 3 yıldır otizm üzerine çalışıyorum.

Göktürk ile ne zamandan beri çalışıyorsunuz?

Göktürk ile bir buçuk yıldır birlikteyiz. Tabi o zamanlar daha ufak tefekti ve zapt etmesi daha kolaydı. Ama şimdi büyüdü ve daha zor.

İşinizin zorluklayla nasıl baş ettiniz?

İlk başlarda bu işi yapmaktan ziyade bir şeyler verebilmek istiyorsun. Otizmli çocuklarla ilgilenirken bu nasıl olur, neden böyle diye isyan bile ettim. Ama bunların nafile olduğunu görüyorsun ve nasıl yardımcı olabilirim demeye başlıyorsun. Çünkü senin üzülmelerine ihtiyaçları yok. İşte o zaman hem kendine hem de çocuklara daha çok yardımcı oluyorsun. Bana ''bu iş zor değil mi, vicdanın nasıl kaldırıyor'' diye soruyorlar. Tabii ki zor, hiçbir iş kolay değil ama ben işimi severek yapıyorum ve ben insanlara bu şekilde yardımcı olabildiğim için kendimi mutlu hissediyorum.

Otizmli çocukların ergenlik dönemleri nasıl geçiyor?

Normal çocuklara nazaran daha erken ergenliğe giriyorlar. Kız çocukları 8-9 yaşlarında göğüsleri büyüyor ve regli oluyorlar. Erkek çocukları uyaranları daha çabuk gelişiyor. Zor ve sıkıntılı olan bu evrede aileler çok dikkatli olmalı. Karşı cinsi tanımak ve dokunma evresi başladığı için, aileler çocuklarına bu dönemi anlatmalı. Özellikle de erkek çocuklarına mastürbasyonu öğretmelerini istiyorum. Çünkü bu ihtiyaçlarını doğru bir şekilde gideremezler ise saldırgan ve hırçın oluyorlar.

Özel eğitim öğretmeni olarak otizmli çocuklarla uğraşmak nasıl?

Otizmli çocuklar da doyumu daha çok yaşıyorsun. Down sendromlu çocuklarda böyle olmuyor. Öğretiyorsun

gösteriyorsun, fakat olumlu geriye dönüşler olmuyor. Otizmli bir çocuğa verdiğim eğitimin fazlasını bile alıyorum ve o zaman daha çok mutlu oluyorum. Otizm zeka geriliği değil. Sadece bütün uyaranları aynı anda çalışmıyor. Mesela Göktürk’e bir elmayı öğretmek için önce elmayı gösterdim, sonra kestim eline verdim kokusunu aldı, daha sonra yedi yani bölüm bölüm ilerledim ve Göktürk o nesnenin elma olduğunu öğrendi. Artık kokusunu, şeklini ve tadını biliyor.

Ailelerin otizmli çocuklarını kabul etme süreçlerinden bahseder misiniz?

Kabul etme evresi çok zor oluyor. Sadece otizm için değil diğer engel grupları için de bu böyle. Eğer aile çocuğunun engelli olduğunu kabul edip kendine bir plan program yapıyor ve buna uyuyorsa hem kendisi hem de çocuk için daha kolay bir süreç başlıyor.

Kaynaştırmak için ilköğretime giden otizm hastası çocukları diğer ebeveynler istemiyorlar. Otizmli çocukların aileleri sizden yardım alıyor mu?

Kaynaştırma öğrencilerimin hepsi bu sıkıntıyı yaşıyorlar. Veliler otizmli bir çocuğu sınıfların da istemiyorlar. Sebepleri de çocuklarımız da etkilenir oluyor. Fakat bu durumu anlamaya çalışsalar ve çocuklarına da bu durumu anlatsalar her şey kendiliğinden çözülür. Çünkü çocuklar büyüklerden daha anlayışlı ve merhametli. Göktürk bu konu da şanslı olanlardan, onun kaynaştırma dersleri çok iyi gidiyor. Göktürk’e bütün çocuklar yardımcı oluyor. Ama diğer çocuklarım için bunu söyleyememem, benim konuşmalarıma rağmen veliler istemiyorlar ve bütün kapıları kapatıyorlar.

Göktürk’ün öğrenciliği nasıl gidiyor?

Göktürk çok ilgili bir çocuk, çabuk öğreniyor. Biraz da ehl-i keyif bir çocuk, bazen ders işlemeyelim diye kandırmaya çalışıyor. Göktürk'e verdiklerimi geri almak çok güzel. Onunla o gün dersimiz güzel geçerse benim de günüm güzel geçiyor.

Sosyal medya ülkemizde bireysel olarak haylice kullanılan, is yaşantısında önemi henüz fark edilemeyen muazzam bir iletişim aracı. Halbuki kurum ve kuruluşlar için sosyal medyanın yararları anlatmakla bitmez, ben aklıma gelen ilk 10'unu sizler için sıraladım.

1. Sosyal medya yeni nesil müşteri hizmetleri demektir; doğru strateji izlendiği takdirde sosyal medya ürününüzü ve müşteri ilişkilerinizi kuvvetlendirir. Müşterilerinizle kolayca iletişime geçebilmenizi sağlar.

2. Sosyal medya siteleri sizin sitenizin kendi başına elde ettiği trafikten çok daha fazla trafik elde etmekte. Kısaca sosyal medya siteleri sizden daha popülerdir. Örnek verecek olursak, Facebook’un 800 milyon, Twitter’in 200 milyon, LinkedIn’in 100 milyon, Google+ 20 milyon kullanıcısı var ve giderek bu sayı artmakta. Matematiği siz yapın, sosyal medya sitelerinde varlık göstermeyerek neler kaçırdığınızı düşünün. Hele ki Türkiye’nin Facebook kullanımında 2. sırada olduğunu düşünürsek

3. Sosyal medya sadece ergenler için değildir! Çok büyük çoğunluğunu genç nüfusun oluşturduğu bir gerçekte olsa, yapılan istatistikler yetişkinlerin sosyal medyaya olan ilgisinin giderek artmakta olduğunu göstermekte. Internet ve teknoloji kaçınılamaz, bir gün herkesin Facebook hesabi olacak

4. Sosyal medya kullanıcısı aktiftir. Her gün milyonlarca insan en az 3 kere Facebook’unu kontrol ediyor, statüsünü yeniliyor, mesajlarını kontrol ediyor, fotoğraf ekliyor, çıkarıyor; kısacası tıklıyor da tıklıyor. Şöyle düşünün, bir müşterinizin indirimde olan ürününüzü aldı ve eş, dost bu süper indirimi kaçırmasın, onlarda yararlansın diyerekten kendi sayfasında paylaştı ya da özelden mesaj attı, hiç bir çaba harcamadan, tek kuruş ödemeden size bir reklam kaynağı olmuş oldu. Alın size en eski ama en iyi pazarlama tekniği ağızdan ağıza pazarlama.

5. Sosyal medya geri bildirim sağlar. Bir ürün ya da servis ne

kadar iyi olursa olsun, eğer müşteri ürününüzden memnun değilse, o ürünün kar getirmesi beklenemez. Bırakın müşterileriniz konuşsun. Onlara ne istediklerini sorun, yorumlarını ve beklentilerini dinleyin. Müşteri yorumları sizin madeninizdir, ve sosyal medya bu madeni besler. Sosyal medya size eş zamanlı en doğru bilgiyi sağlar. Negatif yorumlara açık olun. Yaradılış olarak insanlar kötü tecrübeleri konuşmaya, hatırlamaya ve yaymaya daha yatkındır.

6. Bir arkadaşınızla yemeğe çıktığınızı düşünün, bu arkadaş durmaksızın konuşuyor hep kendini anlatıyor, bu kişiye ne kadar tahammül edebilirisiniz? Televizyon ve radyo reklamlarını çok konuşan devamlı kendini anlatan arkadaşınız, sosyal medyayı ise görüşmek istediğiniz zaman arayıp karşılıklı muhabbet ettiğiniz arkadaşınızdır. Sosyal medya karşılıklı iletişim sağlar. Sosyal medya bilgi bombardımanına tutmak yerine, müşterilerinizle karşılıklı iletişime geçmenizi sağlar.

7. Sosyal medya ücretsiz reklam demektir. Twitter, Facebook ya da LinkedIn de bulunmanız, web teki varlığınızı arttırır, kullanıcılara bir çok kanaldan hızlıca ulaşma imkanı sağlar. Ayni şekilde kullanıcıların da sizin sitenize kolayca ulaşmasına imkan verir.

8. Sosyal medya kolay ve kullanışlıdır. Bilgilerinizi güncellemek için bilgisayar başında olmanıza gerek yok, akilli telefonlar sayesinde video, fotoğraf yükleyebilir, hatta sms ile bilginizi güncelleyebilirsiniz.

9. Sosyal medya kendi içeriğini kendisi oluşturur. Siz gereken alt yapıyı oluşturduğunuz zaman göreceksiniz ki kullanıcılar içeriği kendisi besleyecek ve içeriğiniz kendiliğinden gelişecek. Burada unutmamanız gereken en önemli nokta kullanıcılarınızla mutlaka iletişim halinde olmak, onlara düzenli olarak cevap vermek, sizlerle iletişime geçtikleri zaman cevap yazmakta gecikmemek.

10. Sosyal medya arama motoru optimizasyonuna destektir.

BİLİŞİMNilay Sırım | Bilişim Uzmanı

Page 35: Vizyon33 Temmuz Sayısı

68 69

Cinsellik biyolojik ve sosyal olarak inşa edilen, kültürel ve dini inançları yansıtan bir olgudur. Çocuklukta başlayan cinsellik kavramı, ergenlik dönemi ile birlikte son şek-lini alır. Önemli olan çocukluktan itibaren cinselliğe dair bilgilerin sağlam temeller üzerine kurulmasıdır. Maalesef ki ülkemizde çocukların cinsel eğitimi, pek çok anne ve baba için konuşulması zor bir durumdur. Anne babalar cinsel eğitimi çocuklarına ne zaman, ne kadar ve nasıl vereceklerini bilmemektedir. Oysa ki gerek anne, gerek baba tarafından verilecek cinsel eğitim, çocukların veya ergenin başka kaynaklara yönelmesini engelleyecektir.

Çocuğunuza Doğru Zamanda, Doğru Bilgilerle Cinsel Eğitim Vermelisiniz

Cinsel eğitim doğumdan başlayan, ergenlik dönemini de içine alan uzunca bir süreçtir. Çocukların ve ergenin bedensel, duygusal, sosyal, zihinsel ve cinsel gelişimlerini takip etmek, kız ve erkek rollerini kabul etmesine, kendi cinsinin özellikleri ve karşı cinsin özellikleri ile bir bütün içinde yaşamasına yardımcı olmak amacıyla verilen bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmalarıdır.

Cinsel eğitime başlamak için belli bir yaş bulunmamasına rağmen, anne babalar, çocukları okul öncesi dönemdeyken (3-4 yaş dolaylarında) ilk sorularla karşılaşırlar. Açıklamalar sade bir dille, rahat, utanmadan ve bilimsel kaynaklardan yararlanarak yapılmalıdır. Anne babalar çocuğa iyi ve kötü dokunuşu ayırt etmeyi öğretmeli, uygun cinsel davranışın sınırlarını belirlemeli, çocuğu doğru cinsel bilgiyle donat-malıdırlar .

Çocuklar, merak ettiklerini rahatlıkla sorabilir ve uygun yanıtlar alabilirlerse; kendilerine olan güvenleri artar ve ne isteyip ne istemediklerini rahatlıkla ifade edebilir hale gelirler, bu da cinsel tacize uğrama olasılıklarını azaltır. Çünkü çocuk bunu önleyebileceğini öğrenir. Demokratik ailelerde yetişen çocuklar herhangi bir duygusal açlık yaşamadıkları için, bu anlamda kendilerini kullandır-maları söz konusu değildir. Sağlıklı kız/erkek arkadaş

EVLİLİK Dr. Obengül Ejder | Aile ve Evlilik Terapisti

iletişimini rahatlıkla kurabilirler. Aile dışında yaşadıkları olayları (okulda, arkadaşlar arasında vb.) rahatlıkla aile üyeleriyle pay-laştıklarından, sorun çıktığında sağlıklı yönlendirme yapmak daha kolaydır ve hatalı davranışları zamanında önlenebilir.

ÇOCUKLARIN CİNSELLİKLE İLGİLİ SORDUKLARI SORULARA BAZI ÖRNEKLER: Soru: Neden benim de ağabeyiminki gibi pipim yok?

Cevap: “Kızlar ve erkekler ayrı yaratılmışlardır. Kızların erkeklerinki gibi cinsel organı vardır ve farklı yönlere doğru gelişmiştir.( kızlarınki içe doğru, erkeklerinki dışa doğru ) ”

Soru: Bebekler nereden gelir?

Cevap: “Çocuklar annenin içinden çıkarlar. Onlar annenin karnında yaşar ve büyürler. Orada sıcak ve güvenli bir bebek yuvası vardır. Kızlar yeterince büyüdüğünde anne olabilirler. Bebek dünyaya gelebilecek kadar büyüdüğünde anne karnın-dan dışarı çıkar. “ ( 6 yaşa kadar çocuklar , genellikle cinsel ilişki ile ilgili ayrıntıları almaya hazır değildir.)

Çocuk 7-8 yaşlarına geldiğinde, babanın içindeki bir tohu-mun annenin içindeki yumurta ile birleştiği ve bunun bebeğin gelişimini başlattığı söylenebilir. Bu birleşmenin nasıl olduğu ise “ana-babanın yan yana yatması ve sevgi dolu olmaları” şeklinde açıklanabilir.

Ergenlik dönemi soruları bedendeki değişim, üreme, üreme yeteneği, üreme organları, cinsel ilişki, mastürbasyon, ıslak rüyalar, ereksiyon, bebeğin oluşumu, doğum, cinsel ilişki yaşı, korunma yöntemleri, vb. konularını içerir. Anne ve baba bu konularda kendini bilimsel yayınlardan yararlanarak geliştir-melidir.

Soru: Regl (Adet görmek) ne demektir?

Cevap: Yetişkin kadınlar ayda bir kez vajinalarından kanarlar. Buna regl yada aybaşı denir. Bunun sebebi kadınların yumur-talıklarından her ay 1 yumurtanın döllenmek üzere hazırlan-masıdır. Eğer döllenme yani bebeğin oluşumu gerçekleşmezse bu yumurta bir miktar kan ile vücuttan atılır ve ertesi ay yeni bir yumurta oluşur. Her genç kız 12-15 yaşları arasında ilk kez regl olur.

ANNE VE BABALARIN ÇOCUĞUN CİNSEL GELİŞİMİ İLE İLGİLİ SORDUKLARI SORULARA BAZI ÖRNEKLER: Soru: Çocukların anne-babaları ile aynı odada yatma-ları doğru mudur?

Cevap: Yatak odanız size aittir. Üstelik çocukların yaşları ne ka-

dar küçük olursa olsun, çocuklar cinsel ilişki sırasında duyacak-larından ve göreceklerinden etkileneceklerdir. Çocuğun kendine olan güven duygusunun gelişebilmesi için erken yaşlarda kendi odasında tek başına yatabilmeyi başarması gerekir. Aynı zamanda evliliğin kurallarını ve anne baba rollerini de öğrendiğinden anne babaların özel bir odası olması gerektiğini bilmelidir. Çocuğunuzu her açıdan korumak için aynı odada yatmamalısınız.

Soru: Çocuğumla birlikte banyoya girmem sakınca yaratır mı?

Cevap: Genellikle 3 yaşa kadar çocuklar anne babanın çıplak-lığını çok fazla önemsemeyebilir. 4-5 yaşından itibaren bunun farkına varacaktır. Bu yaşlarda anne babanın örtünme-sinde yarar vardır. Yetişkin vücudu ile kendi vücut ölçülerini karşılaştıran çocuğun kafasında yanıtlanması zor sorular oluşabilir. Anne babanın mahremiyeti kadar çocuğun mahremi-yetine de saygı duyulmalı ve bu mahremiyete uygun davranıl-malıdır. Çocukla konuşurken, vücudumuzdaki özel organları başkalarına göstermenin uygun olmadığı vurgulanmalıdır.

Soru: Çocuğuma cinsellikle ilgili bilgi vermekle onun merakını erkenden uyandırmış olur muyum?

Cevap: Hayır. Aksine size sorduğu sorulara açık, kısa, doğru ve doğal bir biçimde verdiğiniz bilgiler çocuğun anne-babasına olan güvenini pekiştirir ve tatmin edicidir. Başkalarına soru sormak durumunda kalmaz.

Soru: Medya, çocuklarımız üzerinde çok etkili. Televi-zyon ve internette kontrol edilemez boyutta cinsellik ve şiddet içeren yayınlar var. Çocuğumu bunlardan nasıl koruyabilirim?

Cevap: Çocuğun büyüme esnasında teknolojiden uzak tu-tulması çağımız şartlarında imkansız görünüyor. Maalesef ki çocukların dikkate alındığı ve korunmaya çalışıldığı bir programcılık anlayışının olduğu da söylenemez. Ancak, tele-vizyon izleme konusunda Türk ailesinin bilinçli olmadığı da bir gerçektir. Çoğu ailenin tek eğlence aracının televizyon olması beraberinde bazı tehlikeleri de getirmektedir. Sabahtan akşama kadar açık bir televizyonda elbette çocuk için zararlı sahneler görme olasılığı da fazladır. Bu nedenle çocuklarla daha kaliteli vakit geçirilmeli, televizyon yerine oyunlar oynanmalıdır.

Soru: Çocuğumu İnternetteki sex sitelerinden nasıl uzak tutabilirim?

Cevap: Eğer evde bilgisayar ve internet var ise, mutlaka çocuklar için filtre olmalı, her istediği siteye girişi mümkün olmamalıdır. Bilgisayar kullanımı mutlaka ailenin ortak kullanım alanı olan, salon, hol, oturma odası gibi yerde olmalı ve çocuğun girdiği siteleri anne babanın görmesi mümkün olmalıdır.

Page 36: Vizyon33 Temmuz Sayısı

70 71

YAZ MEVSİMİNDE BESLENMEDE DİKKAT EDİLECEK KONULAR

Havaların ısınması nedeniyle oluşan yorgunluktan kurtulmak için beslenmenin önemini göz ardı etmek, enerjinizin düşmesinin önündeki en önemli engel. Mevsimsel beslenme alışkanlıklarının değişmesi, havanın nem oranının artması bir çoğumuzu güçsüzlük, isteksizlik, uykusuzluk, baş ağrısı gibi belirtiler ile karşı karşıya bırakabiliyor. Bu belirtiler havadaki elektrik yüklü iyonlar taşınırken meydana gelen dengesizliklerle birlikte, dokularımıza ulaşan oksijenin kış aylarına nazaran daha az miktarda ulaşmasıyla ortaya çıkıyor. Alkol, çevre kirliliği, stres, aşırı kafein, sigara, düzensiz beslenme gibi etmenlerin tetiklediği bahar yorgunluğu dikkat edilmez ise yorgunluk ve halsizliğin yanı sıra mide ekşimesi, mide yanması, konsantrasyon bozukluğu, tansiyon yüksekliği, adale ağrıları gibi pek çok farklı problemi beraberinde getirebiliyor.

Tüm belirtiler aslında vücudumuzun dış çevreye verdiği olağan bir tepkidir. Sağlıklı bir beslenme planı içerisine ustaca yerleştirilecek küçük püf noktalarıyla mevsim yorgunluklarına karşı savaşmak mümkün olabilmektedir.

BESLENME Zuhal Aynacı Bayel | Uzman Diyetisyen

DÖRT YAPRAKLI YONCAMIZDAKİ TÜM GIDALARDAN YARARLANIN:

Dört yapraklı yonca diyeti, bahar yorgunluğunun üstesinden gelmek için uygulanabilecek en ideal diyettir. Dört yapraklı yonca diyetinde temel hedef ihtiyacımız olan taze mevsim meyve ve sebzeleri, az yağlı süt ve süt ürünleri, rafine edilmemiş tam tahıllılar, et ve et ürünlerini sofralara taşıyarak beslenme çeşitliliği oluşturulmuş öğünler tüketmektir. Baharla birlikte kışın alınan kiloları vermek için en sık başvurulan yöntem genellikle az öğün tüketimine dayanan aç kalma diyetleri ya da düşük kalorili popüler diyetleridir. Oysa yukarıda bahsettiğimiz gibi mevsimle birlikte değişen dengeyi kurmak için çabalayan vücudun gerek kilo vermek, gerek bahar yorgunluğundan kurtulabilmek için aç kalmaya değil, sağlıklı beslenme ile doyurulmaya ihtiyacı vardır. Bu hem ruhumuz hem de bedenimizin sağlıklı kalabilmesinin vazgeçilmez unsurudur.

ÖĞÜN ATLAMAYIN:

Bu dönemde üç ana ve iki-üç ara olmak üzere toplamda beş-altı öğün tüketmek sindirim sisteminin yorulmasını önler, zinde bir vücudun temelinde yer alan taşlardan birisi olan kan şeker regülasyonunun sağlanmasında yardımcı olur.Metabolizmanızı yormaz, hücreler günün her saatinde enerji bulacağından son derece verimli ve keyifli çalışacaktır.

VİTAMİN VE MİNERAL ALIMINIZA ÖZEN GÖSTERİN:

Bahar aylarında savunma sistemimiz zayıflayabileceği için yorgunluğa karşı savaşmakta bize yardımcı olacak vitamin ve minerallerin eksiksiz alınması büyük önem taşır. Niasin, Tiamin, Riboflavin, B6, B9, B12, C vitamini, demir, potasyum, krom, selenyum, iyot gibi vitamin ve minerallerin eksik alınması yorgunluk tablosunu ağırlaştırır. Yeterli ve dengeli bir beslenme ile yetersizliklerin önüne geçilmelidir.Özellikle ekmek ve tahıl-kuru baklagillerin çıkarıldığı diyetler bu duruma zemin hazırlayacak ve zaten yorgun olan bedeni iyice çıkmaza sokacaktır.

CANLANDIRAN BESİNLERİ DİYETİNİZE DÂHİL EDİN:

Sebze ve meyveler, tahıllar, et ve et ürünleri, süt ve süt ürünlerinden oluşan dört yapraklı yonca diyeti bahar yorgunluğunun önlenmesi için önemlidir. Balık, yağlı tohumlar, avokado, çilek, ananas, kivi, muz, üzüm, erik, kiraz, incir, kefir, süt ve süt ürünleri ile yorgunluğun önüne geçmeye ne dersiniz?

METABOLİZMAYI OLUMSUZ ETKİLEYEN BESİNLERDEN UZAK DURUN:

Kalori bakımından yoğun, besinsel açıdan fakir olan fast food ürünleri, şekerli ve asitli içecekler, paketli gıdaların tüketimi bahar yorgunluğu belirtilerini arttırmaktadır.Anlık enerji veren bu gıdalar kan şekerinizi hızlıca yükseltip hızlıca da düşürdüklerinden gün boyu halsizliğinizi tetikler durur.Ayrıca uykusuzluğu da tetikleyebileceği, sıvı elektrolit dengesizliklerine neden olabileceği için koyu çay ve günde 1-2 den fazla kahve tüketiminde de aşırıya kaçılmamalıdır. Özellikle midesinde sorun olan bireyler koyu çay ve sık kahve tüketmekten kaçınmalıdır. Çünkü çay ve kahve tüketimiyle birlikte mide asit salgısında ortaya çıkan artış, mide-barsak problemlerinin tetiklenmesini de beraberinde getirmektedir. Bu dönemde çay ve kahve yerine su ve ayran, uygun açık bitki çaylarını aşırıya kaçmadan tercih etmek en doğrusudur.

SU SU SU !:

Ödem, hormonal dengelerdeki değişimler nedeniyle bahar aylarında en sık karşılaşılan problemlerdendir. Bu aylarda ‘ Ödem tuttuğumu hissediyorum. Ve bu beni çok rahatsız ediyor. Çözmek için ne yapmalıyım? Özel bir tarifiniz var mı? ’ şeklindeki sorularla sık karşılaşıyoruz. Oysa bahar aylarındaki ödemi çözmenin en iyi yolu bol miktarda su içmektir. Ödem, baş ağrısı, kas krampları gibi sorunlardan uzak kalmak adına günlük su ve sıvı alımınızı arttırmalı, tuz alımınızı azaltmalısınız. Bunun en güzel yolu günde on on iki bardak su içmekten geçmektedir.

YAŞAM TARZINIZ BESLENME ŞEKLİNİZLE ALAKALIDIR:

Bu bahar kendinize kurduğunuz sofraları bir kere olsun gözden geçirme şansı tanıyın. Doğru ve yanlışlarınızın okları hangi yöne doğru bakıyor gözlemleyin. Baharın gelişi size kışın alınan kiloların geri verilmesinin sinyallerini mi veriyor? Yoksa vücudun yeniden taptaze bir şekilde canlanmasını mı fısıldıyor? Cevabınız her ne olursa olsun bu baharı sağlıklı beslenmeye başlamak için bir fırsat haline getirmeye çalışın. Sağlıklı beslenmeyi yaşam tarzınız haline getirerek sağlığın ve keyfin tadını çıkarmaya başlayın. Bu şekilde enerjinizin gündüz ve gece düşmediğini gözlemleyecek ve yalnızca bedenen değil ruhen de kendinizi çok daha rahat ve enerjik hissederek, günlük veriminizin ve performansınızın asla azalmadığını göreceksiniz.

YAZ MEVSİMİNDE SAĞLIKLI DENGELİ YETERLİ VE ÇEŞİTLİ BESLENMEK İÇİN;

1

23

4

5

6

7

Page 37: Vizyon33 Temmuz Sayısı

72 73

İnternet üzerinde herhangi bir arama motoruna “gerilim” ya

da “korku” kelimelerinden birini yazarsanız karşınıza çıkacak

sonuçların ya da fotoğrafların bir çoğu Alfred Hitchcock

filmlerinden oluşacaktır. Yani şöyle de diyebiliriz ki, Alfred Hitchcock korkunun kitabını

yazmış bir yönetmendir ve korku dehası olarak sinema tarihine adını yazdırmıştır. Neredeyse

bütün filmlerinin ayrı bir önemi vardır, fakat bana kalırsa

korku türünün özelliklerini kullanmadaki ustalığı,

bunları kara film geleneğiyle birleştirmesi ve en önemlisi

o muhteşem anti-kahraman tanımlamasıyla 1960 yapımı “Psycho”, Türkiye’de bilinen

ismiyle “Sapık” Hitchcock’un en göze çarpan filmidir.

KÜLT FİLMLER Erdinç Yılmaz

Sapık, çoğu sinemasever için tarihin en iyi korku filmidir. İnsanların böyle düşünmelerinin bir çok nedeni var; mesela hikayenin çok akıcı olması, şüphenin ve şiddetin dozunun tam ayarında olması, oyunculukların, yönetmenin ve yapımın kalitesi bunlardan sadece birkaçı. Bana kalırsa, filmin bu denli akılda kalıcı olmasının ve korku sinemasında adını en tepeye yazdırmasının en büyük nedenleri hikayenin çok katmanlı olması ve korku sineması türünün özelliklerine biraz da kara film tadı karıştırması. Öncelikle çok katmanlı hikayeden bahsedecek olursak, bu konuda filmin uyarlandığı romanın yazarı Robert Bloch’a büyük kredi vermek gerekir. Bloch, film boyunca izlediğimiz her şeyi filmin sonunda yerle bir eden doruk noktasıyla birlikte, hikaye içinde birçok farklı temayı birlikte harmanlamıştır. Örneğin, bir suç yüzünden polisten saklanan Marion ve annesiyle garip bir ilişkisi olan Norman Bates’in hayatlarının bir Motel’de kesişmesi ve karakterlerindeki gizemin yavaş yavaş ortaya çıkması, iki karakterin de gelişiminde ve tanımlanmasında oldukça farklı katmanları da ortaya çıkarmıştır.

“Bildiğimiz tüm iyi özellikleri barındıran, her zaman haklı, sorun çözen kahraman tiplemesinin aksine, karakterinde iyiye dair hiçbir şey bulundurmayan, alıştığımız yaşam tarzından uzak yaşayan ve aslında kötüye daha yakın duran kahramanlar” şeklinde açıklayabileceğimiz anti kahraman ise anlamını tam olarak Norman Bates karakteriyle Sapık’ta buluyor. Norman, filmdeki ana karakter ve film boyunca onun hayatı ve karakteriyle ilgili çok ince ayrıntıları öğreniyoruz. Yaptığı onca berbat şeye rağmen ona karşı içten içe, hastalıklı bir sempati duymaktan kendimizi alamıyoruz, çünkü anti kahraman dediğimiz şey “Kötü Adam”dan biraz farklıdır.

Anti kahraman, kötü adamın aksine, yapması gereken, ondan beklenen şeyleri yapar, dürtülerine göre hareket eder ve yaptığı şeyler saf kötülükten kaynaklanmaz. Bu nedenle Norman karakteri anti kahraman tanımının en klasik örneklerinden biridir ve seyirci onu tam olarak soyutlayamaz. Unutmamamız gereken başka bir şey de, karakterin bunu başarabilmesinde Anthony Perkins’in oynadığı büyük roldür.

“Kara Film” özelliklerinden bahsedecek olursak biraz geriye, bu film türünün çıkışına gitmemiz gerek. Aslında “Kara Film” ayrı bir yazının konusu olacak kadar geniştir, fakat onu kısaca “suç filmleri” olarak da adlandırabiliriz ve bu tanım onu daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Kara Film (Fransızca ismiyle Film Noir), 1930-1950 yılları arasında olgunluğa erişmiş, az ışıklı, siyah beyaz çekilmiş ve suç olgusunu ele alan filmlerdir. Sapık’ta da bu tema yerini özellikle polisten kaçan Marion karakteriyle buluyor ve az ışıklı sahnelerle şüphe tavana çıkıyor. Özellikle duş sahnesinde elinde bıçak olan katilin sadece karanlıktaki silüet halindeki görüntüsüyle birlikte korku filmlerinin en önemli teması olan “bilinmeyen”in korkutuculuğu karşımıza çıkıyor.

Ben 1960 yılında hayatta olup da filmi sinemada izleme şansına erişen kuşaktan değilim, fakat Gus Van Sant’ın filmin hiçbir özelliğini değiştirmeden, kare kare aynı planlarla tekrar çektiği 1998 versiyonunu sinemada izleme şansını yakaladım. Siz bu fırsatlardan hiçbirini yakalayamadıysanız ve bu filmi hala izlemediyseniz ve konusu-sonu hakkında hiçbir şey duymamış şanslı kişilerdenseniz bir an önce DVD’sini edinmenizi ve ışıkları kapatıp bu muhteşem filmi izlemenizi tavsiye ederim.

Page 38: Vizyon33 Temmuz Sayısı

74

Tarık Tansu Yiğit kimdir? Bize kendinizden bahseder misiniz?

1985 yılında Ünye’de doğdum. İlk ve orta öğrenimimi aynı kentte tamamlayarak 2003 yılında Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’ne girdim. Üniversite yıllarında yayıncılık alanında çeşitli amatör çalışmaların ardından 2008 yılında Dost Kitabevi Yayınları bünyesinde gezi yayınları editörü olarak profesyonel yaşama adım attım. Akademik çalışmaları-ma 19. yüzyıl toplum tarihi alanında devam ediyorum.

Editör olmak hayaliniz miydi? Editörlüğe ne zaman başladınız?

“Editör olmak hayalimdi” demek kişisel deneyimime gereksiz bir kutsallık atfetmek olur; bu kadar idealize edemem. Ancak öğrencilik yıllarımdan beri yayın sektörüne ilgi duydum ve çeşitli amatör/profesyonel yayınlarda yazar,editör ve yayın yönet-meni olarak görev aldım. Kariyer hedefim bir şekilde okur-yayıncı arasındaki girift alanda kendime yer bulmaktı. Mezun olur olmaz koskoca bir liste çıkardım ve şansımı denedim. 2008 yılının sonlarında gezi yayın-ları editörü olarak mesleğe adım attım.

Dost Yayınevi olarak bir çok kitap ulaşıyor elinize zorlukları ve size kazandırdıkları neler?

Dost Kitabevi Yayınları, dünyaca ünlü

yazarlar ve deneyimli çevirmenlerin imzasını taşıyan yaklaşık 700 yayınla saygın bir ku-rum. Dolayısıyla yayınlatmak üzere elimize çok sayıda proje geçiyor; bu durumda ince eleyip sık dokumak gerekli. Bu kararı yayın yönetmeniniz ve diğer ilgililer veriyor. Kişisel gelişimimde ise Dost logolu kitapların yol göstericiliğine çok şey borçluyum. Kuram-sal kitapların yanı sıra, gezi kitaplarıyla da her sayfada bir dünya keşfedebiliyoruz; bu hem çok keyifli hem de dikkat gerektiren bir uğraşı. Üzerinde çalıştığım kitaplar mi-mariden güzel sanatlara, edebiyattan doğa bilimlerine kadar geniş bir alanı kapsıyor. Daha önce adını duymadığım pek çok şey hakkında fikir yürütebilmek güzel bir duygu; söz gelimi, bu kitaplar sayesinde tarihi bir yapıdaki pandantifler, Katalunya mutfağı ya da Kuzey Denizi kıyılarının yapısı hakkında uzun bir sohbet edebiliriz.

Son yıllarda okunan kitaplarda bir değişiklik oldu mu? İnsanlar artık kolay okunan kita-pları mı tercih ediyorlar?

Alana yönelik görece kısa süreli deneyimimi hesaba katarak konuşmalıyım. Okuyucu tercihleri elbette döneme göre değişebilir, ancak bu değişimde yayın ağının genişle-mesi ve eskiden okurla buluşamayan “hafif” kitapların raflarda yerini alması da etkili. Tüketim alışkanlıkları hemen her şey gibi kitap tercihini de etkiliyor. Bununla birlikte, ciddi okurlarda böyle bir kırılma olduğunu düşünmüyorum. Kolay okunan kitap tanım-laması da ayrıca tartışılabilir; kitabın kaliteli olmasının temel kıstası zor okunur olması değildir mutlaka.

Size bir kitap ulaştığında ilk olarak neye dikkat ediyorsunuz?

Çeviriler üzerinden konuşmam gerek. Çeviri metinlerinde ilk göz attığım şey dil kurallarına uygunluk. Herkesin tarzı farklı olabilir ve bu farklılıklar hoş görülür. Öte yandan, bir profesyonelin dilin kullanılış

biçimine ve yazım kurallarına hakimiyeti çok önemli. Söz gelimi, noktalı virgülü nerede kullanacağını bilmeyen birinin metnini hoş göremem ve daha ilk etapta metinden soğurum!

İlk kitabını yayınlatmak isteyenlere ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?

Kitap yayınlatmak çok zor değil; merdiven altı basım dediğimiz bir endüstri mevcut. Ancak “iyi okur” olmadan kitap yayınlatmak isteyenlere herhangi bir tavsiye veremem, çünkü bu işi en başından yanlış anlamışlar. Çoğu “girişimci”, iyi okurlar olduktan sonra kitaplarını gözden uzak bir yerlere kaldıra-caklardır. İyi okurlar ise, e-posta gibi yol-lardan ziyade yayıncılarla bizzat görüşerek şanslarını denemeliler. İçerik hakkında bir şeyler söylemem yersiz olur; her kuruluşun yayınlarına katmak istediği tarzlar farklılık gösterebilir. Ama bana Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışan eserler gelse olumlu yanıt veremem. Öte yandan, orijinal olma uğruna çok yapay ve temelsiz bir resim çizmek de pek hoş karşılanmaz sanırım.

Editör olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

İyi bir editör tanımı yapmak kuşkusuz ben-im haddim değil, keza ben de yolun başında sayılırım. Ancak genel-geçer birkaç madde sıralayabilirim: Elbette iyi bir okuyucu olmak, farklı alanlarda literatürü yakından takip etmek, kesinlikle dili doğru kullanmak, belli metinler üzerinde düzeltilerle bir çeşit deneyim kazanmak, mümkün olduğun-ca çok yabancı dil bilmek, tarih, sosyoloji, felsefe gibi beşeri bilimlere aşina olmak. Bütün bunların yanında, titizlik!

Favori seyahat adresiniz nerelerdir?

Turist kalabalığından uzak, yerel yaşamın deneyimlenebileceği küçük kasabalar ve köyler benim ideal tatil mekanlarımdır.

GENÇ PROFESYONELLER

TARIK TANSU YİĞİT EDITÖR

Bu ayki sayımızda genç profesyonellerden Dost Yayınevi'nin editörlerinden Tarık Tansu Yiğit konuğumuz. Editörlük üzerine konuştuğumuz genç profesyonelimizi biraz tanıyarak röporta-jımıza başlayalım.

Sabire Çevik kimdir? Bize kendinizden bahseder misiniz?

31 Mayıs 1985 yılında Mersin’de doğdum. İlköğretim ve liseyi Mersin’de okudum. Ailem halen Mersin’de yaşıyor. Liseden sonra İzmir 9 Eylül Üniversite-si’ni kazandım. Mersin’den ilk ve en uzun ayrılışım oldu. 9 Eylül Üniversitesi Kimya Öğretmenliği bölümünden 2008 yılında mezun oldum. Daha sonra İzmir Yüksek Teknoloji Üniversitesi’nde Biyokimya mas-terına başladım.

Havacılığa ilginiz ne zaman başladı?

Master programımdan ayrıldığım sırada havacılıkla açıkçası tesadüfen tanıştım. İzmir’de Sunexpress Hava yolları şirketinde kabin memuru olarak uçmaya başladım. İlk başta biraz uzak kaldım, çünkü mezun old-uğum bölümle ilgili bir sektör değildi. Fakat daha eğitim sürecinden itibaren işe bakış açım değişti. Dışarıdan bakılıp algılandığın-dan çok daha fazlası olduğunu öğrendim. Yaklaşık 8 haftalık uzun ve yoğun bir eğitim

aldım. Ve böylece iş hayatına profesyonel olarak adım atmış oldum. Havacılık bir hastalık gibi, başladınız mı kolay kolay bırakamıyorsunuz. Sıradan bir işten çok farklı, her gün yüzlerce insanla karşılaşıp tanışıyorsunuz. Bence çok az iş sektöründe bu kadar çok kişiyle kısa süre içinde tanış-ma ve karşılaşma imkanı bulabilirsiniz.

Neden kabin amirliği?

Havacılıkta birinci yılımı doldurduktan son-ra işime İstanbul’da devam etmeye karar verdim. İzmir’e 7 seneden sonra veda ettim ve İstanbul’a yerleştim. Şu an havacılık sek-töründe 4. senem ve yaklaşık iki yıldır kabin amiri olarak büyük bir ekibin bir parçasını oluşturmaktayım. Uçak içerisinde bir ekip olarak çalışmaktayız ve en önemlisi birbirine sırtını dayayıp güvenen bir ekip olarak çalışmaktayız. Uçağı kapalı bir tüp olarak düşünün ve kapı kapandıktan sonra hava-dasınız, sadece yolcular ve siz kalıyorsunuz. Sorumluluğu yüksek olan bir iş yapıyorum.

Bu mesleği yapmak için nasıl bir eğitim almak gerekli?

En az lise mezunu olmak ve dünya havacılığında ortak dil olan İngilizceyi iyi derecede bilmek gerekiyor. Bu şartlar dışın-da belli ön sınavlardan geçip daha sonra eğitime başlanıyor. Eğitim dönemi boyunca uçakta yaşanılabilecek ve karşılaşılabi-lecek olağan ve olağan dışı tüm konularda eğitiliyoruz. Kabin memuru olmak sadece yolculara yiyecek ve içecek servisi yapmak değil. Bu sadece işimizin görünen yüzü. Aslında kapalı bir tüpün içince yüzlerce insanla birlikte bir yolculuğa çıkıyorsunuz ve her an her şey olabilir. Yaşanılabilecek herhangi acil bir durumda onlarca kişinin ne yapması gerektiğini bilen tek kişi kabin memurlarıdır. Bu yüzden yaptığım işten gurur duyuyorum.

Sürekli hava da olmak hayatınızı nasıl et-kiliyor? Uçuş dışındaki hayatınızın düzenini nasıl kuruyorsunuz?

Sürekli havada olmak elbette zor. Sonuçta normal bir işte çalışmakla havada çalış-mak arasında ki en önemli fark basıncın vücudumuza etkisi. Bu yüzden sağlığımıza dikkat etmek zorundayız. Örneğin, sporu hayatımızdan çıkaramıyoruz, bol bol su içmek çok önemli, çünkü uçak içindeki hava çok kuru ve nem kaybını bu şekilde ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Diğer yandan düzenli çalışma saatleri olmuyor. Bizler günün her anı her saati uçuşta olabiliyoruz. Bu yüzden dinlenmiş olarak uçuşa başla-mak işimizin önemli noktalarından biri. Fakat bu düzensizlik bir sure sonra bizim düzenimiz oluyor ve buna alışıyorsunuz. Mesela normal bir işte herkes pazar günleri tatil yaparken, bizim için haftanın herhangi bir günü tatil olabiliyor.

Mersin’e gelen bir yabancının kesinlikle gitmesi gerekir dediğiniz yerler nerelerdir?

Mersin’e gelindiğinde kesinlikle gidilmesi gereken yerler arasında “Cennet Cehennem“ geliyor ve bence burada deveye de binil-meden geçilmemeli. Denize girmeyi tercih edenler içinse “Yapraklı Koy’’u tavsiye eder-im. Acıktığınız zaman ise tantuni yemek bir gelenek olmuştur.

Favori seyahat adresiniz neresidir?

Roma’yı görmenizi tavsiye ederim. Tüm bir şehri yürüyerek gezebilirsiniz. Şehrin her yanı tarihle iç içe ve yapılarını çok iyi koru-muşlar. Aşk çeşmesine para atmayı ve dilek tutmayı da unutmamak gerek. Ama yinede benim vazgeçilmez şehrim İstanbul, sizi öyle bir kendine bağlıyor ki nereye giderseniz gi-din onu özlüyorsunuz. Ne kadar gezerseniz gezin her seferinde yeni bir yönünü, yerini keşfediyorsunuz.

Hayatta ne zaman ne olacağını bilemeyiz. Üniversiteyi kimya öğretmenliği olarak bitiren ve daha sonra tesadüfen havacılıkla tanışan kabin amiri Sabire Çevik bu ayki diğer konuğumuz. Havacılık bir hastalık gibi, başladınız mı kolay kolay bırakamıyorsunuz diyen ve mesleği hakkında bilgiler veren genç profesyonelimizi önce yakından tanıyalım.

SABİRE ÇEVİK Kabin Amiri

Page 39: Vizyon33 Temmuz Sayısı

76 77

Kavafis, "Barbarları beklerken" isimli şiirinde; "Ne yapacağız şimdi biz barbarlar olmadan? Onlar ki çözümdüler sorunlarımıza." diye hayıflanabilirdik düşmanlarımız bir gün bizi terk etselerdi eğer" der.İnsanlığın tarihsel gelişimi incelendiğinde özellikle de özel mülkiyetin oluşmaya başladığı kent toplumlarından günümüze kadar devletlerin, grupların, bireylerin kendi bütünlüğünü kurmak için, kendi varoluşlarını gerçekleştirmek için düşmana ihtiyaçları olmuştur, olacaktır da. Öteki olmadan, düşman öteki olmadan kendi olamıyor insan soyu. Günümüzde de durum farklı değil, uygarlaştığı söylenen dünyamızda bireyler, toplumlar ve devletler düşmanlarıyla var olmaya çalışırlar.Uğraşacak bir düşman olmadan rahat edemeyen insanlar vardır. Topluluk içinde, kendilerine bir hedef kişi seçerler, onunla uğraşırlar ve yaşamlarını anlamlı kılarlar. Zaman zaman bu kişi yerini bir başkasına bırakır. Ama o düşman hep vardır. Düşman her koşulda, her konuda, her başarısızlıkta ya da olumsuz durumda hedeftedir. Bazen düşman başkalarıyla dostluk kurmamızda önemli rol oynar. Düşmana karşı birlik oluşturulur. Düşman birliğin çimentosu olur. Bir dış düşman ülke içinde hatalar ve sorumluluklardan kaçmanın yardımcısıdır. Dış düşmanı sürekli gündemde tutmak, ülke içindeki sıkıntıları azaltır, gündemi değiştirir, hataları örter ve görece bütünleşme sağlar.Bu durumda "biz"im dışımızdaki herkes bizim düşmanımız ya da ötekidir. Düşmanlar "kötü" olduğu için biz "iyiyiz"dir. Düşman "yanlış" olduğu için biz "doğru"yuzdur. Az gelişmiş ülkelerde, feodal toplumlarda, şovenist yaklaşımlı gruplarda bu durum çok açık görülür. Doğal olarak düşmanın düşmanı

dostlar ya da müttefikler ortaya çıkmıştır. Bir topluluğa, bir gruba dahilizdir, bu durum bizi güvenli kılar. Birisine cephe almışız, bizi o kişiye cephe almış diğerleri ile yakınlaştırarak; onlarla bağımızı güçlendirir. Güçlü dostluklarımızı birlik ve beraberliğimizi "düşman"larımıza borçluyuzdur. Biz ve bizim gibi olmayan düşman, bir Arap deyişinde şöyle ifadesini bulur:"Kardeşime karşı ben-kardeşim ve ben yeğenime karşı-kardeşim, yeğenim ve ben bütün dünyaya karşı."Bir deyişte bizden;Bir delikanlı nara atar;- Var mı bana yan bakan- Ben varım der bir başka delikanlı.Hemen hasmının yanına gider ve kolunu onun omzuna atarak yeniden kükrer ilk delikanlı;- Var mı bize yan bakan...Ben'in varlığı diğeri ile,Biz'in varlığı diğerleri ile mümkündür.Sonuç olarak insanları nicelik ya da nitelikleri nedeniyle dışlamadan, ötekileştirmeden kısaca düşmanlar yaratmadan insanca yaşamayı, kardeşçe yaşamayı, barış içinde yaşamayı denemeliyiz. Geçmişte çok başaramadığımız yaşam ilkesini gelecekte başarmalıyız. Dünya tüm insanlara, tüm canlılara yetecektir. Yeter ki adil ve insanca yaşayalım."Büyük insanlığın toprağında gölge yok sokağında fener, penceresinde cam; ama umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor." diyordu Nazım Hikmet.

Düşman Severlik

FELSEFE Erol Türedi

Tartışma ve çatışmanın olmadığı bir ilişki düşünülebilir mi? Elbette ki hayır. Eğer çiftler birbirlerine gerçek bir sevgiyle bağlılarsa genelde bu kavga ve çatışmaların ardından kaybetme korkusu yaşarlar. Sorunlarını çözmek yerine üstünü örtme eğiliminde olan kişiler ise böyle durumlarda cinsel ilişkiye girerek her şeyi tatlıya bağlamaya çalışırlar.Yaşanan şiddetli kavgaların sonunda çiftler bazen çareyi en iyi bildiklerini yapmakta yani birbirlerinin bedenlerine sığınmakta bulurlar. Böyle durumların hemen ardından yaşanan cinsel ilişkiye “Tartışma Sonrası Barışma Seksi” diyoruz.“Tartışma Sonrası Barışma Seksi” olması gereken bir şey midir? O an için kurtarıcı gibi görünse de bu olay sadece meselelerin üstünü örter ve gelecekte sorunları daha da büyütür. Sonrasında durum öyle bir hal alır ki artık çiftler kronikleşen sorunlarını cinsellikle bile çözemezler. “Tartışma Sonrası Barışma Seksi” kavga halindeki erkek ve kadının birbirlerine bedenlerini sunmak zorunda hissetmesiyle o an ki duygularını, düşüncelerini, korkularını ve beklentilerini ifade etmesini engeller. Hâlbuki çatışmaları sonlandırmanın öncelikli çaresi cinsellik değildir. Çiftlerin önce duygularını ve beklentilerini birbirleri ile paylaşarak ve taleplerini dile getirerek gerçek çözüm yollarını keşfetmeleri gerekmektedir. Zaten cinsellik bu sürecin sonundan kendiliğinden gelecektir. Seks, barışmak için yapılan bir görevden ziyade ruhun ve bedenin paylaşılmasıdır. Bu durumda çiftlerin yapacağı en büyük hata, tartışmanın külleri soğumadan gerçekleşecek bir “Tartışma Sonrası

Barışma Seksi” dir. Cinsellik, temelinde sevginin ve hazzın uyumudur ve böyle algılanmalıdır. Yani barışmak için sunulan bir bedel değildir. “Tartışma Sonrası Barışma Seksi” tıpkı tozu halının altına itmek gibidir yani çatışmaları sonlandırmaz sadece üstünü örter.

Unutulmaması gereken şu ki, barışmak için öncelikle gönüllü olunmalı. Hemen cinselliğe sarılmak

yerine birlikte farklı aktiviteler yaparak zaman geçirilmelidir. Örneğin; baş

başa dışarıda bir yemek yemek veya yürüyüş yapmak gibi… Yöntem

ne olursa olsun hedef, küllerin soğuması, kalplerin huzur bulması, tarafların birbirlerini yeniden kazanması, belki de ilişkilerini gözden geçirmek için bir mola vermelerini sağlamaktır. Ruhu ve bedeni dinginleştirmek, gerilimlerden

uzak kalmak ve çatışmadan çıkmak zaten iyi bir cinselliği de

kendiliğinden mümkün kılacaktır. Özellikle kadınlar bu konu da

erkeklerden daha hassas düşünerek kendilerini üzecek ve cinsellikten soğutacak

sonuçlara ulaşabilirler. Bu durumu bir çeşit zaaf ve kullanılma olarak algılayıp eşlerine karşı öfke duyguları

beslemeye başlayabilirler. “Tartışma Sonrası Barışma Seksi” kötü giden ilişkilerde anlaşmazlığa sadece geçici bir çözüm sunarken, yaşanan olumsuzlukların üstünün kapatılmasına neden olarak daha büyük sorunların oluşmasına sebep olabilir. Başka bir deyişle bu durum sağlıklı ilişkileri güçlendirebileceği gibi, sorunlu ilişkilerde ise partnerlerin daha çok üzülmesiyle sonuçlanabilir.

CİNSELLİKYaşam Yanardağ Çelik | Psikolog/Cinsel Terapist

Page 40: Vizyon33 Temmuz Sayısı

78 79

İnsanın doğuştan yarım ve yalnız olduğunu fark edip, evliliğin aslında kişinin kayıp olan yarısını bulma arayışı olduğunu bilmek gerekir . Evliliği tamamlanmak, bütünleşmek ve bütünlenmek olarak tanımlayabiliriz Evlilik kurumu kişilerin kendini güvende hissetmek amacıyla oluşturduğu bir kurumdur .Hayatta yalnız kalmamak ve yaşamı anlamlı kılmak adına atılmış bir adımdır . İnsan asla mutsuz olmak için evlenmez…

”GÜVEN YOKSA EVLİLİK DE YOK”“Bu kurumun amacı bütünleşme arzusudur, çünkü insanoğlu annesi ile bir bütün olarak ana rahminde gelişir. Bu bütünlük duygusu anneyle bir olma isteğidir. Anne rahminde kişi

kendini güvende ve cennetteymiş gibi hisseder, fakat annenin rahminden çıktığında insan o duyguya yeniden kavuşmak ister. İşte sağlıklı ve mutlu bir evlilik, bu bütünlük duygusunu verdiği için kişiye güveni hissettirir, ama GÜVEN yoksa bu takdirde hırçın ve çaresiz hissettirir. Bu yüzden evlilikler çoğu zaman insanı ya HIRÇIN ve ÇARESİZ ya da HUZURLU ve MUTLU kılar.”

Peki evlilik nasıl çatışmaya dönüşüyor?

DÜŞÜNDÜKLERİNİZİ DÜŞÜNMEYİN PAYLAŞIN , ANLATIN!Bir insanı iki olgu rahatsız eder. Biri kendi iç sesidir. Diğeriyse

KadınErkek

Mutlu ve sorunsuz bir evlilik, bu kuruma adımını atmış çiftler için en önemli tercihtir. Ancak ister evlilik olsun ister beraberlik, başarılı bir ilişki göründüğü kadar kolay değildir. Karmaşık bir yapıya ve hassas dengelere dayalı olan kadın-erkek ilişkisinin başarısıysa bir takım basit ama önemli kurallara uymakla mümkün.

1İLİŞKİLER Halit Taşçı | Eğitim Danışmanı

başkalarının onun hakkında söyledikleridir. Bunu evliliklere de uyarlayabiliriz. Evliliklerde de kişiler eşleri hakkında iç seslerine ve eşlerinin kendilerine sarf ettiği sözlere ve yaptıklarına kafalarını çok takarlar. Bununla birlikte hem kendilerini hem de eşlerini suçlamaya başlarlar. Bir insanı mutlu eden de iki olgu vardır: Anlatmak ve anlaşılabilmek… Eğer evlilikte ÇATIŞMA başlamışsa karı-koca ne dertlerini birbirlerine anlatabilirler ne de anlaşıldıklarını düşünebilirler. Bu nedenle kendilerini güvende hissetmezler. Demek ki iç seslere kulak vermek ya da düşüncelerinizi içinize hapsetmek yerine anlatabilmek ve de doğru bir şekilde anlaşılabilmek çok önemli.

Bunun dışında evliliğin yolunda gitmemesinin en önemli nedenlerini, birbirini suçlayıcı tavır alma, küçümseme, saygısızlık, sürekli kendini savunma, iletişimsizlik ve saldırganlık olarak sıralayabiliriz.

Peki mutlu bir evlilikte nelere dikkat etmeliyiz?

İşte Mutlu Evliliğin 10 Altın Kuralı1 Bankada bir hesap açtığınızı düşünün. Bu hesaba ne

kadar mutlu an yatırırsanız ilişkiniz de o kadar mutlu ve uzun ömürlü olur. Amacınız hesabınızı mutlulukla doldurmak olmalı. Birlikte geçirdiğiniz mutlu anları hatırlayın, hatırlatın ve daha iyisini yapmaya çalışın.

2Birbirinize olan ilgisizliğinizin nedenini bulun. Kıskançlıklar, hep bir arada olma, ilginin çocuklara kayması, maddi

sorunlar, evlilik sorumluluklarının ağır gelmesi ve gerçekçi olmayan beklentiler, çiftin birbirlerine olan ilgisini azaltabilir. Sorunlarınızı ortaya koyup çözümlerini bulun. Kıskançlıkların anlamsızlığını, beklentilerin gerçekçi bir şekle dönüşmesi gerektiği kadar zaman ayırmak sorunları ortadan kaldıracağını unutmayın.

3Aklınızda bir anahtarlık hayal edin. Anahtarlığınıza koşulsuz sevme, anlayış, hoşgörü, arkadaş olabilme, samimiyet,

şefkat, emek, sabır ve fedakarlık anahtarlarını takın. Anahtarlığa takılan tüm bu olgular mutlu evliliğin kapılarının altın anahtarlığını barındırır. Sahip olduğumuz güzellikleri kaybetme riski yaşayana kadar farkında olmayız. Zaman zaman, zamanı durdurun düşünün… O olmasaydı …

4Sevgiliyken yaptıklarınızı tekrarlayın. Çiftler her nedense evlenince, toplumun onlara yüklediği roller doğrultusunda

evlilik sürecine sevgililiği birbirlerine yakıştıramazlar. Böylece kısa süre önce sevgiliyken yaşadıkları güzel paylaşımları evliliklerine taşıyamazlar. Hatta flörtü evliliğin doğal süreci

olarak görmeme eğilimi hâkim olur. Oysaki insanları değiştiren evlilik değil evliliğe bakış şekilleridir. Evlilikle birlikte sevgiliyken yaptıkları davranışlardan uzak duran çiftler, zaman içerisinde hayatın onlara sunduğu monotonluğu yaşar ve sevgilerini, paylaşımlarını sorgulamaya başlarlar. Halbuki sevgiliyken yapılan küçük paylaşımların devam etmesi ilişkiyi ateşler. Kişilerin kendilerini daha iyi hissetmesi ve tutkularının devam ettiğini görmek kişileri birbirine bağlar. Eski tutku ve sevgilerinin devam ettiğini görmek ayrıca yeni paylaşımların artmasına da neden olur.

5Eşinizin bir konu hakkındaki fikirlerine ya da hayallerine değer verin. Katılmasanız dahi onun ortaya koyduğu

fikirlere saygı duyun ve sonuna kadar dinleyin. Verdiğiniz değer size geri dönecektir unutmayın ne ekerseniz onu biçersiniz .

6Evliliğinizi monotonluktan kurtarmak için yenilikler yapın. Kaliteli zaman geçirmek için olanaklar yaratın. Ona

beklenmedik küçük sürprizler yapın. Özel bir gün olmasa dahi ona küçük bir hediye alın. Birlikte vakit geçirmek için fırsat kollayın. Ortak zevklerinize uygun paylaşımlar yaratın.

7İlgi çekmek için ilişkinize gizem katın. Monotonlaşmış alışkanlıklarınızdan ve tek düze kalıplardan çıkın şaşırtın ve

bunların pozitif olmasına dikkat edin.

8Narsistik gereksinimlerinizi karşılayın. Kendinizi sevin ve beğenin. Kendinizi bırakmayın öz bakımınıza dikkat edin,

daha enerjik olduğunuzu fark edeceksiniz ve bu eşinize de yansıyacaktır.

9Eşinizi fark edin. Onun saçını boyadığını, zayıfladığını, sizin için yaptığı küçücük de olsa özel bir şeyi görün ve takdir

edin. Bunları fark etmeniz evliliğinize yada ilişkinize hareket katacaktır. Üzerinizdeki ölü toprağı atacaktır.

10Öfkelendiğinizde asla şiddete başvurmayın. Mola verin, ortamı terk edin, duş alın ve uyuyun. Müzik dinleyin.

Kavganızın dozajının yükseldiği anda nefes alıp vererek gevşeyin. Çatışmalarınızı yıkıcı değil yapıcı olarak ele alın. Kişisel eleştiri değil davranışsal eleştiri yapın. Kendinizi onun yerine koyun ve empati yapın.

Metni okuduktan sonra 3- 5 dakika düşünün neler yapabileceğinize karar verin ve...

Birinin harekete geçmesi gerekiyor ki bu bütün bunların farkında olan sizsiniz, farkında olmayan karşınızdakinden beklemeyin, önce siz kendiniz ve eşiniz için bir şeyler yapın.

Ömür boyu mutluklar dilerim

HALİT TAŞÇI

Page 41: Vizyon33 Temmuz Sayısı

80 81

Şehir parkını kent içinde, halkın gezip dolaşması, hoşça vakit geçirmesi için ağaçlandırılıp, çiçeklendirilerek özel olarak düzenlenen yeşil alanlar olarak tanımlayabiliriz.Şehir parklarının en eski örnekleri ise Pers krallarının av alanları ve Eski Yunan’daki açık hava toplantı yerleriydi. Rönesans’tan sonra düzenlenen parkların çoğunda korular, önemli noktaları birbiriyle birleştiren düz yollar, kuş evleri ve yabanıl hayvan kafesleri bulunurdu. Parklar daha sonra ise bu niteliklerini yitirmiş, özellikle 19. yüzyılda yoğun bir yapılaşmaya uğrayan kentlerin içinde temiz hava alınabilecek yeşil alanlar durumuna gelmiştir. Bu amaçla kurulan parklar arasında ise İngiltere’de Birkenhead Parkı (1844), Fransa’da Paris yakınlarında Boulogne Ormanı, ABD’de New York kentinde Central Park, Almanya’da Friedrich Wilhelm Bahçesi, Avustralya’da Melbourne Kraliyet Botanik Bahçesi, Japonya’da Kobe’deki Akaşi Parkı bulunmaktadır.Şehir parkları için en büyük tehlike çarpık yapılaşmadır. Özellikle yüksek sayıda göç alan gelişmekte olan ülke metropollerinde planlama eksikliği yeşil alan sıkıntısına neden olmaktadır.Tasarım olarak çeşitli park düzenlemeleri vardır. 19. yüzyılda ortaya çıkan ve İngiliz bahçesi olarak adlandırılan

tür, doğal biçimde düzenlenmesiyle bunların arasında öne çıkar. Buna karşılık pek çok Avrupa kentinin parkı barok dönem bahçeleri üslubunda düzenlenmiştir. Çoğu eskiden bir sarayın bahçesi olan bu parklarda birbirini dikine kesen yollar, dikdörtgen çiçek tarhları, hatta budanarak geometrik biçimler verilmiş ağaç ve çalılar yer alır. Başka bir gelenek de İslam ülkelerinde uygulanan bahçelerdir. Bahçe İslam’da cennetin simgesi olmuştur. Burada en önemli öğe sudur. Havuz, fıskiye, kaskad gibi biçimler en başarılı olarak İslam bahçe mimarlığında kullanılmıştır. Bu, geometrik yanı ağır basan bir bahçe düzenlemesidir.Hindistan’da 17. yüzyılda Tac Mahal’i yaptıran Şah Cihan, çevresindeki 8 hektarlık araziyi de içinde insanların dolaşabileceği ve ağaçlarındaki meyveleri koparabileceği, kamuya ait bir bahçe biçiminde düzenletmiştir. Çin ve Japonya’da da saray bahçeleri vardır. Bu ülkelerde kamuya açık park işlevini tapınak bahçeleri üstlenir. İnsanın doğadaki “bin şeyden biri” olduğunu vurgulayan Uzakdoğu düşüncesine uygun olarak düzenlenen bu bahçelere çok iyi bakılır; içlerindeki bitkiler, taşlar, su, yüzey dokuları büyük bir başarıyla kullanılır.Dünya’nın en büyük şehir parklarına görselleri ile beraber kısa bilgilerle bir göz atalım;

Bu ayki konumuzu kent parklarına ayırdık. Dünyada bir çok örneği olan ünlü şehir (kent) parklarını incelemek istedik ve kent parklarının ülke tanıtımlarında ne denli önemli olduğunu vurguladık.Öncelikle şehir parkları ne demek ona bakalım.

1-Amsterdam, Vondelpark 120 dönümlük bir alana yayılmış olan Vondelpark, 1865 yılında açıldı. İlk zamanlar adı Nieuwe Park olsa da daha sonra 17. yy’da yaşamış olan Joost Van Den Vondel isimli yazarın adını aldı. Parkı yılda ortalama olarak 10 milyon kişi ziyaret ediyor.

2-Chicago, Grant Park 1,29 km karelik bir alana kurulmuş olan Grant Park’ın adı 1844 yılında Lake Park olarak biliniyordu ancak 1901 yılında Amerikan Sivil Savaşı’nı yöneten ve ABD’nin başkanı olan Ulysses S. Grant’ın adı parka verildi.

DEKORASYON Pervin Akbaş | İç Mimar

3-Philadelphia, Fairmount Park 4100 dönümlük bir alana dağılmış olan Fairmount Parkı, 1812 yılından beri halka açık olarak hizmet vermekte.

4-San Francisco, Golden Gate Park Yılda ortalama 13 milyon kişinin ziyaret ettiği Golden Gate Park, 1870’lerde kuruldu ve 1017 dönümlük bir araziye yayılıyor. Tüm yıl boyunca ziyaretçilere kapısı açık olan park, New York Central Park’tan %20 oranında daha büyüktür. Golden Gate Park, Central Park’tan sonra ABD’nin en çok ziyaret edilen ikinci parkı olarak da bilinir.

5-Londra, Hyde Park 1637 yılında kurulan Hyde Park, 2,53 km karelik bir alan üzerinde kurulmuş. 1851 yılında Great Exhibition döneminde de bu park halkın toplanma yeri olarak belirlenmiş ve o dönemden itibaren bu park toplu olarak yapılan gösterilerin merkezi haline geldi.

7-Mexico City, Chapultepec Park Chapultepec Park, 1695 dönümlük bir araziye yayılıyor ve Mexico City’nin ciğerleri olarak biliniyor. Parka yılda ortalama olarak 15 milyon ziyaretçi geliyor ve parkın geçmişi tarih öncesi Aztec kabilesine kadar dayanıyor.

8-Taksim, Gezi Parkı 1940 yılında açılan Gezi Parkı, 38.000 metre karelik bir alanı kaplıyor. İstanbul’un Cumhuriyet döneminde yapılan ilk parkı olmasıyla da bilinen Gezi Parkı, uzun bir süre İnönü Gezisi olarak da adlandırıldı. 1991 ve 1992 yılları arasında yeniden düzenlenen parkın ortasına fıskiyeli büyük bir havuz inşa edildi.

9-Tokyo, Ueno Park 1873 yılında açılan Ueno Park, 133 dönümlük bir arazi üzerine yerleşiyor. Batı’daki örneklerinin ardından, Batı medeniyetinden esintiler almak amacıyla Meiji döneminde yapıldı. Yılda ortalama 10 milyondan fazla ziyaretçi bu parkı görmeye geliyor.

6-Bangkok, Lumphini Park 142 dönüm araziye kurulan Lumphini Park, akşam koşucuları için oldukça ideal bir park olarak öne çıkıyor. Parkta saat sabah 10 ile öğlen 3 arasında bisiklet sürmek serbest ve parkın tamamında sigara içme yasağı bulunuyor. Park 1920 yılında Kral VI. Rama tarafından inşa edildi.

Page 42: Vizyon33 Temmuz Sayısı

82 83

Beklemektir, belki de hiç dönmeyecek olanı. Elinde ne bir açık adres, ne de ucu yırtık eski bir resmi olanı.

Beklemeyi öğretmedi mi hayat yeterince… Ne bu inadı, gayesi? Biraz yardımcı olsa belki daha yaşanır olacak. Ama kafamı her kaldırdığımda gördüğüm, akrep kuyruğunu sallarken ve fırsatını ararken iğnesini batırmak için, yelkovan mıh gibi saplanmış kalbimin orta yerinde, hareketsiz, olduğu yerden ilerlemek bilmiyor. Yorgunum be, kalbimden daha yorgun. Sebebi sen değilsin aslında biraz geçmiş biraz simdi, birazda gelecekte en baştan öğrenip unutması zaman alacaklarım. Belki de boyumdan büyük işlere kalkışmam, çocukluktan kalma... Çok sevmem, az sevilmem. En kötüsü de

bunu hissetmem.Sabreden derviş misali beklemeyi öğretmedi mi hayat yeterince… Giden sevgiliyi, dil yarasına bulanmış dostunu, sınavını, hastalığını, hayallerinin gerçekleşmesini ve sonsuza uğurladıklarını. Zaman derman olmadı belki çoğu yaraya ama hep zamanla geçer dediler sessiz sedasız bir köşede beklerken. Oysaki bilmediler, zaman hiç dost olmadı bizim gibi bekleyenlere. Sana ne söylesem, ne anlatsam boş bilirim, tok açın halinden anlamaz çünkü. İşte bu yüzden bilmezsin gece ne düşman bana seni bana yar etmez, rüzgar ne ketum ki esmez durur kokunu getirmez, dolunay parlamaz tenin gibi, yağmur yağmaz ferahlatmaz içimi, seni bekler ruhum ezberler akan her kum tanesini, unutması daha zor olsun diye. Ve hayat bir kez daha bekletmeyi öğretir bana elimde tükenmeye yüz tutmuş kalemimle.

Hayat Bazen…

EDEBİYAT Öztunç Ergin

Hayatı olmadığınız yerlerde de yaşamanın sonuçları nelerdir? İnternetin bize sağladığı özgürlük müdür, tutsaklık mı? Henry-Alex Rubin´in bu ilk uzun metrajlı kurmaca filmi, sinsice iç içe geçen bir dizi sürükleyici öykü eşliğinde internetin günlük hayatımıza etkisini anlatıyor ve bizi unutulmayacak karakterlerle tanıştırıyor: kimlik hırsızlığı kurbanı gergin çift, sanal zorbalık yapan oğluyla uğraşan eski polis, oğulları intihara kalkışan sevgi dolu anne-baba, yetişkin sitelerde internet kamerası hep açık hırslı TV muhabiri...

İlk gösterimi Venedik Film Festivali´nde yapılan Disconnect, 'Defolu ve insan

olmaya dair bir aşk mektubu.' Rubin, 2005 yapımı, tekerlekli sandalye rugby´si konulu belgesel Murderball´un da yönetmeni.

Müzik bütün dönemlerin ruhu olabilir ama 60’ların rock’n roll olayı belli ki bambaşka bir şey. Rock’n roll gençler için kurtuluş, aileleri içinse bir yıkımdı. Fakat nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir neslin hayat tarzını kökünden değiştirdi. Yönetmen Chase, New Jersey’deki evinde bu dönüşüme tanık olup bunu bire bir deneyimleyenlerden. Bütün kariyeri boyunca hayatının en büyük mihenk taşı olarak gördüğü bu dönemi filmleştirmek

istemiş. Efsanevi televizyon dizisi The Sopranos’taki gibi filmde de bolca baba-oğul çekişmesi ve aşk var. Film, en başta kızları etkilemek için bir rock grubu kurmak isteyen üç ergen erkeğin kısa süre içinde kendilerini tamamen müziğin ruhuna kaptırmalarını anlatıyor. Grup başaracak mı yoksa pek çokları gibi unutulup gidecek mi sorusu önemsiz bir mesele haline geliyor. Asıl önemli olan müthiş müzik ve onun kültürel olarak bıraktığı iz.

Birbiriyle rakip iki büronun beraber çalışmaya zorlanan 2 ajanının ittifaklarında büyük bir problem vardır. İki tarafta bir diğerinin gizli görevdeki bir federal ajan olduğunu bilmez. Bu iki ajan birbirine güvenmeden görevlendirildikleri tüm suçluları yakalarlar. Fakat son görevlerinde para çalmakla suçlandıklarında adlarını temize çıkarmak için uğraşacaklardır.

Sanal Hayatlar (Disconnect)Yönetmen: Henry Alex RubinOyuncular:Jason Bateman, Alexander Skarsgård, Max Thieriot,Paula Patton, Hope Davis

Tür: Drama, Gerilim

Yapım Yılı: 2012 (115 dk)

Vizyon Tarihi: 2 Ağustos 2013 Cuma

Sen Gitmeden Önce (Not Fade Away)Yönetmen: David ChaseOyuncular: John Magaro, Jack Huston, Will Brill , Dominique McElligott, Brahm Vaccarella

Tür: Drama

Yapım Yılı: 2012 (112 dk)

Vizyon Tarihi: 26 Temmuz 2013 Cuma

Zorlu ikili (2 Guns)Yönetmen: Baltasar KormákurOyuncular:Mark Wahlberg, Denzel Washington, Paula Patton, James Marsden, Bill Paxton

Tür: Aksiyon, Suç, Komedi

Yapım Yılı: 2013

Vizyon Tarihi: 2 Ağustos 2013 Cuma

SİNEMA

Page 43: Vizyon33 Temmuz Sayısı

84 85

Serenad fırtınasından sonra Livaneli'den nefes kesen bir roman

Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci

kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalının kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad erkektir.

Kardeşimin Hikâyesi aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın karmaşıklığına ve tehlikelerine dair nefes kesen bir roman. Her sayfada yeni bir gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin sınırlarında dolaşacaksınız.

Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz'in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti.

Harvard Üniversitesi Simge-Bilim Profesörü Robert Langdon başından vurulmuş bir halde hastane odasında gözlerini açar. Ne buraya nasıl geldiğini ne de nasıl vurulduğunu hatırlamaktadır. Camdan gördüğü manzara karşısında altüst olan profesör, evinden binlerce kilometre uzakta, Floransa’da olduğunu anlar. Yaşadığı korkunç baş ağrısına eşlik eden tek şey; sürekli kâbuslarında gördüğü kan kırmızısı bir nehrin karşısından kendisine seslenen gümüş saçlı güzel bir kadın ve toprağa baş aşağı gömülü can çekişen bedenlerdir. Langdon gördüğü kâbusları anlamlandırmaya çalışırken kadın bir suikastçı tarafından takip edildiğini, kendine tedavi uygulayan doktorlardan biri gözlerinin önünde vurulunca anlar. Hastanede görevli diğer doktorlardan biri olan Sienna Brooks’un o ölüm kalım anında yardım etmesiyle hayatta kalır. Simge-Bilim profesörü kendini bir anda ipuçlarını Dante’nin cehenneminde bularak çözmesi gereken korkunç bir senaryonun içinde bulur. Floransa’nın tarih kokan dar sokaklarından Venedik’in muazzam bazilikalarına uzanan semboller zinciri Langdon’ı insanlık tarihini sonsuza dek değiştirebilecek bir mekâna sürükler.

CehennemYazar: Dan BrownÇevirmen: Petek Demir & İpek DemirYayınevi: Altın Kitaplar

KaikenYazar : Jean-Christophe GrangeÇevirmen: Tankut GökçeYayınevi: Doğan Kitap

Kardeşimin HikayesiYazar: Zülfü LivaneliYayınevi: Doğan Kitap

Kaikenin zamanı geldi

Doğan güneş karardığında,

Geçmiş, çıplak bir kılıç gibi keskinleştiğinde,

Japonya artık bir anı değil, kâbus olduğunda,

Kaikenin zamanı gelmiş demektir.

KİTAP

ÇOK

SATA

NLA

R1

2

3

Guitar Flash DriveGuitar Flash Drive ilginç tasarımı ile kullanıcıların dikkatini çekiyor. Anahtarlık olarak kullanılması ise cihazın kaybolmaya karşı olan riski için bir çözüm. 8 gb hafızaya sahip olan bu belleğe ulaşmak için adresiniz www.buldumbuldum.com ‘u ziyaret etmek olsun.

Lenovo İdeaCentre Yatay Tablet PCDört kişilik tablet Lenovo'nun geliştirdiği IdeaCentre Yatay Tablet PC, aynı anda 4 kişinin de kullanabileceği ilk bilgisayar unvanını aldı. Aynı anda 10 parmağın dokunuşunu algılayabilen ekranın genişliği 68.58 santim, diğer bir deyişle 8 iPad büyüklüğünde.

Sony Akıllı SaatSony Xperia olmak üzere Android işletim sistemi kullanan akıllı telefonlarla uyum içinde çalışan bluettoth sayesinde telefonunuzla bağlantı sağlayan,dokunmatik ekranı ve andorid marketten uygulama indirebilme özelliğiyle sony akıllı saatlere teknoloji marketlerden ulaşabilirsiniz.

PlayStation 48 çekirdekli x86-64 AMD Jaguar işlemciyi ve Radeon tabanlı 1.84 TFLOPS AMD GPU'yu, 8 GB GDDR5 RAM'i ve 500 GB HDD'yi bünyesinde barındıran PlayStation 4 2013 yılı içerisinde Kasım-Aralık sezonu arasında satışa çıkarılması bekleniyor.

Su Altı Fotoğraf Makinesi3 metreye kadar suya dayanıklılık gösteren 12.0 megapiksel görüntüye sahip olan su altı fotoğraf makinesi ile artık suyun altında fotoğraf çekip anı ölümsüzleştirebilirsiniz. 32 mb dahili hafızaya sahip olan makinenın hafızasını 8gb sd kartla yükseltebilirsiniz. Ürüne www.buldumbuldum.com ile ulaşabilirsiniz.

TEKNOLOJİ

Page 44: Vizyon33 Temmuz Sayısı

86 87

:

Müzik Satranç

Sinema

İngilizce

Okuma

Teknikleri

Spor

Gitar

Keman

Anlayarak

Okuma

Hızlı

Okuma

Basketbol

YüzmeJu-Jitsu

Kapoera

Forum Yaşam Hastanesi yanı www.buyukustaakademi.com www.grandmasterakademi.com