Upload
others
View
22
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
ANKARA ÜNĠVESĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANABĠLĠM DALI
TEFSĠR BĠLĠM DALI
ET-TEFSÎRU’L-KEBÎR VE HAK DĠNĠ KUR’ÂN DĠLĠ’NDE
ALLAH, NÜBÜVVET VE AHĠRET KONULARININ MUKAYESESĠ
Doktora Tezi
Abdurrahman AYDIN
ANKARA-2015
2
T.C.
ANKARA ÜNĠVESĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANABĠLĠM DALI
TEFSĠR BĠLĠM DALI
ET-TEFSÎRU’L-KEBÎR VE HAK DĠNĠ KUR’ÂN DĠLĠ’NDE
ALLAH, NÜBÜVVET VE AHĠRET KONULARININ MUKAYESESĠ
Doktora Tezi
Abdurrahman AYDIN
Tez DanıĢmanı
Prof. Dr. Ahmet Nedim SERĠNSU
ANKARA-2015
3
T.C.
ANKARA ÜNĠVESĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANABĠLĠM DALI
TEFSĠR BĠLĠM DALI
ET-TEFSÎRU’L-KEBÎR VE HAK DĠNĠ KUR’ÂN DĠLĠ’NDE
ALLAH, NÜBÜVVET VE AHĠRET KONULARININ MUKAYESESĠ
Doktora Tezi
Tez DanıĢmanı: Prof. Dr. Ahmet Nedim SERĠNSU
Tez Jürisi Üyeleri:
Adı ve Soyadı Ġmzası
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
4
TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranıĢ
ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin
gereği olarak, çalıĢmada bana ait olmayan tüm veri, düĢünce ve sonuçları andığımı
ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.
(……/……/2015)
Tezi Hazırlayan Öğrencinin
Adı ve Soyadı
Abdurrahman AYDIN
Ġmzası
………………………………………
5
ĠÇĠNDEKĠLER
ÖNSÖZ........................................................................................................................9
KISALTMALAR.......................................................................................................11
GĠRĠġ.........................................................................................................................13
A. ARAġTIRMANIN KONUSU VE ÖNEMĠ .........................................................13
B. ARAġTIRMANIN AMACI VE YÖNTEMĠ .......................................................16
C. FAHREDDĠN RÂZĠ‟NĠN ET-TEFSÎRU‟L-KEBÎR‟ĠNĠN GENEL
ÖZELLĠKLERĠ……………………………………………………………………..19
D. ELMALILI MUHAMMED HAMDĠ YAZIR‟IN HAK DĠNĠ KUR‟ÂN DĠLĠ
TEFSĠRĠNĠN GENEL ÖZELLĠKLERĠ….…….……………..…………………….24
I.BÖLÜM:ALLAH
A. ALLAH‟IN VARLIĞI VE VARLIĞININ DELĠLLERĠ……….…..………..….30
1. RÂZĠ‟YE GÖRE………………………………………………………………...30
1.1. Aklî Deliller………………………………………………...………………….31
1.1.1. Varlıkların Sınıflandırılması…………………………………………………32
1.1.2. Hayy ve Kayyûm Sıfatları…………………………...………………………34
1.1.3. Semavi Cisimler Üzerinden Delillendirme…………………………………..37
1.2. Naklî Deliller…………………………………………………………………..43
1.2.1. Gece-Gündüzün NöbetleĢe Ard Arda Gelmesi Delili…………….…………44
1.2.2. Denizin Allah'ın Varlığını Göstermesi Delili…………………...……..…….45
1.2.3. Su ve Yağmurun Allah'ın Varlığını Göstermesi Delili…………………....…45
1.2.4. Her ÇeĢit Canlının Yeryüzüne Yayılmasının Allah‟ı Göstermesi Delili....….46
2. ELMALILI‟YA GÖRE………………………………………………………….46
2.1. Aklî Deliller……………………………………………………………………47
2.1.1. “Hakk” Ġsmi Üzerine Mülâhazalar……………………..………………….47
2.1.2. Ġlmi Terakkinin Amaçlılığı Delili …………...….…………………...………50
2.1.3. Psikoloji Ġlmi Açısından Delil……………………………………………….51
2.1.4. Pozitif Ġlim ve Felsefe Açısında Delil……………………………………… 51
2.1.4.1. Nedensellik Kanunu………...…………...…………………………………51
2.1.4.2. Tekâmül Kanunu……...…………………………………………………...52
6
2.2. Naklî Deliller……………………………………………………..……………53
MUKAYESE……………………………………………………………………….54
B. ALLAH‟IN BĠRLĠĞĠ (TEVHĠD)……………………………………………….56
1. RÂZĠ‟YE GÖRE……………..………………………………………………..56
1.1. Ġhlâs Suresinde Tevhid……..………………………………………………….56
1.2. Tevhidin Kısımları ve Dereceleri……………………………………………...60
1.3. Tevhidin Ondört Delili………..……………………...………………………..61
1.4. Râzi‟nin Bilimsel Verileri Kullanması……………..………………………….64
1.5. Naklî Delillendirme……………………..………………………………..……65
2. ELMALILI‟YA GÖRE……………………..………………………………...…66
2.1. Ġhlâs Suresinde Tevhid ……..…………………………………..……………..66
2.2. Batı Felsefesinin Geçersizliği ve Tevhid …………...…….…………………...68
2.3. Tevhid Ġnancının Fıtrat ve Sosyal Konularla ĠliĢkilendirilmesi …………...70
MUKAYESE………..…………...……….……………………….………………..74
C. ALLAH‟IN ĠSĠM VE SIFATLARI……………...………………..……………75
1. RÂZĠ‟YE GÖRE……………………………………………………..………….76
1.1. Allah‟ın Ġsimlerinden En Büyüğü ve Tecelli………………….……………….76
1.2. Allah‟ın Ġsim ve Sıfatlarının Taksimi…………..……………………..……….78
1.3. Allah‟ın Ġsim ve Sıfatlarının Tevkifi Olması, Ġlhad…………………….……82
2. ELMALILI‟YA GÖRE……………….…………………………………………86
2.1. Allah‟ın Ġsimlerinin Tecellileri, Taksimler…………….………………………86
MUKAYESE……………..……………………………………………….………..93
III.BÖLÜM:NÜBÜVVET
A.VAHĠY………………………………...…………………………………………95
1. Vahyin Tanımı ve ÇeĢitleri…………….……………………………………….95
2. Vahyin Hz. Ömer‟i Teyidi, Vahiyde Meleklerin Rolü ve Vahyin Mahiyeti….100
MUKAYESE………….………………………………………………………..…104
B. KUR‟ÂN‟IN TARĠFĠ VE ĠSĠMLERĠ………………………………..…...……105
MUKAYESE……………………………………………………………………...113
C. AYET………………………………...………………………………………...113
MUKAYESE……………………………………………………….……………..117
7
D. SURE…………………………………………………………….…………….118
MUKAYESE………………………………………………….…………………..121
E. NÜBÜVVETE GENEL BĠR BAKIġ (KAVRAMLAR ve TANIMLAR)…...122
Nebî-Nübüvvet……………………………………...………………………….…122
Resûl-Risâlet………...……….……………………………………………………123
Peygamber…………………..….…………………………………………………124
Nebî-Nübüvvet, Resûl-Risâlet ve Peygamber Mukayesesi……..……………….124
1. RÂZĠ‟YE GÖRE………………………………………………………...…..…126
2. ELMALILI‟YA GÖRE……………………………...…………………………129
MUKAYESE…………………………………………………………...…………131
F. NÜBÜVVETĠN ĠMKÂNI, GEREKLĠLĠĞĠ, ĠSBATI, ÜSTÜNLÜĞÜ,
VEHBîLĠĞĠ VE MU‟CĠZE………………………………………………….…133
1. Nübüvvetin Ġmkânı ve Gerekliliği…………..………………..……..………133
2. Nübüvvetin Ġsbatı ve Nübüvveti Ġnkâr Edenlere Verilen Cevaplar………......139
3. Peygamberlerin Üstünlüğü, Nübüvvetin Vehbîliği………….….…….……148
4. Mu‟cize…………………..…………………………...……...…………………152
MUKAYESE………………………………………………...……………………169
III. BÖLÜM: AHĠRET
A. AHĠRET .............................................................................................................174
MUKAYESE………………………………………………………………...……182
B. KABĠR HAYATI ...............................................................................................184
MUKAYESE……………………….…………………………….…………….…194
C. ġEFAAT .............................................................................................................195
MUKAYESE………………………………………….……………..……………208
D. CENNET VE CEHENNEM ..............................................................................209
MUKAYESE………………………………………………………...……………222
E. RU‟YETULLAH (ALLAH‟IN GÖRÜLMESĠ) .................................................223
MUKAYESE…………………………………………………..………………….227
SONUÇ………………………………………………………..………….……….228
KAYNAKÇA…………………………………………………………..…………236
8
ÖZET……………………………………………………………...………………242
SUMMARY ………………………………………………...………….…………243
9
ÖNSÖZ
Rahmân ve Rahîm olan Allah‟ın adıyla baĢlarım. Salât ve selâm Hz.
Muhammed‟e, O‟nun Â‟line ve ashabına olsun.
Kur‟ân indiği dönemden baĢlayarak her çağda insanlara hidayet rehberi
olmuĢ ve onu okuyanlara sonsuz saadeti yaĢatmıĢtır. Kur‟ân‟ı her okuyan kendinden
bir Ģeyler bulmuĢ ve bu yolla yüksek Ģahsiyet sahibi insan olma yolunda önemli
mesafeler katetmiĢtir.
Biz bu çalıĢmamızda tefsir ve değiĢik alanlardaki çalıĢmalarıyla önemli
hizmetlerede bulunmuĢ olan iki müfessiri “Allah, Nübüvvet ve Ahiret” açısından
mukayese etmeye çalıĢtık. Bunlar et-Tefsîru‟l-Kebîr adlı hacimli tefsirin yazarı
Fahreddin Râzi (ö. 606/1209) ile Hak Dini Kur‟ân Dili adlı tefsirin müellifi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878-1942)‟dır.
Bu iki müfessirin Kur‟ân‟ın ana konularından olarak mütalaa ettiğimiz
Allah, nübüvvet ve ahiret hakkındaki düĢüncelerini, konunun geniĢ olması nedeniyle
tefsirleri bağlamında araĢtırıp mukayese etmekle yetineceğiz. ġöyleki Elmalılı‟nın
ilgili konularda müstakil eseri olmasa bile, Metâlib ve Mezâhib adlı eserinde kelami
pek çok konuyu parça parça ele aldığı kitabıdır. Râzi‟nin inceledimiz konular
hakkında değiĢik müstakil eserleri ayrıca mevcuttur. Kelam ilmini de ilgilendiren bu
mevzular hakkında iki müfessir de çok mesai harcamıĢ ve önemli çalıĢmalar ortaya
koymuĢlardır. Bizim konuyu tefsir ilmi açısından inceliyor olmamız, ayrıca da iki
müfessirin hayatlarının sonlarına doğru tefsirlerini yazmıĢ olması, akıllara
eserlerinin yaĢamları boyunca edindikleri düĢüncelerin süzülmüĢ halde kaydedilmiĢ
olması fikrini getirmektedir. Bu sebeplerden dolayı mukayesede iki âlimin diğer
kitapları kapsam dıĢında tutularak et-Tefsîru‟l-Kebîr ve Hak Dini Kur‟ân Dili
tefsirleriyle sınırlı tutulacaktır.
ÇalıĢmamız esnâsında iki tefsir kitabı da genel bir taramadan geçirilmiĢtir.
Ardından önce Fahreddin Râzi‟nin et-Tefsîru‟l-Kebîr diğer adıyla Mefâtihu‟l-Ğayb
adlı eserinde ortaya koyduğu, konuyla ilgili düĢünceleri elden geldiğince kapsayıcı
10
bir Ģekilde ortaya konulmuĢtur. Aynı iĢlem Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın
Hak Dini Kur‟ân Dili için de gerçekleĢtirildikten sonra mukayese safhasına
geçilmiĢtir. Mukayese yapılırken Fahreddin Râzi‟nin eseri öncelikle iĢlenmiĢtir.
Bunun sebebi ise arada geçen yediyüz yıllık zaman diliminde ortaya çıkan düĢünce
farklılaĢmalarını izleyebilmektir. Ayrıca müfessirlerimizden biri herhangi bir konu
hakkında ayrıntılardan bazısını atlamıĢ veya değinmemiĢse buna da iĢaret edilmiĢtir.
ÇalıĢmalarımız esnâsında yönlendirmeleri ve verdikleri fikirleriyle tezimin
meydana gelmesinde bana rehberlik yapan baĢta danıĢman hocam Sayın Prof. Dr.
Ahmet Nedim SERĠNSU‟ya ardından Sayın Prof. Dr. Nahide BOZKURT‟a ve
Sayın Prof. Dr. Halis ALBAYRAK‟a en samimi duygularla teĢekkür etmeyi bir borç
bilirim.
Gayret bizden tevfîk Allah‟tandır.
Abdurrahman AYDIN
11
KISALTMALAR
a.g.e. Adı Geçen Eser
a.g.m. Adı Geçen Makale
a.g.y. Adı Geçen Yer
A.Ü.Ġ.F. Ankara Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi
A.Ü.Ġ.F.D Ankara Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi
A.Ü.S.B.Ü Atatürk Üni. Sos. Bil. Enstitüsü
b. Ġbn
Bsk. Baskı
Bkz. Bakınız
c. Cilt
C.Ü.S.B.E. Cumhuriyet Üniversitesi Sos. Bil. Enstitüsü
D.E.Ü Dokuz Eylül Üniversitesi
D.Ġ.A. Diyanet Ġslam Ansiklopedisi
D.Ġ.B. Diyanet ĠĢleri BaĢkanlığı
H/M Hicri/Miladi
H.Ü.Ġ.F.V.Y. Harran Üni. Ġlahiyat Fak. Vakfı Yayınları
Ktp. Kütüphane
M.Ü.Ġ.F.V. Marmara Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Vakfı
12
N.E.Ü.S.B.E Necmettin Erbakan Üniv. Sos. Bil. Enstitüsü
Nr. Numara
nĢr. NeĢreden
s. Sayfa
S.Ü.S.B.E. Selçuk Üni. Sos. Bil. Ens.
tah. Tahkik Eden
T.D.V. Yayınları Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
U.Ü.S.B.E Uludağ Üni. Sos. Bil. Enstitüsü
Tsz. Tarihsiz
terc. Tercüme eden
vb. Ve benzeri
13
GĠRĠġ
A. ARAġTIRMANIN KONUSU VE ÖNEMĠ
Kur‟ân inen son ilahi kitap olması nedeniyle kıyamet kopana dek gelecek
tüm insanlara hidayet rehberidir. Hidayet rehberi olabilmesinin en önemli
Ģartlarından biri, her çağda Kur‟ân‟ı en doğru bir Ģekilde yorumlayıp bunu diğer
insanlara ulaĢtırabilecek müfessirlerin olmasına bağlıdır. Bunu peygamberimizin
vefatından hemen sonra fark eden Müslümanlar ve onların yöneticileri konunun
üzerinde ihtimamla eğilmiĢ, Kur‟ân‟ın cem‟i, çoğaltılması ve okunmasının
kolaylaĢtırılması konularına yönelik önemli çalıĢmalar yapmıĢlardır.
Ġslamiyetin yayılmasına bağlı olarak yeni Müslüman olan toplulukların
sağlam Kur‟ân yorumlarına nasıl ulaĢacağı konusu önemli bir sorun haline gelmiĢtir.
Çünkü Hz. Peygamberin yaĢadığı dönemdeki gibi tek yaĢam Ģekline sahip bir
topluluk yoktur. Ayrıca karĢılaĢılan yeni sorunlara cevap verecek yaĢayan bir
peygamber de. Bu ortamda değerlendirilmesi gereken iki önemli kaynak vardır.
Bunlardan ilki Kur‟ân, ikincisi ise ilahi mesajı dünyanın her tarafına ulaĢtırma
aĢkıyla dağınık halde bulunan Ashab-ı Kiram‟ın zihinlerinde henüz derli toplu
kitaplarda mevcut bulunmayan Hz. Peygamber‟in hadisleridir.
ĠĢte bu Ģartlar altında Müslümanların ilk fark ettiği Ģey, Hz. Peygambere ait
ve dağınık bulunan hadislerin toplanmasının gerekliliği olmuĢtur. Tabii olarak
bundan önce herkesin üzerinde icma edeceği bir mushafın var olması da bir
zorunluluktu. Bunu sağlamaya yönelik olarak farklı Mushaflar teke indirilmiĢtir.
Bunun ardından Hz. Peygambere ait hadisler uzun ve meĢakkatli çalıĢmalar
sonucunda toplanmıĢtır.
Tüm bu çabaların en temel amacı, Allah‟ın Kur‟ân‟la bildirmiĢ olduğu son
ilahi mesajı insanlığa eksiksiz olarak ulaĢtırabilmekti. Yapılan çalıĢmalar, zaman
içerisinde Kur‟ân‟ın doğru anlaĢılıp yaĢanması konusunda yol gösterici olmuĢ,
Kur‟ân‟ı yanlıĢ ve aĢırı yorumlamanın önüne geçilmiĢtir. Bunu sağlayan en önemli
amil ise Müslüman âlimlerin üstün gayretleriyle meydana gelen ulumu‟l-Kur‟ân‟dır.
14
Bununla birlikte Kur‟ân‟ın ana konularının doğru anlaĢılması da çok önemli
bir konumda idi. ġöyle ki bu ana konularda birinin veya bir kaçının anlamından
uzaklaĢması durumunda Kur‟ân, vermek istediği mesajı veremeyecektir. Bu da
hemen hemen ilahi mesajın kaybolmasıyla eĢ anlama gelmektedir.
Bahsedilen durum bugün de geçerliliğini devam ettirmektedir. Müslüman
âlimlerin bu sebeple, Kur‟ân‟ın ana konuları hakkında daha fazla mesai harcamaları
bir gereklilik olarak karĢımızda durmaktadır. Can alıcı nokta Ģudur: Kur‟ân‟ın
insanlara tebliği dil ile olmuĢtur. Dil donuk ve hiç değiĢmeden yaĢamaya devam
etmez. Bazı kelimeler zamanla anlam değiĢmelerine, geniĢleme ve daralmalarına
uğrayabilmektedir. Bu kaide Kur‟ân ve Kur‟ân içinde kimi kelime ve deyimler için
de geçerlidir.
Kur‟ân incelendiğinde en önemli ve hemen göze çarpan konuların Allah,
nübüvvet ve ahiret olduğu rahalıkla görülecektir. Biz bu çalıĢmamızda Kur‟ân‟ın
doğru anlaĢılmasında hayati öneme sahip olan bu kavramları, iki büyük ve
yaĢadıkları dönemin ruhuna hâkim müfessir açısından inceledik. Böylece anlama
değiĢimine uğramıĢ veya aynı kalmıĢ olan düĢünceleri bu kavramların tanımları
çerçevesinde tespit etme imkânına kavuĢmuĢ olduk.
Özellikle bu iki kıymetli müfessiri araĢtırma konusu olarak seçme
nedenimizi Ģöyle açıklayabiliriz. Fahreddin Râzi yazdığı eseriyle kendi çağının tüm
özelliklerini yansıtmayı baĢardığı gibi kendinden sonra gelen pek çok müfessire de
kaynaklık etmiĢ güzide bir Ģahsiyettir. Ondan sonra gelen pek çok müfessir öyle
veya böyle ondan etkilenmiĢtir. Bazı müfessirler açıkça kaynak göstererek bazısı da
kaynak göstermeden onun fikirlerinden yararlanmıĢtır. Onun Kur‟ân‟a yaklaĢım
tarzını bilmek Allah, nübüvvet ve ahiret konuları hakkında neler düĢündüğünü
bilmeye bağlıdır. Buna yaĢadığımız çağda her müslümanın ihtiyacı vardır.
Elmalılı M. Hamdi Yazır da Osmanlı‟nın son dönemlerinde medrese eğitimi
alarak yetiĢmiĢ önde gelen âlimlerdendir. Onun yaĢadığı dönem katı pozivizmin en
güçlü olduğu dönemdir. Elmalılı, Kur‟ân ilimlerine vâkıf olduğu gibi, kendi özel
gayretleriyle öğrendiği Fransızca sayesinde, batının özellikle felsefe ilimleri baĢta
15
olmak üzere, batıda güncel olan ilimleri de mütalaa etmiĢtir. Bu sayede tefsirinde
pek çok yerde Ġslam‟a ve dine yapılan saldırılara akli delillerle cevaplar vermiĢtir.
Bu özelliği ile Elmalılı ve Fahreddin Râzi arasında bir benzerlik olduğu da
görülmektedir. Çünkü Fahreddin Râzi‟nin yaĢadığı dönem hem dini hem fikri
açıdan çalkantılı bir dönemdir. Râzi, Abbasi devletinin yıkıldığı ve kendi baĢına
buyruk pek çok beyliğin zuhur ettiği bir çağda yaĢamıĢtır. Râzi, tefsirinde
görülebileceği gibi, çoğu zaman Ġslam‟a sokulmaya çalıĢılan zararlı fikirlere karĢı
bir mücadele vermiĢtir. Kerramilerle yaptığı fikri tartıĢmalarda Râzi‟yi mağlup
edemeyen bu mezhep mensuplarınca öldürüldüğünü iddia eden araĢtırmacılar
vardır.1
YaĢadıkları dönemin tüm özelliklerini yansıtmıĢ ve böylelikle hem kendi
dönemlerinde hem de kendilerinden sonrakilerinde tesir etmiĢ olan bu iki âlimin
baĢarılarının en önemli sebebinin, Kur‟ân‟ı anlama ve yorumlamalarındaki üstün
kabiliyet ve ferasetlerinde yattığını düĢünüyoruz. Allah, nübüvvet ve ahiret
konularını nasıl anladıklarını bilmek ve karĢılaĢtırmasını yapmak bizim de bugün
Kur‟ân‟a yaklaĢımımıza rehberlik edebilir. YaĢadıkları çağın birbirine benzer
bunalım dönemleri olması, Fahreddin Râzi ve Elmalılı‟yı araĢtırma konusu olarak
seçmemize en büyük nedenlerdendir.
Fahreddin Râzi‟nin et-Tefsîru‟l-Kebîr‟i2 ve Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır‟ın Hak Dini Kur‟ân Dili3 tefsiri ile ilgili yapılmıĢ pek çok yüksek lisans ve
doktora çalıĢması bulunmaktadır. Bu çalıĢmaların önemli bir kısmı, iki müfessirin
değiĢik konularla ilgili görüĢlerini araĢtırmaya yöneliktir. Bu tezlerin bazısında da
Elmalılı ve Fahreddin Râzi‟nin tefsirleri ulumu‟l-Kur‟ân açısından incelenmiĢtir.
Ancak bizim tezimiz her iki müfessirin tefsirlerine, Kur‟ân‟a bakıĢ tarzlarını
belirleyen Allah, Nübüvvet ve Ahiret açısından bakmakta ve ulaĢtıkları yorumları
mukayese etmeye yöneliktir. Bu sebeple anılan tezlerden ayrılmaktadır.
1 Kehhâle, Ömer Rıza(ö. 1418/1997), Mu‟cemu‟l-Müellifîn Terâcimu Musannıfı‟l-Kutubi‟l Arabiyye,
el-Mektebetü‟l-Arabiyye, DimeĢk, 1966, c. X, s. I79. 2 Fahreddin Râzi (ö. 606/1209), et-Tefsîru‟l-Kebîr (XXIII c.), terc. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci,
Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara,1988. 3 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878/1942), Hak Dini Kur‟ân Dili (IX c.), Akçağ Yayınları,
Ankara, tsz.
16
B. ARAġTIRMANIN AMACI VE YÖNTEMĠ
Doktora tezimizi hazırlarken en temel amacımız pek çok zaman isimleri
beraber zikredilen Fahreddin Râzi ile Elmalılı‟nın Kur‟ân‟a bakıĢ açılarını Allah,
nübüvvet ve ahiret konuları çerçevesinde tespit etmek, ikisi arasındaki farklılık ve
benzerlikleri göz önüne sermektir.
Bu ana amacın hâricinde bir baĢka amacımız, Elmalılı‟yı ve Fahreddin
Râzi‟yi yapılan yeni çalıĢmalar ıĢığında daha iyi tanıyabilmek ve tanıtabilmektir.
Allah, nübüvvet ve ahiret konularının tarih içindeki ele alınıĢ Ģeklinin
geliĢimini gözlemlemek diğer amacımızdır. Bunun imkânını Râzi ile Elmalılı
tefsirlerinin mukayesesini yapmakla elde edebileceğimizi düĢünüyoruz. Ġki
müfessirin Kur‟ân‟ın ana konuları hakkında daha derli toplu eserleri olmakla
birlikte, hakkında inceleme yapacağımız tefsirlerinde konularla ilgili düĢünceleri
dağınık Ģekilde, bazı ayetlerin tefsirlerinin arasına serpiĢtirilmiĢtir. Bu durum
incelememizde Ģöyle bir zorluk çıkarmaktadır. Müfessirlerimizden herhangi biri,
ayetin genel manasının hiç ilgili olmadığı bir yerde incelediğimiz konuya
değinmekte, kendi fikrini ortaya koyabilmektedir. Muhakkaktır ki bu bilginin
gözden kaçması incelemesi yapılan konu hakkındaki müfessirin düĢüncesinin tam
olarak aktarılmamasına neden olur. Dolayısıyla her iki tefsiri de incelerken, dağınık
olarak ele alınmıĢ ve ayet yorumlarının arasına serpiĢtirilmiĢ bulunan Allah,
nübüvvet ve ahiret konuları hakkındaki düĢüncelerini ayıklayarak, derli toplu
Ģekilde sunmaya çalıĢtık.
ÇalıĢmamız, bir giriĢ ve üç bölümden oluĢmaktadır. GiriĢ bölümde
araĢtırmamızın önemi, amacı ve yöntemi ortaya konduktan sonra iki tefsiri genel
olarak tanıttık. Yapılan yüksek lisans ve doktora çalıĢmalarında iki müfessirin
yaĢamları, eserleri, hocaları, öğrencileri ve kendilerinden sonrakilere etkileri, geniĢ
bir biçimde incelendiğinden, konunun gereksiz uzamaması adına değinmedik.
Birinci bölümde Kur‟ân‟ın en temel konusu olan Allah (c.c.)‟ı inceledik.
Allah‟ın varlığı ve varlığının delillerinin iki müfessir tarafından nasıl anlaĢıldığını
17
ortaya koyarak ikisini mukayese yaptık. Devamında tevhid konusu ile Allah‟ın isim
ve sıfatları konularını da aynı yöntemle inceledik. Ayrı bir baĢlık altında mukayese
yaparak bu bölüm sonlandırdık. Bu bize göre en önemli basamak olmuĢtur. Çünkü
Ġslam dinini doğru anlamak, en önce doğru Allah tasavvuru ile yakından ilgilidir.
Nitekim Kur‟ân‟ın ifadesiyle “Onlara, „Gökleri ve yeri kim yarattı?‟ diye soracak
olursan; „Kesinlikle onları her Ģeye gücü yeten ve her Ģeyi bilen Allah yarattı‟ diye
cevap vereceklerdir.”4 buyurulmakta, böylece Mekkeli müĢriklerin bilinçlerinde bir
Allah tasavvuru olmasına rağmen bu imanlarının onları doğru yola sevketmediği
gibi, aksine yanlıĢlığa düĢürmesinin vehametine vurgu yapılmaktadır. Allah‟a olan
inancımızın nasıllığının, tüm iman ve düĢünce dünyamızı Ģekillendirdiği
muhakkaktır. Ġki müfessirin konu ile ilgili mukayesesini yapmak ise aradan geçen
zaman içerisinde ortaya çıkan geliĢmeyi incelemek açısından ilginç olmuĢtur.
ÇalıĢmamızın ikinci bölümünde “Nübüvvet” konusunu ele aldık ve
mukayese yaptık. Önce iki müfessirin tefsirlerinde vahiy kelimesinin
tanımlamalarını inceledikten sonra vahiy çeĢitleri, vahyin mahiyeti incelendi. Vahiy,
Ġslam dininin en fazla önem atfettiği mevzulardan biridir. Ardından Kur‟ân‟ın lügat
ve kelime anlamı incelendi ve Kur‟ân‟ın isimleri ve nüzûlü araĢtırıldı.
Müfessirlerimizin “ayet” ve “sure” kavramlarından ne anladıkları da araĢtırmamız
esnasında mukayeseli olarak tedkik edildi. Ardından nübüvvet konusunu ele aldık.
Fahreddin Râzi ile Elmalılı‟nın tefsirlerinde peygamberlerin gönderilmesinin
nedenleri incelendi, Kur‟ân‟da peygamber kelimesi yerine kullanılan “nebî” ve
“resûl” kavramlarının anlam içerikleri araĢtırıldı. Sonra peygamberlerin özelliklerini
ve sıfatlarını iki tefsir açısından karĢılaĢtırdık. Bu bölümde son olarak,
peygamberlerin peygamberliklerinin ıspatı olarak gösterdikleri “mu‟cize” konusu
ele alındı ve mukayese yapıldı.
Doktora çalıĢmamızın üçüncü bölmünde ise Kur‟ân‟ın temel konularından
“Ahiret” konusu araĢtırıldı. Ahiretin kelime ve ıstılahi tahlillerinden sonra ahiretle
ilgili olan kabir hayatı, Ģefaat, cennet-cehennem ve rü‟yetullah gibi konular da
4 43/Zuhrûf, 9.
18
araĢtırmamızda yer buldu. Ġki müfessirin görüĢleri tespit edilip karĢılatırmaları
yapıldı.
Doktora tezimizi, yaptığımız tüm çalıĢmalardan varılan görüĢlerimizi özet
olarak ortaya koyduğumuz bir sonuç kısmıyla bitirdik.
ÇalıĢmamız esnasında tasviri yaklaĢımla ortaya konan bulgular karĢılaĢtırıldı
ve objektif bir yaklaĢımla tahlil edilerek sonuçlar ortaya konuldu. Ġki müfessir
arasında konuyla ilgili benzer veya aynı düĢünce varsa bu mukayese ve sonuç
baĢlığı altında ifade edildi, aynı konu hakkında farklı düĢünülüyor ve farklı
yorumlar tercih ediliyorsa yine bunlar göz önüne serildi.
ÇalıĢmamız esnasında kaynak olarak kullandığımız kitaplardan ilki,
Fahreddin Râzi‟nin et-Tefsîru‟l-Kebîr‟inin Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç ve C. Sadık Doğru tarafından yapılan Türkçe tercümesidir. Kullandığımız bir
diğer temel kaynak ise Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın Hak Dini Kur‟ân Dili
tefsirinin sadeleĢtiriliĢ ve Akçağ Yayınları tarafından yayınlanmıĢ olan basımıdır.5
Bunun yanında gerektiği hallerde asıl metinden veya baĢka sadeleĢtiriliĢ baskılardan
da yararlanıldı.6 ġunu da belirtelim ki Türkçe dilinin geliĢimine bağlı olarak,
Elmalılı‟nın tefsirinin sadeleĢtiriliĢ nüshalarının kullanılmasının, aslına sadık
kalınması Ģartıyla, daha yararlı olacağı kanaatine ulaĢtık ve bu baskıları kullandık.
Her iki müfessirle ilgili Ģu ana kadar yapılmıĢ pek çok çalıĢma vardır ve
halen de pek çok çalıĢma yapılmaktadır. Fakat bunların yeterli olmadığını ve daha
pek çok çalıĢmanın yapılarak, Ġslam‟a ve Kur‟ân‟a önemli hizmetlerde bulunmuĢ
böyle değerli Ģahsiyetlerin tanıtılmasının önemli bir vazife olduğunu düĢünüyoruz.
Hem ilim hem de gönül dünyamızı bir nur gibi aydınlatan, aydınlatırken de pek çok
sıkıntıyı göğüsleyen ve tıpkı bir mumun yanıĢı gibi yanan böyle âlimleri tanımaya
çalıĢmak ve tanıtmak ilerisi için bizlere yol gösterici olacaktır.
5 Elmalılı, M. Hamdi Yazır (1978-1942), Hak Dini Kur‟ân Dili, Akçağ Yayınları, Ankara, tsz. 6 Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur‟ân Dili, ġûra Yayınları, Ġstanbul, tsz.; Elmalılı, M. Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur‟ân Dili, (IX cilt)., Eser NeĢriyat ve Dağıtım, Ġstanbul, 1979.
19
C. FAHREDDĠN RÂZĠ’NĠN ET-TEFSîRU’L-KEBîR’ĠNĠN GENEL
ÖZELLĠKLERĠ
“Ömrü sürekli ilim amaçlı seyahatler yapmak ve yazmakla geçen Fahreddin
Râzi (ö. 606/1209)‟nin tefsirini yazmaya ne zaman baĢlayıp, ne zaman bitirdiği
kesin olarak bilinmemekle birlikte, eldeki bilgilerden onun yaklaĢık olarak hayatının
son on yılında tefsirini yazdığını söylemek mümkündür. Zira o, tefsir ettiği bazı
surelerin sonuna telif tarihini kaydetmiĢtir. Bu kayıtların ilki Âl-i Ġmrân suresinin
sonunda bulunmakta ve hicri 595‟i göstermektedir. Fatiha ve Bakara surelerinin
sonunda ise tarih bulunmamaktadır. Bu da müellifin tefsirine ya h. 595 senesi içinde
ya da bundan bir iki yıl önce baĢladığını göstermektedir. Burada akla Fatiha ve
Bakara surelerinin daha sonraları yazılmıĢ olma ihtimali gelebilir. Ancak Râzi‟nin
sureleri her zaman Mushaf‟taki tertibe göre tertip ettiği söylenemese de Fatiha
suresini müstakil olarak ve tefsirine baĢlamadan önce yazdığı genel kabul
görmektedir. Tefsirinden elde edilen en son tarih ise 603 senesidir. Bu son tarih
Fetîh suresinde olduğuna göre, tefsirinin tümünü 604 veya ömrünün geri kalan
yıllarında, yani 606 senesine kadar bitirmiĢ olması ihtimali vardır.”7
Bazı araĢtırmacılar onun, eserini tamamlayamadığını, sonradan öğrencileri
tarafından tamamlandığını savunurlarken8 bazıları da Râzi‟nin eserini hayattayken
tamamladığı görüĢündedirler. Bu iki görüĢün arasını telif edenler de bulunmaktadır.
Bunlara göre Râzi, Kur‟ân‟ı hayatta iken baĢtan nihayetine kadar tefsir etmiĢ, fakat
bazı surelerin ve ayetlerin tefsirini öğrencilerine yazdırmıĢtır. Onun için bazı
yerlerde “Râzi Ģöyle dedi” veya buna benzer ifadeler, yazma esnasında talebeleri
tarafından katılmıĢtır. Bunun aksini iddia edenler ise tefsiri sonradan
tamamlayanların, Râzi‟nin anlayıĢına ve izlediği tefsir yapma yöntemine bağlı
kaldıklarını belirterek eserde tamamiyle bir tarz ve düĢünce birlikteliğinin
varlığından bahsetmektedirler.9
7 Cerrahoğlu, Ġsmail, Tefsir Tarihi, D.Ġ.B. Yayınları, Ankara, 1988, c. II, s. 245. 8 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 244. 9 Zehebî, Muhammed Huseyn (ö. 1977), et-Tefsîr ve‟l-Mufessirûn, Mısır, 1396/1976, c. I, s. 293.
20
“et-Tefsîru‟l-Kebîr (diğer adıyla Mefâtihu‟l-Ğayb), akılla naklin en iyi
harmanlandığı önemli bir kelâmi tefsir örneği olarak kabul edilir. Râzi‟ye göre
nasslar, akli bir muhale götürmedikçe zahiri manalarıyla anlaĢılmalıdır. Sarih akılla
sarih nakil arasında çeliĢki bulunmaz. Bu nedenle zahiri manaları aklın ilkelerine
aykırı gibi görünen ayetler, müteĢâbih kabul edilip, bütün ihtimaller göz önünde
bulundurularak aklın ıĢığında ve dil kurallarına uygun bir Ģekilde te‟vil edilmelidir.
Mefâtihu‟l-Ğayb‟da Ġbn Sîna‟nın etkisinde kalınarak yapılan bazı farklı yorumlar da
bulunmaktadır.”10
Râzi‟nin tefsirine baktığımızda, Ġbni Abbas11
en baĢta olmak üzere Übey b.
Ka‟b,12
Ġbn Mes‟ûd,13
Hz. AiĢe ve Ġbn Ömer gibi meĢhur sahabe zevattan alıntılarda
bulunmaktadır. Bununla beraber Mücâhid, Katâde, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr,
Ebu‟l Aliye, Ġkrime ve Muhammed b. Ka‟b el-Kurâzî gibi tabiinden olan
müfessirlerden kaynak olarak yararlanmakla beraber14
pek çok yerde de eleĢtiriler
getirmektedir.15
Bunun dıĢında Râzi, değiĢik konularla ilgili olarak Taberî (ö. 310/923),
Zeccâc (ö. 311/923), Kaffâl (ö. 365/975), Ebû Müslim el-Ġsfehânî (ö. 322/934),
Kâdî Abdu‟l-Cebbâr (ö. 415) ve ez-ZemahĢerî (ö. 538/1143) gibi âlimlerin bazen
görüĢlerini hiç yorumlamadan almıĢtır. Bazen katıldığı görüĢlerine neden katıldığını
belirterek, pek çok kereler ise sebeplerini açıklayarak katılmadığı noktaları tefsirine
almıĢtır.16
Yapılan bir tez çalıĢmasında Râzi‟nin tefsirinde kullandığı hadislerle ilgili Ģu
ifadeler kullanılmakadır: “Rivayet metodu kendisiyle sınırlı olmakla beraber ayetin
ayetle tefsiri, esbab-ı nüzûl, kıraat farklılıkları, nâsih-mensûh, cahiliye Ģiiri ile
istiĢhad ve ehl-i kitabın rivayetlerinden, Ģartlarına uygun olanlardan yararlanma gibi
10 Yavuz, Yusuf ġevki, “Fahreddin Râzi” maddesi, D.Ġ.A., Ġstanbul, 1995, c. XII, s. 90. 11 Râzi, a.g.e., c. I, s. 252; c. V, s.7, c. IV, s. 5; c. VI, s. 451; c. VII s. 306; c. X, s. 273; c. XII, s.13. 12 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 19; c. VI, s. 465; c. XIV, s. 403; c. XX, s. 10; c. XXI, s. 440; c. XXII s. 213. 13
Râzi, a.g.e., c. II, s.70; c. III, s. 179; c. VII, s. 41; c. VIII, s. 287. 14 Cerrahoğlu, a.g.e., s.250; Râzi, a.g.e., c. IV, s. 434; c. III, s. 372, c. II, s. 39; c. VIII, s, 452; c. II,
s.259. 15 Râzi, a.g.e., c. III, s. 390-391; c. II, s. 413-415; c. IV, s. 526; c. V. S. 20. 16 Râzi, a.g.e., c. III, s. 508; c. VI, s. 497; c. XV, s. 256; c. XX, s. 51; c. XXI, s. 318; c. XXIII,
s.303; c. XXIII, s. 137; c. XXII, s. 297; c. IV, s. 8; c. VII, s. 310.
21
hususların yanında 1062 tanesi Kütüb-ü Sitte‟de geçmek üzere 1600 hadis
zikretmesi, onun rivayet metodundan yeterince yararlandığını göstermektedir.”17
Yalnız Ģunu da ilave edelim ki, tefsirinde bir hayli zayıf hatta mevzu hadis
bulunmaktadır.
“Râzi tefsirinde, yorumunu yaptığı ayetleri tüm vecihleriyle, özellikle usûl,
lügat, kıraat, münâsebet ve nüzûl sebebi, ele alarak karĢıt olanların konuyla ilgili
bütün görüĢlerini zikretmektedir. Sonra kendi görüĢünü ortaya koyarak, elde edilen
sonuçları tartıĢmaya koyulmaktadır.”18
Fahreddin Râzi tefsirine Fatiha suresiyle baĢlamıĢ ve surenin tefsiri yaklaĢık
bir cildi bulmuĢtur. Bunun sebebini ise Fatiha suresinin faydalarının on binleri
bulacağını bu yüzden Fatiha suresinin açıklamasını böyle geniĢ tutuğunu söyleyerek
açıklamaktadır.19
Ancak Fatiha suresinin tefsirinde izlediği metodun aynısını diğer
surelerin tefsirinde görememekteyiz. Zira diğer sureleri ayet ayet yorumlamakla
beraber, Fatiha suresindeki gibi yoğun bir yorumlamada bulunmamaktadır.
“Genel itibari ile Râzi‟nin tefsiri dirayet tefsiri olarak kabul edilmektedir.
Bunun yanında bir ayeti tefsir ederken konu ile alakalı baĢka ayetleri de yorumuna
eklemekte ve kendi görüĢünü güçlendirmeye çalıĢmaktadır.”20
Râzi tefsirinde sure
sonları ile sure baĢları ve ayetler arası insicama ve münâsebete en fazla önem veren
müfessirlerin baĢında sayılmaktadır.21
“Râzi, kendinden sonra gelen müfessirleri, ekolleri ne olursa olsun az ya da
çok etkilemiĢ olup onlara aklî kaynaklık yapmıĢtır. Birçok mesele ve ilimleri açık
bir metodla anlattığı için, sonradan gelen müfessirler ondan yararlanmıĢtır. Onu
tenkit etmek maksadıyla ortaya çıkanlar dahi ondan etkilenmekten
17 DenizkuĢları, Mahmut, Fahruddin Râzî ve Tefsirinde Hadis, (BasılmamıĢ Tez), U.Ü.S.B.Enstitüsü,
1989, s.19. 18 Muhsin, Abdulhamid, Râzî Müfessiren, Daru‟l-Hürriye, Bağdat, 1974, s.74-75. 19
Râzi, a.g.e., c.I, s.3. 20 Zerkânî, Muhammed Abdülazîm (ö.1367/1948), Menâhilu‟l-irfân fî Ulûmi‟l-Kur‟ân, (tah. Fevvâz
Ahmed Zümerli), Dâru‟l-Kitâbi‟l-Arabî, Beyrut, 1415-1995, c. X, s. 534-535; Râzi, a.g.e., c.VIII, s.
451; c.VII, s. 545-548; c. XI, s. 359-362. 21 Örnek olarak bkz. Râzi, a.g.e., c. II, s.153; c. VI, s.128; c. V, s. 475; c. VI, s. 539; c. VIII, s. 5;
c.VII, s. 537-538; c. X, s.436-437; c. XIII, s. 498.
22
kurtulamamıĢlardır. Ondan istifade etmeyen müfessir hemen hemen yok gibidir.”22
Bunları kısaca Ģöyle sıralayabiliriz:
a. Beydâvî (ö. 685/1286)
b. Ebu Hayyan (ö. 745/1344)
c. Ġbn Kesîr (ö. 774/1373)
d. el-Âlusi (ö. 1270/1854)
e. ReĢid Rızâ (ö. 1354/1935)
f. Ebussuûd Efendi (ö. 1574)
g. Konyalı Mehmed Vehbi Efendi (ö. 1949)
h. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878-1942)
ı. Muhammed Abduh (ö. 1905)
Bunlar ve bunlar gibi daha nice müfessir Fahreddin Râzi‟nin görüĢlerini
kendi yazdıkları tefsirlerde kullanmıĢlardır.23
GeçmiĢte yazılan bu tefsirlerin yanında ülkemizde ve dünyada Fahreddin
Râzi ve eserleri üzerine pek çok çalıĢma yapılmıĢ ve daha bir kısım çalıĢmalar
sürmektedir. AĢağıda birkaç tenesini sıraladık.
Dünyanın değiĢik ülkelerinde yapılan çalıĢmalar:
a. Muhammed Salih ez-Zerkâni, Fahruddin er-Râzi ve Ârâuhu‟l-Kelâmiyye-
ve‟l Felsefîye, Dâru‟l Fikr, Kahire, tsz.
b. Ali Muhammed Hasan el-Ammârî, Mezhebü‟r-Râzî fî Ġ‟câzi‟l-Kur‟ân ve
el-Ġmam Fahruddin er-Râzî: Hayatühû ve Âsâruhû, Mısır, 1969.
22 Cerrahoğlu, Ġsmail, Tefsir Usulü, A.Ü.Ġ.F. Yayınları, Ankara, 1971, s. 288. 23 Cerrahoğlu, a.g.e., s.293.
23
Murtada A. Muhibuddîn, Ġmam Fakhr al-Dîn al-Râzî Philosophical
Theology in al-Tafsîr al-Kabîr, Hamdard Islamicus, Karaçi, 1994, c. XVII, s.55-84.
Ülkemizde yapılan bazı çalıĢmalar:
a. Süleyman Uludağ, Fahrettin Râzi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1991.
b. Ġsmail Cerrahoğlu, Fahreddin er-Râzî ve Tefsiri, A.Ü.Ġ.F. Dergisi, sayı 2,
Ankara, 1977.
c.Mahmut DenizkuĢları, Fahreddin er-Râzi ve Tefsirinde Hadis,
(BasılmamıĢ Tez), U.Ü.S.B.E., Bursa, 1989.
e. Ali Yılmaz, Fahruddin er-Râzî‟nin et-Tefsiru‟l-Kebîr Adlı Eserinde
Tenâsüb ve Ġnsicam (BasılmamıĢ Doktora Tezi), A.Ü.S.B.Ü., Erzurum, 1996.
f. Abdurrahman Elmalı, Fahreddin er-Râzî‟de Esbâb-ı Nüzûl
Değerlendirmesi, H.Ü.Ġ.F. Vakfı Yayınları, ġanlıurfa, 1988.
g. Abdülhakim Yüce, Râzî‟nin Tefsirinde Tasavvuf, Çağlayan Yayınları,
Ġzmir, 1996.
ı. Muhammed Yılmaz, Hadis Açısından Fahreddin er-Râzî‟nin Et-Tefsîru‟l-
Kebîr‟i Üzerine Bir Ġnceleme, D.E.Ü.S.B.E., Ġzmir, 2000.
j. Ġhsan Kahveci, Fahreddin er-Râzî‟nin Mefâtihu‟l-Gayb Adlı Tefsirinde
Ulûmu‟l Kur‟ân (BasılmamıĢ Doktora Tezi), S.Ü.S.B.E., Sakarya, 2001.
k. Bayram, Enver, Fahreddin er-Râzi‟nin et-Tefsiru‟l-Kebir‟inde Tefsir
Usulu Uygulaması (BasılmamıĢ Doktora Tezi), A.Ü.Ġ.F., Ankara, 2011.
Bu çalıĢmaların yanında ismini zikretmediğimiz pek çok çalıĢma yapılmıĢtır
ve yapılmaya da devam etmektedir.
24
C. ELMALILI M. HAMDĠ YAZIR’IN HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ
TEFSĠRĠNĠN GENEL ÖZELLĠKLERĠ
“Cumhuriyet idaresi kurulup medreseler lağvedildiği, okullarda Arapça
tedrisatına son verildiği, Kur‟ân‟ı okuyup anlayabilecek ve anladıklarını diğer
dindaĢlarına anlatabilecek bir medrese neslinin yetiĢmeyeceği bir ortamda Elmalılı
tefsirini kaleme almıĢtır. Öbür taraftan Said Cemil Bey, meydanı boĢ bulup yabancı
kaynaklardan faydalanarak meydana getirdiği, tahrif ve yanlıĢlarla dolu Kur‟ân-ı
Kerim tercümesini piyasaya sürmüĢtür. Bu durumları göz önünde bulunduran
Meclis, uzun müzakerelerden sonra, Kur‟ân-ı Kerim ve Ehadis-i ġerife Türkçe
tercüme ve tefsir heyet-i mütehassısası ücret ve masarifi suretinde yirmi bin lira
tahsisini kabul etmiĢtir. Diyanet ĠĢleri Riyaseti bu karara uyarak Kur‟ân-ı Kerim
tercüme ve tefsirini Mehmet Akif ile Hamdi Efendi‟ye, Buhari‟nin tercüme ve
Ģerhini de Ahmet Naim Bey‟in uhdesine tevdi etmiĢtir. Akif, kolay olmayacağını
iddia ederek bu iĢten kaçınmaya çalıĢtıysa da Hamdi Efendi‟nin ısrarları üzerine
kabul etmek zorunda kalmıĢtır. Akif bir süre sonra Mısır‟a gitmiĢ ve yaptığı
tercümeleri oradan Elmalılı Hamdi Efendiye göndermeye baĢlamıĢtı. Ayrıca Hamdi
Efendi de tercümelerin altına tefsirleri yazmaktaydı. O sıralarda Türkiye‟de Kur‟ân-ı
Kerim yerine tercümeleri ikame etme fırtınası esmeye baĢlamıĢtı. Bu iĢin olabilmesi
için de, Akif‟in tercümesini devreye sokmak istediler. Bu durumdan haberdar olan
Akif, gönderdiği tercümeleri düzeltmek bahanesiyle geri istedi. AlmıĢ olduğu avansı
da geri çevirerek bu iĢten çekildi. Akif çekildikten sonra hem tercüme hem de tefsir
yazma iĢi Hamdi Efendinin sorumluluğunda kalmıĢ oldu.”24
Bu arada tefsirin yazımına baĢlanmadan önce Elmalılı Muhammed Hamdi
ile Diyanet ĠĢleri Riyaseti arasında bir anlaĢma yapılmıĢtır. Bu anlaĢmaya göre
tefsirin ana hatları Ģu Ģekilde olacaktı:
“ a. Ayeti kerimeler arasındaki münâsebetler ortaya konacak,
b. Esbab-ı Nüzul nakledilecek,
24 Albayrak, Halis, “Elmalılı M. Hamdi Yazır‟ın Tefsir AnlayıĢı”, Hamdi Yazır Sempozyumu,(4-6
Eylül 1991), TDV. Yayınları, Ankara, 1993, s. 17; Bilgin, Mustafa, “Hak Dini Kur‟ân Dili”
maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ġstanbul, 1993, c. XV, s. 153.
25
c. Kıraat (Kur‟ân okuma tarzı) ki on okuyuĢ biçimini aĢmaması gerekecek,
d. Gereğinde tamlama ve kelimelerin dille ilgili izahatı yapılacak,
e. Ġtikatça Ehl-i Sünnet mezhebine ve amelce Hanefi mezhebine uyularak
ayetlerin içerdiği dinî, Ģer‟î, hukukî, sosyal ve ahlakî hükümlerin iĢaret ettiği veya
ilgili bulunduğu ilmi ve felsefî konularla ilgili açıklamalar, özellikle tevhid, vaaz ve
nasihatlarla ilgili ayetlerin mümkün mertebe iyice açıklanması, ilgili veya
münâsebetli olduğu Ġslam tarihi olaylarına yer verilecek,
f. Batılı yazarlarca yanlıĢ veya bozup saptırma yollu Ģeylerin ileri sürüldüğü
görülen noktalara dikkat çekmeyi içeren eden not konacak,
g. BaĢ tarafa önemli bir giriĢ ile Kur‟ân‟la ilgili bazı mühim meselelerin
izahı yapılacaktır.”25
“Eser, Diyanet ĠĢleri Riyaseti bütçesinden ayrılan tahsilâtla on iki yıllık
(1926–1938) bir çalıĢma ile tamamlanmıĢ, 1935–1939 tarihlerinde 9 cilt ve 10 bin
takım olarak Ebuzziya Matbaasında Ġstanbul‟da basılmıĢ, 2000 takımı müellife
verilirken geri kalanı ücretsiz olarak dağıtılmıĢtır. Eserin 2. baskısı ofset olarak
Ġstanbul‟da 1960 yılında ve yine Ġstanbul‟da 1971 tarihlerinde yapılmıĢtır. 1979
yılındaki üçüncü baskısı esas alınarak Suat Yıldırım baĢkanlığında bir heyet
tarafından hazırlanan bir fihrist esere onuncu cilt olarak ilave edilmiĢtir.(Ġstanbul-
1982). Eser Türk dilindeki hızlı değiĢim sebebiyle daha iyi anlaĢılmasını sağlamak
amacıyla Ġsmail Karaçam, Emin IĢık, Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel, Muhsin
Demirci ve Ġbrahim Tüfekçi‟den oluĢan bir grup tarafından sadeleĢtirilmiĢtir. Ayrıca
eserin baĢka sadeleĢtirmeleri de mevcuttur.”26
“Yazarın, Diyanet ĠĢleri BaĢkanlığı ile yaptığı mukavele Ģartlarına uygun bir
biçimde uzun uzun tefsir usulü açıklamaları yaparak baĢladığı tefsirini, 1934‟de kalp
krizi geçirmesi üzerine bitirememe endiĢesi ile ilk ve son bölümlerin aksine orta
25 Elmalılı, a.g.e, c. I, s. 20-21. 26 Bilgin, a.g.e., s. 153-163.
26
bölümlerini daha kısa kestiği, hatta birçok ayet ve ayet gruplarının yalnızca mealiyle
yetindiği tespit edilmiĢtir.”27
“Elmalılı‟ya ününü kazandıran eseri Hak Dini Kur‟ân Dili tefsiridir. Ona
göre Kur‟ân-ı Kerim hiçbir dile hakkıyla tercüme edilemez. Ġhtiva ettiği manaları
keĢfetmek çok zor olmakla birlikte Kur‟ân‟ı tefsir edebilmek için kelimelerin gerçek
anlamını belirlemek, lafız ve mana bakımından iliĢkili olan kelimeler arasında
bağlantı kurmak, lafızların yer aldığı metnin genel kompozisyonunu dikkate almak
ve neticede kastedilen asıl mana ile tâli manaları ayırt etmek gerekir.”28
Yazır‟a göre hakiki bir tefsirin dört esası vardır:
“ a. Kur‟ân,
b. Hadis,
c. Sahabe ve tabiin sözleri
d. Lisanî Ģer‟i ve akli ilimler çerçevesinde yapılabilecek te‟vil.
Bunların ilk üçü bir tefsirin rivayet yönünü, sonuncusu da dirayet yönünü
gösterir.”29
Yazır tefsirini nasıl yazacağını yukarıdaki gibi açıkladıktan sonra eserinin
belirli bir Arapça eserinin tercümesini olmadığını belirtmiĢtir.30
Kur‟ân‟ı tefsir
ederken birinci esas olarak, Kur‟ân‟ı Kur‟ân‟la tefsir etmek yolunu tutacağını beyan
etmiĢtir. “Birçok ayetin biribirlerinin müĢkillerini ve mücmellerini tefsir eder”
sözüyle de bunun nedenini belirtmiĢtir. Elmalılı tefsirini yazarken ikinci esas olarak
Kur‟ân‟ın hadislerle tefsirine öncelik verdiğini, üçüncü esas olarak ise Sahabe ve
Tabiûn‟un aktardıkları rivayetleri esas alacağını söylemektedir. Elmalılı‟nın tefsirini
27 Albayrak, Ġsmail, Klasik Modernizmde Kur‟ân‟a YaklaĢımlar, Ensar NeĢriyat, Ġstanbul., 2004, s.
164. 28 Yavuz, Yusuf ġevki, a.g.y., D.Ġ.A., c. XI, s. 58. 29 Bilgin, a.g.m. , c. XV, s. 154. 30 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 21.
27
yazarken takip ettiği dördüncü esas ise, bu üç esastan sonra Arapça, Ģer‟î ilimler ve
akıl çerçevesinde çıkarılabilecek te‟vil kısmıdır.31
Elmalılı Hamdi Bey‟in tefsiri, kendisinden önceki Kur‟ân tefsiri yazan
müfessirlerin anlayıĢıyla büyük bir benzerlik göstermektedir. Bununla alakalı olarak
Mehmet Paçacı, Elmalılı tefsiri hakkında “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın
tefsiri, neredeyse Râzî tefsirinin çağdaĢ bir versiyonu gibidir” 32
demektedir.
Elmalılı yararlandığı kaynakları tefsirinin mukaddimesinde Ģu Ģekilde
sıralamaktadır:
“Tefsir sahasında yararlandığı kaynaklar; Taberi‟nin Câmi‟u‟l-Beyân‟ı,
Cessas‟ın Ahkâmü‟l-Kur‟ân‟ı, ZemahĢerî‟nin el-KeĢĢâf‟ı, Kadı Beyzâvî‟nin
Envârü‟t-Tenzîl‟i, Ebu Hayyan‟ın el-Bahru‟l-Muhît‟i, Ebussuud Efendi‟nin ĠrĢâdü‟l-
Akli‟s-Selîm‟i ve Âlusî‟nin Rûhu‟l-Me‟âni‟sidir.
Hadis alanında yararlandığı kaynaklar; Kütûb-i Sitte ile Mecdüddin Ġbnü‟l-
Esir‟in en-Nihâye fi Garîbi‟l-Hadîs‟i, Ġbn Hibban‟ın Sahîh‟i, Beyhaki‟nin es-
Sünenü‟l-Kübrâ‟sı, Taberânî‟nin Mu‟cemu‟l-Kebîr‟i, Ġbn Ebu ġeybe‟nin el-
Musannef‟i, Deylemî‟nin Müsnedü‟l Firdevs‟i, Buhârî‟nin et-Târihu‟l-Kebîr‟i, Ġbn
Haccer‟in Tehzîbu‟t Tehzîb‟i, Kadı Iyâz‟ın eĢ-ġifâ‟sıdır.”33
“Dil sahasında yararlandığı kaynaklar; Firuzâbâdi‟nin el-Kâmûsu‟l-Muhît‟i,
Zebidî‟nin Tâcu‟l-Arûs‟u, Râğıb el-Ġsfehanî‟nin el-Müfredât‟ı, Suyûtî‟nin ed-
Dürrü‟n-NeĢîr‟i, Firuzâbâdî‟nin Besâiru Zevi‟t-Temyîz‟i ve Ebu‟l-Bekâ‟nın el-
Külliyât‟ıdır.”34
31 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 29. 32 Paçacı, Mehmet, “Oryantalizm ve ÇağdaĢ Ġslamcı Söylem”, Ġslamiyât, IV, 2001, sayı 4, s. 99. 33 Bilgin, a.g.m. , s. 154. 34 Bilgin a.g.m., s. 155.
28
“Fıkıh sahasında yararlandığı kaynaklar; Ebu Yusuf‟un Kitâbu‟l-Harâc‟ı, eĢ-
ġeybânî‟nin es-Siyeru‟l-Kebîr‟i ve el-Câmiu‟s-Sağîr‟i, Kudûrî‟nin el-Muhtasar‟ı, el-
Meydanî‟nin el-Lübâb‟ıdır.”35
“Bunların dıĢında tefsirinde kelam ve felsefe alanında faydalandığı yazarları
da sıraladığı gibi yer yer alıntı yapıp ismini zikrettiği birçok kaynak kitap
bulunmaktadır.”36
Ömer Nâsuhi Bilmen, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın Hak Dini
Kur‟ân Dili tefsiri ile ilgili olarak Ģunları kaydetmektedir: “Özellikle mukaddimesi
çok değerli mütalaaları, ilmi tetkikleri içermektedir. Ayetlerin tefsirleri sade ama
önemli tahlilleri kaçırmadan, ayetlerle sebebi nüzuller arasındaki münâsebet ve
insicama dikkat çekerek çok güzel bir Ģekilde yapılmıĢtır. Ayetlerin kapsadığı
hakikatlerden ilham alarak ilmi, edebi, sosyal, felsefi birçok konuya da değinerek
eseri zenginleĢtirmiĢtir. Bütün bunları yaparken Müslümanların yaĢadıkları dönem
ve geleceklerini düĢünmüĢ, onlara fazilet ve ilerleme yollarını göstermiĢ,
yabancıların Müslümanlık hakkındaki düĢüncelerine de iĢaret etmiĢtir. Bazı
konularda yapılan açıklamaların çok uzun olması sebebiyle bazen sadelik ihlal
edilmiĢ ancak bu durum, o konuların öneminden kaynaklanmıĢtır.”37
Sonuç olarak diyebiliriz ki Elmalılı, “medresenin yetiĢtirdiği son değerlerden
biri olarak zengin bir birikime sahip, çok yönlü bir âlimdir. Tefsirde metod olarak
köklü bir yenilik getirmemiĢ, aksine geleneği sürdürmüĢtür.”38
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ile ilgili yapılan bazı çalıĢmalar aĢağıda
sıralanmıĢtır:
a. Fahri Gökcan, Commantaire du Coran par Elmalılı, Université de Paris,
Paris, 1970.
35
Bilgin, a.g.m. s. 156. 36 Özel, Mustafa, Elmalılı ve Mevdudi‟nin Tefsirine KarĢılaĢtırmalı Bir YaklaĢım (BasılmamıĢ
Doktora Tezi), Dokuz Eylül Üni., Ġzmir, 1999, s. 14-32. 37 Bilmen, Ömer Nâsuhi (ö.1971), Büyük Tefsir Tarihi II( Tabâkâtü‟l-Müfessirîn), D.Ġ.B. Yayınları,
Ankara, 1962, c. I, s. 611-612. 38 Albayrak, Halis, a.g.m., s.172.
29
b. Ġsmet Ersöz, Elmalılı Hamdi Yazır ve Hak Dini Kur‟ân Dili, Selçuk
Üniversitesi, Konya, 1985.
c. Tahsin Görgün, Hamdi Yazır‟ın GörüĢleri ve Ġlim Felsefesi, Ankara
Üniversitesi, Ankara, 1984.
e. Mustafa Özel, Elmalılı ve Mevdudi‟nin Tefsirlerine KarĢılaĢtırmalı Bir
YaklaĢım, Dokuz Eylül Üniversitesi, Ġzmir, 1999.
f. CoĢkun Dikbıyık, Elmalılı M. Hamdi Yazır‟ın Felsefî Yönü ve Tefsirindeki
Felsefî Unsurlar, Marmara Üniversitesi, Ġstanbul, 1986.
g. Ġbrahim Gürses, Elmalılı Tefsiri‟nde Psikoloji Konuları, Uludağ
Üniversitesi, Bursa, 1990.
h. Yasin Çırçır, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın Peygamberlikle Ġlgili
GörüĢleri, Uludağ Üniversitesi, Bursa, 1995.
ı. Alaattin Dikmen, Elmalılı Tefsirindeki Sosyolojik YaklaĢımlar, Uludağ
Üniversitesi, Bursa, 1995.
j. Hüseyin Kurt, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın Felsefi DüĢüncesi,
Ankara Üniversitesi, Ankara, 1996.
k. Ġkram Demirel, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın Ahiret Hayatı
Hakkındaki GörüĢleri, Uludağ Üniversitesi, Bursa, 1997.
m. Hatice Özsaraç, Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Tasavvuf AnlayıĢı, Ankara
Üniversitesi, Ankara, 1997.39
39
Daha geniĢ bilgi için Bkz. Özel, Mustafa, “Hak Dini Kur‟ân Dili Üzerine Yapılan Akademik
ÇalıĢmalar”, Ġslami AraĢtırmalar Dergisi, c. 14, sy.1, 2001, s.145-150.
30
I.BÖLÜM: ALLAH
A. ALLAH’IN VARLIĞI VE VARLIĞININ DELĠLLERĠ
Allah‟ın varlığı ve varlığının delilleri Kur‟ân‟ın en temel konularındandır.
Bunun ana nedeni, Kur‟ân‟ın diğer konularının iyi anlaĢılmasının bu konunun iyi
anlaĢılmıĢ olmasıyla iliĢkisindendir. Kur‟ân‟ın nâzil olduğu cahiliye döneminde
putperestlerin belleklerinde bir Allah” inancı vardı. Bunu biz Zuhrûf Suresi 87.
ayetinde Yüce Allah‟ın müĢriklere hitaben “Andolsun, onlara kendilerini kimin
yarattığını sorsan elbette, „Allah‟ derler. Öyleyken Nâsıl döndürülüyorlar?”
buyurmasından anlayabilmekteyiz. Dolayısıyla Allah‟ın varlığının yanında onun
sıfatları ve delilleri de önemli konum arzetmektedir. Aslına bakılacak olursa,
Allah‟ın varlığı ve delilleri konusu tüm ilimlerin baĢı sayılır. Çünkü bu konuda
sahip olunan bilgiler; Kur‟ân‟a, dine ve hayata dair bakıĢımızı baĢtan sona
değiĢtirmekte, dolayısıyla öncelikli olarak konu hakkında sağlam bilgi birikimi
elzem olmaktadır.
1. RÂZĠ’YE GÖRE
Ġslam tarihinde pek çok müfessir, kelamcı ve felsefeci Allah‟ın varlığı ve
varlığının delilleri ile ilgili eser verdiği gibi Râzi de bu konuda çok mesai harcamıĢ
bir âlimdir. Râzi, tefsirinin dıĢında el-Muhassalü Efkâri‟l Mütekaddimîn ve‟l-
Müteahhirîn Mine‟l-Ulemâi ve‟l-Hukemâi ve‟l Mütekellimîn,40
el-Metâlibu‟l-Âliye,41
Mebâhisu‟l-MeĢrîkıyye fî Ġlmi‟l-Ġlâhiyyât ve‟t-Tâbiyyât42
ve Ġtikâdâtu Fıraki‟l-
Müslimîn ve‟l-MüĢrikîn43
gibi eserlerinde de bu konularla ilgili değiĢik baĢlıklar
altında değerlendirmelerde bulunmaktadır. Biz tezimizin kapsamını et-Tefsîru‟l-
40
Râzi, Fahreddin, el-Muhassalü Efkâri‟l Mütekaddimîn ve‟l-Müteahhirîn Mine‟l-Ulemâi ve‟l-
Hukemâi ve‟l Mütekellimîn, (tah. Taha Abdurrauf Sa‟d), Dârü‟l-Fikri‟l-Lübnânî, Beyrut, 1992;
(Terc. Hüseyin Atay, Kelam‟a GiriĢ, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2002.) 41 Râzi, Fahreddin, el-Metâlibu‟l-Âliye, (tah. Ahmed Hicazi es-Sekâ), Dârü‟l-Kütübi‟l-Arabiyye,
Beyrut, 1407/1987. 42 Râzi, Fahreddin, Mebâhisu‟l-MeĢrîkıyye fî Ġlmi‟l-Ġlâhiyyât Ve‟t-Tâbiyyât, (tah. Muhammed el-
Mu‟tasım Billah), el-Bağdadî, Dârü‟l-Kütübi‟l-Arabiyye, Beyrut, 1990. 43 Râzi, Fahreddin, Ġtikâdâtu Fıraki‟l-Müslimîn ve‟l-MüĢrikîn, (tah. Taha Abdurrauf Sa‟d), Mısır, tsz.
31
Kebîr ile sınırlı tuttuğumuzdan dolayı bu eserlerini, konunun uzamaması ve bu
sayılan eserlerin de daha çok kelam ilmini ilgilendiren kitaplar olması nedeniyle
araĢtırmamızın dıĢında tuttuk.
Allah‟ın varlığı ve delillerine dair et-Tefsîru‟l-Kebîr‟de iki bine yakın delil
bulunmaktadır. Bu durum Fahreddin Râzi‟nin konuya ne kadar önem verdiğinin en
açık göstergesidir. Râzi, tefsirinde konuyu incelerken hem akli hem de nakli delilleri
kullamıĢtır. Bununla beraber Râzi‟nin gerek diğer eserleri gerekse tefsiri incelendiği
zaman daha çok aklî delillere öncelik verdiği dikkat çekmektedir. Kelamcı olduğu
kadar felsefeci olan Fahreddin Râzi, yeri geldiğinde kelam ve felsefeyi birleĢtirip
Allah‟ın varlığı ve delilleri üzerine önemli çıkarımlarda bulunabilmektedir. Biz de
öncelikli olarak akli delillerle incelememize baĢlayacağız.
1.1. Aklî Deliller
Râzi‟nin eserlerine baktığımızda Allah‟ın varlığının ispatı hususunda, genel
olarak dört temel delile dayandığını görmekteyiz. Bunlar:
“a. Cisimlerin hâdis olması ile getirilen delil.
b. Cisimlerin mümkün olması ile getirilen delil.
c. Arazların hâdis olması ile getirilen delil.
d. Arazların mümkün olması ile getirilen delil.”44
Tefsirinde de incelendiği zaman, konunun iĢlendiği hemen her yerde
yukarıdaki delillerin kullanıldığı dikkat çekmektedir.
Her Ģeyden önce Râzi‟nin varlıklara dair yaptığı sınıflandırmayı bilmek bize
onun Allah‟ın varlığını ve delillendirmesini anlamamızı kolaylaĢtıracağı
muhakkaktır. Râzi, mevcudâtı öncelikle;
44 Küçük, Harun, Fahreddin er-Râzi‟nin Ulûhiyet AnlayıĢı (Yüksek Lisans Tezi), S.Ü.S.B.Enstitüsü,
Konya, 2008, s. 23.
32
“a. Vâcibat,
b. Mümkinât,
c. Bazısı mümkinâttan bazısı da vâcibattan,” 45
Ģeklinde üçe ayırmaktadır. ġimdi bunları görelim:
1.1.1. Varlıkların Sınıflandırılması
Râzi‟ye göre öncelikle, mevcudatın hepsinin mümkinâttan olması caiz
değildir. Bunun temel nedeni, her mürekkeb varlığın cüzlerden yani parçalardan
meydana gelmesi ve mümkün varlığın var oluĢunu devam ettirebilmesi için kendi
cüzlerinden her birine muhtaç olmasıdır. Mürekkeb varlığın cüzlerinden herbirisi de
ayrıca mümkindir. Bakara suresi 255. ayetin46
tefsirinde konuya uzunca değinen
Râzi, bu durumun izahatını Ģu Ģekilde yapmaktadır:
Mümkine muhtaç olan, imkân dâhilinde olmaya daha lâyık ve daha
elveriĢlidir. Buradan mürekkeb varlığın bizâtihi mümkin olduğu
ortaya çıkar. Bununla beraber onun cüzlerinden herbiri de
mümkindir. Çünkü o cüzlerin herbirinin varlığı, ancak kendisinden
baĢka olan bir müreccih sayesinde yokluğuna tercih edilmiĢtir. Yani
mümkün varlıktaki her bir cüz baĢka bir irade tarafından yok iken
var edilmiĢtir. Bununla birlikte mürekkeb varlık, hem mürekkeb
olması, hem de cüzlerinin herbiri itibariyle, kendisinden baĢka olan
bir müreccihe ya da yoktan varediciye muhtaçtır. Her türlü
mümkinâttan baĢka olan herĢey, yani mürekkeb olmayan ve
cüzlerden oluĢmayan, mümkin olamaz. Binaenaleyh böylece,
mümkin olmayan bir mevcut bulunmuĢ olur. Böylece de her
mevcudun mümkin olduğuna hükmetmek bâtıl ve yanlıĢ olur.
45
Râzi, a.g.e., c. V, s.404. 46 "Allah; O'ndan baĢka hiçbir Tann yoktur. Diridir. Zâtiyle ve kemâliyle kâimdir. Onu ne bir
uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerde ve yerde olan her Ģey O‟nundur. O'nun izni olmadıkça,
O'nun nezdince Ģefaat edecek kimse yoktur. O, (mahlûklarının) önlerindekini ve arkalanndakini bilir.
O'nun ilminden ancak kendisinin dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri
içine almıĢtır. Bunları korumak, O'na ağır da gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür"
33
Dolayısıyla tüm var olanlar mümkin olsa bile içlerinden birinin
bunun dıĢında olması gerekir.47
Ġkinci olarak Râzi‟ye göre, nasıl ki tüm varlığın mümkinattan olması batıl ve
yanlıĢ ise, mevcudatın tamamının vâcibattan olduğunu düĢünmek de, bâtıl ve
yanlıĢtır. Bunu izah ederken, Ģayet herbiri zâtı gereği vâcib olan iki varlık
bulunsaydı, o zaman bu iki varlık zâtı gereği vâcib olmada müĢterek olur ve nefy
bakımından da birbirlerinden baĢka olurlardı, ifadelerini kullanmaktadır. Ayrıca;
kendisiyle ortaklığın sağlandığı, tahakkuk ettiği Ģey, kendisiyle
farklılığın tahakkuk etmiĢ olduğu Ģeyden baĢkadır. Binaenaleyh, bu
iki mevcuttan herbiri, kendisiyle ortaklığın sağlandığı vâcib oluĢ ile
kendisiyle farklılığın meydana geldiği baĢkalıktan mürekkeb olmuĢ
olur. Her mürekkeb, kendi cüz'üne muhtaçtır. Hâlbuki onun cüz'ü
kendisinden baĢkadır. O halde her mürekkeb varlık, baĢkasına
muhtaçtır. BaĢkasına muhtaç olan her Ģey, zâtı gereği mümkin bir
varlıktır48
diyerek Râzi, iki vâcip varlığın zorunlu olarak varlığının imkan dıĢılığını
ıspat etmeye çalıĢmıĢ, ayrıca mümküm varlığın muhtaç olduğunu ıspatlamıĢtır.
Mümkün varlığın muhtaç oluĢu hem kendi cüzleri hem de her bir parçasının bir
yaratıcıya muhtaç olması açısındandır.
Yine Râzi tefsirinde vâcibu'l-vücûd olan varlık ile mümkin varlık arasında
mukayese yapmakta ve Ona göre vâcibu'l-vücûd olan varlık tektir. ġayet birden
fazla olsaydı, onlardan hiçbirisi vâcibu'l-vücûd olamazdı ve bu da imkânsızdır.
Çünkü;
…mevcudatın içerisinde zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olan tek bir
varlığın ve O'nun dıĢında kalan herĢeyin, zâtı gereği mümkin ve de
47 Râzi, a.g.e., c. V, s.404. 48 Râzi, a.g.e., c. V, s. 404.
34
zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olan zâtın yarattığı bir mevcut olmuĢ
olduğu ortaya çıkmıĢ olması49
zorunludur. Yani vâcibu‟l-vücûd Tek ve Vahid olan Allah‟tır. O‟nun
dıĢındaki varlıklar ise var olmaları izafiyet arzeden mümkün varlıklardır. Râzi‟nin
vardığı sonuç, zâtı gereği vâcib olanın hem „lizâtihî‟ hem de „bizâtihî‟ vacib olması
ve varlığı hususunda kendisinden baĢkasına muhtaç olmaması gerektiğidir. Çünkü;
vâcibu'l vücûd olan zâtın dıĢında kalan herĢey, gerek varlığı gerekse
mâhiyeti hususunda lizâtihî vâcib olan varlığın yaratmasına
muhtaçtır. O halde zâtı gereği vâcib olan, hem bizâtihî kâimdir; hem
de, kendisinin dıĢında kalan herĢeyin, gerek mahiyeti gerekse varlığı
hususunda kâim olmasının sebebi olur. Buna göre Allah, bütün
mevcudata nisbetle kayyûm ve hayy'dır. Binaenaleyh kayyûm, zâtı
sebebiyle kâim olan ve gerek mahiyetleri, gerekse varlıkları
itibariyle kendisinin dıĢında kalan her Ģeyi ayakta tutan demektir.
Zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olan varlık mevcut olunca, her Ģeye
nisbetle gerçek kayyûm O olmuĢ olur.50
Böylece Râzi, vâcibu'l-vücûd‟un varlığının ve tekliğinin zorunlu olduğunu
ve bu varlığında hiçbir Ģeye muhtaç olmadığını ıspatlarken, mümkün varlığın ise
ona bağlı ve bağımlı olduğunu göstermeye çalıĢır. Mümkün varlık kendi var oluĢunu
vâcibu‟l-vücûd‟un varlığına borçludur.
1.1.2. Hayy ve Kayyûm Sıfatları
Râzi Bakara suresi 255. ayetin (Ayete‟l-Kürsi) tefsirinde, Allah‟ın mahlûkat
üzerindeki tasarrufu konusunda da durur. Bu yolla Allah‟ın varlığını göstermeye
çalıĢır. Allahu Teâlâ‟nın bütün varlıklar üzerinde “müessir” yani tesir edici
olduğunu vurgulayan Râzi, bu tesir ediciliğin ya “illiyyet ve icab” yoluyla veya “fiil
ve ihtiyar” yoluyla olduğu görüĢündedir. Râzi‟ye göre, Allahu Teâlâ “hayy” ve
49 Râzi, a.g.e., c. V, s. 404. 50 Râzi, a.g.e., c. V, s. 405.
35
“kayyûm” olması nedeniyle, Allah‟ın “illiyyet ve icab” yoluyla mahlûkata tesir
etmesi bir vehimdir. Çünkü;
hayy, “en üstün derece aktif” demektir. Binaenaleyh, Allahu Teâlâ
“el-hayyu” tabiriyle kendisinin alîm, kâdir olduğuna; “el-kayyûm”
tavsîfiyle de, bizâtihi kâim ve kendisinin dıĢındaki varlıkların da
mukavvimi (ayakta tutanı) olduğuna delâlet etmiĢtir. 51
Bu ifadeleriyle Râzi Allah‟ın, aslında sadece aĢkın olmadığını bununla
birlikte içkin de olduğunu ifade etmektedir. Mu‟tezilenin ve kelamcıların aralarında
tartıĢma konusu olan “insanların fiillerinin yaratıcısının kendileri midir yoksa Allah
mıdır?” sorusuna yukardaki açıklamalardan “Allah‟tır” cevabını verdiğini sonucuna
vardığını görebilmekteyiz.
Râzi‟nin tefsiri incelendiğinde Allah‟ın varlığını delillendirme mevzuunda
isimlere yoğun Ģekilde baĢvurduğu görülmektedir. Bu isimlerden “Hayy” ve
“Kayyûm” isimleri yukarda da görüldüğü gibi Râzi‟nin, Allah‟ın varlığını
delillendirme konusunda önemli bir yer tutmaktadır.
Râzi, “Hayy” ve “Kayyûm” kelimelerinin sözlük anlamını “Ayete‟l-
Kürsi”nin tefsirini yaparken Ģöyle açıklamaktadır: “Hayy kelimesinin mânâsı,
bilmesi ve kadir olması doğru olan varlık demektir.”52
“Kayyûm kelimesi ise; kâim
olan, varolan kelimesinin mübalağalı veznidir. Yâ harfiyle vâv bir araya geldiği,
önceki harf de sakin olduğu için, bu iki harf Ģeddeli bir yâ harfine dönüĢmüĢtür.”53
Buradan Yüce Allah‟ın kayyumiyetine geçiĢ yapan Râzi‟nin düĢüncesinde Allah
Bizâtihi kâimdir. Bununda delililerini Ģöyle sıralamaktadır:
“a. Allahu Teâlâ'nın, sonradan meydana getirilmiĢ bir Ģeyde (mevzu) araz bir
maddede suret olmayıp bir mahalle hulûl etmiĢ (hâil) olmamasıdır. Çünkü bir
mahalle hulul etmiĢ olan, o mahalle muhtaçtır. BaĢkasına muhtaç olan ise, zâtıyla
kayyûm olamaz.
51 Râzi, a.g.e., c. V, s. 405. 52 Râzi, a.g.e., c. V, s. 411. 53 Râzi, a.g.e., c. V, s. 412.
36
b. Allah, zâtı dıĢındaki bütün Ģeylerin kayyûmu, ayakta tutanı olunca, O'ndan
baĢka herĢeyin muhdes yani sonradan meydana gelme olması gerekir. Çünkü
Allah'ın baĢka Ģeyi ayakta tutmadaki tesirinin, o Ģeyin bekâsı var olmaya devam
etmesi halinde olması imkânsızdır. Çünkü hâsılı tahsil, muhaldir. Bu tesir, ya o
Ģeyin yokluğu halinde icra olunur ya da o Ģeyin hudûsu halinde. Her iki halde de,
her Ģeyin muhdes olması gerekir.
c. Cenâb-ı Hakk'ın kayyûm olması, O'nun zâtıyla kaim ve baĢkası için de
„mukavvim‟ yani yakta tutucu, varlıkta tutan olmasını gerektirir. O'nun zâtıyla kaim
olması, hakikatinde bir çokluğun bulunmaması anlamında, vahdeti, birliği
gerektirmektedir. Bu, O'nun zıddının ve benzerinin bulunmaması anlamında,
„vahdet‟i ve bir mekân iĢgal etmemeyi, bu vasıtayla da bir cihette bulunmamayı
gerektirir. Allah'ın yine, kendisinden baĢka varlıkları ayakta tutan anlamında kay-
yûm olması, ister cismen olsun, isterse ruhen; ister akıl yönünden olsun, isterse nefis
yönünden, O'nun dıĢındaki herĢeyin sonradan meydana gelmiĢ olmasını gerektirir.
Bu, her Ģeyin Allah'a dayanmasını, bütün sebep ve neticelerin O'na varmasını
gerektirir.”54
Râzi, Âl-i Ġmran suresi 4-6. ayetlerin tefsirini yaparken Allah‟ın
kayyûmiyetine hissettiğimiz veya hissetmediğimiz tüm varlıkların delil olduğunu
beyan etmektedir. Ona göre Allah "Kayyûm" ise, mahlûkatın maslahatlarını ve
iĢlerini ıslâh eden olması gerekir. Çünkü kayyûm olması,
Allah‟ın bütün kemmiyet ve keyfiyetlere göre mevcudatın
ihtiyaçlarını bilmesi; ikincisi de, onların ihtiyaçlarını bildiğinde
bunları gidermeye muktedir olmasını gerektirir.55
Birinci duruma göre, Allah‟ın bütün malûmatı bilmesi; ikincisine göre ise,
O'nun bütün mümkinâta kâdir olması zorunludur. Devamında Râzi;
buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, “ġüphe yok ki ne yerde, ne de gökte
hiçbir Ģey, Allah'a gizli kalmaz”56
beyânı, malûmatın tamamıyla
54 Râzi, a.g.e., c. V, s. 406-407. 55 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 137
37
ilgili olan ilminin kemâline iĢaret olur ki, böyle olunca da Cenâb-ı
Hak, muhakkak ki ihtiyâçların mikdarlarını, zaruretlerin
derecelerini bilen, hiçbir taleb ve isteğin kendisini meĢgul
edemiyeceği ve isteyenlerin isteklerinin çokluğundan dolayı, hiçbir
isteği birbirine karıĢtırmayan bir yüce Zât olur,57
ifadelerini kullanır. Böylece Râzi, Cenâb-ı Hakkın mahlûkatın hepsinin
yararına olan Ģeyleri yaratıp halketmeye kâdir olduğunu, rahmin karanlıkları
içerisindeki bir damla sudan kemik, bir kısmı kıkırdak, bir kısmı atar ve
toplardamarlar ve bir kısmı da kaslardan teĢekkül bir bünye oluĢturmasından
hareketle, O‟nun bütün malûmatı bildiğini ve bütün mümkinâta kadir olduğunu
vurgulamaktadır. Râzi, tüm bu delillerin Allah‟ın bütün muhdes ve mümkinâtın
kayyûmu olduğunu ortaya çıkardığını belirtir.58
Râzi, bunun dıĢında el-Metâlibü‟l-Âliye adlı eserinde Allah‟ın varlığı ile
ilgili olarak altı delilden bahseder. Biz bu delilleri sadece ismen zikredeceğiz ancak
ayrıntıya girmiyoruz:
“a. Zâtların imkânı.
b. Sıfatların imkânı.
c. Zâtların hudûsu.
d. Sıfatların hudûsu.
e. Zâtlarda imkân ve hudûsun birleĢmesi.
f. Sıfatlarda imkân ve hudûsun birleĢmesi”59
1.1.3. Semavi Cisimler Üzerinden Delillendirme
56 3/Âl-i Ġmrân, 5. 57 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 137. 58 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 137-138. 59 Râzi, Fahreddin, el-Metâlibü‟l-Âliye, Dâru‟l- Kütübi‟l-Arabiyye, Beyrut, 1408/1987, c. I, s. 71;
Küçük, Harun, a.g.e., s. 23.
38
Râzi, Allah‟ın varlığının delilleri ile ilgili olarak semavi cisimleri ve olayları
da kullanmaktadır. Bunu yaparken kendi zamanının, günümüze göre sınırlı bilimsel
verilerini esas almaktadır. Diğer ilimlerde olduğu gibi astronomi ilmi için de kendi
çağındaki bilimsel verilere göre Allah‟ın varlığı ile ilgili çeĢitli çıkarımlarda
bulunmaktadır.
Râzi, "Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılıĢında, gece ile gündüzün ard
arda geliĢinde, insanlara yararlı Ģeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'u
Teâlâ'nın gökten indirip de kendisiyle, ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda,
orada her türlü canlıyı yaratıp yaymasında, yer ile gök arasında boyun eğmiĢ
rüzgâr ve bulutları evirip çevirmesinde düĢünen insanlar için nice ayetler vardır"60
ayetinin tefsirini yaparken feleklerin değiĢik özelliklerine değindikten sonra bunları
Allah‟ın varlığına ondört açıdan delil olarak göstermektedir. Bu deliller ise
Ģunlardır:
“a. Felek olmada müĢterek olmalarına rağmen, feleklerin değiĢik ölçülerine
bakmak suretiyle. Çünkü bunlardan herbiri aklen, olduğu miktardan azıcık daha
fazla veya daha az olmaları mümkün iken, herbirinin belli bir ölçüsü vardır. Akıl
açıkça, bu ölçülerin (mikdarların) hepsinin eĢit olabileceğine hükmettiğine göre,
bunların herbirine ayrı ayrı miktarlar tahsis edip, onları düzenleyen birisine muhtaç
olduklarına da hükmetmiĢ olur.
b. Bu feleklerin bulundukları yerlere bakarak istidlal etmek. Çünkü bun-
lardan herbiri, en üst noktası ile üzerindeki bir felek; en alt noktasıyla da altında
bulunan bir felek ile temas halindedir. Sonra bu feleğin parçaları ya aynıdır veyahut
da en sonunda parçaları aynı olan bir cisim haline gelecektir. Parçaları aynı olan o
cismin tabiatının iki tarafından herbirinin diğer tarafına denk olması gerekir. Üst
noktası ile bir cisme temas etmesi doğru olduğu gibi, alt noktası ile de o cisme temas
etmiĢ olmasının doğru olması gerekir. Durum böyle olunca, üst tarafının altta, alt
tarafının da üstte bulunması mümkün olur. Bu da böyle olunca, feleklerden
herbirinin belirli bir yere yerleĢtirilmesi mümkün bir iĢ olmuĢtur. Bunun bu Ģekilde
olması, aklen bir muktaziye, yani bunu icab ettiren varlığa muhtaçtır.
60 2/Bakara, 164.
39
c. Her yıldızın, kendisiyle baĢka taraflarına değil de o feleğin bir tarafının o
yıldıza has olan bir alt noktada bulunmasıdır. Sonra o feleğin yıldıza has kılınan bu
noktası, diğer taraflarına denktir. Çünkü felek o noktada da, parçaları diğer yerleri
gibi olan bir cisimdir. O halde diğer tarafların değil de bu alt noktanın o yıldıza
tahsis edilmesi mümkün ve caiz bir iĢ olur ki, akıl bu iĢin bir tahsis ediciye muhtaç
olduğuna hükmeder.
d. Her küre, belli iki kutup üzerinde döner. Feleğin bütün cüzleri birbirine
benzer olunca, onun üzerinde var kabul edilen bütün noktalar da denk olur. Yine
onun üzerinde farzedilen bütün daireler de eĢit olur. Ġki belli noktanın, tabiat olarak
diğer noktalarda müsavi oldukları halde, kutub olarak tahsis edilmesi, yine caiz ve
mümkün bir durumdur. Yine akıl, onun, bunun böyle olmasını gerektiren bir varlığa
muhtaç olduğuna hükmeder. O yıldızın dairelerinden muayyen her bir dairenin bir
mıntıkada bulunmaya tahsis ve tayin edilmeleri hususundaki hüküm de böyledir.
e. Felekiyyet karakterinde aynı olmalarına rağmen, felekî kütlelerin her-
birinin hızlı ve yavaĢ olma bakımından belli bir harekete tahsis edilmiĢ olmalarıdır.
Buna göre, son derece büyük ve geniĢ olmasına rağmen, en büyük feleğe bir bak! O,
bir günde tam bir devir yapmaktadır. Hâlbuki ondan daha küçük olan sekizinci
felek, tam bir devrini, cumhurun dediğine göre, ancak 36 yılda tamamlamaktadır.
Sonra onun altında bulunan yedinci felek de, devrini otuz yılda tamamlar. Buna
göre, aklın aksine hükmetmesi, yani yörüngesinin geniĢliğinden dolayı en geniĢ
olanın, en yavaĢ hareket etmesi, yörüngesinin küçük olması bakımından da, en
küçük olanın en hızlı hareket etmesi gerekirken, en büyük olanın en fazla sürate, en
küçük olanın da en yavaĢ hıza tahsis edilmiĢ olması, ancak bir muhassıstan dolayı
olur. Akıl, bunlardan herbirinin, kendisine has olan durumun azîz ve yüce olan
Allah'ın ölçüp biçmesiyle olmasını gerektirir.
f. Felek-i mümesselden hâricu'l-merkez feleği ayrılınca, geriye iki
tamamlayıcı kalır. Bunlardan birisi içten, diğeri dıĢtandır. Bu, yapısı aynı olan bir
kütledir. Sonra bunun iki tarafından birinin son derece kalın, diğerinin ise birinciye
nisbetle son derece ince olmasıdır. Durum böyle olunca, gerek kalının, gerekse
incenin kütlenin yapısına nisbetle eĢit olması gerekir. Bunlardan birinin bir tarafının
40
ince, diğerinin ise kalın olmasının, mutlaka hür bir irâde sahibi olan bir muhassısın
tahsis etmesiyle olmuĢ olması gerekir.
g. Bu felekler hareket ettikleri yönler bakımından da farklıdırlar. Feleğe nis-
betle bütün yönler aynı olmakla beraber, bunların bir kısmı doğudan batıya, bir
kısmı batıdan doğuya hareket ederler; bir kısmı Ģimalî, bir kısmı ise cenubîdir.
Binaenaleyh bunların bir müdebbire muhtaç olmaları gerekir.
h. Hiç Ģüphesiz biz Ģu anda felekleri hareket halinde görüyoruz. Onların
ezelde de hareket halinde olduklarını veya hareket halinde olmayıp sonradan
harekete baĢladıklarını söylemek imkânsızdır. Ezelde hareket halinde olduğunu
söylemek imkânsızdır, çünkü hareketin mahiyeti, ondan önce bir baĢka Ģeyin
bulunmasını gerektirir. Çünkü hareket bir halden baĢka bir hale geçmektir. Ezelî
olmak ise, bir baĢka Ģeyin kendisinden önce bulunmasına aykırıdır. O halde hareket
ile ezelî oluĢu bağdaĢtırmak imkânsızdır. Ġster onların bu hareketten önce mevcut
olduklarını, ister hareketsiz bulunduklarını veyahut da onların bu hareketten önce
asla bulunmadıklarını söyleyelim eğer biz o feleklerin ezelde hareket halinde
olmadıklarını söylemiĢ olursak, hareketin bulunmamasından sonra hareketin
baĢlaması, o feleklerin hareketleri bulunmuyorken veyahut da onlar sakin halde iken
onları hareket haline geçirmek için kadîm bir müdebbire muhtaç olmalarını
gerektirir ki, bu da Allah'u Teâlâ'dır. Bu, delillerin en güzeli ve en güçlüsüdür.
ı. ġöyle denilmesidir. Bu feleklerin hareketi onların belki de kendilerine has
cisimliklerinden neĢ'et etmiĢtir. Ne var ki biz onların bu belli cisim oluĢlarının o
hareketin parçalarının herbirinden ayrıldığını müĢahede ediyoruz. Bu durumda onun
hareketinin parçalarından her birinin o feleğin kendine has yapısından
kaynaklanmadığı ortaya çıkar. Bu durumda da felekler hareketleri hususunda, haricî
bir muharrike muhtaç olurlar. Bu da hareket edebilen Ģeyleri hareket ettiren, sabit
yıldız ve gezegenlerin durumlarını ayarlayan müdebbirdir ki bu da Allah'u Teâlâ'dır.
i. Feleklerin bir araya gelmelerinde ve hareketlerinin uyum içinde bu-
lunmasındaki Ģu inceliğin bir hikmete mebnî olduğunu kabul ediyor musun, yoksa
bunun tesadüfi ve geliĢigüzel meydana geldiğini mi sanıyorsun? Ġkinci kısım bâtıl
41
olup, aklen çok uzak bir ihtimaldir. Eğer Ģu yüksek bina ve Ģu sağlam saray
hakkında toprakla suyun bir araya gelip, sonra da onlardan kerpiçlerin meydana
geldiği, daha sonraysa o kerpiçlerin Ģu muhkem saray ile Ģu yüksek yapıyı meydana
getirdikleri mümkün görülürse, bu onu mümkün sayan kimsenin deli olduğunu
gösterir. Hâlbuki biz bu feleklerin yapısının ve onlarda bulunan yıldızların, onların
hareketlerinin bu binalardan daha basit olmadığını görüyoruz. Bu sebeple hiç
Ģüphesiz bu hususta bir hikmetin gözetilmiĢ olduğu hususu ortaya çıkar.
j. Biz bu feleklerin renklerinin de farklı olduğunu görüyoruz. Meselâ Uta-
rid'in rengi sarı, Zühre'ninki beyaz, güneĢinki ıĢık rengi, Merih'inki kırmızı, MüĢ-
teri'ninki parlak inci rengi, Zühal'inki ise soluktur. Sabit yıldızlardan herbirinin
farklı olduklarını ve kendilerine mahsus büyüklükte, renkte ve yapıda bulun-
duklarını görüyoruz. Yine onların uğur ve uğursuzluk bakımından da farklı ol-
duklarını görüyoruz. Yine biz gezegen yıldızların en üstte olanının en uğursuz, en
altta olanının ise, en uğurlu olduğunu görüyoruz. Biz yıldızların gücünün bazı
münâsebetlerde mutluluk, bazı münâsebetlerde mutsuzluk verdiğini görüyoruz. Yine
biz yıldızların yüz, yanak, diĢ etleri, erkeklik ve diĢilik bakımından farklı
olduklarını; bir kısmının gece, bir kısmının gündüz göründüğünü; bir kısmı
giderken, bir kısmının geri döndüğünü; bir kısmının dosdoğru gittiğini; bir kısmı
yükselirken, bir kısmının alçaldığını görmekteyiz. Bütün bu farklılıklara rağmen,
onlar Ģeffaflık, saflık ve cevherdeki duruluk bakımından müĢterektirler. Bu sebebten
ötürü akıl, onlardan herbirine kendilerine has bu özelliklerin tahsis edilmesinin
ancak bir muhassisin (tahsis edenin) tahsisi ile mümkün olduğuna hükmeder.
k. Bu yıldızların bu âlemde bir tesiri vardır. Bu yıldızlar ya birbirleri ile
mücadele eder veya yardımlaĢırlar veyahut birbirleri ile ne mücâdele ederler ne de
yardımlaĢırlar. Eğer onlar birbirleriyle mücâdele ediyorlarsa, ya onlardan bir
kısmının daha kuvvetli olması veya hepsinin eĢit kuvvette olması gerekir. Eğer bir
kısmı daha kuvvetli ise, kuvvetli olan daima galib, zayıf olan ise daima mağlûb olur.
Böylece de bu âlemin durumunun bu galib yıldızın tabiatı üzere devam etmesi
gerekir. Hâlbuki durum böyle değildir. Eğer onlar birbiriyle mücadele ettikleri
halde, kuvvet bakımından eĢit iseler, onların hepsinin hareketsiz ve fiilsiz kalması
42
gerekir. Bu takdirde âlemde görülen hareketlerin bu yıldızların dıĢında bir
kaynaktan sâdır olması gerekir ki o zaman da bu âlemin müdebbiri (idarecisi) bu
yıldızlar olmayıp, bunların dıĢında bir varlık olmuĢ olur. Eğer bu yıldızlar,
birbirleriyle yardımlaĢıyor iseler, âlemin de asla değiĢmeksizin tek bir hal üzere
kalması gerekirdi. Eğer bazen yardımlaĢıp, bazen da birbirleriyle mücadele
ediyorlarsa, onların sevgiden buğza, buğzdan sevgiye geçmeleri, bu yıldızların
sıfatlarında bir değiĢiklik ile olur ki yıldızlar bu değiĢikliklerin meydana gelmesinde
güç ve kuvvetle onlara hâkim olan bir yaratıcıya muhtaç olur.
l. Bu yıldızlar cisimdirler. Her cisim ise mürekkebtir. Her mürekkeb ise,
kendisini terkib eden (meydana getiren) her cüzüne muhtaçtır. Onun her cüzü ise, o
cisimden baĢkadır. Binaenaleyh her cisim, kendisinden baĢkasına muhtaç olup,
mümkinu'l-vücûd bir varlıktır, Her mümkin varlık ise, kendisinden baĢkasına
muhtaç olup zâtı gereği mümkindir. Zâtı gereği mümkin olan her varlığın bir
müessiri (etki edeni) vardır. Müessiri olan herĢeyin, müessirine ihtiyacı ise, ya
varlığını sürdürdüğü esnada veya meydana geldiği esnada veyahut da henüz yok
iken olur. Birincisi bâtıldır. Çünkü bu, var olanın yeniden var edilmesi manâsına
gelir ki bu imkânsızdır. Geriye diğer iki ihtimal kalır. Bunlar da yaratıcının varlığına
delâlet eden varlıkların hudûsunu (sonradan meydana gelmiĢ olmalarını) gösterir.
m. Cisimler, cisim olma bakımından müsavidirler. Çünkü cisimleri felekî ve
unsurî, kesîf ve lâtîf, sıcak ve soğuk, yaĢ ve kuru diye taksim etmek uygundur. Bu
taksimin illeti (sebebi) bütün cisimlerde müĢterektir. Buna göre cisim olma hali,
bütün bu sıfatlarda ortak bir noktadır. Mahiyet itibarıyla aynı olan Ģeylerin, sıfatları
kabul etme hususunda da eĢit olmaları gerekir. Öyle ise bir cisim hakkında doğru
olan Ģey, baĢka her cisim hakkında da doğru olur. O zaman bir cismin, kendine has
miktar, konum, Ģekil, karakter ve sıfatı gibi Ģeylere tahsis edilmesinin mutlaka caiz
olan Ģeyler cümlesinden olması gerekir. Bu ise, celâli yüce, isimleri mukaddes ve
kendisinden baĢka hiç ilâh olmayan kadîm bir yaratıcıya muhtaç olunduğu
neticesine götürür.”61
61 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 150-154.
43
Bu Ģekilde gök cisimlerini Yüce Allah‟ın varlığı için delil olarak gösteren
Râzi devamında, anlattıklarının gök ve yer cisimlerinden elde edilen ve Yaratıcı Al-
lah'ın varlığını gösteren önemli delillere olduğu vurgusunu yapmaktadır.
Allah‟ın varlığı ve delilleri konusuna "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olsa,
deniz de arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek(mürekkeb) olsa yine
de Allah'ın kelimeleri tükenmez"62
ayetinin tefsirinde de yoğun olarak değinen Râzi,
burada yeryüzünün halleri üzerinden yoğun bir delillendirme iĢine giriĢmektedir.63
Görüldüğü gibi Râzi, hem gök cisimlerinin hem de yeryüzü cisimlerinin
yaratılıĢlarını ve hareketlerini o günün kozmolojik ve jeolojik verileri ıĢığında,
Allah‟ın varlığına delil olarak öne sürmektedir. Tefsirinin bu özelliği nedeniyle
Râzi, bazı araĢtımacılar tarafından bilimsel tefsir ekolünün kurucusu sayılmaktadır.
Râzi tefsirinde, yerin küre Ģeklinde olduğunu kabul etmekle beraber,64
döndüğünü kabul etmemiĢtir. Yeryüzünün sakin kılınmasının nedeni de ona göre
Allah‟tır. Çünkü Allah, dağları yaratmakla küre Ģeklinde olan yerin dairesel
hareketini engellemiĢtir. Râzi‟nin, günümüz astronomi ilmi verilerine ters düĢen bu
ve buna benzer görüĢlerini normal karĢılamak gerekir. Çünkü o, zorunlu olarak
kendi çağında elde mevcut bilimsel bilgi birikimine göre yorum yapmak zorunda
kalmıĢtır. Zira o gün var olan bilgi birikimi, bugünkü modern ilminin ulaĢtığı bilgi
seviyesinin hayli gerisindedir.65
Buna rağmen özellikle feleki deliller diye kullandığı
astronomik bilgilerin çağına göre en ileri bilgiler olması ve Ġslam medeniyetinin o
dönemdeki geldiği yüksek seviyeyi yansıtması açısından kayda değerdir.
1.2. Naklî Deliller
Râzi, tefsirinde Allah‟ın varlığı ve delilleri konusunda, yukarıda görüldüğü
üzere, akli delilleri kullandığı kadar nakli delillerden de yararlanmıĢtır. Mantıken
62
31/Lokman, 27. 63 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 155. 64 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 159-160. 65 Bayram, Enver, “Râzî‟nin, Kur‟ân‟daki Yeryüzü (Arz) Ayetleriyle Ġlgili Et-Tefsîru‟l-Kebîr‟deki
Yorumları: Modern Jeoloji Biliminin Verileriyle Kısa Bir Mukayese”, Tarih Kültür ve Sanat
AraĢtırmaları Dergisi, Karabük Üni., c. 1, No. 1, Mart 2012, s. 163.
44
bakıldığında böyle olması gayet doğaldır. Çünkü Râzi tefsirini, sadece Müslüman
olanların değil gayri Müslim insanların da anlayabileceği bir tarzda kaleme almıĢtır.
Kur‟ân‟ı delil olarak kabul etmeyenlere, öncelikle onların akıllarının kabulleneceği
Ģekilde düĢünceler ortaya koymak, ardından bunu ayetlerle destekleyerek
güçlendirmek Râzi‟nin tefsirinde izlediği önemli bir metodtur. ġimdi de et-Tefsiru‟l-
Kebîr‟de Allah‟ın varlığı ve delilleri ile ilgili ayetleri değiĢik baĢlıklar altındaki
gruplar halinde inceleyelim:
1.2.1. Gece-Gündüzün NöbetleĢe Ard Arda Gelmesi Delili
a. "Gece ile gündüzü ard arda getiren O'dur."66
b. "O, geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye sokar."67
c. “Eğer Allah üzerinizde geceyi tâ kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse
Allah'dan baĢka size bir ıĢık getirecek tanrı kimdir, bana haber verin. Hâlâ
dinlemeyecek misiniz? De ki: Eğer Allah gündüzü, kıyamet gününe kadar hep devam
ettirirse, size, dinleneceğiniz bir geceyi Allah'tan baĢka getirebilecek kimdir? Bana
haber verin. Hâlâ görmüyor musunuz? Sizin faydanız için ve içinde sükûn bulup
istirahat edesiniz diye geceyi ve fazlından (rızkınızı) arayasınız diye gündüzü
yaratması, O'nun rahmetindendir. Ta ki Ģükredesiniz."68
d. "Gece ve gündüz uyumanız ile Onun fazlından (Nâsib) aramanız yine O
(Allah'ın) ayetlerindendir. ġüphesiz bunda, duyan kimseler için nice ibret alınacak
Ģeyler vardır."69
e. "Görmüyor musun, Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye sokuyor, güneĢi
ve ayı musahhar kılmıĢ, herbiri belli bir ecele doğru akıyor."70
66 25/Furkân, 62. 67 22/Hacc, 61. 68 28/Kasas, 71-73. 69 30/Rum, 23. 70 31/Lokman, 29.
45
f. “O, geceyi gündüze, gündüzü geceye katıyor. GüneĢi ve ayı musahhar
kılmıĢ, herbiri belli bir müddete kadar akıp gidiyor. ĠĢte bu sizin Rabbiniz (bunları
yapan) dır."71
g. "Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de
bakarlar ki onlar karanlığa girmiĢlerdir."72
h. "O, geceyi gündüze sarıyor, gündüzü de geceye sarıyor. GüneĢi ve ayı mu-
sahhar kılmıĢ, herbiri muayyen bir vakit için akıp gitmektedir."73
ı. “Allah sinesinde istirahat edesiniz diye geceyi yaratan ve gündüzü aydınlık
yapandır."74
i. “Biz geceyi bir örtü, gündüzü de bir maiĢet vakti kıldık."75
1.2.2. Denizin Allah'ın Varlığını Göstermesi Delili
a. "O birbirine komĢu olmak üzere, iki denizi salıvermiĢtir; aralarında bir
perde olup, birbirlerinin sınırını aĢmazlar. "76
b. “ġu deniz tatlıdır, susuzluğu keser, içimi kolaydır, Ģu ise çok tuzludur,
acıdır."77
1.2.3. Su ve Yağmurun Allah'ın Varlığını Göstermesi Delili
a. "De ki söyleyin bakalım: Eğer sizin suyunuz batarsa, kim size fiĢkıran bir
su getirebilir?"78
b. "Söyleyin bakayım, o içtiğiniz suyu, bulutlardan siz mi indiriyorsunuz,
yoksa indirenler biz miyiz?"79
71 35/Fâtır, 13. 72 35/Yâsîn, 37. 73
39/Zümer, 5. 74 40/Mü‟min, 61. 75 78/Nebe, 10-11. 76 55/Rahmân, 19-20. 77 35/Fâtır, 12. 78 67/Mûlk, 30.
46
c. "Biz, canlı olan her Ģeyi sudan yarattık. Onlar inanmazlar mı?"80
d. "Rızkınız ve va'adolunduğunuz Ģeyler göklerdedir."81
e. ''Ve (onlara) Rabbinizden mağfiret taleb edin. Çünkü O, ğaffar (çok
bağıĢlayıcı) dır. Böylece size bol yağmur göndersin dedim."82
f. "Biz o bulutu ölü bir beldeye sürüp götürdük."83
g. "Ve, yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz, ona yağmuru indirdiğimiz
zaman, o hareketlenir, kabarır ve her güzel çiftten nice bitkiler bitirir."84
1.2.4. Her ÇeĢit Canlının Yeryüzüne Yayılmasının Allah’ı Göstermesi
Delili
a. "Ve bu ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaydı."85
Görüldüğü gibi Râzi, ayetleri Allah‟ın varlığına delil olarak getirmekte ve
kullandığı ayetleri akli çıkarımlarla desteklemektedir. Kullandığı bu metod
kendinden sonra gelen pek çok araĢtırmacıya yol gösterici olmuĢ, özellikle 19. ve
20. yüzyıllarda yetiĢmiĢ olan Müslüman âlimler tarafından daha da yoğunluklu
olarak kullanılmıĢtır. Bu yöntemin Ġslam dünyasında pek çok mümessili ortaya
çıkmakla beraber, Türkiye‟de en önemli temsilcisilerinden biri Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır‟dır.
2. ELMALILI’YA GÖRE
Elmalılı, yaĢadığı dönemin belki de zorunlu bir sonucu olarak, Allah‟ın
varlığı ve delilleri konusunda pek çok aklî ıspat metodu kullanmıĢtır. Öncelikle
ifade etmeliyiz ki onun yaĢadığı dönem Ġslam medeniyetinin Batı Medeniyeti
79 56/Vakıa, 68-69. 80
21/Enbiyâ, 30. 81 51/Zâriyat, 22. 82 71/Nûh, 10-11. 83 35/Fâtır, 9. 84 22/Hacc, 5. 85 4/Nîsa, 1.
47
karĢısında gerilediği ve ağır tramvaların yaĢadığı bir dönemdir. Çoğu Ġslam âlimi bu
dönemde, dini metinleri daha çok savunmacı bir karĢı koymayla okuma ve
yorumlama yolunu tercih etmiĢtir. Pozitivizmin en katı Ģeklinin egemen olduğu bu
dönemde Elmalılı, çağının ruhuna uygun olarak geleneğin anlayıĢ Ģekillerine çok zıt
olmamakla birlikte ayetleri akli ikna yöntemine baĢvurarak, kendinden öncekilerden
kısmen ayrılmıĢtır. Pozitif ilimlerdeki araĢtıma ve inceleme olanaklarının artmasına
bağlı bilimsel geliĢmelerin hızlanmıĢ olması, yeni keĢifler ıĢığında ilahi vahyin
doğruluğunun test edilmesi ihtiyacını doğurmuĢtur. Elmalılı‟da bu ihtiyaç,
müminlerin imanını güçlendirme ve ortaya çıkan Ģüpheleri izale etmeye yöneliktir.
2.1. Aklî Deliller
Ġfade edildiği gibi Elmalılı‟nın yaĢadığı dönem Batı medeniyetinin
Rönesans, Reform ve Sanayi Ġnkılâbı sonucu Ġslam toplumlarını ağır bir hezimete
uğrattığı dönemdir. Elmalılı, Osmanlının yıkılıĢını bizzât görmüĢ ve yaĢamıĢtır.
Tefsirinde tıpkı çağdaĢları Müslüman âlimlerin yaptığı gibi, Ġslam‟ı ve inanç
esaslarını Batılıların kendi bilimsel anlayıĢlarıyla savunmaya çalıĢmıĢtır. Bunun için
“bilimsel kanunlar ve Kur‟ân arasında bir tenakuz olmadığı gibi, tam bir uyum
vardır” tezini hep savunmuĢtur. Böylece Kur‟ân‟ın mu‟cize oluĢunu ıspatlamaya
çalıĢmıĢtır. Batılıların bazılarının iddialarının tersine Kur‟ân‟ın, herhangi bir insan
tarafından yazılamayacağını kanıtlamaya çalıĢtığı gibi, Allah‟ın varlığına delil
olduğunu da gösterme gayretinde olmuĢtur. ġimdi bu delilleri sırasıyla inceleyelim:
2.1.1. “Hakk” Ġsmi Üzerine Mülâhazalar
Elmalılı‟ya göre, Kelâm metafizik, hikmet, felsefe ve tasavvuf kitapları,
varlıkların Allah'ın varlığına delalet ettiğini açıklamakla meĢgul iken bizim, kendi
bilgilerimizi meydana getiren ve getirecek olan Ģeylerin hepsi de var olan bir
Allah'ın alâmetidir.86
Elmalılı, Yüce Allah‟ın varlığı konusuna yoğun biçimde
Yunus Suresi 5. ayette değinmektedir. O açıklamalarına ilk önce “Hakk”
kelimesinin tahlili ile baĢlar. Ona göre,
86 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 85.
48
Hakk kelimesi, mastar, sıfat ve isim olur. Ve bu surette çeĢitli
anlamlarda kullanılır. En genel olarak masdar anlamı vücudun,
varlığın sabit oluĢu ve gerçekleĢmesi diye ifade olunursa da bunun
esas anlamı vardır ki herĢeyden önce zihinlerle a‟yanın (EĢyanın
Allah‟ın ilmindeki sabit hakikatları) baĢka bir tabirle nefislerle nefis
dıĢındakilerin bilgi ile bilinenin uygunluğunu ifade ettiğine87
dikkat çeker. Hakk‟ın değiĢik tariflerinden bahsederken Elmalılı bazen
düĢünceye, bazan da görülen objeye “hakk” dendiğini vurgular. DüĢüncenin
gözleme uygunluğu bakımından kullanıldığı zaman isabet ve doğruluk; söz, fikir,
icra, karar, ahkâm ve iradenin maksada uygunluğu bakımından da adalet ve hikmet
anlamına geldiğini ve hakk kavramının o iĢin sıfatı olduğuna iĢarette bulunur. Hakk
kelimesinin dıĢ olaylar ve maddi konular için kullanıldığı zaman da tahakkuk yani
gerçekleĢme ve vuku demek olacağını vurgular. Devamında Elmalılı vâcibü‟l-
vücûdun tanımlanması bağlamında Ģu ifadeleri kullanır:
Frenkler öncekine „verite‟, ikinciye „realite‟ derler. Önceki sübjenin,
ikinci objenin özelliğidir fakat tek baĢına değil biri öbürüne uyum
sağlamak Ģartıyla. ĠĢte hakikat ile gerçeğin aslı bu iki Ģıkkın
birbirine uyumu ve bağdaĢması demek olduğundan, hak özünde ve
Ģeklinde her bakımdan varoluĢ, „vücub-i vücud‟ diye tarif edilir ki,
bu da varlığı zorunlu olan demek olur.88
Elmalılı vâcibu‟l-vücûdu bu Ģekilde açıkladıktan sonra ikiye ayrır: Vâcip
bizâtihi ve vâcip ligayrihi. Ve ikisini Ģöyle açıklar: “Vâcip bizâtihi veya lizâtihi.
Vücub-i vücud, kendi öz varlığının gereği olup hiçbir yönden baĢkasına muhtaç
olmayan ve hiçbir noksanı kabul etmeyen ezelî ve ebedî bütün kemal sıfatlarını
kendinde toplayan Vâcib Teâlâ'ya mahsustur ve „el-Hakk‟ ism-i Ģerifi O'nun güzel
isimlerindendir. Hak Teâlâ enfüsün ve afakın ve bütün izafetlerin üstünde onların
uyum noktalarına ve vücub-i vücutlarına (zorunlu varoluĢlarına) hâkimdir. Hakk ile
hakikatın bütün mertebeleri O'nundur, O'ndan dolayı ve O'nun içindir. Yine bütün
87 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 333. 88 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 333.
49
enfüs ile afakın birbirlerine uygunluğu, hakkiyyeti ve tahakkuku, yani masivallah
(Allah'ın dıĢındakiler) bütünüyle kendi zâtlarından dolayı ve kendileri için, kendi
icapları ve kendi haklarıyla değil, ancak Hak Teâlâ'nın icabı ile ve O'nun hakkı için
var ve varolmuĢlardır. Kendi kendilerine var olmaları batıl olduğu halde, Allah'ın
yaratmasıyla ve Allah için olmaları açısından haktırlar. ĠĢte bundan dolayı bunlar
vacibü'l-vücud ligayrihidirler, yani hak ligayrihidirler. Hak Teâlâ'nın tayin ettiği
belli ecel ile ve belli miktar ile izafi ve nisbi bir Ģekilde ve anlamda hak ismini
alırlar. Her birinin sınırı, vechi hak ile ilgili bir hakikatı, birbirlerine karĢı bir
hukuku vardır.”89
Böylece Elmalılı Allah‟ın varlığına “Hakk” demekte ve “Hakk Lizâtihi”
Ģeklinde tanımlamaktadır. Bu da varlığı kendinden olan ve var olmak için hiçbir
Ģeye muhtaç olmayan demektir. Allah'ın dıĢındakileri (masivallah) de var olmaları
ise itibari ile “Hakk” demekle birlikte “Hakk Ligayrihi” demektedir. Yani var
olmakla birlikte varlıkları baĢka bir varlığa ihtiyaç duyan ve kendi baĢına
varlığından bahsedilemeyen mahlûkat anlamındadır.
Bu açıklamalardan sonra Elmalılı bu görüĢlerini "Biz gökleri ve yeri ve
aralarındaki her Ģeyi hak ile ve belli bir ecele göre yarattık..."90
ayetiyle
desteklemektedir. “Hakk” kelimesinin kullanılıĢındaki çeĢitliliğin "Hakk ligayrihi"
mânâsının çeĢitli yönlerine ait olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte
Elmalılı‟ya göre, Allah dıĢındaki diğer varlıklar için "hakk" kelimesinin çoğulu
olarak "hakaik" kullanılırken, "Vâcib lizâtihi" mânâsına olan Allah için kullanılan
"el-Hakk" isminin çoğulu yoktur. Bu da “el-Hakk” olan Allah‟ın tek oluĢuna delalet
ederken, “Hakk” olan ve “Hakk” oluĢları kendilerinden olmayan varlıkların çok ve
değiĢik oluĢlarına iĢarettir.
Elmalılı Hakk kelimesinden Hukuk kavramına geçiĢ yapar ve Ģöyle devam
eder: “Bütün hak ve hukukun mercii olan „Hak Teâlâ‟, vacib lizâtihi olduğundan
O'nun hukuku vardır: Uluhiyet ve Rububiyet (yani, Tanrılık ve Rablık) O'nun
hakkıdır. Fakat aleyhine herhangi bir vecibe ve vazife tasavvur olunamaz. „Ne
89 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 334. 90 46/Ahkâf, 3.
50
dilerse onu yapar.‟91
, „Yaptığından sorumlu tutulmaz.‟92
, „Allah'ın vaadi haktır.‟93
ve „Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı.‟94
ayetleri gereğince kendinin kendisine
görev kıldığı hususlar vardır. Ve ancak bu anlamda, yani Allah'ın vaad ettiği
hususlar açısından kulların Allah üzerinde hakkı söz konusu edilebilir.”95
2.1.2. Ġlmi Terakkinin Amaçlılığı Delili
Elmalılı, insanlığın bilimdeki ve sanattaki geliĢimine rağmen eğer ulvi bir
amacı yoksa bunun anlam kazanamayacağını öne sürmüĢ ve bu görüĢünü Allah‟ın
varlığına delil olarak kullanmıĢtır. Elmalılı Allah‟ın varlığını kabul etmeyi, insanın
insan olma vasfını kazanması için ön Ģart kabul etmiĢ ve
Hak Teala‟nın bağımsız varlığı doğrulanmadan âlem ve âlem düzeni
duygu ve Ģuuru bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi
imkânsız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi „Allah‟ özel ismi
üzerinde birleĢtirilip düzenlenmeyen ilim ve fenlerimiz, bütün
bilgiler ve hünerlerimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı
silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız izlenim tozlarından
ibaret kalır96
demektedir. Böylece Allah‟ın varlığına imanın merkeze konduğu terakkinin
anlamlı olabileceğini, ilmi terakkinin Allah‟ın yol göstericiliği olmadan hiç bir
Ģekilde insanlığa hizmet etmeyeceği tezini ortaya atmaktadır. Belki kısmen ve sınırlı
bir zaman dilinde avutsa bile bunun uzun süreli bir huzuru sağlamayacağı
Elmalılı‟nın genel görüĢüdür.
Elmalılı‟nın bu tespitinin doğruluğu yaĢadığımız çağda açık Ģekilde
görülmektedir. Her türlü maddi imkânlara ve olanaklara rağmen günümüz insanının
içine düĢtüğü manevi bunalım ve dünyadaki çalkantılar, ayrıca kıtalar ve bölgeler
91
85/Buruc, 16. 92 21/Enbiyâ, 23. 93 30/Rûm, 60. 94 6/En'âm, 12. 95 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 334. 96 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 45.
51
arası eĢitsizlikler, gayenin ulvi olmaması durumunda, insanların maddi açıdan
geliĢmesinin huzuru sağlamayacağının göstergesidir.
2.1.3. Psikoloji Ġlmi Açısından Delil
Elmalılı, Allah‟a imanı Psikoloji ilmi açısından da izaha giriĢmektedir.
Elmalılı, insanın var olasının ve yaĢamasının anlamını Allah‟ın var olmasıyla
yakından iliĢkili düĢünmekte ve
Hak Teâlâ öyle bir vâcibu‟l-vücuddur ki, gerek enfüsi (suje) gerek
afakî (obje) bütün varlığımızda varlığının mutlak zaruretini gösterir
ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herĢeyden önce Hakk'ın zâtına
ait mutlak bir doğrulama muhakkaktır97
diyerek Allah‟ın varlığını kabulünün insanın varolmasının zorunlu sebebi
olduğunu ifade etmektedir. Yani insanda Allah‟ın varlığına iman yaratılıĢtan var
olup bu gerçek ne kadar örtülmeye çalıĢılırsa çalıĢılsın veya görmezden gelinsin er
veya geç yine kendini hissettirir ve ortaya çıkar.
2.1.4. Pozitif Ġlim ve Felsefe Açısında Delil
2.1.4.1. Nedensellik Kanunu
Elmalılı Fatiha‟nın tefsirinde pozitif bilimin ve felsefenin verilerinden
yararlanarak Allah‟ın varlığını ispata yoğun bir Ģekilde yönelmektedir. Özellikle
bilimin en önemli ilkelerinden “Nedensellik” kanunun üzerinde durmakta, böylece
özellikle pozitif bilimlerin nedensellik kanununa sıkı sıkıya bağımlı oluĢunu
amacına uygun kullanmaktadır. Nedensellik kanununu Elmalılı Ģöyle tarif eder:
Yok iken var olabilenin mutlaka bir sebebi vardır. Yani her son
mevcuttan önce bir ilk mevcut vardır ve onun etkisine bağlıdır.98
97 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 46. 98 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 82.
52
Elmalılı‟ya göre, bu kanunun gereği her var olanın bir varoluĢ sebebi
olmalıdır. Bu da teselsüdür. Teselsül aklın kabul etmeyeceği bir durum olduğundan
varlığı ilk yaratanın olması gerekir. Bu da Allah‟ın varlığını gerektirir.99
Böylece
Elmalılı kendi dönemindeki pozitivistlerin çok güvendikleri bilimsel doğrularıyla
mağlup etmekte ve vazgeçilmez kabul ettikleri doğrular üzerinden Allah‟ın varlığını
ıspat etmektedir.
2.1.4.2. Tekâmül Kanunu
Elmalılı, nedensellik kanununa bağlı olarak varlıkta bir tekâmül kanununun
var olduğunu gururla savunan bilim adamlarını, yine kendilerince vazgeçilmez
kabul ettikleri delilleriyle mağlup etmeyi denemektedir. Tekâmül kanunu, varlığın
camid olmayıp sürekli bir geliĢim içinde olduğu genel kabulune dayanmaktadır.
Tekâmül kanununu Elmalılı, Allah‟ın varlığına delil olarak Ģu Ģekilde
kullanmaktadır:
Varlık zamanla tekemül ediyorsa bunları tekâmül ettiren eksiksiz ve
kusursuz bir kemal sahibine ihtiyaç duyar. Çünkü hiçbir Ģey nedensiz
olamaz. Bu da Rabbü‟l-Âlemin olan Allah‟ın varlığını zorunlu
olarak gerektirmektedir.100
Bu görüĢünü desteklemek için, tabii tekâmül kanununun en son ve güçlü
savunucularından sayılan filozof Spencer‟ın bile, Allah'ın varlığının gerekli
olduğunu ve tabiatın gerçekten sınırlı olan tekâmülünün üstünde varlığı zorunlu olan
Allah'ın sınırsız ve sonsuz kemalinin hükümran bulunduğunu101
kabul ettiğini
belirtmektedir. Böylelikle Elmalılı, düĢüncelerini pek çok yerde olduğu gibi burada
da batılı bir bilim adamının görüĢüyle desteklemeye çalıĢmaktadır.
Elmalılı tabiatta tekâmül kanunu kabul ettikleri halde, Allah‟ın varlığını
kabul etmeyen pozitivist ve beĢ duyu hapishanesine tıkalı kalmıĢ bilim adamlarını
ise Ģu Ģekilde eleĢtirmektedir:
99 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 82. 100 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 83 101 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 83.
53
Hak Teâlâ‟yı ve mükemmel tamlığını unutuyor ve geliĢimi terbiyesiz,
eğitimsiz bir geliĢim zannediyor. Aynı zamanda bunlar kendi
pratiklerinde bu teorilerini her gün, her an yaralayıp bozuyorlar.
Zira „Education, Pedagoji‟ adıyla eğitim ve çocuk eğitimi
davasından vazgeçmiyorlar ve tam can atarcasına terbiyeci olmaya
çalıĢıyorlar. DüĢünmüyorlar ki, tabiat üzerinde Cenab-ı Hakk'ın
eğitimi yoksa bütün terbiye davaları batıl olur kalır.102
Buna göre, eğer eğitim vazgeçilmez bir ihtiyaçsa ve hiçbir toplum, özellikle
de Batı toplumları, bundan vazgeçmiyor ve nesillerini baĢıboĢ bırakmıyorsa, evreni
yoktan var eden yüksek kemal ve cemal sahibi Rabbü‟l-Alemin‟in de mahlûkatı
terbiye etmemesi, baĢıboĢ bırakması mümkün müdür?
2.2. Naklî Deliller
Elmalılı, Kur‟ân‟ın değiĢik yönlerine vurguda bulunarak Allah‟ın varlığına
delil olarak göstermektedir. Buna ilk olarak Furkân suresinde yoğun bir Ģekilde
değinmektedir. Elmalılı‟ya göre; Furkân'dan asıl maksat, Kur'ân'dır. Kur'ân ise
benzeri yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir mu‟cizedir. Bunu kâfirlerin de
denediklerini ve yetersiz kaldıklarını, kalem ile çekiĢmeden silah ile muharebeye
geçtiklerini belirten Elmalılı, Kur'ân'ın deney ile sabit olan ve böylece bütün
insanlık için gözle görülür bir hale gelen bu acze düĢüren vasfının, aynı zamanda
kendisinin indirilmiĢ olması konusunda sağlam bir delil ve Furkân olduğu kanaatine
ulaĢmaktadır. Elmalılı, Ebu Bekir Bâkıllânî'nin "Ġ'câzü'l-Kur'ân" isimli eserinden
yaptığı alıntıda, Kur‟ân'ın icazının yani bir benzerinin yapılamayıĢının herkesçe
bilinen bir Ģey olduğundan onun indirilmiĢ olduğunu kabul etmek istemeyenleri,
elleriyle yokladıkları bir olayı bile inkâra kalkıĢacak inatçılardır103
Ģeklinde
tanımlamaktadır.
102 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 84. 103 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 414.
54
Kâfirlerin inatçılıklarının ulaĢtığı seviyeyi göstermek bakımından Elmalılı
En‟âm suresi 7. ayeti delil olarak sunar.104
Elmalılı, “Deney, teorik olarak bir mutlak gereklilik ifade etmezse de,
genellikle insan bilgisinin en sağlam kaynaklarından olduğu için, ispat edilmiĢ bir
deneyin delil olarak ifade ettiği gerçek, herkes için bilinen mânâsındadır. Bu sebeple
Kur'ân'ın benzersizliği ve indirilmiĢ oluĢu, Arap müĢrikleri gibi bir kısım kâfirlerce
tam olarak bilindiği gibi, diğerlerinin de bildiği yerine geçer. Bundan baĢka Kur'ân,
bu gerçeği önceden açıklıkla haber vermiĢ; haber ise bilgi edinmenin yollarından
birisi olduğu için, sılanın bilinen bir Ģey olduğunu ispat için bu kadarı bile
yeterlidir” 105
Ģeklinde açıklamalar getirerek nüzül döneminde, ayrıca daha sonraki
devirlerde Kur‟ân‟ın açık meydan okumasına rağmen bir benzerinin
yazılamamasının, onun Allah‟ın varlığına delil olduğunu belirtir.
MUKAYESE
Allah‟ın varlığı ve delilleri konusunun, hem Fahreddin Râzi hem de Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır tarafından, tefsirlerinde yoğun Ģekilde iĢlendiğini
belirtmek gerekir. Alıntıladığımız delillerden baĢka çok sayıda delil iki tefesirde
mevcuttur. Taramalarımız esnâsında Elmalılı‟nın pek çok yerde Râzi‟nin tefsirinden
yararlandığını müĢahade ettik. Allah‟ın varlığı ve delilleri hakkında binlerce görüĢ
ortaya koymuĢ Râzi gibi bir âlimden yararlanmamak mümkün olmadığı gibi,
esasında Elmalılı için de bu bir eksiklik değildir.
Ġki müellifin tefsirinde özellikle Fatiha suresini tefsir ederken Allah‟ın
varlığı ve delilleri konusunu yoğun bir Ģekilde iĢledikleri dikkatten kaçmamaktadır.
Bu yoğunluk surenin baĢındaki besmeleden baĢlayarak surenin sonuna kadar devam
etmektedir. Bu Ģekildeki baĢlangıç Fatiha suresini, tefsir yaparken hangi ilkelere
bağlı kalacaklarını açıklama babından ikinci bir mukaddime konumuna
taĢımaktadır. Allah‟ın varlığı ve delilleri konusuna bakıĢ, tüm tefsiri baĢtan sona
etkileyen ve Ģekil veren bir konum kazanmakla beraber bu Fahreddin Râzi‟de daha
104 "Eğer sana sayfa üzerine yazılı bir kitap indirseydik, onlar da ona elleriyle dokunsalardı yine de
kâfir olanlar: 'Doğrusu bu apaçık sihirden baĢka bir Ģey değildir' derlerdi." 105 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 414.
55
belirgindir. Râzi, eserinin neredeyse bir cildini Fatiha suresinin tefsirine ayırmıĢtır.
Öyleki bu surenin tefsirinin müstakil bir eser olduğunu iddia eden araĢtırmacılar bile
vardır. Ġncelendiğinde bu uzunluğun sebebinin Allah‟ın varlığının ıspatlanması ve
delilleri olduğu rahatlıkla görülebilecektir. Elmalılı için de aynı durumun geçerli
olduğunu, tefsirinin özellikle ortalarında bazı ayetleri belki hastalığı ve tefsiri
bitirememe kaygısıyla sadece meallerini vermekle yetinirken, Fatiha suresini
olabildiğince ayrıntılı tefsir etmiĢtir. Dikkati çeken konu Fatiha suresinin tefsirinde
Elmalılı‟nın, Râzi‟de olduğu gibi Allah‟ın varlığı ve delilleri konusunu yoğun
Ģekilde iĢlemesidir.
Gerek Râzi gerekse Elmalılı Allah‟ın varlığını delillendirmede bilimsel
verileri kullanmakta sakınca görmemiĢlerdir. Bazı araĢtırmacıların tespitine göre,
insanlığın ortak tarihsel kazanımları olan bilimsel bulgular ilk defa Râzi tarafından
Kur‟ân tefsirinde kullanılmıĢtır. Özellikle semavi cisimleri inceleyip en ince
ayrıntısına kadar edindiği bilgileri ayrı ayrı deliller olarak tefsirinde kullanması
kendi devrinin bilimsel geliĢmiĢliği hakkında fikir vermesi nedeniyle son derece
önemlidir. Râzi‟nin pek çok alanda bilgi sahibi olması ve bunları tefsirinde
kullanması, dolayısıyla Râzi‟den sonra yazılan tefsir kitaplarının ansiklopedik boyut
ve kapsam kazanması, onun tefsir ilmine olan etkisini göstermesi açısından dikkate
değerdir.
Râzi‟nin Allah‟ın varlığı ve delilleri konusunda Mantık ilmini de yoğun
olarak kullandığı görülmektedir. Mantık ilmini en fazla varlıkların taksimini
yaparken kullanmaktadır. Özellikle vâcip varlığın tek olmasının aklen zorunluluğu
ve var olması gerekliliği, hiçbir Ģeye muhtaç olmayan bir yapısı olduğu, mümkün
varlıkların ise çok ve aciz oldukları konularındaki çıkarımları muheĢem mantık
metinleridir.
Elmalılı‟ya bakıldığı zaman, onun da konu ile alakalı pozitif ilmin verilerini
kullandığı dikkatten kaçmamaktadır. Ġlmi terakkinin amaçlılığı delili, psikoloji ilmi
açısından delil, nedensellik kanunu ve tekâmül kanunu gibi konularda bilimsel bir
bakıĢ açısıyla Allah‟ın varlığını kanıtlamaya çalıĢması Elmalılı‟nın Râzi ile aynı
56
tefsir metodunu benimsediğini göstermektedir. Bu arada Elmalılı‟nın zekâsının
kıvraklığı ve ikna ediciliği son derece dikkat çekicidir.
Ġki müfessirin de kendi dönemlerindeki bilimsel verileri Allah‟ın varlığı ve
delillerinde en üst seviyede kullanırken, Elmalılı‟nın kullandığı verilerin çoğunun
Avrupa kaynaklı olduğu gözden kaçmamalıdır. Avrupa medeniyeni yakından tanıma
imkânı bulan ve Fransızca‟yı bilmesinin avantajını kullanarak pek çok bilimsel
malumata ulaĢabilen Elmalılı, bu malumatı ayetleri tefsir ederken kullanmakta her
hangi bir sorun görmemiĢ ve amacına yönelik çok iyi bir Ģekilde de kullanmıĢtır.
B. ALLAH’IN BĠRLĠĞĠ (TEVHĠD)
Ġslam dininin en temel esası tevhittir. Tevhid yani Allah‟ın birliği konusu,
gereğince anlaĢılmadığı sürece Ġslam dininin ve Kur‟ân‟ın anlaĢılması mümkün
değildir. Tevhidin öz ifadesi “Kelime-i Tevhid”106
tir. Konunun ehemmiyetine
binaen hem Elmalılı hem de Râzi tefsirlerinde geniĢ yer ayırmıĢlardır. ġimdi bunları
görelim:
1. RÂZĠ’YE GÖRE
1.1. Ġhlâs Suresinde Tevhid
Tevhid denince akla ilk gelen sure Ġhlâs suresidir. Ġmam Râzi, “Ulemanın
akıllarının gayesi ve hukemanın araĢtırmalarının hedefi ihlâs suresinde yer alan
esrardan uzak değildir…”107
diyerek bu surenin ehemmiyetine vurguda
bulunmaktadır. Bu durum, Allah‟ı bilme yani marifetullah hakkındaki sırların bu
surede olmasından kaynaklanmaktadır. Bu düĢünceyi Râzi Ģöyle vurgular:
Marifetullah, (adeta) hazır olan (elde olan) bir cennettir. Çünkü
cennet, aklına ve arzularının özlemlerine nail olmandır. ĠĢte bundan
106 “Lâilahe Ġllallah” 107 Râzi, Fahreddin, Risâle fî‟t-Tenbîh ala Bâzi‟l-Esrâri‟l-Mudea fî Bâzı Suveri‟l-Kur‟âni‟l-Azîm ve‟l-
Furkâni‟l-Kerîm, (tah. Bahattin Dartma), Amman, 2004/1426, s. 12; Güney, Ahmet Faruk, Ġbni
Sina‟dan Elmalılı‟ya Ġhlâs Suresi Felsefi Tefsir Geleneği (BasılmamıĢ Doktora Tezi), M.Ü.S.B.
Enstitüsü, Ġstanbul, 2008, s. 73.
57
dolayı cennet, aklı ile arzusu anlaĢamadığı zaman, Hz. Âdem (a.s)
için cennet olmadı.108
Râzi Ġhlâs suresinin 1. ayetinin tefsirinde Allah‟a yakın olma konusunda
insanları üç makama ayırmaktadır. Bu makamlardan ilkine “mukarreblerin makamı”
adını verirken bu makamdaki kiĢilerin özelliklerini Ģöyle açıklamaktadır:
Bunlar, Allah'dan baĢka bir mevcud (varlık) görmezler. Çünkü Hak,
zâtı gereği vacibü'l-vücûd olandır. Onun dıĢındakiler ise zâtı gereği
mümkin olan varlıklardır. Zâtı gereği mümkin olana, o, o olması
açısından bakıldığında, "yok" hükmünde olur. ĠĢte bu makamda
olanlar, Hak Sübhanehü ve Teâlâ'dan baĢka, gerçek "varlık"
göremezler. Bu ayetteki Hüve (O) lafzı da, mutlak bir iĢarettir. Bu
iĢaret, her ne kadar mutlak ise de, iĢaret edilen varlık muayyen
olunca, bu mutlak o muayyene ait olur. Dolayısıyla “hüve” kelimesi
mukarreb olan o kimselerin, Hak Teâlâ'ya yaptıkları bir iĢaret olur
ve bunlar, bu iĢarette herhangi bir temyize ihtiyaç duymazlar. Çünkü
bir mümeyyeze (belirlenen varlığa) ihtiyaç duymak, ancak ortada iki
mevcud (varlık) bulunduğu zaman söz konusu olur… Bu sebepten
dolayı, Hüve(O) lafzı, bu kimseler için tam irfanın (bilginin-
tanımanın) hâsıl olması için kâfi gelmiĢtir.109
Mukarreb olanlar Râzi‟nin ifadelerine göre Allah‟ın dıĢında varlık kabul
etmeyen ve diğer varlıklara vücud vermeyen kimselerdir. Ġkinci makam “Ashab-ı
Yemîn”in makamıdır. Bu makam birinci makamın aĢağısındadır ve bu makamda
olanlar Hak Teâlâ'yı bir mevcud olarak bilip tanıdıkları gibi, halkı da bir varlık
olarak kabul etmektedirler. Diğer özellikleri ise Ģunlardır:
Dolayısıyla bunlar için, varlıklarda bir çokluk, birden fazlalık söz
konusudur. ġüphesiz bu durumda,“O” kelimesi, Halik Teâlâ'ya
iĢaret etmek için yeterli olmaz, aksine burada, Hakk'ın halktan
108 Râzi, et-Tefsîru‟l-Kebîr, c. XXIII, s. 558. 109 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 561.
58
ayrılmasını, halk ile karıĢtırılmamasını sağlayacak bir mümeyyize
(belirleyici kelimeye) ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bu makamda olan
kimseler “hüve”lafzına, “Allah” lafzını ilave etme ihtiyacını
duymuĢlardır. Çünkü Allah, diğer varlıkların muhtaç olduğu ve
bütün diğer varlıklardan müstağni olan varlıktır.110
Üçüncü makam “Ashab-ı Ģimal”in makamıdır. Râzi bu makamın en değersiz
ve en aĢağı makam olduğunu belirtir. Bu makamda olanlar,
vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) varlıkların, birden fazla olabileceği
ve tanrının, birden fazla olabileceği görüĢündedirler. Dolayısıyla
bunlara red olarak ve sözlerinin batıl olduğunu ortaya koymak için,
geçen lafızlara bir de "ehad" (bir) lafzı ifade edilmiĢ ve "De ki: O
Allah birdir" denilmiĢtir.111
Râzi, “ehad” kelimesi üzerinde çok durmuĢ ve uzun tahlillerde bulunmuĢtur.
Ehad yani bir olmaktan maksadın Allah‟ın terkib Ģekillerinden uzak olması demek
olduğunu ifade eden Râzi, her mürekkeb varlığın kendisini meydana getiren
parçaların her birine muhtaç olduğunu, her mürekkeb varlığın cüzlerinin de ondan
baĢka olması nedeniyle mürekkeb varlığın baĢkasına muhtaç olduğu görüĢündedir.
BaĢkasına muhtaç olan mümkin varlık ise,
her mürekkeb, zâtı itibariyle "mümkin" (olabilir de, olmayabilir de)
cinsinden bir varlıktır. Bütün mümkin varlıkların yaratıcısı olan
ilahın (Allah'ın), "mümkin" varlık olması imkânsızdır. Öyle ise O,
haddi zâtında ferddir, tektir, birdir.112
Râzi, "ehad" olan varlığın, mekân tutan bir varlık olmaması gerektiğini
belirtir. Her mekân tutan varlığın sağının solundan farklı olması gerektiğini, böyle
olanın kısımlara ayrılabileceğini dolayısıyla "ehad" olanın, mekân tutmasının
110 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 562. 111 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 562. 112 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 562.
59
imkânsız olduğu sonucuna varmaktadır. Râzi bunun sebebini daha açıklayıcı
mahiyette Ģöyle izah eder:
O, mütehayyiz olmayınca, mekânlardan ve yönlerden hiç birinde
olmamıĢ olur ve herhangi bir Ģeyde, bir "hal" (sıfat) da olmaması
gerekir. Çünkü o zaman, o, mahalli ile yani hali-sıfatı olduğu Ģey ile
birlikte, "ehad" (tek bir Ģey) olmamıĢ olur.113
Keza Râzi‟ye göre ehad olan, bir hal veya mahalde olmayınca, kesinlikle
değiĢmez. Çünkü değiĢmenin, bir sıfattan, diğer bir sıfata, bir halden diğer bir hale
olması gerekir.114
Celal ve izzetin kaynağı bizzât Allah olması nedeniyle O‟nun zâtının
sıfatlarla tanımlanamayacağını belirten Râzi, O‟nun zâtı kâmil olduğu için kemal
sıfatlarını gerektirdiği fikrindedir. “Hüve” lafzına kiĢiyi rahmet, izzet ve yüceliğin
kaynağına ulaĢtırması nedeniyle önemli bir konum atfeden Râzi‟ye göre “Hüve”
lafzı en Ģerefli lâfızdır.115
Râzi‟nin Allah‟ın tekliği konusuna iliĢkin olarak değerlendirmeye tabi
tuttuğu diğer bir kavram Ġhlâs suresi 2. ayette geçen “Samed”tir. O "Allahu's-
Samed”116
ifadesinin, varlıklar içinde AlIah'tan baĢka "samed" olmamasını
gerektirdiğini vurgulamaktadır. "Samed" kelimesi "masmûd", yani her türlü ihtiyaç
için kendisine baĢvurulan manâsına veya zâtında değiĢiklik kabul etmeyen,
değiĢmesi mümkün olmayan manâsına geldiğinden, varlıklar âleminde, Allah
Teâlâ'dan baĢka, bu Ģekilde bir varlık olmaması gerektiğini ifade eden Râzi,
devamında bu ayetle ilgili Ģunları kaydetmektedir:
Binâenaleyh bu ayet, o tek varlıktan baĢka tanrı olmadığına delalet
eder. Dolayısıyla "Allahu ehad" (Alah birdir) ayeti, Hak Teâlâ'nın
zâtında hiçbir Ģekilde bir terkib ve telif olmadığı manâsında bir
113 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 562. 114 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 563. 115 Râzi, a.g.e., c. IV, s.135. 116 “Allah Samed'dir” 112/Ġhlâs, 2
60
olduğunu; ''Allah sameddir" ayeti de, eĢleri, benzerleri, zıdları
olmadığı manâsında tek olduğuna bir iĢarettir.117
Râzi‟nin tanımlamasının iĢaret ettiği mananın “O hem evveldir, hem ahirdir,
hem zâhirdir, hem bâtındır”118
ayetiyle de uyumlu olması nedeniyle tasavvufa olan
meylinin açık iĢareti olması bakımından önemlidir.
Râzi, Ġhlâs suresi tefsirinin sonlarında özet olarak Ģu ifadeleri kullanır: Allah
Teâlâ, "Allah ehaddir" cümlesiyle zâtından bir çok Ģeyleri nefyetmiĢ; "Allah
sameddir" cümlesiyle noksanlık ve mağlubiyeti; "O, doğurmamıĢtır,
doğurulmamıĢtır" ayetiyle, ma'luliyyeti ve illeti (bir Ģey vasıtasıyla olduğu ve
birĢeye vasıta olduğu konularını); "Hiç birĢey O'na denk olmamıĢtır" ayetiyle de,
zıdları ve ortakları (denkleri) olabileceğini nefyetmiĢ-reddetmiĢtir119
Fahreddin Râzi‟nin Ġhlâs Suresi tefsiri gerçekten kusursuz bir tevhidi
içermektedir. Ömrünün sonlarına doğru tasavvufa merak salan Râzi‟nin, vahdet-i
Vücûd düĢüncesine meyletmesinin açık delilleri burada görülebilmektedir.
1.2. Tevhidin Kısımları ve Dereceleri
Râzi‟nin tefsirinde üzerinde durduğu önemli konulardan biri tevhidin
kısımlarıdır. Cübbaî‟den alıntı yapan Râzi, Cenâb-ı Hak‟ın beĢ bakımdan "bir"
(vâhid) olarak vasıflandırılabileceğini ifade eder. Bunlar:
“a. O'nun kısımları yoktur,
b. O'nun cüzleri yoktur,
c. O, kıdem yönünden birdir,
d. O, ulûhiyyet yönünden birdir,
117 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 566. 118 57/Hadîd, 4. 119 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 570.
61
e. O, zâtıyla âlim ve zâtıyla kadir olmak gibi zâtının sıfatları yönünden
tekdir.”120
Râzi, tevhidin derecelerini ise dörde ayırır. Bunlar sırasıyla Ģöyledir:
“a. Lisan ile ikrar,
b. Kalb ile tasdik (inanma),
c. Kalbin, bu inancını hüccetle tekid etmesi,
d. Kulun, hatırına, Ehad ve Samed olan Allah'ı tanımaktan baĢka herhangi
birĢey gelmeyecek bir biçimde tevhid deryasına dalması...”121
Râzi, tefsirinde birçok yerde tevhid, birlik, vahdet, vâcibu‟l-vücûd ve birlik
baĢlığı altında konu ile ilgili izahlarda bulunmaktadır.122
Tevhid hakkındaki
fikirlerini bazen tek tek bazen de topluca ortaya koyarken, ortaya koyduğu delilleri
enfüsi ve afakî deliller123
diye ayırıma tabi tutmakta, çoğu zaman akli ıspat yolunu
tercih etmekte ve Haniflikle tevhidi eĢ anlamlı kullanmaktadır.124
1.3. Tevhidin Ondört Delili
Râzi, Allah‟ın tekliğini delillendirme konusunda büyük hassasiyet göstermiĢ,
tefsirinde pek çok yönden tevhid konusunu iĢlemekle beraber bir yerde, en açık
Ģekilde 14 maddede tevhidin delillerini sıralamıĢtır. Bu maddelerde görüleceği gibi
Râzi, tevhid inancını çok sağlam akli çıkarımlarla inĢa etmeye çalıĢmaktadır. ġimdi
bunlara bakalım:
“a. Ġki ilahın varlığını varsayacak olsak, bu durumda onların herbirerlerinin
ayrı ayrı mutlaka bütün makdûrata kadir olmaları gerekir. ġayet böyle olsaydı o
zaman onların her biri, mesela Zeyd'i hareket ettirmeye ya da durdurmaya muktedir
120
Râzi, a.g.e., c. IV, s. 127. 121 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 430. 122 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 122-123; c.IV, s. 123-126; c. IV, s. 126-127; c. V, s. 402; c. VI, s. 205; c.
XIII, s. 238-239-240; c. XIII, s. 379-380-381, c. XIV, s. 121. 123 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 271. 124 Râzi, a.g.e., c. VIII, s. 337-338.
62
olurdu. Binâenaleyh, onlardan birinin Zeyd'i hareket ettirmeyi, diğerinin ise onu
durdurmayı istediğini farzetsek, bu durumda ya her ikisinin isteği yerine gelir ki bu
imkânsızdır. Çünkü iki zıddı birleĢtirmek muhaldir. Veyahutta onlardan birisinin
isteği yerine gelmez ki bu da imkânsızdır. Çünkü onlardan her birinin isteğinin
yerine gelmesine mani olan diğerinin isteğidir. Binâenaleyh berikinin isteğinin
yerine gelmesinin imkânsız olması, ancak diğerinin isteğinin yerine gelmesi
durumunda söz konusu olur. Veyahut da bunun aksi düĢünülebilir. Binâenaleyh
Ģayet her ikisinin isteğinin de yerine gelmesi imkânsız olsa, o zaman her ikisi de
aynı anda bulunmuĢ olurdu ki bu imkânsızdır.125
b. Ġki ilâhın varlığı kabul edildiği takdirde onlardan her birinin uluhiyette
diğerine müĢterek olması gerekir. Ġki ilâh arasında farklı bir noktanın olması gerekir
ki ikilikten bahsedilebilsin. Bu farklılığın meydana geldiği Ģey hakkında iki ihtimal
söz konusudur. Bu ya kemâl sıfatı olur ya da olmaz. Eğer bu kemâl sıfatı olursa bu
vasfı taĢımayan taraf kemâl vasfından uzak olmuĢ olur. Bu durumda noksan olur ki
noksan olan ise ilâh olamaz.
c. Ġki ilâhın bulunduğu farz edilirse, o ikisi arasında mutlaka onları
birbirinden ayırt edecek bir farklılığın bulunması gerekirdi. Bu farklılık da ancak ya
mekân ya zaman ya vâcibü‟l-vücûd olma veya mümkinü‟l-vücûd olma açısından
meydana gelir. Bütün bunlar ise, ilâh hakkında imkânsızdır.
d. Ġki ilâhtan biri âlemi idare etmede ya yeterli olur ya da olmaz. Eğer yeterli
olursa ikincisi gereksiz ve kendisine ihtiyaç duyulmayan olmuĢ olur ki bu bir
noksanlıktır. Noksan olan ise ilâh olamaz.
e. Ġki ilâhtan biri kendisine delâlet eden, baĢkasına delâlet etmeyen bir delili
kendisine tahsis etmeye ya muktedir olur ya da olmaz. Çünkü yaratıcıya delalet
edecek delil ancak muhdesler ile sağlanır. Hâlbuki muhdeslerin meydana
gelmesinde, diğerine delâlet edecek delil yoktur. Ġkincisi de muhaldir, çünkü bu,
O‟nun bizzât kendisini tanımaktan ve izhâr etmekten aciz olduğu sonucuna götürür.
Aciz olan ise ilâh olamaz.
125 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 109.
63
f. Akıl, muhdes varlıkların bir fâile muhtaç olmasını gerektirir. Tek bir fâilin
bütün âlemin müdebbiri olmasında bir imkânsızlık yoktur. Ama bu Bir‟in ötesinde
olması düĢünülebilen fâil ve müdebbirlere gelince bu hususta herhangi bir rakamla
baĢka bir rakam arasında fark yoktur. Bu da sonsuz sayıda ilâhların var olabileceği
sonucuna götürür ki bu imkânsızdır.
g. Ġki ilâhtan biri yaptığı iĢlerden herhangi birisini gizlemeye ya kadir
olabilir veya olmaz. Eğer kâdir olursa, o zaman kendisinden gizlenen taraf cahil
olmuĢ olur. Eğer kâdir olmazsa aciz olması gerekir.
h. Ġki ilâhın var olduğunu farz etsek, o ikisinin kudretinin toplamı yalnız
baĢına her birinin kudretinden daha güçlü olur. Her birinin de kudreti sonlu
olduğuna göre hepsi de sonlu olur.
ı. Sayı, bire muhtaç olduğu için noksandır. Cinsinde noksan sayı bulunan bir
ise eksiktir. Çünkü sayı birden fazladır. Nâkıs olan ise ilâh olamaz. O halde ilâh
mutlaka tektir.
i. Varlığı mümkün olan bir „yok‟ farz edilirse, sonra da iki ilâhın varlığı
kabul edildiğinde, onlardan birisi o varlığı mümkün olan „yok‟u yaratamazsa, o
zaman onlardan her biri aciz olmuĢ olur. Aciz olan ise ilâh olamaz. Eğer onlardan
biri kâdir olsa, diğeri olmasa, kâdir olan ilah olur. Eğer her ikisinin de kâdir
olduğunu varsayarsak iki ihtimal söz konusudur. Birinci ihtimal onu yardımlaĢarak
var etmiĢ olmalarıdır. Bu durumda onlardan her biri diğerinin yardımına muhtaç
olmuĢtur. Ġkinci ihtimal ise onlardan birinin yalnız baĢına onu var etmeye kâdir
olup, diğerinin de onu var etmeye kâdir olmasıdır ki bu imkânsızdır.
j. Ġki ilâhtan biri, herhangi bir cisimde hareketi diğeri ise sükünu ya da bunun
aksini yapmaya kâdir olabilir mi? Eğer kâdir olamazlarsa aciz olurlar. ġayet kâdir
olurlarsa, bu durumda onlardan biri, o cisimde hareketi yarattığında, ikincisinin
onda sükûnu yaratması imkânsız olur. Bu durumda o ilâh olamaz.
k. Ġki ilâh da bütün malûmatı bildiklerinde o zaman her birinin ilmi bizzât
diğerinin ilmi olmuĢ olur. Böylece iki ilmin denk olması gerekir. Ġki denklikten
64
birisini kabul eden zât diğer denkliği de kabul eder. O halde bunlardan her birine o
sıfatı tahsis eden bir muhassisin olması gerekir.
l. Yeryüzüne baktığımızda kralların bile ortaklıktan uzak olduklarını
görüyoruz. O halde Allah‟ın mülkü için de bir ortaklık düĢünülemez.
m. Ġki ilâhın bulunduğunu var sayarsak, bu durumda onlardan her biri ya
diğerine muhtaç olur ya da her biri diğerinden müstağnî olur. Muhtaç olmaz veya
onlardan biri diğerine muhtaçken diğeri ona muhtaç olmaz. Birinci durumda her biri
de noksan olmuĢ olur, çünkü muhtaç olan noksandır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu
olursa yani her biri diğerinden müstağnî olursa, her iki ilah da kendisine ihtiyaç
duyulmayan varlıklar olurlar. Kendisine ihtiyaç hissedilmeyen ise noksandır.
Hâlbuki ilah olan kendisinden istifade edilen ve kendisinde müstağnî
olunamayandır. Üçüncü ihtimalde ise yani onlardan birinin muhtaç olması
durumunda kendisine muhtaç olunan ilah olmuĢ olur.”126
Görüldüğü gibi Râzi aklın imkânların sonuna kadar zorlamakta, hiçbir
Ģüpheye ve tereddüte mahal bırakmayacak Ģekilde tevhid inancını akla ve gönle
yerleĢtireye çalıĢmaktadır.
1.4. Râzi’nin Bilimsel Verileri Kullanması
Râzi, Allah‟ın varlığı ve birliği konusunda çoğu zaman yeryüzüne ve
gökyüzüne bakmayı tavsiye etmiĢtir. Bu tavsiyesini daha çok kevni ayetlerin
tefsirinde yapmıĢtır.127
Râzi, ayetleri tefsir ederken zaman zaman bilimsel konulara
da değinmistir. Bu yönüyle onun tefsiri, ilmi tefsirin de bir örneği durumundadır.128
Bunu yaparken o, çağının kısıtlı imkânları çerçevesinde edindiği bazı yanlıĢ bilgileri
de tefsirine eklemiĢtir. Örneğin, “O Rab ki, yeri sizin için bir döĢek, göğü de
(kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye
(yerden) çesitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah‟a Ģirk koĢmayın.”129
126 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 111-114. 127 Ġlgili ayetler ve tasnifleri hakkında bkz. Bayram, Enver, a.g.m., s. 151-152. 128 BirıĢık, Abdulhamid, “Tefsir” maddesi, D.Ġ.A, T.D.V. Yayınları, Ankara, 2002, c. XXII, s. 289. 129 2/Bakara, 22.
65
ayetini yorumlarken kendi döneminde dünyanın kendi etrafında dönmediği
düĢüncesi yaygın olduğundan kendisi de bu düĢünce ile ayeti tefsir etmiĢtir.130
Bununla beraber Râzi, yer ile ilgili ayetleri tefsir ederken de her bilgiden yararlanma
ilkesi doğrultusunda hareket etmiĢ ve bazen bugün doğru kabul edilmeyen bilgileri
de tefsirine almıĢtır. Zira ona göre, yer de dâhil yaratılan her sey Allah‟ın varlığına
ve birliğine delâlet etmektedir.131
Dolayısıyla Râzi‟nin döneminin eksik kozmolojik
bilgilerinden dolayı kusurlu sayılmaması gerektiği düĢüncesindeyiz. O bu bilgileri
tamamıyla görüĢlerini sağlamlaĢtırmak amacıyla tefsirine almıĢtır. UlaĢtığı her
malumata tefsirinde ya kendi fikrini desteklemek ya da kendi fikrine zıt oluĢunun
yanlıĢlığını ıspatlamak için yer vermeyi ilke edinmiĢtir.
1.5. Naklî Delillendirme
Râzi aklî ve bilimsel çıkarımlarının yanında nakli delilleri de kullanmıĢ ve
Kur‟ân‟dan ayetlerle de tevhid inancını destekleyici deliller getirmiĢtir. “Tevhidin
Nakli Delilleri” baĢlığı altında Ģu ayetleri sıramıĢtır:
a. "O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem batındır."132
b. "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden baĢkası bunları
bilemez"133
ayeti Râzi‟ye göre, Allah‟ın dıĢında gaybı bilen baĢka bir kimsenin
olmamasını gerektirir. ġayet O'nun ortağı olsaydı o da gaybı bilirdi. Hâlbuki bu
durum, bu ayetin ifade ettiğinin aksinedir.
c. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerimin otuzyedi yerinde, "Lâ ilahe illâ hû"134
ifadesini açıkça zikretmiĢ, pekçok yerinde de, "Sizin ilâhınız, tek bir olan ilâhtır"135
"De ki Allah birdir"136
ayetlerinde de olduğu gibi, vahdâniyyetini açıkça belirtmiĢtir
ki, bütün bunlar, bu konuda sârih beyanlardır.
130 Râzî, a.g.e., c. I, s. 337. 131
Bayram, Enver, a.g.m., s. 164. 132 57/Hadîd, 3. 133 6/En‟âm, 59. 134 "O'ndan baĢka Tanrı yoktur." 135 2/Bakara, 163. 136 112/Ġhlâs, 1.
66
d. "O'nun zâtı hariç, her Ģey yok olacaktır.”137
ayeti Râzi‟ye göre Allah‟ın,
kendisi dıĢında kalan herĢeyin helak olacağını beyanıdır ki, var olduktan sonra yok
olan kadîm olamaz, kadîm olmayan ise ilâh olamaz.
e. Bir biriyle yakın anlamlı "Eğer gökte ve yerde Allah'dan baĢka Tanrılar
olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmiĢti",138
"... bir kısım, bir
kısmına galib gelirdi"139
ve "... o zaman onlar arĢın sahibine elbet bir yol
ararlardı"140
ayetlerini Râzi, tevhidin açık delili olarak görmektedir.
f. Râzi‟ye göre "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu Kendinden
baĢka hiçbir açıcı giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O'nun fazlını geri
çevirici hiçbir (kuvvet) de yoktur"141
ayeti ile Cenâb-ı Hak bir baĢka ayetinde de,
"De ki: O halde bana haber verin: Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin
Allah'ı bırakıp da andıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir
rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini tutabilirler mi?"142
buyurması tevhide
iĢaret etmektedir.
g. "Bana haber verin: Eğer Allah kulağınızı, gözlerinizi alırsa, kalblerinizin
üstüne bir de mühür vurursa, Allah'dan baĢka onları size getirecek tanrı kimdir"143
ayetidir. Buradaki nasr, Cenâb-ı Hakk'ın bir ortağının olmadığını gösterir.
h."Allah, her Ģeyin yaratıcısıdır"144
ayetidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın
Ģayet bir ortağı bulunmuĢ olsaydı, o Hakk, yaratıcı olamazdı.145
2. ELMALILI’YA GÖRE
2.1. Ġhlâs Suresinde Tevhid
137 28/Kasas, 88. 138 21/Enbiyâ, 22. 139 23/Mu‟minûn, 91. 140
17/Ġsra, 42. 141 10/Yunus, 107. 142 39/Zümer, 38. 143 6/En‟âm, 46. 144 39/Zümer, 62. 145 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 114-115.
67
Elmalılı, Ġhlâs suresinin tefsirinde Kur‟ân‟ın ana konularını
a. tevhid ilmi,
b. Ģerîat ilmi,
c. ahlak ilmi Ģeklinde üçe ayırmıĢ ve bunlardan birisinin de tevhid olduğunu
ifade etmiĢtir.146
Tevhidi açıklamaya Ehad kelimesinin tahlilinden baĢlayan
Elmalılı‟ya göre Ehad; bölünmeyi, sayılara veya parçalara ayrılmayı, ortaklığı
nefyeden bir selbi sıfattır.147
Elmalılı, tevhid‟in en özet Ģekilde anlatıldığı Ġhlâs
suresinde “Ehad” kelimesi ile ilgili Ģunları kaydeder:
"Allah Teâlâ'nın esmasından ehad, birliği sürekli ve beraberinde bir
baĢkası bulunmayan ferttir, tektir. Bu bir isimdir ki beraberinde
belirtilebilecek sayıyı olumsuz kılmak için bina yapılmıĢtır.148
Bununla beraber Elmalılı tevhidin üç aĢamasından bahseder. En yüksekten
aĢağıya doğru sıraladığı tevhid'in bu üç mertebesi Ģöyledir:
Birincisi tevhid-i zât (zâtın birliği) mertebesidir. Bu fenâfillah
denilen Allah'ta yok olma makamıdır ki Allah‟tan baĢka mevcut
yoktur. Var zannedilenlerin hepsi yok olur, yalnızca bir tek Allah'ın
zâtı mevcud kalır. “Allah'tan baĢka mevcut yoktur.”
Ġkincisi sıfatın tevhid mertebesidir ki, ayrı olan her kudreti O'nun
kudretinin kapsamında ve her ilmi O'nun kâmil ilminde bir gölge
görmek ve hatta her kemâli O'nun kemâlinin ıĢıklarından bir parıltı
görmektir.
Üçüncüsü fiillerin tevhidi mertebesidir ki bu da varlıkta Allah'dan
baĢka müessir (etkileyici) yok olduğunu yakin ilim (ilme'l-yakin)
146 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 313. 147 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 276. 148 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 265.
68
veya bizzât müĢahede (ayne'l-yakîn) veyahutta hakka'l-yakîn olarak
gerçekleĢmesidir.149
Özet olarak Elmalılı‟ya göre Allah birdir demek, gerek zâtı, gerek sıfatları,
gerek isimleri ile hangi açıdan ele alınırsa alınsın hep birdir, hiçbir Ģekilde ortağı
olmayan bir tek hakikattır. O'nun için ilâhlık O'na mahsustur. O, ilâhlığında da
gerçek anlamda ve zâtî birlikle birdir, demek olur.150
2.2. Batı Felsefesinin Geçersizliği ve Tevhid
Elmalılı, Allah‟ın varlığı ve özellikle konumuz olan Tevhid konusunda Batı
felsefesini devamlı gündeminde tutmakta, böylece kendi döneminde özellikle
Avrupa‟nın gayet ileri olduğu bir alanda Ġslamı savunmak ve Hristiyanlık dinindeki
teslis inancının geçersizliğini ıspatlamak istemektedir.
Elmalılı, bu günkü Hıristiyanlığın Ģirkin bir tekâmülünden ibaret olduğunu
belirterek felsefenin bununla barıĢmayarak Ġslam akidesine hizmet ettiğini,
felsefenin Ġslam dıĢındaki bütün dinlerde haram olabileceğini ancak Müslümanlar
için gerekli olduğu iddiasındadır. Felsefenin ciddi olarak eriĢebildiği gayenin
Allah‟ın birliğini tesbitten baĢka bir Ģey olmadığını, buna bağlı olarak diğer dinler
içinde garip kalmıĢ olan felsefenin Ġslam‟da aradığını bulacağını söylemektedir.151
Elmalılı bu düĢüncesiyle felsefenin ulaĢabileceği en son noktanın tevhid inancı
olacağına olan Ģüphesiz güveninden hareketle Müslüman âlimleri bu alana
yönlendirme gayretinde görünmektedir. Zira geri kalmıĢlığın bir sebebi de
Elmalılı‟ya göre zannımızca, düĢünen ve sorgulama melekelerinin müslümanlar
tarafından az kullanılmasıdır.
Elmalılı‟nın tevhid konusundaki düĢüncelerini topluca ortaya serdiği önemli
yerlerden biri de "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ondan baĢka hiçbir ilâh yoktur."152
149
Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 271. 150 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 283. 151 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Metâlib ve Mezâhib, Eser Yayınları, Ġstanbul, 1978, s.372;
Berberoğlu, Muhammed Necati, E. M. H. Yazır‟ın Kelami GörüĢleri, (BasılmamıĢ Y.L. Tezi),
S.Ü.S.B. Enstitüsü, Konya, 2009, s. 35. 152 2/Bakara, 163.
69
ayetinin tefsiridir. Elmalılı bu ayetin tefsirinde Allah‟ı bir bilmenin değiĢik
yönlerinden bahsetmektedir. Ona göre Ġslam dininde emredilen genel iman konusu
"Allah'tan baĢka hiçbir ilâh yoktur." tevhidi, yani Allah'ı bir bilmektir. Yoksa
"Allah"tan baĢka hiçbir mevcud yoktur." diye ifade edilen mevcudu, varlığı bir
bilmek değildir. Elmalılı “Bu olsa olsa marifet yolunda merhaleler katetmiĢ olan
seçkin Ģahıslar için bahis konusu olabilir”153
derken tasavvuf basamaklarında
yükselmiĢ olanların sıradan insanların ulaĢamayacağı bir tevhid inancına iĢaret
etmektedir. Tasavvuf konusunda son derece malumat ve tecrübe sahibi olan
Elmalılı‟nın bu ifadeleriyle, konuya sadece iĢaretle yetinmesi bazı kaygılar taĢıması
nedeniyledir. O, batı felsefesindeki kullanımı ile panteizmi kabul etmemekte, fakat
tasavvufta derinleĢmeye bağlı olarak bazı seviyelerde Allah‟tan baĢka hiçbir varlığın
görülemeyeceği fikrini savunmaktadır. Bu fikrini desteklemek için ayrıca Ģu
ifadeleri kullanmaktadır:
Bizim nazarımızda varlığın “bir”e indirgenmesi, mutlak anlamda
inkâr edilmiĢ değil, belki keĢfen olumlanmıĢtır. Fakat "Allah'tan
baĢka varlık yoktur." demekle "her varlık Allah'tır." demek arasında
pek büyük fark vardır. Önceki, tamamen tevhid olabilir, fakat ikincisi
tamamen Ģirktir. "Allah'tan baĢka varlık yoktur." dendiği zaman,
Allah'tan baĢkasına yüklenen varlığın gerçek olmayıp hayali, vehmi
ve Ģuurda yansımıĢ gölgesel bir durum olduğu ve hakiki varlığın,
ancak Allah'a mahsus bulunduğu ifade edilmiĢ ve âlemin
kendiliğinden gerçek varlığı olumsuzlanmıĢ olur ki bu vahdet-i
vücuddur. Çünkü keĢfen sabit olduğu üzere biz, âlem adına ne
biliyorsak hepsi, beĢ duyu ile algıladığımız Ģeyler, hayâlimiz, zihinsel
Ģekiller ve ruhsal izlenimlerimizden ibarettir.154
Elmalılı vahdet-i vücûd ve varlık tevhidi arasında karĢılaĢtırma yaparken
ise;
153 Elmalılı, Hak Dini Kur‟ân Dili,, c. I, s. 446. 154 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 456.
70
Âlemin görüntülerinin gölgesel ve hayali olduğunu görmek ve onları
silip ötesindeki bir olan Hakkın varlığına iman etmekle mümkün
olur. Nitekim "La ilahe illallah" dediğimiz zaman da birtakım
putların, birçok kimseler tarafından ilah edinildiğini inkâr etmiĢ
olmuyoruz da bunların hak olmadıklarını ilan etmiĢ ve ancak bir
Allah'ı ispat ve kabul etmiĢ oluyoruz. Fakat "Her varlık Allah'tır."
dendiği zaman, varlıkta hakiki bir çokluk kabul edilmiĢ ve hepsinin
Allah olduğu iddia edilmiĢ oluyor ki bunda tevhid yok, bilakis Allah'ı
çoğaltmakla Ģirk koĢma vardır. Bu bir vahdet-i vücud değil, varlığı
birleĢtirme veya hulûl (girme) teorisidir veyahut Allah'ı inkâr ile
ancak âlemi ispattır, "Bir"e "her" demektir155
ifadelerini kullanmaktadır. Böylece tevhid inancını daha iyi anlaĢılır hale
getirmeye çalıĢmakta ve yanlıĢ anlamaların önüne geçmektedir.
2.3. Tevhid Ġnancının Fıtrat ve Sosyal Konularla ĠliĢkilendirilmesi
Elmalılı, Allah‟ın bütün yaratıklara baĢlangıç olan yani onların
yaratılmalarına sebep olan birçok isimleri ve sıfatları olmasına rağmen O‟nun
zâtından hakkıyle bahsetmenin mümkün olmadığını kaydeder. Hakk'ın gerçek
mahiyetinin her türlü bileĢimden uzak olmasını buna sebep olarak gösterirken Ģu
değerlendirmelerde bulunur:
O tek olan ferdin nitelendirilmesi mümkün değildir. Çünkü vasıf,
nitelenen ile nitelik arasında az çok bir baĢkalık gerektirir. BaĢkalık
olunca da tek bir oluĢ ve eĢsizlik kalmaz. Bir de haber verme,
kendisinden haber verilen Ģeyle, kendisini haber veren diye iki unsur
gerektirir. Bu ise eĢsiz ve tek bir oluĢa zıddır. Bunun için türev
isimlerin hepsi, Hakk'ın hakikatinin birliğinin özüne ulaĢmada eksik
kalır. O'nun zâtına ancak ve ancak “Huve” yani “O” denebilir.156
155 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 457. 156 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 446.
71
Elmalılının üzerinde durduğu bir diğer konu Allah‟tan baĢka ilâhlar ve hatta
O'nun dıĢında bir ilâh varsayılırsa, gerek ortaklık Ģeklinde farzedilsin, gerek tek
baĢına bağımsız olarak düĢünülsün, ilâh varsayılanların ilâh olamaması gerektiğidir.
Bunu ise Ģöyle açıklar:
Mutlak varlıkta sağlıklı hiçbir yapıya imkân kalmaz, varlık namına
hiçbir Ģey gerçekleĢemezdi, yer ve gök bulunamazdı. Oysa bugün yer
ve gök bozguna uğramayıp, sağlıklı yapılarıyla dimdik
ayaktadırlar.157
Böylece Elmalılı, yerlerin ve göklerin bir düzen içerisinde varlıklarını devam
ettirmesini ve düzenli iĢleyiĢlerini Allah‟ın birliğine delil olarak göstermektedir.
“Tevhid inancı gereğince yaratılıĢ âleminde olduğu gibi, teĢri âleminde de icat ve
inĢa, ancak Cenab-ı Allah'a ait bir sıfattır”158
diyerek yaratmanın ve yaratılanların
varlıklarını sürdürebilesini sağlayacak kanunları koyanın da sadece Allah olduğu
vurgusunda bulunmaktadır.
Elmalılı‟ya göre, besmelenin anlamı üzerinde düĢünüldüğünde bir tevhid
mânâsını içermektedir.159
Ġslâm dini ve tevhid imanını, insanların Allah tarafından
boyanması160
Ģeklinde değerlendirirken, Ġslam‟a inanan ve tevhid inancını kazanmıĢ
herhangi bir kimsenin tamamıyle Allah‟a teslimiyeti yaĢıyor olduğu vurgusunu
yapmaktadır. Bunu baĢka bir yerde “Her Ģüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir
teslimiyettir.”161
Ģeklinde ifade etmektedir.
Elmalılı, tefsiri incelendiğide, tevhid konusunu pek çok yerde sosyal
konularla iliĢkilendirmektedir. Örneğin, bir yerde “Hakk'ın tevhidi ile tam bir barıĢ
ortamına girilebileceğini”,162
baĢka bir yerde “Allah'ın ipine toptan yapıĢarak tevhid
üzere toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek gerektiğini163
ifade eder. Elmalılı tevhid
nizamı bozulduğu zaman ortaya çıkacak Ģer ve belanın yalnız zalimlere isabet
157 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 263. 158
Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 379. 159 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 61. 160 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 412. 161 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 358. 162 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 60. 163 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 365.
72
etmeyip, herkese bulaĢacağını,164
tevhid inancında meydana gelen bir sarsıntının
toplumsal bunalıma yol açacağını165
değiĢik yerlerde vurgulamaktadır. Böylece
tevhid inancının kaybolduğu toplumların birlikteliklerinin sağlam olamayacağını
ortaya koymaya çalıĢmakta, Tevhid inancının toplumun daha güçlü hale
dönüĢmesine yardımcı olacağı mesajını vermektedir.
Elmalının tevhidle ilgili ortaya koyduğu bir diğer gerçek fıtrata
uygunluğudur. Ona göre Allah Teâlâ bütün insanları fıtratlarının baĢlangıcında
tevhid inancına ve Ġslâm'a kabiliyetli olarak;166
objektif ve subjektif delillerle
Allah'ın rablığını algılayabilecek Ģekilde ve Ġslâm'a yatkın olarak halketmiĢtir.167
O,
gerçeği arayıp ortaya çıkaran bilginlerin çoğunluğunu, ilk insanların, Allah'ın
birliğine iman etmelerini ve insanların bir tek din üzere bir araya gelmiĢ bir tek
millet olmalarını tevhidin bir delili saymaktadır. Peygamberlerin toplumdaki görüĢ
ayrılıklarını izale etmek amacına matuf gönderildiklerine iĢaretle Ģu açıklamalarda
bulunur:
Zâten, fıtratta tevhid asıl, Ģirk, küfür ve ihtilaf ise asl değildir.
Genellikle birlik ve ihtilafın olmaması söz konusu olduğu zaman,
Hakk'ın tevhidi ortaya çıkar. Ġlk insanların birliklerini, Ģirk, küfür ve
görüĢ ayrılıkları üzerine birleĢme Ģeklinde yorumlamak için ortada
haklı bir delil yoktur. Kesin olarak yaratıcının birliği duygusu ve
düĢüncesi, insanın içindeki duygularda, birçok ilâhın var olduğu
duygu ve düĢüncesinden önce gelir. MüĢriklik, tevhidden sonra, ilâh
üzerinde görüĢ ayrılıklarından ortaya çıkan çekiĢmenin ifadesidir.
Buna göre dinler tarihinde, daha önce geçmiĢ insan topluluklarında
eski gibi görünen Ģirk ve küfür, temel ve yaratılıĢtan var olan birliğin
bozulmasından kaynaklanan gelip geçici ikinci bir durumdur. Her
doğan çocuk Hakk'a karĢı samimi olarak doğar; nankörlüğü,
yalancılığı sonradan öğrenir. Ġnsanlık ailesinin fertleri çoğaldıkça,
insanların amel ve arzularının birbiri ile çeliĢmesi çoğalmaya
164 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 366. 165 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 53. 166 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 81. 167 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 425.
73
baĢlamıĢ, bundan da görüĢ ayrılıkları ve Ģirk ortaya çıkmıĢtır. Yüce
Allah'ın ilâhî irĢadı ile insanların akılları ilerledikçe tevhid yoluna
dönülür olmuĢtur. Dolayısıyla barıĢ ve Ġslâm'ın temeli olan Hakk'ın
tevhidi (Allah'ın birliği) inancı, insanlığın ilk yaratılıĢında var olan
ve Hz. Âdem‟den itibaren Âdemoğullarının hislerine aĢılanmıĢ
bulunan ezelî ve mutlak bir temeldir.168
Tevhidin asıl Ģirkin ise arızi bir durum olduğunu son derece mantıklı ve
doyurucu bir Ģekilde açıkladıktan sonra Elmalılı‟nın, Hıristiyanlık‟taki Teslis
inancıyla ilgili düĢüncelerine geçecek olursak o teslisi “tevhid davası altında teslis
muammasıyla bir sır, bir inanç diye gizlenmek istenen Ģirk ve küfür”169
olarak
nitelendirmektedir. Elmalılı, müĢrik, Hıristiyan ve Yahudilerin ilah anlayıĢlarını
genel olarak Ģöyle izah etmektedir:
MüĢrik, Kur'ân dilinde iki anlama gelir. Biri zahirî, diğeri hakikîdir.
Zahirî anlamda müĢrik, açıktan açığa Allah'a ortak koĢan, birçok
ilâhın varlığını inananlardır. Bu anlama göre, Ehl-i kitaba müĢrik
denmez. Hakikî müĢrik de, hakikaten tevhide ve Ġslâm dinine kâfir
olanlar, yani mümin olmayan gayr-i müslimlerdir. Bu anlama göre,
ehli kitap olan yahudiler ve hıristiyanlar da müĢriktirler. Zira
bunlar, görünüĢte tevhid iddialarına rağmen hakikatte Allah'a çocuk
isnad ederler, hıristiyanlar teslis (Allah'ın baba, oğul ve Rûhu'l-
Kudüs olmak üzere üç olduğuna) düĢüncesine sahiptirler ve "Mesih,
Allah'ın oğludur." derler. Yahudiler de "Üzeyr Allah'ın oğludur."
demiĢlerdir. Böyle demekle beraber tevhid iddiasında da bulunurlar.
Dolayısıyla her ikisi de görünüĢte müĢrik değillerse de, hakikatte
müĢriktirler.170
168 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 50. 169 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 267. 170 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 70.
74
Elmalılı, tüm âlemi ve zamanı Allah‟ın birliğine delil olarak görmekte,
“bütün mekân ve zaman aklî ve naklî tevhid delilleri ile doludur”171
demekte, fakat
tüm bu delillerin görülebilmesini ihlâslı172
olmaya bağlamaktadır.
MUKAYESE
Dikkat edilirse Râzi, tevhid konusunda yoğun bir delillendirme faaliyetine
giriĢmiĢ ve bu konuya ağırlık vermiĢtir. Tevhidi kısım kısım inceleyen Râzi,
Allah‟ın vâcibu‟l-vücûd olmasıyla tevhidi mukayese etmekte akli çıkarımlar yoluyla
pek çok sonuca ulaĢmayı baĢarmaktadır. Bu çabalarının kökeninde, döneminde
ortaya çıkan değiĢik fırkaların saf Ġslam inancını bozmaya yönelik saldırıların
berteraf edilmesi olduğu açıktır. Râzi, Kerramilerle Allah‟a cisim denilip
denilemeyeceği konusunda çok uzun süren tartıĢmalara giriĢmiĢtir.173
TartıĢmalarda
Allah‟ın birliği konusu önemli yer teĢkil ettiğinden bu konuya aĢırı biçimde
tefsirinde yer vermiĢtir.
Elmalılı‟nın da Tevhid konusunu ele alırken en temel amacının savunmacı
bir yaklaĢım olduğu görülür. Elmalılı, Müslüman topluluklarının Batı toplulukları
karĢısında maddi açıdan yıkıma uğradığını bizzât müĢahede etmiĢ, Batı
medeniyetinin ilerleyiĢini görmüĢ bir aydın, buna mukabil Ġslam medeniyeti ve
dininin mükemmelliğinin de farkında Müslüman bir âlim olarak hareket etmiĢtir.
Sahip olduğu kültürel birikimini eserlerinde kullanarak yansıtmıĢ, tefsirinde de
Hıristiyanlıktaki teslis inancının yanlıĢlığını delillendirmeye çalıĢırken buna
mukabil, tevhid inancının mutlak doğruluğunu ıspat yolunu ısrarla tercih etmiĢtir.
Dikkat çekilmesi gereken diğer konu Ģudur ki Elmalılı tevhid yani “Bir”lik
konusunu, Râzi‟den farklı olarak Avrupa‟da yapılan araĢtımalardan elde edilen
verileri kullanarak ıspatlamaya ve anlaĢılır kılmaya çalıĢmıĢtır. O gerek sosyal
bilimler gerekse pozitif bilimler alanındaki bulguları konunun izahında
kullanmaktan kesinlikle çekinmemiĢ, her ne kadar bu veriler Müslümanlar eliyle
elde edilmiĢ olmasa da bu bilgileri insanlığın ortak mirası olarak değerlendirmiĢtir.
171 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 380. 172 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 528. 173 Kutlu, Sönmez, “Kerramiye” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ankara, 2002, c. XXV, s. 294.
75
Râzi de kendi çağındaki tüm bilimlerden istifade etmiĢ olmasına rağmen daha rahat
hareket etmiĢ olması doğal olarak düĢünülebilir. Çünkü onun elindeki veriler Ġslam
medeniyetinin en yüksek seviyelerine ulaĢtığı bir döneme ait verilerdir ve büyük
ihtimalle ya kendisi tarafından ya da Müslüman âlimler tarafından elde edilmiĢtir.
Her iki müfessir de tevhid konusunda koruma düĢüncesiyle hareket etmekle
beraber bu, aralarındaki tek fark değildir. Râzi kendi döneminde, aĢırıya yönelen
Ġslam içinden türemiĢ düĢünceleri en aza indirme amacı güderken, Elmalılı Ġslam‟ın
karĢı karĢıya kaldığı varlık yokluk mücadelesinde, temel dini esaslardan Tevhidi
dıĢarıdan ve yabancı bir düĢünsel tehdite karĢı ıspatlamaya çalıĢmıĢtır. Kendi
dönemlerinde olduğu gibi kendilerinden sonraki dönemlerde yaĢayan Ġslam
toplumlarının sosyal ve bireysel pek çok soru ve sorunlarına cevap verebilmiĢ
olmaları iki müfessirin görüĢlerinin isabetli olduğuna delalet eder.
Elmalılı tevhidi sosyal hayatla iliĢkilendirmekte, teorinin pratiğe
dökülmedikçe bir faydasının olmayacağı düĢüncesinden hareketle, Ġslam ümmeti
içindeki parçalanmayı birlikte hareket etme iradesini göstermeye teĢvik etmeye
çalıĢır görünmektedir.
Her iki müfessirin vahdet-i vücûd düĢüncesini savunduğu açık olarak
görünmektedir. Ġhlâs suresini tefsir ederken tevhid konusunu kapsamlı incelemeye
tabi tutmaları ve yer yer tasavvufi izahatlarda bulunmaları sprütual altyapılarını
göstermesi açısından önemlidir. Özellikle “Hu” zamiri, “Ahad”, “Samed” ve tevhid
mertebeleri konularındaki değerlendireleri değerli ipuçları barındırmaktadır.
C. ALLAH’IN ĠSĠM VE SIFATLARI
Yüce Allah‟ın varlığı ve tekliği konusundan sonra ehemmiyetli diğer bir
konu O‟nun isim ve sıfatlarıdır. Ġnsan yaratılıĢ itibari ile sonsuz güç ve kudret sahibi
bir yaratıcıya ihtiyaç duyar. Aklen düĢünüldüğünde de bu ihtiyaç ortaya
çıkmaktadır. Hiçbir yaratıcıya inanmadığını söyleyen kiĢiler bile hayatlarının bazı
evrelerinde bir sonsuz güç sahibine sığınma ihtiyacı duymaktadırlar. Bu da bize
tanrı veya ilah inancının insana doğuĢtan verilen bir özellik olduğunun en açık
76
göstergesidir. Mekkeli müĢriklerin pek çok putlara tapmakla beraber “Allah”a
inandıklarını ikrar etmeleri, herkesin inandığı Allah konusunda kendini sorgulaması
gerekliliğini doğurmaktadır. Çünkü sorgulanmayan inanç “atalar dini”ne
dönüĢmekte, zamanla içerikten yoksun ezbere dayalı Ģekilciliğin esiri
olabilmektedir. O halde sonsuz güç sahibi yaratıcının nasıl olduğu ve neler yaptığı
Ġslam‟ın en ayırt özelliği olacaktır. Ġki müfessirimizin konu hakkındaki
düĢüncelerini Ģimdi görelim:
1. RÂZĠ’YE GÖRE
1.1. Allah’ın Ġsimlerinden En Büyüğü
Râzi, Allah‟ın isim ve sıfatları konusunda pek çok açıdan
değerlendirmelerde bulunmuĢtur. Ona göre Allah ismi, zâta ve sıfatlara delalet ettiği
için, isimlerin en büyüğüdür.174
Bunun nedeni Allah isminin, Cenâb-ı Allah'ın diğer
isim ve sıfatlarına nazaran günahlardan nehyetme hususunda daha etkili olmasıdır.
Çünkü ilâh ibadete müstehak olandır. Ancak Allah, Kadîr ve Hakîm olduğudan
ibadete müstehak olur.175
Râzi, "De ki: Gerek „Allah‟ diye, gerek „Rahmân‟ diye dua ediniz. Hangisi
ile dua ederseniz edin, nihayet en güzel isimler O'nundur"176
ayetinin tefsirinde
Allah Teâlânın, kullarının akıllarına tecellî ettiğini belirtirken bu tecellînin üç
mertebesinden bahseder. Bunlardan ilkinin fiilleri ile tecellî etmesi, ikinci mertebede
sıfatları ile tecellî etmesi, en sonunda da zâtı ile tecellî etmesi olduğunu kaydeder.
Ġlk olarak Allah‟ın, bütün kullarına fiilleri ile tecellî etmesine, "Denizler de dağlar
gibi akıp giden gemiler de Onun ayetlerindendir"177
ve "Muhakkak ki göklerin ve
yerin yaratılıĢında, gece ile gündüzün birbiri ardınca geliĢinde ayetler (deliller)
vardır"178
ayetlerini delil olarak sunmaktadır. Ġkinci olarak Allah‟ın, dostlarına yani
evliyaya sıfatlarıyla tecellî etmesini Allah‟ın "Allah'ın gökleri ve yeri yaratması
174 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 520. 175 Râzi, a.g.e., c. I, s. 125. 176 17/Ġsrâ, 110. 177 42/ġûra, 32. 178 3/Âl-i Ġmrân, 190.
77
hususunda düĢünürler ve ey Rabbimiz bunu boĢa yaratmadın."179
buyurmasını,
üçüncü olarak büyük peygamberlere ve meleklerin reislerine zâtı ile tecellî etmesine
Allah‟ın, "Sen, „Allah‟ de (geç) ve sonra onları daldıkları batakta oynasınlar diye
bırak"180
buyurmasını delil olarak sunar. “Allah” isminin, Zât-ı ilâhînin en kuvvetli
tecellî eden ismi olduğunu vurgulayan Râzi‟ye göre, “Allah” ismi lafız bakımından
isimlerin en açığı, mana bakımından da akılların anlayamayacağı kadar uzak
olanıdır. Bununla birlikte Allah, inkârı güç ve sırları idrak edilemeyen zahir (açık)
ve bâtın (kapalı) olandır.181
"Allah Âdem‟e bütün isimleri öğretti"182
ayetinin tefsirinde Râzi, ayetteki
isim lafzından muradın sıfat olduğu hususunda herhangi bir mahzur görmez.183
Bu
düĢüncesinden hareketle isim ve sıfat kelimelerini bazen eĢ anlamlı kullandığı
ortaya çıkmaktadır.
Râzi‟nin üzerinde durduğu konulardan biri, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Hakîm,
el-Kadîr, el-Alîm gibi isimlerin Cenâb-ı Hakk'ın kendine mahsus olup zâtına Ģâmil
olmadığıdır. Sebep ise Ģudur:
Bu isimlerden anlaĢılan, müĢterekliğe mâni olmayan bir husus olup;
oysaki Cenâb-ı Hakk'ın muayyen zâtı ise, ortaklığa ve Ģirke mâni
olunca, kendisine bu isimle iĢaret edilenin bizzât Cenâb-ı Hak
olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir O'nun zâtı ise sıfatlarla
tamamlanmaz; tam aksine O'nun zâtı kâmil olduğu için, kemâl
sıfatlarını gerektirmiĢtir. "Hüve" lâfzı seni rahmet, izzet ve yüceliğin
kaynağına ulaĢtırır ki bu da O'nun zâtıdır. Diğer lâfızlar ise seni
ancak sıfat ve nitelikler makamında tutar. O halde hüve lâfzı en
Ģerefli bir lâfızdır.184
179
3/Âl-i Ġmrân, 190. 180 6/En'âm, 91. 181 Râzi, a.g.e., c. I, s. 403-404. 182 2/Bakara, 31. 183 Râzi, a.g.e., c. II, s. 264. 184 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 133.
78
Böylece Râzi, isim ve sıfatların zâta ait, fakat onun bir parçası olmadığını,
bunların Allah‟ın mutlak kemalinin sonucu olduğu sonucuna varmaktadır. Üzerinde
durduğu diğer konu ise “Hüve” lafzının zâta iĢaret ettiği yönündeki görüĢüdür. Râzi,
bu özelliği nedeniyle “Hüve” lafzını “en Ģerefli” olarak nitelemekte “Allah” ismini,
Zât-ı ilâhîsinin en kuvvetli tecellî eden ismi olarak nitelerken ikisi arasındaki boyut
farkına iĢaret etmektedir.
1.2. Allah’ın Ġsim ve Sıfatlarının Taksimi
Râzi, isim ve sıfatları değiĢik Ģekillerde sınıflandırmıĢtır. Â‟raf suresi 180.
ayetin tefsirinde Allah'ın sıfatları iki gruba münhasırdır diyerek
a. Hak Teâlâ'nın, baĢka bir varlığa muhtaç olmadığını ifade eden sıfatlar,
b. Allah dıĢındaki herĢeyin O'na muhtaç olduğunu ifade eden sıfatlar185
Ģeklinde bir tasnif yaparken yine ayetin tefsirinde Râzi, “Esmayı Hüsna'nın
Taksimi” baĢlığı altında birçok açıdan sınıflandırmalar yapmaktadır. Birinci
sınıflandırmada isim ile ilgili olarak Ģunları ifade eder:
Ġsim, ya zâtın ya zâtın bir parçasının yahut da zâtın dıĢında olan,
ama o zâtta bulunan bir sıfatın ismi olur. Zâtın ismi olana ism-i
a'zam (en büyük isim) denilir.
Sıfat ismine gelince ise Ģunları kaydeder:
Sıfat, ya hakikî; ya izafî; ya selbî, ya da bu üçünün hepsi birden
olmuĢ olur.
Râzi‟nin bu taksimatları yapması esnasında üzerinde kısaca durduğu önemli
bir nokta da, Allah‟ın yaratmasının sonsuz olmasına bağlı olarak, Allah'ın güzel
185 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 165.
79
isimlerini bilmenin de bir sınırının olmadığı gerçeğidir.186
Geleneksel olarak
doksandokuz ile sınırlanan Allah‟ın isimlerinin gerçekte sınırsız olduğu fikrindedir.
Râzi kelamcılara göre Allah'ın sıfatlarını üçe ayırır. Bunlar:
“a. Vacib olanlar,
b. Caiz olanlar,
c. Ġmkânsız (müstahil) olanlar.
Allah Teâlâ'nın bu üç kısımdan her birine göre belli isimleri vardır.”187
Râzi bir yerde Allah'ın sıfatlarını zâtî, manevî ya da fiilî Ģekinde taksim
ederken baĢka bir yerde bu sıfatları, Allah'dan baĢkasına verilebilenler veya
verilemeyenler diye iki kısma ayırmaktadır. Allah'dan baĢkasına verilebilen
sıfatlara, "Kerîm", "Rahîm", "Azîz", "Latîf", "Kebîr" ve "Hâlık" gibi sıfatları örnek
verirken bunun sebebini, her ne kadar Allah hakkında kullanıldıklarında ifade
ettikleri manalar, kullar hakkında kullanıldıklarında ifade ettikleri manalardan baĢka
ise de, kullar hakkında da kullanılabilir olmalarına bağlamaktadır. Allah'tan
baĢkasına verilemeyen sıfatlara ise, "Allah", "Rahmân" gibi isimleri örnek olarak
vermektedir.188
Râzi, Allahın isimlerini;
a. Tek baĢına kullanılabilen isimler; Mesela Ya Allah, Ya Rahmân, Ya
Hayy, Ya Hakîm gibi,
b. Tek baĢına kullanılması caiz olmayan isimler; Mesela, Mümît (öldüren),
Dârr (zarar veren) gibi isimler Ģeklinde ayrıca sınıflandırır.189
186 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 165-166. 187 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 166. 188 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 166. 189 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 167.
80
Râzi, insanların Allah‟ın sıfatlarını bilmede önceliğin hangi sıfata ait
olduğuna dair tespitler yapar. Ona göre Allah'ın ilk bilinen sıfatı, "Muhdis" yani
eĢyayı yoktan var etme ve "Müreccih" yani eĢyayı var etmeyi tercih etme sıfatıdır.
Sebebini ise Ģöyle izah eder:
Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, ancak mümkinâtın
(mahlûkatın) varlığını O'na delil kılmak suretiyle anlayabiliriz.
Deliller, görünen âlemin, zâtı gereği, varlığı da yokluğu da mümkin
olduğunu gösterince, akıl, bu âlemin varlığını yokluğuna tercih edip
bunu var eden, bir müreccihe muhtaç olduğu neticesine varır. ĠĢte bu
"müreccih", sadece Allah Sübhanehu ve Teâlâ'dır. Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın, bilinen ilk sıfatının, "müreccih" ve "müessir" sıfatları
olduğu sabit olur.
Râzi‟ye göre, Allah'ın "müreccih" oluĢunun bilinmesinden sonra, bilinen ilk
sıfatın Allah'ın "Kadir" oluĢudur. Çünkü,
Bu "müreccih" tercihini ya "vücûb" (vâcib olduğu) için, ya da
"sıhhat" veçhiyle (doğru olduğu) için yapmıĢtır. Birinci ihtimal
bâtıldır. Aksi halde, Cenâb-ı Hak'la beraber kâinatın da ezelî olması
gerekirdi. Hâlbuki bu olamaz. Geriye Allah'ın, bu âlemi, "sıhhat"
yolu ile tercih etmesi (var etmesi) ihtimali kalır. O'nun "sıhhat"
yoluyla müreccih olması (birĢeyi tercih etmesi) ise, O'nun kadir
olması demektir.190
Bundan sonraki sıralamada Râzi, Cenâb-ı Hakk'ın fiillerinin çok hikmetli ve
sağlam oluĢu ile "âlim" olduğunu, O'nun âlim ve kadir olduğunu bilip, âlim ve kadir
olanın da mutlaka "Hayy" (diri) olacağını bildiğimizi belirtmektedir. Onun bununla
beraber diğer iddiasın da Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarını ve isimlerini bilmenin, aynı
190 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 167.
81
anda hep birden olmadığı; aksine birbirinden istifade edilerek, derece derece olan
ilimlerle gerçekleĢtiğidir.191
Râzi, tefsirinde vâcib ve mümkin varlık olma yönünden de isimleri
değerlendirmeye tabi tutmaktadır. O, "En güzel isimler Allah'ındır"192
ayetinin, hasr
(sadece) manâsı ifade ettiğini, yani buradaki "hasr"ın, "En güzel isimler, sadece
Allah'ındır" manâsında olduğunu Ģöyle delillendirir:
Çünkü varlıklar ya zâtı gereği "vâcibu'l-vücûd"dur, ya da zâtı gereği
"mümkinü'l-vücûd"durlar. Zâtı gereği "vâcib" olan tek olup, o da
Allah Teâlâ'dır. O'nun dıĢındakilerin hepsi, zâtı gereği "mümkin"
varlıklardır. Zâtı gereği mümkin varlıklar, mahiyetleri, var oluĢları
ve bütün hakiki, izafî, selbî sıfatları itibarıyla, zâtı gereği "vâcib"
olan Allah'ın onları var etmesine muhtaçtırlar. Eğer o zâtı gereği
vâcib varlık bulunmamıĢ olsaydı, onlar sırf yokluk ve (selbîlik)
olumsuzluk üzere kalırlardı. Binâenaleyh Allah Teâlâ zâtı gereği,
"kâmil" (tam-noksansız) olandır. Onun dıĢındaki varlıkların kâmil
oluĢu ise, ancak O'nun cûd ve keremi ile olur. O halde her türlü
kemal, celal ve Ģeref, zâtından dolayı, zâtında ve zâtı için,
Allah'ındır; ariyet (geçici) (ödünç) olarak ise Allah'dan baĢkası
içindir. Cenâb-ı Hakk'ın zâtından baĢka varlıkların sıfatları, fakirlik,
muhtaçlık, noksanlık ve yokluktur. Binâenaleyh bu açık aklî delil ile
de, en güzel isim ve sıfatların, ancak Allah'ın olduğu; O'nun
dıĢındaki herĢeyin yokluk ve noksanlık denizinde boğulduğu sabit
olur.193
Böylece Allah‟a yakin elde etmek akıllı insanın en temel hedefi olması
gerekirken, Allah‟a yakin elde edenler, bununla sonsuz huzura kavuĢma imkânını
bulabilirler. Aksi halde insanın ebedi cehenneminde azab çekmesi mukadder
olabilecektir.
191 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 167. 192 7/Â‟raf, 180. 193 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 167-168.
82
1.3. Allah’ın Ġsim ve Sıfatlarının Tevkîfi Olması, Ġlhad
Râzi yine Â‟raf suresi 180. ayetinin tefsirinde, Cenâb-ı Allah'ın isimlerinin
ıstılahı değil, tevkifi yani Allah'ın kendi vermesi ile olduğunu iddia eder. Bunun
böyle olduğunu Ģöyle açıklar:
Mesela, "Ya Cevvâd" denilebildiği halde, yine cömert manâsına
gelen "Ya Sahî" denilmesi caiz değildir. Yine Allah için, "Ey Âkil”
yani akıllı, “Ey Tabîb”, “Ey Fakîh" de denilemez. ĠĢte bu da, Allah
Teâlâ'nın isimlerinin ıstılahi yani insanların belirlemesi ile değil,
tevkîfî olduğuna delâlet eder.194
Râzi‟nin ısrarla üzerinde durduğu konulardan biri de yukarıda kısaca
değindiğimiz gibi ismin, müsemmadan gayrı olduğudur. ġöyleki, Allah'ın isminin
pek çok olduğu sabittir. Allah'ın tek olduğunda da Ģüphe yoktur. Durum böyle
olunca ismin, müsemmadan baĢka olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Râzi, "En
güzel isimler Allah'ındır" buyruğunun tefsirinde Ģöyle demektedir:
Ġsimlerin Allah'a izafe edilmesi O'na ait olduğunu söylemeyi
gerektirir. Hâlbuki bir Ģeyin, yine kendisine nisbet edilmesi
imkânsızdır. Buna göre Ģayet, "zâtlar Allah'ındır" denilseydi, bu
bâtıl olurdu. Cenâb-ı Allah, "(En güzel) isimler, Allah'ındır"
deyince, bu, güzel ve yerinde olmuĢtur. ĠĢte bu durum da, ismin
müsemmadan baĢka olduğuna delâlet eder.195
Râzi, “Ġlhad” konusuna da değinmekte ve ilhadı Allah‟ın isimleri ile
açıklarken öncelikle bazı dil âlimlerinin ilhad hakkındaki tanımlamalarını
sunmaktadır. Yaptığı tanımlamalardan bir kaçı Ģöyledir:
“a. Arapça'da ilhâd"ın manâsı, maksut olandan sapmak, meyletmektir.
194 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 169. 195 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 170.
83
b. Mülhid, haktan sapan ve kendisinde hak namına bir Ģey bulunmayan bir
Ģeye girmektir.
c. Ġlhad, doğruluktan sapmak ve ondan ayrılmaktır. Kabirde kazılan „lahd‟
de, bu manadadır.”196
Bu tanımlamalardan sonra Râzi, Allah'ın isimleri hususunda ilhâdı, üç kısma
ayırır:
a. Allah'ın mukaddes ve tertemiz isimlerini, Allah'dan baĢka
varlıklara vermek ve onlar için kullanmak... Meselâ bu, kâfirlerin,
putlarını "ilah" olarak adlandırmaları gibidir.
b. Allah'ı, kendisiyle isimlendirilmesi caiz olmayan isimlerle
isimlendirmek. Bu da, Allah'ı, Mesih'in babası diye adlandıran
kimsenin adlandırmasıdır. Hristiyanların ekserisinin de "baba",
"oğul" ve "rûhu'l-kudüs" demeleri de böyledir.
c) Kulun, Rabbini, maNâsını bilmediği ve medlulünü tasavvur
edemediği Ģeylerle zikredip anmasıdır. Çünkü böyle lafızların
medlulü çoğu kez, Allah'ın celâline uygun ve lâyık olmayan bir
durumu ifade eder. ĠĢte bu üç kısım, Allah'ın isimleri hakkındaki
ilhâddır.197
Ġfadelerinden anlaĢıldığı gibi Râzi, kulların Rablerini tanımasının Rabbin
izin verdiği kadar ve tanımladığı haliyle kalması gerektiği, bunun dıĢındaki ekleme
veya eksiltme çabalarının insanı yanlıĢa yönlendireceği vurgusunda bulunmaktadır.
Râzi‟ye göre, Allah‟ın Kur‟ân‟da kendisi için kullandığı halde insanların
kullanamayacağı isimler de vardır. Örneğin “öğretti” lafzı, pekçok ayette Allah
hakkında kullanılmıĢtır. Buna "ve Âdem‟e bütün isimleri öğretti"198
"ve
196 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 171. 197 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 172. 198 2/Bakara, 31.
84
bilmediklerini sana öğretti"199
“ve ona, katımızdan bir ilim öğrettik..."200
ve
"Rahmân, Kur‟ân'ı öğretti"201
ayetleri örnek olarak verilebilir. Ama bundan
hareketle Allah hakkında, "Ya Muallim!" yani “Ey öğretici!” demek caiz değildir.
Yine Allah hakkında, "O, onları sever"202
tabiri kullanılmıĢ olmasına rağmen
Allah‟a, "Ya Muhibbu!" yani “Ey, seven!” denilmesi caiz değildir.203
Her Ģeyin ismi, o isim ona ya zâtı gereği yahut zâtının cüzlerinin gereği,
veyahutta zâtıyla ilgili olmayan Ģeyler münâsebetiyle verilir. Allah‟ın zâtı gereği
verilen ismi olup olmadığı konusunda âlimlerin, Allah Teâlâ'nın bu tarzda kendisine
verilen bir isminin varlığı hususunda ihtilaf ettiklerini vurgulayan Râzi, bunun
sebebi Ģöyle açıklar:
Bu, Cenâb-ı Allah'ın hakikatinin insanlarca bilinip bilinemeyeceği
meselesine dayanır. Bu hakikatin beĢer için malum olmayacağını
söyleyenlere gelince onlar, Cenâb-ı Hakk'ın hususî zâtının bir ismi
olmadığını söyleyerek Ģöyle demiĢlerdir: Çünkü isim koymanın
maksadı, o isimle müsemmaya iĢaret etmektir. O'nun hususi zâtı
bilinmeyince, O'na aklen iĢaret etmek de imkânsız olur. Binâenaleyh
böylece, O'nun için bir isim koymak imkânsızlaĢır.204
Bundan baĢka Zâtının parçaları gereği Allah‟a isim vermek de imkânsız
olduğu görüĢündedir Râzi. Çünkü O'nun zâtının herhangi bir cüzü yoktur. Mürekkeb
varlık, mümkindir. Vâcibu'l-vücûd olan ise 'mümkin" varlık olamaz. Böylece de
mürekkeb olamaz. Ama Allah‟ın Zâtı dıĢında kalan sıfatları gereği verilecek isimler
olduğunu kabul ederken bunları beĢe ayırır:
a. Sıfatlar ya hakiki subûti,
b. ya izafi sübûti,
199
4/Nîsa, 113. 200 18/Kehf, 65. 201 55/Rahmân, 1-2. 202 5/Mâide, 54. 203 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 173. 204 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 435.
85
c. veya selbi sübûti,
d. yahut selbi izafi,
e. veyahut da, sübûti izafi ve selbi olurlar.
Râzi, izafi mümkin sıfatların sonsuz olması, ayrıca selb edilecek Ģeylerin de
sonsuz olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın birinden farklı sınırsız isimleri olduğuna
hükmeder.205
Râzi, Allah‟ın isimleri sayısı konusunda bu ifadeleri kullanmasına rağmen
tefsirinin baĢka bir yerinde kendisiyle çeliĢmekte ve Allah Teâlâ'nın dörtbin isminin
olduğu ifade etmektedir. Bu isimleri ayrıca Ģöyle bir sınıflandırmaya tabi tutar:
Binini sadece Kendisi bilir. Binini, Kendisi ve melekler bilir. Binini,
Kendisi, melekler ve peygamberler bilir. Dördüncü bine gelince, onu
müminler bilebilirler. Bunlardan üçyüzü Tevrat'la üçyüzü Ġncil'de,
üçyüzü Zebur'da, yüzü de Furkân'da, (Kur'ân'da)‟dır. Bu yüzün
doksandokuzu açıktır, aĢikârdır, birisi ise gizli ve saklıdır.206
Râzi‟ye göre, Allah'ın yukarıda sayılanlardan baĢka kelimelerle
kullanıldığında daha güzel manalar ifade eden el-Evvelu el-Âhiru, el-Mubdiu el-
Muidu, ez-Zâhiru el-Bâtın gibi isimleri de vardır ki kim bunları zikrederek sayarsa,
vird edinirse, cennete girer.207
Râzi‟nin düĢüncesinde, “Elhamdülillah” ifadesi, Allah‟ın kendi kendini
methetmesi demektir. Bu dünyada kendini övmenin çirkin görülmesine rağmen
Allah‟ın “Elhamdülillah” demeyi emretmesinden Hakk'ın halka kıyâs edilemiyeceği
görüĢüne varmaktadır. Hak nazarında bu çirkin olmadığı halde, bunun insan
tarafından çirkin sayılması gerekmediği gibi, halk tarafından çirkin kabul edilen her
Ģeyin Hak nezdinde çirkin olması gerekmez. Bu kuraldan hareketle Râzi,
Mu'tezile'nin "Bizim nezdimizde kabîh olan her Ģeyin, Allah katında da kabîh
205 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 435 206 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 436. 207 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 436.
86
olması gerekir" Ģeklindeki sözlerinin bâtıl olması gerekir, demektedir. Buradan
Allah'ın fiillerinin mahlûkatın fiillerine benzemediği anlaĢıldığına göre, O'nun
sıfatlarının, mahlûkatının sıfatlarına; zâtının da, mahlûkatının zâtlarına benzemediği
doğal olarak anlaĢılır. Bundan sonra inanan kiĢiye düĢen görev Râzi‟ye göre, Cenâb-
ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından, baĢkasına benzemekten tenzîh ve kâmil
manada takdis etmektir. Son olarak Râzi sözlerini Ģöyle bitirir:
Cenâb-ı Hak (c.c) zâtında tekdir; sıfatlarında, O'na hiç kimse ortak
ve benzer değildir. Fiillerinde de tekdir. O'nun, fiillerinde de bir
benzeri yoktur.208
2. ELMALILI’YA GÖRE
2.1. Allah’ın Ġsimlerinin Tecellileri, Taksimler
Elmalılı, tefsirinde değiĢik yerlerde Allah‟ın isim ve sıfatlarına değinmiĢ
olmakla birlikte Besmele‟nin tefsiri bu konuyu en yoğun iĢlediği yerdir. Öncelikle
“isim” kavramının tahlilini yapmıĢ ve ismi Ģöyle tarif etmiĢtir: "Ġsim, aslında sözlük
anlamıyla bir Ģeyin zihinde doğmasını sağlayan iĢaret ve alâmet demektir. Örfte tek
baĢına anlaĢılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir ki, o mânâya veya
onun dıĢta veya zihinde gerçekleĢen asıl Ģekline müsemmâ denilir.”209
Elmalılı‟ya göre, sıfatlar da aslında ismin kısımlarındandır. Bu nedenle
isimleri;
a. özel isim veya
b. cins ismi veya
c. umuma delalet eden isim
diye kısımlara ayırdığı gibi;
208 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 315. 209 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 44
87
a. zât ismi veya
b. sıfat ismi diye de birbirinden ayırmaktadır.210
Bu taksimden sonra Elmalılı‟nın üzerinde durduğu diğer konu “Allah” ism-i
celilidir. Ona göre, "Allah" gerçek ilâhın özel ismidir. “Besmele”nin Kur‟ân‟a giriĢ
mahiyetinde olmasıyla beraber “Allah” ismi hakkında Ģu açıklamalarda
bulunmaktadır:
Daha doğrusu zât ismi ve alem özel ismidir. Yani Kur'ân, bize bu çok
yüce zâtı, kemal sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve
bütün âlemlerin O‟nunla olan bağımızı ve ilgimizi bildirecektir.
Bundan dolayı “müseması” olan çok yüce Zât, Kâinatın varlığında,
devamında ve mükemmelleĢmesinde ilk neden olduğu gibi, "Allah"
yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir ilkedir.211
Böylelikle Elmalılı, "Allah" ismini, bütün duygularımızın, düĢüncelerimizin
ilk Ģartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen
varlıkların birleĢtikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın
doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zâtına delalet eden, yalnızca O'na ait
olan özel bir isim olarak tanımlamaktadır. Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve
ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zâtının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ
olmayarak yalnızca ve bizzât belli zâtın ismi ise bir özel isimdir.212
Elmalılı‟nın değindiği konulardan biri de yüce Allah için zât ismi ve âlem
ismi mümkün müdür, değil midir? konusudur. Konu ile alakalı olarak Elmalılı üç
tecellinin algılanmasından bahseder. Bu tecelliler Ģunlardır:
a. Zâtın tecellisi,
b. Sıfatın tecellisi,
210 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 45. 211 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 45. 212 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 47.
88
c. Eserlerinin tecellisi.
Elmalılı isimlerin tecellisinin de bunlardan biri ile ilgili olduğunu iddia
ederek bu üç tecellinin birbiriyle iliĢkisini Ģöyle aktarmaktadır:
Zât isminin, zâtın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir.
Nitekim sıfatların tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri,
eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zât, sıfat
ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzât tecelli etmesi de
bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem
olan zât ismine bu da yeterlidir. Ve biz bunu bütün isimlerde esas
olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı
Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiĢ olduklarından ibarettir, diyoruz.
Bundan dolayı zât isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu
olmayan bir Ģahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için
yeterlidir.213
Bu ifadeleriyle Elmalılı, zât isminin olabileceğini savunurken Allah‟ın
isimlerinin belirlenmesinin de tevkifi yani vahiyle olduğunu ifade eder. Bunu baĢka
bir yerde “Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye dayanır.”214
diyerek açık bir Ģekilde
ortaya koymaktadır.
Ona göre, Kur‟ân‟a da baĢlarken hiçbir düĢünce ile meĢgul olmayarak önce
Allah'ın ismini bir zât ismi (özel isim) olarak almak gerekir. Rahmân ve Rahim
vasıfları da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir geniĢlik kazandırıp
mânâsını zikretmektir ki bu mana en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve
yayılma noktasının baĢlangıcı olacaktır. Elmalılı‟ya göre bundaki amacımız; yerlere,
göklere sığmayan Allah'ın zât isminin kalbimizde yaratılıĢtan saklı olan tecellilerini
görmeye baĢlamaktır.215
213 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 48. 214 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 183. 215 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 48.
89
Elmalılı, Allah'ın sıfat ve isimlerinin mânâlarının mecaz olmadığını, örnek
olarak ilim ve irade sıfatlarının mecaz olduğunu söyleyen hiçbir âlim olmadığını
belirtmektedir. Ġsimlerin Allah için kullanılma durumundaki mânâları ile insanlar
için kullandıklarında ayrı manalara geldiği konusunda bütün bilginlerin ittifak
halinde olduğunu belirten Elmalılı Ģu açıklamasıyla görüĢünü destekler:
Mesela ilim gibi bir cehaleti, insan iradesi bir Ģevk eğilimini takip
eder ve sonradan meydana gelmedir. Ġlahi ilim ve ilahi irade ise,
bizim bu sıfatlarımızın en yüce kaynağı olan yaratıcının ezeli
sıfatlarıdır.216
Elmalılı isim ve sıfatları zikretmenin kiĢiye faydalarına değinir. Elmalılı,
kalb ile zikirin gönülden anmak olduğunu, Allah'ın varlığını gösteren delilleri
düĢünmenin Ģüpheleri atarak, Allah'ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmekle
gerçekleĢen bir olay olduğu düĢüncesindedir.217
Elmalılı‟nın düĢüncesinde öne çıkan önemli noktalardan biri sıfatların zât
gibi sonsuz olmasıdır. O bu düĢüncesini bir yerde Ģöyle ortaya koyar:
Maddeler, küçük kuvvetler, hepsi sebeplerin sonucudur. Dolayısıyla
bunların hepsi silinir, yalnız tümel bir sebep olan Hak Teala, zâtı ve
sıfatlarıyla, sonsuz kudreti ile ebedi kalır.218
Elmalılı‟ya göre, Allah‟ın zâtından hakkıyle bahsetmek mümkün değildir.
Hakk'ın gerçek mahiyeti, her türlü bileĢimden uzaktır. Allah tek olan Ferd olması
nedeniyle O‟nu vasıflandırmak imkânsızdır. 219
Ayrıca bütün büyüklük ve Ģeref kaynağı, bütün çokluk yönlerinden uzak
olan ve ancak "O" (Huve) diye ifade edilebilen tek Allah‟tır. Buna göre Elmalılı‟da,
Allah‟ın zâtı, sıfat ile kemale ermiĢ olmayıp, bilakis zâtının kemali, sıfatlarının da
kemalini gerektirmiĢtir. Bu nedenle "Huve" ifadesi, rahmet ve Ģeref kaynağı olan
216 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 88. 217 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 430. 218 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 438. 219 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 446.
90
Allah‟a, birliğin yüce baĢlangıcına ulaĢtırır. Bunun için "Hüve" kelimesi bir zamir
olduğu halde O'nun zâtına iĢaret eden en büyük ismi gibi olmuĢtur, Elmalılı‟nın
düĢüncesinde. Elmalılı “Hüve” ismini ism-i âzam yani Allah'ın en Ģerefli ismi kabul
edenlere katılmaz ve ism-i âzam olarak Allah ism-i Ģerifini kabul ederken sebebini
Ģöyle izah eder:
Çünkü, "Allah" ismi, zât ve bütün sıfatların toplamına delalet etmesi
itibariyle daha geniĢ kapsamlıdır. "Hüve" ise tevhid makamında
âzamdır. "O, ey O! Ey O'ndan baĢka O olmayan zât-ı kibriyâ" tabiri
rivayet edilegelen tevhid zikirlerindendir.220
Bununla beraber Elmalılı, tefsirinin baĢka bir yerinde Ġsm-i Azam‟ın belirsiz
olduğunu belirterek kendiyle çeliĢmektedir. Kadir gecesi, cuma gününün icabet saati
ve orta namazının tam olarak belli olmaması ile alakalı bahiste Said Ġb-i Müseyyeb
ve Ebu Bekr-i Verrak‟tan yaptığı alıntıda konuya iliĢkin Ģunları aktarmaktadır:
Cenab-ı Allah, Ramazan ayında kadir gecesini, Esmâ-i Hüsnâ'sında
(en güzel isimleri içerisinde) Ġsm-i Azam'ını (en büyük ismini), cuma
gününde icabet saatini gizlediği gibi; namazlar içinde de orta
namazını gizlemiĢ ve bununla beraber muhafazasını emretmiĢtir ki;
namazların hepsine devam ve muhafazasına itina gösterilsin.221
Ġfadelerinden anlaĢıldığı gibi Elmalılı Ġsm-i Azam‟ın gizli, bu gizlemenin
amacının ise insanların Allah zikrine daha çok yönelmeleri olduğu kanaatindedir.
Elmalılı, Allah‟ın, zâtında ve sıfatlarında bir olmakla beraber222
esma-i
hüsnâsında (güzel isimlerinde) baĢkasına ıtlakı caiz olmayan Allah, ilâh, rab,
Rahmân, Kuddûs, Subbuh, Sübhân, Âlimu‟l-Gayb, Alâ Külli ġey‟in Kadir, Hallâk,
Hâliku Külli ġey, Ahsenu‟l-Hâlikîn gibi birçok isim ve sıfatların var olduğunu ifade
eder. Allah, bu isim ve sıfatların her birinde Vâhid ve Fert olmakla birlikte, Semî,
Basîr, Habîr gibi Allah'tan baĢkasına da verilebilen isim ve sıfatlar dahi,
220 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 446. 221 Elmalılı, a.g.e., c. II, s.100. 222 2/Bakara, 164.
91
yaratılmıĢlarda bulunan noksan ve eksik Ģekillerinden tenzih ve tecrid edildikten
sonra, diğer ilâhî isim ve sıfatlardaki gibi münâsip bir kavram olarak ve Allah'ın
Ģanına yakıĢır bir özellik kazanarak Allah‟a verilebilir. Elmalılı, bu görüĢüne "O'nun
gibi hiçbir Ģey yoktur."223
ayetini delil olarak gösterir. Allah Teâlâ yalnızca ilahlık
ve rablık sıfatlarında değil, sıfat ve isimlerinin her birinde de vâhiddir, yani tek ve
biriciktir.224
Allah her bakımdan bir, eĢi ve benzeri olmayan tek olduğu gibi, O'nun sıfat
ve özellikleri de kendine mahsus olup, hiçbir yönden ona ortaklık mümkün değildir.
Buna göre Vacibu‟l-Vücûd'un birinci sıfatı, varolmaktır. Elmalılı‟ya göre,
sıfatlardan hiçbiri O'nun zâtı hakkında ne çokluğu, ne de baĢkalaĢımı gerektirmez.
Bu sıfatların çokluğunda onun zâtı için herhangi bir yönüyle çokluğu gerektiren
birĢey yoktur.225
Ġhlâs Suresi tefsirinde konuya çok fazla değinen Elmalılı‟nın konu
üzerinde ihtimamla durmasının nedeninin, Hıristiyanlıktaki teslis inancının
geçersizliğini ve Ġslam‟daki tevhid inancının ise doğruluğunu ıspatlamak olduğu
açık olarak görülmektedir.
Elmalılı, tefsirinde Râzi‟den alıntı yaparak; Allah Teâlâ'nın sıfatlarını
izafiyye (yani sübutiyye) veya selbiyye Ģeklinde ikiye ayırmaktadır. Ġzafiye olan
sıfatlara örnek olarak Alîm, Kadir, Mürid, Hallâk‟ı verirken, selbi sıfatlara ise cisim
değil, cevher değil, araz değil gibi örnekler vermektedir.226
Ġhlâs suresi 1. ayetin
tefsirinde Elmalılı, “Allah dememiz sıfat-ı izafiyyenin bütününe delalet eyler”
demekte; “ehad dememiz de sıfat-ı selbiyyenin bütününe delalet eyler” demektedir.
Buna ilave olarak, "Allah birdir" demek, beĢer aklına layık olan irfanı ifade etmesi
için gereklidir demektedir. Çünkü,
Allah lâfzı, sıfatı izafiyyenin bütününe delalet eder diyoruz, çünkü
Allah ibadet edilmeye layık olan ve ona hak kazanmıĢ olan zâttır.
Ġbadet edilmeye hak kazanmak ancak yoktan var etmek ve ilk baĢtan
yaratmakla, istiklal sahibi olmakla olur. Ġcadda istiklal ise tam
223 42/ġûra, 11. 224 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 283. 225 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 272. 226 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 274.
92
kudrete, nüfuzlu iradeye, külliyat ve cüziyyata tam anlamıyla vakıf
olan bir ilme malik olmakla olur. ĠĢte bunlar sıfat-ı izafiyyenin
bütünüdür. Sıfat-ı selbiyyenin bütününü içinde toplayan sıfat da
ehadiyyettir: Çünkü ehadiyyet, hakikatın nefsinde terkip ve teaddüt
cihetlerinin hepsinden münezzeh bir müfred olması demektir.227
Elmalılı, Ġslâm'da hikmet ehli, sofiyye ve kelamcıların hepsinin zâtta çokluk
olmadığında anlaĢtıklarını, bununla birlikte fiilin kesreti gibi sıfatın kesreti, zâtta bir
bölünme veya parçalara ayrılma ve sayısal bölünme anlamına gelmediği konusunda
da ittifak halindedirler. Elmalılı görüĢünü Ģöyle izah eder:
Allah Teâlâ, zâti sıfatlarının bütününün bir araya gelmesinden
meydana gelmiĢ bir mahiyet değildir. BaĢka bir deyiĢle onun zâtı,
sıfatının gereği ve sonucu değil, sıfatları zâtının gereği ve
sonucudur. Sıfatın gerçek mânâsı da budur. O‟nun varlığı bizâtihi
vacip olduğu gibi, sıfatları da baĢka türlü değil, zâtıyla vaciptir. Biz
ilahî sıfatları düĢünmekle elde ettiğimiz kavramlardan kendimizde
Allah Teâlâ'nın hüviyetini teĢkil eden bir kavram edinmiĢ olmayız,
ancak ona olan ilgi ve ihtiyacımızı duymuĢ ve onun tecellilerine
ipuçları bulmuĢ, isimlerini ve hükümlerini öğrenmiĢ oluruz.228
Özetle ifade edecek olursak Elmalılı‟da "Allah birdir" demek, gerek zâtı,
gerek sıfatları, gerek isimleri hangi açıdan ele alınırsa alınsın hep birdir, hiçbir
Ģekilde ortağı olmayan bir tek hakikattır. O'nun için ilâhlık O'na mahsustur. O,
ilâhlığında da gerçek anlamda ve zâtî birlikle birdir demektir. O'nu birçok isimler ve
sıfatlar ile tanımaya çalıĢmak O'nun zâtında çokluğunu kabul etmek veya O'nun
zâtına bir benzer isnad etmek anlamına gelmemelidir. Onu vahdet özelliği ile
tanımak da O'na bir sınır ve ölçü belirlemek demek değildir. Allah birdir, demek,
O'ndan baĢkasının tanrılığını reddeden bir selbi sıfattır.229
227 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 276. 228 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 283. 229 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 283.
93
MUKAYESE
Fahreddin Râzi ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Allah‟ın isim ve
sıfatları konusunda bazı konularda ittifak halinde olup, Elmalılı‟nın görüĢlerinin bir
kısmına Fahreddin Râzi‟nin kaynaklık ettiğini, bazı ayrıntılarda ise ihtilafa
düĢtüklerini görebilmekteyiz. Ġki müfessirin üzerinde ittifak ettiği ilk konu Allah‟ın
güzel isimlerinin tevkîfi yani vahiyle belirlenmiĢ olduğudur. Her ne kadar Kur‟ân‟da
Allah‟a izafe edilen bazı sıfat ve isimlerin varlığından bahsetmek mümkün olsa da
bunların Esma-i Hüsna olmadığını ikisi de kendilerinden önceki ulemaya ittiba
ederek kabul etmektedir.
Râzi “Allah” ismi için, zâta ve sıfatlara delalet ettiğinden isimlerin en
büyüğüdür230
Ģeklinde bir ifade kullanırken diğer bir yerde “Allah” ismini, Zât-ı
ilâhînin en kuvvetli tecellî eden ismi, ayrıca lafız bakımından isimlerin en açığı,
mana bakımından da akılların anlayamayacağı kadar uzak olanı Ģeklinde
tanımlamaktadır.231
Diğer taraftan "Hüve lâfzı seni rahmet, izzet ve yüceliğin
kaynağına ulaĢtırır ki bu da O'nun zâtıdır. Diğer lâfızlar ise seni ancak sıfat ve
nitelikler makamında tutar. O halde hüve lâfzı en Ģerefli bir lâfızdır.”232
diyen
Râzi‟nin, hangi ismin en Ģerefli olduğu konusunda tereddütlü olduğu görülmektedir.
Elmalılı “Allah” isminin, en aziz isim olduğu kanaatine sahip olmakla birlikte,
"hüve" kelimesini bir zamir olduğu halde Allah‟ın zâtına iĢaret eden en büyük isim
olarak mütlaa eder. Râzi Allah‟ın Zât ismini mümkün görmezken Elmalılı bunu
imkân dâhilinde görmektedir. Ama ikisi de Zât hakkında konuĢmanın mühal olduğu
konusunda ittifak halindedir.
Allah‟ın tecelli ediĢini iki müfessir de üçe ayırmaktadır. Ġkisi de isimlerin
tecellisi, sıfatların tecellisi ve zâtın tecellisi Ģekinde sınıflandırma ile benzerlik
göstermiĢlerdir. Bir farkla ki Râzi, üçünçü merhaleye fiillerin tecellisi ismini
verirken, Elmalılı, bu merhaleye eserlerin tecellisi ismini vermektedir.
230 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 520. 231 Râzi, a.g.e., c. I, s. 403-404. 232 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 133.
94
Ġki müfessir isim ve sıfatların Zâta ait ama Zâttan bir parça olmadığı
üzerinde ittifak ederken sıfatları “selbi sıfatlar” ve “izafi sıfatlar” diye ikiye
ayırmaktadırlar. Ġsim ve sıfatların çokluğunun Zâtın çokluğunu gerektirmediği gibi,
isim ve sıfatların Zât ile bâki olduğunu vurgulayan müfessirlerimiz bunların kendi
baĢlarına var olmadığını ve bu inancın bir çokluğu doğurmadığını kabul
etmektedirler. Bazı isim ve sıfatların Allah dıĢında hiçbir mahlûkat için
kullanılamayacağı yine müfessirler tarafından kabul edilmektedir. Cenâb-ı Allah'ın
sıfat ve isimlerini bilmenin faydalı olduğu dolayısıyla zikrin mutlaka yapılması
gerektiği, yapılan zikrin faydasının aynı anda hep birden olmadığı aksine derece
derece olan ilimlerle gerçekleĢtiği düĢüncesindedirler.
95
II. BÖLÜM: NÜBÜVVET
A. VAHĠY
Vahiy kelimesi, sözlükte ilham etmek, fısıldamak, gizli ve süratli bir Ģekilde
bildirmek, imâ ve iĢâret etmek, emretmek, telkin etmek, yazmak, vesvese vermek,
seslenmek, açık alamet, niĢane, ibret, ĢaĢırtıcı iĢ, mu‟cize, burhan ve delil gibi
anlamlara gelmektedir.233
Istılahta ise vahiy, yüce Allah‟ın genel olarak varlıklara
Nâsıl hareket edeceklerini bildirmesi, özel olarak ise insanlara ulaĢtırmak istediği
ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve
süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi,234
Ģeklinde tanımlanabildiği gibi surelerin
içinde; evvelinde ve sonunda munkati olan, mürekkep bir kelâmdır,235
Ģeklinde de
tarif edilmektedir.
1. Vahyin Tanımı ve ÇeĢitleri
Fahreddin Râzi "O, kendisine vahyedilen bir vahiyden baĢka birĢey
değildir."236
ayetini tefsir ederken vahiy ile ilgili geniĢ açıklamalarda bulunmaktadır.
Ona göre vahiy kelimesi, bu ayette eğer isim olarak kabul edilirse kitap anlamına
gelmektedir. Mastar olarak kabul edilir ise, göndermek, ilham etmek, konuĢmak,
iĢaret etmek, yazmak ve anlatmak anlamlarına gelmektedir.237
Kendisi bunu Ģöyle
ifade etmektedir:
Vahiy bir isim mi bir mastar mıdır? Deriz ki: Ġkisi de olabilir. Çünkü
vahiy isim olarak “kitap” manâsına gelir. Mastar olunca ise, Ġrsal
(göndermek) ve ilham etmek, kitabet (yazma), kelam (söyleme),
233 Ġbn Manzûr, Ebu‟l Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî (ö.771/1311) , Lisânu‟l-Arab,
Dâru‟n-NeĢr, Beyrut, Trs.,c. XV, s.379-382; Cerrahoğlu, Ġsmail, Tefsir Usûlü, s. 37; Zerkânî,
Muhammed Abdülazîm (ö.1367/1948), Menâhilu‟l-Ġrfân fî Ulûmi‟l-Kur‟ân, (tah. Fevvâz Ahmed
Zümerli), Dâru‟l-Kitâbi‟l-Arabî, Beyrut, 1415-1995, c. I, s. 331-332; Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve
Kaynakları, M.Ü.Ġ.F. Vakfı Yayınları, Ġstanbul, 1991, s. 86. 234 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 37-39. 235 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 55; Turgut, a.g.e., s. 86-87. 236 53/Necm, 4. 237 Râzi, Fahreddin, a.g.e., c. X, s. 235-236.
96
iĢaret etme ve anlatma manâsındadır. (O) zamirinin, Kur‟ân'a racî
olduğunu söylersek, “vahiy” kelimesi “O kitab” manâsına bir isim
olur. Buna göre Cenab-ı Hak sanki “Kur‟ân ancak bir kitaptır ve
vahyolunuyor, yani salıveriliyor (gönderiliyor)” buyurmuĢtur. Bu
izaha göre, yine “vahiy” kelimesinin mastar olduğu da söylenebilir.
“Kur‟ân, ancak bir irsal ve bir ilhamdır” Bu irsal ve ilham, mürsel
ve mülhem manâsında mastardırlar. Yok, eğer bu zamir ile Hz.
Peygamber (s.a.s)'in söz ve kelamının kastedildiğini söylersek,
“vahiy”, Allah tarafından ilham edilmiĢ ve gönderilmiĢ manâsında,
“ilham ve irsal” demek olur.238
Râzi vahyin bazen ilham manâsında kullanılabildiğini belirtirken konuyla
alakalı Zeccâc‟ın Ģu ifadelerini aktarır: “Vahyetmek, gizlice bildirmek demektir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, mescidinden kavminin karĢısına çıkıp, onlara: „Sabah-akĢam
tesbihte bulunun diye iĢaret verdi‟239
buyurmuĢtur. Yani onlara îma ile iĢaret
etmiĢtir. Yine, Allah Teâlâ, „Hani havarilere: Bana ve resulüme iman edin, diye
ilhâm etmiĢtim...‟,240
„Rabb'in balarısına... diye vahyetti (ilham etti)‟,241
„Musa'nın
annesine, „onu emzir...‟ diye vahyettik‟242
buyurmuĢtur. Bu üç ayette geçen vahiy
kelimesiyle, ilham etmek manâsı kastedilmiĢtir."243
Ayetlerin her birinde kullanılan
vahiy kelimeleri nübüvvet görevini üstlenmiĢ kiĢilere hitap olmadığından ilham
manâsında anlaĢılması Râzi‟ye göre de daha uygundur.
Râzi, Nahl suresi 68. ve 69. ayetlerinin tefsirini yaparken vahiy çeĢitlerine
değinmektedir. Burada değindiği vahiy çeĢitleri vahyin muhatabı olanlar
bakımındandır ve Ģöyledir:
238
Râzi, a.g.e., c. X, s. 486. 239 19/Meryem, 11. 240 5/Mâide, 111. 241 16/Nahl, 68. 242 28/Kasas, 7. 243 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 416.
97
a. "...vahyetmesi olmadıkça Allah'ın hiçbir beĢere konuĢması olmamıĢtır"244
ayetinden ötürü, peygamberler hakkında vahiy söz konusudur.
b. "Hani havarilere vahyetmiĢtim ki..."245
ayetinden ötürü, veliler hakkında
da vahiy söz konusudur. Bu kelime, insanlar hakkında, "ilham" manâsına kullanılır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Musa'nın annesine vahyettik ki..."246
buyurmuĢtur.
c. Vahy, diğer canlılar (hayvanlar) hakkında da ilham manâsına gelir.
Nitekim ayette Cenâb-ı Hak, "Rabbin bal ansına vahyetti ki..." buyurmuĢtur. Bütün
bu kısımların her birisi için, vahyin belli bir manâsı vardır.247
Râzi, peygaberlere vahyin indiriliĢ Ģekillerini üç kısımda ele alıp Ģöyle
değerlendirmektedir:
a. Allah‟ın insanla vahiy yoluyla konuĢmasıdır ki bu vahiyden maksat kalbe
atılan ilham ya da rüyadır. Allah, Hz. Musa‟nın annesine ve oğlunu kesmesi için Hz.
Ġbrahim‟e bu Ģekilde vahyetmiĢtir.248
Peygamberlerin gördükleri rüyalar ise vahiy
türündendir.249
b. Allah‟ın herhangi bir elçiyi aracı kılmaksızın, mesajını peygambere
doğrudan doğruya iletmesi de bir vahiydir. Hz. Musa hakkında “Vahyolunana kulak
ver, dinle”250
emri de vasıtasız, doğrudan doğruya vâki olan vahye bir örnektir.251
c. Allah‟ın, melek bir elçi vasıtasıyla mesajını peygambere göndermesidir.252
Elmalılı‟ya geçecek olursak o, mukaddimesinde vahiy kavramının genel
itibari ile çerçevesini çizmekle birlikte vahiy ile ilgili geniĢ bilgiyi ġûra suresinin 44.
ve 51. ayetlerinin tefsirini yaparken vermektedir. Bu ayetlerin tefsirini yaparken
244 42/ġûra, 51. 245 5/Mâide, 111. 246 28/Kasas, 7. 247 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 275. 248
Râzî, a.g.e., c. IX, s. 611. 249 Râzî, a.g.e., c. IX, s. 346. 250 20/Tâ-hâ, 13. 251 Râzî, a.g.e., c. IX, s. 611. 252 Râzî, a.g.e., c. IX, s. 611; Bayram, Enver, Fahreddin er-Râzi‟nin et-Tefsiru‟l-Kebir‟inde Tefsir
Usulü Uygulaması, A.Ü.S.B. Enstitüsü, Ankara, 2011, s. 66.
98
vahiy kelimesinin ayrıntılı lügavi tahlilini yapmakta bunun yanında vahiy çeĢitlerine
değinmekte, vahyin mahiyetini irdelemekte ve vahiy ile ilhamın arasındaki farkı ve
benzerliği sorgulamaktadır. ġimdi bu ayetlerde yaptığı tahllilere bakalım.
Elmalılı‟ya göre sözlükte vahiy kelimesi üç harfli kökten gelse de, Kur'ân'da
hep "if'al" vezninde yani dört harfli gelmiĢtir. Ġf'al babından "iyha" kelimesi(üç
harflisi), vahyetmek, vahiy vermek mânâsına gelmekle birlikte geçiĢlilik ile
vahyettirmek, göndermek anlamına da gelir. Burada vahyin kısımları birbirinden
ayırmak için doğrudan doğruya olan öncekine "vahiy", resûl aracılığı ile olanına
"iyha" denilmiĢtir.253
Vahiy kelimesinin ıstılahi manâsına değinen Elmalılı daha ayrıntılı izhata
girmektedir. Elmalılı, Alûsî'den alıntıladığı ifadeye göre Ġmam Ebu Abdullah
Teymîyye Isbahânî demiĢtir ki: "Vahyin aslı anlatmaktır. Kendisiyle bir Ģey
anlatılabilen, mesela ilham, iĢaret ve yazı hepsi birer vahiydir." Elmalılı, Rağıb‟ın
Müfredat'ından ise Ģöyle alıntıda bulunur: “Vahyin aslı hızlı iĢarettir. Vahiy, sürati
de kapsadığı içindir ki (Emere vahye) denilir. Çok çabuk emir demektir. Bu bazen
sembol ve taĢlama yollu sözle olur ve bazen terkibden sıyrılmıĢ ses ile de olur ve
bazı organların iĢaretiyle ve yazı ile olur. Nitekim Zekeriya Aleyhisselam „Onlara
'sabah akĢam tesbih edin' diye iĢaret etti.‟254
yüce sözü ona yüklenmiĢtir. Sembol
denilmiĢ, itibar denilmiĢ, yazı denilmiĢtir. „Böylece her peygambere, insan ve cin
Ģeytanlarından bir düĢman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı
sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak
düzmekte olduklarıyla baĢ baĢa bırak.‟,255
ve „ġeytanlar sizinle mücadele etmeleri
için kendi dostlarına gerçekten gizli çağrılarda bulunurlar.‟256
ayetlerinde bu
Ģekillere göre, „Sinsice kalplere vesvese ve kuĢku düĢürüp duran vesvesecinin
Ģerrinden.‟257
sözüyle ise iĢaret olunan "vesvese" tarzındadır.”258
253
Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 366. 254 19/Meryem, 11. 255 6/En‟âm, 112. 256 6/En'âm,121. 257 114/Nâs, 4. 258 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 366.
99
Elmalılı, bilhassa Allah Teâlâ'nın peygamber ve velilerinin kalplerine
bırakılan ilâhî kelimelere "vahiy" denildiğini kaydeder. Bu da "Hiçbir beĢer için
mümkün değildir ki Allah ona baĢka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile..."259
ayetiyle açıklanmıĢtır. Vahyin iniĢ Ģekillerini Elmalılı, bu ayetin delaleti üzerine Ģu
çeĢitlere ayırmaktadır:
a. Ya görülen bir resûl ile olur ki onun kendisi görülür ve sözü iĢitilir.
Cebrail (a.s.)'in belirli bir Ģekilde peygambere tebliği gibi,
b. Yahut kim olduğunu araĢtırmaksızın sözü iĢitmekle olur. Musa (a.s.)'nın
Allah'ın sözünü iĢitmesi gibi,
c. Yahut kalbe bırakmakla olur. Resulullah (s.a.v.)'ın "Ruhu'l-Kudüs, ruima,
yani kalbime üfledi." buyurduğu gibi,
d. Yahut ilham ile olur. "Musa'nın anasına 'onu emzir' diye vahyettik
(bildirdik)"260
gibi,
e. Veyahut kontrol altında tutmak tamamen emri altına almakla olur.
"Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve onların kurduğu
çardaklarda kendine evler edin."261
gibi,
f. Yahut uykuda olur. Nitekim Resulullah buyurmuĢtur ki "Vahiy kesildi,
mübeĢĢirat kaldı, müminin rüyasıdır."262
Ġlham, teshir (tamamen emri altına alma),
uyku bu üçüne "ancak vahiy halinde" sözü iĢaret ediyor. Kelamı iĢitmeye "Veya
perde (hicap) arkasından" sözü delalet ediyor. Cebrail'in tebliğine de "Yahut da bir
resul, yani tebliğ vasıtası bir melek gönderip" ifadesi iĢaret ediyor ilh.263
BaĢka bir yerde Elmalılı vahyin iniĢ Ģekillerini üçle sınırlamaktadır. Konuyla
ilgili olarak, hiçbir beĢer için mümkün değildir ki Allah ona, Ģu üç Ģekilden baĢka
259
42/ġûra, 51. 260 28/Kasas, 7. 261 16/Nahl, 68. 262
Ahmed, Ebû Abdillâh Ahmed b. Hanbel es-Seybânî (ö. 241/855), el-Musned, I-VI, Muessesetu
Kurtuba, Mısır, tsz., c. I, s. 41. 263 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 365-366.
100
türlü söz söylesin, diyerek ifadelerine baĢlamaktadır. Ardından vahiy çeĢitlerini
Ģöyle sıralamaktadır:
a. Ancak vahiy halinde, doğrudan doğruya vahyederek, gayet seri ve gizli
bir iĢaret halinde anlatarak ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle ki sözün sırf
ruhanî olarak vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. ġiddet ve zayıflık ile çeĢitli
mertebelerde gelebilir. Hem peygamberlere hem de Hz. Musa'nın annesine olduğu
gibi diğer insanlara dahi gerek yakaza (uyanıklık) halinde ve gerek uykuda olur.
Gıyabdan da olur, rü'yet (görme) halinde de nitekim Ġsra gecesi Resulullah'a öyle
olmuĢtu.
b. Perde arkasından söylemekle ki bazı cisimlerde ve kulaklarda kelam, söz
yaratıp iĢittirir de, iĢiten kimin söylediğini görmez. Nitekim Hz. Musa'ya böyle
olmuĢtu. Bu doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki iĢitme gücüne söylenmiĢ
olduğundan perde arkasından olmuĢ oluyor. Resulullah (s.a.v.); "Bazan bana çan
sesi gibi gelir." dediği kısmın da bu kabilden sayılması gerekir.
c. Bir resûl yani tebliğ aracı bir melek gönderip mübelliğ(tebliğci) olduğunu
tanıttırıp da izniyle, baĢarılı kılması ve yardımı ile dilediğini vahyettirmek suretiyle
ki peygamberlere çoğu zamanlarda vaki olan böyle vahyetmedir. "Dilediğini"
buyurulmasından da anlaĢılacağı üzere vahyetme ile meleğin vahyi gerek kalbe
doğdurulma ve gerek sesle veya sessiz söz ile olabileceği gibi meleğin geliĢi dahi
cismanî bir biçimde Ģekillenip Ģekillenmemekten daha geneldir ve daha geniĢtir.
Meleğin kuvvet ve mertebesinin de ayrıca özel bir önemi vardır. Mesela Cebrail ile
olan vahyin ifade ettiği zorunlu bilgi hepsinden yüksek olur. Sonra peygamberler
vasıtasıyla diğer insanlara olan tebliğler ve telkinlerde bu kısma dâhildir, resûl
göndermektir.264
2. Vahyin Hz. Ömer’i Teyidi, Vahiyde Meleklerin Rolü ve Vahyin
Mahiyeti
264 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 364-365.
101
Râzi "Onlardan ölen hiç bir kimsenin asla cenaze namazını kılma!
Kabrinin baĢında da durma. Çünkü onlar Allah ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular
ve onlar fâsık olarak öldüler... "265
ayetinin tefsirini yaparken vahyin Hz. Ömer'i
teyid etmesi konusuna değinmekte ve Ģöyle devam etmektedir:
Bil ki bu husus, Hz. Ömer (r.a)'in, medhe değer hususiyetlerinden
büyük bir menkîbesine delâlet eder. Gerçekten vahiy, birçok ayette,
Hz. Ömer'in görüĢüne uygun olarak gelmiĢtir. Meselâ bunlardan
birincisi, Bedir esirlerinden fidye alınması; ikincisi, içkinin haram
kılınması; üçüncüsü, kıblenin değiĢtirilmesi; dördüncüsü, kadınların
örtünmesini emreden ayetin inmesi; beĢincisi de iĢte bu ayetin
(Tevbe, 64) nüzulüdür. Böylece ayetlerin, Hz. Ömer (r.a)'in görüĢüne
muvafık olarak inmesi, onun dindeki mertebesinin çok yüksek ve
derecesinin çok kıymetli olduğuna delâlet eder.266
Allah'ın Hz.Yusuf'a vahyetmesi hakkındaki "Nihayet vakta ki onu
götürdüler, onu kuyunun dibine bırakmayı elbirliğiyle kararlaĢtırdılar. Biz de
kendisine: „Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken, bu iĢlerini haber
vereceksin‟ diye vahyettik"267
ayetle alakalı iki görüĢ bulunduğunu aktaran Râzi,
bunlardan birincisinin ve âlimler arasında en yaygın olan görüĢün kullanılan vahiy
ifadesinin nübüvvet ve risalet manâsında kullanılması olduğunu vurgular. Râzi, bu
görüĢü benimsemeyenlerin, Hz.Yusuf (a.s)'un o zaman bulûğa erip ermediği
hususunda ihtilaf ettiklerini böylece ikinci görüĢe meylederek buradaki vahiyden
maksadın ilham olduğuna vardıklarını belirtmektedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
''Musa'nın anasına....diye vahyettik (evheynâ)"268
ve "Rabbin bal arısına ... diye
ilham etti (evhâ)"269
ayetinde geçen vahy kelimesi gibidir diyenlere karĢı Râzi,
kendi tercihini birinci görüĢten yana kullanır. Çünkü vahyin zahirî manâsı budur
265 9/Tevbe, 64. 266 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 119-120. 267 12/Yusuf, 15. 268 28/Kasas, 7. 269 27/Neml, 68.
102
diyen Râzi, kendi görüĢünün doğruluğunu kuvvetlendirmek için geniĢ izahata
girmektedir.270
Vahiyin vasıtasının melekler olduğunu belirten Râzi‟ye göre, melekler
vasıtasıyla vahiylerin inmesinin pek çok faydası vardır. Râzi vahyin peygamberlere
ulaĢmasının ancak melekler vasıtasıyla olabileceğini, görüĢünü teyid eden etmek
için Cenâb-ı Hakk'ın Bakara suresinin sonunda, "Mü'minler de (iman etti). Her
biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı"271
buyurmasını delil olarak getirir. Ayette Cenâb-ı Hakk‟ın, kendi ismi ile baĢlaması ve
bunun peĢisıra melekleri zikretmesi Allah Teâlâ‟dan vasıtasız olarak, doğrudan
doğruya vahyi alanların melekler olduğuna bu vahyin ise, kitapların tâ kendisi
olmasına delalet etmektedir. Râzi‟ye göre melekler vahyi peygamberlere
ulaĢtırmaları nedeniyle doğru olan sıranın önce Allah'ın zikredilip, sonra meleklerin,
sonra kitapların, sonra da peygamberlerin zikredilmesidir.272
Vahyin mahiyeti üzerine derinlikli tahliller yapan Râzi‟ye göre, Allah Teâlâ
meleğe vahyettiği zaman, melek bu vahyin zarurî veya istidlale dayanan bir ilim ile
Allah'ın vahyi olduğunu bilir. Çünkü,
bunu istidlale dayanan bir ilim olduğunu farzedersek, bu Nâsıl elde
edilir? Yine melek bu vahyi peygambere tebliğ ettiği zaman,
peygamber bunu getirenin, Ģeytan-ı racîm olmayıp da, sâdık melek
olduğunu zaruri veya istidlalî bir Ģekilde bilir. Eğer bu bilme istidlal
yolu ile ise, bu istidlal nasıl elde edilir? ĠĢte bunlar, son derece ince
ve hassas konulardır.273
Bu soruları soran Râzi, cevaplarını bilmenin yolunun, ancak meleğin
hakikatini, Allah'ın ona olan vahyinin ve meleğin bu vahyi peygambere tebliğ
etmesinin keyfiyetini araĢtırmakla mümkün olabileceği kanaatini taĢımaktadır.
Konunun zorluğunu ifade sadedinde ise Ģunları kaydetmektedir:
270 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 179. 271 2/Bakara, 285. 272 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 156. 273 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 156.
103
Eğer biz bu meseleleri, alıĢılmıĢ kelimelerle anlatmaya kalkarsak,
maksadı anlatmak zorlaĢır ve düzen-intizam bozulur. Çünkü
Kur'ân'ın ayetleri bu vahyin ve bunu indirmenin ancak, melekler
vasıtası ile olduğunu bildirmektedir. ġöyle de diyebiliriz: Farzedelim
ki buna Kur'ân ayetleri delalet etmiyor. Fakat durumun böyle olması
ihtimali, aklın bedaheti ile de anlaĢılır.”274
Bu ifadelerinden Râzi‟nin vahyin mahiyetinin bilinemeyeceği sonucunu
kolaylıkla çıkarabiliriz. Aynı zamanda kullandığı “düzen-intizam bozulur”
ifadesinden de bildiği bazı Ģeyleri farklı ya da yanlıĢ anlaĢılma endiĢesiyle ortaya
koymaktan çekindiği anlaĢılmaktadır. Öyle olmasına rağmen akıl, vahyin hakikatini
keĢfetme özelliğine sahiptir Râzi‟ye göre.
Râzi, Cebrail (a.s)'in sadık, vahyi yalan karıĢtırmaktan masum olduğunu
ancak nakli delillerle bilebileceğimizi, nakli delillerin doğruluğunu ise Hz.
Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna dayandırmaktadır. Onun doğruluğu da, doğal
olarak Kur'ân'ın Ģeytan tarafından değil de, Allah Teâlâ tarafından gönderilen
mu‟ciz bir kelam olmasına dayanmaktadır. Bunu anlamak ise, Cebrail (a.s)'in doğru,
hakkı söyleyen, karıĢtırmaktan ve Ģeytani fiillerden uzak olduğunu bilmemize
dayanır. Râzi, bu durumda bir devr-i fasid ortaya çıktığını ve bu durumun zor bir
nokta olduğunu kaydeder. Bu zor durumun içinden çıkmanın yolunun ise
nübüvvetin ve vahyin hakikatini iyice öğrenmek olduğunu ancak o zaman, bütün
Ģüphelerin ortadan kalkabileceği kanaatini taĢımaktadır.275
Buna göre vahiy Allah
kaynaklıdır ve vahyin insanlara ulaĢmasında aracılık eden kaynakların sıhhati akıl
ve nakille sabittir. Ġlk planda anlaĢılmayan hakikatlerin ilimdeki derinliğe göre
zamanla fark edilebileceği kanaati Râzi‟de açıkça görülmektedir.
Elmalılı‟nın ise vahyin mahiyeti konusundaki bir tespiti Ģudur. O vahyi
“ruh” ile eĢ anlamlı düĢünmektedir. "Kendi emrinden ruh (vahiy) indiriyor"276
ayetinde ruh kelimesi ile vahyin kastedildiğini belirten Elmalılı, bunun sebebini
274 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 156. 275 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 156. 276 40/Mü‟min, 15.
104
vahyin ruhî bir iĢ olmasına bağlamaktadır. Ruhun Allah'ın emirlerinden bir emir,
baĢka bir ifade ile Allah'a ait iĢlerden bir iĢ olduğundan dolayı vahyin özel bir ruh
olduğunu belirten Elmalılı, bu ayeti (Mümin, 15) vahyin bir tarifi olarak
görmektedir. Devamında Elmalılı, bütün vahiylerin içeriğini kısaca iki esasta
özetlemektedir:
a. Birisi tevhid ki, ilmî kuvvetin olgunluğunun son noktasıdır.
b. Birisi de takva (Allah korkusu) ki amelî kuvvetin son olgunluk noktasıdır.
Ayrıca Elmalılı peygamberliğin çalıĢılarak elde edilen bir Ģey değil, Allah
vergisi olduğu kanaatini bildirmektedir.277
MUKAYESE
Elmalılı ile Râzi arasında vahyin tanımlanması ve sözlük anlamı konusunda
büyük oranda benzerlik olduğu görülmekedir. Râzi vahyin muhataplarını üçe
ayırmakta bunları, nübüvvetle görevlendirilmiĢ nebiler, Allah‟ın velileri ve bazı
hayvanlar Ģekinde sıralamaktadır. Râzi Yüce Allah‟ın arıya ve Hz. Musa‟nın
annesine “vahyetmesi”ni ilham etmek manâsında yorumlamıĢtır. Elmalılı da aynı
kanaati paylaĢmaktadır. Vahyin çeĢitlerini Elmalılı‟nın bir yerde altı Ģekilde ortaya
koyduğu baĢka bir yerede ise üçle sınırlandırdığı görülmektedir. Râzi ise vahiy
çeĢitlerini üçle sınırlayarak bu konuda ayrıĢmıĢlardır.
Vahyin mahiyeti hakkında Râzi melek konusunda tahliller yapıp sonuca
varmaya çalıĢırken, Elmalılı‟ın vahyin mahiyetini ruh ile iliĢkilendirmesi ikisi
arasında göze çarpan farklılıklardandır. Elmalılı vahiy ile ruhu eĢ anlamlı görmekte
ve ruhu boyutsal bir vahiy olarak değerlendirmektedir. Râzi ise melek kavramı
üzerinden giderek vahiy olayını anlaĢılır kılmaya çalıĢmaktadır.
277 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 65.
105
B. KUR’ÂN’IN TARĠFĠ VE ĠSĠMLERĠ
Kur‟ân kelimesinin türediği kök hakkında çesitli görüĢler mevcuttur. Kur‟ân
lafzının, lügat manâsının tespit edilmesi, öncelikle kelimenin baĢka bir kökten
türemiĢ olup olmadığına ve türemiĢ bir lafız ise hangi kökten türediğine bağlıdır. Ġlk
olarak Kur‟ân isminin müĢtak olduğunu düĢünenleri inceleyelim. Bunlar aĢağıda
görüleceği gibi birkaç tanedir:
a. Kur‟ân kelimesi “karine” kelimesinin çoğulu olan “Karain" kelimesinden
türemiĢtir. Zira onun ayetlerinin bazısı bazısına benzer, bazısı bazısına karinedir.
Açıktır ki "el-Karain" kelimesi hemzesizdir ve bu kelimedeki "nun" harfi aslidir. Bu
görüĢü, Ebü Zekeriyya Yahyâ ibn Ziyâd el-Ferra (ö. 207) savunmaktadır.278
b. Kur'ân lafzı, bir Ģeyi diğer bir Ģeye yaklaĢtırmak manâsını ifade eden
"Karene" fiilinden türemiĢtir. Zira süreler ve ayetler bazısı bazısı üzerine
zammedilmiĢlerdir. Bu tezi Ebû'l-Hasen el-EĢ'ari (ö. 324) savunmaktadır.279
Ebu
Bekr ibn Mücâhid (ö. 324 ) de, Ebu Amr ibn el-Âlâ (ö. 154) Kur'ân lafzını
hemzelemezdi, demektedir.280
c. Bunlar arasında âlimlerin en çok üzerinde durduğu ve en fazla tercih
edilen görüĢ “okudu” anlamına gelen “Karae” kelimesinden türediği görüĢüdür.
Buna göre Kur‟ân “Ğufran” vezninde hemzeli bir mastardır.281
Bu görüĢü Kur‟ân-ı
Kerim‟de bulunan Ģu ayet de desteklemektedir: “Onu (göğsünde) toplamak ve
okutmak suphesiz bize aittir. Öyleyse biz onu okuduğumuz vakit sen onun kıraatine
uy.”282
“Kur‟ân” kelimesi “ Karae” kökünden gelip, Hz. Peygamber (sav)‟e indirilen
muciz kelamın ismi olmuĢtur.283
Bu tanımlamaların zıttına olarak Ġmam ġafii (ö.468)‟ye göre Kur‟ân,
hemzesiz bir isimdir ve “karae”den türemiĢ bir isim olmayıp, Tevrat ve Ġncil gibi
278 Suyûtî, Celaluddin (ö.911/1505) , el-Itkân fi Ulumi'l-Kur'ân, Mısır, 1368, c. I, s. 52. 279
Suyûtî, a.g.e., c. I, s. 52; ez-ZerkeĢî (ö.794/1392), Bedruddin Muhammed b. Abdullah, el-Burhân
fî Ulûmi‟l-Kur‟ân, (tah. Muhammed Ebu‟l-Fazl Ġbrahim), Daru‟l-Ma‟rife, Beyrut, tsz, c. I, s. 278. 280 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. I, s. 129; Cerrahoğlu, a.g.e., s.32. 281 Yıldırım, Suat, Kur‟ân-ı Kerîm ve Kur‟ân Ġlimlerine GiriĢ, Ensar NeĢriyat, Ġstanbul, 1989, s. 37. 282 75/Kıyâmet, 17-18. 283 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 32; Demirci, a.g.e, s. 70.
106
Allah‟ın yüce kitabına verdiği özel bir isimdir. Dolayısıyla Ġmam ġafii Kur‟ân
kelimesinin “Karae” kökünden türemiĢ müĢtak bir isim olduğunu kabul
etmemektedir. Eğer oradan türemiĢ olsaydı her okunan seyin Kur‟ân olması icab
ederdi.284
Kur‟ân-ı Kerim‟in, baĢka baĢka yönleri ve özelliklerine bakılarak terim
anlamları yapılmıĢtır. Bu tariflerin çoğu parçacı tariflerdir, bütüncül tarifler
değillerdir. Birkaçı Ģöyledir:
a. “Hazreti Peygambere vahy yolu ile indirilmiĢ, mushaflarda yazılmıĢ,
tevatürle nakledilmiĢ, tilavetiyle taabbüd olunan mu'ciz kelamdır.”285
b. “el-Fâtiha suresinden, en-Nâs süresinin sonuna kadar, Hazreti
Muhammede indirilmiĢ, kendine hâs özellikleri ihtiva eden mümtâz lafızlardır.”286
c. “Hazreti Peygambere gelen vahiyleri ihtiva eden mukaddes bir kitaptır.”287
d. Terim olarak en yaygın olanı, “Hz. Peygamber‟e vahiy yoluyla indirilip
Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mu‟ciz bir
kelâm” Ģeklinde tarif edilmiĢtir. Bu tanımda yer alan “Hz. Peygamber‟e indirildiği”
sözü, diğer semâvî kitapları ve Hz. Peygamber‟in hadislerini dıĢarıda bırakmakta,
“vahiy yoluyla gelmiĢ olması” ifadesi de, onun ilâhî kaynaklı olmasını
göstermektedir. “Mushaflara yazılan” ibaresi, Kur‟ân‟dan olmayan hiçbir Ģeyin
Kur‟ân‟a girmediğini, “tevâtüren nakli” ifadesi lafız ve mana itibariyle mütevâtir
derecesine ulaĢmayan kıraatların Kur‟ân‟dan sayılamayacağını, “okunmasıyla ibadet
edilen” sözü de Kur‟ân‟ın kendisinden baĢka meâli, tefsiri yahut da mütevâtir olarak
nakledilen kudsî hadislerle ibâdet edilemeyeceğini göstermektedir.288
Kur‟ân-ı Kerim‟in baĢka isimleri de vardır. Ona verilen bu çeĢitli isimler
bizzât Kur'ân içerisinde bol bol zikredilir. Bunlardan bazısı isim bazısı da vasıftır.
284
Cerrahoğlu, a.g.e., s.31. 285 Zerkânî, a.g.e., c. I, s. 12. 286 Aynı eser, c. I, s. 10. 287 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 34. 288 es-Sâlih, Subhi (ö.1986), Mebâhis fî ulumi‟l-Kur‟ân, Beyrut, 1985, s. 31; Zerkânî, a.g.e, c. I, s. 19;
Bayram, Enver, a.g.e., s. 57.
107
Bunların isim veya vasıf olduğunu ayırt etmeksizin 90 küsür isim olduğunu
söyleyenler olmuĢsa da el-Burhan sahibi ez-ZerkeĢi, "el- Kâdi Ebul-Maâli'den
naklen: Bilin ki Allah Taala Kur'ân‟ı 55 isimle tesmiye etmiĢtir" demektedir.289
Değerli âlim Ġsmail Cerrahoğlu‟nun Tefsir Usûlü eserinde bunların bir kısmı Ģöyle
sıralanmaktadır:
a. el-Kitâb: Bu lafız Kur'ânda 230 defa geçmektedir. Kur‟ân‟a delalet
etmektedir. Mesela “Elif. Lâm. Mim. Bu o kitabdır ki kendisinde (Allah tarafından
gönderilmiĢ olduğunda) hiç Ģüphe yoktur. (O) takva sahipleri için doğru yolun ta
kendisidir”290
ayetinde olduğu gibi.
b. Ummu'l-Kitâb: Bu kelime Kur'ânda birkaç manada kullanılmaktadır:
ba. Levhi mahfuz maNâsında: “Ha. Mim. (hidayet yolunu) apâĢikâr gösteren
(Ģu) kitaba (Kur‟ân‟a) yemin ederim ki, hakikat biz onu (onun manalarını)
anlayasınız diye, Arapça bir Kur'ân yaptık, ġüphesiz o (Kur'ân) nezdimizdeki ana
kitab da (Levhi Mahfuz‟da sabit) çok yüce, çok hikmetli (bir kitab) dır.”291
bb. Kur‟ân-ı Kerim‟in muhkem (vazıh, açık) olan ayetleri manâsında:
“Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temeli) dir. Diğer bir
kısmı da müteĢâbihlerdir”292
bc. Bu kelime, Kur'ânı Kerimin ruhunu ve esasını ihtiva eden Fâtiha suresine
isim olarak da verilir.
c. el-Furkân: Hâk ile batılı tefrik etmek, ayırmak, felah, selâmet manâsına
olan bu kelime, Kur‟ân-ı Kerim‟de 6 ayette geçmekte ise de, bu kelimenin manâsı
her yerde kat'i olarak tayin edilememektedir. “Furkân âlemlerin bir korkutucusu
289 ez-ZerkeĢî, ag.e., c. I, s. 273; Cerrahoğlu, a.g.e., s. 35. 290 2/Bakara, 1-2. 291 43/Zuhrûf, 1-4. 292 3/Âl-i Ġmrân, 7.
108
olsun diyen kuluna indiren (Allah‟ın ġanı) ne yücedir”293
Bu ayette furkân kelimesi
selamet ve felâh anlamını taĢımaktadır.
d. el-Mesani: Kur'ânda hikmetler, kıssalar ve mevizeler tekrar edildiği için
el-Mesani lafzıyle tesmiye edilmiĢtir. Kur'âna verilen bu isimlerden baĢka Kelâm,
Nûr, Hüdâ, Rahmet, ġifa, Mev'ize, Zikr, Hikmet, Müheyymin, Hablullâh, Ahsene'l-
Hadis, Fasl, Kayyim, Tenzil, Rûh, Vahy, Beyan, Hakk, Urvetu'l-Vüska, Tezkire,
Adl, S ıdk, BüĢra, Kasas, Belâ ğ, Mecid, Aziz, BeĢir gibi isimler de verilir.294
Râzi tefsirinde, Kur‟ân‟ın isim ve sıfatları üzerine düĢüncelerini
ayetlerdenden de delillerle Ģu Ģekilde sıralamaktadır:
a. Kitap: Râzi‟ye göre âlimler, kitaptan maksadın Kur'ân olduğu hususunda
ittifak etmiĢlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Bu, sana indirdiğimiz bir Kitaptır"295
buyurmuĢtur. Buradaki “kitap” kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de farz, delil, zaman ve
efendinin kölesiyle yazılı akit yapması gibi birçok manaya gelmektedir.296
b. Kur‟ân: Râzi "De ki, insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini
meydana getirmek için bir araya gelseler...",297
"Ġçinde Kur'ân'ın indirilmiĢ olduğu
Ramazan ayı"298
ve "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru olan yola iletir"299
ayetlerinde bu ismin kullanıldığını örnek olarak göstermektedir.300
c. Furkân: Râzi‟ye göre Kur'ân, hak ile batılı, helâl ile haramı, mücmel ile
mübeyyeni ve muhkem ile müevveli ayırdığı için "Furkân" olarak isimlendirilmiĢtir.
"O, insanlara yol gösterici ve Furkân olmak (hak ile batılı ayırıcı olmak) üzere gön-
derilmiĢ açıklamalardır."301
Râzi, Ġkrime ve Suddî'nin görüĢünü de beyan eder ve
293 25/Furkân, 1. 294 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 35-36. 295 38/Sâd, 29. 296
Râzi, a.g.e., c. I, s. 430. 297 17/Ġsrâ, 88. 298 2/Bakara, 185. 299 17/Ġsra, 9. 300 Râzi, a.g.e., c. I, s. 430. 301 2/ Bakara, 185. Ayrıca Bkz. 25/Furkân, 1; 2/Bakara, 53.
109
“Furkân, „Kurtulmak‟ manâsına gelmektedir, Ģöyle ki insanlar sapıklıkların
karanlıklarında idiler de Kur‟ân ile kurtuluĢa erdiler” ifadelerini kullanır.302
d. Zikr, Tezkire, Zikra: Râzi, Kur'ân‟ın, kendisi ile kullarına öğüt verip, emir
ve tekliflerini kendilerine öğretmiĢ olduğu, Allah'dan gelen bir zikir, ayrıca,
kendisine iman eden bir kimse için bir nâm, Ģeref ve övünme kaynağı, aynı zamanda
da Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ümmeti için bir Ģeref olduğunu belirtir. Bunu da
Enbiyâ suresi 50. ayeti ile Zuhrûf suresi 44. ayeti ile delillendirir. Bundan baĢka
"Tezkire" ismi için Hakka suresi 48. ayeti, "Zikrâ" ismi için ise Zâriyat suresi 55.
ayeti zikreder.303
e. Tenzil: Râzi tefsirinde Kur‟ân‟ın bu ismi ile ilgili bir izahatta
bulunmamakla birlikte "Muhakkak ki (Kur'ân), Cibrili-i Emin‟in indirmiĢ olduğu,
âlemlerin Rabbinin bir tenzili (indirmesi)dir."304
ayetini örnek olarak
göstermektedir.305
f. Hadis: Râzi Cenâb-ı Allah‟ın, Kur'ân'ı "Hadis" diye isimlendirdiğini
çünkü, Kur'ân'ın insana ulaĢmasının bir söz (hadis) olduğunu ve yine Cenâb-ı
Hakkın Kur'ân'ı konuĢulan Ģeye (yani söze) benzettiğini böylece Allah‟ın, onunla
mükelleflere hitab ettiğini izah eder. Kur‟ân‟dan ise Zümer suresi 22. ayeti delil
olarak sunmaktadır.306
g. Mev'iza: Kur'ân‟ın gerçekte bir nasihat olduğunu belirtir Râzi, çünkü
konuĢan Allah, onu alan Cebrail (a.s.), imlâ eden de Hz. Muhammed (s.a.s.)dir. O
halde, onunla nasıl vaz u Nâsihat yapılmaz? diyerek Yunus suresi 57. ayeti örnek
olarak vermektedir.307
h. Hüküm, Hikmet, Hakim, Muhkem: Râzi “Hüküm” ismine dair Rad suresi
37. ayeti, “Hikmet” ismine dair Kamer suresi 5. ayeti ile Ahzab suresi 34. ayeti,
302 Râzi, a.g.e.,c. I, s. 431. 303
Râzi, a.g.e., c. I, s. 432. 304 26/ġuarâ, 192-193. 305 Râzi, a.g.e., c. I, s. 432. 306 "Allah, en güzel hadisi (sözü) bir kitab olarak indirdi"; Râzi, a.g.e., c. I, s. 432. 307 "Ey insanlar, muhakkak ki Rabbinizden size bir mev'iza (bir vaz-u Nâsihat) gelmiĢtir"; Râzi,
a.g.e., c. I, s. 432.
110
“Hakim” ismi için Yasin suresi 1. ayeti, “Muhkem” ismi için ise hud suresi 1. ayeti
örnek göstermektedir. Râzi ayrıca âlimlerden bazısının "hikmet" kelimesini, sağlam
yapma ve ilzamı (susturup kabule zorlamak) manalarından alındığını bazılarının da
(hakeme, gemin, hayvanın damaklarını tutup itaate zorlayan kısmı) ifadesinden
alındığını söylemiĢtir. Çünkü gem, hayvanı zapteder hikmet de, bunun gibi, insanı
akılsızlıktan meneder.308
ı. ġifâ: Kur‟ân, hastalıklara bir Ģifadır Râzi‟ye göre. O, küfür hastalığına bir
Ģifadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, küfür ve Ģüpheyi hastalık olarak isimlendirmiĢtir.309
Bu nedenle "Biz Kur'ân'dan mûminlere bir Ģifa ve rahmet olan (ayetler)
indiriyoruz"310
ve "Kalplerde olan (dertlere) bir Ģifa"311
ayetlerini delil göstererek
Kur‟ân‟ın bir adının Ģifa olduğunu belirtir.
i. Hüdâ ve Hâdi: Râzi bu iki isme hidayete götüren Ģeklinde mana vermiĢtir.
"Muttakîler için bir hidayet vesilesidir",312
"Ġnsanlar için bir hidayet olmak
üzere",313
"Muhakkak ki bu Kur‟ân en doğru olan yola götürür"314
ve "Muhakkak ki
biz, doğruya hidayet eden, hayranlık uyandıran bir Kur‟ân dinledik."315
ayetlerini
bu ismin kullanımına örnek olarak gösterir.316
Râzi, tefsirinde Kur‟ân‟ın bu isim ve sıfatlarından baĢka Sırât-ı Müstakîm,
Habl, Rahmet, Rûh, Kasas, Beyan, Tibyan, Mubîn, Besâir, Fasl, Nücûm, Mesânî,
Nimet, Bürhan, BeĢîr, Nezîr, BeĢîr, Nezîr, Müheymin, Hâdî, Nur, Hak, Azîz, Kerîm,
Azîm ve Mübarek gibi baĢka isimlerini de ayetlerden delilleriyle zikreder.317
Biz
konunun daha fazla uzamaması için bu kadarla iktifa ediyoruz.
Elmalılı da tefsirinin mukaddimesinde Kur‟ân‟ın bazı isim ve sıfatlarını
belirtmiĢ ve açıklamıĢtır. ġimdi bunlara bakalım:
308 Râzi, a.g.e., c. I, s. 433. 309 2/Bakara, 10. 310 17/Ġsra, 82. 311 10/Yunus, 57. 312
2/Bakara, 2. 313 10/Yunus, 57. 314 17/Ġsrâ, 9. 315 72/Cin, 1-2. 316 Râzi, a.g.e., c. I, s. 433-434. 317 Râzi, a.g.e., c. I, s. 434-440.
111
a. el-Kitâb: Elmalılı, “Elif, lam, mim. Bu kendisinde Ģüphe olmayan bir
kitaptır.”318
ayetindeki “el-Kitap” lafzının Kur‟ân için kullanıldığını belirtir.319
Elmalılı, ilgili ayetin tefsirinde “Gerçek Ģu ki biz senin üzerine, oldukça ağır bir söz
(vahiy) bırakacağız”320
ayeti ile vaad edilmiĢ o ağır ve muazzam Allah kelâmı ki
bundan sonra „el-Kitâb‟ denilince Allah‟ın yalnız bu kitabı anlaĢılacak ve bunun
yanında diğerlerine kitap denilmesi uygun olmayacaktır, demektedir. Bunun içindir
ki Müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur‟ân anlaĢılır. Hatta
Hz.Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir. ġu halde burada
kitabın tanımı Ģu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa(s.a.s..) Efendimize
indirilmiĢ olup her bir suresi mu‟cize olan ve ondan bize tevatüren gelen ve o
Ģekilde mushaflarda yazılı bulunan belağatlı metin, ki hem hepsine, hem bazısına
denilir. Yani kül ile külli arasında ortaktır.321
Altı çizili ifadelerde belirtilen
tanımlama, tespit edebildiğimiz kadarıyla Elmalılı‟nın yaptığı tek ıstılahi Kur‟ân
tanımlamasıdır.
b. el-Furkân: Elmalılı Furkân‟ın esasen, ayırmak anlamında mastar olduğunu
belirttikten sonra, Kur‟ân‟ın Hak ile batılı, helal ile haramı ayırması itibari ile bu
ismi aldığını ifade eder.322
“Ve bir vakit Musa'ya o kitabı ve furkânı verdik, umulur
ki, hidayete erer, doğru gidersiniz”323
ayetinin tefsirinde detaylı açıklama yapmıĢtır.
O, hakkı, hak olmayanı, küfür ve imanı, helal ile haramı çekiĢme ve davayı kesen,
ayıran her Ģeye de “Furkân” denildiğini belirtmiĢtir. Bu anlamda Furkân‟ın
Kur‟ân‟ın özel bir lakabı olduğunu belirtmiĢtir. Elmalılı, Tevrat da esasen hak ile
batılı ayıran ilâhî bir furkândır, diyerek izahlarına devam etmektedir.324
c. el-Hüdâ: Elmalılı, el-Hüdâ‟nın hidayet etmek anlamında mastar olduğunu
belittikten sonra hidayet almak anlamına geldiğini belirtir. Ayrıca, Kur‟ân‟a
“Müttakiler için bir kılavuz”,325
“Müminler için hidayet”326
ve “Ġnsanlar için bir
318 2/Bakara, 1-2. 319 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 22. 320
73/Müzzemmil, 5. 321 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 153. 322 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 21. 323 2/Bakara, 53. 324 Elmalılı, a.g.e.,c. I, s. 294. 325 2/Bakara, 2.
112
hidayet”327
olduğu için el-Hüdâ dendiğini belirtir.328
Elmalılı, el-Hüda isminin
geniĢ Ģekilde açıklamasını değiĢik yerlerde ayrıntılı olarak açıklamıĢtır. Bakara
suresi 2. ayetin tefsirini yaparken, Kur‟ân‟ın, herkese hakkın yolunu göstermekle
beraber, bunu herkesin kabul etmekte denk olmayacağını, bazılarının buna iradesini
sarf etmeyeceğini açıklar. Elmalıya göre, Kur‟ân‟ın iniĢ hikmeti, baĢalangıçta insan
iradesinin katılımı Ģartıyla genel bir hidayettir. Fakat Ģartın gerçekleĢmesine göre bu
hikmet, bu gaye müttakilerin hidayeti olarak gerçekleĢecektir.329
d. Ez-Zikr: Elmalılı “zikr”in masdar olup anıĢ ve anılan Ģey manalarına
geldiğini belirtir. Bu anma kalp ile olabileceği gibi dille de olabilir. Elmalılı,
Rağıb‟ın Müfredatın‟dan ve Kamus sahibinin Besair‟inde “zkr” maddesinde, bazen
nefsin durumu kastedildiğini, böylece insanın bilgiyi koruyabildiğine iĢaret eder.
Namaza ve duaya da zikir dendiği gibi din ve Ģeraiti açıklayan ve milletin
hükümlerini koyan semavi kitaplara da zikir dendiğini ifade eder. Ardından
“Zikr(Vahiy) içimizde ona mı bırakıldı?”,330
“Biz zikrde sonra Zebur‟da da
yazdık”331
ve “ĠĢte benimle birlikte olanların zikri(kitabı) ve benden öncekilerin de
zikri”332
gibi bazı değiĢik manalarda kullanıldığı gibi zikrin Kur‟ân manâsındaki
“Hiç Ģüphesiz, zikri(Kur‟ân‟ı) biz indirdik onun koruyucuları da gerçekten biziz.”333
ayetine de değinir.
e. en-Nur: Elmalılı Kur‟ân‟ın kalpleri, fikirleri aydınlatması itibari ile “en-
Nur” adını aldığını “Onunla birlikte indirilen nuru izleyenler”334
ayetiyle
açıklamaktadır.335
326 2/Bakara, 97. 327 2/Bakara, 185. 328 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 23. 329 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 157. 330
54/Kamer, 25. 331 21/Enbiyâ, 105. 332 21/Enbiyâ, 24. 333 15/Hicr, 9. 334 7/Â‟raf, 157. 335 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 23.
113
MUKAYESE
Kur‟ân‟ın terim anlamı konusunda Elmalılı ve Râzi‟nin çok net
tanımlamalarda bulunduklarını söyleyemeyiz. Sadece Elmalılı‟nın el-Kitab
kelimesini izah ederken kısa bir tanımlamasına rastlamaktayız. Burada „el-Kitab‟ı
tarif etmekte ama bunu yaparken kısa bir Kur‟ân tanımını da yapmıĢ olmaktadır.
Ġncelendiğinde Elmalılı‟nın tarifinin klasik Kur‟ân tarifleriyle uyuĢtuğu rahatlıkla
görülmektedir. Bununla beraber iki müfessirin, özellikle de Râzi‟nin, Kur‟ân‟ın
isim ve sıfatları ile ilgili izahları bizlere geniĢ bir Kur‟ân tanımı yapabilme imkânı
vermektedir. Bize göre de Kur‟ân tarif edilecekse bu isim ve sıfatları içinde
barındıran bir tarif olmalıdır. Ayrıca Elmalılı, tanımlamalarını yaptığı Kur‟ân‟ın
Kitap, Furkân, Hüda, Zikr ve Nur isimlerinin Râzi‟ninki ile muvafık olduğu
görülmektedir.
Bu konuyla ilgili olarak farklılık arzeden tek yön Elmalılı‟nın Kur‟ân‟ın
sadece beĢ isimini ve sıfatını tefsirinde izah ederken Râzi‟nin bu isimlerin 32
tanesine değinmiĢ olmasıdır. Bu yapılırken Râzi‟de göze çarpan farklılık, çoğu
zaman ayetlerden bazen de hadislerden deliller getirmesidir. Elmalılı‟nın Kur‟ân‟ın
diğer isimlerini ve sıfatlarını tefsirine almamasının sebebinin hacminin büyümesi
kaygısı olduğunu düĢünüyoruz.
C. AYET
Lugat manâsı, açık alamet, iĢaret, niĢâne, manalarına gelen “ayet”
kelimesinin çoğulu ây veya âyât'dır. Bir Ģeyin tanınmasına sebeb olan emare
manâsına da kullanılır. Allah'ın varlığına delalet eden her Ģeye de ayet denilmiĢtir.
Peygamberlerin hâk olduklarını isbat edici mahiyette olan mu‟cizelerine de ayet
denebilir. Istılah olarak ise ayet, sürelerin içinde evelinden ve sonundan munkati
olan, bir veya birkaç cümleden mürekkeb bir kelamdır, Ģeklinde tarif edilir.336
336 Ġbn Manzûr, a.g.e.,c. XIV, s. 12; Cerrahoğlu, a.g.e., s. 52; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, s.
86-87.
114
Ayetlerin tertibi tevkifîdir. Nâzil olan her ayetin, hangi sürenin neresine
konulacağını Hz. Peygamber bilir ve yazılmasını vahiy kâtiblerine emrederdi.337
El-
Müddessir, el- Fâtiha veya Besmelenin ilk nâzil olan ayetler olduğunu söyleyenler
varsa da, ekseri âlimler, ilk nâzil olan ayetlerin el-Alak süresinin ilk beĢ ayeti
olduğunu bildirmektedirler.338
Son nâzil olan ayet hakkında da tam bir ittifak mevcud değildir. Bu hususda
birkaç görüĢ mevcuttur. Bunlar Bakara suresi 278., Bakara suresi 281., Nisâ suresi
176., Tevbe suresi 128-129., Nâsr suresi 1-3. ve Mâide suresi 3. ayetleridir.339
Râzi, ayetlerin yerlerinin belirlenmesinin tevkîfi yani vahye dayalı olduğunu
düĢünür. Bunu Bakara suresi 281. ayeti tefsir ederken ortaya koyduğu
düĢüncelerinden anlayabiliriz. O, Ġbn Abbas (r.a)‟tan aldığı bir rivayette Hz.
Peygamber (s.a.s) bu ayetin en son inen ayet olduğunu söylemiĢtir. Çünkü Hz.
Peygamber(s.a.s) haccederken, Kelâle ayeti diye bilinen Nisa suresi 176. ayeti nâzil
olmuĢtur. Daha sonra O, Arafat'da vakfede iken "Bugün sizin dininizi kemâle
erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım"340
ayeti, daha sonra da tefsir ettiği bu
ayet nâzil olmuĢtur, demektedir. Bundan baĢka, Cebrail (a.s)‟ın, “Ta Muhammed, bu
ayeti Bakara suresinin 280. ayetinin peĢine koy" dediğini, Hz. Peygamber (s.a.s), bu
ayetin nüzulünden sonra ancak seksenbir gün yaĢadığını belirtir.341
Dolayısıyla
Râzi‟nin bu tespitleri ayetlerin yerlerinin vahiyle tespit edildiği görüĢünü
savunduğunu gösterir.
Râzi ayetler arası tertibi, Kur‟ân‟ın değiĢtirilemeyeceği ve tahrif
edilemeyeceği konusuyla iliĢkilendirmektedir. Bu sebeple "Kur‟ân'ın bu Ģekildeki
tertibi, Hz. Osman'ın tertibidir" diyen kimsenin sözünün bozuk olduğunu, çünkü
böyle diyen bir kimsenin, Kur‟ân'ı hüccet olmaktan çıkarmıĢ olacağını ifade eder.342
Râzi sure sonları ile baĢları ve ayetler arası insicamı konu edinen münâsebet ilmini
337
Zerkânî, a.g.e., c. I, s. 340; ZerkeĢî, a.g.e., c. I, s. 256; Cerrahoğlu, a.g.e., s. 53. 338 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 53. 339 Cerrahoğlu, a.g.e., s. 54. 340 5/Mâide, 3. 341 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 39. 342 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 86.
115
tefsir usulüne yerleĢtiren âlim olarak kabul edilmesi de ayetlerin sıralamasının vahye
dayalı olduğunu kabulünün açık göstergesidir.
Râzi‟nin ilk inen ve son inen ayetler hakkındaki görüĢleri, değiĢik ayet
tefsirleri arasına serpiĢmiĢtir. Râzi ilk inen ayetle ilgili olarak, Fatiha‟nın tefsirini
yaparken, Sa'lebî senedi ile Amr b. ġûrahbil'in Kur‟ân‟dan ilk nâzil olanın Fatiha
suresi olduğu Ģeklindeki rivayetini nakleder.343
Alak süresini tefsir ederken, bu
surenin baĢından itibaren beĢ ayet, ilk nâzil olan ayetler olup, geriye kalan kısım ise,
konular farklı olduğu için bundan sonra Ebû Cehil hakkında nâzil olmuĢ
olabileceğini kaydeder. Daha sonra da Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bu kısmın, bu
surenin sonuna eklenmesi emredilmiĢ olabileceğini tespit etmektedir.344
Yine Alak
suresinin hemen baĢında bu surenin, Kur‟ân'ın ilk nâzil olan suresi olduğunu bazı
müfessirlerin söylediğini diğer bazılarının ise, ilk defa Fatiha suresi'nin, peĢine de
Alak suresi'nin nâzil olduğunu söylediklerini belirtir.345
Râzi ilk inen ayetle ilgili açıklamalarında, adedi olduğu üzere tüm rivayetleri
dillendirmiĢ olup konuyla alakalı net bir ifadede bulunmamıĢ olmasına rağmen onun
görüĢünün Alak suresinin ilk beĢ ayetinin önce nuzul edilen olduğu görüĢüne
meylettiği anlaĢılmaktadır. Pek çok araĢtırmacı da bu görüĢe meyletmiĢtir.346
Râzi tefsirinde son inen ayetle ilgili olarak da değiĢik görüĢler ortaya
koymuĢtur. Bunlardan ilki, yukarıda ayetlerin sıralamasının tevkîfi yani vahiyle
belirlendiğine dair Râzi‟nin görüĢlerinin de içinde olduğu Bakara suresi 281.
ayetinin son inen ayet olduğudur. Konu ile iliĢkili diğer kanaati ise Tevbe suresinin
son iki ayetinin iniĢiyle vahyin son bulduğu yolundaki görüĢüdür.347
Buna rağmen
Râzi‟de ilk görüĢün ağır bastığı rahatlıkla söylenebilir.
Elmalılı M. Hamdi Yazır, tefsirine yazdığı mukaddimesinde ayet kelimesini
“açık alamet” olarak nitelemektedir. Devamında, Ģu halde alamet, zâten zahir ve
343
Râzi, a.g.e., c. I, s. 252-253. 344 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 260-261. 345 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 253. 346 Kahveci, Ġhsan, Fahreddin er-Râzî‟nin Mefâtihu‟l-Gayb Adlı Tefsirinde Ulûmu‟l Kur‟ân,
(BasılmamıĢ Doktora Tezi), S.Ü.S.B. Enstitüsü, Sakarya, 2011, s. 109; Bayram, Enver, a.g.e., s. 85. 347 Râzi, a.g.e., c. XXII, s. 202-203.
116
açık olunca ayet onun daha açığı demektir, mesela bir dağ alamet ise zirvesi ayet
olur. GüneĢ bir gündüz ayeti, ay bir gece ayetidir. Cami bir alametse, minare onun
ayetidir, demektedir.348
Göründüğü için bir binaya da ayet denilir. Her Ģey
alametiyle tanınır, her hakikat ayetiyle bilinir. Bu nedenle ilimdeki kabiliyet ve
mertebelerine göre kendisinde yapılacak düĢünme oranında çeĢitli bilgilere sebep
olan alamet ve delillerin hepsine ayet denir. Bu tanımlamalarının yanında Elmalılı,
“Her Ģeyde O‟na iĢaret(ayet) vardır. O‟nun bir olduğuna iĢaret etmektedir.” Beytini
ifade ettikten sonra “ġüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten
ayetler vardır”349
ayetini getirmektedir. Buradan biz Elmalılı‟nın, Allah‟ın varlığına
ve birliğine delalet eden her Ģeyi ayet olarak anladığını görebilmekteyiz. Her Ģeyi
yaratan Allah olduğu için de, Elmalılı, gözün her gördüğünü Allah‟ın ayeti olarak
değerlendirmektedir. Elmalılı, mesela bir devletin bayrağı onun bir alamet ve
ayetidir, der. Fakat bir kimse o bayrağın hangi devlete ait olduğunu bilmezse yahut
dikkat etmemiĢse, onun bir alamet oluĢuna zarar vermez,350
demektedir. Böylece
Elmalılı, Allah‟ın varlığının delileri olan ayetleri bilmemenin veya tanımamanın
Allah‟ın varlığından ve büyüklüğünden bir Ģey eksiltemeyeceğini anlatmak
istemektedir.
Elmalılı ayetlerin mertebeleri olduğunu bazılarının “Ayatı beyyinat”351
olarak nitelendirildiğini dolayısıyla böyle ayetlerin ıĢık gibi açık ve açıklayıcı
olduklarını ifade eder. Elmalılı ayet kavramını izah için “Andolsun biz Musa‟ya
apaçık dokuz ayet(mu‟cize) vermiĢtik.”352
ayetinden hareketle mu‟cize anlamına da
geldiğini mukaddimesinde beyan etmektedir. Ayetlerin bir veya birkaç cümleden
oluĢabileceği gibi, mesela Fatiha suresindeki “ErRahmâni‟r-rahim” gibi seçkin
birkaç sıfattan da ibaret olabileceğini belirtir. Ayetlerin bazısının çok kısa olmasının
yanında Ayete‟l-Kürsi ve abdest ayeti gibi yarım sayfa olanlarının yanında Ayeti
müdayene353
gibi bir sayfa sürenlerinin de var olduğunun belirtir.354
348 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 24. 349
13/Ra‟d, 4. 350 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 24. 351 2/Bakara, 99. 352 17/Ġsra, 101. 353 2/Bakara, 282. 354 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 24.
117
Elmalılı ayetler arasındaki düzen hakkında, fasıla harflerinin düzenli ve
sistemli olmaması, bazen özel bazen özel olmayan farklarla çeĢitlilik göstermesi
nedeniyle tevkifi olduğunu, yani Ģiirin mısraı, sec‟in fıkrası gibi yalnız zekâ ve bilgi
ile değil rivayetle belirlendiğini savunur.355
Ayn, sin, kaf356
ın iki ayet olduğunu
anlamlarının yalnız zekâ ve bilgi ile bilinemeyeceğini belirtir. Elmalılı, ayet
ifadesinin bazen bir ayet için, bazen bir ayet içindeki bir kelime için
kullanılabileceği gibi bazen de bir ayet ya da birkaç ayetten oluĢan sure için de
kullanılabileceğini kaydeder. Örnek olarak ise “Kadınların tesettürü hakkında ayet
vardır” diyen birisinin buradaki ayetten kastettiğinin bir kıssa ya da bir sure yahut da
birkaç ayet olabileceğini beyan eder. “Bu ayet Ģu sebeple indi” denildiği zaman ayet,
çoğunlukla birkaç ayeti kapsamına alır, ifadelerini ayrıca kullanır.357
Elmalılı Kur‟ân‟ın ilk inen ayetlerini Alak suresinin ilk 5 ayeti olarak tespit
ederken,358
son inen ayeti olarak ise Bakara suresi 281. ayet olarak belirtmektetir.359
MUKAYESE
Ġki müfessirin ilk inen ayetin hangisi olduğu hakkında değiĢik rivayetleri
tefsirlerine aldıkları görülmektedir. Bu rivayetler üzerinden tartıĢma yaratmakta ve
sonunda bu rivayetler içinde Alak suresinin 1-5 ayetinin ilk inen ayetler olduğu
üzerinde görüĢ birliğine vardıklarını veya iki müfessirin de bu görüĢe meylettiklerini
sezinleyebilmekteyiz. Aynı durumu son inen ayet konusunda da görebilmekteyiz.
Uzun açıklama ve izahattan sonra varılan sonuç, iki müfessire göre de, son inen
ayetin Bakara suresinin 281. ayetinin olduğudur.
Ġki müfessirin muvafakat ettiği bir diğer konu ise ayetlerin düzeninin tevkîfi
oluĢudur. Râzi tefsir ilmende “Tenâsüb ve Ġnsicam” konusunu en fazla inceleyen ve
bunu Kur‟ân‟ın icazı ile iliĢkilendiren ilk müfessir sayılmasıyla bilinmektedir.
Tefsirinde her zaman ayet ve sure sonu ile baĢlarını iliĢkilendirmiĢtir. Böyle bir
uygulama içindeki Râzi‟nin, tabii olarak böyle bir görüĢte olması beklenir. Zâten
355 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 24. 356 26/ġuarâ, 1-2. 357 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 24. 358 Elmalılı, a.g.e., c. VIII, s. 541. 359 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 223.
118
Râzi‟nin bu konuda ne kadar net olduğu, “Eğer Kur‟ân‟ın düzeninin Hz. Osman
döneminde yapıldığı iddia edilirse Kur‟ân hüccet olmaktan çıkar” ifadesiyle
ortadadır. Elmalılı da Râzi‟nin yolundan gitmiĢ ve baĢka tefsirlerde olmadığı kadar
ayetler arası münâsebeti iĢlemiĢtir. Bunun sebebi de kuĢkusuz ayetlerin sırasının bir
hikmetle ve vahiy yoluyla olduğu düĢüncesidir.
Ġki müfessir arasında göze çarpan bir farklılık Elmalılı‟nın ayet kelimesinde
yaptığı geniĢ lüğavi tanımlamalardır. Biz Elmalılı‟nın tefsirindeki bu geniĢ
izahatların benzerine Râzi‟de rastlayamadık. Elmalılı anlabildiğimiz kadarıyla
evreni okunacak bir kitap olarak görmekte, içindeki varlıkları da onu yaratan varlığı
yani yüce Allah‟ı tanıtan birer ayet olarak değerlendirmektedir. KuĢkusuz bu
düĢünceyi Râzi‟nin tefsirinde de görebilmekteyiz. Fakat Elmalılı‟nın yaĢadığı
dönemdeki sosyal durum, böyle bir düĢüncenin ortaya çıkmasına gayet uygun
düĢmüĢtür.
D. SURE
Sure kelimesinin lugat manâsı, “yüksek rütbe, mevki, Ģeref, binanın kısmı
veya katları manâsına gelir. Çoğulu suver‟dir.”360
Istılahta ise, “Kur‟ân‟ın
birbirinden ayrılmıĢ 114 bölümden küçük veya büyük, müstakil bölümlerine sure
denilir.”361
Surelerin tertibi hususunda Ġslam bilginleri arasında geniĢ bir ihtilaf vardır.
Bazıları mevcud tertibin Hz. Peygamber tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifi
olduğunu ileri sürerken, bazıları da, bu tertibin sahabenin içtihadlarıyle meydana
geldiğini söylemektedirler. Her iki görüĢü uzlaĢtırıcı mahiyette, bu tertibin kısmen
Hz. Peygamber tarafından kısmen de sahabenin içtihadiyle meydana geldiğini
söyleyen üçüncü bir görüĢ de mevcuttur.362
360
Ġbn Manzûr, a.g.e., c. IV, s. 386; el-Cevherî, Ġsmâil b. Hammâd, es-Sıhah, Mısır, 1376/1956, c. II,
s. 690; Zerkânî, el-Menahil, c. I, s. 343; Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 52. 361 Buna benzer veya yakın anlamlar için bkz. ZerkeĢî, Burhan, c. I, s. 264; Turgut, Tefsir Usûlü ve
Kaynakları, s. 89; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, s. 43; Yıldırım, Kur‟ân-ı Kerîm ve Kur‟ân
Ġlimlerine GiriĢ, s. 52. 362 Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 55.
119
Râzi‟ye göre ıstılahi olarak sure, Kur‟ân'dan bir bölümdür. Kelimedeki vâv
harfi, eğer kelimenin aslından sayılırsa, surelere sure isminin verilmesi, ya Ģehrin
surları manâsına gelen "sûr" kelimesinden alınmıĢtır, çünkü sureler de, surlarla
çevrilmiĢ Ģehirler gibi, Kur‟ân'ın sınırlanmıĢ birer bölümüdürler. Veya o sureler,
tıpkı Ģehrin surlarının içindekileri kuĢatması gibi, birçok ilim dallarını ihtiva
etmelerinden dolayı bu ismi almıĢlardır. Veyahut da mertebe (derece) manâsına
gelen "sure" lafzından alınmıĢtır. Çünkü Kur'ân sureleri, aynı zamanda okuyanın
basamak basamak yükseldiği, dereceler ve mertebeler mesabesindedir. Sureler de
kendi arasında uzun, orta ve kısa olarak taksim edilir. Veyahut da sure adının
verilmesinin sebebi onların, dindeki yerinin yüceliğinden dolayıdır. Eğer, sure
kelimesinin vâvının, "hemze" den çevrilmiĢ bir vâv olduğu söylenirse, Kur‟ân
surelerine "sure" denmesinin sebebi, birĢeyden arta kalan veya onun fazlası olan Ģey
(su're) gibi, bunların da Kur‟ân'ın bir parçası ve bölümü olmalarıdır.363
Râzi, Kur‟ân'ı surelere bölmenin birçok bakımdan faydası olduğunu belirtir.
Bu faydaları Ģöyle sıralar:
“a. Yazarlar, kitaplarını bölümlere ve kısımlara ayırırlar.
b. "Cins"in kapsamında "tür"ler bulunduğunda her nev'in ihtiva ettiği
"fert"ler, diğer türün fertlerinden daha güzel olur.
c. Okuyucu, bölümlere ayrılmamıĢ bir kitabı baĢtan sona okumaktansa,
kitabın bir suresini veya bir bölümünü bitirip diğerine baĢlamaya daha bir Ģevk
duyar, öğrenme nisbeti daha da artar. Bu Ģuna benzer: Yolcu bir mil yol aldığını
veya bir fersahı geçtiğini bilirse, bu onu ferahlatır ve daha çok yürüme arzusu verir.
d. Kur'ân'ı ezberleyen kimse bir sure ezberlediğinde, Allah'ın kitabından
müstakil bir bölümü öğrenmiĢ olduğuna inanır, bu onun gözünde kıymetlenir ve
böylece sevinir.”364
363 Râzi, a.g.e., c. II, s. 142. 364 Râzi, a.g.e., c. II, s. 143.
120
Râzi, Kur‟ân‟ın ve O‟nun surelerinin tertibinin, bu tertibin Hz. Osman
zamanında olduğunu söyleyen bazı hadisçilerin görüĢünün aksine olarak, Cenâb-ı
Hakk'ın O'nu indirdiği Ģekilde olduğunu kanıtlamaya çalıĢır.365
Râzi, bazı âlimlere göre, ilk nâzil olan surenin müddessir suresi olduğunu366
belirtirken baĢka bir yerede ümmetin çoğu, Mâide suresinin, Kur'ân'ın son nâzil olan
suresi olduğunda ittifak halindedir367
Ģeklinde ifadeler kullanarak ilk ve son inen
sureler hakkındaki görüĢünü de ortaya koymaktadır.
Râzi, et-Tefsîru‟l-Kebîr‟inde surelerin Mekki-Medeni oluĢu, isimleri ve
özellikle sureler arası münâsebet üzerinde ayrıca durmaktadır. Ayetler arasında
olduğu gibi sureler arası münâsebeti ilk defa vurgulayıp bunu Kur‟ân‟ın bu yönüyle
mu‟ciz oluĢunu ilk defa göz önüne seren Râzi‟dir. Kendisinden önceki müfessirlerde
olmadığı kadar münâsebet ilmini iĢlemekle birlikte her surenin baĢlangıcında, bir
önceki surenin son ayetiyle bağlantı kurmaktadır.
Müfessir Elmalılı‟ya göre, Kur‟ân‟ın en az üç ayetini içeren ve özel bir kitap
gibi özel bir isme sahip, özel kısımlarından her birine sure denir. Elmalılı‟ya göre,
sure kelimesinde iki benzetme bulunur. Biri yüksek rütbe ki, buna göre Kur‟ân, gök
âlemine ve her sure göğün yüksek rütbede bulunan sistemlerine benzetilmiĢ olur. Bu
bağlamda her ayet birer yıldıza benzer. Diğeri ise büyük Ģehri kuĢatan surdur ki,
Kur‟ân yeryüzünde yüksek bir medeniyet kuracağına iĢaretle her suresi, büyük bir
suru bulunan sağlam bir Ģehre ve bunun altında her ayette de, bir konağa benzetilmiĢ
olur.368
Kısalık ve uzunluklarına göre surelerin isimlerine değinen Elmalılı, Beyyine
suresinden Nâs suresine kadar olanlara “kısarı mufassal”, Burûc suresinden Beyyine
suresine kadar olanlara “evsatı mufassal” ve Hucûrat suresinden Burûc suresine
kadar olanlara “tıvâli mufassal” Ģeklinde tanımlamaktadır.369
365 Râzi, a.g.e., c. II, s. 143. 366 Râzi, a.g.e., c. XXII, s. 235. 367 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 264. 368 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 23. 369 Elmalılı, a.g.e., c. VII, s. 312.
121
Elmalılı‟ya göre sure tertipleri tevkîfidir.370
Surelerin tertibinin tabii, ilmi ve
derin sebepleri kapsaması Hazreti Peygamberin beĢeri çevresi ve ilmi gerçekleriyle
karĢılaĢtırıldığında Kur‟ân‟ın Allah vahyi olduğunda Ģüphe bırakmaz.371
O baĢka
yerde, Kur‟ân‟ın gerek ayet ve gerekse sure tertibinde iniĢ sırası gözetilmeyerek
Mekki ve Medeni surelerin ve ayetlerin öne almak ve geriye bırakmakla karıĢtırılıp
daha çok mana iliĢkisi gözetilmiĢ bulunmasında, nazmın güzellikleri ve Kur‟ân‟ın
icazı açısından büyük hikmetler barındırdığını ifade eder.372
Elmalılı‟nın, KeĢĢaf‟ın “Fatiha ilk inen sure olduğu sabit değildir”
görüĢünün doğru olmadığını iddia etmesinden,373
onun bu görüĢün tersi olarak ilk
inen sure olarak Fatiha‟yı kabul ettiği sonucuna varırız. Elmalılı, bazı âlimlerin
Mâide suresinin son inen sure olduğunu rivayet etmiĢ olmalarına rağmen bunun
kısmen doğru olabileceğini beliritir. Çünkü Elmalılı, bu suredeki bazı ayetlerin
mensuh olduğunu iddia eder.374
Dolayısıyla Elmalılı‟nın son inen sure hakkındaki
net görüĢünü tespit edemedik.
MUKAYESE
Râzi ve Elmalılı, sure kelimesinin tahlilinde son derece muvafık olmuĢlardır.
Elmalılı‟nın Râzi‟nin etkisinde olduğu dikkatten kaçmamaktadır. Bununla birlikte
Elmalılı surenin terim anlamı konusunda, Râzi‟ye göre kısmen daha geniĢ bir
açıklama yapmıĢtır. Ayetlerin sıralanıĢında olduğu gibi iki mefessirin surelerin
düzeninin tevkîfi oluĢu konusunda taviz vermediklerini müĢahede ediyoruz.
Kur‟ân‟ın düzenin ilahi kaynaklı olması nedeniyle hikmetlerle dolu olduğu, düzenin
bozulmasının hikmetlerin de kaybolması durumunun doğuracağı müfessirlerimizin
ortak düĢüncesidir.
Müfessirlerimiz ilk nâzil olan sure konusunda farklı düĢünürken, son inen
konusunda Râzi daha kesin bir görüĢe sahip olmasına rağmen, Elmalılı daha ihtiyatlı
görünmektedir. Râzi topluca inen ilk surenin müddessir, topluca inen son surenin
370 Elmalılı, a.g.e., c.VI, s. 461. 371 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 156. 372 Elmalılı, a.g.e., c. VIII, s. 545. 373 Elmalılı, a.g.e., c. VIII, s. 544-545. 374 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 292.
122
Mâide suresi olduğu kanaatinde iken, Elmalılı ilk nâzil olan surenin Fatiha olduğunu
ifade emektedir.
E. NÜBÜVVETE GENEL BĠR BAKIġ (KAVRAMLAR ve
TANIMLAR)
Kur‟ân‟ın ana konularından biri nübüvvet‟tir. Çünkü nübüvvet ilahi mesajın
taĢınması ve iletilmesinde tarihin belirli dönemlerinde Yüce Allah tarafından
kullanılmıĢ bir yoldur. Konu hakkında pek çok düĢünür fikrini ortaya koymuĢtur.
Biz öncelikle nübüvvetle alakalı bir kavram incelemesi yapmayı gerekli gördük.
Konuya giriĢ yapmadan önce neden böyle bir baĢlık seçtiğimizi açıklamak
ihtiyacı olduğuna inanıyoruz. AraĢtırmamız esnâsında genel olarak nebî-nübüvvet,
resûl-risâlet ve peygamber kavramlarının kullanımı konusunda kafa karıĢıklığının
olduğu izlenimi edindik. Gerek Râzi ve Elmalılı ile ilgili yapılan araĢtırmalarda,
gerekse de farklı ilim dallarında özellikle de Kelam‟da yapılan araĢtırmalarda olsun
bu kavramların geliĢi güzel birbirinin yerine ve çoğu zaman eĢ anlamlı kullanıldığı
bariz bir Ģekilde görülmüĢtür.
Bazı çalıĢmaların ise bu kavramların farklı oluĢunu kabul etmekle birlikte
cümle içinde kullanımı ile ilgili tutarsızlıklar görülebilmektedir. Kur‟ân‟ın mu‟ciz
olmasının bir yönünün kullanılan kelime veya kavramların yerli yerince olması ile
yakından ilgiliyken, tercüme ve bilimsel araĢtırmalarda böyle bir tarzın
izlenmesinin, Kur‟ân‟ın pek çok anlamın üstünün örtülmesine neden olacağı ortadır.
Aslında çok önemli bir konu olmakla beraber tercüme ve araĢtırmalarda konunun
dikkate alınmamıĢ olması büyük bir eksikliktir. Biz ilgili kavramların kelime ve
ıstılah anlamları üzerinde derinlemesine inmeden inceleyeceğiz. Ardından nebî-
nübüvvet ve resûl-risâlet ve pegamber kavramları arasında bir mukayese yaparak
benzerlik ve farklılıklarını ortaya koymaya çalıĢacağız.
Nebî-Nübüvvet
Nebî kelimesinin kökeni konusunda dilciler arasında anlaĢmazlık mevcuttur.
Konu hakkında iki görüĢ vardır. Bunlardan ilki “Nebî” kelimesinin “nebee”
123
kökünden türemiĢ, hemzeli ve sıfat olması, ikincisi ise “Nebî” kelimesinin “nebeve”
kökünden türemiĢ, vav‟lı ve fail veya mef‟ûl olmasıdır. “Birincisi, kendisine haber
verilen, Allah‟ın sözleri, haberleri kendisine iletilen kimse, gibi manalara gelir.
Ġkincisi ise ırak olmak, uzaklaĢmak, daha önceden var olmayan bir Ģeyi ortaya
koyan, kendisine güç yetirilemeyen, Allah‟tan ilham alan Ģahıs demektir. Nübüvvet,
nebî kelimesinin mastarıdır.”375
Istılahta nebî en genel görüĢe göre, “ilahi vahiyle kendisine Allah tarafından
bir Ģeriat tebliğ edildiği halde bunu halka yayması için memur kılınmayan zâta
denir.”376
Buna göre nübüvvet de nebînin yaptığı iĢtir denebilir. Nübüvvetin ıstılah
manâsı ile ilgili yapılan bir tanımlama, “akıl sahibi kulların üzerindeki dünya ve
ahiret iĢleri hakkında Allah ile kulları arasında yapılan elçiliktir”377
Ģeklindedir.
Resûl-Risâlet
Resûl sözlükte, “yüce bir görevle vazifelendirilen kiĢi demektir.”378
Diğer bir
tanımlamaya göre, “elçi anlamında kullanılır, gönderenin kendisine verdiği görevi
teslim alarak yerine getirmekle görevli kiĢi demektir.”379
Terim olarak resûl, “Allah‟ın kendisine vahyederek tebliğe memur ettiği,
kendisine kitap ve yeni bir Ģeriat verdiği kimsedir. BaĢka bir deyiĢle resûl, vahy ile
tebliğe memur olmuĢ, yeni bir Ģeriat veya unutulmuĢ bir Ģeriat getiren veyahut
geçmiĢ Ģeriatten insanların unuttukları kısımları ihya ederek tebliğ eden
peygamberdir.”380
Peygamber
Kur‟ân incelendiğinde Allah‟ın mesajını iletmede kullandığı aracı
kurumlardan biri olarak nübüvvet ve risalet görülmektedir. Fakat dilimizde sık
375 el-Ġsfahânî, Ebu‟l Kasım el-Huseyn Muhammed er-Rağıp (ö. 690/1291), el-Müfredat fi Elfazil-
Kur‟ân, (tah. Safvan Adnan Davudi), Dâr‟u Sâmiyye, Beyrut, 1997, s. 482. 376 Akseki, Ahmet Hamdi, Ġslam Dini, Ankara, 1960, s. 144. 377 Köksal, M. Asım, Peygamberler Tarihi, T.D.V. Yayınları, Ġstanbul, 2005. c. I, s. 7. 378 Komisyon, El-Mu‟cemü‟l-Vasit, Daru‟l-Maarif, Mısır, 1972, c. I, s. 344. 379 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. I, s. 163. 380 Gölcük, ġerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam, Tekin Kitabevi, Konya, 2001, s. 308.
124
kullanılan “Peygamber” kelimesinin Kur‟ân‟da hiç kullanılmadığını
görebilmekteyiz. Peki, bu kelimenin aslı nedir ve dini literatüre nereden gelmiĢtir.
Sözlük anlamı itibariyle; “Peygamber” kelimesi Farsça bir kelime olup,
“Peygam” ile “ber” kelimelerinin birleĢmesiyle meydana gelmiĢtir. Farsçada
“Peygam” haber, “ber” de haber getiren ya da götüren anlamına gelir. Dolayısıyla
peygamber birleĢik bir kelimedir. Bu kelime Fars dilinde “Peygamber” ya da
“Peyember” Ģeklinde söylenir.381
Sözlükte haber getiren kiĢi, haberci, nebî, resûl,
yalvaç demektir.382
Haberci ve haber getiren anlamının daha geniĢ olmasından
dolayı peygamber kelimesi Arapça‟daki resûl ve nebî kelimelerini de içine alacak
bir özelliğe sahip olmasından dolayı bu ikisinden daha genel bir kavramdır.383
Terim olarak peygamber, “Allah‟tan vahiy yoluyla aldığı bilgileri insanlara
tebliğ etmesi için yine Allah tarafından seçilen zâta verilen isimdir”384
Ģeklinde
tanımlanmaktadır.
Nebî-Nübüvvet, Resûl-Risâlet ve Peygamber Mukayesesi
Yapılan mukayeselerde bir kısım âlim, resûl ve nebî kelimelerinin farklı
anlamlarda, bir diğer kısmı ise aynı anlam olduğunu ifade etmektedirler.
Ġki kelimenin ayrı anlamlarda olduğunu söyleyenler genel itibari ile “her
resûl nebîdir, fakat her nebî resûl değildir”385
görüĢünü ile sürer. Bu görüĢü savunan
âlimlerin ekserisine göre nebî, kendinden önce gelen peygamberlere indirilmiĢ olan
kitaplarla hükmeden, kendilerine kitap verilmeyen peygamber olduğu halde, resûl,
kendisine özel bir kitap ve Ģeriat vahyedilen peygamberdir.386
Öteki taraftan resûl ve nebî kelimeleri arasında fark görmeyenler ise bunu
Allah‟ın Kur‟ân‟da Hz. Muhammed‟e bazen resûl, bazen de nebî diye hitap etmesini
381 Uludağ, Süleyman, Ġslam‟da Ġnanç Konuları ve Ġtikadi Mezhepler, Marifet Yayınları, Ġstanbul,
1992, s. 185-186. 382 Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara, 1982, s. 902. 383 Akseki, Ahmed Hamdi, a.g.e., s. 144. 384 Uludağ, Süleyman, a.g.e.,, s. 186. 385 Gölcük, ġerafettin-Toprak, Süleyman, a.g.e., s. 308. 386 Yavuz, Salih Sabri, Ġslam DüĢüncesinde Nübüvvet, Ġnsan Yayınları, Ġstanbul, Tsz, s. 18.
125
delil olarak gösterir. Bununla birlikte Hz. Muhammed‟in nebîlerin sonuncusu
olmasının yanında resûllerin de sonuncusu olması nedeniyle aynı manaya geldiğini
iddia etmekte ve Kur‟ân‟dan bazı ayetleri görüĢlerine delil olarak
getirmektedirler.387
Bu iki görüĢün dıĢında üçüncü bir görüĢ de vardır ki bu da risâlet ve
nübüvveti peygamberliğin iki farklı yönü olarak görenlerdir. Bu görüĢe göre
peygamberlik müessesesinin Allah ile olan iliĢki boyutu nübüvvet, insanlarla olan
iliĢki boyutu da risâlet olarak isimlendirilir.388
Konunun fazla uzamaması adına bu kadarla iktifa ediyoruz. Biz yapılan en
son değerlendirmeye katılıyor, resûl-risâlet ve nebî-nübüvvet kelimelerinin farklı
anlam dünyalarına sahip kavramlar olmakla birlikte peygamberliğin iki farlı boyutu
olduğuna inanıyoruz. Bu tanımlamalar ve karĢılaĢtırmadan sonra peygamber
kavramının irdelenmesinin ayrıca lüzumlu olduğu kanaatindeyiz. Kur‟ân‟da bir
kelime veya kavram kullanıldığında, mu‟ciz olması nedeniyle, en uygun olanın en
güzel Ģekilde yerleĢtirildiğinin kabul edilmesi gerekir. Kullanılan kelime dıĢında eĢ
anlamlı bile olsa baĢka bir kelimenin kullanımı Ġslam âlimlerince uygun görülmemiĢ
ve Kur‟ân‟ın tahrifi olarak görülmüĢtür. Durum böyle iken Kur‟ân‟da resûl ve nebî
kelimelerinin anlamlarının farklılık arzetmesi gereklidir ki, farklı yerlerde farklı
anlamlarda kullanılmıĢ olma ihtimali yüksektir. Risâlet görevi ile nübüvvet görevleri
farklılık arzederken, resûl ve nebî kavramlarını birbirinin yerine kullanmanın veya
her iki kavramı aynı kabul edip peygamber kelimesi ile tercüme etmenin, Kur‟ân‟ın
daha iyi anlaĢılması için giriĢilen faaliyetin sonunda Kur‟ân‟ı anlaĢılması güç bir
metin haline getireceği muhakkaktır. Buna göre resûl ve nebî kelimelerinin Kur‟ân
meallerinde peygamber olarak tercüme edilmesi, büyük anlam kaybına yol
açacağından en yumuĢak ifade ile yanlıĢ tercümedir. ġimdi de iki müfessirimizin
konu hakkındaki düĢüncelerine ve mukayeselerine geçebiliriz.
387
22/Hacc,52; 43/Zuhrûf, 6. 388 Bûtî, Sait Ramazan (ö. 2013), Kübra‟l- Yakîniyyâti‟l-Kevniyye, Dâru‟l-Fikr, Suriye, 1997, s. 173;
Temiz, Mehmet Ali, Nübüvvet ve Risâlet Kavramlarının Teolojik Açıdan Anlamsal Çerçevesi,
(BasılmamıĢ Y.L. Tezi), C.Ü.S.B. Enstitüsü, Sivas, 2007, s. 86.
126
1. RÂZĠ’YE GÖRE
Râzi, resûl ve nebî ayırımı hakkında Hacc suresi 52. ayetinin tefsirinde
ayrıntılı bilgiler sunmaktadır. Bazı kimselerin, “Resûlun, kendisine vahiy yoluyla
fısıldanılan ve kitab verilen; nebî ise, ilhama mazhar olan ya da rüyasında gerçeği
(rüyay-ı saliha) görendir" dediğini belirttikten sonra konu ile ilgili Kelbî ve Ferrâ'nın
ise, "Her resûl nebîdir, fakat her nebî, resûl değildir" dediklerini kaydeder. Buna
karĢılık Mu‟tezile‟nin de "Her resûl, nebî; her nebî de resûldür. Aralarında bir fark
yoktur" dediğini vurguladıktan sonra birinci görüĢün yanlıĢlığına Ģu Ģekillerde delil
getirmektedir:
a. Bu ayet389
nebî'nin, bazan "mûrsel" (resûl olarak gönderilmiĢ)
olacağına delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz hangi memlekete
bir peygamber gönderdi isek"390
ayeti de böyledir.
b. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bazan nebî, bazan da Resûl
diye hitab etmektedir. Binâenaleyh iĢte bu durum, bu iki Ģey
arasında bir aykırılığın bulunmadığına dikkat çekmektedir. Birinci
görüĢe göre yani (her resûl nebîdir, ama her nebî resûl değildir,
diyenlere göre) bu iki ifade arasında bir aykırılık bulunmaktadır.
c. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "nebîlerin sonuncusu
olduğunu" açıkça belirtmiĢ, "Nebî" lafzı, ya haber manâsına gelen
nebe kelimesinden türemiĢtir, yahut da Arapların 'yükseldi‟
manâsına gelen (nebâ) kelimesindendir. Hâlbuki bu iki mana, ancak
"risâlet" görevinin üstlenilmesiyle meydana gelir.391
Bunun tersi olarak resûl ve nebî kavramlarının farklı olduğunu söyleyenlerin
görüĢlerini de ortaya koyan Râzi‟ye göre bu açıklamalardan hiçbiri, resûl ve nebî
389
"Biz senden evvel hiçbir resûl, hiçbir nebî göndermedik ki o, arzu ettiği zaman Ģeytan, onun dileği
hakkında bir fitne atmıĢ olmasın. Nihayet Allah, Ģeytanın ilk edeceği (o fitneyi) giderir, ibtal eder.
Yine Allah ayetlerini sabit kılar. Allah, hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” 22/Hacc,
52. 390 7/Â‟raf, 94. 391 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 336.
127
kavramlarının farklı olduğu görüĢünü iptal etmez. Tam aksine bu ayet de, savunulan
görüĢün aksine delâlet eder. Râzi Hacc suresi 52. ayette, nebî lafzının resûl lafzına
atfedildiğini bu nedenle iki kelime arasında bir ayrılık ve baĢkalığın bulunmasını
gerektirdiğini belirtir. Diğer bir ifade ile burada genel olanın, özel olana atfı
kabilindendir.392
Râzi, bu görüĢüne delil olarak getirdiği diğer bir ayet Zuhrûf suresi
6. ayettir.393
Bu ayette, Hz. Muhammed‟e hitaben onun nebî olduğuna, müteakiben
Allah'ın onu resûl kıldığına delâlet etmektedir. Bu da resûl ve nebî kavramlarının
farklı olduğunu söyleyenlerin görüĢlerini desteklemektedir. Böylece Râzi, bazı
âlimlerin resûl ile nebî arasıdaki farkı ortaya koymak için Ģu delillerini zikreder:
a. Nebîlerden resûl olanlar hem mu‟cizesi, hem de kendisine
indirilmiĢ olan bir kitabı olandır. Resûl olmayan nebî ise, kendisine
indirilmiĢ olan bir kitabı olmayıp, kendisinden önce indirilmiĢ olan
bir kitaba (iman etmeye) davet etmekle emrolunan kimsedir.
b. Mu‟cizesi, kitabı bulunan ve kendisinden önceki Ģeriati nesheden
kimse resûl, bu özellikleri bulunmayan ise, resûl olmayan nebîdir.
Bu görüĢte olanların, nesheden kitab getirmedikleri için, Hz. Ġshak,
Yakûb'u, Eyyûb'u, Yunusu, Harun'u, Davud'u ve Süleyman (a.s)'ı
resûl olarak kabul etmemeleri gerekir.
c. Kendisini açıkça meleğin geldiği ve ona, insanları dine davet
etmeyi emrettiği resûl, böyle olmayıp da, tam aksine kendisinin
peygamber olduğunu rüyasında gören, yahutta resûllerden birisinin,
kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu haber verdiği resûl olmayan
nebîdir. ĠĢte bu görüĢlerden evlâsı budur.394
Açıklamalarına göre Râzi‟nin resûl ve nebî ayırımını kabul ettiği net bir
biçimde görülmektedir. Bunu biz son maddede görüldüğü gibi “resûl, nebîden farklı
olarak kitap ve mu‟cize sahibi olandır” Ģeklindeki açıklamasından anlamaktayız.
392 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 336. 393 "Hâlbuki biz evvelki ümmetler içinde de nice peygamber gönderdik." 394 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 337.
128
Râzi‟ye göre nebî, kendisine kitap indirilmeyen ve önceki kitaba uymakla
emrolunan kiĢidir.
Râzi, baĢka bir yerde sorulan soruya cevap mahiyetinde resûl ve nebî tanımı
ve farkı ile ilgili olarak Ģu açıklamalarda bulunmaktadır:
Bir önceki peygamberin Ģeriatını tatbik eden peygambere, "resûl"
dendiğini kabul etmiyoruz, aksine bu, bir "resûl'ün dini üzere
gönderilmiĢ bir "nebî"dir. Binâenaleyh resûlünü yalanlayan, ister
istemez nebîyi de yalanlamıĢ olur.395
Bu ifadeler üzerinden tanımlama yapacak olursak Râzi‟ye göre, kendisine
kitap ve yeni Ģeriat gönderilen peygamber resûl, kendisine kitap ve yeni Ģeriat
gönderilmeyip kendisinden önceki Ģeriate tabi olan peygamber ise nebîdir.
Râzi, Hz. Ġsa (a.s) üzerinden de konuyu değerlendirmeye tabi tutmakta ve
Hz. Ġsa‟nın kendisinin nebî olduğunu, resûl olmadığını haber verdiğini belirtmekte,
bunun sebebinin ise o vakitte Ģeriatini henüz getirmemesine bağlamaktadır. Râzi,
Hz. Ġsa‟nın nebî olmasının kadrinin ve derecesinin yüksek olmasını gerektirdiği için
bu görüĢe katılmaz. Sebep olarak ise Ģeriat örfünde nebî, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine
nübüvvet ve risâletini tahsis ettiği kimsedir,396
açıklamasında bulunmaktadır. Bu
ifadeler yukarıdaki düĢüncelerinin aksine olarak nebî olanın hem nebî hem de resûl
olduğu sonucunu ortaya çıkartmaktadır ki bu da kendisi ile çeliĢtiğini gösterir.
Râzi, risâlet meselesinin, ancak bir "mürsii" (resûl gönderen) ki bu, Allah
Teâlâ'dır, bir "mürsel" (gönderilen) ki bu da peygamberdir ve bir "mürselun ileyh"
(kendisine peygamber gönderilen din) olmasıyla tamam olabileceğini kaydeder.397
Bir peygamberin Allah‟a yönelik iĢlevine nebî, insanlara yönelik iĢlevine ise resûl
denir, Ģeklindeki tanımlamanın bir benzerini Râzi‟de de görmekteyiz. ġöyleki O,
peygamberlerin dokuz sıfatını sıralarken Ģu ifadeleri kullanmıĢtır:
395 Râzi, a.g.e., c. XX, s. 391. 396 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 338. 397 Râzi, a.g.e., c. X, s. 278.
129
Allah Teâlâ, bu ayette,398
Hz. Muhammed (s.a.s)'i tam dokuz sıfatla
tavsif etmiĢtir: Birinci sıfat, O'nun bir "resûl" olması... Örfe göre, bu
kelime bilhassa, Allah Teâlâ'nın insanlara buyruklarını tebliğ etmesi
için gönderdiği (görevlendirdiği) kimse hakkında kullanılır. Ġkinci
sıfat, O'nun bir "nebî" olması... Bu da, O'nun, Allah Teâlâ katında
mertebesinin yüce olduğuna delâlet eder.399
Râzi bu görüĢü ile bizim de kabul ettiğimiz bir görüĢü tasdik etmiĢ
bulunmaktadır. Gerçekten de yapılan diğer tüm tasniflerin Kur‟ân‟dan aksi
kullanımlar bulunurken, bu Ģekildeki bir tanımlamanın en doğru tanımlama olacağı
kolaylıkla ortaya çıkmaktadır.
2. ELMALILI’YA GÖRE
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın Hak Dini Kur‟ân Dili tefsiri
incelendiğinde resûl ve nebî kavramları ile iki kavramın mukayaselerinde Fahreddin
Râzi‟nin et-Tefsîru‟l-Kebîr‟ine göre daha net ifadeler kullandığı rahatlıkla
görülebilmektedir.
Elmalılı resûl‟ü elçi, mürsel, risalet âmili, ilâhî vasıtalar demektir, Ģeklinde
tanımlamaktadır.400
Nebîyi tanımlarken ise “Nebe”den türeyen bu kelimenin aslının
nebî olduğunu kaydeder. Ayrıca nebî, Allah Teâlâ'dan vahiy ile haber getiren
demektir ve tam olarak peygamber karĢılığıdır. Çoğulu "enbiya" ve "nebiyyîn"
olarak gelir. Elmalılı Nâfi' kırâetinde aslı üzere hemze ile nebîîn okunduğunu
belirtmektedir. Bunun ardından resûl ve nebî kavramlarının mukayesesine geçen
Elmalılı‟nın, nebî kavramını resûlden daha genel anlam taĢıdığı yönünde kanate
sahip olduğu görülür. Bunu da en açık biçimde “Her resûl nebîdir, fakat her nebî
resûl değildir” Ģeklinde formülize etmiĢtir. Buna rağmen Kur'ân'-ı Kerîm'de bu iki
kavramın bazen birbirinin yerine kullanıldığını da not düĢmektedir.401
398 7/Â‟raf, 157. 399 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 97. 400 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 257. 401 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 307.
130
Açıkça görüldüğü gibi Elmalılı, nebî kelimesini resûl kelimesini de kapsayan
daha genel, resûl kelimesini ise özel bir kavram olarak düĢünmektedir.
BaĢka bir yerde Elmalılı, resûlü, kendisine vahiy gönderilen, Allah‟ın
insanları Hakk‟a davet için yeni bir Ģeriatla gönderdigi hür erkek Ģeklinde tanımlar.
Nebîyi ise, gerek kendisine gerekse de geçmiĢ peygamberlere gelmiĢ Ģeriatları
iletmek için irsal olunan peygamberler olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamaya
göre Yahudilere gönderilen peygamberlerin tümü Hz. Musa (a.s.)‟nın Ģeriatını
uyguladığından Hz. Musa (a.s.) resûl, diğer peygamberler ise nebîdir.402
Yine Hz.
Ġsa hakkında kullandığı, “geçmiĢ peygamberlerin izinde olmakla beraber, bağımsız
bir Ģeriat ile gönderilmiĢ bir resûldür. Ve yahudilik bununla son bulmuĢ yani
neshedilmiĢ (hükmü kaldırılmıĢ)‟tir”403
ifadeleri de bu düĢüncelerini destekler
mahiyettedir.
Elmalılı‟nın “Peygamber” kavramını ise en geniĢ kapsamıyla Ģöyle ifade
etmektedir:
Allah'ın kanunu her Ģeyden önce insanın ruhuna bütün varlığıyla
uyan, görünür ve besbelli bir zaruri ilim ile ortaya çıkmalıdır ki, bu
görünme bizzât Allah'ın nizamı ve hitabı olduğu kendi kendine
anlaĢılsın ve apaçık olsun da sonra akıllar tecrübe ve delile
dayanarak netice çıkarma yolu ile kalbler zevk ve ferahlık ile bundan
feyz (ilim-irfan) alsınlar. ĠĢte bu zaruri ilime Ģeriat dilinde "vahiy"
ve bu nimeti elde etmeye "nübüvvet = peygamberlik" denilir.404
Âl-i Ġmrân suresi 53. ayete bakıldığı zaman Elmalılı‟nın “Peygamber”
kavramını ele alıĢ tarzı hakkında ipuçları görülebilmektedir. Ona göre peygamber
kelimesi, hem resûl hem de nebî kavramlarını içine alan Ģemsiye bir kavram olarak
görülmektedir.405
Nitekim tefsiri incelendiğinde uygulamada da bu düĢüncesi fiili
olarak görünmektedir. Bazen resûl bazen nebî bazen de peygamber kelimelerini
402 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 496. 403 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 190. 404 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 97. 405 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 330.
131
kendine göre kullanmıĢtır. Ama bunu yapmadaki amacını ve nedenini
çalıĢmalarımız esnâsında tespit edemedik. Bunun yanında Elmalılı‟nın, özellikle Hz.
Muhammed ile alakalı konularda pek çok yerde “Allah‟ın resûlü” ve “Allah‟ın
nebîsi” ifadelerinin ikisini de ard arda beraber kullandığı dikkat çekmektedir.406
Bu
uygulama diğer bazı peygamberler için de geçerlidir.407
Kur‟ân‟daki ifadeden kaynaklı Elmalılı‟nın meleklerin de elçi olduğu
kanatine sahip olduğu görülmektedir. Elmalılı‟nın "melek, mekân ismi olmak üzere
risâlet yeri veya mef'ûl manâsıyle resûl (elçi), mürsel, risâlet âmili, ilâhî vasıtalar
demektir”408
Ģeklindeki tanımlaması bu iki kavram (Resûl-Nebî) arasındaki ince
nuansa vurgu yapması olarak görülebilir.
Peygamber kavramını resûl ve nebîyi içine alan bir kelime olarak gören
Elmalılı‟nın, Âl-i Ġmran suresinde peygamberlerin özellikleri ve gerekliliği hakkında
uzun izahat yapmıĢ olmasına rağmen, yukardakinden baĢka tanımlama yapmadığı
tespit edilmiĢtir.409
MUKAYESE
Ġlk önce Ģunu ifade edelim ki her iki kıymetli müfessirimiz de nübüvvetle
alakalı incelenen kavram tanımlamaları bakımından birbirine çok yakın görüĢlere
sahiptirler. Bunun en önde gelen sebebi, iki müfessirin de konu hakkında geleneksel
görüĢün dıĢına çıkmamamıĢ olmasıdır.
Ġncelendiği zaman gerek Râzi gerekse Elmalılı‟nın resûl ve nebî
kavramlarını, Mu‟tezile‟nin aksine farklı anlamlara sahip kelimeler olarak mütalaa
ettikleri görülmektedir. Bu farklılaĢmada dikkati çeken en önemli ayrıntı, nebînin
daha geniĢ bir kavram olmakla birlikte resûlün, nebînin de özelliklerine sahip
olmakla beraber daha özel bir kapsamda değerlendirilmesidir. Bunu en açık Ģekilde
“her resûl nebîdir ama her nebî resûl değildir” Ģekinde özetlemiĢlerdir.
406 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 66. 407 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 127. 408 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 257. 409 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 260.
132
Bunun dıĢında resûlü, yeni Ģeriat ve kitap gelmiĢ peygamber olarak
tanımlamaları, nebîyi ise yeni Ģeriat ve kitap almamıĢ, kendinden önceki Ģeriatı
tebliğ eden peygamber Ģeklinde tanımlamlamaları iki müfessirlerin benzer
yönleridir. Meleklerin de, Kur‟ân‟da kullanımı nedeniyle, resûl olarak nitelenebileği
üzerinde de uzlaĢı içindedirler.
Ġki müfessir arasında konu ile alakalı olarak farklı olarak görülebilecek
nokta, Râzi‟nin nebîyi peygamberlik görevinin Hakka yönelik kısmı, resûlü ise
halka yönelik kısmı olarak gördüğünü ima eden düĢünceleridir. Bu görüĢü ile Râzi
gerçekten önemli bir konuyu hatırlatmıĢtır. Çünkü her iki kelime ayrı mana
dünyalarına sahiptir. Türkçe‟ye bu kelimelerin tercümesi yapılırken “peygamber”
diye geçiĢtirilmesinin anlam kaybına yol açacağı muhakkaktır. Bu sebeple çok
dikkatli olunmalı, Kur‟ân üzerinde düĢünenlerin de dikkatlerini ve tefekkürlerini bu
yönde yoğunlaĢtırmaları gereklidir.
ġunu tekrar ifade etmek gerekir ki yapılan çalıĢmalarda genel itibari ile
nübüvvet kavramının, risâleti de içine alacak Ģekilde genel anlam ifade ettiği
kabulünden hareketle daha yoğun kullanıldığı gözlemlenmiĢtir. Bununla beraber
bazen de risâlet kavramı konuyu tanımlamak amacıyla kullanılmıĢtır. Biz ise
çalıĢmamızda Türkçe‟de Ģemsiye bir kavram olması nedeniyle peygamber
kavramını çok özel durumlar dıĢında kullanmamayı uygun gördük. Bunun eksiklik
olacağını telakki etmemize rağmen zorunluluk nedeniyle böyle bir yola
baĢvurduğumuzu ifade etmeliyiz.
F. NÜBÜVVETĠN ĠMKÂNI, GEREKLĠLĠĞĠ, ĠSBATI, ÜSTÜNLÜĞÜ,
VEHBîLĠĞĠ VE MU’CĠZE
1. Nübüvvetin Ġmkânı ve Gerekliliği
Râzi, Allah‟ın vahid olduğu anlaĢıldığında peygamberler göndermesinin ve
mükellefiyetleri ihtiva eden kitaplar indirmesinin mümkin olmasının kesinlik
kazandığını beyan etmektedir.410
Sorumlu olan insana eksiksiz Ģekilde nimet
410 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 105.
133
vermeye muktedir Allah‟ın, insanı herhangi bir taat ile mükellef kılması da
makuldür. Buna bağlı olarak Allah'ın peygamberler göndermesinin güzel ve
kullarına çeĢitli mükellefiyetler yüklemesinin caiz olduğuna kesin olarak inanmak
gerektiğini vurgulayan Râzi,411
Allah'a imanın asıl, nübüvvet ve risâlete imanın ise
buna bağlı olduğunu, böylelikle de Allah‟ın, peygamberler gönderilmesinin caiz ve
mümkin bir Ģey olduğunu beyân etmektedir.412
Râzi, Yüce Allah‟ın, peygamber göndermesinden amacının, peygamberin
Allah'ın yüklediği mükellefiyetleri insanlara tebliğ etmesi olduğunu ifade
etmektedir. Bu amaca ulaĢmasının, ancak insanların kalpleri o peygambere
meylettiği ve gönülleri o peygamberin yanında huzur ve sükûnet bulması durumuna
mümkün olduğunu ifade eden Râzi‟ye göre, yine bu maksad ancak o peygamber
merhametli ve kerim olup, onların kusurlarını ve hatalarını bağıĢlayıp affettiği ve
onlara her çeĢit iyilik, ikram ve Ģefkati gösterdiği zaman tamam olur. Bu
sebeplerden dolayı peygamberin, kötü ahlaktan uzak olması, katı yürekli olmaması,
aksine zayıflara yardıma meyilli, fakirlere yardıma yöneliĢli, insanların kötülüklerini
affedici ve hatalara karĢı müsamahalı bir kimse olması gerekir. Bu bağlamda Râzi,
"Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp
gitmiĢlerdi"413
ayetinin tefsirinde "Sen, Uhud günü hezimete uğrayıp dağıldıktan
sonra sana geri döndükleri zaman, Allah'tan olan bir rahmet sayesinde, o
müslümanlara yumuĢak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın ve bu
bozgundan dolayı onlara ağır konuĢsaydın, senden çekinecekleri ve uğradıkları
hezimetten dolayı utanacakları için, etrafından dağılıp giderlerdi. Bu ise,
düĢmanının, senin ve müslümanlar hakkında hiç beklemediği birĢey olurdu"414
Ģeklindeki ifadeleriyle bu durumun da bi'set ve risâletten gözetilen maksadın elde
edilememesi durumunu ortaya çıkaracağını belirtmektedir.
Râzi‟ye göre, nübüvvet kurumu gerekli ve mümkün bir kurumdur. Bunun
sebebi ise Allah Teâlâ‟nın mahlûkatın hem mâliki yani sahibi, hem de melîki yani
hükümdarı olmasıdır. Melik emretme, nehyetme, izin verme ve alıkoyma güç ve
411 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 107. 412 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 107. 413 3/Âl-i Ġmrân, 159. 414 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 158.
134
yetkisi olandır. Bununla birlikte Allah‟ın, bazı kulları vasıtası ile sorumluluklarını
mükelleflere ulaĢtırıp bildirmesi gerekir. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın
peygamber göndermesi aklen mümkün olan bir Ģeydir. Râzi nübüvveti “bir lütuf ve
rahmetin tecellisi” olarak görürken düĢüncesini Ģu Ģekilde temellendirmektedir:
Allahu Teâlâ, mahlûkatı, kullukla iĢtigal etmeleri için yaratmıĢtır.
Nitekim "Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım"415
"Muhakkak ki biz, insanı birbiriyle karıĢık bir damla
sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz"416
ve "Hakikaten, iyi
temizlenen ve Rabbinin adım zikredip de namaz kılan kimse
kurtulmuĢtur"417
buyurmuĢtur. Sonra, Allahu Teâlâ, onların
akıllarını olgunlaĢtırmıĢ, onlara hayır ve Ģerri yapma imkânı
vermiĢtir. Sonra da kullarına, kendilerine bir peygamber ve uyarıcı
göndermeden, mükellef oldukları Ģeylerle meĢgul olmamalarını
bildirmiĢtir. Bu durumda, lütuf, kerem ve rahmet vücubiyyeti olmak
üzere, onlara, o peygamberi göndermesi vâcib olmuĢtur. 418
Yukarıdaki ifadelerinden anlaĢıldığı gibi Râzi, Yüce Allah‟ın nebî veya resûl
göndermeden mükellef tutmadığı düĢüncesindedir. Bununla beraber peygamber
göndermenin Allah‟ın lütuf ve rahmetinin bir gereği olduğunu ifade etmektedir.
Râzi En‟âm suresi 154. ayette geçen "Nimeti tamamlamak”tan maksadın
"nübüvvet" olduğunu iddia eder. Çünkü insanların elde edeceği makamların tamamı
nübüvvetin mükemmelliğine nisbetle noksandırlar. O halde, beĢer için mutlak kemâl
ve mutlak tazim nübüvvetten baĢka bir Ģeyle olamaz.419
Buna göre Râzi‟nin düĢünce
dünyasında nübüvvet müessesinden beslenmeyen bir nimetin nimet olması göreceli
ve eksik sayılmaktadır.
“Ġnsan olma bakımından hepimiz eĢitiz. Allah‟ın aramızda tercih yapıp,
birimizi seçerek nübüvvetle görevlendirmesi mümkün değil" diyen müĢriklere Râzi,
415 51/Zâriyat, 56. 416 76/Ġnsan, 2. 417 87/A'lâ, 14-15. 418 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 255. 419 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 164.
135
“Allah, dünyanın Rahmân'ı olup, peygamber göndermek de bir rahmet olduğuna
göre, Rahmân olan ise, o Nâsıl rahmetini indirmez" diyerek cevap vermiĢtir.
GörüĢünü ayrıca "Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir"420
ve "Allah dilediğini
seçer"421
ayetleriyle temellendirerek risaletin Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu
kaydetmektedir.422
Yine Zuhrûf suresi 31 ve 32. ayetlerin tefsirlerinde Allah‟ın
dilediğini peygamberlikle görevlendirdiği vurgusunu yapmaktadır.423
Râzi‟nin düĢüncesinde, rububiyyetin tanınması, nübüvvete muhtaç değildir.
Ama nübüvvetin tanınması rububiyyete muhtaçtır. Bunu da, birinci önermeyi
Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbinin adıyla... O insanı bir alakdan yarattı" ayetlerinde, bu
ayetlerin Allah'ın kudret, hikmet, ilim ve rahmetinin mükemmelliğine delalet eden
akli delilleri olduğuyla beyan etmektedir. Ġkinci önermeyi ise Yüce Allah‟ın “Ki O,
kalemle (yazı yazmayı) öğretendir" ayetinde, ancak nakl ile bilinen farz hükümlere
iĢaret olduğunu beyan etmesiyle temellendirmeye çalıĢmaktadır. Râzi‟ye göre, bu
ayetlerden birinci gruptakiler, rububiyyetin tanınmasına; ikinci gruptakiler ise
nübüvvetin bilinmesine bir iĢarettir.424
Böylece rabbın bilinmesi nebînin ondan
haber vermesine bağlı olmaktadır. Nebî, rabbinin emir ve yasaklarını iletmekle
O‟ndan haberdar etme görevini ifa etmektedir.
Râzi‟nin üzerinde durduğu konulardan biri de Allahı‟ın peygamberlere ne
vahyettiğidir ki bu, inzâr (uyarma) ve tebĢir (müjdeleme)‟dir. Ġnzar, bildirilen yanlıĢ
iĢten dolayı uygun olmayan Ģeyleri yapmaktan kaçınsınlar diye kâfir ve fâsıklara
karĢı yapılırken, tebĢîr ise, tâattaki Ģevk ve istekleri artsın diye, itaat eden kimselere
yapılır. Buna ek olarak, çoğu zaman inzarın tebĢirden önce gelmesinin sebebi,
boĢaltmanın, süslemeden önce olmasındandır. 425
Yani Râzi‟ye göre, uygun olmayan
Ģeyleri gidermek ve yapmamak, uygun olanları yapmaktan, derece bakımından önce
gelir.
420
6/En‟âm, 124. 421 42/ġurâ, 13. 422 Râzi, a.g.e., c. XVIII, s. 459. 423 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 257. 424 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 259. 425 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 258. Ayrıca Bkz. Râzi, a.g.e., c. V, s. 64.
136
Râzi, "Biz, gerçekten Ġbrahim soyuna da kitap ve hikmet verdik. Onlara
büyük bir mülk bahĢettik"426
ayetinin tefsirinde peygamberlik müessesini, en büyük
mülk mertebesi olarak görür. Bunun nedenini de âlimlerin diğer insanlar üzerinde
manen, zâlim hükümdarların da zahiren büyük tesirleri olmakla birlikte
peygamberlerin ise hem manen, hem de maddeten insanlar üzerinde tesiri olmasına
bağlamaktadır. Manen tesirlerini, her insanın onların din ve Ģeriatlarını kabul edip,
onun hak olduğuna inanmalarının gerekmesi Ģeklinde açıklarken, maddeten olan
tesirlerini, insanlar isyan edip hakkı dinlemediklerinde, o insanların cezayı hak etmiĢ
olmaları olarak açıklar.427
BaĢka bir yerde Râzi peygamberleri, kendilerine Allah
Teâlâ'nın, sayesinde insanların içlerinde ve ruhlarında tasarruf edebilecekleri ilim ve
bilgileri vermiĢ olduğu kimseler olarak tanıtırken Allah‟ın peygamberlere, sayesinde
insanların zahirlerine hükmedecekleri kudret ve imkânı da verdiğini ifade eder.
Râzi, Peygamberler bu iki vasfı kendilerinde topladıkları için, mutlak manada
hükmedenler olmuĢlardır,428
diyerek nübüvvet müessesini Allah‟ın mesajlarını
sadece nakleden, postacı kurum olarak görmediğini, Allah‟ın iradesiyle insanların
hem zahir hem de batın âlemlerine hükmeden ve yön veren konumda, nübüvvet
müsseseni bütün ilahi tecellilere mazhar ehemmiyetli bir yerde
konumlandırmaktadır. Râzi‟nin nebîlerin bu iĢlerini “Hikmet”le gerçekleĢtirdiğini
vurgulaması ayrıca dikkat çekicidir.
Risâletin mahiyeti hakkında Râzi, peygamber gönderme iĢinin asıl değil, asıl
gayeye bağlı bir iĢ olduğunu iddia eder. Bu konunun, usûl ile ilgili bir mesele
olduğunu söyleyen Râzi‟nin, bir kavme, onların akıllarıyla bulup bilemeyecekleri
birtakım hükümleri, nebînin lisanıyla öğretmek, peygamber gönderilmesinin Ģartı
mıdır, yoksa değil midir? Yoksa aksine peygamber göndermenin gayesi, sırf
akıllarda var olan Ģeyleri te'kid etmek midir? Ģeklinde iki soru sorduktan sonra, bu
suallerin ancak, Mu'tezile'nin esaslarından dallanan bir husus olup biz ehl-i sünnet'in
usûl ve fürûuna (dallarına) uygun düĢmez,429
dediğini görmekteyiz. Ama açıkça
426 4/Nîsa, 54. 427 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 238. 428 Râzi, a.g.e., c. X, s. 6. 429 Râzi, a.g.e., c. X, s. 467.
137
görüldüğü gibi nübüvvet veya risâlet, Râzi‟nin düĢüncesine göre amaca götüren bir
araçtır, amaç değildir.
Elmalılı‟ya göre nübüvvet, Allah‟ın kullarını doğru yola iletmesi ve ebedi
mutluluk yaĢamını tattırmasının bir yoludur. Nübüvvet mekanizmasının olması
Allah‟ın kullarına olan sevgisinin en açık göstergesidir. Elmalılı, nübüvveti bir lütuf
ve rahmet olarak değerlendirmektedir. Bunu ise “Üzerimizde Allah'ın lütuf ve
rahmeti bizi koruyor olmasa idi ve bize tekrar tekrar peygamberler göndermeseydi
büsbütün zarar içinde kalırdık”430
Ģeklindeki sözlerinde açıkça göstermektedir.
Dünyayı türlü türlü kaygı ve hastalıkların, bela ve sıkıntı dolu bir hastaneye
benzeten Elmalılı, Peygamberleri bir doktora, Kur'ân‟ı da Ģifa verici bir ilaca
benzetir. Bununla birlikte Ģüphe ve iki yüzlülük, küfür ve anlaĢmazlık, zulüm ve
haksızlık, hırs, ümitsizlik, cahillik gibi hastalıklara karĢı Kur'ân'ın Ģifa olduğu kesin
bir gerçektir431
Elmalılı‟ya göre.
Elmalılı nübüvvetin amacını, Allah'ın kanununu her Ģeyden önce insanın
ruhuna bütün varlığıyla uyan, görünür ve besbelli bir zaruri ilim ile ortaya çıkarmak
olarak açıklamaktadır. Dolayısıyla bu görünmeden de bizzât Allah'ın nizamının ve
hitabının anlaĢılması, ardından akılla tecrübe ve delile dayanarak netice çıkarma
yolu ile kalbler zevk ve ferahlık ile bundan feyz (ilim-irfan) alınması
amaçlanmaktadır.432
Elmalılı‟ya göre, peygamberlerin vazifesi gelecekteki müjdeleri ve
tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Ġnsanların kalbine imanı sokup yerleĢtirmek
peygamberin görevi değildir. Ayrıca peygamberler cehennem ehlinden ve
cehenneme gideceklerden de sorumlu değildirler. Herkes kendi yaptıklarından,
çalıĢıp kazandıklarından sorumludur.433
Ona göre, Ġslam dinin kaynağı nübüvvettir
ve tüm peygamberler Allah‟ın tekliğinde uzlaĢma halindeyken Hz. Âdem‟den Hz.
430 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 312. 431 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 148. 432 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 97. 433 2/Bakara, 119. Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 387.
138
Muhammed (s.a.v.)‟e kadar gerçekleĢen tekâmül, çogunlukla tek bir inancın
uygulama Ģekilleri olan Ģeriatlar bakımından farklılaĢmalardan müteĢekkildir.434
Elmalılı Yüce Allah‟ın Hz. Muhammed‟e hitaben peygamberleri ancak bir
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdiklerini, iman ve itaat edenlere sevabın ve
kâfirlere, isyan edenlere azabın olacağını bildirilmesinin esas gaye olduğunu izah
etmektedir. Bunun tersine olarak herkese istenileni yaptırma ya da inatçı kâfirlere
zorla iman verip kurtarmanın da nübüvvet kurumunun görevi olmadığı
kanaatindedir.435
Elmalılı‟ya göre peygamberler olmasaydı, insanların da hayvandan farkı
kalmazdı. Yani onlar gibi tekdüze, hayat sürerlerdi. Peygamberlerin gönderilmesiyle
gelen din sayesinde insanlar kendilerine verilmiĢ olan Ģeriat doğrultusunda yarıĢmıĢ,
bu da insanlığın geliĢimine ve ilerlemesine ortam sağlamıĢtır.436
Buna göre Ġslam‟ın
insanlığın geliĢimine önemli katkıda bulunduğu gayet açıktır.
Allah‟ın daveti, peygamberlerinden dile gelir. Elmalılı bu bağlamda
peygamberlerin yeniden hayat verdiklerini, bitki ve hayvan halinden çıkarıp,
insanlığa yaraĢır hür, mutlu bir hayata kavuĢturmayı hedeflediklerini kaydeder.
Bunun sonsuz hayatta insanları hürriyetleriyle yükseltecek olan ilim ve amelle
gerçekleĢebileceğini, peygamberlerin de zâten buna davet için gönderildiğini
kaydeder.437
O, Hz. Muhammed‟in gönderiliĢ gayesini, hak din olan Ġslam‟ın, diğer
dinlere üstün olduğunu açıklamak olarak görürken bütün peygamberlerin gönderiliĢ
gayesini ise yeryüzünde tevhidin hâkim olması ve Ģirke üstün gelmesi olarak ifade
etmektedir.438
Peygamber gönderilmesinin diğer amaçlarından biri Elmalılı‟ya göre, sadece
kendi dünyevi menfaatlerinden baĢka bir Ģey düĢünmeyen insanların, yeryüzünde
Allah‟a itaati terk ederek toplum düzenini bozmak veya yıkmak amacıyla insanları
434 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 229. 435 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 160. 436 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 257. 437 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 217. 438 Elmalılı, a.g.e., c. VIII, s. 18.
139
saptırmaya veya anarĢistlik çıkarmaya çalıĢmalarına engel olmaktır.439
Peygamberimize (s.a.v.) hitaben Ġbrahim suresi 1. ayette Yüce Allah "Ġnsanları
karanlıklardan aydınlığa çıkarasın." Ģeklinde hitapta bulunmuĢtur. Buna göre
nübüvvette en temel ve vazgeçilmez ortak değer, insanların karanlıktan aydınlığa
çıkarılmasıdır. Elmalılı bu amacın Hz. Muhammed'in peygamberliği için
düĢünüldüğünde, kavminden baĢlamak üzere bütün insanları içine aldığını beyan
etmektedir.440
Peygamberlerin görevinin, insanları doğru yola hidayet etmek olduğunu
belirten Elmalılı, zalimlerin ahirette "Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir zamana kadar
ertele de senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım." diyeceklerini fakat
onlara "Daha önce ahirete intikal etmeyeceğinize dair yemin etmemiĢ miydiniz?"
denileceğini441
beyan eder. Yani kurtuluĢ için peygambere uymak dıĢında bir yolun
olmadığı ortaya konmaktadır.
Elmalılı, baĢka bir yerde Allah tarafından görevlendirilen peygamberleri
aĢılayıcı rüzgârlara benzetmektedir. Nâsıl ki gökten inen su hayatın mayası ise, nâzil
olunan Kur‟ân da Allah'ın feyzini taĢıyarak, kabiliyeti olanlara hidayeti aĢılar.442
2. Nübüvvetin Ġsbatı ve Nübüvveti Ġnkâr Edenlere Verilen Cevaplar
Râzi nübüvvetin isbatı konusu üzerinde tefsirinde pek çok yerde bablar
açmıĢtır. Bunu yaparken çoğu zaman nübüvveti inkâr edenlerin inkâr nedenlerini
pek çok konuda olduğu üzere sıralamıĢ, ardından bu iddiaları teker teker çürüten
kendi delillerini ortaya koymuĢtur. Ona göre, kendi sübûtuna bağlı olan hiçbir Ģeyin
naklî delillerle isbatı mümkün değildir. Yani kendisinin ileri sürdüğü delillerle
peygamberlerin peygamberliklerini kanıtlamaları mümkün değildir. Aksi halde bir
devr-i fâsid meydana gelir.443
Bu durumda yapılması gereken, nübüvvet
müessesesinin aklî delillerle isbat edilmesidir. Bu aklî deliller, Allah'ın vahiy ve
kitap vermesinden daha önce bulunan delillerdir. Vahiy, vahyi kabul etmeyenlerce
439 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 528. 440 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 12. 441 14/Ġbrahim, 44. 442 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 41. 443 Râzi, a.g.e., c. V, s. 66.
140
delil olarak kabul edilmeyeceğine göre Râzi, vahyi ve dolayısıyla nübüvveti ispatı
yoğun olarak akli yöntemlere baĢvurarak yapmıĢtır. Bakıldığı zaman kullandığı bu
yöntemin tefsirinde önemli bir yer tuttuğu rahatlıkla görülecektir. Bunun yanında
nakli delilleri de kullanmayı ihmal etmediğini söyleyebiliriz. Bu nakli delillerin
kullanmasındaki amacının vahyin akılla çeliĢmediğini göstermek olduğu gayet
açıktır. Biz konumuz açısından önemli bulduğumuz bazı bölümleri değerlendirmeye
tabi tutacağız.
Râzi, nübüvvet davetinin aynılığı nedeniyle, naklî delillerin hepsinin de
nübüvvet müessesesinin kabul edilmesine varıp dayandığını kaydeder. Hâlbuki
nübüvveti inkâr edenler, nübüvvet sonucu elde edilmiĢ bu nakli delilleri kabul
etmemektedirler.444
Bu nedenle ifade edildiği gibi Râzi, nübüvvetin isbatı
konusunda akli delilleri çok sık kullanmıĢtır. Bunlardan biri de "ArkadaĢınızda
hiçbir delilik yok"445
ayetidir. Burada Râzi, her ne kadar, kendisinde delilik
bulunmayan herkesin peygamber olması gerekmese bile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamber olduğunu ifade etmektedir. Devamında Râzi Ģunları kaydeder:
Hz. Peygamber (s.a.s)'den, insanların gücü dâhilinde olmayan iĢler
sâdır olmuĢtur. Kendisinden enteresan Ģeyler sâdır olan ve insan
olmayan Ģey ise, ya cindir, ya melektir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den
sâdır olan iĢler, cin vasıtasıyla olmadığına göre, ya melek
vasıtasıyla, ya da vasıtasız olarak Allah'ın kudretiyledir. Her iki
takdire göre de, bu demektir ki o, Allah'ın resûlüdür. Bu, en güzel bir
isbat yoludur. Bu da, sıfatların en âdisinin olmadığını söylemek
suretiyle, insanda bulunan sıfatların en kıymetlisini isbattır. 446
Böylece Râzi "O, ya delidir veya peygamberdir” önermesini getirmekte,
peygamber seçilen kiĢinin deli olmadığı kendisinin önceden iyi tanınan olması
nedeniyle uyarıcı bir peygamberdir olması sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
444 Râzi, a.g.e., c. XIX, s. 509. 445 34/Sebe, 46. 446 Râzi, a.g.e., c. XVIII, s. 363.
141
Râzi Beyyine suresi 1-4. ayetlerin tefsirinde, Hz. Muhammed (s.a.s)‟in,
nübüvvetini ve risâletini anlatma konusunda son derece ciddi olmasını, akli bir
istidlalle ortaya koyarak peygamberliğini kanıtlamaya çalıĢmaktadır. O bu akli
çıkarımı Ģu Ģekilde ifade etmiĢtir:
Yalancı olandan, yalan söylemeye kalkıĢan kimseden, böylesine
(nübüvvet iddiası) son derece ciddi Ģeyler meydana gelmez. O halde
bu demektir ki, geriye, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ya sadık olduğu, ya
da bunak olduğu malumdur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), son
derece akıllıdır. O halde geriye ancak, onun sadık olması ihtimali
kalmaktadır.447
Râzi, nübüvveti inkâr edip karĢısında tutum belirleyen insanları "Eğer sana
kâğıt halinde (yazılı) bir kitap göndermiĢ olsaydık da kendileri de elleriyle onu
tutmuĢ bulunsalardı, o küfredenler hemen „Bu, apaçık bir büyüden baĢka bir Ģey
değildir‟ derlerdi"448
ayetinin tefsirinde muhtelif zümrelere ayırır. Ayetle iliĢkili
olarak bunlardan bir grubun, bu dünyaya dalan ve onu elde etmeyi çok büyük bir
fırsat bilecek kadar dünya sevgisini, onun Ģehvet ve lezzetlerini talep etmede çok
aĢırı giden kiĢilerden müteĢekkil olduğunu beyan eder. Bu hallerinin, onların
peygamberlerin davetini kabul etmelerine engel olduğunu, çünkü Cenâb-ı Hak,
dünya lezzetlerinin gidici, küfür azabının ise kalıcı olduğunu, son bulan adi
lezzetlerden ötürü, devamlı bir ikâb ve cezayı sırtlanmanın akıl kârı olmadığını
beyan buyurmuĢtur.449
Yani elde etmeyi hayatlarının ana gayesi haline getirdikleri
dünyevi Ģeylerin kıymetinin, Allah‟a yaklaĢmaya vesile olduğu oranda bir değer
ifade edeceğini kabul etmeyenlerin, ilahi düsturları onlara ileten nebîyi de inkâr
etmeleri gayet doğaldır. Nitekim fakirlere infak etmeyi tavsiye eden vahiyleri
Mekkeli müĢriklere bildiren Hz. Muhammed‟e, Kur‟ân‟ın diliyle bu inkârcıların
“Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz, denildiğinde, kâfirler
447 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 304. 448 6/En‟âm, 7. 449 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 333.
142
müminlere dediler ki: Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi
doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz.” 450
dedikleri ortadadır.
Râzi, A'râf suresi, 63 ve 64. ayetlerinnin451
tefsirinde Nuh Aleyhisselamın
nübüvvetini inkâr edenlerin bu inkârlarının sebeplerini sıralamaktadır. Bu sebepler
genel olarak, nübüvveti inkâr edenlerin inkâr nedenleri olarak görülebilir. Bunları
genel olarak Ģöyle sıralayabiliriz:
a. Nübüvveti inkar edenler, Allah'ın insanlara peygamber göndermiĢ
olmasını olmayacak, pek tuhaf bir Ģey kabul etmiĢlerdi. Çünkü onlar, peygamber
göndermekten maksadın, insanları mükellef tutma olduğunu söylüyordu. Her türlü
zarar ve faydadan uzak ve münezzeh olan Allah Teâlâ'nın insanları mükellef
tutmada bir menfaati bulunamaz. Ayrıca bunda ibadet edecek kimse için de bir yarar
olamaz. Çünkü bunun peĢinen büyük bir sıkıntı ve meĢakkate sebebiyet verir.
Tekliften beklenen sonuç mükâfata eriĢip cezadan kurtulmak olduğuna göre Cenâb-ı
Allah teklif olmaksızın da bunu vermeye kadirdir. Duruma göre nübüvveti inkâr
edenler, mükellef tutmanın abesle iĢtigal sayılacağına; Allah Teâlâ'nın ise abes
iĢlerle meĢgul olmaktan münezzeh ve yüce olduğuna; böylece de mükellef tutma
bâtıl olacağı için, peygamberlik iddiasında bulunmanın da bâtıl olacağına
inanmıĢlardır.
b. Nübüvveti inkâr edenler, her ne kadar mükellef tutmayı caiz görmüĢlerse
de aklı esas alarak ayrıca Ģöyle itirazda bulunmuĢlardır: "Ġyi olduğu akıl ile bilinen
Ģeyi yaparız; yine kötülüğü bilinen Ģeyi de terkederiz. Ne iyi olduğunu, ne de kötü
olduğunu bilmediğimiz Ģeylere gelince, Allah Teâlâ'nın, kullarını takat
getiremiyecekleri Ģeyi yapmakla mükellef tutmaktan münezzeh olduğunu bildiğimiz
için, bu gibi iĢleri eğer yapmak mecburiyetinde isek, yapar; Ģayet yapmaya mecbur
kalmazsak, cezalandırılma tehlikesinden korunmak için onu terkederiz. Akıl
450 36/Yâsin, 47. 451 "Size o korkunç akıbeti haber vermek için, sizin sakınmanız için ve (o sayede) rahmete nail
olabilmeniz için içinizden bir adama Rabbinizden bir beyan gelmesi sizin tuhafınıza mı gitti? (dedi).
Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de kendisini ve beraberinde gemide bulunanları selamete
erdirdik, ayetlerimizi yalan sayanları (tufan ile) boğduk. Çünkü onlar kör bir toplum idiler."
143
peygamberi yeterli olduğu için, artık akıl dıĢında peygamber göndermeye de gerek
yoktur."
c. Nübüvveti inkar edenler, Ģöyle derler: "Mutlaka bir peygamber göndermek
gerekiyorsa, melekleri göndermek daha evladır. Çünkü onların heybetleri daha fazla,
temizlikleri daha mükemmel, yenilen ve içilen Ģeylerden müstağni oluĢları daha açık
ve her türlü yalan ile asılsız sözlerden uzak oluĢları da daha muazzamdır."
d. Ġnkarcıların zihinlerindeki diğer bir itiraz nedeni de Ģöyledir : "Diyelim ki
beĢerden peygamber olsun, ama bu takdirde de üstün mevki sahibi olmayan,
müntesipleri ve liderliği bulunmayan bir Ģahıs peygamberlik makamına yaraĢmaz"
ve yine düĢündüler ki: "Nuh'un, vahiy olduğuna inandığı Ģeyler, cinlerin tesiriyle
söylenmiĢ, bunaklıktan ve Ģeytanların hayal ettirmelerinden ibarettir." 452
ĠĢte sayılan bu maddeler genel olarak tüm nübüvvet inkârcılarının inkâr etme
sebep ve gerekçeleridir.
Sayılan bu maddelere Râzi‟nin, Nuh (a.s.) un dilinden nübüvveti inkâr
edenlere verdiği reddiye mahiyetindeki cevaplar nübüvvetin imkânının ve
gerekliliğinin nedenleri olarak da görülebilir. Buna göre Nuh (a.s.) Ģöyle demiĢtir:
a. Allah Teâlâ, mahlûkatın yaratıcısıdır. Uluhiyyetin gereği olarak O,
kullarına bazı Ģeyleri emretme ve bazı Ģeyleri de yasaklama hakkına sahiptir. Bir
vasıta olmaksızın, kullarını bu mükellefiyetlerle muhatab tutması doğru değildir.
Çünkü bu zorlama derecesine varmıĢ olabilir ki, bu da, mükellef tutma mefhumuna
aykırıdır.
b. Hak Teâlâ'nın, En‟âm suresi 9. ayetinin tefsirinde açıkladığımız
sebeplerden ötürü bu peygamberin bir melek olması da caiz değildir.453
452
Râzi, a.g.e., c. X, s. 471. 453 Râzi, ilgili ayetin tefsirinde insanlara neden melek bir peygamber gönderilmediğini sekiz maddede
sıralamaktadır. Râzi, a.g.e., c. IX, s. 335-337. Râzi En‟âm, 9. ayetle ilgili Ģunları kaydeder: “…akıl,
bu mükellefiyetlerin mevcut olması halinde, ibadetler ve diğer hususlarda olduğu gibi, dinleri
hususunda da, kendisine muhtaç oldukları Ģeylerin tamamını onlara öğretecek bir peygamberin ve bir
uyarıcının bulanması gerektiğine Ģehadet etmektedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki,
144
c. Geriye mükellefiyetlerin insanlara, bir insan vasıtasıyla ulaĢtırılması
durumu kalmaktadır. Bu insan da, o mükellefiyetleri insanlara, sırf onları uyarmak
ve sakındırmak için tebliğ etmektedir. Onları inzar ettiği, uyardığı zaman, onlar
Allah'ın tekliflerine muhalefet etmekten sakınırlar; sakındıkları zaman da rahmeti
ilahîyeyi hakederter. ĠĢte Cenâb-ı Hakk'ın, "O korkunç akıbeti size haber vermek
için, sizin sakınmanız için ve (o sayede) rahmete nail olabilmeniz için..."454
buyurmasından maksad budur. 455
Râzi, "Celalim hakkı için biz senden önce de peygamberler göndermiĢ,
onlara da zevceler ve evlatlar vermiĢizdir. Allah'ın izni olmadıkça, harhangi bir
ayeti getirmek, hiçbir peygamberin haddi değildir. Her vâdenin yazılmıĢ bir hükmü
vardır. Allah ne dilerse silip giderir, dilediğini de devam ettirir. Ana kitap O'nun
yanındadır"456
ayetlerinin tefsirinde müĢriklerin, Hz. Peygamber'in nübüvvetini iptal
için pek çok Ģüpheler ortaya attıklarını ifade ettikten sonra bu Ģüpheleri izale etmek
için karĢı düĢüncelerini ortaya koymaktadır. Biz özelde müĢriklerin genelde ise
nübübüvveti inkâr edenlerin iddialarını Ģöyle sıralayabiliriz:
a. Bir peygamber nssıl bizim gibi yemek yer, çarĢılarda yürüyor olabilir,457
Ģeklindeki Ģüpheleridir.
b. Allah'ın insanlara göndereceği peygamber, mutlaka melekler cinsinden
olması gerekir Ģeklindeki Ģüpleridir. Allah Teâlâ bu iddiayı "Davanda doğru
söyleyenlerden isen, bize melekleri getirmeli değil miydin?"458
ve "Onun üzerine bir
evla olan, kendisine daha fazla ünsiyyet duysunlar ve kendisini daha iyi ve daha kuvvetli bir biçimde anlasınlar diye, onlara kendi cinslerinden, kendi içlerinden birisini peygamber olarak göndermesidir.
Nitekim Cenâb-ı.Hak, "Eğer o peygamberi bir melek yapsaydık, onu. o meleği yine de bir adam
suretinde gösterirdik "(Enam, 9) ve "De ki: "Eğer yeryüzünde insanlar gibi sakin sakin yürüyen
melekler olsaydı, biz de onlara gökten melek peygamber gönderirdik" (Ġsrâ, 95) buyurmuĢtur. Râzi,
a.g.e., c. XII, s. 257. 454 7/Â‟raf, 63. 455 Râzi, a.g.e., c. X, s. 472. 456 13/Ra'd, 36-39. 457 25/Furkân, 20. 458 Hicr, 7.
145
melek indirilmeli değil miydi?"459
ayetlerinde onların dilinden nakletmiĢtir. Râzi
onların bu iddiasına Ģu Ģekilde cevap vermiĢtir:
Allah Teâlâ, bu Ģüphelerine ayette, "Andolsun ki biz, senden önce de
peygamberler gönderdik, onlara da zevceler ve evlâdlar verdik"460
buyurarak cevap vermiĢtir. Bu, "Hz. Muhammed'den önceki
peygamberler de, melek değil, beĢer idiler. Binâenaleyh bu durum
onlar hakkında caiz olduğuna göre, aynı durum Hz. Muhammed için
niçin caiz olmasın" demektir.
c. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, hanımları çok olduğu için tenkid etmiĢ ve
Ģöyle demiĢlerdir: "Eğer Allah katından gönderilmiĢ bir peygamber olsaydı,
kadınlarla uğraĢmaz, kendisini zühde ve dinî emirlere verip, kadınlardan tamamen
yüz çevirirdi." Râzi‟nin nübüvveti özelde ise Hz. Muhammed (sav) in nübüvvetini
inkâr edenlerin bu iddialarına karĢı yine "Celalim hakkı için, biz senden önce de
peygamberler göndermiĢ, onlara da zevceler ve evladlar vermiĢizdir" diyerek ayetle
cevap vermiĢtir. Her peygamberin evlendiğini ve çocuk sahibi olduğunu hatırlatmıĢ
ve Hz. Davud ile Hz. Süleyman‟dan örnekler vermiĢtir.
d. Onların "Eğer O, Allah katından gönderilmiĢ bir peygamber olsaydı,
kendisinden mu‟cize olarak istediğimiz herĢeyi, beklemeden getirirdi. Durum böyle
olmadığına göre, onun peygamber olmadığını anlıyoruz." Râzi bu Ģüpheye "Allah'ın
izni olmadıkça herhangi bir ayet getirmek, hiçbir peygamberin haddi değildir"
diyerek cevap vermiĢtir. Bunu Ģu Ģekilde izah etmiĢtir: Tek bir mu‟cize dahi, aslında
kâfirlerin mazeretlerini ve küfür sebeblerini ortadan kaldırma ve delil ile beyyineyi
ortaya koyma hususunda yeterlidir. Bundan fazlası ise, Allah'ın dilemesine bağlıdır.
Allah isterse, onları gösterir, isterse göstermez. Bu hususta hiç kimsenin O'na itiraz
hakkı yoktur.
e. Hz. Peygamber (s.a.s.) onları, baĢlarına gelecek azab ile ve kendisi ve
inananları için muzafferiyet olacağı ile korkutuyordu. Bu vaad ve va'id (tehdid)
459 6/En‟âm, 8. 460 13/Ra‟d, 38.
146
gecikince ve kâfirler, söylenen bu Ģeyleri ortada görmeyince, bunların
gerçekleĢmeyiĢini, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini tenkid için ileri
sürüyorlardı. Râzi buna da, "Her vâdenin yazılmıĢ bir hükmü vardır"461
diyerek
ayetle cevap vermiĢtir. Böylece kâfirlere azab-ı ilâhinin gelmesinin ve Allah'ın
dostlarına fetih ile ilahi yardımın zuhur etmesinin, Allah'ın hükmettiği belli bir vakti
olduğunu ortaya koymuĢtur.
f. Ġnkarcılar Ģöyle demiĢlerdir: "Eğer O, peygamberlik iddiasında doğru
olsaydı, varlığına hükmettiği Tevrat ve Ġncil Ģeriatları gibi hükümleri neshetmezdi.
Fakat o, kıbleyi değiĢtirmek gibi Tevrat ve Ġncil'deki hükümlerin pek çoğunu
neshetmiĢtir. Râzi bu iddiaya "Allah ne dilerse silip giderir, dilediğini de devam
ettirir. Ana kitap O'nun yanındadır"462
ayetiyle cevap vermiĢtir.463
Ġddiasını güçlendirmek adına Râzi‟nin, nakli delilleri gerektiği zaman
kullanmaktan geri durmadığı görülmektedir. Nitekim nübüvveti inkâr edenlerin
dilinden vahyedilen "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi"464
, "Eğer onu bir
melek yapsaydık, onu da muhakkak bir insan (Ģeklinde) gösterirdik"465
ve "ġu
Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"466
ayetlerinde bunu görebilmekteyiz. Bazı insanların, kendileri gibi bir insanı Allah'ın
peygamber olarak göndermesini imkânsız görmeleri, bazılarının "Muhammed, fakir
ve yetim birisidir. Bu büyük makam ona nasıl yakıĢır?" demeleri ve Yahudilerin
"Peygamberlik bizim atalarımıza aittir, KureyĢ, nübüvvet ve kitap ehli değildir,
binâenaleyh nübüvvet, Muhammed'e nasıl yakıĢır?" demeleri ile nübüvvetin
Allah‟ın mülkü olduğunu iliĢkilendirerek izah etmektedir. Râzi münafıkların da,
"Yoksa onlar Allah'ın fazlından insanlara verdiği Ģeylere hased mi ediyorlar"467
ayetinde dillendirdikleri gibi, Hz. Peygamber'in nübüvvetini çekemediklerini beyan
etmekte ve tüm bu zümrelere, mülkün yegâne mâlikinin Allah olduğunu, dolayısıyla
da mülkünü istediği kimselere vereceğini beyân etmek suretiyle reddiyede
461 13/Ra‟d, 38. 462
13/Ra‟d, 39. 463 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 467-468. 464 17/Ġsra, 94. 465 6/En‟âm, 9. 466 43/Zuhrûf, 31. 467 4/Nîsa, 54.
147
bulunmakta ve "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri)
alırsın"468
ayetini delil olarak getirmektetir.469
Yine nübüvvetin kime verilmesi gerektiği konusunda inkârcıların öne
sürdükleri iddialardan biri de, bu göreve toplumun önde gelen soylu ve zenginlerinin
daha layık oldu Ģeklindeki görüĢtür. Râzi, Hz. Muhammed‟in peygamberliğine itiraz
edenlerin bu bağlamdaki itirazlarına verdiği cevap genel bir karĢılık hükmündedir.
O Ģunları kaydeder:
…Hz. Muhammed (s.a.s), hayır, takva ve emanet sıfatlarıyla muttasıf
idi. Onlar onu, sadece yetim ve fakir olmakla ayıplıyorlardı ki, bu
son derece tuhaf ve saçma idi. Zira Allah Teâlâ, bütün varlıklardan
müstağnidir. Binâenaleyh, fakirliğin, Allah katında, peygamberin
durumunun noksanlığına; zenginliğin de, O'nun katında
peygamberin durumunun mükemmelliğine bir sebep teĢkil etmesi
uygun düĢmez. Nitekim Cenab-ı Hak "Sizi bizim katımıza
yaklaĢtıracak olan ne mallarınız, ne evlâdlannız değildir"470
buyurmuĢtur. Binâenaleyh, kâfirlerin, Allah'ın vahiy ve risâletini Hz.
Muhammed'e vermesinden dolayı ĢaĢmalarının fasit, bozuk bir tavır
ve iddia olduğu sabit olmuĢ olur. 471
Elmalılı da, peygamberliğin aklen mümkün olduğunu tefsirinde ıspatlamaya
giriĢmiĢtir. O, peygamberlerin yaratılıĢtan, insanlar içinde madde ötesi evrenle iliĢki
kuracak yüksek ruhi melekelere mazhar kılınmıĢ bir grup teĢkil etmelerinin aklen
mümkün olduğundan, onların insanlarda bulunan normal ilim ve idrakin üstünde bir
ilim ve tasarruf gücü ile temayüz etmiĢ olabileceklerini ifade etmektedir. Elmalılı,
peygamberlerin ilahi bir “ıstıfa” ile mazhar oldukları bu üstün yaratılıĢa her insanın
sahip olmaması nedeniyle inkâr etmenin mantıklı olmadığı kanaatindedir.
Peygamberler mu‟cize göstermek suretiyle de nübüvvetlerinin delilini ortaya
468 3/Âl-i Ġmrân, 26. 469 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 239. 470 34/Sebe, 37. 471 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 257.
148
koymuĢlardır. Bizzât müĢahede edilmese bile mu‟cizelerin tasdik edilmesi gerekir.
Çünkü bunların hiçbiri aklen imkânsız değildir.472
Elmalılı‟ya göre "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütlerle çağır ve onlarla
en güzel Ģekilde mücadele et!"473
ve "Kitap ehli olanlarla en güzel yoldan baĢka bir
yolla mücadele etme!"474
ayetleri, baĢta Hz. Peygamber olmak üzere, bütün
Müslümanları dini anlatma yönteminin nasıl olacağı konusunda açıkça uyardığını
vurgulamaktadır.475
Buna göre en güzel tebliğ yöntemi akli ikna yöntemi
olmaktadır. Aklen ikna olan insanın gönlüne girmenin daha kolay olacağı açıktır.
BaĢka yolların denenmesinin amaca hizmet etmeyeceği ayetlerden çıkarılabilecek
bir mesajdır.
3. Peygamberlerin Üstünlüğü, Nübüvvetin Vehbîliği
Râzi, sûfîlerden bu hükme karĢı çıkan olsa bile, peygamberlerin peygamber
olmayanlardan daha üstün olduğunu belirtir. Bunun dıĢında bazı âlimlerin,
peygamberlerin meleklerden daha üstün olduğunu söylemelerine rağmen âlimlerin
genelinin, semavî meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu, peygamberlerin ise
arzî, yani yeryüzündeki meleklerden üstün olduğunu söyler. Bu iddiasını, "Hani biz
meleklere, „Adem'e secde ediniz...‟ demiĢtik"476
ayeti ile destekler.477
Râzi, peygamberlerin bir kısmının diğer bir kısmından üstün olduğunu
savunur. Konu ile ilgili, Hak Teâlâ'nın, "Resullerin bir kısmını bir kısmından üstün
kıldık"478
ayetini delil olarak getirir. Ulemâdan, bu düĢüncesini kabul etmeyip Hak
Teâlâ'nın, "Biz, Onun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız"479
ayetiyle istidlal edenlere ise Ģu Ģekilde cevap verir:
472 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 347. 473 16/Nahl, 125. 474
29/Ankebût, 46. 475 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 379. 476 2/Bakara, 34. 477 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 87. 478 2/Bakara, 253. 479 2/Bakara, 285.
149
"Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanından maksat, baĢka bir Ģeydir ki, o da
Ģudur: Peygamberler hayatta iken, onların peygamberliğini isbat
etmenin yolu, dâvalarına muvafık bir Ģekilde mu‟cizelerin zuhur
etmesidir. Peygamberliğin isbâtının yolu bu olunca, dâvasına
muvafık bir Ģekilde mu‟cizesi zuhur eden herkesin sâdık ve doğru
olması gerekir. Eğer bu yol sahih olarak kabul edilmezse, bunun,
onlardan herhangi biri hakkında peygamberliğinin doğruluğuna
delâlet etmemesi gerekir. Ama bunun bazısının peygamberliğinin
doğruluğuna delâlet edip, bazısının da peygamberliğinin
doğruluğuna delâlet etmemesine gelince, bu iddia fasit ve çeliĢik bir
iddiadır." 480
Böylece Râzi‟nin amacı, Hz. Musa ve Hz. Ġsa'nın peygamberliğini kabul
edip de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini yalanlayan yahudî ve hristiyanların
yolunun yanlıĢ ve tutarsızlığını ıspat etmektir.
Râzi, Allahu Teâlâ'nın "Sen mülkü dilediğine verirsin"481
buyruğunu,
nübüvvet mülkünü vermek mânâsına alınmasında kullanırken, "Mülkü dilediğinden
de geri alırsın" ifâdesini, peygamberlik yapan kiĢiyi, peygamberlikten bazan azleder
anlamına hamletmemiz gerektiğini düĢünmektedir. Aynı ayetteki iki ifadeyi ise
Ģöylece tevil eder:
a. Allah Teâlâ peygamberliği bir kimsenin sülalesine verip, sonra da
nübüvveti onun neslinden çekip alarak, bununla bir önceki soydan
olmayan baĢka bir insanı Ģereflendirince, Allah Teâlâ'nın,
peygamberliği onlardan çekip almıĢ olduğunun söylenmesi doğru
olur. Yahudiler nübüvvetin, mutlaka ve mutlaka, Ġsrâiloğulları içinde
kalacağına inanıyorlardı. Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'i
nübüvvet ile Ģereflendirince, "O nübüvvet mülkünü
Ġsrailoğullarından alıp Araplara verdi" denilmesi doğru olur.
480 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 88. 481 3/Âl-i Ġmrân, 26.
150
b. O'nun, "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyruğundan
maksat, onu verdikten sonra çekip geri alma mânâsı değil de, onları,
o mülkünden mahrum edip onlara o mülkü vermeme mânâsıdır.
Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah îman edenlerin
velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır"482
ayetidir. Oysaki bu
tabir asla küfür zulmetine düĢmemiĢ olan kimseleri de içine alır...483
Râzi‟nin üzerinde duruduğu konulardan biri de nübüvvetin vehbî mi yoksa
kesbî mi olduğu konusudur. Bazı Ġslam feylesoflarının insan gerek ruhu, gerek
bedeni bakımından bazı kıymetli, yüce ve kutsî özellikler taĢımadığı müddetçe, o
kimsede peygamberlik sıfatının tahakkuk etmesi aklen imkânsızdır, Ģeklindeki
iddialarını ortaya koyduktan sonra Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat‟tan olan Zâhirîlerin
görüĢlerini açıklamıĢtır. ġöyleki Zâhirîler peygamberliği, Allah'ın dilediği kullarına
hibe ettiği bir bağıĢ olarak görür. Zâhirîler bunun tahakkuk etmesinin, peygamber
olan Ģahsın diğer insanlardan daha çok ruhi aydınlanma ve kudsî kuvvet sahibi
olmasına dayanmadığını iddia etmiĢler ve Ġbrahim suresi 11 ve 12. ayetlerini484
delil
olarak getirmiĢlerdir. Ayrıca "Allah Teâlâ, nübüvvetin tahakkukunun sırf kendisinin
bir lütfü ve bağıĢı olduğunu beyân etmiĢtir" demiĢlerdir.485
Bu konudaki sözün
çetrefilli, derin ve ince olduğunu belirten Râzi‟nin, nübüvveti, Allah‟ın bir lütfu ve
bağıĢı olarak gören Zâhirîlerin düĢüncesine uyarak,486
vehbî olduğuna kanaat
getirdiği anlaĢılmaktadır.
Râzi, Me'ânî âlimlerinden nakilde bulunarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de
kendilerine gönderildiği toplum gibi ümmî olduğunu, önceki kitaplarda onunla ilgili
müjdelerin de, onun ümmî olduğunu gösterdiğini tefsirinde alıntılamaktadır. Hz.
Muhammed (s.a.s)'in bu sıfatla muttasıf oluĢunun nedenini de, Allah'dan getirdiği o
hikmet konusunda, yazmak suretiyle desteklenmiĢ olduğu vehminden uzak
482 2/Bakara, 257. 483 Râzi, a.g.e., c. VI, s. 239. 484 ''Peygamberler onlara dedi ki: Biz de sizin gibi, insandan baĢka bir Ģey değiliz. Fakat Allah,
nimetini kullarından dilediğine ihsan eder. Allah'ın izni olmaksızın, bizim size bir hüccet getirmemize
imkân yoktur. Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır. Hem biz niçin Allah'a güvenip
dayanmayalım ki; bize dosdoğru yolları O göstermiĢtir. Bize yaptığınız eziyetlere elbette
katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" 485 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 517. 486 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 518.
151
olmasıyla açıklamaktadır. Dolayısıyla da Peygamber (s.a.s)'in durumunun,
gönderildiği o ümmetin durumuna denk olmasının kiĢileri onu tasdike ve onun
doğruluğuna inanmaya daha fazla yaklaĢtıracağını vurgulamaktadır.487
Râzi, Beyyine suresi 1-4. ayetlerinin tefsirinde nübüvveti “Beyyine” yani
huccet olarak görmüĢ,488
Kevser suresinde ise nübüvveti, çok hayır olduğunda Ģüphe
olmaması ve rubübiyyetten sonra ikinci dereceyi iĢgal etmesi nedeniyle “Kevser”
olarak nitelemiĢtir.489
Râzi‟nin tefsirinde, pek çok defalar Hz. Muhammed‟in risaletinin evrensel
olduğuna iĢaret ettiği görülmektedir.490
"De ki: Ey insanlar, Ģüphesiz ben, göklerin
ve yerin mülküne mâlik olan, kendisinden baĢka hiç bir tanrı bulunmayan, hem
dirilten, hem öldüren Allah'ın, siz hepinize gönderdiği bir peygamberim... Öyleyse
Allah'a ve O'nun, Allah'a ve Allah'ın sözlerine iman eden ümmî nebî olan
peygamberine iman edin ve ona tâbi olun... Umulur ki hidayete ulaĢırsınız."491
ayetinde Yüce Allah, O'nun peygamberliğinin bütün insanlar için olduğunu, kesin
olarak beyan etmiĢ ve "De ki: Ey insanlar, Ģüphesiz ben, ... Allah'ın, siz hepinize
gönderdiği bir peygamberim." ifadeleriyle de teyid etmiĢtir.492
Râzi, konu ile bağlantılı olarak "Peygamber, kendi hevâsından söylemez. O,
kendisine ilkâ edilegelen bir vahiyden baĢkası değildir"493
ayetinde Allah'ın "Ve ona
tabi olun” buyruğundan dolayı, Hz. Muhammed‟in yaptığının benzerini yapmanın
tüm insanlara vacib olduğunu ifade eder.494
Râzi‟ye göre, risâlet insanlık tarihi kadar
köklüdür. Ayrıca Hz. Muhammed‟in ümmeti ümmetlerin sonuncusu, Hz.
Muhammed de peygamberlerin sonuncusudur.495
487 Râzi, a.g.e., c. XXI, s. 477. 488 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 305. 489 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 465. 490
Râzi, a.g.e., c. X, s. 25. 491 7/Â‟raf, 158. 492 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 103. 493 53/Necm, 3-4. 494 Râzi, a.g.e., c. XI, s. 110. 495 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 452.
152
Peygamberlerin vazifesinin, ancak açık-seçik bir tebliğden ibaret496
olduğunu ifade Elmalılı da, bunun dıĢında kalan baskı yöntemlerinin geçersiz
olduğunu belirtmektedir.
Elmalılı‟ya göre, peygamberlik, kesbî değil vehbîdir. Yani peygamberlik
çalıĢarak elde edilen bir mertebe veya makam değil, Allah vergisidir.497
Elmalılı,
peygamberliğin çalıĢılarak değil tamamıyle Allah‟ın istediği kuluna vermesiyle
olduğunu Hz. Yusuf‟un nübüvveti üzerinden değerlendirirken Ģu ifadeleri
kullanmaktadır:
Rahmânî bir rahmettir ki, kulun çalıĢmasının hiç katkısı olmayarak,
sadece takdirin zorunlu bir cilvesi olur. Yusuf iĢin baĢında böyle bir
rahmete kavuĢmuĢtu. Ona verilen hikmet ve bilgi, Peygamberlik ve
baĢarı böyle sadece Allah vergisi bir rahmetti.498
Ayrıca Elmalılı‟ya göre, bütün peygamberlerin ilminin Allah tarafından
vahiyle ve bizzât O‟nun öğretmesiyle olması itibarı ile Ledünnî yani Allah
katındandır.499
4. Mu’cize
Mu'cize, sözlükte "bir Ģeye güç yetirememek" anlamındaki acz kökünden
türeyen mi‟cizin (aciz bırakan) isim Ģeklidir. Kur‟ân'da mu‟cize kelimesi yer
almamakla birlikte acz kökünden fiil ve sıfat kalıpları "âciz kalmak, güçsüz
bırakmak, Allah'ın ayetlerini yalanlamak amacıyla yarıĢmak" manalarında yirmi bir
496 16/Nahl, 35. 497 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 229. 498 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 490. 499 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 196.
153
ayette geçer. Ayrıca beyyine500
burhan, sultan501
hak502
ve Furkân503
da Kur‟ân'da
yer yer mu‟cize anlamında kullanılmıĢtır.504
Istılahi olarak ise mu‟cizeyi, “peygamberlik iddiasında bulunan kiĢinin,
peygamberliğini ilan ettiğinde, doğru söylediğini ispatlamak için, insan kudretinin
üstünde ve tabiat kanunlarına aykırı olarak meydana getirdiği olaganüstü olaylar”505
Ģeklinde tanımlayabiliriz.
Mu‟cizenin, nübüvvetini ileri süren kiĢinin doğruluğunu ispatlayabilmesi
için bazı özelliklere sahip olması gerekir. Bunlar, kanıt olarak gösterilen harikulade
olayın karıĢıklığa sebebiyet vermemesi için bizzât iddia sahibinin doğruluğuna iĢaret
edecek tarzda meydana gelmesi, ya doğrudan yahut dalaylı biçimde ilahi bir fiil
olması, olağan üstü bir Ģekilde zuhur etmesi, peygamberlik iddiası ve tehaddi ile
birlikte vuku bulmasıdır. Ayrıca peygamberin güvenilirliğini zedeleyecek bir Ģüphe
taĢımaması ve nübüvvet iddiasının ardından gerçekleĢmesi gereklidir. Mu‟cizenin
özellikleri arasında iki temel husus öne çıkar. Birincisi ilahi fiil olması ve sadece
peygamberlerin elinde zuhur etmesidir. Dolayısıyla herhangi bir kimsenin gösterdiği
harikulade olaya mu‟cize denmez.506
Mu‟cizeler üçe ayrılır. Bunlar:
“a. Hissi Mu‟cizeler: Ġnsanların duyularına hitap eden harikulade olaylardır.
Bunlara tabiatla ilgileri sebebiyle „kevni mu‟cizeler‟ de denir. Kur‟ân'da
belirtildiğine göre hissi mu‟cizeler geçmiĢ peygamberlerin elinde ortaya çıkmıĢtır.
Hz. Salih'in devesi507
ve Hz. Musa'nın asasının yılana dönüĢmesi ve elinin parıltılı
bir ıĢık vermesi508
gibi. Bu mu‟cizeler tabiat kanunlarını aĢan ve Allah'ın
500 7/Â‟raf, 73. 501 28/Kasas, 32; 4/Nîsa, 153; 11/Hud, 96. 502 10/Yunus, 76. 503 2/Bakara, 53. 504
Bulut, Halil Ġbrahim, “Mu‟cize” maddesi, D.Ġ.B. Ġslam Ansiklopedisi, T.D.V. Yayınları, Ankara,
2002, c. XXX, s. 350. 505 ġimĢek, Mehmet Sait, Kur‟ân‟ın Ana Konuları, Beyan Yayınları, Ġstanbul, 1999, s. 100-101. 506 Bulut, Halil Ġbrahim, a.g.m., XXX, s. 350. 507 11/Hud, 64-68; 91/ġems, 11-15. 508 7/Â‟raf, 107-l08; 117-122.
154
müdahalesini gösteren ilahi fiiller olup, iradelerini kullananların iman etmesini
sağlar.
b. Haberi Mu‟cizeler: Peygamberlerin Allah'tan gelen vahye dayanarak
verdikleri gayb haberleridir. Ġsyankâr toplumların baĢlarına geleceğini önceden
bildirdikleri felaketlerin aynen vuku bulması, Hz. Ġsa'nın muhataplarının evlerinde
ne yiyip ne biriktirdiklerini haber vermesi509
Resul-i Ekrem'in Bizanslılar'ın
Ġranlılar'ı savaĢta mağlup edeceğini510
önceden bildirmesi gibi.
c) Akli Mu‟cizeler: „Manevi mu‟cize‟ veya „bilgi mu‟cizesi‟ diye de anılan
bu grup, insanların akıl yürütme gücüne hitap eden ve onları rasyonel kanıtlarla baĢ
baĢa bırakan gerçeklerden oluĢur. Bunlar düĢünmekle algılanabilen hususlar olup
hissi mu‟cizelerde görüldüğü gibi belirli bir zaman ve mekânla sınırlı değildir.
Peygamberlerin güvenilir, doğru sözlü, güzel ahlak sahibi, merhametli olmaları,
iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları, ilahi mesajı bizzât uygulayıp insanlara
örnek teĢkil etmeleri, öğretilerinin erdemli bir toplum için vazgeçilmez ilkeler
konumunda bulunması, tebliğ ettikleri vahiy ürünü metnin lafız ve muhteva
bakımından eriĢilmez bir üst üsünlük taĢıması gibi hususlar bu türün kapsamına
girer.”511
Ġslam âlimleri arasında mu‟cizelerin, özellikle de “Hissi Mu‟cizeler”in
gerçekleĢip gerçekleĢmediği çok tartıĢılmıĢtır. Bu tartıĢmalarda diğer
peygamberlerin mu‟cizelerinin, Kur‟ân‟da geçmesi nedeniyle, gerçekleĢtiği genel
kabul görürken, Hz. Muhammed‟in böyle mu‟cizeler gösterip göstermediği çok
daha ihtilaflıdır. Çünkü Kur‟ân‟da net olarak Hz. Muhammed‟in hissi mu‟cizesi
anlatılmamaktadır. Yalnızca hadis rivayetlerinde anlatılan mu‟cizeler mevcuttur.
Râzi, hissi mu‟cizelerle ilgili hadis rivayetlerinde râvilerin, sıhhat derecesi düĢük
ahad haberler rivayet ettiklerini kaydeder. Bununla beraber bu kadar fazla sayıda
ahad haberin rivayet edilmesini ciddiye alıp nübüvvete delil teĢkil edebileceğini
509 3/Â-li Ġmrân, 49. 510 30/Rum, 1-4. 511 Bulut, Halil Ġbrahim, a.g.m., c. XXX, s. 351.
155
belirtir.512
Râzi, el-Muhassal isimli eserinde bunların birçoğunu zikretmiĢtir. ġimdi
de asıl konumuz olan Râzi‟nin et-Tefsiru‟l-Kebir‟indeki mu‟cize ile alakalı
düĢüncelerine geçebiliriz.
Râzi‟ye göre, mu‟cizeler göstermenin en büyük gayesi, onu izhâr eden
kimsenin doğruluğuna delil getirmesidir.513
Râzi, tefsirinde gaybden haber vermenin
bir mu‟cize olduğunu müeaddid defalarca vurgulamıĢ ve örnekler vermiĢtir.514
Örneğin Nur suresi 55. ayetin Hz. Muhammed (s.a.s)'in, peygamberliğinin
doğruluğuna delâlet ettiğini ifade ederken, ayette geçen "Onlardan evvel gelenleri
Nâsıl (kâfirlerin) yerine getirip hâkim kıldı ise, onları da, yeryüzünde muhakkak
müĢriklerin yerine geçirip hükümran edecek" ifâdeleriyle ile gaibten haber
verildiğini vurgulamaktadır. Râzi ayette haber verilen durum aynen tahakkuk ettiği
için bu haberin mu‟cize olduğunu, dolayısıyla Hz.Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna
delâlet ettiğine515
iĢaret etmektedir.
Râzi, özellikle hissi mu‟cizenin olabileciğini ve mu‟cizelerin nübüvvete delil
olduğunu tefsirinde değiĢik vesilelerle beyan etmekte, konuyla iliĢkili olarak "Ne
harikulade Ģeyler, ne de câri olan âdetin hilafına Ģeyler meydana getirmek mümkün
değildir" diyenleri eleĢtirmektedir. Ayrıca olağanüstü olayların olabileceğini kabul
ettiği halde bunun nübüvvet veya risâletle iliĢkilendirilemeyeceğini iddia edenlere
Ģöyle cevap vermektedir:
ĠĢte bu iki görüĢden herbiri, Allah Teâlâ'nın kudretinin
mükemmelliğini zedeler mahiyettedir... Sabittir ki cisimler
birbirlerine benzer. Yine bir Ģeyin muhtemel olduğu Ģeye, benzerinin
de muhtemel olması gerekir. Durum böyle olunca, güneĢ ve ayın
512 Râzi, Fahreddin Muhammed b. Ömer el-Hatib, el-Muhassalü Efkari‟l Mütekaddimin ve‟l-Müteahhirin Mine‟l-Ulemai ve‟l-Hukemai ve‟l Mütekellimin, Terc. Hüseyin Atay, Kelam‟a GiriĢ,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 231. 513 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 518-519. 514 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 309 ; c. VIII, s. 68. 515
Râzi, a.g.e., c. XVII, s. 135. “Allah, îman edip sâlih amelde bulunanlarınıza yemin ile va'detti
ki, onlardan evvel gelenleri Nâsıl (kâfirlerin) yerine geçirip, hâkim kıldı ise, onları da, yeryüzünde
muhakkak müĢriklerin yerine getirip hükümran edecek. Onlara, kendileri için beğendiği din-i Ġslâm'ı,
mutlaka payidar kılacak, onların korkularını giderdikten sonra, hallerini tam bir eminliğe
çevirecektir. Tâ ki onlar bu emniyet içinde, Bana ibâdet etsinler, hiçbirĢeyi Bana ortak tutmasınlar.
Kim bundan sonra nankörlük ederse, onlar fâsıklann tâ kendileridir" Nur, 55
156
kütlelerinin, parçalanmaya ve dağılmaya elveriĢli olduğu çıkar.
Buna göre eğer biz, Tanrının buna kadir olmadığını söylersek, bu
Tanrıyı ve kudretinin noksanlığı ile vasfetmek olur. O zaman da bu
sözü söyleyen hakkında, "O, Allah'ın kadrini, O'na layık olacak bir
surette hakkıyla takdir denilmesi doğru olur. Yine biz eğer, "Allah
Teâlâ buna kadirdir" dersek, bölünmesi ve benzeri mu‟cizelerin
meydana gelmesi aklen imkânsız olmaz.516
Böylece Râzi, mu‟cizelerin gerçekleĢmesinin mümkün ve gerekli olduğu
düĢüncesini savunmaktadır.
Râzi, mu‟cizeler zuhur ettikten sonra buna rağmen muhataplar içinde Ģirke
devam eden kimseler bulunursa, onların müslüman olmalarından ümit kesildiğini,
bundan dolayı hiç Ģüphesiz Allah'u Teâlâ‟nın, onlarla her halükârda savaĢmayı
emrettiğini kaydeder.517
Özellikle hissi mu‟cizelerin meydana gelmesinden sonra
yalanlamanın devam etmesi halinde, çoğu kez inkârcıların helak olması gereklilik
haline gelmiĢtir. Çünkü bu mu‟cizeler, mükellefiyeti ihlâl eden, iman etmeyi
mecburî hale getiren bir özelliğe sahiptir. Râzi, hissi mu‟cizelerin çok sayıda olması
ve peĢpeĢe gelmesinin, mu‟cize oluĢ durumlarını bozabileceğini beyan ederken
bunun sebebini, harikulade Ģeyler peĢpeĢe geldiğinde, harikulade olmaktan çıkar
normal görülmeye baĢlarlar, diyerek ortaya koymaktadır.518
Bu durumun da
mu‟cizeyi mu‟cize olmaktan çıkaracağı açıktır. Dolayısıyla da münkirlerin sürekli
olarak mu‟cize istemelerini yerine getirmek nübüvvete zarar verir.
Dikkatlice incelendiğinde peygamberlerden mu‟cize göstermelerini
isteyenlerin samimiyetsiz oldukları rahatlıkla fark edilecektir. Râzi de, mu‟cize
talebinde bulunanların, bunu zorluk çıkarmak, cedelleĢmek ve iĢi yokuĢa sürmek
için istediklerini, bu istekten dolayı kâfir oldukları519
düĢüncesine sahiptir.
516 Râzi, a.g.e., c. X, s. 15. 517 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 429. 518 Râzi, a.g.e., c. III, s. 401. 519 Râzi, a.g.e., c. III, s. 319.
157
Genel itibari ile tefsiri incelendiğinde, Râzi‟nin Hz. Muhammed‟in hissi
mu‟cizelerinin olup olmadığı konusunda farklı açıklamalarda bulunduğu
görülecektir. Bazen bu tür mu‟cizelerin Hz. Muhammed‟in Ģahsında gerçekleĢtiğini
ifade ederken bazen de bu mu‟cizelerin gerçekleĢmediğini ve Hz. Muhammed‟in tek
mu‟cizesinin Kur‟ân olduğunu iddia etmektedir.
Râzi‟nin Ģu ifadelerinden, Hz. Muhammed‟e hissi mu‟cizelerin verildiğini
kabul ettiği anlaĢılmaktadır. Ayette geçen, "Bîz hakikatleri iyice bilmek isteyenlere
ayetlerimizi açıkladık" 520
ifâdesinden muradın Allah‟ın Hz. Muhammed‟e ihsan
ettiği mu‟cizeler olduğunu ifadeden sonra bunları, Kur‟ân'ın bizzât kendisi en baĢta
olmak üzere, yanısıra ağacın yürümesi, kurdun konuĢması ve az bir yemekle büyük
kalabalıkları doyurması Ģekinde beyan eder. 521
Peygamberimizin Kur‟ân'dan baĢka mu‟cizeleri olup olmadığı konusu
Müslüman âlimler arasında hep tartıĢma konusu olagelmiĢtir. Bazıları, Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in nübüvvetini ıspat hususunda Kur‟ân'dan baĢka bir mu‟cizenin
zuhur etmediğini iddia etmiĢlerdir. Delil olarak, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elinden
baĢka mu‟cizelerin ortaya çıktığınının kabul edilmesi durumunda müĢriklerin, ayette
geçtiği Ģekliyle "Ona Rabbinden bir mu‟cize indirilmeli değil miydi?" demelerinin
mümkün olmaması gerektiğini öne sürmektedirler. Râzi‟nin bu iddiayı kabul
etmediği ve iki yönden karĢı cevap verdiği görülmektedir:
a. Belki de, bu ifadeden maksad, müĢriklerin, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den müĢahede etmiĢ oldukları, hurma kütüğünün inlemesi,
parmakları arasından sular fıĢkırması ve azıcık bir yiyecekle çok
sayıdaki insanı doyurması Ģeklindeki mu‟cizelerinin dıĢında, baĢka
mu‟cizeler istemiĢ olmalarıdır. Böylece onlar, bunların dıĢında,
denizin, bir asanın vurulması ile yarılması ve asanın bir ejderhaya
dönüĢmesi Ģeklinde, Hz. Peygamberden mu‟cizeler istemiĢlerdir.
Ġmdi eğer, "Allah Teâlâ'nın onları mahrum edip, böylesi mu‟cizeler
vermemesinin sebebi nedir?" denilirse, deriz ki: "Çünkü Hak Teâlâ,
520 2/Bakara, 118. 521 Râzi, a.g.e., c. III, s. 402.
158
bir mu‟cize gönderdiği zaman aslında maksad tamamlanmıĢ olur.
Binâenaleyh Kur‟ân'ın zuhuru (kendisi) zâten bir mu‟cize olduğu
halde, baĢka mu‟cizeler istemek bir tahakküm (keyfine göre hüküm
verme) olmuĢ olur. Hâlbuki Kur‟ân ortada iken daha baĢka mu‟cize
istemeye gerek yoktur. Yine belki de, Allah Teâlâ, istedikleri
mu‟cizeler zuhur ettikten sonra da, onların inad ve küfürlerinde ısrar
edeceklerini, o zaman da köklerini kesecek bir azaba müstehak
olacaklarını biliyordu. ĠĢte bundan ötürü, istedikleri Ģeyi onlara
vermemiĢtir.
b. Belki de kâfirler, bu sözü, diğer mu‟cizeleri görmeden önce
söylemiĢlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu durumunu
nakledince, "Sen, ancak bir uyarıcısın, her kavim için de bir hidayet
rehberi bulunmuĢtur"522
buyurmuĢtur.523
Bu ifadelerinden anlaĢıldığı gibi Fahreddin Râzi, Hz. Muhammed‟in bazı
mu‟cizeleri olduğunu kabul etmekte fakat bu mu‟cizelerin Kur‟ân mu‟cizesinin
yanında sönük kaldığını ifade etmeye çalıĢmaktadır. Kendinden önceki
peygamberlerin gösterdiği gibi mu‟cize isteklerine ise bir yarar temin etmeyeceği,
Allah‟ın ilminde malum olduğu için olumlu karĢılık verilmemiĢtir. Dikkatle
incelendiğinde Râzi, mu‟cize olarak Kur‟ân‟ı kâfi gördüğü fark edilecektir.
Râzi‟nin tefsirinde bazı yerlerde Kur‟ân‟ı, Hz. Muhammed‟in tek ve en
büyük mu‟cizesi olarak gördüğü dikkat çekmektedir. Bunu en açık Ģekilde
Kur‟ân‟ın bir benzerini yazma konusunda meydan okuma olan "Fakat bunu
yapamazsanız ki hiçbir zaman yapamayacaksınız."524
ayetinin tefsirinde
görmekteyiz. Burada Kur‟ân'ın mu‟cize olduğunu dört bakımdan göstermeye
çalıĢmıĢtır. Bunlar Ģöyledir:
a. Ġnkarcılar, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e düĢmanlık ve peygamberliğini iptal
hususunda çok ileri gitmelerine, yerlerini, kabilelerini bırakıp, canlarını ve mallarını
522 13/Ra‟d, 7. 523 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 397. 524 2/Bakara, 24.
159
bu uğurda sarfetmelerine rağmen, Kur‟ân‟ın bu meydan okumasına karĢılık
verememiĢlerdir. ġayet, Kur‟ân'ın benzerini veya bir suresinin benzerini getirmek
onların imkân ve güçleri dâhilinde olsaydı, kesinlikle bunu yaparlardı. Onlar bunu
yapamadıklarına göre, Kur‟ân'ın mu‟ciz olduğu açıkça ortaya çıkmıĢ olur.
b. Hz. Peygamber (s.a.s.), O'nun nübüvvet dâvasında su götürür bir taraf
bulunsaydı, müĢriklere meydan okumaz ve bu meydan okuyuĢta (tahaddide) ileri
gitmeyi uygun bulmaz, aksine, bütün iĢlerinde neticesi kendisine dönecek olan o
kepazeliğe düĢeceğinden korkar ve çekinirdi. Eğer Hz.Peygamber (s.a.s)
münkirlerin rnuarazadan aciz olduklarını, vahye dayanarak kesin tarzda bilmeseydi
en beliğ bir Ģekilde onları muarazaya sevketmeyi uygun bulmazdı.
c. Hz. Peygamber (s.a.s.), nübüvvetinin doğru olduğuna kesinkes
inanmasaydı, inkarcıların Kur‟ân'ın benzerini getiremiyeceklerini haber vermekte
böylesine kesin konuĢmazdı. Kesin konuĢtuğu için bu O'nun nübüvveti hususunda
son derece kendinden emin olduğuna delalet eder.
d. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den günümüze kadar, her zaman dine ve Ġslam'a
düĢman kimseler bulunmasına ve Ģiddetli hırslarına rağmen, asla bir muaraza
meydana getirilememiĢtir.
Râzi‟ye göre, Kur‟ân'ın mu‟cize olduğuna delalet eden bu dört husus,
Kitabullah'ın hiçbir hüccet ve istidlal ihtiva etmeyen cahillerin iddialarının boĢ
olduğunun göstergesidir.525
Râzi, Hz. Muhammed‟in en büyük mu‟cizesinin Kur‟ân olduğunu
savunurken "MüĢrikler „Ona, Rabbinden bir mu‟cize indirilse ya!‟ derler. De ki:
Gayb, ancak Allah'ındır. Bekleyin. Muhakkak ki ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim"526
ayetini Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in elinde zuhur etmiĢ apaçık
bir mu‟cize olduğuna delil olarak gösterir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) kendi
toplumu arasında büyümüĢtür. Hz. Muhammed‟in herhangi bir kitabı okuyup
mütalâa etmediği, bir hocanın talebesi olmadığı halde, yüce Kur'ân'ın birdenbire Hz.
525 Râzi, a.g.e., c. II, s. 149-150. 526 10/Yunus, 20.
160
Muhammed‟in dilinden zuhur ettiğini, böylesi yüce ve üstün kitabın, öğrenim
yollarından herhangi birisiyle uğraĢmamıĢ olan böylesi kimselerde zuhur etmesinin,
ancak vahiyle olabileceğini kendi döneminde yaĢayanların bildiklerini beyan
etmiĢtir. Râzi‟ye göre iĢte bu, Kur'ân'ın apaçık kesin bir mu‟cize olduğu hususunda,
kahir bir aklî delildir.527
Râzi "(ġöyle) dediler: „Ona Rabb'inden bir ayet indirilmeli değil miydi?‟ De
ki: „ġüphesiz Allah, ayet (mu‟cize) indirmeye kadirdir.‟ Fakat onların çoğu
bilmezler..."528
ayetini tefsir ederken Kur'ân‟ın, kesin bir mu'cize, apaçık delil ve
açıklama olmasına ve Hz. Muhammed‟in, Kur'ân ile müĢriklere meydan okumuĢ
olmasına rağmen inkarcıların, Kur'ân'ın benzerini getirmekten, ona muaraza
etmekten aciz kaldıklarını kaydeder. Râzi, bu ayetin Kur'ân'ın bir mu‟cize oluĢuna
delalet ettiği halde müĢriklerin niçin, "Ona Rabb'inden bir ayet indirilmeli değil
miydi?" sorusunu sorduklarını ifadeden sonra soruyu Ģöyle cevaplamaktadır:
Belki de müĢrikler, inadlaĢarak ve bâtılda ısrar ederek, Kur'ân'ın bir
mu'cize olduğunu tenkid ve ta'n etmiĢlerdir. Onlar "Kur'ân da, diğer
kitaplar gibi bir kitaptır. Kitap ise, Tevrat, Zebur ve Ġncil hakkında
da olduğu gibi, bir mu‟cize olmaz..." diyorlar ve bu Ģüpheleri
sebebiyle, bir mu'cize istiyorlardı.529
Kur‟ân‟ın tersine olarak diğer peygamberlere indirilen kitapları Râzi,
kendileri için bir mu'cize olarak kabul etmez. Buna göre, Tevrat, Ġncil, Zebûr ve
diğer peygamberlerin sâhifelerinden hiçbiri mu‟cize değildir. Fakat Kur'ân
baĢlıbaĢına bir kitap ve bir mu‟cizedir ki, bu da Hz. Muhammed (s.a.s)'in
hususiyetlerindendir.530
MüĢriklerin keyiflerine göre özellikle Hz. Muhammed‟den istedikleri bazı
mu‟cizelerin gösterilmemesinin hikmetini sorgulaması da Râzi‟nin giriĢtiği önemli
bir konudur. O,
527 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 337. 528 6/En‟âm, 37. 529 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 409-410. 530 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 251.
161
a. kesin bir mu‟cize olan Kur'ân indirildiği zaman, bundan daha fazlasını
istemenin, iĢi yokuĢa sürme ve bâtıl bir inatlaĢma olacağını belirtir. Hissi
mu‟cizeler ve apaçık deliller ortaya çıktığı zaman, kâfirlerin mazeret ve bahane
kapısı kapanacağı,
b. Cenâb-ı Allah, eğer inkarcılara, istemiĢ oldukları zahir (Hissi) mu‟cizeleri
vermiĢ olsaydı; onlar da, bu mu‟cizeler zuhur edince, iman etmemiĢ olsalardı, o
zaman onlar kökten imha azabını hakkedecekleri,
c. Yüce Allah onların, mu‟cizeleri bir fayda elde etmek istedikleri için değil,
sırf inad ve taassuplarından dolayı istediklerini, eğer onlara istediklerini vermiĢ
olsaydı bile onların yine de inanmayacaklarını bildiği için Cenâb-ı Hak onlara talep
ettikleri mu‟cizeleri göstermemiĢtir,531
demekedir.
Bu gerçek sabit olunca Râzi‟ye göre, Kur'ân'ın dıĢında baĢka bir mu‟cize
talep etme, Hz. Muhammed'in nübüvvetini isbât ve risâletini ortaya koyma
hususunda, ihtiyaç duyulmayan geliĢigüzel teklifler cinsinden olmuĢ olur. Allah
hissi mu‟cizeleri yapsın ya da yapmasın, nübüvvet sabit olmuĢ ve Hz. Peygamberin
peygamberlik iddiasındaki sıdkı ve doğruluğu ortaya çıkmıĢtır. Bu esas maksat, bu
ilâve mu‟cize talebinin tahakkuk edip etmemesiyle değiĢmez.532
Böylece
Kur‟ân‟dan sonra hissi mu‟cizelerin varlığı çok da önemli bir konu olmamaktadır.
Bununla beraber Râzi inkârcıların, Kur‟ân-ı Kerim'in bir mu‟cize oluĢunu
inkâr ederek, "Bu, diğer kitaplar gibi bir kitaptır. Bir kimsenin, bir kitap yazması ve
bir kitap getirmesi, kesinlikle bir mu‟cize olmaz. Mu‟cize, ancak Mûsa ve Ġsâ
(a.s.)'nın mu‟cizeleri gibi olur” dediklerini533
ifade etmekte ve sürekli hissi mu‟cize
beklentisi içinde oldukları da beyan etmektedir.
Yine Hz. Muhammed‟e hitaben "Sen, senden önce de birtakım
peygamberlerin bulunduğunu ve onların bazısının emrine rüzgârın verildiğini,
bazılarının da ölüleri dirilttiğini iddia ediyorsun. O halde sen de bize, bu tür
531 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 410-411. 532 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 338. 533 Râzi, a.g.e., c. XIII, s. 396.
162
mu‟cizelerden getir." diyen müĢriklere Râzi, Cenâb-ı Hak‟kın bu kimselere "Bizi
ayetler göndermekten alıkoyan, ancak evvelkilerin onları yalanlamıĢ olmalarıdır"534
diyerek cevap verdiğini beyan etmiĢtir. Buna göre;
“a. Allah Teâlâ, o mu‟cizeleri izhâr edip sonra da onlar, ona iman etmeyip
tam aksine küfürlerinde ısrar ettiklerinde, böylece onlar köklerini kazıyan bir azaba
müstahak olmuĢ olurlar. Ancak bu ümmete, kökleri kazıyan bir azabın indirilmesi
caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ, onların içinde ilerde iman edecek kimselerin
bulunduğunu yahut da onların çocuklarının iman edeceğini en iyi biçimde bilendir.
ĠĢte bundan dolayı Allah onların bu isteklerine icabet etmemiĢ ve bu ezici ve kahir
mu‟cizeyi de izhâr etmemiĢtir.
b. Allah bu tür mu‟cizeleri göstermemiĢtir. Çünkü onları gören ataları, onlara
iman etmediler. Kendileri de onları taklid ettiklerine göre kendileri de onlara iman
etmeyecektir.
c. Kendilerinden öncekiler, bu tür hissi mu‟cizeleri görüp müĢahade
ettilerine rağmen yalanladılar. Cenâb-ı Hak, müĢriklerin de yalanlayacağınızı bilmiĢ
ve anlamıĢtır. Dolayısıyla bu mu‟cizeleri göstermek anlamsız bir iĢ olur.”535
Bu açıklamalardan sonra Râzi‟nin Hz. Muhammed‟e hissi mu‟cize
verilmediği görüĢüne meyilli olduğunu düĢünüyoruz. Her ne kadar bazı hissi
mu‟cizelerin verildiğini savunuyor olsa bile bu mu‟cizelerin Kur‟ân mu‟cizesine
göre önemsiz olduğu fikri tefsirinde açıkça ağır basmaktadır.
Elmalılı ise, mu‟cizeleri akılla anlaĢılabilecek bir bakıĢ açısıyla
değerlendirmektedir. Peygamberlerin mu‟cizelerini imkânsız ve akıl dıĢı
zannetmenin nübüvveti ya da risâleti akıl dıĢı zannetmekle eĢ anlamlı olacağı
iddiasındadır.536
Yani nasıl ki nübüvvet gerekli ve aklen mümkün ise nübüvvetin
tasdiki olan mu‟cize de gerekli ve aklen mümkündür.
534 17/Ġsra, 59. 535 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 516-517. 536 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 313.
163
Elmalılı‟ya göre, peygamberlerin mu‟cizelerinde ortaya çıkan harikalar ve
hayat verme sırlarını akla sığmaz görmek, kendinin karĢısındaki dıĢ dünya gibi,
Allah'ın karĢısında ufukların birtakım ortakları veya O'nun üstünde bir Ģey var
saymaktan doğar ki, Ģirk ve inkâr da bu demektir.537
Elmalılı, pegamberlerin yüksek ruh asaletine sahip bulunmalarının yanında
ilâhî te'yide de mazhar olmaları onları, hem bilgi ve idrak yönünden, hem de tasarruf
gücü demek olan iradeyi harekete geçirme yetenekleri nedeniyle beĢerin alıĢılmıĢ
ruhî davranıĢlarından çok farklı ve üstün özellikler taĢıdıklarını belirtir. ĠĢte bu
özellikleri peygamberlerin mu‟cizelerinin meydana gelmesinin sebebidir. 538
Elmalılı‟ya göre, mu‟cizeler gaye değil delildirler. Mümin ise medlul yani
delil getirilmiĢ olana iman ettiğinden mu‟cize istemek küfrün Ģiarıdır. Çünkü
mu‟cize isteği Hakk'ın gücünü deneme sevdasıdır. O, müminin mu‟cize isteğinde
ısrar etmesinin asla caiz olmadığı gibi, mu‟cize istiyor gibi görünmesinin bile,
imanında bir Ģüpheye iĢaret edeceği için edepsizlik olarak değerlendirmektedir.539
Tabiat denilen Ģey nasıl ki Allah‟ın düzenli ve sürekli etkilerinin alanı ise
tabiatüstü veya mu‟cize denilen Ģey de yine O'nun düzensiz ve benzersiz etkisinin
eseridir. Elmalılı tabiat kuvvetleri veya kanunları denilen sistemli ve düzenli
oluĢumların o kudretin hâkimi değil mahkûmu olduğunu belirtmekte540
dolayısıyla
hissi mu‟cizelerin vukua gelmesinin imkânsız görülmemesi gerektiğine iĢaret
etmektedir.
Elmalılı‟nın mu‟cize ile ilgili bir diğer düĢüncesi, mu‟cizelerin insanı
ümitsizlikten kurtarıp her zaman ümitvar kılmasıdır. Yani mu‟cizelere özellikle de
hissi mu‟cizelerin varlığına inanan birinin sırf aklî ve mantıkî düĢünenlerin
karamsarlığından her zaman en zor durumda bile bir kurtuluĢ çaresini umacağından,
bunun çok yararlı olduğunu düĢünmektedir. Elmalılı‟ya göre mu‟cize ve harikalara
iman genel bir ilke olarak ele alınamaz. Çünkü isminden de anlaĢılacağı gibi
537 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 161. 538 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 235. 539 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 301. 540 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 267.
164
mu‟cize yalnızca özel ve olağanüstü hallere mahsus bir durumdur. Normal haller
için aslolan aklın ve ilmin kurallarıdır. Bundan dolayı ne dine ne ilme önem
vermeden, her an harika peĢinde koĢanların ve daima yeni görüĢ ve fikirlerle
yaĢamak isteyenlerin hiçbir zaman ilkellikten kurtulamayacağı düĢüncesindedir.541
Elmalılı‟nın mu‟cizenin mümkün olduğunu çağımızın ilim ve fen zihniyetine
göre açıklama giriĢiminde bulunuyor görünmektedir. Ona göre gerçekte bazı olaylar
hakkında bildiğimiz ve tatbik ettiğimiz sebepler, kuvvetler hem eksik, hem de zahirî
ve nisbîdir. Hakikî ve mutlak sebep kökten bir yaratma ve icat olduğundan küllî illet
de herĢeyi yaratan olmak lazımgelir. ġu halde insanların en iyi bildiği sebeplilik
düzeni hakkındaki bilgimiz tam ve mutlak değil, cüz'î ve nisbîdir. Ve o halde bilgi
alanımıza giren sebepleri, âdi ve sınırlı kuvvetleri inkâra hakkımız olmamakla
beraber, bunlara birer genel illet ve sebep gibi bağlanarak "filan Ģey asla olmaz"
demeye ve mutlak kudreti âciz sanmaya da hakkımız yoktur.542
Böylece Elmalılı‟nın
mu‟cizelerin akılla bilenebileceği düĢüncesinde olduğu ve her ne kadar bugünün
aklıyla bilinmese de, bugünün teknolojik verilerine göre imkânsız görünse bile
mu‟cizelerin, insan aklının geliĢimiyle anlaĢılır hale geleceği kanaatini savunduğu
anlaĢılmaktadır.
Mu‟cize karĢısında takınılan iki yanlıĢ tutumu tanımlayan Elmalılı,
birincisini ifrat ikincisini ise tefrit olarak nitelemektedir. Bunlarda birincisi ve ifrat
diye nitelediği görüĢ Ģöyledir:
Ruhların bizzât Allah'a izafetle sonuçlanan alıĢılmıĢ ve alıĢılmamıĢ
bütün güçlerini, çeĢit ve mertebelerini bir bütün olarak dikkate
almayanlar veya alamayanlar, ruhun en yüksek mertebesini aklın en
aĢağı mertebesi açısından ele alarak, harika denilen garip ve nadir
olayları, daima alıĢılmıĢa ĢartlanmıĢ aklın en aĢağı ölçüsüyle
çözmeye çalıĢanlar, peygamberlerin mu‟cizeleri karĢısında hep inkâr
ve te'vil yoluna sapmıĢlardır.
541 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 236. 542 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 27-28.
165
Ġkinci ve tefrit diye vasıflandırdığı görüĢ ise Ģöyledir:
Diğer bir kısım insanlar da mu‟cizeler nazariyesine sarılarak,
genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri inkâr
etmeye ve görmezlikten gelmeye çalıĢmıĢlardır.543
Bu iki görüĢün arasını bulmayı hedefleyen Elmalılı, yaratılıĢın bütün sır ve
inceliklerini, ne tekdüze tekrarlara dayanan prensiplere bağlı olarak deneysel ilmin
ve fennin belli sınırları içine hapsetmeğe hakkımız olduğunu, ne de aklın ve ilmin
kural ve ilkelerini bir kenara iterek, herĢeyi yalnızca harikalarla açıklamaya
hakkımız olduğunu söyler. Elmalılı yeni keĢiflerin genellikle ilk planda hep sarsıcı
olduğunu ve insanlara akıl dıĢı gibi göründüğünü beyanla mu‟cize ile bir benzerliği
olduğu544
iddiasındadır. Yani olağanüstü gibi görünen Ģeylerin zaman içinde
sıradanlaĢtığını iddia eder. Böylece mu‟cizelere mantıki bir açıklama giriĢiminde
bulunduğu görülmektedir.
Elmalılı‟nın tefsiri incelendiğinde, Hz. Muhammed‟in mu‟cizelerinin çok
olduğunu kabul ettiği görülürken maddî yani hissi ve zamanla ilgili olan yani haberi
mu‟cizelerin kuvvetinin ve faydasının genel olmadığı iddiasındadır. Çünkü ona göre
bu tür mu‟cizelerin kuvveti, bulunduğu zamanın ve muhitin dıĢına çıkamamakta
buna ilaveten sonradan iĢitenlerin, "bu akla uymuyor" diye inkâr da ettiklerini
vurgulamakadır. Mu‟cizelerin, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın özel
yardımı olduğunu kabul eden Elmalılı, beĢeriyetin dinden istifadesinin mu‟cizelere
sarılmakta değil, Allah'ın sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarılmakta,
yani ilimde olduğunu vurgular. Mu‟cizenin en önemlisinin ebedî, aklî ve ilmî
kıymeti içeren mu‟cize olduğuna vurgu yapan Elmalılı bunun da Kur'ân olduğu
vurgulamasında bulunur.545
Elmalılı Kur'ân‟ı, daima açık olan manevî ve aynı zamanda aklî bir
mu‟cize546
olarak görüp değerlendirmektedir. Hz. Muhammed‟in insanlara, Kur‟ân
543 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 235. 544 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 236. 545 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 231. 546 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 191.
166
ayetlerini okuyor olmasını da ebedi bir mu‟cize olarak görmekte, bununla beraber
hissi mu‟cizeleri gelip geçici olduklarından gelip geçici nimetler cinsinden
saymaktadır.547
Hissi mu‟cizenin vazgeçilmez Ģart ve gaye olmadığını Elmalılı, "DüĢünüp,
aklını kullanan bir kavim için elbette ayetler, deliller vardır."548
ayetinin tefsirinde
açıkça ifade eder. O, akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra edecek
olan mu‟cizelerin büyük bir faydası olmayacağını vurgulamıĢtır. O, Kur'ân'ın bu ve
bu gibi ayetlerinde insanları, anlayıp delil bulmak için mu‟cizelerden çok, tamamen
akılla anlaĢılabilecek hususlara sevketmek olduğu, bunun için Kur'ân‟ın,
mu‟cizelerin en büyüğü olduğu düĢüncesindedir. Bunun hemen ardından Elmalılı Ģu
ifadeleri kullanır:
Fakat bundan, bazılarının zannettiği gibi peygamberlerin
mu‟cizelerinin mümkün olmadığına ve son peygamber Hz.
Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in maddî mu‟cizeler göstermediğine ve
gösteremeyeceğine iĢaret gibi bir anlam çıkarmaya kalkıĢmak da
doğru değildir. 549
Nahl suresi 12. ayette "âyât" kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller,
karĢısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mu‟cize
demektir. Kur'ân'ın ayetlerine "ayet" denmesi de bu mâna ile ilgilidir.550
Elmalılı‟ya göre, ilâhî hükmü anlamak ve tebliğ etmek için mu‟cizelerin
delaleti, icazı, kitabın mu‟cizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Ona göre
mu‟cizeler sadece bir icazdan ibaret olan delaleti, mücmel (kapalı), belirsiz,
açıklamasız ve devamsızken kitabın yani Kur‟ân mu‟cizesi ise onların hepsinin icaz
delaletini içerdikten baĢka açıklanmıĢ, vazıh, mufassal ve daimdir. Bu konuyu daha
iyi anlaĢılması için Elmalılı "Ay'ın yarılması" (Ģakk-ı kamer) mu‟cizesinden misal
vermektedir. Ayın yarılması mu‟cizesinden "Muhammed, Allah'ın Resulü'dür"
547 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 429. 548 16/Nahl, 12. 549 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 451. 550 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 451.
167
hükmünün ancak kısaca ve bir an için anlaĢıldığını, "Kıyamet yaklaĢtı, Ay yarıldı"551
ayeti ile aynı hükmün daha geniĢ icaz vecihleri ile açıkça ve sarih bir biçimde ifade
edildiğini kaydeder. Ayrıca bu ifade etme her zaman için geçerlidir. Bunu daha öz
olarak ise Ģöyle anlatmaktadır:
Kısaca kitabın mu‟cizesi, Allah'ın hükmüne delalet için, diğer
mu‟cizelerin üstünde açık ve derin, yüksek bir delildir.552
Elmalılı, Yahudilerin mu‟cize isteklerine yalan, iftira ve fikirlerinin iman
etmek maksadıyla bir mu‟cize isteği olmayıp, sırf kibirlenme olduğu için cevap
verilmeye ihtiyaç duyulmadığını vurgulamaktadır. Çünkü Zekeriya, Yahya ve diğer
Ġsrailoğulları peygamberleri gelmiĢler ve Ġsrailoğulları peygamberleri olmaları
bakımından istenen mu‟cizeleri göstermelerine rağmen o peygamberleri
öldürmüĢlerdir.553
Dolayısıyla bugün mu‟cize isteğinde bulunanların, aynı dedeleri
gibi iman etmeyecekleri ortada iken buna ihtiyaç duyulmadığı sonucu çıkmaktadır.
Elmalılı‟nın Saîd b. Mesruk hazretlerinden yaptığı alıntıya göre KureyĢ‟liler,
yahudilere "Musa'nın getirdiği mu‟cizeleri bize söyleyin, nelerdi?" diye sormuĢlar,
onlar da asâsının yılan oluĢunu ve elinin bembeyaz parlamasını anlatmıĢlardır. Aynı
Ģekilde hıristiyanlara da sormuĢlar, onlar da doğuĢtan kör olanı, alaca hastalığına
tutulanı iyileĢtirme ve ölüleri diriltme mu‟cizelerini anlatmıĢlardı. Bunun üzerine
KureyĢ, Hz. Peygamber'e: "Sen de Allah'a dua et, bize Ģu Safâ tepesini altın
yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düĢmanlarımıza karĢı kuvvetimiz artsın."
demiĢlerdir. Bunun üzerine Resulullah bunu Rabbinden niyaz etmiĢtir. Allah Teâlâ
da vahiyle: "Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse,
onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım bir azab veririm." buyurmuĢtur. O zaman
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in: "Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize
bırak, ben onları günden güne davet edeyim." diye dua etmesi üzerine Cenab-ı Allah
bu ayeti554
indirmiĢtir. Bu ayetin tefsirini yaparken Elmalılı, özellikle evrenin
551 54/Kamer, 1. 552 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 438. 553 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 433. 554 “ġüphesiz göklerin ve yerin yaratılıĢında, gece ile gündüzün birbiri ardınca geliĢinde, insanlara
yarar Ģeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden
168
yaratılmasında ve iĢleyiĢindeki mükemmelliği en büyük mu‟cize olarak
değerlendirmektedir. Dolayısıyla bu ona göre, müĢriklerin istedikleri Safâ'nın altın'a
dönüĢtürülmesi mu‟cizesinden daha büyük, daha faydalı ve daha mu‟cizdir. Buna
iliĢkin olarak Elmalılı, aklı da mu‟cizelerden biri ve de en büyüğü nitelemesinde
bulunmaktadır.555
Ġfadeleri tahlil edildiğinde Elmalılı‟nın hissi mu‟cizelerin aklı
kullanan için çok da gerekli olmadığı düĢüncesine meylettiği fark edilmektedir.
Çünkü düĢünebilen beyin için bütün mevcudat birer mu‟cize hükmündedir. Buradan
hareketle Elmalılı‟nın Hz. Muhammed‟in hissi mu‟cizesi olmadığı görüĢünü
savunduğu da rahatlıkla çıkarılabilir.
Elmalılı‟nın aĢağıdaki ifadeleri dikkatle incelenirse Hz. Muhammed‟den tüm
hissi mu‟cize isteklerine rağmen bu isteklere gerek duyulmadığı için cevap
verilmediği sonucu çıkarılabilir:
Hatta biz onlara bütün melekleri indirmiĢ olsak "Bize melekler
indirilmeli değil miydi?"556
, "Bize melekleri getirmeliydin"557
diye
istedikleri mu‟cizeyi göndersek ve ölüler kendilerine söylese,
"Babalarımızı diriltip getiriniz de Ģahitlik etsinler"558
diye istedikleri
mu‟cize de yapılsa ve üzerlerine her Ģeyi kefil olarak toplasaydık da,
"Allah'ı ve bütün melekleri kefil olarak getir"559
diye istedikleri
mu‟cizeyi de göstersek, Allah dilemedikçe hiçbir zaman iman
etmeleri ihtimali yoktur. Ve bundan dolayı onlara ayet indirmek
boĢunadır. Ve fakat pekçoğu bilmezler. Her türlü mu‟cize gelse Allah
dilemeyince hiçbir Ģey yapamayacaklarını bilmezler de, sadece
kendilerine güvenir, azgınlık ve inatlarında kalmak için öyle yalan
yere yemin ederler. Bunun için sen onlara bakma ve imanlarına ümit
sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgârları
değiĢtirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta Ģüphesiz akıllı olan bir topluluk için
elbette Allah'ın birliğine deliller vardır.” 2/Bakara, 164. 555 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 448-449. 556 25/Furkân, 21. 557 15/Hicr, 7. 558 44/Duhân, 36. 559 17/Ġsrâ, 92.
169
edip, istedikleri mu‟cizeyi istemeye kalkma da, "Mu‟cizeler, Allah
katındadır"560
de, Allah'a bırak!561
Elmalılı‟ya göre Kur'ân'ın "asla yapamayacaksınız" ile haber veriĢi o günden
bugüne kadar bin üçyüz kırkdört senelik bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir
ebedî mu‟cizedir.562
Kur'ân'ın hiçbir insan veya bütün insanlar tarafından benzerini
yapılamayacağının bizzât ilâhî vaad ile belirlenmiĢ olması da bir mu‟cizedir.
Elmalılı Kur‟ân‟ı herhangi bir kelam farzedip, Kur'ân ile boy ölçüĢmeye
kalkıĢanların her zaman mağlub olageldiklerini, Allah Teâlâ‟nın kudretlerini derhal
bağladığı ortada iken, Kur‟ân‟ın mu‟cize oluĢunun asırlardan beri isbat
edilegeldiğine vurgu yapmaktadır.563
Elmalılı, Kur'ân'daki haberi mu‟cizeleri kabul etmektedir. Kudüs‟ün
Bizanslılar'ın elinden çıkıp müslümanların eline geçmesini, Beytü'l-Makdis‟in
yeniden imar edilip mescit haline getirilmesini, zalimlerin oraya korka korka
girebiliyor olmalarını bir mu‟cize ve bugünkü müslümanlar için de pek büyük ders
ve ibret olarak değerlendirmektedir.564
Bununla beraber Elmalılı‟ya göre, hissi
mu‟cize istemek, peygamberlik mertebesi istemek ve yahut günah olan Ģeyler
istemek, duada haddi aĢma cümlesindendir.565
MUKAYESE
Râzi tefsirinde, nübüvveti gerekli bir kurum olarak görmekte fakat bu
kurumun asıl gaye değil, gayeye ulaĢtıran araç konumunda düĢünmektedir.
Nübüvvetin Allah‟ın insanlara bir lütfu ve rahmetinin bir sonucu olduğu düĢüncesini
ısrarla savunmaktadır.
Nübüvvet Râzi‟e göre, sorumluluğun da ön Ģartıdır. Eğer insan sorumlu ve
mükellef ise yapması gerekenleri ve yapmaması gerekenleri, ayrıca her iki durumda
560
6/En‟âm, 109. 561 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 433 562 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 235. 563 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 231. 564 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 383. 565 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 557.
170
da neyle karĢılaĢacağını bilmek zorundadır. Aksi halde sorumluluk
yüklenemeyeceği ortadadır. Bu sebeple Allah‟ın nebî ve resûller göndermesi
mümkün ve gereklidir, Râziye göre.
Râzi nübüvveti bir nimet olarak düĢünmektedir. “Nimetimi tamamladım”
buyuran Yüce Allah‟ın, nübüvveti bir nimet olarak vermemesi durumunda bu
buyruğunun gerçek olmaması durumu ortaya çıkar ki bu muhaldir. Bununla beraber
rubûbiyet nübüvvete muhtaç değildir, fakat nübüvvet rubûbiyete muhtaçtır.
Râzi, Yüce Allah‟ın peygamberleri uyarmak ve müjdelemekle
görevlendirdiğini söyler. Uyarı insanları yaptığı hatalardan uzaklaĢtırmak için
yapılırken, müjdeleme doğru davranıĢın ulaĢtıracağı mükâfatı haber verir.
Râzi nübüvveti en yüksek mülk mertebesi olarak düĢünür. Allah nübüvvet
müessesi ile insandaki hükmünü icra etmektedir. Dolayısıyla resûl ve nebîler sadece
vahyi ileten postacı (messenger) değildirler. Onlar sahip oldukları hikmetle tarihe
her an yön veren kiĢilerdir.
Nübüvvetin imkânı ve gerekliliği konusunda Râzi‟de olduğu gibi Elmalılı‟da
da Nübüvvet, Allah‟ın kullarını doğru yola iletmesi ve ebedi mutluluk yaĢamını
tattırmasının bir yolu olduğu için lütuf ve rahmettir. Yine nübüvveti bizzât Allah'ın
nizamının ve hitabının anlaĢılması, ardından akılla tecrübe ve delile dayanarak
netice çıkarma yolu olarak niteleyen Elmalılı, sorumluluğun da ön Ģartı olarak gören
Râzi ile tam uzlaĢı içindedir.
Yine peygamberlerin yeniden hayat verdiklerini, bitki ve hayvan halinden
çıkarıp, insanlığa yaraĢır hür, mutlu bir hayata kavuĢturmayı hedeflediklerini
belirten Elmalılı, Râzi‟nin peygamberleri sahip oldukları hikmetle tarihe her an yön
veren kiĢiler olarak görmesi, aralarında bu konudaki uzlaĢıya iĢarettir. Elmalılı‟nın
peygamberleri aĢılayıcı rüzgârlara benzetmesi de bu paralelde bir izahtır. Ayrıca
Elmalılı, peygamberlere verilmiĢ olan Ģeriat doğrultusunda hayırda yarıĢmanın
insanlığa atılım ve geliĢim sağlayacağı fikrini ortaya koyar.
171
Peygamberlerin vazifesini gelecekteki müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ
etmek Ģeklinde tanımlayan Elmalılı, müjdeleme iĢini önce, uyarma iĢini ise sonraya
almaktadır. Râzi‟nin ise bakıldığı zaman bunun tam tersine olarak önce uyarmayı
sonra müjdelemeyi aldığı gözden kaçmamaktadır.
Kendi sübûtuna bağlı olan hiçbir Ģeyin naklî delillerle isbatı mümkün de-
ğildir diyen Râzi, nübüvvetin aklen ıspatını önemli görmüĢür. Bu açıdan
Elmalılı‟nın da aynı yöntemi izlediği dikkat çekmektedir. Yani nübüvvetin
delillendirilmesin konusunda iki müfessir, tefsirlerinde akıl yürütme metodunu hep
ön planda tutmuĢtur. Bunun böyle olmasının nedeninin yaĢadıkları dönemlerin genel
Ģartları olduğu muhakkaktır. Ġlgili bölümde de görüldüğü gibi Râzi bu akli çıkarım
ve ıspat yöntemini Elmalılı‟ya göre tefsiri boyunca daha çok kullanmıĢtır.
Nübüvvet müessesinin tamamıyla aynı amacı hedeflediği konusunda da iki
müfessir arasında mutabakat vardır. Buna göre tüm peygamberler Ġslam inanç
esaslarını insanlığa tebliğ ederken, farklı zaman dilimleri ve farklı mekânlara uygun
farklı Ģeriatler uygulayabilmiĢlerdir. Ġslamın evrensel olmasına bağlı olarak Hz.
Muhammed‟in mesajının da evrensel olduğuna, tefsirlerinde iki müfessir ayrıca
değinmiĢlerdir.
Allah‟ın nübüvveti istediğine verdiği ve bununla alakalı nübüvvetin kesbi
değil, vehbi olduğu konusunda yine müfessirlerimiz arasında tam bir uzlaĢı vardır.
Yani nübüvvetin “mülk” olması hasebiyle, Allah‟ın kime vereceği tamamıyla
O‟nun iradesine bağlıdır. Herhangi bir çalıĢma veya kabiliyetle elde edilebilecek bir
kazanım değildir.
Mu‟cize konusuna gelindiğinde hem Râzi hem de Elmalılı‟nın genel itibari
ile tam görüĢ birliğinde oldukları görülür. Gerek hissi, gerek haberi ve gerekse de
akli mu‟cizelerin varlığını kabul eden müfessirlerimiz, bazen bu mu‟cizeleri aklen
izah etme giriĢiminde bulunmuĢlardır. Bu akli izah yönteminin doğal olarak
Elmalılı‟da daha çok ön planda olduğu görülür. Çünkü onun yaĢadığı dönem
pozitivizmin en katı Ģekliyle yaĢandı ve batının teknik ve düĢünsel açıdan önde
172
olduğu bir dönemdir. Aklın ön planda olduğu bu dönemde mu‟cizelerin de aklen
izahının yapılması zorunluluk haline geldiği ortadadır.
Mu‟cizelerin özellikle hissi mu‟cizenin olabileciğini ve mu‟cizelerin
nübüvvete delil olduğunu tefsirlerinde değiĢik vesilelerle beyan eden
müfessirlerimiz, bu mu‟cizelerin gerçekleĢmesinin mümkün olmadığını iddia
edenlere itiraz etmiĢlerdir. Mu‟cizelerin samimiyetsiz olanlarca istendiğinde karĢılık
verilmediği ve mu‟cize isteğine karĢılık verilip mu‟cize gösterildiği halde
muhataplar inkârı devamında azabı hak edecekleri iki müfessirinde dillendirdiği
konulardandır.
Fahreddin Râzi ile Elmalılı Hamdi Yazır‟ın birbirine benzer düĢüncelere
sahip oldukları önemli konulardan biri Hz. Muhammed (s.a.v.)‟in özellikle hissi
mu‟cizelerinin olup olmadığıdır. Ġncelendiğinde iki tefsirin Allah‟ın nebîsinin bu tür
mu‟cizelerinin olduğu kabul ettikleri ve bazısını zikrettiği açıkça görülür. Bununla
beraber inkârcıların Hz. Muhammed‟den mu‟cize istedikleri vurgusu da
yapılmaktadır. Bu durumun çeliĢkili olduğu ortadadır. Çünkü eğer mu‟cize
gösterildi ise tekrar mu‟cize istemeye gerek kalmamıĢtır. Eğer mu‟cize gösterilmedi
ise zikredilen mu‟cizelerin de gösterilmediği sonucu ortaya çıkmaktadır.
Hz. Muhammmed‟le ilgili olarak iki müfessir de Kur‟ân‟ın mu‟cize olduğu
konusu pek çok defalar vurgularda bulunmaktadır. Hatta Kur‟ân‟ın mu‟cize oluĢu
pek çok yönüyle delillendirilmektedir. Diğer mu‟cizelerin üzerinde fazla
durulmadığı halde Kur‟ân‟ın mu‟ciz oluĢu üzerinde daha fazla durulmuĢ olması, iki
müfessirin Hz. Muhammed‟in Kur‟ân dıĢında bir mu‟cizesi olmadığı fikrini
savunduğu düĢüncesine ulaĢtırmaktadır. Bununla beraber geleneksel düĢüncede var
olan mu‟cize görüĢüne ters düĢmeme kaygısı ile mu‟cizeler zikredilmekte,
mu‟cizelerin varlığını kabulle birlikte aklen mümkün oluĢunu ıspatlama,
müfessirlerimizin ortak çabası konumundadır. Özellikle Elmalılı, bugün olağan üstü
gibi görünen olayların bilimin geliĢimine bağlı anlaĢılır hale gelebileceğini,
dolayısıyla mu‟cizelerin er veya geç aklen anlaĢılabilir yapıda olduğunun görüleceği
imasında bulunmaktadır. Böylece Elmalılı‟nın mu‟cizelere akılcı açıklamalarda
bulunma giriĢimi dikkat çekmektedir.
173
Râzi ve Elmalılı mu‟cizelerin pegamberlerin desteklenmesi bağlamında
değerlendirildiğinde gerçekleĢtiğini kabul etmekle beraber, bunun esas gaye
olmadığını ifade ederler. Esas gaye insanın doğru yolu bulabilmesinin akılla ve
özgür iradeyle tercih edilmesidir. Bu sebeple mu‟cize gösterme en son baĢvurulan
yoldur. Ġki müfessir de tefsirlerinde doğaya, yeryüzüne, gökyüzüne ve insanın
yaratılıĢına bakıp eĢyanın yaratılıĢındaki muhteĢemliğe dikkat çekmiĢlerdir. Bu
konularda bilimin sayısız tespitlerini kullanmıĢlar, özellikle de Kur‟ân‟ın bu
konularla ilgili kevni ayetlerini uzun uzun tefsir etmiĢlerdir. Böylece mevcudatın
kendisinin her an mu‟cizelerle dolu olduğunu anlatmaya çalıĢmıĢlardır. Bu anlatım
tarzlarıyla evrendeki yaratım ve düzenin; hissi, gaybi veya haberi mu‟cizelerle
karĢılaĢtırılamayacak kadar muhteĢem olduğu düĢüncesini paylaĢmıĢlardır.
Kur‟ân‟ın bu ve daha pek çok özelliğini açıklayan müfessirlerimiz haklı olarak
Kur‟ân‟ı en büyük ve sürekli mu‟cize olarak değerlendirmektedir.
174
IV. BÖLÜM: AHĠRET
A. AHĠRET
Genel itibari ile bakıldığında ahiret denince “Sem‟iyyat” da denilen ölümden
sonraki hayat yani kabir hayatı, cennet, cehennem, hesap, sırat köprüsü gibi kavram
çerçevesi akla gelmektedir. Ahiretin varlığı ve gerekliliği konusu insanlar arasında
hep tartıĢılmıĢ, bazısı inkâr etmiĢ bazısı da ahiretin varlığını kabul etmiĢ ve lüzumlu
görmüĢtür. Ahiretin varlığını kabul edenler çoğu zaman bunu inandıkları inanç
sistemindeki yaratıcının adaletinin gereği olarak değerlendirmiĢlerdir.
Ahiret kelimesinin çoğulu “evâhir”dir. Genel olarak ebedi hayat yurdu
anlamında “âhir” sıfatının müennesi olarak kullanılmaktadır. Lügat manâsı olarak
ahret, “birincinin zıttı, öncekini nesh eden gibi manalara gelmektedir. Bu hayattan
sonra gelmesi nedeniyle öteki hayata “Ahiret” denilmektedir.”566
Terim olarak tarif
edecek olursak ahiret, “ölümden sonra baĢlayan, mahĢerdeki diriliĢten sonra
ebediyen devam edecek olan hayattır.”567
Râzi "Ahiret" lâfzını, “sonraki yurt” terkibindeki kelimenin sıfatı olarak
anlamlandırır. Dünya hayatından sonra geldiği için ahirete 'Ahiret" denildiğini,
Ahiret hayatından değeri daha düĢük olduğu için, dünyaya "dünya' yani alçak, âdî
olarak isim verildiğini ifade emektedir.568
Ahiret hayatının diğer adı Me‟ad‟dır ve
"Hepinizin dönüĢü, ancak Allah'adır"569
ayetiyle ahiretin bu ismine iĢaret
edilmiĢtir.570
Ahireti, öldükten sonra dirilme olarak niteleyen Râzi, ayetteki "DönüĢümüz
sanadır"571
ifadesinden kastedilenin kıyametin kopmasından sonra yaĢanacaklar
olduğunu belirtmektedir. Ona göre, ahiret hususunda, mühim birtakım esasların
566
Ġbn Manzûr, a.g.e., c. IV, s. 14. 567 Gölcük, ġerafeddin- Toprak, Süleyman, a.g.e., s. 391. 568 Râzi, a.g.e., c. I, s. 467. 569 10/Yunus, 4. 570 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 260. 571 2/Bakara, 285.
175
bilinmesi gerekir ki Kur'ân, bu esasların izahı, tarifi ve açıklaması hususunda, sonu
olmayan bir ummandır. Ayrıca o, Kur'ân'ın bunları kapsadığı gibi, yerin ne
doğusunda ne de batısında bunları kapsayan baĢka bir kitabın görülemeyeceği
vurgulamasını yapmaktadır.572
Ahirete iman konusunda Râzi, "Onlar Ahirete de yakîn bir iman ile
inanırlar"573
ayetinin tefsirinde yukarıda da belirttiğimiz gibi "Ahiret" lâfzını,
sonraki yurt terkibindeki yurt kelimesinin sıfatı olarak mütalaa eder. Dünya
hayatından sonra geldiği için ahirete “Ahiret” denildiğini, ahiret hayatından değeri
daha düĢük olduğu için, dünyaya “dünya” (alçak, âdî) denildiğini de ekler. Hemen
ardından "Yakîn" kelimesinin tahliline geçen Râzi “Yakin”i Ģöyle tarif etmektedir:
Yakîn insanın bir Ģey hakkında Ģüphe etmesinden sonra, onu iyice
bilmesidir. Bu sebeble, herhangi bir insanın, "var olduğumu yakinen
bildim, gökyüzünün üzerimde olduğunu yakînen bildim," demesi
doğru değildir. Çünkü bunları bilmek kapalı bir Ģey değildir.
"Yakîn" lâfzı, ister zarurî, isterse istıdlâlî olsun, iĢler hakkında
meydana çıkan ilmi ifade etmek için kullanılır. Buna göre, bir kimse,
maksadını zarurî olarak bilse dahi "bu söz ile neyi kastettiğimi
yakînen biliyorum" diyebilir. Keza kesbî bir ilimle bile de "Ġlâhın tek
olduğunu yakinî olarak bildim" diyebilir. Bu sebeble Allah Teâlâ,
"eĢyayı yakînî olarak bilen" diye vasfolunamaz.574
Buna göre Cenab-ı Allah, müminleri, ahirete yakînî bir imanla inanmıĢ
olmalarından dolayı medh emekle beraber bu kiĢiler, sadece ahiretin varlığına yakînî
olarak inanmakla övülmezler. Râzi‟ye göre bu kiĢiler ahirette meydana gelecek
hesaba, suale, müminlerin cennete, kâfirlerin de cehenneme girdirileceklerine
yakînen inanmakla da övgüye müstehak olur.
Râzi insanları, ahiret inancı bağlamında üç kısımda mütalaa eder:
572 Râzi, a.g.e., c. XIX, s. 177. 573 2/Bakara, 4. 574 Râzi, a.g.e., c. I, s. 467.
176
a. Ahiretin varlığına kesin olarak inananlar.
b. Ahiret varlığını kabul edip, bu konuda ne müsbet, ne de menfi kesin bir
kararı olmayanlar.
c. Ahireti varlığını inkarda ısrar edip, böyle bir Ģeyin olmayacağını kati
olarak söyleyenler.
Râzi ilk iki kısım için, Allah‟tan haĢyet hâsıl olabileceğini belirttikten sonra
üçüncü kısmı teĢkil edenlerde ne bir haĢyet ne de bir korku söz konusu olacacağını
vurgular. HaĢyet içindeki kiĢinin, Allah'ın kudret, ilim ve hikmetini, tam manada
bilen kimse olduğunu bu durum ve biliĢin ise, bu kimsenin, ahiretin olacağına
kesinkes hüküm vermesini gerektireceğini ifadeden sonra Râzi bu durumu, "Allah'a
(hakkıyla) ancak âlim kimseler saygı duyar"575
ayetiyle iliĢkilendirmektedir.576
Ahirete iman edenin, vaade ve vaîde (sevaba ve cezaya) iman eden kimse
demek olduğunu belirten Râzi, böyle olan bir kimsenin, sevabı elde etme
hususundaki arzusunun, cezadan kurtulmak hususundaki endiĢesin ise artacağını,
Tevhid ve nübüvvetin delilleri hususunda iyi tefekkür edeceğini, böylece de ilme ve
imana ulaĢacağını düĢünür. Ġslam dininin, öldükten sonra dirilme ile Kıyamete iman
etme esasına bina edildiğini ve bu kaidenin yerleĢtirilmesi için, Hz. Muhammed'in
Ģeriatında olduğu kadar, diğer hiçbir dinin de gayret gösterilmediğini belirten Râzi,
bu sebepten dolayı, Hz. Muhammed'in nübüvvetiyle ahiretin hak ve gerçek
olduğuna inanmanın, birbirinden ayrılmaz iki hakikat olduğunu vurgulamaktadır.577
Râzi, dünya ehlinin, mülke hükümran ve gâlib olduğunu, kimi meselelerde
birbirlerine yardım edip birbirlerini himaye ettiklerini, ahirette ise dünya ehlinin
hükümranlığının sona ererek liderliklerinin son bulacağını vurgulamakdır. Böylece
kimsenin kimseyi kollayamayacağını, kimsenin kimseye faydası olmayacağını,
kimsenin de kimseye zulmedemeyeceğini, ahiretin mutlak hâkiminin Allah
olduğunu beyan etmektedir. Ona göre Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün emir yalnız
575 35/Fâtır, 28. 576 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 82. 577 Râzi, a.g.e., c. X, s. 26-27.
177
Allah'ındır"578
"Din gönünün mâliki.."579
ayetleri insanlara, dünyada kendilerine
fayda ve yarar sağlayan mal, oğul, yardımcı ve Ģefaatçi gibi Ģeylerin hiçbir tesiri
olmaksızın, ahirette onlara sadece iyilik ve taatın fayda vereceğine uyarı
mahiyetindedir.580
Râzi, Mutaffifîn suresi 29-36 arası ayetlerin581
tefsirinde, kâfirlerin iyilere
dünyada iken yaptıkları muamelelerin kötülüklerinden, onlarla istihza edip, onlara
gülüĢlerinden bahsetmiĢ, daha sonra da bu iĢin kâfirler için tersine döneceğini beyan
etmiĢtir. Ona göre bundan maksad, mü'minleri teselli etmek ve onların kalblerini
güçlendirmektir.582
Ahiretin dünyadan neden üstün olduğunu Râzi Cenâb-ı Hakk'ın, "Elbette
Ahiret senin için dünyadan hayırlıdır"583
ayetini tefsir ederken açıklamaktadır. Buna
göre a. ahirette insana Allah, kendi dilediği nimetleri istediği kadar vereceğinden,
b. ümmetin Hz. Muhammed‟in etrafında toplanacak olmasından, c. ahiretteki
mülkler insana ait olan mülkler iken, dünyadaki mülkler insana ait olmayan
mülklerden daha hayırlı olduğundan, d. dünyanın iyilik ve güzellikleri az olup,
elemlerle içiçe ve sonlu olmasından, halbuki ahiretin nimetleri çok, arı, duru ve baki
olduğundan, ahiret dünyadan daha hayırlıdır.584
Râzi, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim bu dünyada kör olursa, o ahirette de kördür"585
buyruğu ile gözün kör olmasının kastedilmediğini aksine bununla, kalbin
körlüğünün kastedildiğini vurgularken ayetteki "o, ahirette de kördür" ifadesi
hakkında Ġkrime, Dahhak ve Hasan el-Basrî‟nin görüĢünü açıklamakta ve Ģu
ifadeleri kullanmaktadır:
578 82/Ġnfitar, 19. 579 1/Fatiha, 3. 580 Râzi, a.g.e., c. XXII, s. 558. 581 "Mücrimler, iman edenlere gülerlerdi; yanlarından geçerlerken, biribirlerine kaĢ-göz iĢaretleri
yaparlardı. Ailelerine döndükleri vakit, (bu maskaralıklarından) zevk duyarak dönerlerdi. Onları
gördükleri zaman, „Bunlar muhakkak ki sapıklar‟ derlerdi. Hâlbuki bunlar, onların üzerine gözcüler
olarak gönderilmemiĢlerdi. Bugün ise, iman edenler o kâfirlere gülüyorlar, tahtlar üzrinde onlara
bakarak... O kâfirler iĢleyegeldiklerinin cezasına çarpıldılar mı?" 582 Râzi, a.g.e., c. XXII, s. 583. 583 93/Duha, 4. 584 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 208. 585 17/Ġsra, 72.
178
a. Ayette geçen ikinci körlüğü, "Allah'ı tanımama" manâsına
hamletmek mümkün değildir. Çünkü ahirettekiler, Allah'ı ister
istemez tanıyacaklardır. Binâenaleyh, buna göre bu ifadeyle, cennet
yolunu görememe, ona karĢı kör olma manâsı kastedilmiĢ olup,
mana, "Bu dünyada kim, Allah'ı tanımaz kör olursa, ahirette de
cenneti göremez; bu konuda kör olur" demek olur.
b. Dünyada iken kalbleri kör olanlara, bu durum, onların dünyayı
elde etme ve onun lezzet ve güzelliklerinden yararlanarak sevinme
konusunda aĢırı hırsları bulunması sebebiyle meydana gelmiĢtir.
Bundan dolayı, bu istek ahirette artar ve orada, dünyayı elden
kaçırmadan dolayı hasret büyür. Bunun yanısıra, onlarda
marjfetullah nurları hakkında herhangi bir Ģey de yoktur. Böylece
onlar, Ģiddetli bir zulmetin ve büyük bir hasretin içinde kalakalırlar
ki, iĢte ayette bahsedilen, körlükten bu kastedilmiĢtir.586
Râzi, ayetteki ikinci körlüğün, gözün körlüğünün zahiri manaya
hamledilmesi durumunda ise mananın, "Bu dünyada kimin kalbi kör olursa,
kıyamette o kimse, gözü kör olarak haĢredilir" Ģeklinde olacağını ifade ederken bu
düĢünceyi "...biz onu Kıyamet gününde de kör olarak haĢrederiz. O, „Rabbim, beni
niçin kör hasrettin? Hâlbuki ben, gören bir kimse idim?‟ der. (Allah da): Öyledir.
Sana ayetlerimiz geldi de sen onları unuttun, iĢte bugün de sen öylece
unutuluyorsun"587
ve "Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzü
koyun hasredeceğiz…"588
ayetleriyle iliĢkilendirmekte ve bunu o insanlara ceza
olarak değerlendirmektedir.589
Elmalılı "Ahiret" kelimesinin tahlilini yaparken, "âhir" kelimesinin müennesi
olduğunu vurgulayıp, "son" ve "sonraki" mânâsına sıfat olduğunu, Ģeriat dilinde ise
ahiretin, "ahiret yurdu", "ahiret hayatı" ve "ahiretin neĢ'eti" tamlamalarının
hafifletilmiĢi olduğunu ifade etmektedir. "Ahiret"in karĢıt anlamlısı olarak "dünya"
586 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 548. 587 20/Tâ-hâ, 124-126. 588 17/Ġsrâ, 97. 589 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 549.
179
veya "ûlâ" yani “ilk” kelimesini kullanan Elmalılı‟ya göre, ahiret yurdu tam bir
ebedi hayattır.590
Elmalılı, "Dâr-ı Ahiret"e ölümden sonra ebedi olarak kalınacak “dârü'l-
karar” diye nitelerken591
"rûhun baki oluĢu"nu da, ahiretin varlığına kanıt olarak
açıklamaktatır.592
Yani her ne kadar beden yok olucu ise de ruhun ölümsüz olması
ahiret inancını zorunlu kılmaktadır.
Elmalılı‟ya göre, “Dünya” kelimesi, “dunuv” veya “denâet”den ismi
tafdilinin müennesi olup "en yakın" yahut "pek alçak" mânâsına bir sıfattır.
Devamında “Dünya” kelimesiyle alakalı Ģunları aktarır:
“es-Esma ud-Dünya” ve “ed-Dâru‟d-Dünya” gibi kullanımlarda
sıfat olarak kullanılmıĢtır. Bundan baĢka ahiret kelimesi gibi ve
onun karĢıtı bir isim olarak da kullanılır ki, o zaman “el-Hayatu‟d-
Dünya” yahut “ed-Daru‟d-Dünya” terkiplerinden birinin yerine
geçer. Bununla beraber Kur'ân'da bu mânâ hep sıfat tamlaması
olarak yer almıĢtır. ġu halde "hayat-ı dünya" "dünyanın hayatı"
değil, dünya denilen hayat, yani aĢağılık ve alçak hayat anlamınadır.
Veyahut bugün fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en yakın bulunan
hayat" demek olur.593
Felsefî derinlikleriyle uğraĢmayı lüzumsuz saymasına rağmen Elmalılı,
“Ahiret”i felsefenin "olan yine olacaktır" diyen "ıttırat = uyum, ritim" kanunu ve
"illiyyet = nedensellik" kanunu ile açıklamaya çalıĢmaktadır. Buna göre o;
Ben, "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına
basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Gayb âleminin bugünkü
görünen âlemden sonsuz derecede geniĢ ve mükemmel olduğunu
biliyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın muhakkak
olduğu kuĢkusuzdur. Buna "acaba!" diyenler kalpleri kör olanlardır.
590 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 181. 591 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 345. 592 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 438. 593 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 330.
180
Maddemiz erir, genel maddeye karıĢır; kuvvetimiz dağılır, genel
kuvvete karıĢır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan
kendime geldim, yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir
âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine
eremiyeyim?594
ifadelerini kullanır. Bununla beraber Elmalılı ahiret gerçeğini ilim ve fen
açısından da kanıtlamaya çalıĢmaktadır. Ahiretin gerçekliğine, devamlılığına ve
tekrar etme kanununa iĢaret ederken Ģunları ifade eder:
DıĢ görünüĢü ile uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp
dirilmek meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı
açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin
muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları her gün
ve hatta her saat, her an devamlı bir Ģekilde ölüyor ve yerine yenisi
yaratılıyor ve bu yaratılıĢ iĢi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku
sadece görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız
bütün salgılarımız, bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. Demek ki
hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde
devam ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir? Bu da bir
ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiĢ ve geliĢme görüntüsüdür. Bundan
dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ruhumun ve
cismimin sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî kılmasıdır.
Ve iĢte ahiret hayatı da böyledir.595
Elmalılı‟ya göre, ahirete iman etmek dindarlığın en önemli temelini
oluĢturmaktadır.596
Ahiret tüm dini inancın üzerine inĢa edildiği temel niteliğindedir.
Elmalılı, Hz. Muhammed‟in nübüvvetine inanmayanların ahiret hakkında
birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri yani kuvvetli bilgilerinin
olmadığı görüĢündedir. O, her felsefe ve her dinin bir ahiret fikrinin varlığını kabul
594 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 181. 595 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 182. 596 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 100.
181
etmekle beraber bunların çoğunun delilsiz birtakım emellerden ve ideallerden ibaret
kaldığını düĢünür. Bunun sebebini ise, ahiretle alakalı meseleler ve ahiret yolunun
varlığının imkânının akıl ve kalp ile her zaman sabit olsa bile, gerçekleĢmesinde aklî
delil, varsayımlar ve kalbî temennilerin yeterli olmamasına bağlamaktadır. Ahiretle
ilgili bilgilerin ancak Allah tarafından gönderilen saygıdeğer peygamberlerin sadık
haberleri ile bilinebilecek gaybe dair haberlerden olduğunu iddia eden Elmalılı‟ya
göre, bunu sona erdiren ve tamamlayan peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed
Mustafa (s.a.v.) olduğuna göre peygamberlere iman etmeyenlerin, ahirete doğru
imanları olamayacağı gibi, geçmiĢ peygamberlere iman edenler bile son peygambere
ve ona indirilen Kitap ve Ģeriata iman etmedikçe, ahiret hakkındaki iman ve
kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz. Yahudilerin ve Hıristiyanların konu
ile ilgili iddialaĢtıkları Bakara suresi 111.597
ve 80.598
ayetlerini örnek olarak sunan
Elmalılı, Hz. Muhammed‟in nübüvvetine ve getirdiği kitaba ittiba edilmediğinde
düĢülebilecek vahim durumları gözler önüne sermektedir. Ahiret ahvalini
hakikatiyle bilmeyi, hakkın yani gerçeğin temelini bilmeye bağlayan Elmalılı,
bununla beraber ilmin kanunlarının, bize onun akla uymayan bir imkânsızlık
olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde
bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini isbat ettiğini ifade eder. Fakat
ona göre yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir ve gaybtan haberi olan Ģerefli
peygamberler haber verebilir.599
"Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz"600
ayetinin tefsirini
yaparken Elmalılı, bu ifadelerin Allah'ın bâkiliği ile bâki olmayı anlattığını
vurgulamaktadır. Elmalılı, ahiret hayatını bu bâkiliğe dayandırırken, Allah mevcut
ve bâki oldukça, insanlar için yeni yeni nice ruhlara ve bedenlere kavuĢmanın daima
mümkün ve sonsuza dek mümkün olduğunu kaydetmektedir.601
597 "Cennete ancak yahudi olanlar girecektir." 598 "Bize cehennem ateĢi olsa olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." 599 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 180. 600 2/Bakara, 156. 601 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 330.
182
Elmalılı‟ya göre dünya sebepler âlemi iken ahiret ise sebepler âlemi değil,
sırf bir neticeler âlemi olabilir.602
Ayrıca, dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret
hayatının yanında, pek az, pek aĢağılık bir Ģeyden baĢkası olmadığını
vurgulamaktadır.603
Elmalılı, Allah'a dua edildiğinde yalnızca dünya sevabına göz dikmenin
budalalık olduğunu, akıllı olan kiĢinin ise "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver,
ahirette de" diye ikisini de istemesi veya en Ģerefli ve en yükseğine göz dikip
dünyayı kâle almayarak ahireti istemesi gerektiğini beyan etmektedir. Çünkü "Kim
ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız"604
ayetinin delaletince, ahireti
isteyen, fazla olarak, dünyadan da hissedar olur.605
Elmalılı‟nın düĢünce dünyasında gerçek imanın ilk esası, Allah'a ve ahiret
sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak inanmaktır. Onun buna
göre ifade ettiği bir diğer konu ise, Allah'a gerçekten inanmanın Allah Teâlâ'nın zât
ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği her Ģeye, inanmakla
mümkün olduğudur. Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve amel edip
edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle
etmeyenlerin hesabı görülüp mükâfat ve cezalarının verileceğine ciddî bir Ģekilde
inanmaktır.606
Dolayısıyla Elmalılı, ahirete imanı gelecekte muhakkak bir
sorumluluk gününün geleceğini ve her amelin iyi veya kötü cezasının verileceğini
itiraf ve tasdik etmek, 607
Ģeklinde tasavvur etmektedir.
MUKAYESE
Ahiret kelimesinin tahlilini yaparken gerek Râzi gerekse de Elmalılı
birbirine çok yakın izahatlarda bulunmaktadırlar. Ġkisi de ahireti “sonra yaĢanacak
hayat” Ģeklinde birbirine yakın bir anlamda tarif etmektedir. Ġki müfessirimiz de
“Ahiret”in zıttı olarak “Dünya” kelimesini kullanmaktadır. Müfessirlerimize göre
602
Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 161. 603 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 239. 604 42/ġûra, 20. 605 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 35-36. 606 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 223. 607 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 246.
183
“Dünya”, kök olarak “Alçak, değersiz” manalarında gelmekle beraber, dünya hayatı
da ahiret hayatına kıyasla daha değersizdir. Ayrıca dünya hayatının geçici, ahiret
hayatının ise ebedi olduğu ve ölümden sonra dönüĢün Yüce Allah‟a olacağı
konusunda hem fikirdirler.
Râzi, ahiretin dünyadan daha değerli olmasının nedenlerinden biri olarak
dünyanın geçici olmasına bağlamaktadır. Dünyada sahip olunan gerçekte emanet ve
eldekiler eninde sonunda kaybedileceğinden Râzi, ahiret hayatının ebedi oluĢu ve
ordaki sahipliği hakiki sahiplik olması nedeniyle daha değerli saymaktadır.
Râzi ahirete iman eden bir kimsenin hesaba, mizana, sırat köprüsüne, haĢre,
neĢre, cennet ve cehenneme de iman etmiĢ olacağını beyan etmektedir.
Râzi, dünya ehlinin sahib olduğu mal, evlat, makam ve imkânla dünyada
hâkim olduğunu, ahirette ise gerçek hâkimin Allah olduğunu vurgulamakadır.
Değersiz olan dünyanın sahibi olmakla insanın bir kıymet kazanmayacağına iĢaret
ederken Râzi‟nin eĢref-i mahlûkat olan insanın değerli olan ahiret hayatına talip
olmakla hak ettiği değeri kazanabileceğini ifade etmektedir.
Râzi ve Elmalılı ahireti inkâr edenlerin zanlarına göre hareket ettiklerini, bu
nedenle böyle bir inkâra düĢtüklerini vurgularken, sâlim bir akılla tefekkür
edildiğinde bunun inkâr edilemeyeceği konusunda hem fikirdirler. Ġki müfessir de
ahiretin varlığının ıspatı mevzusunda akli çıkarımları yoğun bir Ģekilde kullanmıĢtır.
Râzi, bakıldığında ahiret hayatını değerlendirmeye tabi tutarken daha çok
nakli delilleri önceler ve daha çok ayetleri delil olarak ön planda tutmaktadır. Fakat
Elmalılı daha çok döneminin revaçta olan pozitif ilimlerini kullanmaktadır. Her ne
kadar ahiret hayatını kanıtlamak için felsefeyi gereksiz gördünü ifade etse de o,
"olan yine olacaktır" Ģeklinde en öz Ģekliyle tanımlanabilecek olan “ıttırat” yani
“uyum ve ritim" kanunu ile ahireti kanıtlama yolunu defalarca kullanmıĢtır. Onun
kullandığı bir diğer kanun ise "illiyet” yani “nedensellik" kanunudur ki bu metodlar
kendi döneminde özellikle bilimde sıkça kullanılan ve genel kabul gören
metodlardır.
184
B. KABĠR HAYATI
Kabir kelimesi, “insanın öldükten sonra defnedildiği mahal anlamında
kullanılmaktadır.”608
Asıl olarak “kabera” kökünden mastar olan “kabir”
kelimesinin çogulu “Kubûr”dur. EĢ anlamlı “makber” ve “mekâbir” kelimelerinin de
kullanıldığı görülmektedir.609
Çoğu zaman “Kabir” kelimesi ile eĢ anlamlı kullanılan “Berzah” kelimesi,
lügatte “iki sey arasına giren engel, mânia, ayıran hudut gibi anlamlara
gelmektedir.”610
“Dünya ile âhiretteki ebedî hayatını birbirinden ayırması sebebiyle
kabir hayatına berzah denmiĢtir. Berzah kelimesi sözlükte, iki Ģey arasındaki engel,
mânia ve ayırıcı sınır manalarına gelir.”611
Terim olarak ise Berzah, “iki Ģey
arasındaki engel ve mânia anlamına gelmesinden hareketle, ölüm anında baĢlayıp
kıyamete kadar süren, yani ölüm ile kıyamet günü cesetle birlikte yeniden dirilme
arasında geçen döneme ve bu dönemde yaĢanan hallere berzah denmiĢtir.”612
Râzi‟ye göre, kabir hayatının bir diğer anlamı da “berzah”tır. Râzi berzah
kelimesine perde613
demektedir. Kur‟ân‟da "Önlerinde ise, diriltilip kaldırılacakları
güne kadar bir engel vardır"614
buyurulmuĢtur. Râzi bu ayette geçen “Berzah"
kelimesine, engel, mânî Ģeklinde anlam vermiĢtir. Râzi yine "O (iki deniz) arasında
bir berzah var"615
ayetini
Onlar, yapamadıkları ibadetleri telâfi etmelerine manî olan,
biraraya gelmelerini engelleyen öyle bir duruma düĢmüĢlerdir. Bu,
onların ölümleridir,616
608 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. V, s. 68. 609 Ġbn Manzûr, , a.g.e., c. II, s.118. 610 Ġbn Manzûr, , a.g.e., c. III, s. 8. 611 Toprak, Süleyman, “Berzah” maddesi, Ġslâm‟da Ġnanç, Ġbâdet ve Günlük YaĢayıĢ Ansiklopedisi,
Çağ Yayınları, Ġstanbul, 1994, c. I, s. 241. 612 Gökçe, Cüneyt, “Berzah” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ġstanbul, 1992, c. V, s. 525. 613 Râzi, a.g.e., c. XVII, s. 264. 614 23/Mu‟minûn, 100. 615 55/Rahmân, 20. 616 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 461.
185
Ģeklinde tefsir etmiĢtir. Râzi, kabir azabının delilleri baĢlığı altında "Dediler
ki: Ya Rabbi bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin"617
ayetini tefsir ederken,
ayette zikredilen iki ölümün, ancak kabirde de hayatın meydana gelmesiyle
mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Bu ayetin dıĢında "Boğuldular ve bir ateĢe
sokuldular"618
ayetinde “fâ” harfinin ta'kibiyye için olması ve "Sabah akĢam ateĢe
tutulurlar. Kıyametin koptuğu gün, (Ģöyle seslenilir): Firavunun hanedanını azabın
en çetinine sokunuz!"619
ayetini de kabir azabının varlığının sübutu, dolayısıyla
kabirde mükâfaatın olabileceğine hükmetme sonucunu doğurduğuna iĢaret
etmektedir. Azabı, Allah'ın kulu üzerindeki hakkı olarak gören Râzi; sevâbı ise,
kulun Allah üzerindeki olan hakkı olarak değerlendirmektedir. Buna göre azabı
düĢürmenin, mukâfaatı düĢürmekten daha güzel olacağın iĢaret ederken Râzi,
Cenâb-ı Hak‟kın azabı kıyamete erteleyip, hatta bazan onu kabirde
gerçekleĢtirmesinin, aynı Ģekilde O'nun kabirde sevabı vermesinin daha uygun
olacağı kanaatindedir. Aynı Ģekilde Râzi, ''Ve onlar, henüz kendilerine yetiĢmemiĢ
olanlar hakkında müjde vermek isterler"620
ayetini öldükten sonra dirilmenin vâki
olmasından ence, berzah âleminde bir hayatın bulunmasına delil olarak
göstermektedir.621
Râzi "Allah, iman edenlere dünya bayatında da ahirette de, o sabit sözde
sebat ihsan eder. Allah, zâlimleri saptırır, ĢaĢırtır; Allah ne dilerse yapar"622
ayeti
celilesinin tefsirini yaparken, kabir suali sırasında mümin ile kâfirin durumları
hakkında bilgiler vermektedir. Ona göre bu ayet kabirde iki meleğin sorgulaması ve
bu sorgulama esnâsında, Allah'ın mümine hak kelimeyi telkin edip, onu hak üzere
sabit kılması hakkında nâzil olmuĢtur. Râzi kabir sorgusu konusuna girmekte ve Hz.
Peygamber (s.a.s.)'den gelen, ayetle ilgili müminin sorgulanması hakkındaki Ģu
rivayeti nakletmektedir: “Kabirde, Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?
denildiğinde o mümin, Rabbim Allah, dinim islâm, Peygamberim de Muhammed
617
40/Mü‟min, 11. 618 71/Nûh, 25. 619 40/Mü‟min, 46. 620 3/Âl-i Ġmrân, 170. 621 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 77. 622 14/Ġbrahim, 27.
186
(s.a.s) der."623
Bu hadisi yorumlarken Râzi, Allah‟ın müminleri kabirde, dünya
hayatında iken hak söz üzere yaĢamaya devam etmeleri sebebiyle imanlarını sabit
kılacağını ve onlara kuvvet vereceğini söylemektedir. Râzi, bu hadisi Ģerifin ilgili
ayet bağlamında aklî bir izahını da yapmaktadır. O, bir fiile çokça devam edilmesi
durumunda, bu halin akılda ve kalbte kök salacağına iĢaret etmektedir. Ona göre, bir
kulun güçlü ve kuvvetli bir Ģekilde, "Lâ ilahe illallah" zikrini, bunun hakikatlarını ve
inceliklerini düĢünmeye devam etmesi ne kadar mükemmel ve tam olursa, bu
marifetullahın ölümden sonra da aklında ve gönlünde kök salması daha güçlü ve
daha mükemmel olur. Râzi Ġbn Abbas‟tan rivayetle "Kim dünya hayatında kelime-i
Ģehâdete çokça devam ederse, Allah Teâlâ, onu, kabirde bu Ģehâdet üzerinde
sağlamlaĢtırır (tesbît) ve ona, bunu bizzât telkin eder." Ģeklindeki nakli ve bu ifadede
Ġbn Abbas‟ın, ahireti, "kabir" olarak tefsir etmiĢ olmasına özel vurguda bulunması
dikkate Ģayandır. Râzi‟nin ayetteki "Allah zalimleri saptırır" buyruğunu,
kâfirler kabirlerinde hesaba çekildiklerinde “bilmiyoruz” derler.
Böyle derler, çünkü Allah Teâlâ onları ĢaĢırtır. Cenâb-ı Hakk'ın
“Allah ne dilerse yapar” buyruğu da, “Allah dilerse hidayete
erdirir, dilerse saptırır. Fiilinde, O'na kesinlikle itiraz yapılamaz”
anlamındadır,624
Ģeklinde bir tefsire tabi tuttuğu görülmektedir. Râzi tefsirinde kabir hayatının
varlığını inkâr edenlerin delillerini Bakara suresi 28. ayette ortaya koymuĢtur. O,
ayetteki "Allah'ı Nâsıl inkâr ediyorsunuz? Sizler ölüler idiniz de, o sizi diriltti. Sonra
sizi öldürür, sonra da tekrar diriltir. Sonra Ona döndürüleceksiniz " ifadelerini
bazılarının, Cenâb-ı Hakk‟ın, insanları bir kere dünyada, bir kere de ahirette
dirilteceğini beyan etmesi ve kabir hayatından bahsetmediği için kabir azabının
olmadığına delil getirdiklerini vurgulamaktadır. Kabir hayatını inkâr edenlerin delil
olarak öne sürdükleri bir diğer ayet "Sonra siz bunun peĢisıra ölüler olacaksınız.
Sonra siz kıyamet gününde muhakkak diriltilip kaldırılacaksınız''625
ayetidir. Onlara
göre Cenâb-ı Hakk bu ayette iki durumdan, yani dünya ve ahiret arasında bulunan
623 Ebû Dâvud, Süleyman b. EĢ‟as es-Sicistânî (ö. 275/888), Sünen, (tah. Muhammed Muhsin
Abdülhamîd), el-Mektebetü‟l-Ġslâmiyye, Ġstanbul, tsz., c. 4, s. 239. 624 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 6. 625 23/Mu‟minûn, 15-16.
187
baĢka bir hayattan bahsetmediği için kabir hayatı yoktur. Râzi, kabir hayatını inkâr
edenlerin öne sürdükleri "Onlar, „Ey Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün. Ġki defa da
dirilttin‟ dediler"626
ayetinin istidlalinin caiz olmadığını, çünkü bunun kâfirlerden
nakledilen bir söz olduğunu vurgulayarak reddetmiĢtir. Ardından Râzi Ģu izahatta
bulunmaktadır:
Cenâb-ı Allah'ın, kabir hayatından bu ayette627
bahsetmemesinden,
onun olmaması gerekmez. Yine birisi Ģöyle diyebilir: Cenâb-ı Allah
bu ayette kabir hayatını zikretmiĢtir. Çünkü O'nun "Sonra sizi
diriltir" sözü devamlı olan bir hayatı ifade etmez. Aksi halde Hak
Teâla'nın "Sonra O'na döndürüleceksiniz" demesi caiz olmazdı…
Allah'a döndürülmek ise, bir terahi olmaksızın devamlı olan hayatın
hemen peĢinden meydana gelmiĢ olur. ġayet bu ayeti, bu yönden,
kabir hayatına delil kabul edersek, daha isabetli olur.628
Râzi, Mû'minûn suresi 12-16 arası ayetlerin tefsirini yaparken yine
bazılarının bu ayetlerin kabir azabının olmadığına delâlet ettiğini iddia ettiklerini, bu
kiĢilerin Cenab-ı Allah‟ın “Sonra siz bunun arkasından hiç Ģüphesiz ölüler
olacaksınız. Sonra siz kıyamet günü, muhakkak diriltilip kaldırılacaksınız"
buyurmasını, dünya ve ahiret arasında kabirdeki ölümle dirilmeden bahsetmediği
için kabir azabının olmadığını ileri sürdüklerini vurgulamakadır. Bu kiĢilere Râzi,
bu iki hayatın zikredilmesinden üçüncüsünün yokluğu neticesi çıkarılamayacağını
belirterek itiraz etmektedir.629
"Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman, denizler
fıĢkırtıldığı zaman, kabirler alt-üst edildiği zaman, her can önden ne yolladıysa,
geriye ne bıraktıysa, artık bilmiĢtir"630
ayetinin tefsirinide Râzi‟nin, “Kabirler alt-üst
edildiği zaman” ifadesinin üzerinde durmuĢ ve önemli çıkarımlarda bulunmuĢtur.
Râzi, ayeti kabirlerin içindeki ölülerin, diri olarak çıkartılmak suretiyle, altı-üstüne
626 40/Mü'min, 11. 627 2/Bakara, 28. 628 Râzi, a.g.e., c. II, s. 215. 629 Râzi, a.g.e., c. XVI, s. 403. 630 82/Ġnfitar, 1-5.
188
getirilmesi olarak yorumlarken "Yeryüzü ağırlıklarını (ölülerini) çıkarıp ortaya
attığı zaman..."631
ayetini de bu görüĢüne delil olarak göstermektedir. Ayetin bu
kısmını ayrıca kabirler, içinde mevcut olan altın ve gümüĢlerin ortaya çıkartılması
için altı-üstüne çevirilmesi Ģeklinde tefsir ederken Râzi‟nin, yeryüzünün içinde
sakladığı altın ve gümüĢ madenlerini ortaya atmasını da kıyametin alametlerinden
biri olarak değerlendirmektedir. O bu alametin meydana gelmesinden sonra, ölülerin
dirileceğini beyan ettikten sonra en doğru mananın birincisi olduğu kanaatine
ulaĢmaktadır.632
Râzi kabir hayatının varlığına delil olarak Hz. Peygamber'in “Kabir, ya
cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukurdur”633
hadisini de delil olarak getirmektedir. Bunun yanında kabirdeki azâb ve mükâfat
hususundaki haberlerin mütevâtir derecesinde olduğunu ve Hz. Peygamber (s.a.s)in
namazının sonunda Yüce Allah‟a yönelirken “Kabir azabından sana sığınırım”634
dediğini ifade ederek bu konudaki düĢüncesini sağlamlaĢtırmaya çalıĢmıĢtır.635
Kabirdeki sıkıntı hakkında Râzi, Ebu Hureyre‟den rivayetle, Hz.
Peygamberin merfû bir hadiste "Kabir azabı kâfirleredir. O, hayatım elinde olan
Zâta, Allah‟a yemin ederim ki, Ģunu iyi biliniz, kâfire kabrinde doksandokuz ejderha
musallat edilir.”636
buyurduğunu ifade etmektedir. Râzi, Ġbn Abbas‟tan (r.a), bir
rivayette de kabrin sıkması nedeniyle, orada kaburgaların birbirine girdiğine iĢarette
bulunmaktadır.
Elmalılı‟ya geçtiğimizde o, “Kabir” kelimesinin eĢanlamlısı olan “Berzah”ı,
esasen iki Ģey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır, haddi aĢıp da diğerinin yerini
iĢgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapılamaması,
yapmaya meydan bulamaması637
Ģeklinde tanımlamaktadır.
631 99/Zilzal, 2. 632 Râzi, a.g.e., c. XXII, s. 542. 633
Tırrnîzî, Muhamed b. Ġsa Ebu Ġsa (ö.279/892), Sünenü‟t-Tirmîzî, Dâru Ġhyai‟t-Turasi‟l-Arabiyi,
Beyrut, tsz., c. IV, s. 640. 634 Ebû Dâvud, Sünen, Edep, 101. 635 Râzi, a.g.e., c. IV, s. 78. 636 Tirmîzî, a.g.e, c. IV, s. 9. 637 Elmalılı, a.g.e., c. VII, s. 98.
189
Elmalılı “Nihayet onlardan (müĢriklerden) birine ölüm gelip çattığında,
„Rabbim, der, lütfen beni (dünyaya) geri gönder, Ta ki, boĢa geçirdiğim dünyada iyi
iĢ (ve hareketler) yapayım.‟ Hayır! Onun söylediği bu söz (boĢ) laftan ibarettir.
Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah
vardır.”638
ayetlerinde “Berzah” yani “Kabir” kavramına iĢarette bulunurken baĢka
bir yerde berzah kavramını Ģöyle izah etmektedir:
O ki, iki denizi birbirine salıvermiĢtir, Ģu tatlıdır, hararet söndürür.
Nil ve Fırat gibi ki iman sahibi olanlar da böyledir. ġu tuzludur,
acıdır. ġab ve Umân gibi, kâfirler de böyledir. Aralarına da bir
berzah koymuĢtur. Berzah, iki Ģey arasındaki bir engel, iki deniz
arasındaki dildir. Ve bir hıcr-i mehcur, aĢılmaz bir serhat, yani bir
nefret ve zıddiyet, bir sınırlı hat çizmiĢtir ki, birbirlerine karıĢmaları
mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karıĢmaları
mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karıĢmayarak
evrende yer almıĢ olmaları yalnız ve yalnız yüce Allah'ın koyduğu
himayenin eseridir. 639
Elmalılı “Allah yolunda öldürülenlere „ölüler‟ demeyin. Hayır, onlar
diridirler. Fakat siz sezemezsiniz.”640
ayeti celilesinde kabir hayatına temas etmekte
ve bu ayette henüz ölümü takip eden kabir ve "Berzah âlemi" meselesine iĢarette
bulunulduğunu641
kaydetmektedir. Buna göre Allah yolunda öldürülenlerin kabir
âleminde diri olmaları halinde, bu diri olma ile diğer insanların diri olmaları
arasındaki farkın ne olduğu sorusu akla gelebilir.
Elmalılı dirilip kabirlerden çıkmayı, bir beldeyi ölmüĢ iken su ile dirilmeye,
ölü bir beldenin bir su indirmekle dirilmesine, geliĢmesine ve büyümeden kesilmiĢ
kuru toprağa hayat vermeye benzetmektedir. Allah'ın indireceği bereket ile
insanların da dirilip kabirden çıkabileceklerini vurgulamaktadır.642
Firavun ve
638 23/Mu‟minûn, 100. 639 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 440-441. 640 2/Bakara, 154. 641 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 435. 642 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 556.
190
beraberindekilerin birçok büyük günahlarından ötürü suda boğulduklarını sonra da
bir ateĢe atıldıklarını ifade eden Elmalılı, azabın ateĢe atılma kısmının berzah, yani
ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulundukları yerdeki veya kabirdeki azap643
olduğuna vurguda bulunmaktadır.
Elmalılı kabirden çıkma anında yaĢanacakları Mü‟min suresi 16. ayette644
“telakki günü”nü tanımlarken tasvir etmektedir. Buna göre telakki günü, kıyamet
günüdür. Çünkü,
o gün ruhlar ve cisimler, göktekiler ve yerdekiler, ameller ve amel
edenler, tapılan mabudlar ve kullar buluĢacaklar, birbirlerine
kavuĢacaklar, yani o gün ki halk hep meydana çıkmıĢtır,
kabirlerinden çıkmıĢ açığa fırlamıĢlardır. Nefislerini örten,
amellerini gizleyen hiçbir Ģey kalmamıĢ, Allah'a karĢı hiçbir Ģeyleri
gizli değildir. Ne kendileri, ne amelleri, ne de halleri hiçbir Ģey,
hiçbir zaman Allah'a gizli kalmaz. Fakat dünyada gizliyoruz
zannedenler, o gün kendileri de bir Ģey gizlemeye çalıĢmazlar, bütün
uryanlıklarıyla Hakk'ın huzurunda bulunurlar. Buyurulur ki kimin
mülk bu gün? Buna Ģöyle cevap verilir. Bir olan ve kahredici
bulunan Allah'ın.645
Elmalılı, “Kâfirler diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki
defa dirilttin. ġimdi günahlarımızı anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı?"646
ayetindeki “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin” ifadelerini kabir
azabının varlığına delil olarak göstermiĢtir. Ona göre ayetteki birinci öldürme dünya
hayatını bitiren ilk ölüm, ikinci öldürme kabirdeki birinci diriltmeyi takip eden
ölümdür. Ġkinci diriltme de ölümden sonra kıyametteki dirilme olup ona göre, dünya
hayatı dikkate alınmamıĢtır. Çünkü inkârcılar dünyada inkâr ettiklerini kabul ve
itiraf ile günahlarını itiraf etmektedirler. Elmalılı inkârcılara karĢılık müminler
643 Elmalılı, a.g.e., c. VIII, s. 103. 644 “O gün onlar kabirlerinden meydana fırlarlar. Kendilerinin hiçbir Ģeyi Allah'a karĢı gizli kalmaz.
„Bugün mülk kimindir?‟ (diye sorulur. Cevaben): „Tek ve kahhar olan Allah'ındır.‟ (denir).” 645 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 282-283. 646 40/Mü‟min, 11.
191
Saffât Suresi'nde "Biz ilk ölümümüzden baĢka bir daha ölmeyecek... değil miyiz?"647
dediklerini, Duhan Suresi'nde ise müttakiler hakkında "Orada ilk ölümden baĢka
ölüm tatmazlar"648
buyurulduğunu söylemektedir. Elmalılı ayetteki ölümlerden
birincisinin bedene ait ölüm ve hayat, ikinci ölümün de ruha ait ölüm ve hayat diye
düĢünülmesi ve değerlendirilmesi gerektiği kanaatindedir. Mümin ruhunun ise
ayetteki "Allah'ın diledikleri kimseler müstesna" ifadesindeki zümrenin arasına dâhil
olarak doğrudan doğruya bâki kalacağına, ölmeyeceğine iĢaret olmasını da ihtimal
dâhilinde düĢünmektedir.649
Elmalılı, kıyametin kopuĢu ile birlikte Allah‟ın bütün kabirlerde olan
kimseleri tekrar diriltileceğini beyan etmektedir. Toprağın harekete geçmesi ve bitki
bitirmesi gibi olayların meydana gelmesinin asıl nedenin Allah'ın hak olduğuna,
varlığının gerçek ve değiĢmez olduğuna delalet etmesi olarak görürken Elmalılı,
ölüleri O'nun dirilteceğini ve O'nun gerçekten her Ģeye kâdir olduğuna iĢarette
bulunur. Bununla beraber kıyamet sarsıntısı sonucunda Ģüphesiz Allah‟ın kabirlerde
yatanları tekrar dirilteceğini650
ifade ederek kabir hayatının varlığına ve kabirden
çıkmanın kıyamet sonrasında gerçekleĢecek bir olay olarak düĢündüğünü
göstermektedir.
Bakara suresi 28. ayette Yüce Allah “Allah'ı Nâsıl inkâr edersiniz ki, ölü
idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da
döndürülüp ona götürüleceksiniz” buyurmaktadır. Elmalılı bu ayetin tefsirinde,
hayat ve hayat kanununun hak ve onu yapan ve bilenin Hak Teâlâ olduğunu, Ģu
halde olanın yine olacağını, ölenin yine dirileceğini vurgulamaktadır. Bunu da ancak
Allah‟ın yapabileceğini ifade ettikten sonra nasıl ve nerede yapacağına gelince onu
kendisini bileceğini belirtmektedir. Ardından Allah‟ın diriltme iĢini dilerse yerde,
dilerse gökte, dilerse kabirde, dilerse de kıyamette yapabileciğini ama her halukarda
bunun insanların diğer bir hali, diğer bir hayatı olacağını, ahiret hayatının
durumlarını açıklamaya bugünkü akıllarımızın yeteneğinin olmadığını ifade
etmektedir. Ahiret hayatıyla ilgili bu izahatları yapan Elmalılı, kabir hayatıyla
647 37/Saffât, 58. 648 44/Duhan, 56. 649 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 281. 650 Elmalılı, a.g.e., c. V, s. 291.
192
alakalı “Onunla aramızda geçilecek „berzah‟ vardır” ifadelerini kullanır. Elmalılı, bu
ayetteki "sonra sizi diriltir" ifadesini bazı müfessirler tarafından kabir hayatı ile
bazılarınca da kıyametten sonra dirilme ile de tefsir edildiğine651
vurgu yaparken
kendisinin hangi tefsiri tercih ettiğine iĢaret etmemektedir. Fakat yukardaki
ifadelerinden, kendisinin bu dirilmenin olmasının en öncelikli konu olduğu fakat
nerede olacağının ise önemli olmadığı kanatine sahip olduğu anlaĢılmaktadır.
Elmalılı Bakara suresi 156. ayetindeki "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na
döneceğiz" ifadesi için, bu ifadelerin Allah'ın bâkiliği ile bâki olmayı anlattığını ve
bu bâkiliğin ne yalnız ruhla olduğunu ne de yalnız bedenle olduğunu ifade
etmektedir. Devamında ise “Bâkilik”le ilgili olarak,
…Bu, her ikisinin de baĢlangıcı ve garantisi olan gerçek bir
bâkiliktir. Ahiret bu bâkiliğe dayanmaktadır. Allah mevcut ve bâki
oldukça, bizim için yeni yeni nice ruhlara ve bedenlere kavuĢmak
daima mümkün ve sonsuza dek imkân dâhilindedir. Biz ölürüz,
ruhumuz kalabilir. Kabirde ve berzah âleminde mükâfat ve ceza
görebilir. Kalmaması ve bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi,
kendi nefsinde mümkündür. Fakat Allah'ın bilgisinden, Allah'ın
hükmünden ve bakâbillah'tan çıkmamız mümkün değildir. Asıl
mükâfat ve cezanın dayanağı budur652
demekte, kabirde azabın olabileceğini ve ebedi var olmanın Allah‟ın bâki
oluĢu ile iliĢkili olduğunu göstermeye çalıĢmaktadır.
Elmalılı tefsirinde, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, EĢca' ve Gifar gibi Medine
etrafında konargöçer aĢiretlerdeki bazı münafıklardan bahsetmekte ve bunların
özelliklerini sıralarken Ģu ifadeleri kullanmaktadır:
“a. Medine ahalisinden de bunlar münafıklıkta temerrüd etmiĢ, yani
sürtülmüĢ, bilenmiĢ ve uzmanlık kazanmıĢ, tamamiyle kaypaklaĢmıĢlardır. Öyle ki
651 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 251. 652 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 439.
193
bunları Allah‟ın Resûlü‟nün bile bilmesi imkânsızdır. Yani Ģahıslarını, isimlerini,
neseplerini değil, münafık oldukları bilinemez.
b. Münafıklıkta o derece ileri gitmiĢler ve o derece maharet elde etmiĢlerdir
ki, sırlarını gizlemeye, takıyye yapmaya, töhmet altında kalma tehlikesi olan
konulardan uzak durmaya, gerektiğinde yağ gibi suyun üstüne çıkmaya öyle
alıĢmıĢlardır ki, kendilerini Resulullah‟tan bile gizleyebilmiĢlerdir.”653
Elmalılı bunların cezalarının iki defa olacağına iĢaret etmektedir. Bunları
sadece Allah tarafından bilinebilecek kiĢiler olmakla beraber cezalandırılmalarından
ilki dünya azabı, diğeri ise kabir azabıdır. Elmalılı, bu kimselerin sonra azim bir
azaba uğratılacaklarını ki bunun da kıyamette ebedi olarak kalacakları cehennem
azabı654
beyanında bulunmaktadır.
Elmalılı, kıyamet kopacağı günde “Firavun hanedanını azabın en
Ģiddetlisine tıkın! denilecektir"655
ayetinde Firavun ailesinin dünyada kötü azab ile
mahvoldukları gibi ahirette de azap göreceklerini belirtmektedir. Ayrıca Berzah
âleminde de akĢam sabah ateĢe sunulmak ile azap olunacaklarını656
söyleyen
Elmalılı, böylece kabir hayatında azabın varlığına iĢaret etmektedir.
Elmalılı “Onlar orada ilk ölümden baĢka bir ölüm tatmazlar. Allah onları
cehennem azabından korumuĢtur.”657
ayetinin tefsirinde "Orada ilk ölümden baĢka
ölüm tatmazlar." ifadesini tefsir ederken bunu Mü'min Suresi'nde kâfirlerin "Ey
Rabbimiz bizi iki defa öldürdün. Ġki defa da dirilttin."658
demeleri ile
karĢılaĢtırmakta ve “Demek ki müttakiler için birinci ölümden sonra berzah ölümü
de yoktur. Ahirette ise zâten ölüm yok” 659
ifadelerini kullanmaktadır.
653 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 288. 654
Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 289. 655 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 294. 656 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 294. 657 44/Duhan, 56. 658 40/Mü'min, 11. 659 Elmalılı, a.g.e., c. VI, s. 404.
194
MUKAYESE
Fahreddin Râzi ve Elmalılı Hamdi Yazır tefsirlerinde “Kabir hayatı”
kavramını “Berzah” kelimesi ile eĢ anlamlı olarak değerlendirmiĢlerdir. Berzahı iki
Ģey arasındaki engel ve perde Ģeklinde tanımlayan müfessirlerimiz, benzer bir
Ģekilde bu tanımlamaları Mü‟minun suresi 100. ayetinin tefsirinde dile
getirmiĢlerdir.
Ġki müellif de kabir hayatını ölümden sonra baĢlayan ve kıyametin
kopmasıyla son bulan ve dünya hayatı ile sonsuz ahiret hayatı arasında bir devre
olarak düĢünmektedir. Buna ilave olarak müfessirlerimiz kabir âleminde azabın ve
mükâfatın varlığına da inanmakta olduklarını açıkça beyan etmektedirler.
Müelliflerimiz yine azab ve mükâfatın iki tane olacağı konusunda da hemfikirdir.
Bu azabın ilki kabir hayatında olan, ikincisi ise ahiret hayatında olandır.
Tefsirlerinin bazı yerlerinde bu azabın veya mükâfatın dünyada da olacağı
müfessirlerimiz tarafından iĢaret edilmektedir. Bununla beraber Râzi, kabir azabının
ahirete kalmadan yaĢanması nedeniyle kiĢiye bir rahmet olabileceğini
düĢünmektedir. Çünkü kabir azabı geçici, ahiret azabı ise ebedidir.
Hem Râzi hem Elmalılı, tefsirlerinde kabir hayatının varlığı üzerinde yoğun
bir Ģekilde durmuĢ ve delillerle bunu ıspatlamaya çalıĢmıĢlardır. Bunu da daha çok
ayetlerden ve hadislerden deliller getirerek yapmaya gayret etmiĢlerdir. Bunun böyle
olmasının sebebinin, kabir hayatının varlığı ile ilgili yapılan itirazlar olduğu
anlaĢılmaktadır. Bununla beraber kabir hayatını delillendirme konusunda akli
çıkarımlara da baĢvurdukları gözden kaçmamaktadır. Doğa olaylarıyla benzetme
yaparak ölenlerin yeniden kabirlerinden çıkacaklarına iĢarette bulunmuĢlardır. KıĢın
ölü gibi olan toprağın su ile beslenmesinden sonra ilkbaharda yeniden canlanmasını
kabirlerden çıkıĢa misal olarak açıklamıĢlardır.
Elmalılı‟nın, Allah yolunda ölenlerin kabir âleminde de yaĢamaya devam
ettiği ve onlara ölü denemeyeceği düĢüncesi Râzi‟de rastlayamadığımız bir bilgidir.
O, Mü‟min suresi 11. ayetin tefsirini yaparken inananlar için “ilk ölümden sonra
baĢka ölüm olmadığı” Ģeklideki yorumuyla bedeni bir ölümü değil, nefsin ölümünü
195
kastettiği gayet açıktır. Bu böyledir çünkü mutasavvıf bir yönü de olan Elmalılı‟nın,
burada tasavvufun fenafillâh ve bekabillah mertebelerini kastettiğini düĢünüyoruz.
C. ġEFAAT
“ġefea fiili, biri ile ilgili „li‟ harf-i ceri ile kullanıldığında, onun için Ģefaatçi
olmak, aracılık yapmak „ile‟ harf-i ceri ile kullanıldığında vesîle olmak; „fi‟ harf-i
ceri ile iĢ hakkında kullanıldığında ise o iĢte yardımcı olmak anlamında
kullanılmaktadır.”660
“ġefe‟a-YeĢfeʽu fiilinin masdarı olan Ģefaat, sözlük anlamı
olarak, aracılık etmek, vesîle olmak, duada bulunmak manâsına gelmektedir.”661
Rağıp el-Ġsfehaniye göre Ģefaat, “birisine katılmak, yardımcı olmak, destek
olmak manâsına gelirken, Ģefaatte genel itibari ile rütbe, makam ve mevki
bakımından üstün olanın daha altta olana katıldığını ki kıyamet günündeki Ģefaatin
de bu Ģekilde olduğu vurgusunda bulunmaktadır.”662
Terim anlamı olarak ise Ģefaat, dünyada yapılan Ģefaa ve ahirette yapılan
Ģefaat ayırımı olmaksızın genel bir Ģekildeki tanımlamaya göre, “ġefaat eden
kiĢinin, bir kiĢinin herhangi bir yarar elde etmesi ya da zarardan kurtulması için
yüksek bir makama yalvarıp yakararak istekte bulunmasıdır.”663
Âhirete yönelik
etkisi açısından ifade edilecek olursa terim olarak Ģefaat, “Ahirette Allah‟ın
kendilerine izin verip Ģefaat etmelerine müsaade ettiği peygamberlerin ve diğer sâlih
kulların, insanlığın mahĢer yerinin meĢakkatinden kurtulup bir an önce hesabın
baĢlaması, cehennemi hak eden bazı günahkâr mü‟minlerin oraya girmemesi,
cehenneme girenlerin oradan çıkarılıp cennete konulması, cenneti hak edenlerin ise
660 el-Ġsfahânî, a.g.e., s. 458. 661
Ġbn Manzûr, a.g.e., c. VIII, s.183-185. 662 el-Ġsfahânî, a.g.e., s. 386. 663 Kâdî Abdülcebbâr, Ebü‟l-Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed (ö.415/1025), ġerhu Usûli‟l-Hamse (tah.
Abdül Kerim Osman, Ahmed Ebû Hâkim), Mektebetu Vehbe, Kahire, 1988. s. 688; Kirmânî, Ebû
Abdillâh ġemsüddîn Muhammed b.Yusuf b. Ali, Sahîhu‟l-Buhârî bi ġerhi‟l-Kirmânî: el-Kevâkibü‟d
Derârî fî ġerh-i Sahîhi‟l-Buhârî, I-XXV, Dâru Ġhyâi‟t-Türâsi‟l-Arabî, Beyrût, 1981, c. III, s. 213.
196
daha yüksek derecelere ulaĢmaları için Allah‟a yalvarıp yakarmaları, dua edip
istekte bulunmalarıdır”664
Ģeklinde tanımlanabilir.665
Genelde kaynaklar özelde ise araĢırmamızın konusu olan tefsirler
incelendiğinde Ģefaatle alakalı tartıĢma konularının üç ana baĢlık alında toplandığı
rahatlıkla görülebilmektedir. Bu tartıĢma konularından ilki, Ģefaat var mıdır yok
mudur meselesidir. ġefaatin olduğu kabul edildikten sonra ortaya çıkan ikinci
tartıĢma konusu Ģefaat edecek kiĢinin belirlenmesidir. Üçüncü tartıĢma konusu ise
Ģefaat edilecek kimsenin belirlenmesi ve son olarak bunlara nerede Ģefaat edileceği
konusu da eklenebilir. Bu konudaki tartıĢaların yoğun olmasının en önemli sebebi
konu ile ilgili ayetlerin birden çok, hatta karĢıt anlamlara gelebilecek bir yapıda
olmasıdır.
et-Tefsîrü‟l-Kebîr‟inde Râzi‟nin Ģefaat konusuyla ilgili uzun tartıĢmalara
girdiği görülmektedir. Bu tarıĢmaların neticesinde son derece ikne edici bilgiler
veren Râzi‟nin, bu tartıĢmayı yoğun olarak Mu‟tezile temsilcileriyle yaptığı dikkat
çekmektedir. Mu‟tezilenin fikirlerine Ehl-i Sünnetin karĢıt düĢünceleriyle cevap
veren Râzi, karĢılıklı tartıĢmaları en ince ayrıntılarıyla tefsirine almıĢtır. Bu
tartıĢaların en önemli konusu ise büyük günah iĢleyene Hz. Muhammad‟in Ģefaat
edip etmeyeceğidir.
ġefaatle ilgili tartıĢmaların en yoğun yapıldığı yer Bakara suresi 48. ayetinin
tefsiridir. Bu ayette Yüce Allah "Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç kimse
diğer kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir Ģefaat kabul edilir, ne de bir
fidye alınır. Onlara yardım da edilmez " buyurmaktadır. ġefaat kavramının
tanımlamasıyla konuya giriĢ yapan Râzi‟ye göre Ģefaat, bir kimsenin, bir
baĢkasından bir Ģey istemesi ve ondan ihtiyacını gidermesini istemesidir. O,
kelimenin aslının, "tek"in zıddı manâsındaki "çift" demek olması nedeniyle sanki
664 Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed (ö.333/795), Te‟vîlâtü‟l-Kur‟ân, (nĢr. Mehmet
Boynukalın, Bekir Topaloğlu), Mizan Yayınevi, Ġstanbul, 2005, c. I, s. 464. 665 Akay, Akif, Ġslam Ġnancında ġefaat, (BasılmamıĢ Doktora Tezi), N.E.Ü.S.B.E., Konya, 2012, s.
25-26.
197
ihtiyaç sahibi tek idi de, Ģefaatçi onun yanında ikinci bir Ģahıs olduğu manâsının
kastedildiğini vurgulamaktadır.666
Râzi, Ümmet-i Muhammed‟in ahirette Hz. Muhammed (s.a.s)'in Ģefaat etme
hakkı olduğu hususunda ittifak ettiğini “Rabbinin seni, bir makamı Mahmuda
göndereceğini ümid et”667
ayeti ile delillendirmektedir. Âlimler arasındaki ihtilafın,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in Ģefaatinin kimler için olacağı konusunda olduğunu beyan
eder. Bu Ģefaatin, sevabı elde etmiĢ müminler için mi, yoksa azabı haketmiĢ büyük
günah sahibi mü'minler için midir? sorusuna Mu'tezile, Ģefaatin sevabı elde etmiĢ
mü'minler için olduğu Ģeklinde cevaplamıĢtır. ġefaatin tesirinin ise, mü'minlerin
hakettikleri sevaba fazlalık kazandırmak olduğunu söylemiĢlerdir. Buna karĢılık
Râzi, bizim âlimlerimiz dediği Ehl-i Sünnet âlimlerinin Ģefaatin tesirinin, azabı
haketmiĢ kimselerden, azabı düĢürme Ģeklinde olduğunu belirtmiĢtir. Bu Ģefaatin, ya
mahĢer meydanında onlara yapılarak cehenneme girmelerine engel olacağı veya
onlar cehenneme girdikleri zaman onlara Ģefaat olunacağına ayrıca iĢaret etmektedir.
Ayrıca Râzi, âlimlerin Ģefaatin kâfirler için sözkonusu olmadığında ittifak ettiklerini
vurgulamaktadır.668
Râzi, Mu‟tezilenin büyük günah sahibi kimselere Ģefaatin olmayacağını dair
bu ayetten669
çıkardığı deliller hakkında Ģunları ifade etmektedir:
Mu‟tezile, bu ayetin üç bakımdan Ģefaatin büyük günah iĢleyene
olmadığına delil olduğunu söylemiĢtir:
a. Allah "O günde hiç kimse, hiçbir kimseye hiçbir fayda
sağlayamaz" buyurmuĢtur. Eğer Ģefaat, azabı düĢürme hususunda
yeterli olsaydı, o zaman bir kimse, diğer birine bir fayda vermiĢ olur.
b. Allah Teâlâ "Ondan hiçbir Ģefaatçi de kabul edilmez"
buyurmuĢtur. Bu ayette geçen "Ģefaat” lafzı, nefyin en geniĢ bir
666 Râzi, a.g.e., c. II, s. 497. 667 17/Ġsra, 79. 668 Râzi, a.g.e., c. II, s. 498-499. 669 2/Bakara, 48.
198
ifadesi olarak nekredir. Bu sebeble o, her türlü Ģefaat çeĢidini içine
alır.
c. Hak Teâlâ "Onlara yardım da edilmez" buyurmuĢtur. Eğer, Hz.
Muhammed (s.a.s), günahkârlardan birisine Ģefaat edecek olsa ona,
yardım edici olmuĢ olurdu. Bu ise ayetin aksine bir harekettir.670
Râzi, Mu‟tezile‟nin bu görüĢlerine ilk olarak Yahudilerin, atalarının
kendilerine Ģefaat edeceklerini iddia ettiklerini, Bakara suresi 48. ayet ile onların bu
iddialarından ümidsizliğe düĢürüldüklerini, dolayısıyla bu ayetin onlar hakkında
nâzil olduğunu beyan ederek itiraz etmektedir. Ardından ayetin zahirinin, mutlak
manada Ģefaatin olmadığını ifade ettiğini, ancak itaat ehli olanların sevaplarını
artırma hususunda, ayetin tahsis edilmesi konusunda âlimlerin ittifak ettiklerini
söylemektedir.671
Büyük günah sahibinin peygamberin Ģefaatine nail olmayacağı konusundaki
fikirlerini maddeler halinde savunan Mu‟tezile‟ye, Râzi topluca Ģu Ģekilde cevap
vermektedir:
Ġlk olarak itibar, sebebin hususi oluĢuna değil, lafzın
umumiliğinedir. Ġkinci görüĢe de Ģöyle diyerek cevap veririz. Ayetten
maksadın, sevapları artırma hususundaki Ģefaatin nefyi olması caiz
değildir. Çünkü Hak Teâlâ, o günde hiçbir Ģefaatin fayda
vermeyeceğini bildirerek, o günden insanları sakındırmıĢtır. ġefaatin
olmaması, sevabın artırılması hususuna raci olduğu zaman,
sakındırma tam manâsı ile olmaz. Çünkü artırılmamasında herhangi
bir tehlike ve zarar yoktur. Bunu Ģu durum açıklar: Eğer Allah
Teâlâ: “Sevaba hak kazananların faydalarını hiçbir kimsenin Ģefaati
ile artırmayacağı günden (kıyamet gününden) korkun” demiĢ
olsaydı, bununla günahlardan herhangi bir zecr (sakındırma)
meydana gelmezdi. Yok, eğer "Ġkabı haketmiĢ kimselerin ikabını
670 Râzi, a.g.e., c. II, s. 499. 671 Râzi, a.g.e., c. II, s. 499.
199
hiçbir Ģefaatçinin Ģefaati ile düĢürmeyeceğim (kıyamet) gününden
korkunuz" demiĢ olsa idi, bu söz günahlardan sakındırıcı olurdu.
Böylece ayetten kastedilenin, Ģefaatin tesirinin sevabı artırma
hususunda değil, ikabı düĢürme hususunda nefyedilmesi olduğu sabit
olur.672
Mu‟tezile büyük günah sahibine Ģefaat edilmeyeceğini aĢağıda sıraladığımız
ayetleri delil olarak getirmekte böylece kendi görüĢünü güçlendirmeye
çalıĢmaktadır.
a. "Kendisinde alıĢveriĢ, dostluk ve Ģefaat olmayan gün gelmezden önce..."673
b. “Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur"674
c. "Onlar, ancak Allah'ın rızasına ermiĢ olanlara Ģefaat ederler"675
d. "Onlara Ģefaatçilerin Ģefaati fayda vermez"676
e “Facirler muhakkak ki cehennemdedirler. Kıyamet günü oraya girecekler.
Oradan hiç ayrılamayacaklardır"677
f. "O (Allah) iĢi yönetendir. Ancak O'nun izin vermesinden sonra bir Ģefaatçi
bulunabilir"678
g. "ArĢı yüklenen ve onun etrafında bulunan (melekler) Rablerini hamd ile
tesbih ederler, O'na iman ederler ve müminlerin bağıĢlanmasını (Ģöylece) isterler:
Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin herĢeye Ģamildir. O halde tevbe edenleri ve
senin yoluna uyanları affet."679
672 Râzi, a.g.e., c. II, s. 500. 673 2/Bakara, 254. 674
3/Âl-i Ġmrân, 192. 675 21/Enbiyâ, 28. 676 74/Müddessir, 48. 677 82/Ġnfitar, 14-16. 678 10/Yunus, 3. 679 40/Mü'min, 7.
200
Fahreddin Râzi, bu ayetleri tefsirinde ayrıntılı olarak değerlendirilmeye tabi
tutmakta680
Mu‟tezile‟nin büyük günah iĢleyenin Ģefaat edilmeyeceğine dair öne
sürdükleri delillerin hemen ardından kendisinin buna karĢı delillerini ortaya
koymakta, aynı ayetlerden kendi düĢüncesini destekleyici sonuçlar
çıkarabilmektedir. Biz üzerinde tartıĢılan ayetleri buraya almakla yetiniyor, yapılan
tartıĢmaların ayrıntılarına tezimizin sınırlarını zorlamamak adına girmiyoruz. Ama
aĢağıya Râzi‟nin ve dolayısıyla Ehl-i Sünnetin, büyük günah iĢleyenin Ģefaate nail
olacağı yönündeki görüĢünü destekleyen ayetletleri sıralamakta yarar görüyoruz.
a. "Kim bana tabi olursa, o bendendir; her kim de bana asi olursa,
muhakkak ki sen çok bağıĢlayan ve çok merhamet edensin"681
b. "Müttakileri, o Rahmân (çok merhametli) olan Allah‟ın huzuruna kafirleri
toplayıp, günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, Rahmân olan
Allah katında bir ahdi olan hariç, onlar Ģefaat hakkına sahip olamayacaklardır"682
c. "Onlar, ancak Allah'ın razı olduğu kimselere Ģefaat ederler."683
d. "Kendi günahına ve mü'minlerle mü'minelerin günahına istiğfar et."684
e. "Bir selamla selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzel (bir selam) ile
veya aynısı ile karĢılık verin."685
f. “Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah‟tan mağfiret
dileselerdi, onlara (sen) Peygamber de mağfiret dilemiĢ olsaydı elbette Allah‟ı
tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli bulacaklardı"686
Mu‟tezile'nin ileri sürdüğü delillerden biri Cenâb-ı Allah'ın "Zalimlerin ne
candan bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir Ģefaatçisi vardır "687
ayetidir. Onlara
680 Râzi, a.g.e., c. II, s. 501-503. 681 14/Ġbrahim, 36. 682
19/Meryem, 85-87. 683 21/Enbiyâ, 28. 684 47/Muhammed, 19. 685 4/Nîsa, 86. 686 4/Nîsa, 64. 687 40/Mü'min, 18.
201
göre zalim, zulmeden demektir ve bu kelime kâfir ve baĢkası hakkında
kullanıldığından bu ayette Cenab-ı Allah, zalimlerin sözü dinlenen Ģefaatçisi
olmadığını beyan etmiĢtir. Ayrıca onlar bu ayetin zahirinin gereği olarak, Allah'ın,
icabet edilen bir Ģefaatçinin varlığını da nehyetmiĢ olduğunu söylenmektedirler.
Âhirette sözü dinlenen Ģefaatçi olması, sözü dinlenen kimsenin, sözünü dinleyen
yani ona itaat edenden üstün olmasını gerektirektirir. Mu‟tezile‟ye göre hâlbuki
Allahu Teâlâ‟nın üstünde, Allah'ın ona itaat edeceği hiçbir kimse yoktur. Râzi bu
düĢünceye iki sebebten dolayı mümkün değildir, diyerek itiraz etmektedir:
a. Allah Teâlâ'nın üstünde, Allah'ın itaat edeceği hiçbir varlığın
olmadığını bilmek, bütün akıllıların ittifak ettikleri bir husustur.
Bunu Allah'a nisbet eden kimseye gelince o, bununla Allah'ın hiç
kimseye itaat etmediğini itiraf etmiĢ olur. Ama bunu kabul etmeyene
gelince, menfi görüĢte olmasına rağmen, onun, Allah hakkında,
baĢka bir varlığa itaat ettiğine inanması imkânsız olur. Bu sabit
olunca, ayetin sizin dediğiniz manaya hamledilmesi, onu lafzın ifade
etmediği bir manaya hamletmek olur.
b. Allah Teâlâ, kendisine itaat olunan bir Ģefaatçinin olmayacağını
bildirmiĢtir. ġefaatçi olan kimse, ancak, Ģefaat için kendisine
baĢvurulandan aĢağı mertebededir. Çünkü ondan üstün olan, ona
emreder ve onun hakkında hükmeder. Böyle birisine ise Ģefaatçi
denilemez… Bu sebeble sözü dinlenen, itaat edileni Allah'tan üstte
olan kimse manâsına anlamak mümkün değildir. Bunun için de ayeti,
"Onlar için, icabet olunacak bir Ģefaatçi yoktur " anlamına da
hamletmek gerekir.688
Râzi‟nin yöntemi olduğu üzere, önce karĢıt düĢünceyi ortaya koymakta ve
çoğu zaman getirilen delili kendi görüĢünü delillendirmek için kullanmaktadır.
ġefaat konusunda da aynı yöntemi kullandığını ve Mu‟tezile‟nin, görüĢlerini
ıspatlamak için öne sürdükleri ayetlerin tamamını Ehl-i Sünnet anlayıĢına göre
688 Râzi, a.g.e., c. II, s. 500.
202
yeniden yorumlayıp bu ayetleri, büyük günah iĢleyenin Ģefaate nail olabileceği
Ģeklindeki görüĢüne delil göstermektedir.
Râzi, tefsirinde hadislerden de büyük günah iĢleyenin Ģefaate nail olacağına
dair deliller getirmiĢtir.689
Mu‟tezile bu delillere karĢı fikirlerini ortaya koymakta,
bunu bazen aksi manadaki hadislerle bazen de öne sürülen hadislerin ahad hadisler
olmaları nedeniyle geçersiz kabul ederek yapmaktadır.690
Ġncelendiği zaman bu
karĢılıklı tartıĢmaların vecihler halinde olabildiğine uzayıp gittiği görülecektir.
Râzi "Hatırla o zamanı ki Ġbrahim, „Ya Rabbi, bu Ģehri emniyetli kıl. Beni
de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut‟ demiĢti. Ya Rabbim, çünkü onlar
insanlardan birçoğunu baĢtan çıkardılar. Bundan sonra kim bana uyarsa, iĢte o
bendendir. Kim de bana karĢı gelirse, gerçekten sen gafur ve rahimsin."691
ayetinin
tefsirini yaparken, bu ayetin Hz. Ġbrahim (a.s)'in Ģefaat yapacağına delil olduğunu,
bu sebepten ötürü Hz. Muhammed (s.a.s)'in de Ģefaat edeceğinin sabit olduğu
görüĢündedir. Bunun sebebi olarak da bu iki peygamber arasında bir fark olduğunu
söyleyenin olmamasına, Ģefaat makamının makamların en yücesi olması nedeniyle
bu iĢin Hz. Muhammed için söz konusu olmaması durumunda Hz. Ġbrahim için söz
konusu olacak olsa, bu durumun Hz. Muhammed (s.a.s) için bir noksanlık
oluĢturmasına bağlamaktadır. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.s) Hak Teâlâ'nın, "ĠĢte
bunlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Öyleyse sen de onların hidayetine uy"692
ve ''Sonra, muvahhid olarak Ġbrahim'in dinine uy diye sana vahyettik"693
ayetlerinden ötürü, Hz. Ġbrahim'e uymakla emrolunduğundan Hz. Muhammed'in de
Ģefaat edeceği ve büyük günah sahiplerinden cezayı düĢüreceğini düĢünmektedir.694
Râzi, Meryem suresi 77-80. ayetlerin695
tefsini yaparken “…Rahmân
katından bir ahid mi aldı” kısmınında bahsedilen ahidden maksadın kelime-i Ģehâdet
689 Râzi, a.g.e., c. II, s. 506-509; c. II, s. 514-518. 690 Râzi, a.g.e., c. II, s. 519. 691 14/Ġbrahim, 35-36. 692
5/Mâide, 90. 693 16/Nahl, 123. 694 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 23. 695 "Ayetlerimizi inkâr eden ve „Bana elbette mal ve evlâd verilecek‟ diyen adamı gördün mü? O
gayba mı vâkıf oldu, yoksa Rahmân katından bir ahid mi aldı. Hayır, öyle değil! Biz onun
söyleyegeldiği (sözü) yazacak ve azabını da uzâttıkça uzâtacağız. Onun söyler olduğu Ģeye biz
203
(tevhid) olduğunu dolayısıyla ayetin büyük günah sahibleri hakkında Ģefaatin
gerçekleĢeceğini iĢaret ettiğini vurgulamaktadır.696
Kevseri Râzi, Ģefaat demek olan Makâm-ı Mahmûd olarak da tefsir eder.
GörüĢünü desteklemek için Cenâb-ı Hak dünyada iken, "Sen onların içinde iken
Allah onlara azab edecek değildir"697
ayeti ile ahiret hususunda, "Benim Ģefaatim,
ümmetimden büyük günah iĢleyenler içindir"698
ve "Her peygamberin, müstecab bir
duası vardır. Ben ise, bu duamı, kıyamet günü ümmetime Ģefaatçi olayım diye
sakladım (geri bıraktım) "699
hadislerini öne sürmektedir.700
Büyük günah iĢleyene Ģefaatle ilgili tüm tartıĢmalardan çıkarılabilecek en
genel sonuç, Râzi‟ye göre büyük günah sahibi bile olsa kiĢi, Ehl-i Sünnet‟te bu
mümin kabul edildiğinden, peygamberimiz tarafından Ģefaat edilecektir. Bununla
beraber, kâfirler hakkında Ģefaatin kesinlikle olmayacağı kanaatine sahipken701
fasıklara da Ģefaat edileceği düĢüncesini taĢımaktadır.702
Râzi, Ģefaatin izahı konusunda filozofların görüĢlerini de izah etmektedir.
Filozoflara göre, vâcibu'l-vücûd olan Allah'ın feyzi bereketi umumi ve cömertliği de
tam olup bu cömertlik ve feyzin bulunmayıĢı, onu alacak ve kabullenecek olanın
buna müsait ve hazır olmayıĢındandır. Onlara göre yine bir Ģeyin vâcibu'l-vücûddan
olan feyzi, bereketi kabule müsait olması, ancak, o Ģeyin bu feyzi vâcibu'l-
vücûddan, kendisinden önce bulunan bir Ģey aracılığıyla almaya müsait olmasıyla da
caiz olabilir. Bunu da Ģu örnekle izah etmeye çalıĢırlar. GüneĢ ancak, mukabil bir
alıcıya ıĢık saçar. Evin tavanı, güneĢin karĢısında olmadığı için, güneĢten ıĢık
almaya müsait değildir. Ama berrak bir suyla dolu bir leğen konulur, onun da
üzerine güneĢin ıĢığı düĢerse, bu ıĢık, sudan tavana yansır. Böylece de bu berrak su,
ıĢığın güneĢ küresinden ıĢığı almaya müsait olmayan tavana geçmesi için bir vasıta
mirasçı olacağız ve o bize tek baĢına gelecek." 696 Râzi, a.g.e., c. XV, s. 407. 697 8/Enfal, 33. 698 Ġbn Mâce, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezîd (ö. 273/887), es-Sünen, (tah. Muhammed Mustafa
el-A‟zami), I-IV, Riyad, 1984, Zühd, 37. 699 el-Müttakî el-Hindî (ö. 975/1567), Kenzü'l-Ummâl, Dairetü‟l-Maarifü‟l-Osmani, Haydarabat,
1945, c. XIV, Hadis Nu:39081. 700 Râzi, a.g.e., c. XXIII, s. 470. 701 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 444. 702 Râzi, a.g.e., c. IX, s. 297; c. XVI, s. 50-51.
204
olmuĢ olur. Râzi, bu filozoflara göre vâcibu'l-vücûdun feyzinin umum insanların
ruhlarına ulaĢmasında, nebîlerin ruhları ile vâcibu'l-vücûd ile avam ruhları arasında
vasıtalar durumundadır, diyerek sözlerini tamamlamaktadır.703
Elmalılı Ģefaati, hürmete layık birinin kendinden düĢük bir diğeri hesabına
rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması Ģeklinde tanımlamaktadır.704
Bu
tanıma göre Ģefaat, bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir
beraberlik anlamını içermektedir. Elmalılı‟ya göre, Ģefaat eden kendini ve kıymetini
bilen ve Ģefaat olunan kimseye Ģefaat istenenden daha çok bir iliĢkisi bulunan ve
zarar getirmeyeceğinden emin olan kimseler yapabilir. Oysa
Allah'ın mülkü olan Ģu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha
çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini
tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî
huzurda kendine bir mertebe verip de Ģefaate kalkıĢmak, gerek Ģefaat
eden ve gerek Ģefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah
bildirmemiĢ ise Ģefaat edecek olanın hâli, Ģefaat edilecek olandan
daha çok endiĢeye değer olmadığı nereden bilinir?705
Elmalılı M. Hamdi Yazır Makam-ı Mahmudu, en yüksek Ģefaat makamı
özellikle de peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'e va'd olunan ve onu
hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir
makamı yani büyük Ģefaat makamı olarak tefsir etmektedir. Ayrıca ona göre,
ahirette Makam-ı Mahmud'un bol Ģefaati ile livâü'l-hamd altında toplanacak olan
ümmet, Allah'a hamd etmelerinden paylarını alacaklardır. Bu cennet ehlinin
dualarının sonu da "Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun."706
olacaktır.707
703 Râzi, a.g.e., c. II, s. 522-523. 704 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 129. 705 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 129. 706 1/Fatiha, 1. 707 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 78.
205
Elmalılı, Allah'ın izniyle müminlere Ģefaatin hak708
olduğunu ifade ederek,
Ģefaate Allah‟ın müsaade etmediği putların hiç bir yetkisinin olmadığını
belirtmektedir.
Elmalılı, Bakara suresi 28. ayetinin tefsirinde,
Hem ilerde öyle bir günün hesap ve azabından sakının, korunun ki, o
gün kimse, kimsenin adına bir Ģey ödeyemez, kimseden Ģefaat da
kabul olunmaz, kimseden fidye de alınmaz, bunlara hiçbir taraftan
bir meded de yapılmaz. Hâsılı kimse kimsenin baĢına gelecek azabı
hiçbir Ģekilde defedemez. Ne zorla def edebilir, ne kolaylıkla. Zorla
def edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez, çünkü ya
bedava olacak, ya karĢılıklı. Bedava olacak olan bir Ģefaattir, o
kabul edilmez. KarĢılığı da ya verileceği ayniyle vermektir, hâlbuki
ödemek yok veya baĢkasıyla vermektir, hâlbuki fidye yok. ĠĢte böyle
bir kıyamet günü vardır. O gelmeden bundan sakınmalı, bundan
korunmalıdır,709
diyerek Allah‟ın azabından korunmanın mümkün olduğunu iddia eder.
Fakat bu azabtan korunma öldükten sonra ahirette değil, ölüm gelmeden önce
dünyadayken korunmak Ģeklinde olabileceği görüĢündedir. Bu görüĢünü "Melekleri
gördükleri gün, iĢte o gün suçlulara müjde yoktur"710
ayetine dayandıran Elmalılı,
melekler görünüp olaylar baĢlayınca, o gün günahkârlar için bir müjdeye imkân
kalmadığını ifade etmektedir. Mu‟tezile mezhebinde olanların bu ayete dayanarak,
ahirette buyük günah iĢlemiĢ olanlara Ģefaat edileceğini reddetmelerini, burada
Ģefaatin kabul olunmamasının özellikle kâfirler hakkında olması nedeniyle kabul
etmemiĢtir. O, buradaki hitabın küfürde ısrar edenlere mahsus olduğunu,
Ġsrailoğulları kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin her halde
kendilerine Ģefaat edeceklerine inandıklarından bu ayetin bunu reddettiğini ifade
etmektedir. Böylece Elmalılı Allah'ın izniyle Ģefaat olacağını, yasaklanmıĢ olan
708 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 181. 709 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 288. 710 25/Furkân, 22.
206
Ģefaatin ise herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan yapılacağı
düĢünülen Ģefaat olduğu düĢüncesine sahiptir. ġefaatle ilgili Elmalılı‟nın vurguladığı
diğer iki mesele de kendiliklerinden Ģefaat edebilirler zanniyle peygamberlere ve
velilere tapılmaması gerektiği ve bununla beraber kıyametin baĢlangıcını korkunç
olması nedeniyle o sırada Ģefaatin de bahis konusu olmayacağıdır.711
Elmalılı, “Kayyûm” sıfatını açıklarken Allah‟ın göklerde ve yerde,
yukarılarda, aĢağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlıkların mâliki
olduğunu ve Allah'ın mülkü olan bu yaratıklardan hiç birinin O‟nun izni olmaksızın
Ģefaat edemeyeceğini vurgular. GörüĢünü Ģu Ģekilde açıklamaktadır:
Çünkü Allah yukarıların aĢağıların, önlerindekini ve
arkalarındakini, geçmiĢlerini, geleceklerini bildiklerini ve
bilmediklerini bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir Ģey yoktur. Bunlar
ise O'nun bildiklerinden hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği kadarını
kavrayabilirler. Bu bakımdan bizzât O'nun izni ve emri olmadıkça
herkes baĢından korkmadan nasıl Ģefaate kalkabilir. Herhangi bir
Ģeyde ister bir parça tasarrufa kimin yetkisi olabilir.712
Dikkatlice okunduğunda Elmalılı‟nın bu izahatlarını, daha çok Ģefaat
düĢüncesi problemlerle dolu olan müĢrikler ve Yahudiler için yaptığı kolaylıkla
anlaĢılacaktır. Müminler için Cenab-ı Hakk‟ın Ģefaat isteme yetkisini bahĢettiğini ve
en yüksek peygamberlik makamı sayılan "ġefaat-ı Uzmâ" ve “Makâm-ı
Mahmud”un varlığını kabul eden Elmalılı, tefsirinde Ģefaatin Allah‟ın izni ile izin
verdiği kiĢilerce yapılacağını ve O‟nun dilediği miktarda olabileceğini
kaydetmektedir.713
Elmalılı, "Onlar Allah'ı, gereği ve lâyıkı biçimde takdir etmediler. Hâlbuki
kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle
dürülmüĢ olacaktır. O müĢriklerin ortak koĢmalarından yüce ve münezzehtir"714
711 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 249. 712 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 129. 713 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 130. 714 39/Zümer, 67.
207
ayetinin tefsirini yaparken Allah‟ın göklerin ve yerin meliki ve müdebbiri,
mahlûkatın ise zaafla mücehhez ve herĢeyiyle O‟na muhtaç oluĢunu dile
getirmektedir. Elmalılı‟ya göre bu ayetin temel amacı, özellikle müĢriklerin iddia
ettikleri, Ģefaatçi olur diye uydurup bel bağladıkarı putların hiçbir gücü ve yetkisinin
olmadığını bu yanlıĢ inanç müntesiplerine anlatmaktır.715
Elmalılı Ģefaati yoğun olarak dünyada yapılan Ģefaat Ģeklinde anlamıĢtır.
Örneğin o, bir kimse Allah rızası için yararlı bir iĢe aracılık ederse ve yol gösterirse
onun o Ģefaatten bir payı, güzel bir sevabı olur, demektedir. Dikkat edilirse burada
Ģefaati hayırlı bir iĢe aracı olmak, hayra bir kapı açmak Ģeklinde anlamıĢtır. Bunun
tersi olarak kim de Ġslâm'a aykırı kötü bir Ģefaat yaparsa onun da ondan aynı oranda
kötü bir payı vardır, diyerek Ģefaatin bir kötülüğe aracılık veya kapı açmak Ģeklinde
dünyada gerçekleĢebileceği düĢüncesine sahiptir.716
Elmalılı, Ģefaatle ilgili açıklamalarında devamlı olarak ilk önce Ģefaati kabul
etmediğini çağrıĢtıran ifadeler kullanmaktadır. Örneğin bir yerde Ģu ifadeleri
kullanmaktadır:
Onun iĢine karıĢacak, emrine ve tedbirine müdahale edebilecek bir
Ģeriki ve naziri, yani eĢi ve benzeri olmak Ģöyle dursun, O'nun
huzurunda hiçbir kimse için kendiliğinden Ģefaat edebilecek hiçbir
yardımcı bile yoktur. Hiçbir zaman böyle bir yardımcı yoktur.717
Ama devamında ifadelerini yumuĢatmakta ve Ģefaatin olabileceğine dair
düĢünceler palaĢmaktadır. Elmalılı yukarıdaki anlatım tarzının tam tersine olarak
Allah‟tan izin çıkarsa bir Ģefaat eden bulunabileceğini Nebe Suresi'nde "O gün
Rahmân olan Allah'ın izin verdiklerinden baĢkası tek kelime bile
söyleyemeyecek..."718
ayetini de getirerek delillendirme gayretine giriĢmektedir.
Yalnız bu Ģefaati de olabildiğince sınırlamaya çalıĢtığı dikkatten kaçmamaktadır.
Elmalılı‟nın, Ģefaatin yapılma Ģartlarını ve Ģefaati yapma yetkisini olabildiğince
715 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 130. 716 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 559. 717 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 330. 718 78/Nebe, 38.
208
sınırlandırmaya çalıĢtığı görülür. Konu ile ilgili Ģu ifadeleri konuya en açık
örneklerdendir:
Allah Teâlâ'nın hikmetine ve rahmetine bağlı olarak verilen izin
üzerine konuĢacak olan Ģefaatçılar da doğru ve savaptan, yani
gerçekten ve doğrudan baĢka bir Ģey söyleyemeyecekler. Bu sıdk u
sadakat ve istikamet sahibi olan ve Ģefaat etmekle izinli kılınanlar da
ancak Ģefaate lâyık olanlara Ģefaat edebileceklerdir ki, bu liyakatın
ilk Ģartı imandır. Onun huzurunda müminlere bir "kadem-i sıdk"
tebĢiri ile o inzar ve tebĢir emriyle o erkeğe bu kitab-ı hâkimin
vahyolunması bu izin ve sıdk ile ilgilidir. Yoksa kimin haddine
düĢmüĢ ki, O'na yaklaĢabilsin kimin haddine düĢmüĢ ki, O'nun
hükmüne boyun eğmesin.719
MUKAYESE
ġefaat mevzusunda her iki müfessir Ehl-i Sünnet itikadına bağlı kalarak
tefsirlerini yazmaları nedeniyle tam bir uzlaĢı içinde görünmektedirler. Yani Ģefaatin
olacağı, bu Ģefaatin Allah‟ın izin verdiklerince yapılacağı, Allah‟ın izin
vermediklerinin ise Ģefaat edemeyeceği, büyük günah sahibinin de Ģefaate nail
olabileceği gibi belli baĢlı konularda fikri ihtilaf görülmemektedir. Bu fikirlerini
savunurken karĢı oldukları düĢünce ise Mu‟tezîlî fikir yapısıdır. Râzi yaĢadığı
dönemde bizzât bu fikri savunanlara karĢı kendi fikirlerini savunurken Elmalılı,
tefsirini yazarken uyulacak esaslarla ilgili mukaveleye sadık kalmak cihetiyle yine
aynı fikirleri savunuyor görünmektedir. Zira Diyanet ĠĢleri BaĢkanlığı ile imzalanan
sözleĢmede savunulan fikirlerin Ehl-i Sünnet akidesine uygun olması Ģartı açıkça
zikredilmektedir.
Ġki müfessir arasındaki büyük oranda bir uzlaĢı olmakla birlikte Elmalılı‟da
Ģefaati olabildiğine sınırlama gayreti dikkatten kaçmamaktadır. Hatta bazen öyle bir
tarz kullanmaktadır ki, ahirette Ģefaatin olmayacağını, özellikle müĢrikler ve
yahudilerin Ģefaat anlayıĢlarını eleĢtirirken iĢaret etmek ister gibi görünmektedir.
719 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 330-331.
209
Elmalılı‟nın Ģefaati anlama konusunda genel temayülünün Ģefaati dünyada
gerçekleĢen ve hayırlı bir iĢe öncülük etme Ģeklinde olduğu anlaĢılmaktadır.
Elmalılı‟nın bu tarz bir Ģefaat anlayıĢıyla Müslümanların çağın gerisinde
kalmalarına neden olan, tembelliklerine bir çıkıĢ yolu aradığı rahatlıkla
farkedilmektedir. Kuvvetle muhtemeldir ki o, Ehl-i Sünnetin ahirette Ģefaat
düĢüncesinin müslümanları tembelliğe ittiği görüĢünde olması nedeniyle bunu
savunmakta, böylece Müslümanların daha çok çalıĢmaya motive olmasını sağlayıcı,
kısmen yeni bir tanımlama getirmektedir.
D. CENNET VE CEHENNEM
Cennet, sözlükte “kök olarak „Cenn‟ kimesinden gelmekte olup, „Cenne‟
fiilinden türetilmiĢ bir isimdir. „Cenne‟ fiili, gizledi, üstünü örttü anlamlarına
gelmektedir.”720
Cennet‟in çoğulu “Cinan” veya “Cennat” Ģeklinde gelmektedir.721
Kur‟ân‟da ise cennetin çoğulu olarak “Cennat” kelimesi kullanılmaktadır.722
Bu
kullanımlarda göz önünde bulundurulan, çok sayıda cennet olduğu değildir. Bu
kullanımlarda cennetlerden kasıt doğal olarak cennetteki tabakalardır. Cennet
kavramı terim olarak pek çok tanımı yapılmakla beraber en genel Ģekliyle, “ahiret
yaĢamında, müminlerin sonsuz mutluluk yurdu, nimetler diyarı”723
olarak
tanımlanmaktadır. Cennet kelimesi Kur‟ân‟da değiĢik türevleriyle birlikte 147 defa
geçmektedir.
Cehennem kelimesi ise, “Cehnam” kelimesinden türemiĢ olup “Cehnam”
kelimesi de “Cehm” kelimesinden türemiĢtir. “Cehm”, “galiz, kirli, hoĢ olmayan,
somurtkan, soğuk yüzlü manalarına geldiği gibi fiil manâsı bakımından kötü
davranma, kaĢları çatma”724
anlamlarında kullanılmaktadır. Terim olarak ise
cehennem, “ahiret hayatında kâfirlerin ve günahkâr insanların cezalandırılacakları
720 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. XIII, s. 94. 721 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. XIII, s. 96. 722 2/Bakara, 25; 3/Âl-i Ġmrân, 15; 4/Nîsa, 57; 5/Mâide, 12; 9/Tevbe, 21; 10/Yunus, 9. 723 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. XIII, s. 100. 724 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. I, s. 525.
210
ebedi azab yurdu”725
olarak tanımlanmaktadır. Kur‟ân-ı Kerim‟in yetmiĢ yedi
yerinde cehennem kelimesi kullanılmaktadır.
Cennetin dildeki manâsını Râzi tefsirinde, dalları birbirine girmiĢ, kesif,
gölgeli ağaçlardan ve hurmalıklardan meydana gelmiĢ bir bahçe Ģeklinde
vermektedir. "Cennet" lafzının manâsının, örtmek anlamında olduğunu belirten
Râzi, buna göre cennetin sıklığından ve gölgeliğinden ötürü, bir Ģey bir Ģeyi
örttüğünde Arabların söylediği (onu örttü, bürüdü) fiilinin masdarından "masdar
binâ-i merre" (iĢin kaç kere yapıldığını gösteren masdar) olan "cennet" lafzıyla
isimlendirildiğini iĢarette bulunmaktadır. Sanki cennet, ağaçlarının çok sıklığından
dolayı, tek bir örtü gibidir. Terim olarak ise Cenneti, mükâfat yurdunun tamamının
adı Ģekinde tanımlamaktadır. Râzi bunun dıĢında cenneti ayrıca, mükâfata hak
kazanmıĢ olanların derecelerine göre tertib edildiği, birçok cenneti ihtiva etmekte
olan, mükâfata hak kazanmıĢ her tabakadaki insan için hazırlanmıĢ yer olarak
tanımlamaktadır. Bu görüĢünü desteklemek için de "O cennette, hiçbir vasfı
bozulmayan sudan nehirler ve tadı değiĢmeyen sütten ırmaklar bulunmaktadır."726
ayetini delil olarak getirmektedir.727
Cennet ve cehennemin bu dünyada olduğuna dair oluĢan Ģüphelere ve konu
ile alakalı sorulan soruya Râzi, kul bu dünyada yaĢadığı müddetçe bir iĢ için ücretle
tutulmuĢ kimse gibidir, Ģekinde cevaplamaktadır. Yani ücretle kiralanan bir
kimsenin, o iĢi yaparken, ücretinin tamamını ona peĢin vermek doğru değildir.
Çünkü iĢçi, ücretini aldığı zaman iĢinde fazla gayret göstermez. Aynı bunun gibi
insanın bu dünyada yaptığı hayırların ücret alma yeri ahiret yurdu olunca, hayır
yapmadaki sa'yü gayret o nisbette fazla ve güçlü olur. Râzi, bu dünyada en zâhid ve
âlim kimselerin, çeĢitli gamlara, kederlere ve hüzünlere mübtelâ olduklarını, en
câhil ve en fâsık günahkâr kimselerin de çeĢit çeĢit lezzet ve sevinçler içinde
olduklarını bundan dolayı, ceza ve mükâfaat yurdunun, dünya olmaması gerektiğini,
725 Ġbn Manzûr, a.g.e., c. I, s. 525. 726 47/Muhammed, 15. 727 Râzi, a.g.e., c. II, s. 167.
211
mükâfaat ve cezanın tahakkuk edeceği bir baĢka yurdun ve bir baĢka hayatın
mutlaka olması gerektiğini ifade etmektedir.728
Râzi‟nin konu ile ilgili diğer delili ise, aklın hikmetli bir zâtın iyilik yapanla
kötülük yapana farklı davranmasını, kendisini sayanla reddedeni bir tutmamasını
gerektirdiğidir. Böyle bir ayırımın yapılması gerektiğini, bu ayırımın ya bu dünyada
olabileceği ya da ahirette olabileceği ortadır. Râzi‟ye göre birincisi olamaz çünkü
biz bu dünyada kâfir ve fâsıkları büyük bir rahatlık içinde, âlim ve zâhidleri de
bunun aksi bir durum içinde görmekteyiz. ĠĢte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Eğer
bütün insanlar küfre imrenerek, bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, O
Rahmân'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkan merdivenleri
hep gümüĢten yapardık (...)"729
buyurduğunu ifade eden Râzi, Ģu halde bu dünya
yurdundan sonra bir baĢka yurdun da mutlaka bulunması gerektiği sabit olduğu
kanaatindedir. Râzi bu ayetin dıĢında "Ġman edip, sâlih ameller iĢleyenlere adaleti
ile mükâfaat vermek için...",730
"Çünkü o Kıyamet Ģüphesiz gelecektir. Neredeyse
onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalıĢıyorsa, kendisine onunla
karĢılık verilsin"731
ve "Yoksa biz, imân edip de güzel güzel iĢler yapanları,
yeryüzünde fesâd çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut müttakileri, doğru yoldan
sapanlar gibi mi sayacağız?" 732
ayetlerini de cennetin ahirette olacağına dair
düĢüncesine delil olarak getirmektedir.733
Râzi cennetle ilgili düĢüncelerini yoğun olarak Bakara 24. ve 25. ayetlerinin
tefsirinde ortaya koymaktadır. Râzi, Bakara suresi 24. ve 25. ayetlerini cennet ve
cehennemin yaratılmıĢ varlıklar olduklarının açık bir delil olarak görmektedir. Ona
göre Cehennemin yaratılmıĢ olduğuna, Allah'ın cehennem hakkında “O, Kâfirler
için hazırlanmıĢtır”734
buyurması gayet açık delildir. Cennetin yaratılmıĢ olduğuna
ise ayette, "Ġman eden, bir de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarından
728 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 275. 729
43/Zuhrûf, 33. 730 10/Yunus, 4. 731 20/Tâ-hâ, 15. 732 38/Sâd, 28. 733 Râzi, a.g.e., c. XII, s. 276. 734 2/Bakara, 24.
212
ırmaklar akan cennetlerin onların olacağını müjdele"735
buyurulmasından
çıkarsadıktan sonra bu görüĢünü Âl-i Ġmrân suresi 133. ayetle736
de
desteklemektedir. Râzi, Bakara suresi 25. ayetinin müminlerin cennete malik
olduklarını haber verdiğini, Ģu anda bulunan mülkiyetin, yine Ģu anda kendisine
mâlik olunan Ģeyin mevcud olmasını gerektirdiğini, bu nedenle bu ayetlerin cennet
ile cehennemin Ģu anda yaratılmıĢ olduklarına delalet ettiklerini iddia eder.737
Cennetteki nimetlerin dünyadakilere benzerliği konusuna değinen Râzi, uzun
uzadıya tahliller yapmakla beraber biz önemli gördüğümüz mutasavvıfların
değerlendirmelerini paylaĢıyoruz. Râzi, cennetteki nimetlerin cennetliklere tanıdık
gelmesi konusunda mutasavvıfların görüĢlerini Ģu Ģekilde açıklamaktadır:
Mutluluğun tamamı, ancak Allah'ın zâtını sıfatlarını ve kerübiyyûn,
melekleri, ruhani melekler, ruhlar tabakasıyla gökler âlemi
vasıtasıyla meydana gelen fiillerini bilmektedir. Netice olarak insan
ruhunun kudsi âlemin karĢısındaki bir ayna gibi olması gerekir.
Sonra bu bilgiler dünyada meydana gelir, ancak bu bilgilerle tam bir
lezzet ve sürür elde edilemez; çünkü bedenî ilgiler bu tür lezzet ve
mutlulukların meydana gelmesine mani olurlar. Bu engeller ortadan
kalkınca, en büyük saadet ve en güzel haz meydana gelir. Netice
olarak, ölümden sonre taddığı her ruhani saadet hakkında insan der
ki: "Bu, ben dünyada iken de tattığım bir saadettir." Bu da ahirette
meydana gelecek nefsanî kemâlata iĢarettir ki onlar dünyada da
mevcuttur. Ne varki onlar dünyada, bu tür lezzet ve sevinci ifade
etmemiĢlerdir. Ahirette, engeller kalkınca, onlar böylesine lezzet ve
sevinci ifade etmiĢlerdir.738
Râzi‟nin yukarıdaki ifadelerinden dünyada iken de cennet nimetlerinin veya
benzerlerinin tadılmasının gerçekleĢtiği sonucu çıkarılabilir. Bu nimetin ne
olabileceği sorgulandığında akla ilk gelen, iman nurunun kalbe dolmasıyla
735 2/Bakara, 25. 736 “O, muttakiler için hazırlanmıĢtır” 737 Râzi, a.g.e., c. II, s. 163. 738 Râzi, a.g.e., c. II, s. 167-170.
213
hissedilen huzur olmasıdır. Bunun dünyada açıkça ifadesi çeĢitli nedenlerle caiz
değilken ahirette izhar etmenin hiçbir sakıncasının olmaması bunun açık iĢaretidir.
Râzi, Bakara 25. ayette Cenâb-ı Hakk'ın "Orada onların temiz eĢleri vardır"
ifadesinden maksadın, bu eĢlerin bedenlerinin hayız, "istihâda" (hayız ve nifâsın
dıĢında, bir mazeretten dolayı kan gelme hali), her türlü pislikten; kocalarının da her
türlü kötü hasletlerden, hele hele kadınlara mahsus, kadınca hallerden temiz
olmalarının kastedildiği kanaatine sahiptir. Tasavvuf ehlinin bu konu ile alakalı
görüĢlerini de ortaya koymakta ve kadın hayız olduğunda, Allah‟ın cinsi
münâsebetten "De ki o bir eziyyettir; o halde, hayız zamanlarında kadınlara
yaklaĢmayın "739
ayetiyle men ettiğini vurgular. Allah, kadının kusuru olmayan bir
necasetten dolayı bu dünyada ona yaklaĢmaktan men edince; cennetteki zevceler
tertemiz olduğu zaman, kiĢi mazur sayılmayacak günah pislikleriyle lekelenmiĢ
olduğu zaman, Allah‟ın o tertemiz kadınlardan men etmesi haydi haydi beklenebilir.
Râzi Tasavvuf ehlinin bir diğer görüĢünü ise helâl yoldan Ģehvetini teskin eden
kimse örneği ile de açıklamaktadır. Bu durumdaki biri, herkesin girmiĢ olduğu
camiye giremez; öyleyse, haram yoldan Ģehvetini teskin eden kimse, ancak temiz
olanların bulunduğu cennete nasıl girebilir? diyerek açıklamada bulunmaktadır.740
Râzi, cennetin ebedî olduğunu ayette741
geçen "Ve onlar orada ebedi olarak
kalıcıdırlar" ifâdesinden faydalanarak, cennetin ebediliğini kabul etmeyen
Mu‟tezile‟yi "Burada ebedi kalıĢ, ardı arası kesilmeyen devamlı kalmayı ve durmayı
ifade eder" diyerek reddetmektedir. Mu‟tezile âlimleri "Biz senden önce hiç kimseye
ebedilik vermedik. Eğer sen ölürsen, onlar ebedi kalacaklar mı ki?"742
ayetini karĢı
delil olarak getirmekte, böylece Cenâb-ı Hakk‟ın bir kısım insanlara çok uzun ömür
vermiĢ olmakla beraber, bu ayette insanlardan ebediliği nefyettiği iddiasında
bulunmaktadırlar. Râzi, bizim âlimlerimiz dediği Ehl-i Sünnetin görüĢünü
savunmakta ve öncelikle ayetteki “Huld” yani ebediliğin, ister devamlı olsun ister
olmasın, uzun süre durma maNâsınada olduğunu ifade etmekte, buna ayetten ve
739 2/Bakara, 222. 740 Râzi, a.g.e., c. II, s. 170. 741 2/Bakara, 25. 742 21/Enbiyâ, 34.
214
örften Ģâhid getirmektedir. Ayetten delili "Orada ebedi kalıcı olarak"743
ayetidir. O,
bu ayetteki ifadenin varlığını cennet hayatının ebediliğine Kur‟ân‟daki en açık ıspat
olarak görmektedir. Örften getirdiği delil ise vakıf senedlerinde “Bunu, falanca
muhalled (devamlı) olarak vakfetti” Ģeklinde yazılmıĢ olmasıdır. Râzi, aklen de
cennetteki mükafaatın devamlı olması gerektiğini, çünkü aklın bunun devamlı
olduğunu göstermemesi durumunda, insanların mükafaatın kesilmesi korkusu
yaĢayacaklarına iĢaret etmektedir. Bu durumun nimeti onların boğazında
bırakacağını belirten Râzi, bunun sebebini nimet ne kadar büyük olursa olsun o
nimetin sona ereceği korkusunun o nisbette büyük olması, dolayısıyla cennetliklerin
devamlı keder ve üzüntü içinde olmalarının nedeni744
olarak görmektedir. Yani
cennetin ebedi olması gereklidir Râzi‟ye göre, çünkü sonlu olan bir cennet
hayatının, cennet huzuru sağlama konusunda kusurlu olacağı muhakkaktır.
Râzi, cehennemin kâfirler için hazırlanmıĢ olduğu halde, cehenneme
müminlerin de girip girmeyeceğini "Ey iman edenler, ribâyı öyle kat kat arttırılmıĢ
olarak yemeyin. Allah'tan korkunuz ki, felaha eresiniz. Ve kâfirler için hazırlanmıĢ
olan ateĢten sakının. Ve Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Umulur ki, merhamet
edilirsiniz"745
ayetlerinde "Kâfirler için hazırlanmıĢtır" ifâdesinin tefsirinde
açıklamaktadır. Buna göre ifadenin zahiri, cehennemin sadece kâfirler için
hazırlanmıĢ olmasını gerektirir. Râzi dolayısıyla ayetin müminlerden hiç kimsenin
cehenneme girmeyeceğine kesin olarak hüküm vermeyi gerektirdiğini, bu hükümün
ise diğer ayetlerin aksine bir hüküm olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü cehennemde,
bir kısmı kâfirler, bir kısmı da fasıklar için hazırlanmıĢ olan çeĢitli "dereke" yani
tabakaların bulunması uzak bir ihtimal değildir. Dolayısıyla Râzi‟ye göre,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Kâfirler için hazırlanmıĢ olan ateĢ..." tâbiri,
Cenâb-ı Hakk'ın kâfirler için hazırlamıĢ olduğu hususî tabakalara
bir iĢaret olmuĢ olur ki bu, O'nun, kâfirlerin dıĢındakilere hazırlamıĢ
olduğu baĢka tabakalar bulunmasına mâni değildir.746
743 4/Nîsa, 122. 744 Râzi, a.g.e., c. II, s. 171. 745 3/Âl-i Ġmrân, 130-132. 746 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 64.
215
Râzi bu ifadeleriyle, cehennemin kâfirler için hazırlanmıĢ olmasına rağmen
müminlerin oraya girmesine bir mâni görmemektedir. Çünkü cehennemliklerin
ekserisi kâfir olduğu için, cehennemin onlar için hazırlanmıĢ olduğunu söylemek
uzak bir ihtimal sayılmaz. Ġddiasını güçlendirmek amacıyla, herhangi bir ihtiyacı
için üzerine binmiĢ olduğu bir hayvan hakkında bir kimse, "Ben bunu, müĢriklerle
savaĢmak için hazırladım (besliyorum)" derse, o her ne kadar o saatte baĢka bir
gayeyle ona binmiĢ olsa dahi, bu sözünde doğru söylemiĢ olur, Ģeklinde bir
benzetme yapmaktadır.747
Böylece müminlerin ya da kâfir olanların dıĢındakilerin
de cehenneme gireceği iddiasını savunmaktadır.
Râzi, Hicr suresi 42-44. ayetlerinde cehennemle ilgili "Onun yedi kapısı
bulunmaktadır" ifadelerini tefsir ederken bu tabirle alakalı iki görüĢün varlığından
bahsetmektedir. Bunlardan ilki cehennemin, üst üste yedi tabaka olduğudur. Râzi,
her bir tabakaya "dereke" dendiğini "Hiç Ģüphesiz münafıklar, cehennemin en alt
derekesindedirler"748
ayeti ile desteklemektedir. Ġkinci görüĢ ise cehennemin
karargâhının yedi kısma ayrıldığı ve her kısmın bir kapısının olduğudur. Râzi, Ġbn
Cüreyc'ten rivayetle bunların ilkinin cehennem, sonra sırasıyla Lezâ, Hutame, Sa'ir,
Sakar, Cahîm ve Hâviye olduğunu vurgulamaktadır. Ardından Dahhâk‟tan rivayetle
ilk tabakada mü'minler olduğunu, bunların da günahları nisbetinde azab olunup ve
sonra oradan çıkarılacağını iddia eder. Yine Dehhak‟a göre cehennemin ikinci
derekesi yahudilere; üçüncüsü, hristiyanlara; dördüncüsü sâbiîlere; beĢincisi,
mecûsilere; altıncısı, müĢriklere; yedincisi de münafıklara aittir.749
Râzi cehennemin lüzûmu konusuna “Eğer dileseydik, herkese elbette
hidayetini verirdik. Fakat benden sâdır olan „cehennemi, bütün cinlerden ve
insanlardan muhakkak dolduracağım‟ hükmü artık hak olmuĢtur"750
ayetinin
tefsirinde değinmektedir. Ġnkârcıların ayetteki ifadesiyle "Ya Rabbi gördük, iĢittik.
ġimdi bizi dünyaya geri gönder"751
Ģeklindeki sözleri üzerine yukardaki ayet (Secde,
13) nâzil olmuĢtur. Râzi‟ye göre Allah Teâlâ bu ayetle “Eğer sizi imana döndürecek
747 Râzi, a.g.e., c. VII, s. 64. 748 4/Nîsa, 145. 749 Râzi, a.g.e., c. XIV, s. 106-107. 750 32/Secde, 13. 751 32/Secde, 12.
216
olsaydım, dünyada iken sizi hidayete erdirirdim. Sizi hidayete erdirmemiĢ olduğuma
göre, imanınızı irâde edip dilemediğim ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla sizi dünyaya
geri göndermem" demek istemektedir. Dolayısıyla ayetteki, "Eğer dileseydik, ...
verirdik" ifadesi ile Allah, cehenneliklerin iman etmesini irade etmemiĢ, onların
kâfir olmasını dilemiĢtir. Râzi bu fikri savunurken bu düĢüncenin Ehl-i Sünnetin de
savunduğu görüĢ olduğuna iĢaret etmektedir. Daha sonra Râzi, Cenâb-ı Allah‟ın,
“Cehennemi, bütün cinlerden ve insanlardan muhakkak dolduracağım" ifadesiyle
cehennemin gerekliliğini vurguladığı kanaatindedir.752
Cehennemin ebediliği konusuna gelince Râzi, bu konuda yine ayetlerden
deliller getirerek cehennemin ebedi olduğuna kanaat getirmiĢtir. Örneğin
“Birbirleriyle yarıĢırcasına, ayetlerimiz (aleyhinde) koĢanlar (yok mu)? Onlar da
azabın içerisine ihzâren getirilenlerdir"753
ayetinde "Onlar da, azabın içerisine
ihzâren getirilenlerdir" ifadesinde, cehennem azabın devamlı olacağına bir iĢaret
olduğu görüĢündedir. Bu ayetin dıĢında Râzi, "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse,
içerisine döndürülürler"754
ve "Ve onlar, bundan ayrılanlar da değildir"755
ayetlerini de cehennemin ebedi oluĢuna delil olarak göstermektedir.756
"O zulmedenleri, onlara eĢ olanları ve Allah'tan baĢka tapmakta ısrar
ettikleri Ģeyleri bir araya toplayın da cehennem yoluna koyun."757
ayetinin tefsirinde
Râzi, cehennemlik gruplardan bahsetmektedir. Ayette cehennemlikler üç grupta
toplanmaktadır. Bunlar zalimler, onlara eĢ olanlar ve bunların taptıkları Ģeylerdir.
Râzi bu grupları Ģöyle açıklamaktadır:
a. Râzi buradaki "zâlim" kelimesinin mutlak manada "kâfir" demek
olduğunu "Kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir"758
ayeti ile ıspat ederken, zâlim
hakkında Kur'ân'da bulunan bütün va'îdlerin, kâfirler için olduğunu göstermeye
çalıĢmaktadır.
752 Râzi, a.g.e., c. XVIII, s. 206-207. 753
34/Sebe, 38. 754 32/Secde, 20. 755 82/Ġnfitâr, 16. 756 Râzi, a.g.e., c. XVIII, s. 352. 757 37/Sâffât, 22-23. 758 2/Bakara, 264.
217
b. Râzi ayetteki "onlara eĢ olanlar" ifadesi ile kimlerin kastedildiği
hususunda üç değiĢik görüĢ beyan etmiĢtir. Bu görüĢlerden ilki, kâfirlere
benzeyenlerin kastedilmiĢ olup, onların küfür yolundaki yoldaĢları, grupları ve
taraftarları demek olmasıdır. Dolayısıyla yahudî yahudî ile hristiyan hristiyanla eĢtir.
Ġkincisi bu ifadeyle, onların Ģeytanlardan dostlarının kastedilmesi olup, Hak
Teâlâ‟nın "KardeĢleri, onları azgınlıkta oyalayıp durur. Sonra onlar bu (hususta)
hiç kusur etmezler"759
buyurması buna delildir. Üçüncüsü ise bu tabirle, zalimlerin
kendi dinlerindeki hanımlarının kastedilmiĢ olduğudur.
c. Ayetteki cehennemlik guruplardan "Allah'tan baĢka tapmakta ısrar ettikleri
Ģeyler" ifadesi ile ilgili olarak da Râzi iki görüĢ belirtmektedir. Bunların ilki,
müĢriklerin Allah'ı bırakıp taptıkları putlar ve tâğutlar kastedilmiĢ olmasıdır.
DüĢüncesine delil olarak "Yakıtı insanlar ve taĢlar olan o ateĢten sakının"760
ayetini
getirmekte ve ayetteki "insanlar" ifadesiyle putperestlerin, "taĢlar" ile de taĢlardan
yontularak yapılmıĢ putların kastedildiğini söylemektedir. Râzi‟nin ayetteki ifadeyle
ilgili diğer görüĢü ise, putperestleri o putlara ibadete çağırıp sevkeden Ģeytanlar
kastedilmiĢ olduğudur. Bu görüĢünü de "Ey âdemoğlu, Ģeytana tapmayın diye size
emretmedim mi?"761
ayeti ile desteklemektedir.762
"Muhakkak Biz kâfirler için zincirler, bukağılar ve alevlendirilmiĢ bir ateĢ
hazırladık"763
ayetini Râzi, cehennemin hâlihazırda mevcut oluĢuna delil olarak
değerlendirmektedir. Çünkü ayetteki "hazırladık" kelimesi, mazide bir iĢin yapılmıĢ
olduğunu haber veren bir ifadedir. Kâdî‟nin "Allah Teâlâ bunu kesin olarak
va'dedince, o sanki mevcutmuĢ gibi olmuĢtur" demesine Râzi, bu mananın ayetin
zahirini terk etmek sayılacağı, hâlbuki zahiri terketme yoluna ancak bir zaruret
olduğu zaman gidilebileceği için kabul etmemektedir.764
Elmalılı‟ya geçecek olursak o, cenneti iman ile iyi amelleri birleĢtirenlere
müjdelenen yer olarak tanımlamaktadır. Bunun yanında cenneti, içine girilemeyen,
759
7/A‟râf, 202. 760 2/Bakara, 24. 761 36/Yâsîn, 60. 762 Râzi, a.g.e., c. XVIII, s. 591-592. 763 76/Ġnsan, 4. 764 Râzi, a.g.e., c. XXII, s. 329.
218
gizli, içinde çok değerli bağları, bahçeleri olan ve bunların tümünü kapsayan ahiret
vatanı, sevab evi olarak da tanımlar. Cennetin lügavi tahlilini yapan Elmalılı‟ya göre
cennet, aslen masdar binâ-i merredir. Anlamı ise "bir örtüĢ", "bir kere setr" demek
olan masdar bina-i merrenin bütün türevlerinde bir nevi "örtme" mânâsı içerir.
Cennetin bu manâsını, herkese görünmez gizli bir çeĢit yaratık olan cinler, aklın
kaybolması olan cinnet, kararmak, görülen eĢyanın bakıĢtan gizlenmesi olan “cenn”
kelimesi ile de yakın anlamlı görmektedir. Ġkinci olarak Elmalılı cennetin, bir örtü
mânâsında zemini görünmez, gayet girift ağaçlarla örtülmüĢ bahçe ve bostanı ifade
etmek için kullanıldığına iĢaret etmektedir.765
Elmalılı “Ġnanıp yararlı iĢler yapanlara, altlarından ırmaklar akan
cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden
rızıklandırıldıklarında: „Bu daha önce de rızıklandığımız Ģeydir‟ derler ve o rızık
birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de
onların. Hem onlar orada ebedî kalacaklar”766
ayetini tefsir ederken cennetle
alakalı çoğu görüĢünü açıklamaktadır. Elmalılı cennetin ebedî, cehennemin de
ebedî olduğunu, bununla birlikte ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak
ve nihayet cennete gidecek olanların da varlığını inkâr etmemektedir. Ahiret
nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler olduğu gibi, dünyada görülmedik,
iĢitilmedik, hatıra gelmedik nimetlerin de varlığını kabul etmektedir.767
Elmalılı cennetin nasıl bir yer olduğuna uzun uzun değinmektedir. Ona göre
cennetler öylesine büyük ve geniĢtirler ki altından dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun,
Seyhun nehirleri gibi büyük büyük ırmaklarla birlikte cennette halis temiz su nehri,
taze süt nehri, safi bal nehri, sarhoĢ etmez, aslı tasavvur olunmaz, içeceği temiz
nehirler akmaktadır. Elmalılı cennet nimetlerinin tarif edilemeyeceğini, çünkü onları
hiçbir gözün görmediğini, hiçbir kulağın duymadığını, hiçbir beĢerin kalbine de
gelmediğini dolayısıyla insanların örneğini görmedikleri Ģeyleri
anlayamayacaklarını vurgulamaktadır. Bununla beraber Elmalılı, cennetlikler cennet
nimetlerinden herhangi bir rızık ile rızıklandıklarında “o rızık o nimet ki, bize
765 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 382. 766 2/Bakara, 25. 767 Elmalılı, a.g.e., c. I, s.181.
219
bundan önce yani dünyada da kısmet olmuĢtu” diyeceklerini ifade etmektedir.
Bunun nedenini görünmeyen cennetleri iman sahiplerinin, dünyadaki iman ve amel
ile yetiĢtirmelerine ve bunların bir çeĢit meyvesinin dünyada az da olsa görülmesine
ve tadılmasına bağlamaktadır. "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan kimse
için iki cennet vardır."768
ayetini de bu bağlamda değerlendiren Elmalılı‟ya göre bu
cennelerden biri dünya, diğeri ise ahiret cennetidir. Elmalılı dünyada cennetin var
olabilmesini, insanların hepsinin Allah'tan korkmasına ve O‟nun isteğine göre amel
etmiĢ olmasına bağlamakta, bu ayetin tefsirinde cennetteki makamın yükselmesini
de dünyada anlayıĢın yükselmesine, buna bağlı olarak iman ve amelin onunla
uygumlu olmasına bağlamaktadır. "Ey Rabbim, ilmimi artır, de." 769
ayetini de bu
görüĢüne delil olarak getirmektedir.770
Elmalılı‟ya göre cennete gireceklerin günahları varsa Allah tarafından
bağıĢlanır. Günahları yokmuĢ gibi altından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak
kalacakları cennetlere girerler.771
Dolayısıyla bu ifadesinden Elmalılı‟nın cennetin
ebediliği görüĢüne sahip olduğu anlaĢılmaktadır.
Kimlerin cennete gireceği ile ilgili konuya Elmalılı, müslümanlarla kitap
ehlinin birbirlerine karĢı öğünmelerini ve her birinin Allah katında kendilerinin daha
hayırlı olduğuna dair iddialaĢmalarını naklederken değinmektedir. Buna göre kitap
ehli "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden önce, kitabımız kitabınızdan
öncedir ve biz Ġbrahim'in dini üzereyiz" demiĢler diğer taraftan Yahudiler "Cennete
ancak yahudi olanlar girecek" Hıristiyanlar ise, "Ancak Hıristiyan olan girecek"
diyerek iddialaĢmıĢlardır. Müslümanlar buna karĢılık olarak "Bizim peygamberimiz,
sizin peygamberinizden sonradır ve peygamberlerin sonuncusudur, kitabımız da
sizin kitabınızdan sonra ve onlara hâkimdir. Ve biz Ġbrahim, Ġsmail ve Ġshak dini
üzereyiz, cennete ancak bizim dinimizde olanlar girecek" demiĢlerdir. Elmalılı‟ya
göre, bunun üzerine Bakara suresi 123. ayetinin772
indiğini ve böyle kuru kuru
768
55/Rahmân, 46. 769 20/Tâ-hâ, 114. 770 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 237. 771 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 384. 772 “ĠĢ, ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kötülük yapan, o yüzden
cezalandırılır. O, kendisine Allah'tan baĢka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.”
220
öğünmelerle soyut arzular, kuruntular, ümitler, temennilerle cennete
girilemiyeceğini anlatmıĢ ve cennete girmenin yolu gösterilmiĢtir. Elmalılı Allah'ın
vaadine ermek için sadece kuruntu ve temennin kâfi gelmeyeceğini, gerek
Müslüman gerek kitap ehli gerekse de diğer dinlerden her kim bir kötülük yaparsa
onunla ya dünyada ya ahirette veya her ikisinde yaptığının bir cezasını göreceğini
belirtmektedir. Elmalılı bunun tersi olarak erkekten olsun, diĢiden olsun, her kim de
mümin olarak güzel ameller iĢlerse bunların ise cennete gireceklerini
bildirmektedir.773
Bu ifadelerinde Elmalılı‟nın cennete girip girememe konusunda
iman etme esasını öncelemesi, farklı denebilecek düĢünceye sahip olduğu izlenimi
uyandırmaktadır.
Elmalılı "Dâr-ı Ġslâm" konusuna değinmekte ve vatan denilen Ģeyin de bir
cennet gibi olabileceğini vurgulamaktadır. O, esasen "Dâr-ı Ġslâm" yani Ġslâm ülkesi
denilen müslüman vatanının da cennet gibi olması gerektiği iddiasındadır.
Dünyadaki bu Ġslâm ülkesinden baĢka asıl bir dâru's-selâm yani eminlik evinin var
olduğunu ifade eden Elmalılı, bunların birbirinden farkını Ģöyle açıklamaktadır:
O kâmil iman ve güzel amel sahipleri bu cennetlerde ebedî ve
devamlıdırlar. Bir kere girince artık bir daha çıkmazlar. Diğer
ayetlerde "hulûd", "ebeden" (ebedî olarak) diye de te'yit edilmiĢtir.
Hâlbuki dünya vatanı, dünya cenneti ne olsa elden gidebilir. Kâmil
iman ve güzel amel sahipleri Ġslâm ülkesi olan vatanlarını Allah
Teâlâ'nın izniyle muhafaza ve müdafaa ederler. Ve onu harap
olmaktan mallarıyle, canlarıyle korurlarsa da bunda ilâhî takdir
baĢka türlü de ortaya çıkabilir ve nihayet bundakilerin hepsi
çıkarlar, ölürler, giderler, bunun böyle büyük küçük kıyameti de
vardır. Fakat "eminlik vatanı" (ahiret cenneti) öyle değil, asıl cennet
bahçelerine gidenler orada ebediyyen kalırlar ki bütün müjde
bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en büyük rıdvân" (Allah'ın
en büyük rızası) bundadır.774
773 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 24-25. 774 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 238.
221
Elmalılı cennetin kısımlarını yedi ayrı tabakaya ayırırken, bu tabakaları
aĢağıdan yukarı doğru Cennet-i Adn, Cennetü'l-Me'vâ, Cennetü'n-Naîm, Cennetü'l-
Firdevs, Dârü's-Selâm, Cennetü'l-Huld ve Cennetü'l-Vesîle Ģeklinde
sıralamaktadır.775
Elmalılı cennetliklerin bu cennetlerde süresiz kalacaklarını,
ebediyyen bulunmak üzere yaĢayacaklarını, bu cennetlerin ne nimetlerine sınır
olduğunu ne de sahiplerine zeval olduğunu ifade etmektedir.776
Elmalılı cehennemi tanımlarken, azab yurdu olan ateĢin özel ismi ve
müennesidir, ifadelerini kullanmaktadır. Ardından filolojik tahliline geçerek
cehennemin Arapça "Cehman" kelimesinden alınmıĢ olup bunun da "Cehm"den
türetildiğini vurgulamaktadır. Cehm kelimesinin, sert ve çirkin olmak, cehman dibi
görünmez derin kuyu demek olduğunu cehennem kelimesinin, alem yani özel isim
ve müennes olduğundan dolayı gayr-ı munsarıf olduğu görüĢündedir. Elmalılı bunun
yanında cehennem kelimesinin "Kehennam"dan ArapçalaĢtırılmıĢ, yabancı bir
kelime olduğu ve gayr-ı munsarıf oluĢunun, ucme ve alem olmasından
kaynaklandığı Ģeklindeki farklı bir görüĢü de tefsirinde dillendirmektedir.777
Elmalılı cehennemin ebedi olduğu görüĢündedir. Bu görüĢünü riba yasağı ve
riba yiyenlerin uğrayacağı cezayı anlatırken açıkça ifade etmektedir. Buna göre her
kim ribâyı helal görmeye baĢlarsa onlar ateĢ, yani cehennem ehli ve ashabıdırlar.
Cehenneme gönderilirler ve orada ebediyyen kalırlar.778
Bu ifadeleri Elmalılı‟nın
cehennem azabının ebediliği fikrinde olduğuna en açık delil niteliğindedir. Elmalılı
yine "Muhakkak Allah kendisine ortak koĢulmasını bağıĢlamaz"779
ayetinin
hükmünce cehennemliklerin cehennemde ebedî olarak kalacaklarını savunur. Bu
kadar azgın kâfirler nasıl mağlub edilirler de cehenneme tıkılırlar, diye sorulan
soruya ise Elmalılı, bunu yapmanın Allah'a kolay olduğunu Allah‟ın kurmuĢ olduğu
775 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 511. 776 Elmalılı, a.g.e., c. IV, s. 195. 777 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 42. 778 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 215. 779 4/Nisâ, 116.
222
düzenin hükmünün sonucu olarak cehennemliklerin cehenneme kendi ayakları ile
koĢa koĢa gideceklerini ifade etmektedir.780
Elmalılı, cehennem azabının insanlar ve cinler için ebedî olduğunu, ancak
Allah'ın dilediği bazı zamanların müstesna olduğu düĢüncesindedir. Elmalılı, Bakara
suresi 128. ayetindeki781
“Sizin durağınız cehennemdir. Orada, Allah'ın dilemesi
müstesna, ebedi olarak kalacaksınız” ifadesindeki cehennemde ebedî kalmaktan
istisnanın bazı Ģahıslara değil bazı zamanlara ait olduğu görüĢündedir. Onun göre
Allah'ın dilediği bazı zamanlar kâfirler, ateĢten çıkarılıp soğuğa, çok soğuğa
atılacak, sonra yine ateĢe döndürüleceklerdir.782
Dolayısıyla cehenneliklerden bir
kısmının affa uğrayacağı düĢüncesini kabul etmediği ortaya çıkmaktadır.
MUKAYESE
Cennet ve cehennem konularında hem Elmalılı hem de Râzi çok yakın
görüĢlere sahip görünmektedirler. Bazı yerlerde Elmalılı‟nın Râzi‟den alıntılar
yapmıĢ olması konu hakkında farklı bir düĢüncede olmadıklarını göstermektedir. Bu
benzerlikte göze çarpan ilk nokta cennet ve cehennem kelimelerine yaptıkları kelime
ve kavramsal tahlillerdir. Bu konuda Elmalılı tamamıyla Râzi‟yi takip etmiĢ ve
farklı bir düĢünce belirtmemiĢtir.
Râzi ve Elmalılı cennet ve cehennemin bu dünyada olmayıp ahiret hayatında
olduğu konusunda mutabakat içerisindedirler. Ġkisi de bu dünyanın cennete veya
cehenneme dönüĢebileceği düĢüncesini paylaĢmakla beraber, asıl cennet veya
cehennemin ölümden sonra gerçekleĢeceği konusunda bir ihtilaf içerisinde
görünmemektedirler. Dünyada yapılanların karĢılığı olarak, bu dünyadan ayrı bir
mükâfat veya ceza yurdunun var olması gerektiği iki müfessir tarafından özellikle
vurgulanmaktadır. Bununla birlikte cennette tadılan bazı nimetlerin cennetliklere
tanıdık gelmesi konusuna gelindiğinde bu dünyanın da cennete dönüĢebileği veya
780 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 67. 781
“(Allah), onların hepsini topladığı gün, cinlere: „Ey cin topluluğu! Ġnsanların çoğunu yoldan
çıkardınız‟ der. Ġnsanlardan cinlerin dostu olanlar da Ģöyle derler: „Rabbimiz! Biz birbirimizden
faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin vademize ulaĢtık‟ Allah da:‟Sizin durağınız cehennemdir.
Orada, Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız‟ der. ġüphesiz Rabbin hikmet sahibidir,
her Ģeyi bilendir.” 782 Elmalılı, a.g.e., c. III, s. 453.
223
bazı zamanların cennet hayatı olabileceği müfessirlerimiz tarafından değiĢik
vesilelerle satır aralarında dillendirilmektedir. Râzi‟nin “marifet”i, Elmalılı‟nın
“Dar-ı Ġslam”ı cennet olarak nitelemesi buna örnek olarak gösterilebilir.
Cennet ve cehennemin ebediliği, cennet nimetlerinin sınırsızlığı, cehennemin
ızdırabının son bulmayacağı mevzuları mefessirlerimizin ittifak ettikleri diğer
konulardır. Yani cennet ve cehennemin özellikleri ile cennet ve cehennem ehlinin
kimler olduğu konusu ihtilaf görmediğimiz alanlardır. Elmalılı‟nın cehennem
azabının farklılaĢmasını, yani yakma Ģeklindeki azabın soğuk Ģeklindeki azaba
dönüĢmesini, cehennemden çıkmanın bazı zamanlarda gerçekleĢmesi biçiminde
yorumlaması dikkat çekicidir.
Yukarda da değindiğimiz gibi Elmalılı bazı yerlerde Râzi‟den konu ile
alakalı alıntılarda bulunarak mutabakat içinde olduklarını göstermiĢtir. Örneğin
Elmalılı, Fahreddin Razî‟nin tefsirinden alıntıyla marifetullahın hazırdaki cennet
olduğunu dediğini vurgulamaktadır. Çünkü cennet kiĢinin aklına ve arzusuna nail
olmasıdır. Râzi‟den alıntısının devamında Elmalılı, Âdem'in aklına ve arzusuna ters
düĢtüğünde cennetin, kendisine cennet olmadığına iĢaret etmektedir.783
BaĢka bir yerde cennetin büyüklüğü hakkında Elmalılı, Râzî‟nin tefsirinden
nakille Herakl'in yani Rum kralının elçisinin Peygamberimize: "Sen 'müttekîler için
hazırlanmıĢ ve geniĢliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete davet ediyorsun? O
halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuĢtur. Resulullah (s.a.v.) da ona:
"Sübhanallah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman gece
nerede olur?" Ģekilinde bir cevap vermiĢtir.784
E. RÜ’YETULLAH (ALLAH’IN GÖRÜLMESĠ)
Rü'yetullah, yani Allah'ın cennette görülmesi, cennet nimetlerinin en güzeli
olarak değerlendirilmektedir. Allah‟ın görülebileceği meselesi her ne kadar Ehl-i
Sünnet ve Mu‟tezile âlimleri arasında tartıĢma konusu olsa bile Ehli Sünnet
mensubu âlimlerin çoğu bu inancı benimsemiĢ ve ahirette Allah'ın görüleceğini ayet
783 Elmalılı, a.g.e., c. IX, s. 284. 784 Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 383.
224
ve hadislere dayanarak ispatlamaya gayret etmiĢlerdir. Biz bu tartıĢmalara
girmeyeceğiz ama müfessirlerimizin kendi görüĢlerini kuvvetlendirmek amacıyla,
bu tartıĢmalarda kullandıkları delilleri göstermeye çalıĢacağız.
Râzi Allah'ın cennette görüleceğine dair Ehl-i Sünnetin dolayısıyla
kendisinin delillerini Ģöyle sıralamaktadır:
a. Hz. Musa (a.s)‟nın, Allah Teâlâ'dan, O'nu görmeyi talep etmesi Allah
Teâlâ'nın görülebileceğine delâlet eder.
b. Allah Teâlâ, "Eğer o, yerinde durabilirse sen de beni görürsün..."785
buyurarak kendisinin görülmesini, dağın yerinde durabilmesi Ģartına bağlamıĢtır.
Râzi‟ye göre dağın yerinde durabilmesi mümkün bir Ģeydir. Mümkün olana
bağlanan Ģey de mümkündür. Dolayısıyla Allah‟ın görülmesi de mükündür.
c. "Gözler O'nu idrâk edemez"786
ayetidir ki bu ayet Mu‟tezile ile konuyu
karĢılıklı olarak yoğun ve teferruatlıca tartıĢtığı yerdir.
d. Cenâb-ı Hakkın ayette "Ġyi iĢ, güzel amel yapanlara da güzel iyilik, bir de
ziyâde vardır"787
buyurmasını Râzi, Allah‟ın cennette görülebileceğine delil olarak
görmekte ve “bir de ziyade vardır” ifadesinin Allah‟ın görülmesinin karĢılığı olduğu
düĢüncesindedir.
e. Cenâb-ı Hakk'ın ayette "Artık kim, Rabbine kavuĢmayı ümid
ediyorsa…"788
buyurmasını Râzi “Rabbine kavuĢma” tabirini, Allah'la karĢılaĢma ve
O'na kavuĢma maNâsını kapsayan diğer bütün ayetler hakkındaki tabirleri de aynen
burada olduğu gibi Allah‟ın cennette görüleceği Ģeklinde tefsirinde defalarca izah
etmektedir.
785 7/Â‟raf, 143. 786 6/En‟âm, 103. 787 10/Yunus, 26. 788 18/Kehf, 110.
225
f. Cenâb-ı Hakk'ın "Orada herhangi bir yeri gördüğün zaman, bir nimet,
büyük bir saltanat görürsün"789
buyurmasını Râzi Allah‟ın cennette
görülebileceğine delil olarak göstermektedir. Bunu ise ayetin iki kıraatinden
birisinde (bu kıraat Ģaz olmakla beraber), “mülken” (mülk, saltanat) kelimesinin,
mîm harfinin fethası ve lamın de kesresiyle olmak üzere “meliken” Ģeklinde
okunmasıyla açıklamaktadır. Bu kıraate göre mana: "Büyük bir melik, hükümdar
görürsün" Ģeklinde olur. Müslümanlar bu melik'in, ancak Allah olduğu hususunda
icmâ ettikleri için Râzi‟ye göre, delil olarak bu ayete tutunmak gayet güçlüdür.
g. Allah Teâlâ'nın, "Hayır, Ģüphesiz ki onlar (kâfirler) o gün Rablerinden
kesin olarak mahrumdurlar"790
ayetindeki mahrumiyetin kâfirlere has olduğunun
beyan edilmiĢ olması Râzi‟ye göre, mü'minlerin Allah'ı görmekten mahrum
olmayacaklarına delâlet eder.
h. Allah Teâlâ'nın, "Andolsun ki onu, diğer bir defa da Sidretu'l-Müntehâ'nın
yanında gördü O"791
ayetinin tefsirinde Râzi, buradaki ifadelerin Allah‟ın cennette
görüleceğine kanıt olduğu iddiasındadır.
ı. Râzi, saf ve temiz kalblerin, en mükemmel bir biçimde maritetullah sevgisi
üzere yaratıldıklarını, marifetullah yollarının en güzelinin ise, Allah'ı görmek olarak
nitelemektedir. Rü'yetullahın herkesin arzu ettiği bir Ģey olması nedeniyle "burada,
canlarınız neyi çeker (arzular)sa, sizindir"792
ayetini de rü'yetin meydana geleceğine
kesin delil olarak görmektedir.
i. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikaten iman edip de, iyi amellerde bulunanlara
gelince, onların konakları da Firdevs cennetleridir"793
ayeti Râzi‟ye göre
rü‟yetullahın olacağına delildir. Çünkü ayette Allah Teâlâ, bütün Firdevs
cennetlerini mü'minler için bir konaklama ve konak yeri kıldığına göre burada,
sadece konaklama olacağını söylemek doğru değildir. Konaklamanın peĢisıra, bu
789 76/Ġnsan, 20. 790 83/Mutaffifîn, 15. 791 53/Necm, 13-14. 792 41/Fussilet, 31. 793 18/Kehf, 107.
226
konaklamadan daha büyük bir in'âm ve teĢrifin olması gerekir ki Râzi‟ye göre bu da,
Allah'ı görmekten baĢka bir Ģey değildir.
j. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir. Rablerine
bakacaktır"794
ayeti de Râzi‟nin rü‟yetullahın gerçekleĢeceğine dair
delillerindendir.795
Râzi, rü‟yetullah ile ilgili delillerini topluca bu Ģekilde sıralamakla birlikte,
ilgili ayetlerin her birinde rü‟yetullahın gerçekleĢeceğine dair akli ve nakli delilleri
uzun uzadıya sıralamaktadır. Ardından karĢıt olarak Mu‟tezilenin, bazen de özelde
Mu‟tezili âlim Kadı Abdulcabbar‟ın (ö.415/1024) fikirlerini ortaya sermekte ve son
olarak da kendi fikrini doğrulayan akli ve nakli delilleri açıklamaktadır. Râzi‟nin
fikirlerini savunurken Arapça dilbilgisi kaidelerini sonuna kadar ve son derece
ustaca kullanması da dikkatten kaçmamaktadır.796
Râzi‟nin kendi görüĢünü
desteklemek için hadislere de baĢvurduğu görülmektedir.797
Ortaya konan bu
tartıĢmalara bizler tezimizin Hacmini aĢacağı için girmiyoruz. Ancak Râzi‟nin
kısaca Allah‟ın bu dünyada gözle değil, âhirette yaratacağı özel bir duyu ile
görülebileceği798
fikrinde olduğunu söyleyebiliriz.
Elmalılı Allah‟ın ahirette mekândan ve yönden münezzeh olarak
görüleceğini, ama bunun tam olarak anlaĢılamayacağı için görülmüĢ de
olmayacağını vurgulamaktadır.799
Elmalılı rü‟yetullahın dünyada iken mümkün
olmadığını fakat ahirette cennette iken mümkün olduğunu ve bunun cennetliklere
lutfedilen en güzel nimet olduğu düĢüncesini tefsirinde açıkça beyan etmektedir.800
BaĢka bir yerde Elmalılı Allah‟ın, bu dünyada asla görülemeyeceğini çünkü
insan için görmeden inanmanın bir yükseliĢ alameti olduğunu, görerek varlıkları
794 75/Kıyâmet, 22-23. 795 Râzi, a.g.e., c. X, s. 93-94. 796
Konuyla ile ilgili tartıĢalar hakkında A'râf suresi 143. ayeti ve En‟âm suresi 103. ayetlerinin
tefsirsine bakılabilir. 797 Râzi, a.g.e., c. X, s. 94. 798 Râzi, a.g.e., c. X, s. 86. 799 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 82. 800 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 129.
227
kabul etmenin ise insanlık için bir düĢüklük alameti olduğunu vurgulamaktadır.801
Böylece Elmalılı dünyada Allah‟ı görecek hiçbir gözün bulunmadığını, bunun
sebebinin ise dünyadakilerin değersizliği olduğu vurgusunu yaparken, ahirette
cennette rü‟yetullah‟ın gerçekleĢeceğini bunun sebebini ise cennettekilerin değerli
oluĢuna bağlamaktadır.
Elmalılı, “And olsun ki, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü.”802
ayetinin tefsirinde rü‟yetullah ile ilgili düĢüncelerini en geniĢ Ģekilde karĢıt
düĢüncelerle birlikte dile getirmektedir. Elmalılı‟ya göre Hz. Peygamber, Mirac'ta
Rabbinin rubûbiyyet ayetlerinden, mülk ve saltanatının acaipliklerinden kelimelerin
ifade sınırlarını aĢan, ancak müĢahede ile ulaĢılabilecek en büyük ayet ve ya büyük
ayetlerini görmüĢtür. Bu ayetlerin mânâlarını izaha kalkıĢmanın haddine
düĢmediğini ifade eden Elmalılı, burada Rabbini gördü denilmeyip, Rabbinin
ayetlerinden en büyüğünü gördü Ģeklinde bir ifade kullanıldığını, dolayısıyla bundan
da Allah'ı görme mânâsını çıkarmanın zahiren mümkün olmadığı iddiasındadır.
Yaptığı uzun tahliller ve mukayeselerden sonra yukarıda belirttiğimiz görüĢü yani
Allah‟ın dünyada görülemeyeceğini savunmakta, görülen en büyük ayetlerin ise Hz.
Muhammed'e verilen hakikatler olduğu fikrine ulaĢmaktadır. Bu tartıĢmada kendi
fikrini savunurken çok sayıda ayet ve özellikle Hz. AiĢe‟den rivayet edilen hadisleri
kullanmaktadır.803
MUKAYESE
Rü‟yetullah konusunda iki müfessirimizin tam bir uzlaĢı içinde olduklarını
görmekteyiz. Yaptığımız inceleme sonucunda iki tefsirde de Allah‟ın dünyada
görülemeyeceği, ahirette ise görülebileceği düĢüncesinin paylaĢıldığı ortaya çıkmıĢ
bulunmaktadır. Dünyada Allah‟ın görülememesinin sebebi olarak da dünyanın
değersiz veya gözlerimizin yapısının O‟nu görebilecek kapasitede olmaması
gösterilmektedir. Allah‟ı bu dünyada görebilmenin O‟nu sınırlamak ve mekânda
801 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 302. 802 53/Necm, 18. 803 Elmalılı, a.g.e., c. VII, s. 32-37.
228
olduğunu söylemek anlamına geldiğinden iki müfessirimiz de bunu imkânsız olarak
değerlendirmektedir.
Cennette cennetliklerin mahiyetini bilmedikleri bir Ģekilde Allah‟ı
görmelerinin gerçekleĢeceğini kabul eden müfessirlerimiz, bu konuda muarızları
olan Mu‟tezile ile tartıĢmaktadırlar. Konu ile ilgili Râzi bu düĢünce münesibi grupla
bizzât yüzleĢmiĢ ve cedelleĢmiĢken, Elmalılı ise kitaplardaki düĢünceleri üzerinden
bir tartıĢma yürütmüĢtür. ġunu da belirtelim ki Elmalılı bu konuda, Râzi‟den çok
faydalanmıĢ ve Ehl-i Sünnet çizgisinde bir âlim olarak onunla hemen hemen hiçbir
ihtifa düĢmemiĢtir.
SONUÇ
“et-Tefsîru‟l-Kebîr ve Hak Dini Kur‟ân Dili‟nde Allah, Nübüvvet ve Ahiret
Konularının Mukayesesi” adlı tezimizde kendi çağlarının iki önemli müfessirinin ve
onların tanınmasında en baĢta öncelik yapan tefsirlerinin incelemesini ve
mukayesesini yaptık.
Kendine özel geliĢtirdiği metoduyla kendinden sonraki tefsir tarihine yön
veren Râzi ile yaĢadığı çağın zorluklarına rağmen ilmi birikimi sayesinde Ġslam‟ın
savunuculuğuna önemli katkıda bulunan Elmalılı‟nın pek çok konuda benzerliklerini
müĢahade ettik. Bu benzerliğin, yaĢadıkları dönemlerin birbirinden çok uzak olsa
bile, içinde bulunulan Ģartların birbirine benzerliği itibariyle olduğunu
söyleyebiliriz. Ġki müfessirin Ġslam medeniyetinin buhran dönemlerinde yaĢamıĢ
olmalarından mütevellid, savunma içgüdüsüyle hareket ettikleri araĢtırmamız
boyunca dikkat çeken bir unsurdur. Râzi bu savunuculuğu Ġslam kültürüne mensub
bir grup olan Mu‟tezile ve özellikle de Kerramilere karĢı yaparken, Elmalılı Batı
medeniyetine ve kültürüne karĢı çoğu zaman onların ürettiği düĢüncelerle, karĢı
koymaya çalıĢmıĢtır. Elmalılı‟nın tefsirinde Râzi‟nin izinden giderek bilimsel
verileri rahatlıkla kullanması ve ilmi verileri kullanırken hiçbir sınırlama
tanımaması gayet dikkat çekici olmuĢtur.
229
Bu genel temayül ilk olarak Allah‟ın varlığı ve delilleri konusunda açıkça
ortaya çıkmıĢtır. Allah‟ın varlığı ile ilgili delilleri sıralarken Râzi‟nin kendi çağının
bilimsel verileri ıĢığında son derece akli çıkarımlarda bulunmuĢtur. Özellikle
astronomi ilmi kapsamında aktardığı ayrıntılı bilgiler, dönemin Ġslam biliminin
ulaĢtığı seviye açısından önemli ipuçları içermektedir. Elmalılı da bilimsel verileri
tefsirinde kullanmıĢ olmakla beraber onun Râzi‟den ayrılan tarafı, kullandığı
bilimsel verilerin Batı kaynaklı olmasıdır. Dolayısıyla bu özellik Elmalılı‟nın
kendisine olan özgüvenin bir göstergesidir. Ġki müfessir tarafından mantıki
çıkarımların, hem Allah‟ın varlığı ve delilleri hem baĢka konularda olabildiğince
çok kullanıldığını tespit ettik.
Muarıza kendi düĢüncesini kabul ettirme yeteğinin en üst seviyede olması
müfessirlerimizin ortak özelliğidir. Özellikle varlıkların taksimleri konusunda
vacibu‟l-vücud ve mümkinu‟l-vücûd hakkındaki tahlil ve çıkarımlarının, aklın ve
mantığın en üst seviyede kullanıldığı metinler konumunda olduğu görülmüĢtür.
Allah‟ın tekliği yani tevhid konusunda iki müfessirin Ġslam‟ın temel inanç
esaslarını yaĢadıkları dönemin Ģartları nedeniyle savunma gayretine girdikleri
anlaĢılmıĢtır. Bu amaçla özellikle Râzi tüm bilgi birikimini hiç ayırım yapmadan
kullanmıĢ ve asırlar boyu Kur‟ân araĢtırmacılarını etkilemeyi baĢarmıĢtır. Elmalılı
bu etkinin en somut örneği sayılabilir. Elmalılı tefsirinde Râzi‟nin metodunu izlemiĢ
ve Allah‟ın tekliği konusunda hiçbir sınırlamaya gitmeden her türlü sosyal ve pozitif
ilimlere ait bilgiyi kullanmaktadan geri durmamıĢtır.
Râzi ve Elmalılı‟nın pozitif ilimlerin verilerine olan vukufiyetlerinin yanında
tasavvufa olan yatkınlıklarının üst derecede olduğu da dikkat çekicidir. Ġlmi
verilerin ve tasavvufun birbirine destek olduğu fikrine sıkı sıkıya bağlı olmaları
nedeniyle, sağlıklı bir dini düĢüncenin iki alanda bilgi sahibi olmayı gerekli kıldığını
savunmuĢlardır. Dolayısıyla hem Râzi hem de Elmalılı, müslümanları bilimsel
araĢtırma ve inceleme yapmaya teĢvik ederken bunun belli aĢamadan sonra dini
ilimler ve tasavvuf öğretisiyle desteklenmesi gerektiği fikrine sahip çıkmıĢlardır.
230
Elmalılı‟nın, teorinin pratiğe dökülmedikçe bir faydasının olmayacağı
düĢüncesinden hareketle, tevhid konusunu toplumsal olaylarla iliĢkilendirdiği,
içinde yaĢadığı dönemin zorlukları göz önünde bulundurulduğunda Müslüman
toplumların yeniden diriliĢini birlik olmalarına bağladığı, dolayısıyla tevhid
inancıyla bu hedefe ulaĢılabileceği görüĢünde olduğu anlaĢılmıĢtır. Tefrikanın
varlığının sebebini hakiki tevhid düĢüncesinin kaybolmasına bağlayan Elmalılı, kötü
durumdan kurtuluĢun ancak fark gözetmeden her türlü faydalı ilmin elde edilmesiyle
olabileceği düĢüncesine sahip çıkmıĢtır.
Râzi ve Elmalılı isim ve sıfatların tevkifi olduğu konusunda uzlaĢı içinde
olmuĢ, Kur‟ân‟da geçtiği halde bazı isim ve sıfatların Esma-i Hüsna‟dan kabul
edilmemesi de bu düĢüncelerinin isabetine delil teĢkil etmiĢtir.
“Hüve” zamiri ve “Allah” ismi etrafında yoğun tahlillerde bulunan
müfessirlerimiz, iki kelimenin birbirinden değerli manalarını keĢfetmiĢlerdir.
“Hüve” zamirini “Tevhid” için en öz ifade olarak görürlerken, “Allah” ismini
tecellinin ilk merhalesi olarak değerlendirmekle beraber Ġsm-i Azam konusunda
ihtilaflı oldukları anlaĢılmıĢtır. Ġsm-i Azam konusunda değiĢik bazı görüĢler ortaya
koyan müfessirlerimiz, konu hakkında kesin bir karara varamamıĢ, Allah‟ın zikrinin
tüm isimleriyle yapılması amacıyla Ġsm-i Azam‟ın gizlenmesinin faydalı olduğu
kanaatini taĢıdıkları görülmüĢtür.
Ġki müfessir isim ve sıfatların Zâta ait olduğu, Zâttan bir parça olmadığı
üzerinde ittifak ederken, isim ve sıfatların çokluğunun Zâtın çokluğunu
gerektirmediği görüĢündedir. Ġsim ve sıfatların Zât ile bâki olduğunu vurgulayan
müfessirlerimiz sıfatları “selbi sıfatlar” ve “izafi sıfatlar” diye ikiye ayırmıĢlardır.
Râzi Allah‟ın Zât ismini mümkün görmezken Elmalılı bunu imkân dâhilinde
görmüĢ, ama ikisi de Zât hakkında konuĢmanın mühal olduğu konusunda ittifak
halinde olmuĢlardır.
Elmalılı ile Râzi arasında vahyin tanımlanması mevzuunda benzerlikler
olmakla beraber Râzi, vahyin muhataplarını üçe ayırmıĢ, bunları nübüvvetle
görevlendirilmiĢ nebiler, Allah‟ın velileri ve bazı hayvanlar Ģekinde sıralamıĢtır.
231
Râzi Yüce Allah‟ın arıya ve Hz. Musa‟nın annesine “vahyetmesi”ni ilham etmek
manâsında yorumlamıĢ Elmalılı da aynı kanaati paylaĢmıĢtır. Vahyin çeĢitlerini
Elmalılı‟nın bir yerde altı Ģekilde ortaya koyduğu halde baĢka bir yerede üçle
sınırlandırdığı görülürken Râzi‟nin vahiy çeĢitlerini üçle sınırlayarak bu konuda
ayrıĢtıkları anlaĢılmıĢtır.
Vahyin mahiyetinin daha iyi anlaĢılabilmesi için Râzi‟nin melek konusu
üzerinden ayrıntılara inmeye çalıĢırken, Elmalılı‟nın ruh üzerinden açıklamalarda
bulunması dikkat çekici olmuĢtur.
Kur‟ân‟ın terim anlamı konusunda Elmalılı ve Râzi‟nin çok net
tanımlamalarda bulunmadıkları ama Elmalılı‟nın el-Kitab kelimesini izah ederken
kısa bir tanımlamasına rastlamaktayız. Râzi‟nin Kur‟ân‟ın isimlerini 32‟ye çıkararak
her birinin ayrı ayrı izahını yapması, onun Kur‟ân‟ın tüm isim ve sıfatlarını
kapsayıcı bir tarifinin yapılması gerektiği fikrinde olduğunu düĢündürmüĢtür.
Râzi ve Elmalılı ayet kavramının tanımlanması, ayetlerin sıralamasının
tevkifi olduğu, ilk inen ayetin Alak suresi 1-5 ayetler ve son inen ayetin Bakara
suresi 281. ayet olduğu tam bir uzlaĢı içinde görünmüĢtür.
Mefessirlerimiz surelerin düzeninin ilahi kaynaklı oluĢu konusunda ortak
düĢünceye sahip görünürken, bu düzenin ilahi kaynaklı olması nedeniyle hikmetlerle
dolu olduğunu, düzenin bozulmasının hikmetlerin de kaybolması durumunu
doğuracağı düĢüncesini paylaĢmıĢlardır. Müfessirlerimiz ilk nâzil olan sure
konusunda farklı düĢünürken, son inen konusunda Râzi‟nin daha kesin bir görüĢe
sahip olduğu anlaĢılmıĢtır.
Râzi ve Elmalılı nübüvvet kurumunu, Allah‟ın kullarını doğru yola iletmesi
ve ebedi mutluluk yaĢamını tattırmasının bir yolu olduğundan bir lütuf ve rahmet
olarak değerlendirirken, Allah'ın nizamının ve hitabının anlaĢılmasını akılla, tecrübe
ve delile dayanarak netice çıkarmaya bağlamıĢlardır. Nübüvvetin, sorumluluğun ön
Ģartı olduğu konusunda müfessirlerimiz uzlaĢı içindedir.
232
Peygamberlerin yeniden hayat verdiklerini, insanları bitki ve hayvan
halinden çıkarıp, insanlığa yaraĢır hür, mutlu bir hayata kavuĢturmayı
hedeflediklerini böylece hayırda yarıĢarak insanlığa atılım ve geliĢim sağladıkları
fikrini müfessirlerimiz paylaĢmıĢlardır. Nübüvvetin tebĢir ve tebyin görevinin bu
amaca hizmet ettiği gayet açıktır. Ġki müfessirin tebĢirin mi yoksa tebyinin mi
öncelikli olduğu konusunda ihtilafa düĢtükleri gözden kaçmamıĢtır. Nübüvvetin
delillendirilmesinde iki müfessirin tefsirlerinde akıl yürütme metodunu hep ön
planda tutarken, bunun nedeninin yaĢadıkları devirlerin genel Ģartları olduğu
muhakkaktır. Peygamberliğin vehbiliği, tüm peygamberlerin aynı amaca hizmet
ettiği ve Hz. Muhammed‟in mesajının evrensel olduğu konularında benzer fikirleri
paylaĢtıkları görülmüĢtür.
Mu‟cize konusunda iki müfessirin çok farklılaĢmadıkları ve tüm mu‟cize
çeĢitlerinin gerçekleĢmesini mümkün kabul ettikleri anlaĢılmakla beraber tefsirleri
boyunca mu‟cizenin olağanüstülüğü ve akılla izah edilebilir veya zaman içerisinde
insanlığın geliĢimine bağlı anlaĢılabilir hale gelme fikrini savundukları görülmüĢtür.
Hz. Muhammed‟in hissi mu‟cizeler gösterdiğini Ehl-i Sünnet itikadına bağlı kalarak
kabul etmekle beraber daha çok Kur‟ân‟ın icazı üzerinde yoğunlaĢmaları dikkate
Ģayandır. Ġki müfessire göre diğer mu‟cize çeĢitleri geçici cinsinden, Kur‟ân devamlı
ve ebedi mu‟cizeyken Kur‟ân‟ın anlaĢılması, üzerinde tefekkür edilmesi her an
gerçekleĢen mu‟cizeleri görmeye vesiledir.
Ahirete iman konusunun tanımlanması, gerekliliği ve Ġslam dininin en temel
esası olması konularında benzer anlayıĢlara sahip olan Râzi ve Elmalılı, ahirete
imanı Allah‟ın adaletinin doğal bir sonucu saymıĢtır. Ġnsan hayatının merkezinde
ahirete yönelik hedefler olduğunda ancak mutluluk ve huzurun elde edilebileceği,
dünyaya ait faydaların ise yaratılmıĢların en değerlisi insanı tatmin etmekten uzak
olduğu iki tefsirde sık sık bahsedilen konulardandır. Konu hakkındaki
çıkarımlarında muarızı ikna ederken akli ve felsefi yöntemlerle düĢüncelerini
zenginleĢtiren müfessirlerimiz genel metodlarına uyumlu bir hareket tarzı içinde
olmuĢlardır.
233
Kabir hayatı ile ilgili görüĢlerine baktığımızda konuya giriĢ mahiyetindeki
kelime tahlillerinden baĢlayarak iki müfessirde benzerlikler olduğu görülmüĢ,
bununla beraber kabir âlemi veya berzah âleminin varlığını ıspatlama konusu
üzerinde ısrarla durmuĢlar, ayet ve hadislerle görüĢlerini kuvvetlendirmeye
çalıĢmıĢlardır. Ġki müfessir kabir hayatını bedenin ölmesiyle baĢlayıp kıyametin
kopmasıyla sona eren yaĢam boyutu Ģeklinde tarif etmiĢ, dünyada yapılanların
sonucu olarak kabirde karĢılık bulmanın hak olduğu görüĢü savunurlarken, buna
itiraz edenlere Râzi ve Elmalılı tarafından hemen hemen aynı gerekçe ve delillerle
karĢı çıkmıĢlardır. Ayrıca kabir hayatını fenafillâh ve bekabillah gibi tasavvuf
konularıyla da iliĢkilendirilerek, Allah‟ın insanı değiĢik boyut ve bedenlerde
sonsuza dek yaĢatmaya kadir olduğu vurgusu yapmıĢlardır.
ġefaatin olacağı, Ģefaatin Allah‟ın izin verdiklerince yapılabileceği, Allah‟ın
izin vermediklerinin ise Ģefaat edemeyeceği, büyük günah sahibinin de Ģefaate nail
olacağı gibi belli baĢlı konularda Râzi ve Elmalılı aynı fikirleri paylaĢmıĢlardır.
Ġkisinin de fikirlerini savunurken karĢı koydukları düĢünce ise Mutezili fikir
yapısıdır. Elmalılı Râzi‟den farklı olarak dünyada gerçekleĢen Ģefaati öncelemiĢ,
böylece Müslüman bilinci aktif hale getirmeyi hedeflemiĢtir. Çünkü Elmalılı‟ya
göre ahirette gerçekleĢecek Ģefaat düĢüncesi kiĢiyi tembelliğe yönlendirirken,
dünyada gerçekleĢecek Ģefaat düĢüncesi insanları iyiliğe teĢvik edici ve çalıĢmayı
tavsiye eden bir Ģefaat anlayıĢıdır.
Râzi ve Elmalılı, cennet ve cehennemin bu dünyada olmayıp ahiret
hayatında olduğu, bu dünyanın cennete veya cehenneme dönüĢebileceği ama asıl
cennet veya cehennemin ölümden sonra gerçekleĢeceği, dünyada yapılanların
karĢılığı olarak, bu dünyadan ayrı bir mükâfat veya ceza yurdunun var olması
gerektiği, cennette tadılan bazı nimetlerin cennetliklere tanıdık gelmesi konusuna
iliĢkin olarak bu dünyanın da cennete dönüĢebileği veya bazı zamanların cennet
hayatı olabileceği, cennetin ve cennetliklerin özellikleri konularında aynı kanaate
sahip olmuĢlardır. Elmalılı‟nın cehennemden çıkmayı azabın çeĢitlenmesi Ģeklinde
yorumlaması ise iĢaret edilebilecek bir farklı yorumdur.
234
Allah‟ın dünyada görülemeyeceği, ahirette ise görülebileceği düĢüncesi Râzi
ve Elmalılı‟da kabul görürken, dünyada Allah‟ın görülememesinin sebebi olarak da
dünyanın değersiz veya gözlerimizin yapısının O‟nu görebilecek kapasitede
olmaması gösterilmiĢtir. Ġki müfessir Allah‟ı bu dünyada görmenin O‟nu sınırlamak
ve mekânda olduğunu söylemek anlamına geleceğinden mümkün görmezlerken,
cennette cennetliklerin mahiyetini bilmedikleri bir Ģekilde Allah‟ı görmelerinin hak
olduğunu muarızları olan Mu‟tezile ile tartıĢmıĢlardır.
ÇalıĢmamız bize göstermiĢtir ki Fahreddin Râzi et-Tefsîru‟l-Kebîr‟inde
izlediği yeni metodla çok sayıda tefsir, hadis, kelam ve tasavvuf âlimini derinden
etkilediği gibi kendinden yüzyıllar sonra gelen Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟a
da önemli pek çok konuda rehberlik edebilmiĢtir. Râzi‟nin tefsir ilmine getirdiği en
önemli yenilik Ģüphesizki, genelde tüm Kur‟ân‟ın yorumlanmasında özelde ise
kevni ayetleri yorumlamada bilimin verilerine baĢvurmuĢ olmasıdır. Ġzlediği bu
yöntemle, yaĢadığı çağdan günümüze kadar gelen araĢtırmacılara çok kıymetli bir
miras bırakan Râzi‟nin etkisinde kalan ve onun izinden giden Elmalılı, kendi
yaĢadığı sıkıntılı dönemde özellikle Müslüman toplumun cevapsız kalmıĢ çok
sayıda sorusuna cevap mahiyetinde bir tefsir kaleme alabilmiĢtir. Her ne kadar
bazen eleĢtirilmiĢ olsa bile, Kur‟ân tefsirinde kesinleĢmiĢ pozitif ilimlerin verilerinin
kullanımının hem Râzi hem de Elmalılı tarafından amaca hizmet etmek için çok
ustaca kullanıldığı genel kabul görmüĢtür. Aradan geçen uzun zamana ve bilimin
verilerinin çeĢitlenmesine, gerek Râzi‟nin gerekse de Elmalılı‟nın kullandığı
bilimsel verilerin farklılaĢmasına rağmen ulaĢılmak istenen genel sonuçların
birbiriyle çeliĢmiyor ya da çok az çeliĢiyor olması, Kur‟ân‟ın mu‟ciz oluĢuna açık
bir delildir diye düĢünüyoruz.
Râzi ve Elmalılı‟nın araĢtırmamız esnâsında mantık, felsefe ve tasavvuf
ilimlerini, görüĢlerini delillendirme konusunda ustalıkla kullanması dikkate
Ģayandır. Râzi, mantık ilmini en ileri safhada kullanıp tasavvufla destekleyerek
Ġslam inancına temelden zarar verebilecek görüĢlere karĢı koyarken, Elmalılı Hak
Dini Kur‟ân Dili tefsiriyle, kendi döneminde yabancı bir kültürün tehditi altında
235
bulunan Ġslam‟ı, felsefi düĢünceler ile ardından tasavvufla savunmuĢ ve baĢarılı
olmuĢtur.
Bu tefsir tarzının günümüz tefsir araĢtırmacılarına örnek olması gerektiğini
düĢünüyor ve tefsir ilmiyle ilgilenenlerin, dini ilimler alanında olduğu gibi pozitif
ilimler konusunda da gerekli donanıma sahip olmalarının faydalı olacağını
düĢünüyoruz. Ayrıca Ġslam medeniyetinin en özgün ilimlerinden olan tasavvuf ve
ahlâkın mutlaka bilinmesinin gerekliliğine inanıyoruz.
236
KAYNAKÇA
Ahmed, Ebû Abdillâh Ahmed b. Hanbel es-Seybânî (ö. 241/855), el-Musned,
I-VI, Muessesetu Kurtuba, Mısır, tsz.,
Akay, Akif, Ġslam Ġnancında ġefaat, (BasılmamıĢ Doktora Tezi),
N.E.Ü.S.B.E., Konya, 2012.
Akseki, Ahmet Hamdi (ö.1951), Ġslam Dini, Ankara, 1960.
Albayrak, Halis, “Elmalılı M. Hamdi Yazır‟ın Tefsir AnlayıĢı”, Hamdi Yazır
Sempozyumu,(4-6 Eylül 1991), T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993.
Albayrak, Ġsmail, Klasik Modernizmde Kur‟ân‟a YaklaĢımlar, Ensar
NeĢriyat, Ġstanbul, 2004.
Atay, Hüseyin, Kelam‟a GiriĢ, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.
Bayram, Enver, Fahreddin er-Râzi‟nin et-Tefsiru‟l-Kebir‟inde Tefsir Usulü
Uygulaması, A.Ü.S.B. Enstitüsü, Ankara, 2011.
------------------ “Râzî‟nin, Kur‟ân‟daki Yeryüzü (Arz) Ayetleriyle Ġlgili Et-
Tefsîru‟l-Kebîr‟deki Yorumları: Modern Jeoloji Biliminin Verileriyle Kısa Bir
Mukayese”, Tarih Kültür ve Sanat AraĢtırmaları Dergisi, Karabük Üni., c. 1, s. 1,
Mart, 2012.
Berberoğlu, Muhammed Necati, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‟ın
Kelami GörüĢleri, (BasılmamıĢ Y.L. Tezi), S.Ü.S.B. Enstitüsü, Konya, 2009.
Bilgin, Mustafa, “Hak Dini Kur‟ân Dili” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları,
Ġstanbul, 1993.
Bilmen, Ömer Nâsuhi (ö.1971), Büyük Tefsir Tarihi II( Tabakatü‟l-
Müfessirin), D.Ġ.B. Yayınları, Ankara, 1962.
237
BirıĢık, Abdulhamid, “Tefsir” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ankara,
2002.
Bulut, Halil Ġbrahim, “Mu‟cize” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ankara,
2002.
Bûtî, Sait Ramazan (ö. 2013), Kübra‟l- Yakîniyyâti‟l-Kevniyye, Dâru‟l-Fikr,
Suriye, 1997.
Cerrahoğlu, Ġsmail, Tefsir Tarihi, D.Ġ.B. Yayınları, Ankara, 1988.
----------------------, Tefsir Usulü, A.Ü.Ġ.F. Yayınları, Ankara, 1971.
el-Cevherî, Ġsmâil b. Hammâd (ö. 398/1007), es-Sıhah, Mısır, 1376/1956.
Demirci, Muhsin, Tefsir Usûlü, M.Ü.Ġ.F.V. Yayınları, Ġstanbul, 2008.
DenizkuĢları, Mahmut, Fahruddin Râzî ve Tefsirinde Hadis, (BasılmamıĢ
Tez), U.Ü.S.B. Enstitüsü, Bursa, 1989.
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara, 1982.
Ebû Davud, Süleyman b. EĢ‟as es-Sicistânî (ö. 275/888), Sünen, (tah.
Muhammed Muhsin Abdülhamîd), el-Mektebetü‟l-Ġslâmiyye, Ġstanbul, tsz.
Gökçe, Cüneyt, “Berzah” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ġstanbul, 1992.
Gölcük, ġerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam, Tekin Kitabevi, Konya, 2001.
Güney, Ahmet Faruk, Ġbni Sina‟dan Elmalılı‟ya Ġhlâs Suresi Felsefi Tefsir
Geleneği (BasılmamıĢ Doktora Tezi), M.Ü.S.B. Enstitüsü, Ġstanbul, 2008.
Ġbn Mâce, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezîd (ö. 273/887), es-Sünen, (tah.
Muhammed Mustafa el-A‟zami), I-IV, Riyad, 1984.
238
Ġbn Manzûr, Ebu‟l Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî
(ö.771/1311) , Lisânu‟l-Arab, Dâru‟n-NeĢr, Beyrut, Trs.,
el-Ġsfahânî, Ebu‟l Kasım el-Huseyn Muhammed er-Rağıp (ö. 690/1291), el-
Müfredât fi Elfâzil-Kur‟ân, (tah. Safvan Adnan Davudi), Dar‟u Samiyye,
Beyrut,1997.
Kâdî Abdülcebbâr, Ebü‟l-Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed (ö.415/1025), ġerhu
Usûli‟l-Hamse (tah. Abdül Kerim Osman, Ahmed Ebû Hâkim), Mektebetu Vehbe,
Kahire, 1988.
Kahveci, Ġhsan, Fahreddin er-Râzî‟nin Mefâtihu‟l-Gayb Adlı Tefsirinde
Ulûmu‟l Kur‟ân, (BasılmamıĢ Doktora Tezi), S.Ü.S.B.Enstitüsü, Sakarya, 2001.
Kehhâle, Ömer Rıza (ö. 1418/1997), Mûcemu‟l-Müellifine Terâcimu
Musannıfı‟l-Kutubi‟l Arabiyye, el-Mektebetü‟l-Arabiyye, DimeĢk, 1966.
Kirmânî, Ebû Abdillâh ġemsüddîn Muhammed b.Yusuf b. Ali, Sahîhu‟l-
Buhârî bi ġerhi‟l-Kirmânî: el-Kevâkibü‟d Derarî fî ġerh-i Sahîhi‟l-Buhârî, I-XXV,
Dâru Ġhyâi‟t-Türâsi‟l-Arabî, Beyrût, 1981.
Komisyon, El-Mucemü‟l-Vasît, Daru‟l-Maarif, Mısır, 1972.
Köksal, Mehmet Asım, Peygamberler Tarihi, T.D.V. Yayınları, Ġstanbul,
2005.
Kutlu, Sönmez, “Kerramiye” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V. Yayınları, Ankara,
2002.
Küçük, Harun, Fahreddin er-Râzi‟nin Ulûhiyet AnlayıĢı (Yüksek Lisans
Tezi), S.Ü.S.B.E., Konya, 2008.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed (ö.333/795), Te‟vîlâtü‟l-
Kur‟ân, (nĢr. Mehmet Boynukalın, Bekir Topaloğlu), Mizan Yayınevi, Ġstanbul,
2005.
239
Muhsin, Abdulhamid, Râzî Müfessiren, Daru‟l-Hürriye, Bağdat, 1974.
el-Müttakî el-Hindî (ö. 975/1567), Kenzü'l-Ummâl, Dairetü‟l-Maarifü‟l-
Osmani, Haydarabat, 1945.
Özel, Mustafa, Elmalılı ve Mevdudi‟nin Tefsirine KarĢılaĢtırmalı Bir
YaklaĢım (BasılmamıĢ Doktora Tezi), D.E.Ü., Ġzmir, 1999.
Özel, Mustafa, “Hak Dini Kur‟ân Dili Üzerine Yapılan Akademik
ÇalıĢmalar”, Ġslami AraĢtırmalar Dergisi, c. XIV, sy. 1, 2001.
Paçacı, Mehmet, “Oryantalizm ve ÇağdaĢ Ġslamcı Söylem”, Ġslamiyât, c. IV,
2001.
Râzi, Fahreddin (ö. 606/1209), Ġtikâdâtu Fıraki‟l-Müslimîn ve‟l-MüĢrikîn,
(tah. Taha Abdurrauf Sa‟d), Mısır, tsz.
---------------------, Mebâhisu‟l-MeĢrîkıyye fî Ġlmi‟l-Ġlahiyyât Ve‟t-Tabiyyât,
(tah. Muhammed el-Mu‟tasım Billah, el-Bağdadî), Dârü‟l-Kütübi‟l-Arabiyye,
Beyrut, 1990.
----------------------, el-Metâlîbu‟l-Âliye, (tah. Ahmed Hicazi es-Sekâ),
Darü‟l-Kütübi‟l-Arabiyye, Beyrut, 1407/1987.
----------------------, el-Muhassalü Efkâri‟l Mütekaddimîn ve‟l-Müteahhirîn
Mine‟l-Ulemâi ve‟l-Hukemâi ve‟l Mütekellimîn, (tah. Taha Abdurrauf Sa‟d,),
Darü‟l-Fikri‟l-Lübnânî, Beyrut, 1992.
-----------------------, Risâle fî‟t-Tenbîh ala Bâzi‟l-Esrâri‟l-Mudea fî Bâzı
Suveri‟l-Kur‟âni‟l-Azîm ve‟l-Furkâni‟l-Kerîm, (tah. Bahattin Dartma), Amman,
2004/1426.
------------------------, et-Tefsîru‟l-Kebîr, (XXXIII c.), Daru‟l-Kutubu‟l-
Ġlmiyye, Beyrut, 2009.
240
-----------------------, et-Tefsîru‟l-Kebîr, (terc. Suat Yıldırım, Lütfullah
Cebeci, Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru), Akçağ Yayınları, Ankara, 1988.
es-Sâlih, Subhi (ö.1986), Mebâhis fî Ulûmi‟l-Kur‟ân, Beyrut, 1985.
es-Suyûtî, Celaluddin (ö.911/1505), el-Itkân fi Ulumi'l-Kur'ân, Dâru Ġbn
Kesir, Beyrut, 1993.
ġimĢek, Mehmet Sait, Kur‟ân‟ın Ana Konuları, Beyan Yayınları, Ġstanbul,
1999.
Temiz, Mehmet Ali, Nübüvvet ve Risalet Kavramlarının Teolojik Açıdan
Anlamsal Çerçevesi, (BasılmamıĢ Y.L. Tezi), C.Ü.S.B. Enstitüsü, Sivas, 2007.
Tirmîzî, Muhammed b. Ġsa Ebu Ġsa (ö.279/892), Sünenü‟t-Tirmîzî, Daru
Ġhyai‟t-Turasi‟l-Arabiyi, Beyrut, tsz.
Toprak, Süleyman, “Berzah” maddesi, Ġslâm‟da Ġnanç, Ġbâdet ve Günlük
YaĢayıĢ Ansiklopedisi, Çağ Yayınları, Ġstanbul, 1994.
Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, M.Ü.Ġ.F. Vakfı Yayınları, Ġstanbul,
1991.
Uludağ, Süleyman, Ġslam‟da Ġnanç Konuları ve Ġtikadi Mezhepler, Marifet
Yayınları, Ġstanbul, 1992.
Yavuz, Salih Sabri, Ġslam DüĢüncesinde Nübüvvet, Ġnsan Yayınları, Ġstanbul,
Tsz.
Yavuz, Yusuf ġevki, “Elmalılı Muhammed Hamdi ” maddesi, D.Ġ.A.,
T.D.V. Yayınları, Ġstanbul, 1993.
---------------------------, “Fahreddin Râzî” maddesi, D.Ġ.A., T.D.V.
Yayınları, Ġstanbul, 1995.
241
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (1878-1942), Hak Dini Kur‟ân Dili,
Akçağ Yayınları, Ankara, tsz.
-------------------------------------------, Metâlib ve Mezâhib, Eser Yayınları,
Ġstanbul, 1978.
Yıldırım, Suat, Kur‟ân-ı Kerîm ve Kur‟ân Ġlimlerine GiriĢ, Ensar NeĢriyat,
Ġstanbul, 1989.
Zehebî, Muhammed Huseyn (ö. 1977), et-Tefsîr ve‟l-Mufessirûn, Mısır,
1396/1976.
Zerkânî, Muhammed Abdülazîm (ö.1367/1948), Menâhilu‟l-irfân fî Ulûmi‟l-
Kur‟ân, (tah. Fevvâz Ahmed Zümerli), Dâru‟l-Kitâbi‟l-Arabî, Beyrut, 1415-1995.
ez-ZerkeĢî, Bedruddin Muhammed b. Abdullah (ö.794/1392), el-Burhân fî
Ulûmi‟l-Kur‟ân, (tah. Muhammed Ebu‟l-Fazl Ġbrahim), Daru‟l-Ma‟rife, Beyrut, tsz.
242
ÖZET
AYDIN, Abdurrahman, “et-Tefsîru‟l-Kebîr ve Hak Dini Kur‟ân Dili‟nde
Allah, Nübüvvet ve Ahiret Konularının Mukayesesi ”, Doktora Tezi, 243 s.
DanıĢman: Prof. Dr. Ahmet Nedim SERĠNSU
Bu çalıĢmamızda Râzi ile Elmalılı‟nın tefsirlerini Allah, Nübüvvet ve Ahiret
konuları açısından incelemeye tabi tuttuktan sonra iki tefsiri mukayese ettik.
Tez; giriĢ, üç bölüm ve sonuçtan oluĢmuĢtur. Tezimizin giriĢ kısmında
araĢtırmanın amacı, önemi ve metodu üzerinde durulmuĢtur. Ayrıca Râzi‟nin ve
Elmalılı‟nın araĢtırmamıza konu olan tefsirlerinin genel özellikleri incelenmiĢtir.
Birinci bölümde, iki müfessirin “Allah” konusuna yaklaĢımı Allah‟ın varlığı
ve varlığının delilleri, Allah‟ın birliği ayrıca Allah‟ın isim ve sıfatları bakımından
incelenmiĢ ve mukayese yapılmıĢtır.
Ġkinci bölümde, Râzi ve Elmalılı‟nın tefsirleri “Kur‟ân” konusu kapsamında
Kur‟ân‟ın isimleri, vahiy, sure ve ayet baĢlıkları altında incelenmiĢ, ayrı ayrı
mukayese edilmiĢtir. Ayrıca “Nübüvvet” konusunda resul, nebi ve peygamber
kavramlarının filolojik ve kavramsal incelemelerinden sonra mukayese edilmiĢ,
ardından nübüvvetin gerekliliği ve imkânı konularında detaylı incelemeler ve
karĢılaĢtırmalar yapılmıĢtır.
Üçüncü bölümde, “Ahiret” kapsamında ahiret, kabir hayatı, Ģefaat, cennet-
cehennem ve rü‟yetullah konuları deteylı incelemeden sonra karĢılaĢtırılmıĢtır.
Sonuç bölümünde ise Râzi ve Elmalılı‟nın tefsirlerinde mukayesesi yapılan
konuların toplu değerlendirmesi yapılmıĢ, bir neticeye varılmaya çalıĢılmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Kur‟ân, Fahreddin Râzi, Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır, Allah, Nübüvvet, Ahiret, Kur‟ân‟ın Ana Konuları.
243
SUMMARY
AYDIN, Abdurrahman, “A Comparison of The Themes of Allah,
Prophethood and Hereafter in et-Tafsir al-Kabir and Hak Dini Kur‟ân Dili”,
Doctorate Thesis, 243 s.
Advisor: Prof. Dr. Ahmet Nedim SERINSU
In this study, we examined Râzi and Elmalili commentaries on the subject of
Allah, Prophecy and Hereafter and we compared them with each other.
The thesis consists an introduction, three parts and a conclusion. The
introduction part focused on the aim, importance and methods of the research about
the thesis. In addition, the general characteristics of the subject of Râzi and Elmalılı
commentaries are investigated.
In the first part, we looked into two commentors‟ approaches to the “Allah”
issue, evidence of the existence and presence of God, the uniqueness of God in
terms of nouns and adjectives and comparisons are made.
In the second part, Râzi and Elmalili commentaries are examined on the
subject of Qur‟an regarding Qur‟an names, revelation, chapters and verse titles and
they were compared separately. Moreover, in the chapter of prophecy (nübüvvet),
the concepts of messenger(resûl), prophet (nebî) and prophet (peygamber) without a
holy book were compared after their philologic and conceptual studies. Afterwards,
the subjects of necessity and circumstances of prophecy are reviewed in detail and
compared with each other.
In the third part, the concepts of hereafter, grave life, intercession, paradise,
hell and “rü‟yetullah” related to “ Hereafter” are reviewed in detail and then
compared.
At the conclusion part, all topics which are compared in the commentary
books of Râzi and Elmalili are evaluated and the conclusion was drawn.
Keywords: The Qur‟an, Fakhr ad-Din Râzi, Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır, Allah, Prophethood, Hereafter, The Main Topics of the Qur‟an.