18
ve GÜNÜMÜZDE •• EHL-1 SUNNET Tas. No: 2006

TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-1 SUNNETktp.isam.org.tr/pdfdrg/D149034/2006/2006_ONGORENR.pdf · ler gizli ve sonsuzdur. Bunlardan birisine fesat kanşırsa diğerlerine de bula şır

  • Upload
    others

  • View
    18

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

TARİHTE ve

GÜNÜMÜZDE • ••

EHL-1 SUNNET

Tas. No:

İstanbul 2006

(i;Sj ~

ENSAR NEŞRİYAT Ticaret Anonim Şirketi

© Tebliğierin muhteva ve dil bakımından sorumluluklan tebliğ sahibine, telif haklan İSAV'a eserin her türlü basım hakkı anlaşmalı olarak Ensar Neşriyat'a aith

ISBN : 975-6794-75-5

İSLAMi İLİMLER ARAŞTIRMA V AKFI Tarhşmalı İ1mi Toplanb.lar Dizisi: 45

Milletlerarası Tartışmalı İ1mi Toplantılar Dizisi: 10

KitabınAdı

Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet

Editörler Prof. Dr. MahmutKAYA

Doç. Dr. Hüseyin SARIOGLU Dr. İsmail Kurt Seyit Ali TÜZ

Yayma Hazırlayan Hüseyi.tı. KADER

Dizgi- Mizanpaj Ensar Neşriyat

Kapak Düzeni Er han AKÇAüGLU

Baskı

Karmat

1. Basım Haziran 2006

isteme Adresi Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.

Süleymaniye Cad. No: 13 Süleymaniye 1 İstanbul Tel : (0212) 513 43 41 Faks : (0212) 522 46 02

www .ensarnesriyat.com. tr

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ

Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN

İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.

Öğretim Üyesi

Bu tebliğde tasavvufun Ehl-i Sünnet anlayışı çerçevesinde bir değerlen­

dirmesi yapılacakhr. Ancak konuya girmeden önce "Ehl-i Sünnet"in kapsa­

mı ile ilgili bazı bilgilerin kaydedilmesinde fayda millahaza ehnekteyiz. Bi­

lindiği gibi Ehl-i Sünnet tabiri, dinin temel konularında Hz. Peygamber

(s.a.v.) ile ashabın takip ettikleri yolu benimseyenler için kullanılmışhr. An­

cak bu tabirin İslam toplumu içinde genellikle Matür'idiyye, Eş' ariyye ve

Selefiyye gruplarını kapsadığı ifade edilmekle birlikte, bu hususta tam bir it­

tifak bulunmamaktadır.

Mesela, Matüridi alimlerinden Ebu'l-yüsr el-Pezdevi ile Ebu'I-mllin en­

Nesefi'ye göre· Ehl-i Sünnet'i gerçek m&.rıada temsil eden yalnız

Matür'idiyye' dir. Eş' ariyye, Küllabiyye ve Sfrfiyye gibi gruplar ise kendilerini

Ehl-i Sünnet' e nisbet eden fırkalardır. Bazı Eş' ar'i alimlerine göre de Ehl-i

Sünnet'in tek temsilcisi Eş'ariyye'dir. Eş'ari alimlerden Seyyid Şerif Cürcaru

Eş'apyye ile birlikte Selefiyye'yi de Ehl-i Sünnet'e dahil ettiği halde

Matür'idiyye' den hiç söz ehnemiştir. Selefiyye' den bir kısım alimiere göre de

Ehl-i Sünnet'in yegane temsilcisi Selefiyye' dir.

Eş' ariyye ile Matüridiyye Ehl-i Sünnet' e intisab iddiasında bulunan

gruplardır. Öte yandan İbn Teymiyye Bulefa-yi raşidin'i meşru kabul ettik-

158 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

leri için Mu'tezile'yi, ayrıca kendilerini Sünniliğe nisbet eden Kerrfuniyye,

Zahiriyye, SaJ.imiyye ve Sfıfiyye'yi Ehl-i Sünnet gruplan arasında zikretmiş­

tir. Şehristaru'nin tasnifinden de Eş'ariyye ile birlikte Müşebbihe ve

Kerrarniyye'nin de Ehl-i Sünnet' e dahil olduğu anlaşılmaktadır. Abdülkahir

el-Bağdad! ise ehl-i bid'atın görüşlerini reddeden kelfun, fıkıh, tefsir, kıraat

ve Arap dili alimlerini, şeriata bağlı sfıfileri, müslüman mücahidleri ve Sünni

akfudin hakim olduğu coğrafyada yaşayan müslüman halk kitlesini Ehl-i

Sünnet'in kapsamı içinde görmektedir. Sübkl'nin tasnifinde de Kitap, Sünnet

ve İcmaı esas alan Ehl-i hadis, naklin yanında akla başvuran ve Eş' ariyye ile

Hanefiyye' den [Matüridiyye] oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve

aklı esas alıp nihai merhalede keşfte karar kılan ehl-i keşf Ehl-i Sünnet sınır­

lan içinde görülmektedir. ı

Yukandaki bilgiler Ehl-i Sünnet'in kapsamıyla ilgili tam bir ittifakın bu­

lunmadığını ortaya koymakta, ayrıca sfıfiyyenin, bazılarına göre Ehl-i Sün­

net'in içinde bazılarına göre ise dışında mütalaa edildiğini göstermektedir.

Tasavvuf ehli ise genel manada kendisini Ehl-i Sünnet kapsamı içinde gör­

mekte, Ehl-i Sünnet içinde temayüz etmiş olan pek çok aJ.im bu zümre içinde

yer almaktadır. Dolayısıyla "Ehl-i Sünnet" konulu bu toplantıda tasavvufla

ilgili ortaya konulması gereken esas mesele, onun genel manada Ehl-i Sün­

net'in içinde mi ya da dışında mı olduğu konusundan çok, uygulama ve dü­

şünce bakımından hangi şekil ve tarzİnın Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuştuğu,

hangisinin uyuşmadığı hususudur. Ancak bu konuda Kitap ve Sünnet' e da­

yalı birtakım delil ve görüşlerden yola çıkarak sonuca varmak oldukça zor

gözükmektedir.

Zira tarihte ve günümüzde tasavvufu gerek tamamen gerekse bir kısım

düşünce ve uygulamalan açısından EhH Sünnet'in dışında görenlerin daya­

naklarıyla, onu Ehl-i Sünnet içinde görenl.erin dayanaklan da çoğunlukla Ki­

tap ve Sünnet olmuştur. O sebeple burada kabul ya da red açısından tasav­

vufi birtakım düşünce ve uygulamalar hakkında aynı yaklaşım içine girmek

şimdiye kadar gelinen noktaya bir şey ilave etmeyecektir. Bizce bu hususta

isabetli değerlendirmeler yapabilmek için öncelikle tasavvuf ehlinin kendile-

bk. Yusuf Şevki Yavuz, "EhH Sünnet", QİA, X, 528; a. mlf., "Ehl-i Bid'at", DİA, X, 503.

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 159

rini nasıl tammladıklannı; yani tasavvufun uygulama ve düşünce açısından

din içindeki yerini, alamm, sırurlarım ve metodunu belirlemek gerekmekte­

dir. Zira bir grup hakkında herhangi bir değerlendirme yapmadan önce, o

grubun kendisini nasıl ve nerede gördüğünün bilinmesi, yapılacak değer­

lendirmenin sağlığı açısından birinci derecede önem arz etmektedir. ~

I. Tasavvufun Dindeki Yeri/ Alam

Sı1filere göre tasavvuf İslfun'ın olmazsa olmaz şartı değildir. Yani tasav­

vuf yoluna girmek Müslüman olmamn şartlarından biri olarak ileri sürül­

memiş, ancak dinin iman ve amel bakımından kemiHi için gerekli görülmüş­

tür. Nitekim sılfiler Cibril hadisinde (Buhtin", İman, 37) belirtilen dinin "i­

man", "İslam" ve "ihsan" şeklinde sıralanan boyutlarından tasavvufu üçün­

cüsüne; yani "Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme" şeklinde açıklanan "ih,­

san"a tekabül ettirmektedirler.

Hadisteki açıklarnalara göre dini bütün boyutlarıyla yaşayabilmek için

kişilerin Ônce iman ederek din sırurları içine girmeleri, ardından namaz, o­

ruç, zekat, hac gibi ibadetleri yerine getirerek İslfun'ı yaşamaya başlamaları

ve bu yaşayış sırasında da adeta Allah'ı görüyormuş gibi bir ruh kıvamı i­

çinde olmaları gerekmektedir. Dinin bu boyutlarından ilkini kelfun, ikincisini

fıkıh, üçüncüsünü de tasavvuf kendisine ilgi alam olarak seçmiştir.

Önemli mutasavvıflardan İmam-ı Rabbam, Ahmed el-Farfrkl es-Sirhin­

di, (ö. 1034/1624) tasavvufu, "ilim", "amel" ve "ihlas" şeklinde üç cüz olarak

tasnif ettiği şeriatın üçüncü cüzüne; yani ihlası gerçekleştirmeye yardımcı bir

kurum olarak zikretmekte, tarikat ve haklkate ulaşmaktan maksadın sadece

şer!atla arneli ihlas bakımından tarnarnl~ak olduğunu açıkça belirtmekte­

dir.2

Burada işaret ediiniesi gereken bir husus "ihlas" ya da "ihsan"ın iman

ve arnelden bağımsız. bir parça değil, aksine bu iki cüzün özünü ve zirvesini

teşkil ettiğidir. Dolayısıyla tasavvuf dinin özü/esası/rUhu ile ilgilenmektedir.

Tasavvuf ehli bunu gerçekleştirmek için kendilerine Hz. Muhamıned'i (a.s)

2 bk. Mektılbfit, Mekke 1316, I, mektup 36, 41, 59.

160 TARİHTE ve .GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

bütün tavır ve davraruşlarıyla örnek kabul etmiş; onun sünnetini en ince ay­

rıntısına kadar yaşamayı/yaşatmayı hedef olarak seçmiştir. Bu manada "Ehl­

i Sünnet''in esas temsilcisi sfıfiyye olmaktadır.

Sfıfiler "ihsan/ihlas" seviyesini gerçekleştirmek için kişilere nafileler ve

mübahlar alanından birtakım formüller sunmakta, ancak bunların zorunlu

ibadetlerle (farzlar, vacipler) birlikte yapılması gereğini özellikle vurgula­

maktadır. Tasavvuf kaynaklarında zahir-i şenata riayet edilmeden batın yo­

luyla haklkate ulaşılamayacağı hususu kaydedile gelmiştir. O sebeple farzla­

rın hiç eda edilmemesi ya da nafileler yapılırken ihmal edilıpesi, hatta ruh­

satlardan yararlanmaya başlanması tasavvuf adına sapma olarak telakki e­

dilmektedir.

Tasavvufun sunduğu formüller, o yola giren kimselere seyr u sülfık de­

nilen bir süreçte uygulatılır. Müridin manevi eğitimi için gerekli görülen bu

formilllerin uygulanması gaye olmayıp, insaru Allah' a götüren birer "veslle"

"vasıta" olarak kabul edilirler. Yukarıda da belirtildiği gibi bu formülleri uy­

gulamak Müslüman olmanın şartı değildir. Zaten formüllerin nafilelerden

oluşması da bunu göstermektedir. Ancak bir kimse Allah'a daha çok yakın

olınak maksadıyla bu formülleri yapmak isteyebilir ve tasavvuf ehlinin ha­

zırlayıp sunduğu tavsiyeleri uygulama yönünde irade ortaya koyabilir.

Tasavvuf kurumu böyle bir tercihte bulunan kimseye "irade eden", "is­

teyen" anlamında "mürid" adını vermiştir. Yani bu kimse kendi-arzusuyla

Allah' a daha yakın olmak için zorunlu olmadığı bir alana girmeyi kabul et­

miş demektir. İşte bu noktadan soma o kimse zorunlu birtakım vazifeler ile

karşı karşıya gelmektedir. Bu durum nafile bir namaz kılınak isteyen kimse­

nin, namaza baŞladıktan soma birtakım farzları yapmak zorunda kalmasına

benzetilebilir.

Ayrıca nafile ya da mübah alanda önerilen tasavvufi formüllerin uygu­

lama zamaru, rnekarn ve aqedi açısından asr-ı saadette örneğine rastlanma­

ması ya da başka dinler ve sistemlerdeki uygulamalarla benzerlik arz etmesi

bunların tamamen dış tesirlerle oluştuğu ve kötü bir bid'çıt olduğu anlamına

gelmez.

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 161

O takdirde bizzat Ehl-i Sünnet'i oluşturan fırkaların, mesela Matüridiy­

ye ve Eş'ariyye'nin denassların ihtiva ettiği konulan ispatlanmak ve yorum­

lanmak için başvurdukları daha önceden örneğine rastlai:unayan bilgilerin

de (vesail) bid'at olarak nitelenmesi gerekir. Oysa bu bilgi ve uygulamaların

Hakk'a, hak!kate ulaşhran birer vesile oldukları bilinir ve İslam'ın temel

premipleriyle çelişmedikleri görülürse gaye haline getirilmedikleri sürece

bir mahzur teşkil etmez.

Tasavvuf yoluna giren kimsenin yapması zorunlu olan ilk şey bir rehbe­

re/mürşide/şeyhe tam olarak teslim olması ve onun görüşlerine sıkı sıkıya

bağlanmasıdır. Şeyhe bağlılık tasavvufun olmazsa olmaz şartlanndan biri­

dir. Bunun böyle olduğunu tasavvuf ehlinin yanı sıra tasavvuf dışından bir

kimse olan ve tasavvufi mücahedeyi "keşif ve ıthla" a ulaşmanın gayesi hali­

ne dönüştürüldüğü için bid'at olarak niteleyen İbn Haldun da belirtmekte­

dir.

Ona göre böyle bir yolu seçen kimseler için şeyhe bağlanmak farz ve za­ruret derecesinde gereklidir. Zira seyr u süluk esnasında meydana gelen hal­ler gizli ve sonsuzdur. Bunlardan birisine fesat kanşırsa diğerlerine de bula­şır. Çünkü her hal kendinden önce gelen hallerin üzerine bina kılınmaktadır. Hallerdeki fesattan maksat .zıtların husllle gelmesidir. İşte salikin/müridin helaki bura~a meydana gelir. Zira bir kere fesat bulaşırsa telatisi ve ıslahı ar­hk mümkün olmaz. Çünkü irade dışındadır ... Eğer salik karnil bir şeyhin de­netimi altmda bulunursa süluk doğru bir yol takip eder, tehlikelerden emin olur, aldanma endişesi kalmaz. Çünkü şeyh daha önce bu yolda yürümüş, hallerin nereden ve nasıl doğduğunu, ·engellerin nerede önüne çıkacağını görmüştür.3

Tasavvuf yoluna girmek bir bakıma dini daha iyi yaşama ve Allah' a yaklaşınada (takarrub ilallah) daha hızlı ve emin yol alma arzusundan kay­naklanıyor. Bunu, mesela hacca gitmek isteyen bir kimsenin kara yolu yerine hava yolunu tercih etmesine benzetrnek mümkündür. Hava yolunu seçenler uçağa bindikten sonra bütün iradesini pilota teslim etmek zorunda kalıyor­lar.

3 Şifiiii's-siiilli telızfbi'l-mesiii/ [nşr. Muhammed Tand], İstanbul 1958, s. 74-76.

162 TARiHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

Ayrıca, uçak havalandıktan sonra bu yolculuktan vazgeçrnek de tama­

men pilotun rızasına bağlı hiile geliyor. Ya menzile varıncaya kadar sabredi­

lecek ya da pilot razı olursa en yakın havalimanına iniş yapılacakhr. O se­

beple tasavvuf yoluna girmek isteyen kişiler, karşılaşacakları birtakım zo­

runluluklar ve yükümlülükler sebebiyle sonradan pişman olmamaları için

genellikle uyarılmakta, tam istekli ve ısrarlı oldukları anlaşılmadıkça kabul

edilmemektedirler. Bunun tasavvuf tarihinde bir çok örneği vardır.

Mürşide/şeyhe mürid üzerinde tam yetki ve hakimiyet verildiği için, ta­

savvuf kurumu mürşidin ısrarla kamil ve icazetli olmasını, dinin temel pren­

siplerine aykırı bir tutum ve davranış içersine girmemesini ve şeriat çizgi­

sinden kesinlikle sapmamasını şart koşmaktadır. Bu noktada mürid olmak

isteyenlere de seçimini doğru yapması hususunda uyarılarda bulunmuştur.

Zira seyr u süluk şeriat noktasından başlanmakta ve nihayetinde yine, bir

daire misali şeriat noktasına ulaşmaktadır. Ne var ki, daireyi tamamlayanlar

dini/şeriah "ihsan/ihlas" seviyesinde yaşama kıvamını elde ederken diğerleri

bu hale çoğunlukla erememiş olmaktadırlar.

Seyr u süluk esnasında sufilerin yaşadığı hallerden birisi de "keşf"tir. Bu

hiili yaşarken müridin kalbi bir ayna haline gelmekte ve ilmin ana kaynakla­

rım görerek bazı sırlara; manevı/batınl bilgilere vakıf olmaktadır. Ancak kal­

be güvenilir ve doğru bilgilerle birlikte şeyta.nl bilgilerin de gelmesi ya da

şeytarun doğru bilgileri bulandırması söz konusudur. O yüzden seyr u

sülukünü henüz tamamlamamış olaruar kendilerine gelen bilgileri, eğer ilim

sahibi iseler Kitap ve Sünnet'in verileriyle kontrol ehneli, ona göre kabul ya

da reddehnelidirler. Ayrıca bu bilgilerin bir kısmı kalbe remizler olarak yan­

sır. Süluk esnasında rehbere/şeyhe uymanın bir sebebi de doğru bilgileri

yanlışlarından ayırma veremizleri çözme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde tasavvufun din içinde zorunlu bir alan

olmadığı, bu yola kendi iradesiyle girenierin uymak zorunda oldukları ku­

ralların ise tasavvufun kendi iç disiplininin gereği olduğu açıkça görülmek­

tedir.

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 163

II. Tasavvufun Kaynağı/Metodu

Tasavvuf ehlini diğer gruplardan ayıran temel özelliklerin başında, bil­

giye ulaşma ve hakikati elde etme konusunda benimsedikleri keşf metodu

gelmektedir. Bu yüzden sfrfilere "ehl-i keşf ve mükaşefe" de denilmiştir.4 . Öngören, "Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri",5 Genel

olarak manevi perdenin açılmasıyla doğru bilgiye ve gayba ait konulara va­

kıf olma anlamında kullamlan "keşf", fizik ötesi (gayb) alem için yegane bil­

gi kaynağı olarak görülmekte, fizik alem için ise keşfin yam sıra "burhan ve

delil"in de (duyu organları, akıl ve istidlal bunun içindedir) geçerli olduğu

kabul edilmektedir.

Tasavvuf kaynaklarına göre keşfin "muhadara", "mükaşefe" ve "müşa­

hede" olmak üzere üç mertebesi vardır. Kalbin Hakk'ın huzurunda olması

anlamına gelen muhadara, başlangıç hali olup aym zamanda ilim ehlinin de

mertebesidir. İlme'l-yakin diye de adlandırılan bu mertebe tefekkür, istidlal

ve kesb ile gerçekleşir.

Muhadaradan sonra mükaşefe haline ulaşılır. "Kalb" veya "sır" gözü­

nün açılmasıyla gayb aleminin görüldüğü bu mertebede delil, akıl ve duyu

organlarına ihtiyaç duyulmaz. A yne'l-yakln mertebesi de denilen bu merte­

be ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbi) gerçekleşmektedir. Mükaşe­

feden sonra meydana gelen müşahede hali ise açık bir şekilde kalbin veya

sırrın Hakk'ı görmesidir. Buna ayrıca hakka'l-yakln mertebesi de denir.

Sfrfinin elde ettiği bilginin doğruluk ve kesinlik ölçüsü, yaşadığı keşfin

derecelerine göre farklılık arz eder. Tasavvuf klasiklerinden Keşfü'l-mah­

cub'un yazan Hücv1r1 (ö. 465/1072 [?])bu hususta şöyle bir açıklama yapmış­

hr: "Bir taife 'marifet ilhamdır' diyor. (Oysa) bu imkansızdır. Çünkü marifet­

te hakkın da balılın da bir delili vardır. Halbuki doğru-yanlış konusunda il­

ham ehli için bir delil yoktur ...

4

5

Keşf metodu ve tasavvufta kaynaklık değeri için b k. Reşat

İstanbul Üniversitesi İ/alı iyat Faf..:ii/tesi Dergisi, V [2002], s. 85-96).

164 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

İlham aldığım iddia edenlerin birinin dediği diğerinin dediğini tutma­

dığına göre, hatta birbiriyle çelişen bilgiler ileri sürdüklerine göre bunların

iddialan şeriat ile kontrol edilmelidir. Şenata aykın olan bir söz ilham ola­

maz ... imdi marifet şenattır, nübüvvettir, hidayettir; ilham· değildir. Ve man­

fet konusunda ilhamm hükmü her bakımdan bahldır."6

Tasavvuf kaynaklanndaki genel kullamını dikkate alındığında Hücvi­

n'nin burada "manfet" terimi ile keşfin en ileri boyutu olan müşahede ha­

linde gelen bilgiyi, "ilham" ile de mükaşefe mertebesinde gelen bilgiyi kas­

tettiği anlaşılmaktadır. Nitekim son dönem mutasavvıflanndan Ahmed A vni

Konuk da (ö. 1938) rabban1 tecelll olarak tavsif ettiği müşahedede herhangi

bir hatanın söz konusu olmadığım, ruharn tecelll olan mükaşefede ise hata

olabileceğini belirhniştir .7

Bu yüzden tasavvuf kaynaklarında keşifte hatanın sebepleri üzerinde

durolmuş ve seyr u sülı1k erbabına bu konuda uyarılarda bulunulmuştur.

Seyr u sülı1künü tamamlayıp belli bir mertebeye ulaşanların keşfi bilgisinde

ise genellikle hata olmayacağı belirtilmektedir. Zira bu kimselere gelen bilgi­

nin doğruluğu, kesinliği ve kaynağı açısından vahiy ile eşdeğerde olduğu,

aym zamanda vahiy gibi şeytan ve nefsin müdahalesinden de korunduğu

kabul edilmektedir.

Sı1filer bir çok açıdan vahiyle eşdeğerde gördükleri keşfi bilgiler vasıta­

sıyla dini nasslan yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma imkanına sahip

olduklarım belirtmektedirler. Bu noktada keşif içtihadla, keşif sahibi de

müçtehidle aym konuma getirilmiş oluyor. Ancak içtihadda hata ihtimali söz

konusu olduğu halde, müşahede mertebesinde yaşanan keşifte hata ihtimali

bulunmadığı içiiı keşif içtihaddan da üstün kabul edilmektedir. O yüzden

Muhyiddin İbnü'l-Arab1 (ö.638/1240), fakihlerin.çı:rtaya koyduğu bir hükmün

yanlış ya da doğru olduğunu Allah dostlan keşif yoluyla bilirler demiştir.

Ancak ona göre sı1filer yanlış olduğunu bildikleri hususlarda fakihlere mü­

dahale etmezler. Kendileri ise doğru bildikleri şekilde amel etmek zorunda-

6

7

Ali b. Osman el-Cüllabl el-Hücvlri, Keşfii'l-malıcub [haz. Süleyman Uludağ], İstanbul 1982, s.403.

Tedbiriit-ı İllilıiyye Tercüme ve.Şer/ıi [nşr. Mustafa Tahralı], İstanbul 1992, s. 200. ·

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 165

dırlar. Zira bu durumda onlar içtihad eden müçtehid gibi olduklan için,

müçtehid ictihadının hilafına amel edemediği gibi sufi de keşfinin hilafına

amel edemez.8 Öte yandan keşfi bilgiler, sağlam akıl ve sahih nassla ortaya

konan bilgilerle genellikle çelişmezler. Yani dinin zamr hükümleriyle batırıl

bilgiler arasında hakikatte bir zıtlık söz konusu değildir. Ancak Hz. Musa ile

HıZır'ın bilgilerinde olduğu gibi9 bu iki ilim arasında görünüş itibariyle bir

çelişki bulunabilir.

Keşif yoluyla sfrfilerin bazı gayb bilgilerine ve henüz zuhfua gelmemiş

kader hükümlerine de vakıf olmaları söz konusudur. Ayrıca Allah'ı gerçek

manada bilme (marifet-i ilahi) ve O'na gerçek manada inanmanın da keşf yo­

luyla meydana geleceği vurgulanmış, bu konuda aklın yetersizliği üzerinde

özellikle durulmuştur. Sahih burhanla ulaşılan ilmin Allah'ın varlığı ve bir­

liği hakkında şüpheleri gidererek şirk.koşanları ikna edebileceği kabuledilse

de, Allah'ın bilgisine (marifet) ulaşmak için keşiften başka bir yol bulunma­

maktadır.10

İmam Kuşeyri (~. 465/1072) yolun başında olan kimselerin Allah'ın var­

lığını ve birliğini deliller ile bileceğim, ancak mükaşefe haline gelindiğinde

gayb alemi ile arasındaki perdelerin kalkmış olması ve Allah'ın sıfatlanyla

ünsiyet halinde bulunması sebebiyle delil üzerinde düşünmeye ihtiyaç kal­

mayacağını belirtmiş, müşahede haline ulaşıldığında ise bizzat Hakk'ın zu­

hur edeceğini açıkça dile getirmiştir.11

İmam Gazzali de avfunın taklid ile benimsedikleri imanı birinci mertebe,

kelamcılann istidla.I tarikim de kullanarak benimsedikleri imanı avaının de­

recesine yakın olmakla birlikte ikinci mertebe, ariflerin yakin nuruyla müşa­

hede sonucu ulaştıkları imanı ise en ileri mertebe olarak tasnif etmektedir.12

8

9

10

11

12

bk. el-Fiitiihiltii'l-Mekkiyye, ts., I, 151.

bk. El-Kehf 18/65.

İbnü'l-Arab!, Fiitii/ıat, I, 158.

Abdülkecim Kuşeyri, er-Risiiletii'l-Kuşeıjriyye, [thk. Abdülhalim Mahmud-Mahmud b. Eş­Şerif], Kahire, ts., I, 245.

Muhammed el-Gazzau et-Tils'i, İlıyiiii ulılmiddin, Kahire 1967, III, 20.

166 TARiHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

Bunu ifade için bazı silfiler "Allah' a inanmak O' nun ulilhiyetini müşa­

hede etmektir" demişlerdir13 . Allah'ın varlığım ve birliğini tasdik sadedinde

söylenen kelime-i şehadete "Eşhedü" (ben görüyorum ki) ile başlanması da

bu hususa işaret etmektedir.

İmam Gazzal] başta olmak üzere bir çok silfinin keşifle ulaşılan imanı en

üst seviyede görmesi, keşfi bilginin kişide yak!n/tatınin duygusunu hasıl et­

mesi sebebiyledir. Zira keşf halini yaşayan kimse vahiy ile bildirilmiş olan ve

burhan ve delille ortaya konmuş bulunan dinin hükümlerini bizzat görür ha­

le gelerek yakine ermektedir.

Nitekim İbrahim (s.a.v.) Hz. Allah'tan ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine

göstermesini istediği zaman, Hz. Allah "Yoksa inanınadın mı?" diye hitap

etmiş, o da "İnandım ancak kalbimin mutmain olması için görmek istedim"

demiştir (Bakara, 260). Buna silfiler "iman" ile "ıyan"ın birleşmesi demekte­

dirler. Bu hale eren kimsenin dil ile ikrar, kalb ile tasdik, ruh ile yakm derece­

sine14 ulaşhğı kabul edilir. Öte yandan yakm derecesinde imana eren kişinin,

şer'i emirleri yerine getirmekte zorlanmayacağı belirtilıniştir. Zira arnelde

noksanlık yakinde noksanlıktan ileri gelmektedir. İmam-ı Rabbam silfiyye

yoluna girmekten maksadın şer' an iman edilmesi gereken şeylerin hak oldu­

ğuna yakini arhrmak ... ve şer'i emirlerin edası hususunda kolaylık sağlamak

olduğunu belirtmiştir.1s

Keşfi bilgiler duyu organları ve onların verilerini kullanan akılla elde

edilmediği için, bir kısmının ifadesi imkansız gibidir. Kör bir kimseye bir

rengin ne demek olduğu açıklanamadığı gibi o bilgiler de izah edilememek­

te, açıklanmak istendiğinde ise muğlak ve şaşırho mecazlar kullanılmakta­

dır. İmam Gazzaıi bu tür bilgilerin kitaplara yazılmasının ve ifşa edilmesinin

caiz olmadığını ifade eder.16

13

14

15

16

Muhammed KeHibazi, et-Taarrıifli mezhebi e!ı/i't-tasavvıif[nşr. Mahmud Emin Nevav'i], Ka­

hire 1980, s. 100.

Ebu Abdurrahman es-Sülerni, Kittibii'l-mııkaddime ft't-tasavvıif [nşr. Süleyman Ateş], Anka­

ra 1981, s. 103.

Mektfibtit, I, Mektup 59, 217.

bk. İlıya, ı, 20-23.

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 167

İmam-ı Rabbani de kendisine gelen bir kısım bilgileri remz ve işaretle

dahl anlatamayacağım, bunların nübüvvet kandilinden iktibas edildiğini ve

Ebu Hüreyre'nin "Şayet açıklarsam şu boğaz kesilir" diye ifadeye koyduğu

türden bilgiler olduğunu belirtmiştir.J7

~ Yukarıdaki bilgiler göstermektedir ki, tasavvuf ehli keşif metodunu kul­

lanma imkarn olmayanlara göre özellikle metafizik alanda birtakım yeni ve

farklı bilgilere ulaşmaktadırlar. Bu durumda burhan ve delil metodunu kul­

lanan ziihir ehline göre onların gerek varlık; yani Allah, kilinat ve insan hak­

kında, gerekse dinin birtakım hüküm ve kuralları hakkında farklı görüşlere

sahip olmaları söz konusu oluyor. Ancak bu bilgileri açıklamak zorunda ol­

madıklarını belirtmeleri ya da bir kısmını sembol ve işaretlerle açıklasalar bi­

le bir kısmını kesinlikle dile getiremediklerini söylemeleri, keşifle elde edilen

bilgilerin esas olarak keşif sahibinin ve ona uyanların derı1nl dünyasıyla ilgi­

li olduğıınu, bunun dışında bir başkasım bağlamadığım göstermektedir. Ay­

nca ileri gelen sufilerin keşfi hakikatlerden ibaret olduğunu belirttikleri eser­

lerini herkese tavsiye etmemeleri, sadece ehil olanların okuması gerektiği

yönündeki uyarıları da bunu te'yid etmektedir.

III. Ehl-i Sünnet ve Tasavvufi Alan

Tasavvuf ehlinin görüşlerine dayarnlarak özetlerren yukarıdaki bilgiler

bize tasavvufun uygulama ve düşünce açısından alam, sırurları ve metodu

ile ilgili net bir kanaat vermektedir. Buna göre tasavvuf din içinde mükellefi­

yet açısından nafile ve mubah alanı kapsamaktadır. İcra edilen nafilelerden

bir sonuç alabilmek için farzların da eda edilmesi gereklidir. Uygulanan

formüller gaye değil, Allah'a ulaştıran birer vasıta olarak kabul edilir. Bu

uygulamalarla hedeflenen, ihsan/ihlas boyutunu gerçekleştirerek dini tam

manasıyla yaşamaktır.

Öte yandan bilgi kaynağı olarak benimsenen keşf metodu ile imanda

yakl:n ve arnelde kolaylık meydana gelmektedir. Bu metodla bazı gayb bilgi­

lerine vakıf olma, dini nassları yorumlama, bunlardan hüküm çıkarma ve

yapılan bazı içtihad hatalarım tesbit etme imkanı vardır. Ancak bu imkan

17 Mektılbat, I, mektup 267.

(

\

168 TARiHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

dinin bilinen hükümlerine umum adına yeni ilaveler yapılmasını ya da bir

kısımnın değiştirilmesini gerekli kılmamakta; sadece keşif sahibini ve ona

uymayı kabul edenleri ilgilendirmektedir. Ayrıca keşfi bilgilerin, sağlam akıl

ve sahih nassla ortaya konan bilgilerle genellikle çelişmeyeceği belirtilıniştir.

Yani diı.-ı.in zahir hükümleriyle batını bilgiler arasında hakikatte bir zıtlık söz

konusu değildir.

Bunlar tesbit edildikten sonra, tekrar başta işaret ettiğiıniz hususa döne­

cek olursak, Ehl-i Sünnet açısından tasavvufun herhangi bir meselesi ele a­

lındığında, yapılan değerlendirmelerin doğru ve tutarlı olması için tasavvuf

ehlinin kendileri için belirlediği alanın sınırlan ve bilgi için benimsedilleri

metodun özellikleri öncelikle dikkate alınmak zorundadır diye düşünüyo­

ruz. Yapılan değerlendirmelerin doğruluğu ve tutarlılığı açısından bunu ge­

rekli görmekteyiz.

Mesela, tasavvuf ehlinP nisbet edilen "İmamı/şeyhi olmayanın ima­

mı/şeyhi şeytandır" sözü belirtilen sınırlar dikkate alınmadığı takdirde ilk

bakışta, şeytanın tasallutundan kurtulmak için her Müslüman'ın mutlaka bir

şeyhe intisab etmesi gerektiğini ifade etmekte, dolayısıyla tasavvuf yoluna

girmek İslam adına zorunlu hale gelmektedir.

Oysa bu sözün söylendiği alan, hitap ettiği kesim dikkate alındığında

anlamı değişmektedir.

Şöyle ki: Bayezid-i Bistaınl'ye nisbet edilen bu söz tesbit edilebildiği ka­

danyla ilk olarak İmam Kuşeyri'nin Risille'sinde geçınekte ve "müride nasi­

hat" bölümünde kaydedilmektedir(II, 735). Bu durumda sözün muhatabı bü­

tün Müslümanlar değil, tasavvuf yolunu seçenler olmaktadır. Yukanda da

işaret edildiği gibi kendi iradeleriyle tasavvuf yolunu seçenler değişik sebep­

lerden dolayı mutlaka bir şeyhe bağlanmak zorundadır. Aksi takdirde şey­tanın oyuncağı haline gelmektedirler.

Bir başka örnek olarak Muhyiddin İbnü'l-Arab!'nin Bakara Suresinin 6

ve 7. ayetlerine getirdiği yorumla ilgili Diyanet İşleri eski başkanlarından

Ahmed Harndi Akseki'nin (ö.l951) sorduğu soruya, son dönemin önemli

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 169

mutasavvıf alimlerinden Babanzade Ahmed Naim'in (ö.l934) yazdığı cevap­

taki uyanlar da kaydedilebilir.ıs

Akseki mektubunda İbnü'l-Arabi'nin belirtilen ayetlere verdiği işiiri

manaları kaydettikten sonra özetle şöyle demektedir: Bendeniz zahir-i nassa

mUhalif olan bu fikirleri, Nebiy-yi masumdan başka her kimden suclur eder­

se etsin, adeta dalillat-ı bahniyye' den gibi telakkı ediyorum. Filhak!ka bunlar

te'v!l de edilebilir. Fakat gayr-i masumdan suclur eden bu gibi aykırı fikirleri

te'vlle mecbur muyuz? ...

Babanzade de özetle şöyle cevap vermiştir: Evvela şunu arz edeyim ki,

kendinizce zahir-i nassa muhalif gördüğünüz bu tarz-ı beyana karşı şiddetli

kıyam etmenizden dolayı gayret-i diniyyenizi müstahsen bulup sizi tebrik

ederim. Bu yazınız bilfarz Şeyhu'l-ekber ve emsali zamanında söylenmiş ol­

saydı, yine sizi ziyade beğenecek [olanlar] onlar olurdu ...

Bu gibi sözler Şeyhü'l-ekber'in açığa vurduğu vahdet-i vücı1d akldesine

ve bu akldenin keşfen ve zevkan bizzanlre olmasına dayanıyor. Bu sözler

zahir-i şer'iah yıkmak için olsaydı haklkaten dalalat-ı bahniyye' den olurdu.

Fakat zahir-i şeriat muhafaza edilmek ve Kur'an-ı Kerim'in delalet-i

evveliyyesi herkesin anladığı gibi mahfuz kalmak şarhyla, bir de nazm-ı

Kur'an'ın delillet edebileceği kendi zevklerine muvafık cihetlere de işaret

etmek istiyorlar ... Tefslrini herkesin marufu olan tarikten yürütmeyip zevk

ve muhabbet aleminde olanların nasibdar olduğu hillat-ı azlıneye işaret ede­

cekkadar lafz-ı Kur'an'ın vas! ve şümullü olduğunu gösteriyor ve bununla

şeriattan hiçbir taş yıkmış olmuyor ...

Babanzade'nin yukarıda dikkat çektiği hususlar, 1) Yorumların keşf ile

elde edildiği, 2) Ayetlerin ilk anlaşılan manalan inkar edilmeden tasavvuf

ehlini ilgilendiren manalara da işaret edildiği, dolayısıyla zahir-i nassa/şeri­

ata bir halel getirmediği şeklinde özetlenebilir. Şu halde bu ayetlerin yorurn­

larıyla ilgili bir kanaat ortaya koymadan önce keşfi bilginin mahiyeti, bağla-

18 Daha önce Sebflü'r-reşiid'da yayımlanan Akseki'nin mektubu ve Babanzade'nin buna ceva­bı, Dücane Cündioğlu tarafından Dergii/ı dergisinde [c. VIII, Aralık 1997, sy. 94, s. 19-20) bir giriş yazısıyla birlikte tekrar yayımlanmıştır.

170 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

yıcılığı, umumu ilgilendirip ilgilendirmediği vb. hususların dikkate alınması,

daha sonra ise yapılan yorumun hangi alanla ilgili olduğunun belirlenmesi

gerekmekte, bütün bu safhalardan sonra ortaya konan bilginin -kim için o­

lursa olsun- şeriahn açık bir hükmünü ilga, tahrif ya da tezyif edip etmedi­

ğine bakılması gerekmektedir.

Babanzade'nin cevabında işaret edilmesi gereken bir başka husus, Ak­

seki'nin zahir-i nassa aykırı gördüğü bir yoruma, gayret-i diniyyesinden do­

layı itirazını güzel bularak takdir etmesi, hatta bu itirazı bizzat İbnü'l­

Arabi'ye yapma imkarn olsaydı onun da kendisini takdir edeceğini belirtme­

sidir. Bu ifade ve tavır bile alanların farklılığını dikkate almamn gerekliliğini

ortaya koymaktadır. Babanzade burada demiş oluyor ki, zahir alamn­

dan/noktasından öyle görüyor ve bunun şeriata zarar verdiğini düşünüyor­

samz elbette itiraz etmelisiniz. Bu sizin dindarlığımzın bir alametidir. Tasav­

vuf ehlinin bu tavra bir diyeceği olmaz. Ancak dinin bütün boyutları­

nın/alanlannın zahirden, görünenden ibaret olmadığını da kabul etmelisiniz.

Tasavvuf tarihinde Babanzade'nin Akseki'ye yaklaşırnma benzer birçok

örnek bulmak mümkündür. Bunlar içinde hüküm ve değerlendirme açısın­

dan alan farklılığına vurguyu da içereı: şu anekdotu da burada kaydetmek

yerinde olur: Osmanlı'nın mutasavvıf alimlerinden Taşköprizade Isameddin

Ahmed (ö.968/1560-61) Nakşibendiyye şeyhi Mahmud Çelebi'ye (ö.938/1531-

32), şeriahn zahirine uymayan tasavVtıfi konulan tenkid etmesinde tasavvuf

adına bir sakınca olup olmadığını sorduğunda, şeyhin cevabı şöyle olmuş­

tur: "Elbette tenkid etmelisiniz. Ancak o hali siz de yaşarsamz onun şeriata

uyduğunu görürsünüz"ı9

Sufilerin yukarıdaki yaklaşımı, yani kendi alanları hakkında zahir ehline

değerlendirme ve hüküm verme imkarum tamn:ıalan, bu tür değerlendirme­

leri tamamen isabetli bulduklan anlamına gelmiyor; aksine zahir gözüyle ta­

savvufi meselelerin tam idrak edilerneyeceği anlayışından dolayı onların

mazur görülmesi anlamım taşıyor. Bununla birlikte bu yaklaşım tasavvufun

zahir alandan, yani, konumuz açısından söyleyecek olursak Ehl-i Sünnet

19 Taşköprizade Isameddin Ahmed, eş-Şekiiikıı'ii-mı'miiniyye fi ıılemiii'd-dı:uleti'l-Osmiiniyjıe [nşr. Ahmed Suphi Furat], İstanbul 1985, s. 535.

EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 171

prensipieri noktasından kontrolünün yolunu da açmış oluyor. İşte bize göre

bu kontrol, eğer tasavvuf ehlinin kendileri için belirledikleri sınırlara riayet

edip ehnedikleri noktasından olursa, buna onların da bir. itirazları olamaz.

Aksi takdirde kendi beyanlarıyla çelişmiş olurlar.

• Burada şu da ifade edilmelidir ki, bu tür kontroller, çoğu zahir ilimlerine

de vakıf olan ve hatta önemli bir kısmı Ehl-i Sünnet alimi olarak temayüz

ehniş bulunan mutasa:vvıflar tarafından zaten yazılı ve sözlü olarak hep

yapılagelmiş, alan içinden birisi olmaları hasebiyle de uyarıları daha etkili

olmuştur. Günümüz de dahil olmak üzere zaman zaman tasavvufi çevreler­

de ortaya çıkan ve hem şer1at hem de tarikat açısından sırurları aşhğı açıkça

görülen düşünce ve uygulamaların temelinde kanaatimize göre bu kontrol

mekanizmasının olmaması yahnaktadır. Günümüzde ise 1925'ten itibaren

yasaklanan tarikat hayah aslında son bulmamış, tam tersine şer'iat ve tarikat

noktasından kontrol edilemeyen bir seyir izleyerek gelişme göstermiştir. Bu

ise tasavvufi çevrelerde sahte şeyhlerin ve istismarcıların da söz sahibi olma­

larını sağlamışhr.

Sonuç

Ehl-i Sünnet anlayışı noktasından tasavvufi meselelerin değerlendirme­

sini yapmaya kalkmak, tasavvuf ehli için, perde arkasında cereyan eden o­

layların perdeye yansıyan gölgeleri hakkında konuşmaktan öteye bir değer

taşımasa da, zahir ehli için bir anlam ifade ehnektedir. Zahir gözüyle yapılan

bu değerlendirmeler eğer tasavvuf ehlinin din içinde belirledikleri alan ve

çizdikleri sınırlara riayet noktasından olursa tasavvuf için de bir anlam ifade

eder. Bu durumda sınırlara riayet eden sılfiler Ehl-i Sünnet kapsamı içinde,

riayet ehneyenler de dışında mütalaa edilebilir ki, böyle bir kriter her iki ta­

rafın buluştuğu ortak bir noktayı oluşturabilir. Buna göre

a) Tasavvufun din/İslam adına zorunlu olduğunu iddia ehnek, dolayı­

sıyla her Müslümanın bir şeyhe bağlı olmasını zorunlu görmek,

b) Tasavvuf yoluna girenierin zahir-i şer'la ta uymak zorunda olmadığını

ileri sürmek,

172 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET

c) Seyr u süluk esnasında uygulanan "veslleler"i gaye haline getirmek;

rabıta, istimdat, kabir ziyareti vb. hususlarda şeyhleri "vasıta" olmaktan da­

ha ileriye götürmek,

d) Keşifle elde edilen bilgilerin subjektif olma özelliğini göz ardı ederek

burılan herkes için bağlayıcı görmek,

e) Kur'an'ın işarl yorumlannı açık zahir maniliarın yerine koyarak zahir­

i nassı kabul etmemek, tağyir veya tezyif etmek gibi hususlar hem Ehl-i Sün­

net hem de ehl-i tasavvuf açısından kabul görmeyen hususlar olarak zikredi­

lebilir.