Upload
others
View
16
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI
SULTAN II. MAHMUD VE DÖNEMİ
Yüksek Lisans Tezi
AHMET YAVUZ ŞAHİN
İstanbul, 2009
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI
SULTAN II. MAHMUD VE DÖNEMİ
Yüksek Lisans Tezi
AHMET YAVUZ ŞAHİN
Danışman: PROF. DR. ZİYA KAZICI
İstanbul, 2009
i
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………….. I
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………………IV
KISALTMALAR………………………………………………………………………VI
GİRİŞ
A. DOĞUMU VE ŞEHZÂDELİĞİ……………………………………………………...2
B. CÜLÛSU...……………………………………………………………………………6
BİRİNCİ BÖLÜM
DÖNEMİN SİYASÎ OLAYLARI
A. İÇ SİYASET………………………………………………………………………...11
I. Sened-i İttifak……………………………………………………………………..19
II. Sekbân-ı Cedîd’in Teşkili………………………………………………………..26
III. Alemdâr Mustafa Paşa’ya Karşı Yeniçeri Ayaklanması………………………..30
IV. Merkezî Otoritenin Güçlenmesi İçin Yapılan Bazı Sadâret
Değişiklikleri …………………………………………………………………...40
B. DIŞ SİYASET………………………..……………………………………………...42
I. Erfurt Görüşmesi………………………………………………………………….42
II. Osmanlı-Rus Savaşı ve Tatariçe Zaferi………………………………………….44
III. Bükreş Muâhedesi ………………..…………………………………………….49
IV. Son Osmanlı-İran Savaşı………………………………………………………..50
V. Osmanlı-Rus Harbi ve Edirne Antlaşması (1828–1829)………………………...53
VI. Cezayir’in Fransa Tarafından İşgali…………………………………………….62
VII. Osmanlı-Rus İlişkileri ve Hünkâr İskelesi Antlaşması………………………...66
ii
İKİNCİ BÖLÜM
MİLLİYETÇİLİK FİKİRLERİNİN OSMANLI TOPRAKLARINDA
SEBEP OLDUĞU İSYANLAR
A. SIRP İSYANLARI (1804-1817)…………………………………...……………….74
I. İsyanın Başlaması ve Gelişmesi………………………………………..………...76
II. İsyanlara Rusya’nın Karışması……………...…………………………………...78
B. VEHHÂBÎ İSYANLARI……………………………………………………………80
Haremeyn’in Vehhâbîler’den Temizlenmesi ve II. Mahmud’a “Gâzi” Unvanının
Verilmesi…………………………………………………………….……...………80
B. RUM İSYANLARI (1815–1830)…………………..……………………………….82
I. Rumların Osmanlı Devleti’ndeki Durumu…………….………………………….82
II. İsyanın Sebepleri…………………………………………………………………85
III. Tepedelenli Ali Paşa Meselesi ve İsyanla İlgisi………………………………...88
IV. İsyanların Başlaması (Eflak-Buğdan İsyanı)……..................…………………..91
V. Mora İsyanı…….………………………………………………………………...93
VI. Osmanlı Devleti’nin İsyanlara Müdahalesi….……………………………….....94
VII. Mehmet Ali Paşa’nın İsyanlara Müdahalesi……………….…………...……...99
VIII. Avrupa Devletlerinin İsyanlara Müdahalesi…………………………………..99
C- MISIR VALİSİ MEHMED ALİ PAŞA’NIN İSYANI (1831–1840) ……….…….102
I. İsyanın Sebepleri………………………………..……………………………….105
II. İsyanın İkinci Safhası ve Nizip Savaşı (1839)…...……………………………..111
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SULTAN II. MAHMUD’UN REFORMLARI
A. ASKERÎ REFORMLAR……………………...…………………………………...121
I. Eşkinci Ocağı’nın Kuruluşu………………………..……………………………124
iii
II. Vak’a-i Hayriyye (Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılışı).…………………………….130
III. Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye’nin Kuruluşu……………………………149
B. İDARÎ REFORMLAR……………………………………………………………..153
I. İhtisâb Nezâreti………………………………………………………….………157
II. Nüfus Sayımı ve Kadastro…...………………...………………………….……158
III. Posta, Pasaport ve Karantina Uygulaması………………………………...…...160
C. TOPLUMSAL REFORMLAR…………………..………………………………...162
I. Giyim Kuşamla İlgili ……………..…..…………………………………………162
II. Vakıflarla İlgili ……………..……….………………………………………….164
D. EĞİTİME YÖNELİK REFORMLAR……………….…………………………….166
E. EKONOMİYE YÖNELİK REFORMLAR………………………………………..170
F. II. MAHMUD’UN ŞAHSİYETİ VE ÖLÜMÜ...…………………………………. 172
SONUÇ………………………………………………………………………………..182
EKLER………………………………………………………………………………..187
BİBLİYOGRAFYA………………………………………………………………….. 191
iv
ÖNSÖZ
Osmanlı Devleti sosyal yapısıyla, devlet kurumlarıyla, ilme ve adâlete vermiş
olduğu değerlerle tarih sahnesine çıkmış ve böylece muazzam bir medeniyet seviyesine
ulaşmayı başarmıştır. Şüphesiz Devlet-i Alîyye’nin bu başarısının altında, İslâm
dininden aldığı ilham vardır ki bu ilhamla muâsır medeniyetler seviyesini yakalayıp,
ırkları ve dinleri farklı pek çok insanın asırlarca bir arada huzurlu bir hayat sürmelerini
sağlamıştır.
Zamanla, gerek içte gerekse dışta meydana gelen bazı gelişmeler, ister istemez
Osmanlı Devleti’ni de etkisi altına almıştı. Gittikçe çözülmeler kaçınılmaz olmaya
başladı. Bu kötü gidişatı önleyebilmek için hem Pâdişahlar hem de ileri gelen devlet
adamları çare arayışlarına koyuldular. Neticede reformlar ve ıslahatlara başvuruldu. İşte
tam bu noktada Sultan II. Mahmud devri, devletin kurtarılması çabalarının ön plana
çıktığı önemli bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Sultan II. Mahmud ve Dönemi” adlı çalışmamızda, ağırlıklı olarak II.
Mahmud’un devlet politikası çeşitli yönleriyle ele alınmak suretiyle, dönemin belirgin
karakterleri işlenmeye çalışılmıştır.
Çalışmamız esas itibariyle üç bölümden müteşekkildir. Birinci bölümde, II.
Mahmud henüz tahta çıktığında kendisini nasıl bir ortamın beklediği, zaman içerisinde
durumlara göre ne gibi tedbirler aldığı ve dış devletlerle yapılan harpler neticesinde
imzalanan ağır antlaşmaların etkileri, çeşitli açılardan ele alınmıştır.
İkinci bölümde, Osmanlı’nın yıkılmasında en büyük paya sahip olan,
milliyetçilik fikirlerinin tesirleri, yayılışları ve devletin yıkılmasında nasıl etkili
oldukları teferruatıyla ortaya konulmuştur. Son bölümde ise, Vak’a-i Hayriyye
(Yeniçeri Ocağı’nın ilgası) başta olmak üzere onun ıslahatları incelenmiştir.
Bu çalışma hazırlanırken, dönemin kendi yazılı kaynakları başta olmak üzere,
dönemle ilgili pek çok araştırmalardan yararlanılmıştır.
v
Araştırmamın tüm aşamalarında, her türlü desteğini bana sağlayan muhterem
hocam Prof. Dr. Ziya Kazıcı’ya, yetişmemde emeği geçen tüm hocalarıma, aileme ve
tezimi hazırlarken yardım ve teşvikini hiçbir zaman esirgemeyen eşim Ayla Şahin’e
teşekkürü bir borç bilirim.
29 Ocak 2009
Ahmet Yavuz Şahin
vi
KISALTMALAR
age. Adı geçen eser
agm. Adı geçen makale
bk. Bak, bakınız
c. Cild, cildi
cc. Celle celâlühû
Çev. Çeviren
Der. Derleyen
DİA. Diyanet İslâm Ansiklopedisi
Düz. Düzenleyen
H. Hicrî
Haz. Hazırlayan
Hz. Hazreti
İA. İslâm Ansiklopedisi
M. Miladi
nşr. Neşreden
ö. Ölümü
s. Sahife
s.a.v. Sallellâhû Aleyhi Vesellem
TOEM Tarih-î Osmanî Encümeni Mecmuası
trc. Tercüme eden
yy. Yüzyıl
1
GİRİŞ
2
A. DOĞUMU VE ŞEHZÂDELİĞİ
Sultan II. Mahmud, Sultan I. Abdülhamid’in Nakş-i Dil Vâlide Sultan’dan, 13
Ramazan 1191/20 Temmuz 1785’te dünyaya gelen oğludur.1 Babası öldüğünde henüz
dört yaşında olan II. Mahmud, çocuğu olmayan III. Selim tarafından bir öz evlat gibi
titizlikle yetiştirilmiştir. III. Selim, IV. Mustafa’nın on dört aylık saltanatı sırasında
Şehzâde Mahmud ile sık sık temas ederek ona mûsiki öğretmek bahanesiyle, tahta
geçince yapması icap eden her şeyi, yeterli düzeyde telkin etmişti.2
Annesi Nakş-i Dil Vâlide Sultan’ın Fransız asıllı olduğunu iddia edenlerde
vardır. Bu iddiaya göre: “1766 Senesinde Martinik Adası’nda Dûbuk ailesinden
Matmazel Dûbuk adında bir kız dünyaya gelir. Aynı tarihte yine aynı aileden, bilahare
Napolyon’un zevcesi olan Jozefin doğmuştur. Bunlar iki kardeş çocuklarıdır (kuzen).
Jozefin, Fransa’ya gelip izdivaç yaptıktan sonra Matmazel Dûbuk’da Fransa’ya gelip
tahsil yapmak üzere manastıra girer. Tahsilini tamamladıktan sonra 1784’de Fransa’dan
gemi ile ayrılır. Gemi yolda su almaya başlayınca başka bir gemi yetişip herkesi
kurtarır. Yolcuları Mayorka adasına götürürken yolda Cezayir korsanlarının eline düşen
Matmazel Dûbuk esir olur. Sonra da Cezayir’den İstanbul’a getirilir. On beş-on altı ay
içinde Matmazel Saray’a girer ve Vâlide Sultan olur. Nihayet 1817’de vefat eder.” II.
Mahmud, validesinin akrabalarını araştırmak isteyince, Matmazel Dûbuk’un eniştesi
Marle, İstanbul’daki Fransız elçiliğine müracaat eder. Sefirlik bu iddiaya hiç ehemmiyet
vermemiştir. Fakat bunun üzerine II. Mahmud’un validesi Fransız olduğuna dair ortada
bir kanaat hâsıl olur. Dr. Cabana: “Mamafih bu efsane bir kere ortaya çıkmıştır. Artık
onun izâlesi kabil değildir.” der. Bu hikâyenin tarihi bir hakikat olduğunu, ispat edecek
kesin bir vesika elde yoktur. Bu meseleyi tenvir için yazılan makaleler hep tezatlar ve
yanlışlıklarla doludur.3 Bu mesele hakkında o kadar çok yorumlar yapılmışki, Sultan
Mahmud’un ıslahatçılığının temelinde bu Fransız kadının tesiri olduğu ve hatta Sultan
Murad’ın Fransızca lisanını sevmesinin sebebi damarlarında Fransız kanının
dolaşmasından ileri geldiği de söylenmiştir. 1 . Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmanî, İstanbul 1308, I, 73. 2 . Yılmaz Öztuna, II. Mahmud, Ankara 1989, s. 107. 3 . Ahmed Refik Altınay, “Mahmud-u Sâni’nin Vâlidesi Fransız mıydı?”, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası (TOEM), İstanbul 1341, 87/218–219.
3
Bu iddia özellikle Batılı kaynaklarda çok fazla rağbet görmüş ve zaman zaman
Fransa’nın Osmanlı ile ilgili ilişkilerinde kullanılmaya kalkışılmıştır. Ahmed Refik
Altınay, konu ile ilgili olarak Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nda yazmış olduğu
bir makalede, Türklerce Pâdişah hanımlarının Türk veya ecnebi olmasının hiçbir
kıymeti olmadığını, ancak ecnebi olanlarından devletin çok fenalık gördüğünü, bunların
içerisinde olan Rus asıllı bir câriye Hürrem Sultan’ın ihtirasından dolayı üç-dört masum
Şehzâde ve iki Vezir-i Âzam’ın kurban gittiğini ifade eder.4 Bu meseleye dair Osmanlı
kayıtlarında herhangi bir belge olmamasına rağmen, Batılıların aklına böyle bir
hikâyenin durup dururken hangi maksatla geldiğini ve bu iddialarına ısrarla vurgu
yapmalarının nedeninin ne olduğunu anlamak kolay değildir.
II. Mahmud, kendisinden 23 yıl büyük olan III. Selim’in (babasının amcaoğlu-
amcazâdesi), devlet idaresine yönelik fikirlerini benimsemişti. Dolayısıyla onun
zaaflarından gereken dersi alarak aynı hatalara düşmemeye çalışmıştır.
Cülûsu da, vefatı da Temmuz ayına denk gelen5 Sultan II. Mahmud, edebiyata
merak salmıştı. Edebiyat, müzik, akâid ve Arapça dersleri alan Sultan Mahmud,
Topçuluk alanında çok iyi bilgi sahibi idi. Özellikle XVIII. ve XIX. yy. sultanlarının
ortak hedefi olan, Osmanlı Devleti’nin yeniden eski ihtişamlı günlerine döndürülmesi
hayalini ana gaye olarak kendisine şiar edinmişti. Tüm Osmanlı Pâdişahlarına dünya ve
pâdişahlık hakkında öğretilmesi kural olan mistik bilgiler ona da öğretilmiştir.6 Hiçbir
batı dilini bilmediği için batı hakkında doğrudan doğruya bilgi edinememişti.7 Ayrıca II.
Mahmud, kendisinden sonra günümüze kadar gelen tüm Osmanoğulları’nın atası olup,
dördü ikbal (Pâdişaha eş olmaya namzet gözde cariye) olmak üzere toplam on yedi tane
kadın efendiye ve yirmi üç çocuğa sahiptir.8
4 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Altınay, “Mahmud-u Sâni’nin Vâlidesi Fransız mıydı?”, TOEM, 87/218–224. 5 . Ahmed Lütfi, Tarih-i Lütfi, İstanbul 1302, VI, 38. 6. Enver Ziya Karal, “II. Mahmud”, İslâm Ansiklopedisi (İA.), VII, 165; Kemal Beydilli, “Mahmud II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA.), Ankara 2003, XXVII, 352; Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara 1988, V, 142. 7 . Bilgi için bk. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, trc. Metin Kıratlı, Ankara 1998, s. 78–79. 8 . Ahmet Akgündüz – Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul 1999, s. 239–240.
4
Sultan II. Mahmud, âlim, âkil (zeki), muktedir, müdebbir (tedbirli) vakur, mehib
(heybetli), ve şecaatli bir hükümdardı. İyi bir şair, bestekâr ve aynı zamanda da hattattı.
Devrinin tüm bilgileriyle mücehhezdi. Son zamanlarında biraz Fransızca öğrendiği de
rivayet edilmektedir. “Adlî” mahlası (bilahare şiirlerinde kullandığı ikinci adı-lakabı)
ile şiirler de yazmıştır.9 Ayrıca Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken bu teşkilatın bir parçası
olan Mehterhâneyi de kaldırmış, onun yerine batı türü askerî bandoyu kurmuştu. Ancak
o, geleneksel Türk Mûsikîsi hayranıdır. Her ne kadar yenilikçi olsa da, kişisel zevkleri
eskiden yana idi. Sultan II. Mahmud, ney üflemede ve tambur çalmada üstâd idi. Türk
Mûsikîsinin son büyük hâmisi diyebileceğimiz Sultan II. Mahmud, üstâd bir besteci
olarak çok güzel eserler vermiştir. Özellikle onun “Hicaz Divânı”, mûsikîmizin
şaheserlerindendir. Hemen hemen Türk müziğinin her türü ile meşgul olan Sultan, otuza
yakın eser meydana getirmiştir. Bunlardan yirmi kadar şarkı, bugün hâlâ repertuarlarda
yer almaktadır.10 Sultan Mahmud, Batı Mûsikîsini resmî olarak Türkiye’ye sokmuştur.
Yine Müzikayı Hümâyûn’u Avrupa ve Türk mûskîleri bölümleri halinde kurmuştur.
Ayrıca 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye için bizzat kendisi bir marş
bestelemiştir. Mûsikîmizin şaheserlerinden olan şu Hicâz Aksak Dîvân’ının güftesi de
kendisine aittir.
“Ebrûlerinin zahmı nihandır ciğerimde
Gül-ruhlerinin handelerî çeşm-i terimde
Eşkin yerine kan dökülür dîdelerimde
Sevdâ-yı muhabbet, esiyor şimdi serimde
Takdîre ne hâcet bu da varmış kaderimde”11
Osmanlı hattat Pâdişahları içinde günümüze eserleri en çok ulaşmış olan da
Sultan Mahmud’dur. Ebu Eyyûb Türbesi’nde sanduka üzerindeki pûşîde hatlarının da
9 . Tayyarzâde, Tayyarzâde Ahmed Ata, Tarih-i Atâ, İstanbul 1293, IV, 86-87; M. Süreyya, age., I, 73; M. Uğur Derman, “Sultan II. Mahmud’un Hattatlığı”, Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri, İstanbul 1990, s. 39–40. 10 . Sultan II. Mahmud’un musiki çalışmaları hakkında geniş bilgi için bk. Yılmaz Öztuna, Türk Musikîsi Ansiklopedisi, İstanbul 1974, II, 2–3; Abdullah Kılıç, “Musikîşinas Osmanlı Padişahları” İstanbullu (1999), 1/4, 103. 11 . Öztuna, II. Mahmud, s. 16.
5
II. Mahmud’a ait olduğu nakledilmektedir.12 II. Mahmud, aynı zamanda zarif ruhuyla
pek çok hat şaheserine imza koyan ve dönemin âbide musikîşinası Dede Efendi’ye
hürmet ve iltifatlar sunan bir Sultan’dır.13 Ayasofya Camii, Fatih, Bayezid,
Süleymaniye, Selimiye, Bursa Ulu Camii, Üsküdar Yeni Valide, Emirgân ve Aksaray
Valide Camii gibi hanedan mensupları tarafından yapılan camilerde malakârî tekniğiyle
kabartılarak koyu renkli zemine yapıştırma altınla hazırlanmış celî sülüs levhaları
bulunan Sultan II. Mahmud’un Bahçekapı’da kendisi yaptırdığı Hidayet Camii’nde de,
ağaç kabartma “Ciharyâr takımı” mevcuttur. Yine Selimiye Kışlası’nda da ona ait
“Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” Hadis-i Şerifi vardır.14
II. Mahmud, Batılı tarihçiler tarafından da “Büyük Hükümdâr” olarak
vasıflandırılmıştır. Dâhiliği bir yana, son derece sabırlı ve azimli bir kişiliğe sahipti.
Başladığı bir işi bitirmede son derece atik ve sert olmakla birlikte icap ettiğinde, yerine
göre geri adım atmasını da biliyordu. Pek çok meziyeti kendisinde cem eden Sultan II.
Mahmud’un, yetişmesini borçlu olduğu selefi III. Selim’den bu yönleriyle daha dirayetli
ve liyakatli olduğunu, daha sonraki pâdişahlık yıllarından anlamaktayız. III. Selim gibi
büyük bir sanat koruyucusu ve imarcısı olan II. Mahmud’a, Osmanlı devletinin en
buhranlı bir anında tahta çıkmak mukadder olmuştu.15 Harpler ve isyanlar içinde geçen
buhranlı bir ömür yaşayan Sultan II. Mahmud, Osmanlı Devleti’nin köklü kuvvetleri
olan ocak, ulemâ ve taşrada hâkim âyânın çoğunluğunun desteğini almayı başarmıştı.16
III. Selim’in icraatları Sultan II. Mahmud’a ışık olmuştu. Fakat o esnada gerek iç
gerekse dış buhranlar sebebiyle uzun bir süre icraatlarını gerçekleştirmeye fırsat
bulamamıştı. Zira o esnada ilk hamleyi yapan Alemdâr Mustafa Paşa idi. İster istemez
onun bu atılımı Pâdişahı ikinci plana düşürmüştü.17 Sultan II. Mahmud’un en çok
eleştirildiği konu, batılılaşmada bazen ölçüyü kaçırmış olmasından ileri geliyordu.18
12 . Hüsrev Subaşı, “Hattat Osmanlı Pâdişahları”, Yeni Türkiye Mecmuası (2000), Osmanlı Özel Sayısı: IV, 608. 13 . Beşir Ayvazoğlu, Geleneğin Direnişi, İstanbul 1997, s. 40. 14 . Bilgi için bk. Derman, agm., s. 42. 15 . Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi,, İstanbul 1978, VI, s. 416. 16 . Halil İnalcık, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”, Belleten 28/111–112 (1964), s. 603. 17 . Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1969, II, 581. 18 . Bilgi için bk. Akgündüz –Öztürk, age., s. 237; Öztuna, Türkiye Tarihi, VI, 420.
6
B. CÜLÛSU
Otuz birinci sultan olarak otuz bir yıl Osmanlı tahtında kalan Şehzâde Mahmud,
III. Selim’in tahttan indirilmesi (21 Rebiülevvel 1222/29 Mayıs 1807) ve onun yerine
geçen ağabeyi IV. Mustafa’nın cülûsu ve bunun da Bâbıâlî Baskını ile Alemdâr Mustafa
Paşa tarafından hal’i üzerine, 4 Cemâziyelâhir 1223/28 Temmuz 1808 tarihinde
Osmanlı tahtına sıkıntılı ve buhranlı bir dönemde oturtulmuştur.19 Çünkü II.
Mahmud’un Osmanlı tahtına oturması, Osmanlı tarihinde Kabakçı isyanı diye bilinen ve
Sultan III. Selim’in şahâdeti ile sonuçlanan büyük ve tehlikeli bir siyasî olaydan sonra
meydana gelmiştir. Bu olaylar Sultan II. Mahmud devrinin siyasî durumu üzerinde derin
etkiler yapmıştır.
“Dünyanın her şeyi fânidir, nihayet bulur. Ama âhiretin her şeyi ebedîdir,
nihayet bulmaz. Saadette bulunan saadette, hırmanda (ümitsizlik, mahrumiyet) bulunan
mahrumiyette ebedîdir. Her bir insan kendi ettiğinden sual olunur. Ama Pâdişahlar
mülkünde ve cem’-i memâlikinde mevcut bulunan âlâ ve edna ve sağir ve kebir rical ve
nisa ve ağniya ve fukaranın mecmuundan sual olunur ve hesap olunur. Bunların cümlesi
taraf-ı haktan Pâdişaha emanet olunmuştur.”20
Bu bilgiye göre pâdişahlık Allah (cc.) vergisidir ve onlar yaptıklarından âhirette
Allah’a karşı sorumludurlar. Adâlet kesindir ve Allah’ta (cc.) adâletlidir. İşte dünya ile
âhireti uzlaştıran bu bilgiler ışığında II. Mahmut, amcası III. Selimden, Osmanlı’nın
içinde bulunduğu kötü durumu, aynı zamanda devletin kurtarılabilmesi için yapılması
gereken ıslahatın yapısını ve karakterini öğrendi.21
III. Selim’in öldürülmesi, akabinde Alemdâr Mustafa Paşa’nın yeniçeri ihtilali
ile öldürülmesi, iç isyanlar ve dış savaşlar neticesinde Osmanlı Ordusu’nun devamlı kan
kaybetmesi Sultan II. Mahmut’ta, köklü bir düzen değişikliği yapma duygu ve
19 . Lütfi, Tarih, VI, 31; M. Süreyya, age., I, 73. 20 . Karal, age., V, 142. 21 . Karal, age., V, 142–143.
7
düşüncesinin gelişmesine tesir etmiştir. Bu uğurda pek çok Pâdişah ve vezirlerin,
imparatorluğun muhafazacı kuvvetleri önünde yerlerini ve hatta hayatlarını
kaybettiklerini biliyordu. Ancak devletin kurtuluşu için başka çıkar yol yoktu. Tek çare,
kapsamlı bir ıslahat programının hayata geçirilmesiydi.
Genel itibariyle Sultan II. Mahmud’un dönemine bakacak olursak, bu dönemde
Osmanlı Devleti hızlı bir gerileme sürecine girmiş bulunuyordu. Devlet mali ve
ekonomik yönden bozulurken, giderek devlet teşkilatının zayıflaması, ordunun ve
eğitim kurumlarının kendini yenilemekten yoksun kalması ayrıca ulaşım ve haberleşme
olanaklarının gelişmemiş olması gibi etkenler bu süreci gitgide hızlandıran belli başlı
sebepler olmuştur. Vaziyetin en can yakıcı tarafıysa devlet idarecilerinin Avrupa’da
meydana gelen değişikliklere itibar etmeyişleridir. Gelişen devletlerarası ilişkilere ayak
uyduramadıkları gibi bu gelişmeleri gereksiz görüyorlardı. Oysaki Avrupa devletleri
Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulundurdukları daimi temsilciliklerle devletin her
şeyinden haberdar oluyorlardı. Dolayısıyla bu yolla zaman zaman devletin içişlerine
karışma imkânına da sahip olabiliyorlardı. Bu kötü gidişata dur demek isteyen bazı ileri
görüşlü devlet adamları ise, karşılaşmış oldukları muhalefet karşısında bir etki gösterme
imkânına maalesef sahip değillerdi.
Sultan II. Mahmud’u bekleyen sorunlar sadece devletin içteki sosyal çöküntüsü
ve kurumlarının yozlaşması değildir. 1789 Fransız ihtilaliyle yayılmaya başlayan
milliyetçilik cereyanları git gide Osmanlı Devleti’nde isyanlara sebep olan ve devletin
yapısını sarsan dış etkenli büyük sorunlar olmuştu.22
Sultan Mahmud, dama çıkmak suretiyle kendini kurtardıktan sonra, kapıların
açılması ile âsi cellatlar sağa sola kaçıştılar. Âsilerin kaçmasından sonra Şehzâde
Mahmud, hasekiler dairesinin damından kuşhâne damına geçti. Buradan seferli
kethüdası Mehmed, Başlala* Tayyar Efendi ve İmam Hâfız Ahmed Efendi’nin
dayadıkları bir merdivenden aşağı inerek doğruca Alemdâr Mustafa Paşa’nın bulunduğu
yere doğru ilerledi. Bu sırada Sultan III. Selim’in cesedi başında bulunan Alemdâr Paşa,
22 . Musa Çadırcı, “Tanzimatın İlanı Sıralarında Türkiye’de Yönetim”, Belleten (1987), LI/201, 1217.
8
yanına getirilen Şehzâde Mahmud’u görünce, tanımadığı için kim olduğunu sordu.
Şehzâde Mahmud olduğunu öğrenince, hemen ondan Selim’in katillerinin
cezalandırılmasını istemiş, Şezâde Mahmud’un güvence vermesi üzerine de, beraberce
Hırka-i Saâdet Dairesi’ne gitmişlerdi. Tahttan inmek istemeyen IV. Mustafa ise hareme
gönderilmiştir.23 Sonuçta, Saraya mahpus edilen III. Selim’i kurtarmak için İstanbul’a
gelen Alemdâr Mustafa Paşa, Şehzâde Mahmud’a biat etmiş oldu.24
Ağabeyi IV. Mustafa’nın yerine Osmanlı saltanat tahtına oturan II. Mahmud’a
bu imkânı Alemdâr Mustafa Paşa sağlamış olduğundan, daha sonra onu Sadâret
makamına getirerek ödüllendirmişti.25 Sadrâzam tayin edilmesini, Alemdâr Mustafa
Paşa da bizzat Pâdişahtan istemiştir.26
Bu arada, III. Selim’in öldürülmesinden sorumlu olanlardan Başçuhadâr*
Abdülfettah, Hazine Kethüdası* Ebe Selim, Nezir Ağa, Bağdadlı Naci Ali, Bostancı
Deli Mustafa, ve Dârussaâde Ağası Mercan Ağa gibi önde gelen bazı kişiler hemen
idam edildiler. Sürgüne gönderilen bazı kimseler de sürgün yerlerinde katledildiler.
Yine Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesinde aktif rol oynayanlardan Köse Musa Paşa
ile Nizâm-ı Cedid’e düşman olan Tayyar Mahmud Paşa da öldürüldü.27
III. Selim’in katli esnasında ölümden kıl payı kurtulmuş olarak darbeler ve karşı
darbelerle başlamış olan Sultan Mahmud’un saltanatı aynı yoğun tempoyla devam
* Başlala: Kahveci, tüfekçi, sarıkçıbaşılık gibi başlalalık da sarayın muteber mensuplarındandı. Bunların muteber oluşu padişahlarla her zaman münasebette bulunmalarından ileri geliyordu. Başlala pâdişahın hususi hizmetlerine bakar, tebdil gezdiği sırada padişaha refakat ederdi. II. Sultan Mahmud’un evâil-i saltanatına kadar yemek esnasında başlalaların huzur-u hümayunda bulunmaları kaidedendi. Yeni sarayın şubesinden olan Topkapı Sahilsarayı’na nakledildikten sonra bu usul terk edilmiştir. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, I, 166). 23 . Vahid Çabuk, Kuruluşundan Cumhuriyete Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul 1999, VIII, 20–21. 24 . Geniş bilgi için bk. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1983, s. 27–28. 25 . Ziya Kazıcı, “Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal” İslâm Tarihi “Osmanlı Devleti ve Medeniyeti”, İstanbul 2005, XIII, 371. 26 . İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Mustafa Paşa”, İA., İstanbul 1979, VIII, 725. * Başçuhadâr: Osmanlı sarayındaki hizmetkârların ileri gelenlerinden birinin adı idi. Maiyetinde kırk çuhadar bulunurdu. Padişahlar bir yere giderken rikâb-ı hümayunun sağ tarafında yaya olarak yürür ve elini padişahın atının sağrısına kordu. (Pakalın, age., I, 162). * Kethüda: Büyük devlet adamlarıyla zenginlerin işlerini gören adam için kullanılan bir tabirdir. Halk arasında “kâhya” denilirdi. (Pakalın, age, II, 251). 27 . Geniş bilgi için bk. Fahri Ç. Derin (nşr.) “Yayla İmamı Risâlesi” İstanbul Üniversitesi (İÜ.) Tarih Enstitüsü Dergisi (1973), III, 247-248; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Mustafa Paşa”, İA., VIII, 725.
9
etmiştir. Devrini meşgul eden en önemli olaylar, yeniçeri isyanları, merkezi idareyi
sarsan dikta idareciler, ayanların terbiye edilmesi, Sırp ve Yunan ayaklanmaları, İran ve
Rus savaşları ile özellikle Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanıdır.
Sultan II. Mahmud’un saltanatının ilk devresi, (1826-Yeniçeri Ocağı’nın ilgasına
kadar geçen süre) menfaatlerini geleneksel düzenin sürdürülmesinde gören, ekseriyetle
askerî ve ilmiye sınıfı tarafından temsil edilen, Anadolu ve Rumeli’deki âyânlar
tarafından desteklenen ve ıslahat karşıtı olan Yeniçeri cephesinin tahakkümü altında
geçti. Alemdâr Mustafa Paşa’nın dört ay gibi kısa süren sadaretinde imzalanan Sened-i
İttifak antlaşmasıyla ayanlık kurumunu devlete bağımlı hale getirmeyi amaçlayan bu
siyasî girişim, ayanların ferdî hareket etmelerinden ötürü sonuçsuz kalmıştı. Ancak
1832 yılına gelindiğinde devlet bu gaileleri büyük ölçüde temizleyebilmişti. Bütün
bunlara rağmen devletin yeniden yapılanması için hayati ehemmiyet gerektiren köklü
ıslahatların sürdürülmesi, dönemin en belirgin karakteri olarak yerini korumuştur.28
28. Beydilli, “Mahmud II”, DİA., XXVII, 352–353.
10
BİRİNCİ BÖLÜM
DÖNEMİN SİYASÎ OLAYLAR
11
A. İÇ SİYASET
Bu döneme genel bir bakış yaptığımızda olayların genellikle Alemdâr Mustafa
Paşa ve onun çevresindeki Rusçuk Yârânı’nın* etrafında cereyan ettiğini görüyoruz.
Kabakçı Mustafa isyanı sonucunda Sultan III. Selim tahttan indirilmiş, yerine IV.
Mustafa geçmişti. Bu ihtilal yüzünden devletin itibar ve nüfuzu günden güne
azalmaktaydı. III. Selim’e taraftar olanlar takibata uğramaktan kurtulamıyordu.
Bunların bazıları öldürülüp mallarına el konulurken, bazıları da görevlerinden
azledilmekteydiler. Sonuçta, Nizâm-ı Cedid’e ait ne varsa ortalıktan süpürüldü. Bir
taraftan da devlet Rusya ile savaş içerisinde olduğundan, iş bilen ve idareden anlayan
tecrübeli devlet adamlarına son derece muhtaçtı. Ne yazık ki Kabakçı Mustafa İsyanı,
Sultan III. Selim’in yetiştirdiği değerli devlet adamlarını da yok etmişti. Devletin
içerisinde bulunduğu bu kötü durumu, Tilsit Antlaşması esnasında Napolyon tarafından
Rus Çar’ına söylenen şu sözler açıkça göz önüne sermektedir. “Hikmet nev’inden
olarak bir vak’a, beni Devlet-i Osmanîyye’den kurtardı. Müttefikim ve muhibb-i
sâdıkım olan Sultan Selim hal’ ve haps olundu. Zannederim ki, biraz arka olmağla
Osmanlıları adam etmek ve şeceat-ı fıtrîyelerinin isti’mâlini (fıtrî cesaretlerini)
kendilerine öğretmek kabildir. Meğer bu bir hülya imiş. Kendi kendini idare edemeyen
bir heyet, devleti mahv edip de parçalarını İngilizlere kaptırmamak daha hayırlıdır.”29
Sultan II. Mahmud’un cülûsundan takriben bir yıl önce imzalanan Tilsit
Muahedesi’ne, dönemin zorluğunun daha iyi anlaşılmasına ışık tutması açısından kısaca
değinmeyi uygun görüyoruz.
Osmanlı Devleti, III. Selim tahtta iken Fransa’nın dostu olarak evvela Rusya’ya,
sonra da İngiltere’ye harp açmıştı. Rusya’ya harp açarken Eflak ve Buğdan’ı
* Rusçuk Yârânı: Kabakçı Mustafa isyanında, Nizâm-ı Cedid taraftarlarından ve bu hareketin başı olanlardan ele geçirilenler, asiler tarafından parçalanıp malları yağmalanmıştı. Fakat en değerli Nizâm-ı Cedid erkânı kaçmayı başararak, Rusçuk’ta Vezir Alemdâr Mustafa Paşa’ya sığınmışlardı. Bunların elebaşları: Reisülküttap (Dışişleri Bakanı) Mehmed Said Gâlip Efendi, Sadâret Kethüdası (İçişleri Bakanı) Mustafa Refik Efendi, Sadâret Mektupçusu (Başbakanlık Özel Kalem Müdürü) Mehmed Tahsin Efendi, Baş Muhasebeci (Maliye Müsteşar Yardımcısı) Abdullah Ramiz Efendi, Tuna Yalısı Mübâyaacısı Mehmed Emin Behiç Efendi’dir. Bu zatlara “Rusçuk Yârânı” denmektedir. (Bilgi için bk. Öztuna, Türkiye Tarihi, VI, 417). 29 .Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul 1302, VIII, 223.
12
(Memleketeyn) kurtarmayı, Kırım’ı geri almayı ve böylece Boğazlar üzerine çökmüş
bulunan Rus baskısını kırmayı hedefliyordu. İngiltere ile savaşmasının sebebi ise,
İngiliz Hükümetinin İskenderiyye’ye asker çıkarmış olmasından kaynaklanıyordu.
Napolyon, Osmanlı ordularının Rus ordularına saldırmasını fırsat bilerek
Rusya’ya savaş açtı. İki ordu Fridland’da karşılaştı (Haziran 1807). Yapılan meydan
muharebesini Napolyon kazandı. Rus çarı Aleksandır’ın başvurusu üzerine Tilsit
muâhedesi yapıldı (3 Cemâziyelevvel 1222/9 Temmuz 1807). Bu muâhedenin Osmanlı
devletini ilgilendiren başlıca hükümleri şöyledir.
1. Fransa, Rusya’nın kendisine yapacağı hizmete karşılık olarak Türkiye ile
Rusya arasında arabuluculuk yaparak bir mütareke yapılmasını temin etmeye çalışacak.
2. Napolyon, Türkleri Eflak ve Boğdan’ı Ruslara bırakmaları hususunda ikna
etmeye çalışacak. Şayet bunda muvaffak olunamazsa, buraları Rusya’nın güç kullanarak
alması için, ona yardım edecek.
3. Napolyon Lehistan Kırallığı’nı tekrar kurmak projesinden vazgeçecek, buna
mukabil Rusya’da, yedi Yunan adalarıyla, Dalmaçya ve Cattaro üzerinde Fransız
hâkimiyetini kabul edecekti.
Napolyon’un Türk dostluğu, gerçek yüzünü Tilsit’te göstermiştir. Burada Rus
emelleri uğruna Türklere ihanet edercesine hareket eden Napolyon, Türkler için daha da
ileri giderek, “Bu barbarlar artık adam olmaz.” ifadesini kullanma cüretinde dahi
bulunmuştu. Onun siyasî anlayışında Türkler, şahsî menfaatleri için bir âlet olarak
kullanılmaktan başka bir mana taşımıyordu. Napolyon, Avrupa projelerini
gerçekleştirmek için, Osmanlı Devleti’nden nasıl menfaatleşebileceğinin düşüncesi
içerisindeydi. Zira daha sonra ele alacağımız Erfurt Mülakatı’nda onun gerçek yüzü
ortaya çıkmıştır.30
30 . Karal, age., V, 98-99.
13
Kabakçı Mustafa isyanı çıktığında Osmanlı Devlet, Rusya ile savaş halinde
olduğu için ordu cepheye hareket etmişti. Diğer taraftan Marmara’ya giren İngiliz
donanması İstanbul üzerine hareket etmişti. İstanbul’da olaylar patlak verince, ordudaki
disiplin bozulmuş, Sultan III. Selim’in âsilere karşı Nizâm-ı Cedid ordusunu harekete
geçirmemesi, başkenti siyasî bir çalkantıya sürüklemişti. Emellerine ulaşan Kabakçı ve
yandaşları III. Selim’i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa’yı Pâdişah yapmışlardı.31
Alemdâr Mustafa Paşa, düşmanlarla sürekli temasları neticesinde imparatorlukta
ıslahatın gerekli olduğuna kesin olarak inanmıştı. III. Selim’in Nizâm-ı Cedit’ini
yürekten destekliyordu. III. Selim’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’dan ve
ordudan kaçarak yanına gelen, tarihte “Rusçuk Yârânı” diye ün salmış kişileri
himayesine aldı. Alemdâr ile bu kişiler III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak için çalışmaya
karar verdiler.32
III. Selim’in tahttan indirilmesi ve IV. Mustafa’nın cülûsu gibi önemli olaylar
üzerine, Alemdâr Mustafa Paşa* ve beraberinde onu desteleyen, onunla aynı fikirleri
paylaşan Rusçuk Yârânı harekete geçmişlerdi. Niyetleri, III. Selim’e yapılan haksızlığı
gidermekti. Alemdâr ve ekibi olaya el koyunca, IV Mustafa tahtını korumak için
kendisine rakip olan III. Selim ve II. Mahmud’un öldürülmelerini emretmişti. III. Selim
31 . A. Cevat Eren, “Selim III”, İslâm Ansiklopedisi (İA.), İstanbul 1988, X, 455–456. * Alemdâr Mustafa Paşa: Hotin’de doğmuştur. Babası Rusçuk yeniçerilerinden Hacı Hasan Ağa’dır. 1768–1774 Osmanlı-Rus harbinde bölüğünün bayrağını taşıdığı için “Bayraktar” ismiyle de ün salmıştı. Önce Yeniçeri Ocağı’na intisap etti. Sonra da hayvancılık ve ziraat ile meşgul olmuştur. Bu sırada yörenin en güçlü ayanı olan Tirsinikli İsmail Ağa’nın hizmetine girdi. Kabiliyeti sayesinde kısa zamanda yükselmeyi başardı. Tirsinikli’nin ani ölümü (1806) üzerine çabucak Ruscuk’a gelerek duruma hâkim oldu. Daha önce tayin olduğu Hezargrad ayanlığından gelip Tirsinikli’nin kontrolünde bulunan diğer tüm ayanların ittifakıyla “âyânlar âyânı” seçildi. Bu duruma, önce tavır koyan merkezi hükümet daha sonra yetki sahasını genişletmeye karar verdi. III. Selim tarafından vezirlik rütbesi ile ömür boyu Silistre Valiliği ve Tuna Seraskerliği’ne atandı. İsmail Kalesi’ni Rusların eline düşmekten kurtardı. 1806’da başlayan Rus harbinde büyük hizmetler gören Alemdâr, Tuna’yı geçerek Rus Generali Michelson’a karşı savaştı ve düşmanı bozguna uğrattı. Onun bu başarısı üzerine kendisine vezirlik verilen Alemdâr Mustafa Paşa, okuma-yazma bilmemesine rağmen ileri görüşlü ve açık fikirli bir kimseydi. Hotin’de 1179/1765’de doğan Alemdâr’ın doğumu ile ilgili olarak Uzunçarşılı, farklı bir bilgi verir. Buna göre “1768 seferi altı sene kadar devam ettiğinden Alemdar’ın bu seferde bayraktar oluşuna göre yaşının herhalde yirmiyi geçkin olması icap etmektedir. Bu tahmine göre takribi olarak 1160/1747 senesinde doğmuş olması kabul edilebilir.” (Bilgi için bk. Beydilli, “Alemdâr Mustafa Paşa”, DİA., İstanbul 1989, II, 364; Uzunçarşılı, Meşhur Rumeli Âyânlarından Tirsinikli İsmail, Yılıkoğlu Süleyman Ağalar ve Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul 1942, s. 40; Uzunçarşılı, “Mustafa Paşa Bayraktar”, İA., VIII, 720–722; Arif Oruç, Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul 1932, s. 10–19). 32. Karal, age. V, s. 87; Beydilli, “Alemdar Mustafa Paşa”, DİA., İstanbul 1989, II, 364.
14
öldürülürken, II. Mahmud son anda canını zoraki kurtarabilmişti. Ancak devletin en
gergin olduğu bu dönemler, Alemdâr ve ekibini hesaplarında yanıltmıştı. Sonuçta
Yeniçerilerin tekrar devreye girmesiyle tüm planları altüst oldu.
Rusçuk Yârânı, Sultan III. Selim Hân’ın iyilikleri ve lütuflarını görmüş, devrin
zorbalarının nefret ettiği kişiler idiler. Alemdâr’a sığınarak tahtından indirilmiş olan III.
Selim’in iyiliklerini ve ahlakını ona sayıp döktüler. Onun tahttan indirilmesi ile devletin
içine düştüğü karışıklıkları ve musibetleri anlata anlata sonunda III. Selim’in yeniden
tahta çıkarılmasına Alemdâr’ı ikna ettiler. Ancak bu işin hiçte kolay olmayacağını
bildikleri için sırası geldikçe gereğine göre davranılmak üzere belli bir karara vararak
pek çok planlar kurdular.
Önce Refik Efendi, sonra da Behiç Efendi İstanbul’a geldiler. Daha sonra devlet
yöneticilerinin yakınları olan kimselerin içlerine girip, “Mütegallibe-i Dârü’s-
Saltana’nın umûr-i devlete müdâhale ve zât-ı şâhânenin bir Şeyhülislâm azline iktidârını
selb etmek derecede mugâlebeleri asdıkâ-yı devleti dil-hûn ve husûsuyla Alemdâr
Paşa’yı mükedder ve mahzûn etmekle müsa’de-i seniyye erzân buyurulur ise te’dîb-i
eşkıyâya hâzır ve zuhûr-ı emr-i fermân-ı pâdişâhîye muntazırdır.”33 diyerek, türlü türlü
sözlerle onların zihinlerini çeldiler ve taraftarlıklarını sağladılar.
İşte yeniliklere taraftar olan bu önemli devlet adamları, o vakte kadar yenileşme
hareketine ilgisiz kalan Alemdâr’a sığındılar ve ona keyfiyeti anlatarak daha sonraki
hayatına yeni bir mâna kazandıracak tarihî bir misyon yüklediler.
Rusçuk Yârânı’nın hazırladığı plana göre, yeni Pâdişah IV. Mustafa ve çevresine
hoş görünerek III. Selim’i tekrar tahta çıkaracaklar ve böylelikle Nizâm-ı Cedid yeniden
ihya edilmiş olacaktı. Bu planı uygulamak için harekete geçen Alemdâr ve ekibi,
mütareke için ordu ile birlikte Edirne’de bulunan Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa’yı da
ikna etmeyi başardılar. Bu ekip IV. Mustafa’nın yakın çevresinin III. Selim’i öldürmeye
hazırlandıklarını duyar duymaz İstanbul’a gitmede acele ettiler. Dolayısıyla Alemdâr’ın
33 . Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuât, İstanbul 1327, IV, 54.
15
etkisiyle tekrar önemli devlet hizmetlerine atanan Rusçuk Yârânı’nın faaliyetleri
neticesinde İstanbul’a gitmeye ikna edilen sadrâzamın maiyetinde Edirne’den yola
çıkıldı. Alemdâr henüz yolda iken, kendisine bağlı Pınarhisar âyânı Ali Ağa’yı
Boğaz’da Rumeli Feneri’ne yolladı ve elebaşılığını yaptığı isyandan sonra Boğaz
nazırlığını elde eden Kabakçı Mustafa’yı öldürttü. Kabakçı Mustafa idam edilince,
saray erkânı ve İstanbul yeniçerileri arasında büyük bir heyecan oluşmakla birlikte
Alemdâr’a karşı herhangi bir mukavemette önlenmiş oldu.
Edirne’den hareket eden ordu, Davut Paşa Sahrası’na vardığında, sancak-ı şerif
bizzat IV. Mustafa tarafından karşılandı (25 Cemâziyelevvel 1223/19 Temmuz 1808).
Huzûra kabul edilen Alemdâr, saltanat değişikliğinin kolayca gerçekleştirilebileceği
yolunda, yârândan Ramiz Efendi’nin görüşünü, IV. Mustafa’nın orduyu ve sancak-ı
şerifi karşılamakta olduğu bir esnada böyle bir harekete kalkışmanın yakışmayacağını
söyleyerek reddetmişti.
Alemdâr, ilk iş olarak III. Selim’in tahttan indirilmesinde rol oynayan bazı
ulemâ ve zorbaların cezalandırılması ile meşgul oldu. Rumeli askerlerinin aldığı sert
tedbirler Yeniçerileri sindirdiği için şehirde bir süre sükûnet hâkim oldu.
Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, Alemdâr’ın çalışmalarından memnun olmakla
birlikte, onun giderek artan nüfuzundan hoşnut olmamaya ve artık İstanbul’u terk
etmesi yönünde ona telkinlerde bulunmaya başladı. Bunun üzerine Alemdâr, 28
Temmuz sabahı on beş bin kişiyle harekete geçerek şehrin önemli noktalarını tuttu. Ve
Topkapı sarayını bastı. Onun alelacele davranmasının sebebi, esas niyetinin bir şekilde
duyulmuş olmasıdır. Bâbıâlî’yi ele geçirip Sadrâzamdan zorla mührü aldı. Kızlar
Ağası’nı da III. Selim’in hazırlanması için görevlendirmişti Ayrıca Alemdâr,
Şeyhülislâm Arapzâde Ârif Efendi vasıtasıyla IV. Mustafa’ya, tahttan çekilmesi ve III.
Selim’in tahta çıkarılması doğrultusunda haber yollayarak, “Ulemâ, Rical-i Devlet ve
Rumeli Ağaları ve Anadolu Hânedanları Sultan Selim Efendimizin cülûsunu istiyorlar.
Bunu Sultan Mustafa’ya haber ver.” dedi. Sultan Mustafa tahttan çekilmeye
yanaşmayınca Alemdâr kuvvete başvurup sarayın kapısını kırmaya başladı. Bu
gelişmeler karşısında Sultan Mustafa saray kapılarının kapatılmasını emrederek,
16
rakipsiz kalmak için amcası III. Selim ile kardeşi Şehzâde Mahmud’un öldürülmelerine
izin verdi. Alemdâr’ın saray kapılarını zorladığı ve çatılara çıkarak içeriye girmeye
çalıştığı sıralarda katiller III. Selim’e saldırdılar. Silahsız olmasına rağmen III.
Mustafa’nın oğlu, III. Selim’i cesaretle savundu. Katillerin çoğunu yere serdi ancak
kurtarmaya muvaffak olamadı. Cansız bedeni Alemdâr’ın kırmakta olduğu kapının
önüne getirildi. Kapı açıldığında Alemdâr ruhsuz vücut üzerine kapanarak ağlamaya
başladı. Yanındakiler onu ikaz edip “Kadın gibi ağlanacak sıra değil, yeni bir cinayete
yer vermeyelim. Şehzâde Mahmud’u kurtaralım.” dediler.34
Kamil Paşa, bu olaydan eserinde şu şekilde bahseder. “Katiller güya Alemdâr’ı
me’yûs idüpde tasmiminden vaz geçirmek hayal fasdiyle Sultan Selim’in nâ’şi şerifîni
bir şilte üzerine çıkarup arz odasının büyük kapusi önündeki safihiyye koymuşlar idi.
Alemdâr Paşa kapıyi kırıp içeriye girdikte Sultan Selim şehidin vücûdi hümâyûnlaruni
serâpa kane buyanmış olduğuni görünce sûzan ve gözleri gûryan olarak: Vay efendim
seni tahta iclas içun bu kadar yerden şedd-i rihâl (yolculuk) idup gelmişken şu kör olasi
gözlerim bu halde gördi.”35
Şehzâde Mahmud, canilerin elinden fedakâr câriye ve hizmetkârların yardımıyla,
sarayın damına çıkarak kurtulmaya muvaffak olmuştu. Onun kurtuluşunu Kamil Paşa
şöyle aktarır. “Sultan II. Mahmud’un bir gürcü câriyesi hamam külhanından bir kâse kül
alup hazırlamış idüğünden katillerin hücumunda hemen gözlerine kül serpup ve onlar
gözlerini silûp açayûm dedükçe tekrar kül serperek onları meşgul ettukleri esnada
Anber Ağalar bunu fırsat ittihaz ederek Sultan II. Mahmud’i cüz’ice yârelenmiş olduğu
halde dam üzerine çıkarmışlardır.”36
Kaderin tuhaf cilvesiyle Sultan II. Mahmud damdan indirilip tahta çıkarıldı.
Sonra da Pâdişah ilan edildi. Alemdâr Mustafa Paşa ile birlikte ulemâ, devlet ricali ve
ocak ağaları ona beyat ettiler.
34 . Karal, age., V, 87-89. 35 . Kamil Paşa, Tarih-i Siyasî-i Devlet-i Alîyye-i Omanîyye, İstanbul 1327, III, 17–18. 36 . Kamil Paşa, Tarih, III, 17.
17
Alemdâr Paşa Sultan Mahmud’a hitaben: “Ah efendim ben amuceni tahte
çıkarmak içün gelmiş idüm. Kör olasi gözlerim oni bu halde gördi. Bari seni iclas ile
müteselli olayum. Lâkin ona kurban ve oni bu hale koyan Enderûn* halkîdur. Onları
kâffeten kılınçtan geçireceğim.” deyince, cevaben Ahmed Efendi: “Efendim Enderûn
halkının ne kabahati vardır. Bu cinayeti işleyenler malumdur. Efendimiz onları
buldurup icrayi mücazatlari içün size gönderir.” der. Bunun üzerine Sultan Mahmud
Hân Hazretleri, Alemdâr’a ilk emri olmak üzere: “Paşa, ben onları buldurup size
gönderirim. Sen askerini dağıt ve silahlarını çıkar. Hırka-i Saâdet dairesine gidelim.”37
diye emir vermesi üzerine Alemdâr Paşa, askerlerine dışarı çıkmalarını emretmişti.
Böylece Paşa ile yeni Pâdişah Sultan Mahmud, Hırka-i Saâdet Dairesi’ne gitmişler. Bu
esnada Sultan Mustafa, senet ve sarık odaları önünde ve Bağdat Köşkü suffesinde
(çimenliğinde) gezinerek: “Ben tahttan inmedim. Mahmud’i kim çıkardı? diye
söylenmekte iken, Alemdâr Mustafa Paşa: “Bu kim? Sultan Mustafa mı? Söyleyin ona
bucağına gitsin. Yoksa elimden kıyamete kadar lanetleme olacak bir iş sudûrine sebep
olur.” Deyince, İmam Ahmed Efendi ve refikası Sultan IV. Mustafa’ya yanaşıp:
“Efendim Taht-ı Âlîyye’de kısmetiniz bu kadar imiş. Birazda Harem-i Hümâyûn-i teşrif
ile istirahat buyurunuz.” diyerek Sultan Mustafa’yı hareme i’zâm etmişlerdi.38
Alemdâr Mustafa Paşa, Şehzâde Mahmud’a tahtı vermişti. Bunun karşılığı
olarak Sultan II. Mahmud’da ona Sadâret Mührü’nü verdi. Böylece mevcut kargaşa o
anlık son bulmuş oldu.
1835–39 yılları arasında Türk ordusunda askerî öğretmen ve tahkimat uzmanı
olarak çalışan, bir tarihçi ve aynı zamanda da bir asker olan Helmuth Von Montke’ye
* Enderûn: Saray, Mabeyn karşılığı olarak kullanılan bir tabirdir. Devletin idaresine memur olanlara da, bunun mukabili olmak üzere birûn denilir. Farsça olan bu iki tabirden Enderûn iç, birûnda dış demektir. Yalnız olarak Enderûn denildiği gibi “Enderûnî Hümâyûn” şeklinde de kullanılırdı. Osmanlı Devleti’nin teşekkülü sırasında, devlet işleri pek basit ve ibtidâi vasıtalarla görülüyordu. Orhan Gâzi ve oğlu Murad Hüdâvendigâr tarafından yapılan teşkilat ile askerlik bir nizam ve intizam kazandı. Memleket büyümeye başladığı için yavaş yavaş saray teşkilatı da yapılmaya başlandı. Asıl saray Yıldırım Bayezid ve II. Murad tarafından kurulmuş, debdebe ve şaşaayı ise Fatih tesis eylemişti. Enderun sarayın iç hayatı ve düzeni demektir. Bununla ilgili kanunnâmeler ve düzenlemeler mükemmel olarak yapılmıştı. Enderun bir nevi mektepti. Buradan altmış Sadrâzam, üç Şeyhülislâm ve yirmi üç Kaptan Paşa yetişmiştir. (Pakalın, age., II, 533). 37 . Kamil Paşa, Tarih, III, 17. 38 . Kamil Paşa, Tarih, III, 17–18.
18
göre Sultan II. Mahmud, tahtını tüm dileklerini kabul etmek zorunda kaldığı âsilerle
pazarlığa ve kardeşinin idamına borçludur.39 Dolayısıyla Alemdâr’ın, yeni padişah’ın
ilk Sadrâzamı olması kaçınılmaz olmuştur. Alemdâr’ın sadareti, Osmanlı’nın son
yüzyıllarda geleneğinden ne kadar da uzaklaştığını gösterir. Zira İstanbul’un fethinden
itibaren devlet adamları köken olarak kul olmasalar da kul muamelesi görüyorlardı.
Alemdâr ise eski bir yeniçeriydi. Ancak Sadrâzam olduğu sırada kul olması imkânsızdı.
pâdişahı değiştirmeye teşebbüs etmesi onun kul olmadığının en somut delilidir. Tüm
bunlar Osmanlı’nın mutlakıyeti için tahammül edilmesi imkânsız şeylerdi.40
Alemdâr Mustafa Paşa, Sadrâzam olur olmaz, III. Selim’in intikamına koyuldu.
Üç yüz kişinin başları vuruldu. Hızlı bir şekilde IV. Mustafa ve çevresindekilerin
tasfiyesine başlanıldı. Üç yüz bostancı başı ile Köse Musa Paşa’nın başları önemlerine
binaen saray kapısı önünde teşhir edildi. Ahmed Esat Efendi Şeyhülislâm olurken, fitne
çıkaran ulemâda sürgüne gönderildi. Rusçuk Yârânı önemli görevlere getirildi. Böylece
yenilik taraftarları tekrar iktidara gelmiş oldular.
Alemdâr Paşa, şimdilik gereken kuvvete sahip olmakla birlikte devlet işlerini
çevirecek tecrübe ve düşünceden mahrumdu. Bunu kendiside itiraf ettiği için Rusçuk
Yârânı, nâzırların tavsiye ettikleri tedbirleri yürürlüğe koyarak devlete hizmet etmeye
çalıştı.
Alemdâr ve Rusçuk Yârânı iş başına geçtikleri vakit devletin durumu son derece
içler acısı idi. İstanbul’da devlet otoritesi ve prestiji zorbaların yüzünden sarsılmıştı.
Anadolu ve Rumeli derebeylerin etkisi altındaydı. Alemdâr ve arkadaşları bu kötü
gidişata son vererek âsayişin sağlanmasını gerekli görüp, işe İstanbul’dan koyulmaya
karar verdiler. Yeniçeri zorbaların bir kısmı öldürülüp bir kısmı da sürgün edilince
İstanbul’da âsayiş geçici bir süre için de olsa sağlanmış oldu. Bundan sonra Rumeli ve
39 . Helmuth Von Moltke, Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar (1835–1839), trc. Hayrullah Örs, Ankara 1960, s. 279. 40 . Sina Akşin, Türkiye Tarihi, İstanbul 1988, III, 89.
19
Anadolu’nun durumu ele alınmak suretiyle, Sadrâzam tarafından tüm âyânlar devletin
meselelerini görüşmek için İstanbul’a çağrılmıştır.41
I. Sened-i İttifak
II. Mahmud tahta çıktığında, öncelikle halletmesi gereken iki mühim mesele
vardı. Birincisi, amcası III. Selim’in ölümüne sebep olan canilerin cezalandırılması,
ikincisi de devletin içine düştüğü ağır sıkıntıdan kurtulabilmesi için gerekli olan
ıslahatların yapılması idi. İlk önce, Anadolu ve Rumeli’de otorite boşluğundan
yararlanarak idareyi ele almış olan âyânları*, devlete itaat eder hale getirebilme
meselesi ele alındı. Neticede “Sened-i İttifak” adıyla, âyânlar ve devletin vekilleri
arasında bir anlaşma yapıldı.42
“Pazvantoğlu, Tuzcuoğlu, Nasuhoğlu, Dağdevirenoğlu, Kalyoncuoğlu,
Tekkelioğlu, İbrahim Ağa, Katip Ağa, Sarı Osman, Kara Osman, Dede Bey, Kara Feyzi,
Kel Ahmet, Hasköy Ayanı, Emin Ağa, Bülbüloğlu, Tepedelenli Ali Paşa, Ravendizli
Kör Mehmet Paşa ve İshak Paşa” Sened-i İttifak’ta bulunan âyânların elebaşlarıdır.43
41. Bilgi için bk. Beydilli, “Alemdâr Mustafa Paşa”, DİA., II, 364-365; Karal, age., V, s. 89-90. 42. Akgündüz-Öztürk, age., s. 237. * Âyân: Devletle halkı alakadar eden işlerle mükellef olmak üzere yerel bölge halkı tarafından seçilen temsilci demektir. Bunların seçim sonucu atanmaları önceleri valiler ve sonrada sadrazamlar tarafından onaylanarak resmiyet kazanmaktayken, devletin zora düşmesi neticesinde bozulmuş ve temsilcilik durumundan çıkarak derebeyi haline dönüşmüş ve âdeta bağımsız hale gelmişlerdi. Anadolu ve Rumeli eskiden olduğu gibi tekrar bu derebeylerin idaresine girmiştir. Mesela Arnavutluk’un Toksa bölgesinde Yanya valisi Tepe Delenli Ali Paşa, Kegalık bölgesinde İşkodra valisi Kara Mahmut Paşa gibi âyânlar söz sahibi olmuşlardı. Halep karışıklıklar içerisindeydi. Bağdat’ta Kölemenler bağımsızlık hevesine düşmüştü. Vehhabîler Mekke ve Medine’yi ele geçirmişler, Pâdişahın ismi hutbelerden çıkarılmıştı. Mısır’da Mehmet Ali Paşa Kölemenlere karşı mücadeleyi sürdürmekteydi. Garp Ocakları, bölgenin idarecileri olan dayıların zulmü altındaydı ve Anadolu’da da yer yer hanedanlıklar kurulmuştu. Bunların bir kısmı; Aydın’da Kara Osmanoğulları, Bozok’ta Cebbaroğulları idi. Kısacası memleketin ahvali, hem dışta hem de içte vahim bir durumdaydı. (Bilgi için bk. Sarıcaoğlu, age, s. 26). 43 . Karal, age., V, 154. * Voyvodalık: Voyvoda: Reis, subaşı, ağa gibi muhtelif manalara gelen bir tabirdir. Voyvoda kelimesi İslâvca bir kelimedir. Voyvodalık Osmanlılarda Hicrî on birinci (milâdî on yedinci) asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına daireleri gediklerinden veyahut halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederlerdi. Bu voyvodalara merkezce mukataat hazinesi kaleminden evâmir-i şerife verilirdi. Vazife gittikçe tevessü ve taammüm ederek sonraları bunlar kaza kaymakamlığı vazifesiyle de muvazzaf olmuşlardır. (Pakalın, age., III, 598). * Mütesellimlik: Sözlükte “teslim edilen şeyi alan, kabul eden” anlamındaki mütesellim kelimesi Osmanlılarda çeşitli idarî görevliler için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bk. Yücel Özkaya, “Mütesellim”, DİA, İstanbul 2006, XXXII, 203–204).
20
Devlet öyle müşkül bir duruma düşmüştü ki, gerek Anadolu gerekse Rumeli’de
tıpkı derebeyiler gibi nüfuz sahibi olan bu âyânlar, özellikle XVIII. yy.’dan sonra
Anadolu ile Rumeli’nin değişik yerlerinde, devlet tarafından gönderilen idarecilerin
önüne geçmek suretiyle, yöre halkı ile hükümet arasında aracı vazifesini teşkil eden bir
zümredir. Bu sebeple âyânlar; voyvodalık*, mütesellimlik*, muhassıllık* hatta valilik
gibi önemli memuriyetleri elde ederek bulundukları bölgenin siyasî hâkimiyetine sahip
oluyorlardı. Aynı zamanda, vakıf müessesesi, mültezim ve çiftlik sahibi gibi sıfatlarla
bölgelerinde iktisadi ve sosyal nüfuz kazanıyorlardı. Önceleri, halk tarafından seçilen ve
görevleri, vergi-asker toplamak, erzak-levâzım tedarik etmek ve bulundukları yerin
güvenliğini sağlamak olan âyânlar bilahare kuvvetlenip devletin otoritesini sarsacak
duruma gelmişlerdi. Dolayısıyla Sultan II. Mahmud, ilk tedbir olarak bunların itaat
altına alınması gerektiğini düşünmekteydi. Aksi halde devlet otoritesinden
bahsedilemezdi. Zira Devlet otorite ile anlam kazanır. Eski, tecrübeli devlet adamları da
bu konuda onu teşvik edip desteklemekteydiler. Böylece devletin sarsılmış olan otoritesi
yeniden sağlanacak ve ülke, içerisinde bulunduğu zor şartlardan kurtulması için çare
bulunacaktı. Bu maksatla Anadolu ve Rumeli’deki bütün âyanlar İstanbul’a çağrıldılar.
Âyânların çoğunluğu ya Alemdâr Mustafa Paşa’dan çekindikleri için veyahut ta, kendisi
de âyândan biri olan yeni sadrazamın bir zarar vermeden kendilerini meşru bir düzene
koymak için çağırıldıklarını düşünerek icabet etmeyi uygun buldular. Beraberlerinde,
can güvenliklerini temin etme adına, komuta ettikleri askerleri de getirdiler. Cevdet
Paşa, eserinde bu meseleden bahsederken “ve evâsıt-ı mâh-i recebe doğri mudavviyen
mûmi ileyhim birer birer gelmeye başladıkları esnada Cebbarzâde ve Kara Osmanoğlu
güzîde süvarileriyle gelüp Üsküdar yakasinda ikamet eylediler. Evâhir-i recebde Sirûzi
İsmail Beğ dahi on iki bin kadar güzide askeriyle gelup Davud Paşa Sahrası’nda
mansup olan hîmelerde ikamet ile Dersaâdet’in her tarafı böyle ordularla muhat olup
* Muhassıllık: Arapça “tahsil” mastarından türeyen, “tahsil edici” anlamındadır. Osmanlı Devleti’nde kuruluştan itibaren Anadolu’da ve Rumeli’de cizye, âşar, âdet-i ağnâm, imdad-ı seferiyye, hazariyye, sâlâriyye, mukabele, bedel-i nüzul, avâriz, ispençe vb. adlarla anılan vergilerin tarh ve tahsilinde muhassiller görev yapmışlardır. (Geniş bilgi için bk. Yücel Özkaya- Ali Akyıldız, “Muhassıl”, DİA., İstanbul 2006, XXXI, 18–19).
21
İstanbul’da hiç görülmedik surette bir asker kalabalığı olduğu halde evâmir-i alîyye
sektesiz icra oluna geldiği cihetle emniyet-i umûmîye ber-kemal idi.”der.44
İstanbul’da, devlet adamları ve ulemânın katılımıyla birlikte, âyânlarla bir
meşveret-i âmme yapıldı (17 Receb 1223/8 Eylül 1808). Kamil Paşa, konuya dair şu
bilgileri aktarır. “Devlet-i Alîyye’nin istikbali temin içün Rumeli ve Anadolu âyânı dahi
da’vet ve celb olunarak akt olunan meclis-i meşveret-i âmmede ceryan eden müzakerât
neticesinde her hâlü ve kârda evâmir-i seniyye-e nâfiz olarak her yerde murtabıt hazine
istifa olunmak ve devlet nâmine asker alınmak ve şayet muhalefet eden olur ise te’dibi
zımnında bil cümle âyân ve hânedan da’vacı olmak ve fakat onlardan birisinin dahi
hılafi şart ittifak bir hareketi zuhûr etmedikçe hakkında ta’riz olunmamak hususlarına
karar verilerek bu esas üzerine tanzim olunan ittifak senedi cümle tarafından imza ve
tahdim ve Hudûr-i Hümâyûn’a arz ve takdim kılınması üzerine zati Pâdişahı buni
Enderûn-i Hûmâyûn ricâlinden ba’zilariyle müzâkere buyurduklarında baş çûkadâr
hazret-i şehriyâr-i Eğri Boyun Ömer Ağa: Bu sened sizin istiklâl-i saltanatınıza
dokunur. Lâkin reddi kabil değildir. Şimdilik çaresiz tasdik buyûrilûp ba’de bunun feshî
çaresine bakmalıdır. demesiyle her ne kadar sened tasdik buyurulmuş ise de bu mâdde
zât-ı şahâneye dağ derûn olarak o günden i’tibaren âyân gürûhuna ve onlara muayyen
olanlara izmâr-u gazab ve kin edilmişdir. Her halde Nizâm-ı Cedid Ocağı ‘sekbân’
unvaniyle ihya ve yazılan asâkir Levend Çiftliği ve Üsküdar kışlalarına yerleşdirilûp
cümlesine yeknesak elbise iksâ olundu.”45 Toplantı, Alemdâr’ın son olaylar hakkında
bilgi verdiği bir konuşmasıyla açıldı. Konuşmasında, devletin içerisinde bulunduğu zor
şartlar ile memleketin, geçirmekte olduğu zor ve sıkıntılı günlere vurgu yaptı.
Akabinde, kendisinin de yeniçeri taraftarı olduğu, ancak eğitimli askere ihtiyaç
bulunduğu, aksi takdirde devletin varlığını sürdüremeyeceğini ifade etti. Artık
ayrılıklara son verip birlik ve beraberliğe dönülmesini, herkesin gücü nispetinde bu
ittifaka destek vermesi umûmun menfaatine olacağını söyleyerek âyânlardan destek
istedi. Ayrıca Alemdâr, konuşmasının sonunda Yeniçeri Ocağı’nın düzene konulmasına
yönelik olarak alınması gereken tedbirleri şu maddelerle dile getirmiştir.
44 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 3. 45 . Kamil Paşa, Tarih, III, 21.
22
1. Yeniçeri subaylarının gediklerinin kaldırılması.
2. Bekâr yeniçerilerin kışlalarında oturmaya zorlanması.
3. Askerlik yapan yeniçerilerden başka hiç kimseye yeniçeri ulufesi
verilmemesi.
4. Hak etmedikleri halde kendilerine ulufe verilenlerin tasfiyesi.
5. Kanunnâmelerde işaret edilen eğitimin yeniçerilere yaptırılması.
6. Avrupalıların ileri savaş teknikleri ve silahlarının Şeyhülislam fetvasıyla
Osmanlı Ordusu’na alınması.46
Toplantıda hazır bulunanlar, Alemdâr’ın bu altı maddelik düşüncelerini
onayladılar. Akabinde yapılan istişareler neticesinde hükümet ile âyânlar arasında,
tarihimizde “Sened-i İttifak” adı verilen anlaşma yapıldı. 16 Şaban1223/7 Ekim 1808’de
Kâğıthane Kasrı’nda imzalanan bu anlaşmaya göre:
1. Âyânlar, Pâdişahın emirlerini mutlak surette yerine getireceklerdi.
2. Pâdişahın, mutlak vekili olan Sadrâzamın emirleri, aynen hükümdârın
emirleri gibi kabul edilecekti. Bu bakımdan onun kanuna uygun emirlerine
itaat edilecek, kanuna aykırı olan emirlerine ise birlikte karşı konulacaktı.
3. Âyânlar, devletin eyaletlerden asker almasına karşı gelmeyeceklerdi. Bu
hükme muhalefet edenlere karşı tüm âyânlar davacı olacaklardı.
4. Hazine gelirleri, her yerde devletin koymuş olduğu kanun ve hükümlere göre
toplanacaktı.
5. Âyânlarda devlet adamları gibi bu anlaşmaya uyacaklar şayet karşı gelen
olursa bütün âyânlar, beraberce onun hakkından geleceklerdir.
46 . Geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 3–5; Kamil Paşa, Tarih, III, 21-22; Karal, age., V, 90-93; Yuzo Nagata, Tarihte Âyânlar, Ankara 1997, s. 9-12.
23
6. İstanbul’da, yeniçeri ve diğer ocaklarda isyan çıkarsa âyânlar emir
beklemeden gelerek isyan eden ocağı ilga edeceklerdi.
7. Pâdişah, adâlete uygun ve eşit vergi alacaktı.47
Bu ahitnâmenin ebedîyen var olması için yedi maddeye zeyl olarak bir madde
daha eklenmiştir. Buna göre her yeni Şeyhülislâm ve Sadrâzam bu senedi imzalamakla
sorumlu tutulmuştur. Böylelikle bu hükümlerin daimîliği, teminat altına alınmış
oluyordu. Bilahare Şeyhülislâm bu senedin meşruluğuna dair bir fetva vermiş, Pâdişah
ile devletin diğer ileri gelen adamları da bu fetvayı imzalamıştır.48
Devlet ile tebeası arasında imzalanan bu sened, Osmanlı Tarihi’nde benzeri
olmayan bir anlaşmadır. Devlet, âyânların varlığını bu belge ile kabul etmek zorunda
olduğu gibi onlara ve hatta çocuklarına da bazı haklar tanımaya mecbur kalmıştı.
Osmanlı idare sisteminde devletin böyle bir mükellefiyeti yüklenmesi, gerçekte
Pâdişahın bir kısım yetkilerinin sınırlandırılması ve bazı yetkilerinden de feragat etmesi
demekti.
Sened-i ittifak, devletin, Anadolu ve Rumeli’de kendi kendine sivrilip
güçlenmiş, bir bakıma bağımsızlıklarını ilan etmiş olan âyânlarla pazarlığa oturmasıdır.
Bu ise, hele hele o dönemin devlet egemenliği düşüncesinde asla yeri olmayan bir
keyfiyettir. Bu sebeple Pâdişah, böyle bir senedin yazılmasını talihsizlik olarak telakki
etmiştir. Lâkin günün şartları icabı yapılacak başka bir çarede yoktu.49 Nitekim Cevdet
Paşa: “Eğerçi Devlet-i Alîyye ile kendi tebeasından olan birtakım bey ve ağalar
beyninde (arasında) öyle bir ittifaknâme tanzim olunması ve kuvve-i icraiyyenin
birtakım şerâit (şartlar) altına alınması istiklal-i saltanata (saltanatın bağımsızlığı)
47 . Geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 278–383; Stanford J. Shaw- Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, trc. Mehmet Harmancı, İstanbul 1983, II, 26–27; Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1994, III, 114–120. 48 . Karal, age., V, 92. 49 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 6–8; Karal, age., V, 92-93; Shaw, age., II, 26–27.
24
münâfî (aykırı) ise de bir müddetten beri vukua getirilen suiisti’mâlat ile cism-i devlette
açılan yaralara ondan başka çare bulunamamıştı.” demektedir.50
Âyânların, henüz devam etmekte olan Rus harbine iştirak ve pâdişaha sadâkat
hususunda devletle anlaşması, aslında Yeniçeri Ocağı’na meydan okuyan yeni bir
kuvvetin neşet etmesi anlamına geliyordu. Hiçbir olumsuz olay yaşanmadan, ziyafet ve
şenlik havasında geçen bu Meşveret-i Âmme’den sonra âyânların yerlerine gitmişlerdi.
Âyânların yerlerine gitmesinden sonra, meydan tekrar Alemdâr ve onu idare eden
Rusçuk Yârânı’na kalmıştı.
Aslına bakılacak olursa bu sened, devlete nizam veriyoruz diye başlatılan yanlış
ıslahat uygulamasının feci sonuçlarından biridir. Bir mütegallibe güruhu olan âyânlar,
devlet otoritesinin yerine geçmek istemişler ve bu isteklerini de Sened-i İttifak’la tescil
ettirmişlerdi.
Bu sened birçok eserde, İngiliz kralı John ile Feodal Beyler arasında yapılmış,
karşılıklı hakları saptayan bir belge niteliğindeki “Magna Carta” , “Anayasal hareket”
ile özdeşleştirilerek övülmüştür. Oysaki bu düşünce içerisinde olanlar, Osmanlı’nın
gerçek bir hukuk devleti olduğunu göz ardı etmektedirler. Sened-i İttifak mahiyet olarak
Magna Karta gibi olabilir. Ancak Magna Karta belli bir geleneğin başlatıcısı iken,
Sened-i İttifak kısa sürede geçerliğini yitirmiş olan hukukî bir belgedir.51 Pâdişah’ın
nüfuzunun ilahî ve şer’î kanunlar ile takyit edildiğini, Şeyhülislâm’ın onayı olmadan
Pâdişah bile hiçbir hüküm icra edemiyordu. Bu yanlış benzetmeyi yapanlar, devlet
reisliği salâhiyetinin fiilen ve mutlak olarak kullanılamayacağını, mütâlaa (tetkik)
edememişlerdi.52 Öyle ki, Osmanlı Devleti’nde yürürlüğe girmesi gereken kanunlar için
“Şer’-i Şerife muvafakati mukarrerdir” diye imza koyan Şeyhülislam, bu yönü ile bir
bakıma “Anayasa Mahkemesi” görevini de yürütmekteydi.53 Padişahı, batıdaki krallar
gibi despot gören bu zihniyet sahipleri, devlet reisi otoritesinin azaltılmasını ilericilik
olarak görüyorlardı. Bunlar, Pâdişahın otoritesinin sarsılmasının, çeşitli kültürlere 50. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 6. 51 . Akşin,age., III, 91. 52 . Aksun, age., III, 119. 53 . Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Toplum Yapısı, İstanbul 2003 s. 62.
25
mensup insanları sınırları içerisinde barındıran büyük bir devletin birleştirici unsurunu
yıkmakla aynı olduğunu dahi görmezden gelmişlerdir. Bu anlayıştan gerek olacakki
âyânlardan sadece dördü bu belgeyi imzalamış, diğerleri hükümete yardıma ve
birbirlerini kollamaya söz vererek, kendi bağımsızlıklarını da sınırlandıracağı için
sessizce memleketlerine dönmüşlerdi.54
Bu senetle özet olarak Osmanlı Devleti, yeniden büyük devlet olmayı ve eski
hâkimiyetine kavuşmayı istiyordu. Böylece her yerde devletin kanun ve emirleri aynı
olacak, vergiler sadece devlet hazinesinde toplanacak, sadece devlet namına asker
toplanabilecek, âyân ve derebeylerin haklarına da müdahale edilmeyecekti. Sultan II.
Mahmud bu yedi maddelik anlaşmayı pâdişahlığın yetkilerine bir sınırlama olarak kabul
etmiş ve onu hazırlayan sadrâzamına kin bağlamıştı. Sadrâzam ise bu durumu, âyânları
sindirebilecek bir orduya sahip olmadığı için çaresizlik sonucu ortaya çıkan, kaçınılmaz
bir düşüncenin neticesi olarak görüyordu.55
Âyânların çoğu bu belgeyi imzalamadığı için Alemdâr, âyânların durumuna
hukuki bir nitelik kazandırmak istemiş fakat bunda başarılı olamamıştı. Bu senetten bir
ay sonra çıkan yeniçeri isyanlarına âyânların tepki göstermemesi, kendi menfaatlerinin
peşinde koştuklarını ve devletin menfaatini düşünmediklerini ispat etmiştir.56
Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti bu senetle, devlet adına hiçbir sanı dahi
olmayan bir takım şahısları muhatap almak mecburiyetinde kalmıştır. Neticede bu
senedi ne Pâdişah, ne de devlet erkânı kabullenememiştir. Bu senet, Devlet-i Alîyye’nin
aczini göstermekten başka bir işe de yaramamıştır.
54 . Shaw, age., II, 27. 55 . Akgündüz-Öztürk, age., s. 237; Mehmet Esat Sarıcaoğlu, Malî Tarih Açısından Osmanlı Devleti’nde Merkez Taşra İlişkileri (II. Mahmud Döneminde Edirne Örneği), Ankara 2001, s. 28. 56 . Özcan Mert, “ Osmanlı Devleti Tarihi’nde Âyânlık Dönemi”, Yeni Türkiye Mecmuası (2000), sayı: 31, Osmanlı Özel Sayısı: I, 464. * Sekbân: Muhtelif zümrelere unvan olarak kullanılmış bir tabirdir. Halk arasında “seymen” denir. “köpek muhafızı anlamına gelen sekbanın, “sokman” kelimesi ile de münasebeti ihtimali vardır. Bu durumda “muharebe saflarını yaran yiğit” anlamı kazanmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın üç kısmından birine “Sekbân” deniyordu. Yaz mevsiminde mahsulün muhafazası için kullanılanlara da “sekbân” denirdi. Ancak bunlara, gördükleri işin öneminin anlaşılması ve diğer sekbanlardan ayrılması için “kır sekbânı” adı verilmiştir. (Pakalın, age., III, 145–147).
26
II. Sekbân-ı Cedîd’in Teşkili
Sekbân-ı Cedid, Alemdâr Mustafa Paşa tarafından, Nizâm-ı Cedid Ocağı’nın
yerine kurulan askerî bir kurumdur.
Eyaletler sened-i ittifak anlaşması ile merkeze bağlandıktan ve âyânların
İstanbul’u terk etmelerinden sonra karar gereğince Alemdâr Mustafa Paşa, başta
Yeniçeri Ocağı olmak üzere yedi ocaktan muvafakat aldıktan sonra talimli Sekbân-ı
Cedîd adında yeni bir askerî sınıfın çekirdeğini oluşturmaya başladı. Ancak yeniçerileri
ürkütmemek için dikkatli davranarak Nizâm-ı Cedid ismi yerine 12 Şaban 1223/3 Ekim
1808’de kurulan bu yeni askeri sınıfa, Yeniçeri Ocağı’na mensup “sekbân”* sınıfının
ismine izafeten “Sekbân-ı Cedîd” adını tercih etmiştir. Böylece, ahâliye, yakın mazinin
dehşetli olaylarını hatırlatan “Nizâm-ı Cedîd” terimi sözde bir kenara bırakılmış
oluyordu. Aynı zamanda yeniçerilerin esnaflık ve ticaret işlerini bırakarak, Kanunî
devrinde olduğu gibi, kışlalarında kalıp talim ve askerlikle iştigal etmeleri
emrolunmuştu. Anlaşıldığına göre bu yeni askeri sınıf kısmen de olsa ulema tarafından
desteklenmekteydi. Çünkü Ubeydullah Koşmanî adında bir vaiz, Ramazan ayında
camilerde “Emr-i bil ma’ruf “ bahsi altında talimli askerlerin önemine işaret ederek
halkı Sekban Ocağı’na yazılmaya teşvik ederken “Nehy-i ani’l-münker” bahsi altında
da bu uygulamaya karşı çıkanları yermekteydi. Fakat yeniçerilere göre ise kendi
ocakları aleyhinde söz söylemek neredeyse küfür sayılmaktaydı. Hatta Koşmanî bir gün
Fatih Camii’nde vaaz ederken yeniçeri mensubu olan bir cemaatın şiddetli tenkidine
maruz kalmıştı. Şöyleki: Koşmanî vaaz ederken, Yedinci Cemaat Odabaşısı, kürsüden
indirmek üzere Koşmanî’nin eteğine yapışınca, Koşmanî “Ulemâ yok mu?” diye
bağırınca, odabaşı da “Yeniçeri yok mu?” diye feryâd etmişti. Bunun üzerine, büyük bir
infial çıkmasına ramak kala bazı kimselerin araya girmesiyle ortalık sakinleştirilmişti.57
Cevdet Paşa’ya göre bu ocağın teşekkülünde medrese hocaları, tarikat büyükleri ve
selattin camilerin imam ve vaizleri ile yüksek rütbeli ulemânın büyük etkisi olmuştur.58
57 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 20. 58 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 10.
27
Sekbân-ı Cedid’in kuruluşu ile Yeniçeri Ocağı’nın nasıl bir tutuma girdiğini
Ahmed Rasim şöyle zikretmektedir. “Alemdâr, Asâkir-i Cedîde’nin, ayrıca bir ocak
itibar edilerek bundan böyle Asâkir-i Osmanîyye’nin sekiz ocaktan mürekkep olmasını
taht-ı karara aldığı gibi sekizinci ocak olan Sekbân-ı Cedid Ocağı’na dahi tuğ, tabl,
alem-i i’ta eyleyerek ocağa bir şekl-i istiklal verdi. Yeniçeriler böyle bir ocağın
teşekkülünden daha ziyâde alev aldılar.”59 Yeniçerilerin hoşnutsuzluğunu gidermek için
Sultan II. Mahmud’un çıkarmış olduğu fermanın bir kısmı şöyledir. “Yeniçeri Ocağım
kâr-i kadim ecdâd-ı i’zâmdan mevrus hassa askerimdir. İslâm’da ne şekil yararlık
ettikleri tevârihte manzurum olmuştur. Benim dahi itibarım onlaradır. İnşaallahu Teâlâ
nice nice gazalarda yararlık ibraz edip mazhâr-ı fütuhat olarak ecdâdım gibi gâzi
okunmamı kudret-i hakla anlardan ümit ederim.”60 1808 Ramazan’da çıkan yeniçeri
isyanında Alemdâr’ın öldürülmesiyle Sekbân-ı Cedid Ocağı son bulmuş oldu.61
Bu yeni kuvvetin çekirdeğini Kadı Abdurrahman Paşa’nın getirmiş olduğu, hızlı
ateş eden tüfeklerle donatılmış üç bin kişilik bir ordu teşkil ediyordu. Buna eski Nizâm-ı
Cedid ordusundan kalanlar ile Karaosmanoğlu ve Çapanoğlu liderlerinin getirdikleri
askerler katıldılar. Levent çiftliği ve Üsküdar’daki eski Nizâm-ı Cedid kışlaları onarılıp
bu yeni sekbân birliklerine verildi. İlaveten beş bin gönüllü de bunlara katıldı. Ayrıca
yeni asker alınması için de emir çıkarılıp çevreye fermanlar gönderildi. Bu
fermanlardan biri de Edirne Bostancıbaşısı Dağdevirenzâde Mehmed Ağa’ya
gönderilmişti.62
Bu yeni askerlere tek tip elbise giydirilecek ve Avrupa usûlünde eğitim
görmeleri sağlanacaktı. Cevdet Paşa, bu askerlerin elbiselerini şöyle anlatmaktadır.
“Elhasıl Nizâm-ı Cedid Ocağı ihya buyuruldi ve muceddiden yazılan asâkir Levend
çiftliği ve Üsküdar kışlalarına yerleşdirildi ve cümlesine yeknesak olarak aba dizlik ve
tozluk giydirildi. Fakat mukaddema Nizâm-ı Cedid askeri ve Asâkir-i Şahâne tabir
olunurken bu kere Sekbân denildi. Ve evvel başlarına bostancı baratası giyerler iken bu
59 . Ahmed Rasim, Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi, İstanbul 1329, IV, 1543. 60 . Karal, age., V, 145. 61 . Sekbân-ı Cedid hakkında geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 8–10; Naci Çakın-Nafiz Orhon, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi (1793–1908), Ankara 1978, III, 65. 62 . Bu fermanla ilgili bilgi için bk. Sarıcaoğlu, age., s. 50.
28
defa şubara giydirildiki Rumeli halkına mahsus yedi sekiz terkli çuha kalpaktan ibaret
olup bir kısmının üzerine kırmızı ve diğer kısmının üzerine nergizî mağrib şalları
sarıldı.”63
Alemdâr bu yeni birliğe, eski bir Nizâm-ı Cedid subayı olan Süleyman Ağa’yı
komutan olarak atamışsa da esas komutan aslında Kadı Abdurrahman Paşa’ydı. Birliğin
ayrı bir maliyesi olmamakla birlikte, ulemâya cazip gelen Umûr-u Cihâdiye Nezâreti
adı altında bir isim verilerek gerekli geliri toplamak üzere kurulmuştur. Kurulurken yüz
bölük ve üç tümenden oluşan yüz altmış bin kişilik bir ordu düşünülüyordu. Bu
askerlere aynı tip elbise giydirilip Avrupa usulünde eğitim ve talim verilmeye başlandı.
Bunlar ordunun sekizinci ocağı olarak tabir ediliyorlardı. Kendilerine, Tuğ, Tabl ve
Sancak verildiği için Sekbân-ı Cedid Ocağı kısmen de olsa bağımsız bir ocak haline
gelmiş oldu.
Sekbân-ı Cedid Ocağı’na paralel olarak Yeniçeri Ocağı’nda da ıslahat yapıldı.
Yeniçeri ortalarına bağlı olmakla, askerlikten anlamayan pek çok zerzevatçı, hamal ve
kayıkçı delikanlıların, sekbân veyahut kalyoncu sınıflarına yazılarak askerliği
öğrendikten sonra sanatlarıyla uğraşmalarına izin verildi.
Alemdâr’ın yeniçeri birliklerine yönelik yapmış olduğu önemli yeniliklerin biri
de memuriyet satışının yasaklanmış olması ve kıdeme göre terfi düzenin yeniden
getirilmesidir. “Esâme” adı verilen yeniçeri cüzdanları iade edilmediği için bunların
binlercesi başkalarının elinde ya da para karşılığı başkalarına satılmış olduğu için bu
kişiler cüzdan sahibi yaşıyormuş gibi aylık almaktaydılar. İşte bunların hizmet karşılığı
olması için kaldırılmasına çalışıldı. Ancak politikanın inceliklerini iyice kavrayan II.
Mahmud, binlerce kişinin, velevki gayri meşru da olsa, gelirini birdenbire kesmenin
yeni bir isyana sebep olma ihtimalinden çekindiği için, cüzdanların, değerinin yarısına
satın alınmak suretiyle ortadan kaldırılmasını emretti. Cüzdanlarını kendi istekleriyle
vermeyenlere ise, devlet herhangi bir tazminat ödemeyecekti.
63 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 8–9.
29
Yeniçeri Ortaları’na bağlı olmakla, askerlikten anlamayan pek çok sebzevatçı,
hamal ve kayıkçı delikanlılar sekbân veyahut kalyoncu sınıflarına yazıldı. Bunlar
askerliği öğrendikten sonra sanatlarıyla uğraşabileceklerdi.
Sekbân Ocağı bol maaşları, modern kıyafet, silah, talim ve davulları ile
kuvvetlendirilip imtiyazlı bir sınıf olarak ümit kaynağı olmuşlardı. Şeyhülislâm’ın
fetvasıyla meşrulaşan bu askerler artık muntazam bir ordunun çekirdeğini
oluşturuyordu.
Şayet isim değişikliğini bir kenara bırakacak olursak, Nizâm-ı Cedid’in 23
Şaban 1223/14 Ekim 1808’de yeniden diriltildiğini söyleyebiliriz. Aynı ıslahatlar
benzer şekilde Tersane Ocağı’na da tatbik edilmişti.
Eski Nizâm-ı Cedid zabitleri ve Kadı Abdurrahman Paşa’nın Anadolu
valiliğinden getirdiği birkaç bin kişilik talimli “tüfenkçi” askerleri de Sekban Ocağı’nı
güçlendirmişti. Bir taraftan Sekban Ocağı’nın yükselişi, diğer taraftan yeniçerilerin artık
talim ve terbiye ile uğraşmaya zorlanmaları, ticaret ve esnaflıktan ayrılmaları onların
keyfini iyice kaçırmıştı. Menfaatleri bozulan esnaf ve sıranın kendilerine geleceğinden
korkan bazı ulemâ da bozguncu ortamı körüklemeye başlamışlardı.
Donanmanın ıslah edilmesi işi Alemdâr Mustafa’nın lalası ve yakın danışmanı
olan Abdullah Ramiz Efendi’ye verilmişti. Ramiz Efendi liyakatsiz olanların işine son
vermiş, eski gemileri de ıskartaya çıkarmıştı. Nifak yuvası haline dönüşmüş olan Galata
Kışlası’na kilit vurulmuştu. Denizciler, tersane veyahutta gemilerde yaşamak zorunda
bırakılmışlardı.
Yapılan tüm bu ıslahatların kaderi, Alemdâr ve onun yandaşlarının iktidarda
uzun süre kalabilmelerine bağlıydı. Ancak ıslahatları içine sindiremeyenler yıkıcı
faaliyetlerini gizlice sürdürürken, harekete geçmek için elverişli ortamın oluşmasını
beklemeye koyulmuşlardı.64
64. Shaw, age., II, 27–28; Karal, age., V, 93–94; Turan, age., II, 257; Çakın-Orhon, age., III, 65.
30
III. Alemdâr Mustafa Paşa’ya Karşı Yeniçeri Ayaklanması
Alemdâr Mustafa Paşa, ülke genelinde devlet egemenliğini ve asayişi, İstanbul
dâhil olmak üzere sağlamıştı. Ancak, gerek kendisi gerekse adamlarının göze batan bazı
davranışları, onun halk nazarındaki prestijinin gitgide azalmasına sebep oldu. “Samiha
Ayverdi, “Türk Tarihinde Osmanlı Asırları” adlı eserinde bu durumu onun saflığına
bina ederek şöyle der: “Rumeli’nin saf ve sade muhiti içinde yetişmiş olan Alemdâr
Mustafa Paşa, İstanbul’un politik cereyanlarını, içten içe tezgâhlanan siyasi
komplolarını sezip takip edecek bilgi ve tecrübeden mahrumdu. Onun içinde Sultan
Mahmud’u tahta getirmek ve üç beş zorbayı tepelemekle dertlerin bittiğine, böylece
devlet işlerine gözünü yumup eğlence ve zevk âlemlerine sıra geldiğine inanmış
bulunuyordu. Hâlbuki vaziyet hiçte emniyet sükûnet verecek bir çehre arz etmiyordu.
Zira ocağın sindirilmesi demek, birer zorba, vurguncu ve hilekâr tâcir demek olan
Ocaklının maddi zararı demekti. Aynı zamanda Nizâm-ı Cedid’in yerine tesis edilen
Sekbân-ı Cedid adı altındaki talimli sınıfın teşkili de, yine onlar için bir endişe mevzuu
demekti.”65
Alınmış olan tüm önlemler, Pâdişaha ve Sadrâzama karşı, muhafazakar
muhalefetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yeni orduda göreve çağrılanlar veya eski
ordudaki arpalıklarından olanlar bu imtiyazların ellerinden gitmesine öfkelenmişlerdi.
Yeni orduya konulan yeni isme ne ordu ne de halk inanıyordu. Bunun sadece bir isim
değişikliğinden ibaret olduğunu açıkçası herkes biliyordu. Dolayısıyla tepkici unsurlar
yeni ordunun varlığından huzursuz oluyorlardı.
Mevkisinin gücüne, İstanbul’un havasına ve büyüklüğüne alışkın olmayan
Alemdâr ve çevresi kısa sürede hem pâdişahtan hem de kendilerini destekleyenlerden
hızlıca yabancılaşmaya başlamışlardı. Cevdet Paşa, Alemdâr ve çevresinin durumunu
şöyle izah eder. “Ol vezir-i gaflet semir ve yârân-ı nahvet masir ise zorbalar mağlub ve
zor-bâzu-yı iktidarları bütün bütün meslûb oldu zu’muyla hemen celb ve iddihâr-ı
65 . Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1978, II, 287.
31
emvâle iştigal ve meşâgil-i zevk ve şevk-i iş’al ile her gece bir yerde tertib-i ziyafet ve
müzâkere-i hafiye bahanesiyle akd-i cemiyet ve sâzende ve bâzende ve hânendeler ile
tezyin-i bezmgâh-i iyş-ü işret (içki) ederek meşgul-i hay-u hûve yerli yerine
avdetlerinde âverde-i ağuş arzu eylemiş oldukları cevari-i zühre tal’at ve hür kıyafet ile
hem pehl-ü olup mısrâ’i [Yar ile zânu be zânu (diz dize) câm ile leb ber lebiz]
mazmununu yar ve ağyara işrâb ve izhar ve pâ-beste-i dâm-ı şehvet ve ganude-i câme
havâb-ı gaflet olarak imrâr-ı leyl-u nehar etmekte idiler. Hatta içlerinden en ziyade fazl
ve dirayet mavsuf ve cerbeze-i nutk-u fesahat ile maruf olan Kaptan-ı Derya Ramiz
Paşa dahi derya-yı iyş-u safaya bibân-ı zevrakrân (kayık-sandal) inhimâk (bir şeye fazla
düşkün olma) olub biger daime mesabesinde hatayı ta’bir ettikleri bir nev’i cariye
arzûy-i çund salesi olmağla İstanbul derûnine ve ba’zi diyâra kavl kavl esîrciler tisyâr
ve her ne mikdar kıymetli olur ise osun iştirâ’ (satın alma) eylemek babında terhıs ile
şehevât-i nefsanîyeye hasr (sıkıştırma) efkâr eylediği ol esnada iştihâr (şöhretlenme)
bulmuş idi.”66
Alemdâr sanki geçek hükümdârmış gibi davranıyor, müşâvere ve onaylama
formalitelerine girmeden emirler savuruyordu. Sultan II. Mahmud’un itirazları
karşısında kendisine çekidüzen verecek yerde, Sultan’ın yerine, Kırım Hânlığı’nda hak
iddia eden Selim Giray’ı geçirmeyi dahi düşünüyordu.
Filhakika yeni askerlere karşı giderek artan gerilim, neticede Bâbıâlî duvarlarına,
“Rumeliden geldi bir çıtak, bayram ertesi ya kılıç oynayacak, ya bıçak” gibi tehditvâri
sözlerin yazılmasıyla iyice gün yüzüne çıkmıştı. Yine yeniçeriler Alemdâr’ın camiye
gidiş ve dönüşlerinde Sekbân-ı Cedid askerleriyle aralarında olaylar çıkarmak suretiyle
ona hem gözdağı veriyorlar hem de onu küçük düşürerek Alemdâr Paşa’ya saygısızlık
etmekten geri kalmıyorlardı. Şu ifadelerinden, onların hisleri açık bir şekilde
anlaşılmaktadır.
“Geldi Rum-elinden nice bin çıtak,
Açıldı bayraklar yürüdü asker;
66 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 13.
32
İslâmlar içinde kanlar akacak,
Hacı Bektaş ocağı kahraman besler.
Kadir gecesinde yediler bıçak,
Nizâm-ı Cedidler bir satır ister.”
Yeniçeriler aralarında, “Bir haydut başı geldi; bir Pâdişahı halletti. Şevketlü
efendimize layık olan kulluğu da göstermiyor. Biz ona Müslümanlığımızı ve
yeniçeriliğimizi anlatmalıyız.” diyerek isyana hazırlanıyorlardı.
Alemdâr ve arkadaşları, tımarlara ve tımar yöneticilerinin elde etmiş oldukları
hakları kanıtlayan belgeler gösteremeyenlerin vakıf mallarına el koymak suretiyle,
mevkilerinden yararlanıp büyük servet sahibi olmuşlardı.
İstanbul ahalisinin çoğunluğu, Sadrâzamın askerlerinin sokaklarda başıboş
dolaşıp ev-dükkân demeksizin talan etmelerinden yakınmaktaydı. Alemdâr sözünü
kimseden esirgemiyordu. Yanına çıkan herkesi korkutup azarlayabiliyordu. Bu vb.
sebeplerden dolayı Alemdâr, çevresinden hızlıca uzaklaşmıştı.67
Tuhaftır ki başarılı bir sadrâzam olan Alemdâr’ın zamanla elde ettiği bu
başarılar, kişiliği üzerinde engin bir gurur meydana getirmiş ve artık o, arkadaşlarını
lüzumsuz, düşmanlarını da ehemmiyetsiz ve her türlü değerden mahrum görmeye
başlamıştı. Rumeli kıyafetlerini bırakmış olması ve onun yerine cariyesi Kamertab’ın
etkisiyle divâna hançersiz gelmesi, Rumeli âyânlarından çoğunu rencide etmişti. Bunun
için onlar taraftarlarını alıp memleketlerine döndüler. On altı bin emin askeri bulunan
Alemdâr, Kadı Paşa’nın komutasında da üç bin asker bulunduğu için âyânların gidişine
pek aldırmamıştı. Hatalarını önemsemeyen Alemdâr Mustafa Paşa, farkında olmadan
akıbetini bir bakıma kendi hazırlıyordu.
Yaklaşmakta olan isyanın elebaşları her zamanki gibi yine yeniçerilerdi.
Kahvehaneler başta olmak üzere aleyhte yoğun bir propaganda yürüterek “Devlet
67. Geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 13-29; Shaw, age., II, 29; Turan, age., II, 258.
33
adamları eski kıyafetlerini bırakacaklar, başlarına şubara denilen Rumeli serpuşu
koyacaklar, yeniçerilik kaldırılacak, herkesin ekmeği elinden alınacak vs.” sözler sarf
ediyorlardı.
Ordusu, özel muhafızları, bir bölümü henüz silâh altına alınmakta ve eğitimde
olan Sekbân ordusu, Alemdâr’ı İstanbul’da en güçlü kişi konumuna getirmişti. Ancak
düşmanların kışkırtmasıyla Bulgar âyânı Ekim ayı ortalarında Alemdâr’ın memleketi
olan Rusçuk’a saldırdı. Alemdâr bu olay üzerine oradaki eski düzeni korumak için
askerlerinden çoğunu oraya sevk etti. Gönderilen askerlerin yerlerine, Rumeli’den işsiz,
şehir hayatından anlamaz dağ köylülerini getirtti. Sadrâzamın bu yeni kuvvetleri,
İstanbul’da seleflerinden daha çok talan etmekle beraber, efendilerini korumada
maalesef talanda göstermiş oldukları başarıyı gösteremediler.
İstanbul’u sindirdikten sonra planlarını bir bir devreye koymaya başlayan
Alemdâr Mustafa Paşa, zaman içerisinde değişmeye ve yakın arkadaşlarını kaybetmeye
başlayınca, pusuda olan muhalefet için harekete geçme vakti artık gelmiş oldu.
Pâdişah, Sened-i İttifak’ı imzaladığı için, ulemâ kendilerine değer verilmediği ve
nüfuzlarını kırdığı için, Yeniçeri Ocağı da Sekbân-ı Cedid kurulduğu için Alemdâr’a
cephe almaya başlamışlardı. Yakın çevresi Alemdâr’a, yaklaşmakta olan tehlikeyi haber
verdiler. Ancak o, her nedense bu söylemleri kale almadı. Nihayet Ramazan’ın 27.
gecesinde (27 Ramazan 1223/16 Kasım 1808) bir diğer Yeniçeri isyanı daha patlak
verdi.
Ramazanın bu gecesi, Sadrâzam iftar için Şeyhülislâmın konağına gitmişti.
Dönüşünde sekbânlar, halk kalabalığı arasından sadrâzama yol açmak için değnek ve
kamçı kullanarak halktan bazılarının yaralanmasına sebep oldular. Bu yaralılar yeniçeri
ve cebeci kahvelerine giderek, “Biz ehl-i islâmız, zerre kadar cürüm ve günahımız yok
iken bizi dövmek, bize hakaret etmek neden lazım geliyormuş? Bir haydut başı geldi;
Padişâhı tahttan indirdi. Cebren Mühr-i Sadâret’i aldı. Niçin ondan korkmalıyız?
Elhamdülillah bizler onun yanındaki bir avuç hayta (çadır kazığı) güruhundan kat kat
ziyadeyiz. Biz ona Müslümanlığımızı, yeniçeriliğimizi anlatmalıyız.” dediler. Bu durum
34
üzerine, zaten tetikte bir kıvılcım bekleyen Yeniçeriler harekete geçmeye karar verdiler.
Planları gayet basitti. Âniden yangın var diye bağıracaklar ve böylece, olay yerine
gitmek için konağından çıkacak olan Sadrâzam öldürülecekti. Fakat Sadrâzamın
“yangın var!” çığlıklarına aldırmayışı, bu planın gerçekleşmesini engellemişti. Bunun
üzerine âsiler Bâbıâlî’ye hücum ettiler. Sekbânlar, dağınık ve komutasız kaldıkları için
Sadrâzama yardım edemediler. Alemdâr, teslim olmaktansa sonuna kadar direnmeye
karar verdi. Âsilerden, pek çoğunun hakkından gelmeyi başardı. Ancak, onun bu
mücadelesi nihai akıbeti değiştirmeye yetmedi. Daha sonra âsiler, Alemdâr’ın sığınmış
olduğu cephanenin kubbesini delmeye başladılar. Bu vaziyeti gören Alemdâr,
yanındakileri, “Ocağın namusuna tevdî ediyorum” diyerek yeniçerilere teslim etti.
Sonra da tek başına biraz daha mücadeleye devam etti. Hiçbir kurtuluş çaresi olmadığını
anlayınca da ölümü şecaatle karşılayıp tabancasının tetiğine basarak cephaneliği ateşe
verdi (27 Ramazan 1223/16 Kasım 1808). Yanından ayrılmayı kabul etmemiş olan baş
kadını ve cariyesiyle birlikte, teslim olmaktansa ölümü tercih ettiler. Alemdâr, bu büyük
infilak ile kendisini öldürmek için cephaneliğin etrafını kuşatmış olan üç yüzden fazla
yeniçeriyi de, kendisiyle beraber aynı âkıbete sürüklemiş oldu.68
Fahri Ç. Derin’in neşrettiği yayla imamı risâlesi’nde bu olaydan şu şekilde
bahsedilmektedir. “Hemen yeniçeri hücûm edüp, davranman deyüp oda kapularını alup
cümlesine perişanluk gelup hayret engiz kimini öldürüp ve kimi kaçup andan hareme
yürüyüş eylediklerinde amma Alemdâr Mustafa Paşa mukaddem bir mahzen yapturup
ve üst katına lağım ve birkaç varil barut koyup bu akabe böyle zuhur edicek birkaç
gulam ile Paşa, ol mahzene kaçup hemen yeniçeri askeri Paşa Kapusu’na bir ateş verüp
kapı yanmağa başladıkda ertesi günü öğle vakti Mustafa Paşa hayatından me’yûs olup
köleleri taşra çıkarup hemen tabancayı varillere ateş eyledikde üzerinde olan yeniçeri
ihrâk-ı bi’n-nâr olup andan yine ol gece Tatlı Kuyu’da Kethudâyı-ı Sadr-ı Âlî Mustafa
Kethüdâ’nın konağına gelüp etrafını muhâsara edüp lakin anlar gelmezden mukaddem
Defterdar Tahsin Efendi gelüp ve kendi dahi güvez kadife potur giyüp Kethüdâ Bey
Konağı’nda vâfir (çok bol) sekbân var idi.”69
68 . Geniş bilgi için bk. Shaw, age., II, 29; Aksun, age., III, 121-129; Karal, age., V, 94-95 Beydilli, “Alemdar Mustafa Paşa” DİA., II, 365. 69 . Geniş bilgi için bk. Ç. Derin, “Yayla İmâmı Risâlesi” agm., 254–255.
35
Öldüğünde kırk üç yaşında olan Alemdâr, ölüm şeklinden de anlaşıldığı üzere
çok cesur ve hamiyetli idi. Lâkin zeki ve kavrayışlı olduğu kadar da cahil birisiydi.
Şayet iyi sevk edilebilseydi iş görüp devlete faydalı olabileceği muhakkaktı. Nitekim
önceki başarıları bunu açıkca gösterir. Birkaç ay içinde teneffüs edip yaşadığı İstanbul
havası, karakteri üzerinde şaşırtıcı bir etki yaparak büyük bir gaflete sürüklenmesine
sebep olmuştu. Fahri Ç. Derin, neşrettiği risâle’de Alemdâr’ın âkıbetini şöyle
nakletmiştir. “Amma arife günü Cuma gün oldukda Paşa Kapusu’nun harem tarafında,
atılan lağımı lağımcılar hafr eylediklerinde lağımın altında bir mahzenden Sadrıâzam
Mustafa Paşa’nın lâşesi çıkıp henüz solmamış ve bir yerine helal gelmemiş ve
koynunda saati dahi durmamış ve mühr-i humâyûn koynunda çıkup hemen mühr-i
humâyûnu ve bir kese mücevher çıkup anı Şevketlû’ye irsal ve Sadrıâzam Mustafa
Paşa’nın ayağına bir ip takup yeniçeri taifesi sürüyerek ve envai şutum-ı galiz ile şetm
ederek ve Devlet-i Âlîyye’ye şeyn verecek dürlü hezeyan söyleyerek Meydan-ı Lahm’e
getürüp Sadrıâzam Alemdâr Mustafa Paşa’yı baş aşağı dut ağacına salb edüp çırçıplak
avret yeri dahi mekşûf ve ağzına çubuk sokup envâ’ı dürlü halt-ı kelam ederek teşhir
olunup ba’dehu meydanda olan lâşeleri ve Alemdâr Paşa’nın lâşesini Yedikule
haricinde bir hendeğe atup anda kalup bir mahalle defn olmadı.”70
Osmanlı Tarihi’nde Alemdâr Mustafa Paşa, Yeniçeri Ocağı’nın isyanına karşı,
kanının son damlasına kadar mücadele eden tek Osmanlı Sadrâzamıdır. İsyancılar onu
öldürdükten sonra pek çok büyük memurların konaklarını yağmalayıp talan etmişlerdi.
Bu sırada yârân’dan Refik, Tahsin ve Galip Efendiler de öldürülmüştür. İstenmese de
her türlü anarşiye fırsat doğmuş ve bu yağmalama olaylarından sarayda payını almıştı.
İstanbul tekrar isyancı askerlerin eline düştükten sonra, isyancılar Pâdişahtan
yeni bir Sadrâzam ve yeni bir Ağa isteğinde bulundular. Tıpkı kısa bir süre önceki gibi
amcası III. Selim’in durumuna düşen Pâdişah, gereken dersi almış olduğu için verilen
tavizlerin arkası kesilmeyeceğini ve kendi yerine IV. Mustafa’nın getirileceğini çok iyi
biliyordu. Bu nedenle isyancıların isteklerini reddetti. Ramiz Paşa ile Kadı
70 . Ç. Derin, “Yayla İmâmı Risâlesi” agm., III, 259–260.
36
Abdurrahman Paşa’ya, askerlerini saraya göndermeleri için haber gönderdi. İstekleri
reddedilen Yeniçeriler saraya saldırdılar. Fakat güçlenmiş olan saray birliği onları
püskürtmeyi başardı. Artık bir şey yapamayacaklarını anlayan yeniçeriler, âdetleri
gereği yangın çıkardıktan sonra At meydanı’nda toplanıp meşveret kurdular. Bu
meşverette II. Mahmud’u istemediklerini, onun yerine IV. Mustafa’yı tahta oturtmak
istediklerini yüksek sesle ilan etmeye başladılar. Bu durum karşısında II. Mahmud,
gönlü razı olmasa da Şeyhülislâm’ın fetvası gereğince, ağabeyi IV. Mustafa’nın
boğdurularak idam edilmesini onayladı. Devlet erkânı Sultan IV. Mustafa’nın izâlesine
karar verince, genç Hükümdâr Sultan Mahmud, bu karar karşısında irkilmiş ve kara
kara düşündükten sonra: “Acep âher sûret bulunamaz mı?”71 diye sormuştu. Çünkü
onun merhametli yüreği buna bir türlü elvermiyordu. Ancak ağabeyi, amcası III. Selim
ile kendisinin fermanını hiç düşünmeden vermişti. Şehzâde Mahmud, içi kan ağlayarak
bu işe olur verdi. Onun bu kararı vermesinde zorbaların, “Sultan Mustafa’yı İsterük!”
diye bağırmaları elbetteki etkili olmuştu. Sultan Mustafa’yı desteklemek için harekete
geçenler farkında olmadan onun ölüm fermanına sebep olmuşlardı. Çünkü onun
vücudunun varlığı, devlet için cidden zararlı bir hale gelmişti. Bu sebepten ötürü IV.
Mustafa, Sultan III. Selim’in ölümünün yıldönümünde Kadı Abdurrahman Paşa’nın
öncülüğüyle, aynı Harem Dairesi’nde kuşakla boğularak öldürüldü. Böylece Osmanlı
hânedanında Sultan II. Mahmud’dan başka erkek kalmamıştı. Bu zor kararla
isyancıların tazyiki sona ereceği düşünülmüştü. Fakat durum, hiçte düşünüldüğü gibi
olmadı. Onun idamını duyan âsiler, çılgına döndü. Bu olay isyancıların sayısının daha
da artmasına sebep oldu. Sonunda büyük bir çatışma başladı. İsyancıların gözü öylesine
dönmüştü ki, artık Sultan II. Mahmud’a güvenlerinin kalmadığını söyleyerek
“Pâdişahta bir insan değil midir? Kim olursa Pâdişah olur. Yeter ki bizim ocağımız
devam etsün” diyorlardı.
Eğer Sultan Mahmud’u öldürseler hânedan sönecekti. Başka hiçbir şehzâde
yoktu. Muvaffak olsalar Osmanoğullarının çevresinde toplanan muazzam devlet, başta
uzak eyaletler olmak üzere dağılıp yok olacaktı. Ancak bu ihtimal âsiler için hiçbir
anlam ifade etmiyordu. Hatta içlerinden bazıları Esma Sultan’ın veya Konya’daki
71 . Ayverdi, age., II, 288.
37
şeyh’in veyahutta Kırım Tatarhân-zâdelerinden birisinin Pâdişah ilan edilmesini
istiyorlardı. Bir kısmı da II. Mahmud’dan altı yaş büyük olan ablası Esma Sultan’ı tahta
çıkarmayı istiyordu. Esma Sultan, III. Selim’in Nizâm-ı Cedid’ci Kaptan-ı Derya’sı
Damad Küçük Hüseyin Paşa’dan dul kalmış, 29 yaşında vakarlı bir kadındı. Ancak bir
kadının başa gelmesi Osmanlı tarihinde görülmesi söyle dursun, akıldan dahi
geçirilmeyecek kadar olağan dışı bir olaydı. Zira bir kadın istisnai de olsa belki Pâdişah
olabilir fakat halife olması imkânsızdı.72 Çünkü hilâfet, ne krallıklara, ne sultanlıklara,
ne imparatorluklara, ne de cumhuriyetlere benzer. Hilâfet nev’i şahsına münhasır bir
özelliktir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) halefi ve kendisinden sonra yerine kâim olmak
üzere İslâm toplumunun en yüksek reisinin, yani imamının unvanı gibi manalara
gelmektedir. Bu bakımdan halifenin kadın olması usulen imkânsızdır. 73
Yeniçeriler, esnaf ve kentin başıboş takımının desteğini kazanarak, saraya
Ayasofya yönünden saldırıp suyunu kestiler. Yeni Sekbânlar, saray dışına karşılık
verdiyseler de saldırganların sayıca üstünlükleri sebebiyle çemberi yaramadılar (27
Ramazan 1223/16 Kasım 1808).74 İsyancılar, işi azıtıp saraya hücum edince Pâdişah,
dört bin kişilik Sekbân-ı Cedid askeriyle saltanatı muhafaza etmeye çalıştı. Bunun
yanında, isyancıların mukavemetini kırmak için Donanmay-ı Hümâyûn’a bağlı
gemilerden, Yeniçeri Ağası’nın bulunduğu yere toplar atıldı. Hatta bu atışlardan
Süleymaniye Camii’nin bir minaresi yara almıştır.75 Haliçteki donanmanın, yeniçeri
kışlaları ile saray çevresindeki kuşatmacıları topa tutması bu olayların bilânçosunun çok
ağır olmasına sebebiyet verdi. Çıkan yangınlarda Sultanahmet, Ayasofya ve Divân Yolu
Mahalleleri büyük zarar görmüştü. Osmanlı tarihinde benzeri az olan bu dehşet
olayların neticesinde binlerce sivil hayatını kaybetmişti. İç hesaplaşmalar nedeniyle boş
yere akan kanlar Devlet-i Alîyye’nin bağrını sızlatan farklı bir kara leke olarak tarihe
geçmiştir.
72 . Bilgi için bk. Karal, age., V, 95-96; Öztuna, Türkiye Tarihi, VI, 434. 73. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 2003, s. 92–108. 74. Shaw, age., II, 30. 75. Akgündüz-Öztürk, age., s. 237–238.
38
Yeniçeri liderleri, başarılı olamayacaklarını anlayınca uzlaşmaya yanaştılar.
Bağışlanmalarına karşılık, Pâdişaha bir “Sened-i İtaat” imzaladılar. Ancak, hâlâ
sekbânları hazmedemeyen küçük rütbeli yeniçerilerle IV. Mustafa’nın idamını
hazmedemeyenler, pâdişahın tahttan indirilmesini isteyerek anlaşmayı bozdular. Bunun
üzerine II. Mahmud sekbânları ile yine sarayı savunmaya başladı. Aracılığı üstlenen
ulemâ, isyancıları yeni bir görüşmeye razı etti. Sekbân birliklerinin geleceğinin ne
olacağı hususu ise, çözümü en zor problem olarak ortada kaldı. Konu uzun uzun
tartışıldıktan sonra, 28 Ramazan 1223/17 Kasım 1808’de sağlanan bir antlaşma ile
Sekbân birliklerinin dağıtılmasına karar verildi.
Sonunu nereye varacağı bilinmeyen bu problemi çözmek için maalesef ödün
vermekten başka çare yoktu. Sekbân askerlerinin canlarına kastedilmeden İstanbul’u
terk etmeleri, anlaşmanın şartlarından birisi olduğu halde netice hiçte böyle olmadı.
Sekbânlar anlaşma gereğince silahsız ve üniformasız olarak saraydan çıkarlarken,
dışarıda bekleyen isyancı güruhu, onların üzerlerine saldırdılar. Ayrıca, kışlalara da
saldırarak herkesi öldürdüler. Ramiz Paşa ile Kadı Abdurrahman Paşa da öldürülenler
arasındaydı. Böylece isyancılar bir kere daha galip gelmiş oldular.
Tahtta kalmayı başaran II. Mahmud, tüm olanlara rağmen, reformlara devam
etme kararlığından vazgeçmemişti. Eski ordu ortadan tamamen kaldırılmadan yenisinin
etkili bir şekilde kurulamayacağını, yaşanan olaylardan bir kere daha tecrübe etmişti.
Reformların sadece askerlerle sınırlandırılmayıp, Osmanlı devlet kurumlarının ve
toplumunun tümüne yayılması gerektiği, yaşanan bu kanlı olaylar sonrasında daha iyi
anlaşılmıştı. II. Mahmud, artık Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması için gerekli şartların
oluşacağı zamanı beklemeye koyuldu.
1808 Kasımının bu sıcak olayları bir yıl önce III. Selim’i tahttan deviren ihtilal
kadar kuvvetli değildi. Olaylar koşulsuz teslimle değil uzlaşmayla neticelenmişti.
Dolayısıyla II. Mahmud isyancılar karşısında çok pasif olmamakla birlikte, eyaletler
kendisine karşı sorumluluklarını reddetmiş olan Ağaların egemenliğindeydi. Pâdişah,
yeni ordunun ilk adımı olduğu kadar, kişisel bir güç aracı olarak da kurduğu yeni
sekbân birliklerini kaybetmişti. Ancak II. Mahmud, bunalım süresince amcasının
39
kararsızlığı ve zayıflığıyla taban tabana zıt, çok büyük bir karalılık ve isteklilikle
mukâvemet gösterip yılmadan yoluna devam ediyordu. O, bundan sonraki on sekiz yıl
boyunca kendisine bağlı bir asker ve devlet adamı kadrosunu sıfırdan yetiştirirken,
aldığı bu derslere uygun olarak hareket edecek olduğu günleri sabırla beklemişti.
Yaşadığı bu buhranlı günler ise, tecrübe babında bilahare kendisine çok yardımcı
olmuştu.76
Sonuçta, III. Selim’in yapmaya çalıştığı Nizâm-ı Cedid hareketinden sonra,
Alemdâr Mustafa Paşa’nın gerçekleştirmek istediği reformlar, onlara karşı olanlar
tarafından engellendiği gibi, bu reformları fiiliyata geçirmeye çalışanlar için de hayatları
pahasına ağır bir bedel olmuştu.
İstanbul’un bu gibi iç hesaplaşmalarla kardeşkanı kaybetmesi, siyaset ve askerlik
sahalarını da olumsuz etkilemişti. Zira devlet, içten ve dıştan çok ciddi tehlikelerle yüz
yüze gelmişti. Nitekim Balkanlar’da Sırbistan isyan halindeydi. Hicaz’daki Vahhâbîlik
hareketi, devletin İslâm birliğini parçalayacak bir şekilde yayılıp genişlemekteydi.
Birtaraftan Bâbıâlî ile Rusya arasında harp devam ediyordu. Fransa Osmanlı’nın
dostluğunu askıya alıp Rusya’ya meylediyordu. Erfurt anlaşmasında Fransa, Rusya’nın
Eflak ve Boğdan’a yerleşmesine rıza gösteriyordu.77 Hulasa İstanbul’da vaziyetin böyle
olması, Osmanlının Avrupa devletleri tarafından taksim edilmesine hizmet etmekten
başka bir işe yaramamıştır.
Alemdâr Mustafa Paşa’nın bu kadar kısa sürede hal edilmesi oldukça
düşündürücüdür. Çünkü haksızlığı önleyip adâleti bulmak için İstanbul’a hareket
etmişti. Bunun gereği olarak hem siyasî gücü hem de itibarı daha ziyâde artması
gerekirken ne oldu da kısa sürede herkesin nefretini kazandı? Gerçekte bu sorunun
cevabı Cevdet Paşa’nın “Yar ile zânu be zânu (diz dize), cam (kadeh) ile leb ber leb
(dudak dudağa)-rizz (gizli ses) ” diye zikretmiş olduğu cümlededir. Alemdâr’ın,
tevazudan uzaklaşarak daha evvel hiç görmediği zevki sefâ âleminin câzibesine
kapılması, onun akıbetinin kısa bir sürede felaketle neticelenmesine sebep olmuştu.
76. Geniş bilgi için bk. Shaw, age., II, 30-31; Akgündüz-Öztürk, age., s. 237-238. 77. Z. Kazıcı, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi Osmanlı Devleti ve Medeniyeti, XIII, 382.
40
IV. Merkezî Otoritenin Güçlenmesi İçin Yapılan Bazı Sadâret Değişiklikleri
II. Mahmud’un devrine baktığımızda, sadrâzamlarını sık sık değiştiğini, bazen
aynı kişiyi azlettikten belli bir süre sonra tekrar atadığını görürüz. Bu şekilde
davranmasının elbette değişik sebepleri vardı. Ancak, beklide en önemli sebebi onların
zaman içerisinde güçlenerek Pâdişahın nüfuzuna tesir edebilecek bir güce erişebilmeleri
ihtimalini ortadan kaldırmaya yönelikti. Zira Sultan II. Mahmud’un başını en çok
ağırtan husus, devletin kontrolünün elden çıkmış olması meselesidir. Bunun içindir ki
henüz tahta çıkar çıkmaz âyânlarla mücadele etmiş ve onları itaat altına almaya
çalışmıştı.
İki yıl, dokuz aydan beri Sadâret makamında görev yapmakta olan Mehmet
Emin Rauf Paşa’nın azledilmesine, Kırımlı Hâlet Efendi’nin* kıskançlığı sebep
olmuştu. Azledilmesinin sebebi yenilikçi olması hasebiyle Yeniçerilerin gayretini güden
Hâlet Efendi’nin husûmetini celbetmesidir. Katli Pâdişahtan istenince, Sultan Mahmud,
onun uzun boylu ve vecâhetli (güzel yüzlü, şerefli) olması sebebiyle: “Kallâvî (kavuk),
başına pek yakışıyor. Ben o güzel başına kıyamam.” demiş ve Sakız Adası’na sürgün
edilmesiyle iktifa edilmişti.
Gerçekte muhafazakâr olan Mehmed Emin Rauf Paşa, devletin yenilenmesi
hususundaki konuşmalarla karşılaşınca, işi alaya alarak “Güzel ama kallavî artık bizi
kurtaramaz.” diyerek yeni feslerin hoş olmadığını îma ederdi. Onun azlinden sonra
yerine vasat bir devlet adamı olan Derviş Mehmed Paşa tayin edilmişti (26 Safer 1233/5
Ocak 1818). Mehmed Paşa her ne kadar Hâlet Efendi ile iyi geçinse bile kısa bir süre
sonra azledilmekten kendisini kurtaramamıştı. Bunun yerine Tanzimatçı Reşat Paşa’nın
eniştesi olan, Bursa ve Kocaeli mutasarrıfı Seyyid Ali Paşa tayin edildi (19 Rebîülevvel
1235/5 Ocak 1820).78 Bir yıl üç ay bu makamda kalan Seyyid Ali de kifayetsizliği
* Halet Efendi (1760–1822): İstanbul’da doğmuştur. Kadı Kırımî Hüseyin Efendi’nin oğludur. Asıl adı Mehmed Said’dir. Meşhur olduğu Hâlet adı ona küçük yaşlarda takma ad olarak verilmiştir. Düzenli bir medrese tahsili yoktur. Şeyhülislâm Mehmed Şerif Efendi’nin aracılığıyla kadılık mesleğini seçmiştir. Mehmed Râşid Efendi’nin yanında mühürdâr yamağı olmuş ve onun teveccühünü kazanmıştır. Galata Mevlevîhânesi şeyhi Galib Dede’ye intisap ederek kısa sürede onun da gözüne girmeyi başarmıştır. Bazı
41
sebebine binaen azledildi. Onunda yerine tam tersi sert bir mizaca sahip olan Çirmen
Mutasarrıfı Benderli Ali Paşa getirildi. Şiddeti belki derde deva olur zannıyla işbaşına
getirilen Paşa, Alemdâr gibi taşrada yetişmiş ince işlere akıl erdiremeyen ancak iyilik
seven bir kimse idi. Rum isyanı esnasında Etniki Eterya mensuplarına karşı sert
tedbirleri, istenen neticeyi almak için maalesef yeterli olmamıştı. Bunun üzerine
etrafındaki bazı kimselerin tesiriyle Sultan’dan, Hâlet Efendi onun azlini isteyince
Sultan, onun bu teklifine temkinli yaklaşarak bir düşüneyim dedi. Sonra da bilahare
saraya çağırılarak mühür kendisinden alınıp Kıbrıs’a sürülmüştü. Daha sonra da
hakkında idam fermanı çıkarılarak Kıbrıs’ta idam edildi. Ondan boşalan yere ise Hacı
Salih Paşa getirildi (27 Receb 1236/30 Nisan 1821).79 Salih Paşa da, Hâlet Efendi’nin
telkini ile bir yıl altı aylık kısa bir memuriyetten sonra azledildi.
Hâlet Efendi gittikçe kendi aleyhine dönen havayı dağıtmak için kendi adamını
hiç düşünmeden görevden almıştır. Sultan II. Mahmud, Salih Paşa’yı azletmekle birlikte
kendisine karşı hiçbir olumsuz temâyülü bulunmadığını ifade ederek ondan sonrası için
ne yapmak gerektiğine dair fikrini sordu. Sâbık Sadrâzam Salih Paşa ise, “Halet’in bir
müddet seyahat ettirilmesi” ifadesiyle sürgün edilmesi fikrini Sultan’a telkin etti.
Pâdişah onun bu fikrini uygun buldu. Bunun üzerine Hâlet Efendi Konya’ya sürgün
edildi. Daha sonra makamını kaybettiği için aleyhinde hücumların artmasıyla fermanlı
ilan edilip orada idam edildi. Kesik başı ibret olsun diye İstanbul’a getirilip “Seng-i
ibret” taşında teşhir edildikten sonra Galata Mevlevîhânesi’ne gömüldü. Kendisine
hayranlık duyanlarda yok değildi. Zira Onun idamını duyan Hurşit Paşa üzüntüden vefat
etmişti. Onun idamına daha sonra Pâdişahın bile pişman olduğu bildirilir. Hâlet Efendi devlet adamlarının kâtipliklerinde bulunan Hâlet Efendi, Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığını ellerinde tütan Fenerli Rumlar’la tanışmıştıktan sonra onların tercümanlığını yaparak büyük servet sahibi oldu. Bu münasebetle birçok düşman kazanmıştır. 1803 yılında başmuhasebecilik pâyesi ve orta elçi unvanıyla Paris’e gönderilen Hâlet Efendi üç yıl kadar sönük bir elçilik yaptı. 1806’da İstanbul’a dönüp beylikçi vekili ve ardından rikâb-ı hümâyun reîsülküttâbı oldu. Ancak İngilizler’le gizlice muhabere ettiğine dair Fransa elçisi Sebastiani’nin ihbarı üzerine görevinden alınarak Kütahya’ya sürüldü. Sonra tekrar İstanbul’a gelerek rikâb-ı hümâyun kethüdalığı ile gizli haberleşme işlerinin başına, ardından da nişancılık görevine getirilmiştir. Uzun süre bu görevde kalan Hâlet Efendi gittikçe pâdişahın nezdindeki nüfuzunu artırıp başdanışman oldu. Halk arasında “devlet kâhyası” diye anıldı. Tayin ve azillerde büyük rol oynadı. (Mesela Hâlet Efendi, Şeyhülislâm Halil Efendiyi sürgün etmiş karısını da öldürtmüştür. Karısının öldürüldüğünü duyan Halil Efendi üzüntüsünden felç geçirip ölmüştü.) Hâlet Efendi’nin Fenerli rumlarala beraber adı yolsuzluklara karıştı. Çağdaşlarınca merhametsiz, kindar biri olarak nitelenmiş ve pek sevilmemiştir. (Bilgi için bk. Abdülkadir Özcan, “Hâlet Efendi”, DİA., İstanbul 1997, XV, 249-250). 78 . Aksun, age., III, 150. 79 . Aksun, age., III, 161-162.
42
idam edildikten sonra yakın adamları da birer birer sürgün edildi. Ayrıca Hâlet Efendi,
tarihte aklın alamayacağı kadar hakkında ithamlar yapılmış bir adamdır.
Dirayetli bir devlet adamı olduğu söylenen Hacı Salih Paşa’dan boşalan Sadâret
makamına, cesaret ve sertliğiyle tanınmış bir kimse olan ve bu sebeple “Deli Abdullah”
lakabı verilen Boğaz Muhafızı Hamdullah Paşa getirilmişti (24 Safer 1238/10 Kasım
1822). Lakin bu zât da azledilmekten kendini kurtaramamış ve memuriyeti dört ay
sürmüş, kifayetsizliği bahane edilerek azledilmiş. Onun yerine halim, selim, sâdık ve
gayretli bir kimse olan Ali Paşa getirilmiştir (26 Cemâziyelâhir 1238/10 Mart 1823).
Silahdâr Ali Paşa da bu makama dokuz ay dayanabilmiş. Azledildikten sonra yerine,
siyasî bakımdan gayet becerikli olduğu söylenilen Mehmed Said Galip Paşa getirildi (9
Rebîülâhir 1239/13 Aralık 1823). Ancak ortamın çok hareketli olması ve devletin bir
taraftan Yunan isyanlarıyla uğraşması nedeniyle, siyasî bir dâhi olan Gâlip Paşa’nın da
bu koltukta çok kısa bir memuriyeti olmuştu.80 Gâlip Paşa’nın yerine bu makamda
epeyce kalmayı başaran Mehmed Selim Sırrı Paşa getirildi (20 Muharrem 1240/14
Eylül 1824).81
B. DIŞ SİYASET
I. Erfurt Görüşmesi
Napolyon, İspanya savaşı nedeniyle Rusya’ya her zamankinden daha çok
muhtaçtı. Dolayısıyla Tilsit’teki dostluğu bir adım daha öne alarak pekiştirmeyi
düşünüyordu. Çünkü esas korkusu, İspanya harbi esnasında Avusturya ile Rusya’nın
ayrı ayrı ya da müşterek olarak, onun bu zayıf ânını fırsat bilip kendisine saldırmaları
ihtimalinin olmasıydı. Dolayısıyla bu korkudan emin olmanın en kestirme yolu,
Rusya’yı bu duruma karşı koz olarak kullanmaktan geçiyordu. Bu nedenle Napolyon,
Rusya’nın Tarihi isteklerini bir kere daha gözden geçirme ihtiyacını hissetti. En nihayet
Rus Çarı Aleksandır ile Erfurt’ta bir araya geldi (1 Şaban 1223/22 Eylül 1808).
Müzakereler Napolyon ile Rus çarı arasında devam ederken, sıra İstanbul’a gelince
80 . Aksun, age., III, 169-170. 81 . Aksun, age., III, 173.
43
anlaşamamışlardı. Çar’ın, İstanbul ve Boğazları istemesi üzerine, Napoyon: “İstanbul
tek başına bir imparatorluğa değer. Kaldı ki, Marsilya’nın bir kapısı da Boğazlardır.”
diyerek, Tilsit’te Eflak ve Boğdan için vermiş olduğu vaadini yineledi.
Rus Çarı, Fransa’nın dostluğuna ve ittifakına önem veriyordu. Ancak bunun
karşılığı olarak kendisine de bazı hakların verilmesini istiyordu. Napolyon: “İcap hâli
nazren politikaca vuku’ bulan tebdilâta başka tebdilât ilavesi tehlikeli olduğundan
şimdilik oluriyle kanaat olunmalıdır. Devlet-i Osmanîyye’nin mekâsimesi bahsine
gelince, İstanbul ile iki boğazın Fransa tarafından Rusya’ya terkinin kâbil
olamayacağını ve Fransa buna razı olsa bile İngiltere, Avusturya ve İspanya devletleri
ile hayatını devam ettirmek için ayaklanmış olan Türkiye Halkı’nın birleşip, son
nefeslerine kadar uğraşacakları açıktır. Böyle bir ağır meselenin ortaya konulması için
münâsip vakit gözetmelidir. Tuna sahillerinde olan Rusya Ordusu, Osmanlı Ordularıyla
uğraşmaya kâfi ise de Türkler milletçe ayaklandıkları vakit Rusya var kuvvetini o tarafa
vermeye mecbur olur. Bu sebeple şimdiki halde Rusya, Finlandiya ile Eflak ve
Buğdan’ın zaptına kanaat etmelidir. İleride zamanın müsaadesine göre şarkça icraat-ı
cesîmeye dahi teşebbüs olunur. Ve iki imparator genç olduklarından büyük işler icrasına
daha çok vakitleri vardır.” der.82
Her iki imparatorluğun hâriciye nâzırları müzâkerelere giriştikten sonra 21
Şaban 1223/12 Ekim 1808’de Erfurt Anlaşması’nı imzaladılar. Buna göre: Finlandiya,
Eflak ve Boğdan, Rusya’ya terk edilmedikçe Fransa sulha razı olmayacaktı.83
Osmanlı-Fransa ve Rusya müzâkerelerini Paris’e aldıran Fransa bir yıldır
konuyu uzatıp sulha yanaşmıyordu. “Onların bu ikiyüzlülüğüne hiç şaşmamalıdır. Belki
diplomatlıkta utanmak gailesi ve doğruluk dâiyesi olmadığı bilinmelidir.”84 Cevdet Paşa
ifade ettği gibi, bir müddet sonra Fransa kendine yakışanı yaparak tavassuttan
(arabuluculuk) da vazgeçti. Devlet-i Âlî, Rusya ile doğrudan müzakere için 1223 Şevval
sonlarında Tuna yalısına bir heyet gönderdi. Fransa, Eflak ve Buğdan’ın Rusya’ya
82 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 62–63. 83 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 64. 84 . Cevdet Paşa’dan naklen bk. Nuri Ünlü, İslâm Tarihi, İstanbul 1994, III, 15–16.
44
bırakılmasını nazikâne istedi.85 Bu istekler Türk halkını ve hükümetini Fransa aleyhine
döndürdü. Fransa’nın tavassutundan bir şey çıkmayacağı anlaşıldığı ve sulh da
yapılamadığı için Rusya ile savaşa devam etmeye karar verildi.
Osmanlı devlet adamları, Napolyon’un Tilsit ve Efurt’ta, Çar Aleksandır’a
yapmış olduğu va’dleri öğrenmişlerdi. Dolayısıyla Fransa ile işbirliği içinde olmanın
hiçbir manası kalmamıştı. Tam bu sıralarda Fransa’nın ezeli düşmanı olan İngiltere,
Napolyon aleyhine kurulan ittifaka Türkiye’nin girmesi için teklifte bulunmaktaydı.
Bâbıâlî buna da sıcak bakmadı. Ancak 1807’de İngilizlerin Mısır’a asker çıkarmasıyla
bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için, yeniden görüşmeyi kabul etti. Sonuçta, 1809 Türk-
İngiliz antlaşması yapılarak Ruslarla harbin devamına karar verildi.86
II. Osmanlı-Rus Savaşı ve Tatariçe Zaferi
20 Cemâziyelâhir 1222/25 Ağustos 1807’de IV. Mustafa tahtta iken, Fransız
Napolyon’un taarruzları karşısında zor duruma düşen Rusya, çareyi Osmanlı Devleti ile
sekiz ay gibi kısa süreli bir mütâreke imzalamakta bulmuştu. Bilahare bu süre, her iki
tarafın savaşa yanaşmaması üzerine karşılıklı olarak uzatılmıştı. Napolyon, Rusya ve
Purusya ile barış yapıp Osmanlı toprağı olan Eflak ve Boğdan eyaletlerinin, Çar
tarafından işgal edilmesine rıza gösterinceye kadar durum böyle idi. Ancak,
Napolyon’un bu tavrı ve Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı işgal etmesi, Avrupa’daki siyasî
dengeleri altüst etti. Napolyon, İngiltere’yi barışa zorlamak için büyük bir kara
kuşatması başlattı. Fransa’nın İngiltere’yi bu şekilde ablukaya alması üzerine, tüm
Avrupa devletleri ekonomik ve siyasî bir krizin eşiğine geldi. Çünkü kahve, şeker ve
kakao gibi ticari payı yüksek olan mamullerin fiyatlarının artmasıyla tüccarlar zora
sokulmuş, deniz güvenliğinin azalmasıyla da korsanlık faaliyetleri artmaya başlamıştı.
Eskiden beri denizlere hâkim olan İngiltere, mallarını ancak kaçak yollarla Avrupa
pazarına sokabiliyordu. Neticede Napolyon idaresi kıtada çekilmez bir hal olmuştu.
85 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 70. 86 . Karal, age., V, 98–99.
45
İngiltere, Avrupa’daki sarsılan ticaretini Akdeniz’de telafi etmeye yönelmişti.
Bu nedenle Akdeniz’e egemen olan Osmanlı devletiyle aralarındaki soğukluğu
gidermek istiyordu. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden Osmanlı Hükümeti, Rusya’nın
Fransa vesilesiyle Avrupa’ya gittikçe sokulmasından hoşnut olmuyordu. Osmanlı
Hükümeti, Napolyon ile Çar’ın anlaşmaları karşısında, geleneksel denge siyasetinin bir
gereği olarak, onlara muhalif cephe olan İngiltere ile ittifakı bir zaruret görmüş ve 18
Zilka’de 1223/5 Ocak 1809’da Osmanlı-İngiliz Muâhedesi imzalanmıştı. On iki
maddelik ittifak muahedesine göre İngilizler ellerindeki Osmanlı kalelerini, Osmanlılar
da el koymuş oldukları İngiliz gemileri ve mallarını karşılıklı olarak iade etmeyi taahhüt
ediyordu. Her iki tarafça tayin edilen konsoloslar eşit hukuka haiz olacaklar, eski
imtiyazlarda aynen yürürlükteymiş gibi sürdürülecekti. Ayrıca boğazlardan harp
gemilerinin izinsiz geçmeleri yasaklanmış olduğu için deniz yolu yabancı donanmalara
kapatıldı. Bu muâhededen ayrı olarak dört maddelik gizli bir ittifak daha yapılmıştır.
Buna göre Osmanlı Devleti Fransa’nın saldırısına maruz kalacak olursa, İngiliz
donanması Karadeniz’e kadar Osmanlı sahillerini muhafazayı, silah ve mühimmat
vermeyi taahhüt ediyordu. Hulasa bu anlaşma ile Osmanlı Devleti, Fransa ile Rusya’ya
karşı alternatif olarak oluşan, İngiltere-Avusturya ittifakına girmiştir.
Osmanlı-İngiliz ittifakına rağmen Ruslar, Bâbıâlî’nin, Eflak ve Boğdan’ın
boşaltılması isteğine uymamakla kalmayıp, yeniden ileri hücuma geçtiler. Bunun
üzerine 10 Cemâziyelâhir 1224/23 Temmuz 1809’da Sadrâzam Yusuf Ziyaeddin Paşa,
Serdâr-ı Ekrem sıfatıyla ordunun başında İstanbul’dan ayrıldı. Şumnu ve Rusçuk yolunu
takip ederek Silistre’ye ulaştı. Bu esnada da altmış bin kişilik bir Rus ordusu, Silistre
yakınlarındaki Tatariçe’ye gelmişti. Sadrâzam Yusuf Paşa, Pehlivan İbrahim Ağa’yı
Ruslara karşı gönderdi. 15 Ramazan 1224/24 Ekim 1809’da yapılan Tatariçe Meydan
Savaşı’nda on bin askerini kaybeden Rus ordusu büyük bir yıkım yedi. Buna mukabil
Türk tarafındaki zayiat sadece bin kadardı. Bu büyük Meydan Savaşı’nı kazanmasından
dolayı Pehlivan İbrahim Ağa’ya vezirlik pâyesi verildi.87
87. Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 139–140.
46
Bu zafer, Rusları kamçılamış ve dolayısıyla saldırganlaşmalarına sebep olmuştu.
Nitekim kış mevsimi (1809–1810) girince Ruslar Tuna Deltası’na hâkim oldular. Aralık
ayında İsmail, Ocakta da İbrail kaleleri düştü. Aynı şekilde üstünlük, Kafkas cephesinde
kış mevsiminin ağır şartlarını iyi değerlendiren Rusya’nın eline geçti. Ruslar Batum’un
kuzeyine kadar ilerleyip Poti’yi de işgal ettiler. 1810 yılı baharı gelince, son bir hamle
ile tüm güçlerini toplayarak Türklerin üzerine hücuma geçtiler ve Dobruca ile Kuzey
Bulgaristan’ı işgale başladılar. Hacıoğlupazarı’nı savunan Pehlivan İbrahim Ağa
Rusların eline esir düştü. Hezargrad ve Silistre düşünce Dobruca’da düştü. Artık güneye
inen Ruslar Varna’yı da kuşatmaya başladı. Ancak Osmanlı donanmasının Varna
limanına girmesi üzerine kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldılar.
Şumnu önlerinde yapılan meydan muharebesinde mağlup olmaları ve yirmi bin
asker kayıp vermeleri, Rusların ileri hamle gücünü kırmıştı. Ancak Rusların bu
hamlelerinin haberi İstanbul’a ulaşınca büyük bir heyecan oluşmuştu. Serdâr-ı Ekrem
Yusuf Ziya Paşa, General Kaminsky’nin tehditler savurduğu mektubunu Pâdişah’a
göndermesi üzerine Sultan Mahmuh Hân-ı Sâni, bundan büyük bir üzüntü duyarak “Bu
hâli cümle Ehl-i İslâm’a bildirmek ve artık milletçe çaresine bakılmak lazım gelmeğin
bi irade-i seniyye Fatih Camii şerifinde meclis-i umûmî akdiyle Sadrâzamın tahriratı ve
Rusya generalin mektubu ile umûmen ehl-i İslâm-ı gazaya da’veti muntazamın ve
halife-i müslimin hazretlerine bizzat azm-u sefer buyuracaklarını mübeyyin şer-i fesâdir
olan hatt-ı hümâyûn kıraat olunmasıyle bunun te’hiratından efkâr-i islâmiyye çûş ve
hurûşa gelub uğur ve devlette son dereceye kadar dayanmağa karar verildi ve bu karar
memâlik-i mahruse-i şahânenin her tarafına evâmir-i şerife ile i’lân ve umûmen millet-i
islâmiyye taht-ı livâyı saadete da’vet buyurulmağla beraber cihad ve ğazaya asker
göndermekten a’bâ-i din beldelerden nevab ve hutabânın kalkmaları lâzime-i
diyanetden olduğu her tarafa bildirildi.”88 diyerek, Fatih Camii’nde umûmî bir meclisin
toplanmasını emretmişti. Burada, olayın vahametini herkese anlatmak için Rus
generalin mektubu okundu. Daha sonra da “Cihad-ı Ekber” ilan edildi. Devlet ricali ile
tüm Müslümanlara hitaben neşredilen Hatt-ı Hümâyûnda, düşmanın son saldırıları
anlatılarak hamiyet-i islâmiyyenin bunlara tahammül edemeyeceği, Pâdişahın da bizzat
88. Kamil Paşa, Tarih, III, 38.
47
sefere iştirak edeceği bildiriliyordu. Fatih Camii’ndeki bu meşveret de, daha sonra,
“Şöyle olsaydı daha iyi olurdu.” demeye mehal vermeyecek şekilde, herkesin aklına
gelen hayırlı düşüncelerini söylemesi istenmiştir. Daha sonra da Allah Teâlâ’dan,
Devlet-i Âlîyye’ye yardım etmesi için, bu devlete yardım edenlerin de, iki cihanda
yüzlerinin ak olması için, Peygamberlerin seyyidi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
hürmetine dua ve niyazda bulunularak toplantı sona ermişti.
Cevdet Paşa tarafından metni verilen bu hatt-ı hümâyûn’da şöyle deniliyordu.
“Eslâf-ı izâmın, menâbir ve mehâfilde nâm-ı Muhammed aleyhi’s-selâmın ism-i
sâmilerinin tezkirine kani olarak şeâir-i İslâm’ın takviyesine sarf-ı makdur
eylemişlerdir. İşbu memâlik-i mahrûsada nidâ-yı Ezân-ı Muhammedî munkati olup
yerine sadâyı nâkus (çan sesi) ikame ettirmenin gayret-i diniyyesi olanlara düşer mi?
Bir kere mulahaza oluna ve memâlik-i iyade-i küffarda olduğu halde zeamet ve tımar ve
mukadaa ve kulların mevâcibi nereden alunur verilûr. Cümle ahâli İslâm’dan
ma’dudiyet iddiasını ederken Ezân-ı Muhammedî’nin inkıtaına nice razı olunur? Bunun
encâmı kulle yevm hakaretle vakt geçurmekten ise şimdi din yolunda can fedâ eylemek
dahi a’la değil mi? Sıbyan ve nisvan (kadın) karındaşlarımız vatanlarından dûr olup
sefil ve sergerdar olup beliyyelerde (keder, felâket) ah ve enîn (inilti) ederlerken bizler
ne günümüze dururuz? Elhamdülillah, Rumeli’de yedi krala cevap vermeye askerimiz
vardır. Anadolu’dan dahi fevc fevc geliyor, cülûs-i hümâyûnumdan beri her bir umura
mevâdd-ı saireye ikdâm (gayret ve sebatla çalışma) ederim.”89 deniliyordu.
Varna muhasarasında Ruslar, içteki reâyâdan* bazı casusların ihanet etmesi
sonucunda kaleyi düşürerek tüm reâyâyı kılıçtan geçirmişlerdi. Bu olayın İstanbul’da
nasıl etki yaptığını Fahri Ç. Derin, neşrettiği risâlesinde şöyle nakletmektedir. “Sene
1225 mâh-ı cemâziye’l-evvelin yirmi birinci Pazar günü vakt-i zuhrda Ebu’l-feth Sultan
Mehmed Hân Camii şerifine cem’ olunmak içün cümle ulemâ ve ricâl-i devlete ve
89 . Cevdet Paşa, Tarih, IX, 301. * Reâyâ: Hükümete itaat eden ve vergi veren halk manasına gelen raiyetin cem’idir. Raiyyet yahut raiyye alelıtlak tebea demektir. Osmanlılarda bir zamanlar İslam olsun olmasın bütün tebeaya reaya, halk arasında reaya denilirken sonraları yalnız gayr-i müslimlere hasr ve tahsis edilmiştir. İslam memleketlerinde yerleşen gayr-i müslimlere “ehl-i zimmet” yahut tek kelime ile “zimmî” denilirdi. Böyle denilmesi “zimmet” tâbirinin lügat manası gibi bunların cizye vermelerine karşılık can, ırz ve mallarının muhafazası Müslümanlar tarafından zimmet farizası sayılması sebebiyledir. (Pakalın, age., III, 14-16).
48
ocaklıya tezkireler dağılup öğle namazında cümlesi hâzır olup mihrab önünde
Kaymakam Halil Paşa ve Şeyhülislâm Dürrîzâde Seyyid Abdullah Efendi ve Sadr-ı
Rum Beyefendi ve Sadr-ı Anadolu, Sır Kâtibi Mehmed Efendi ve İstanbul Kadısı ve
cümle ulema ve ricâl ve ocaklı ve oda bekçileri aşçılar cem’ olup müterakkıb iken hatt-ı
hümâyûn gelüp mazmûnu şöyle kim; Hâlâ Moskov keferesi Silistre’yi, Urusçuk’u,
Pazarcık’ı ve Yerköy’ü alup Varna’yı ve hâlâ Şumnu da orduyu hümâyûnu ve
Sadrıâzamı dahi muhasara edüp ben kendim dahi giderim, Müslüman olan benimle
ma’an gider. Allahu Teâlâ bize de yardımcıdır deyu ayet-i kerîme ve ehâdis-i şerîfe ile
muayyen hatt-ı şerîf kıraat ve Bundan böyle ne zeâmet ve ne gümrük vazifesi ve ne kul
mevâcibi yokdur ve nereden verelim deyu hatt’da tahrîr olunup kıraat olundukda
cümlesi istişâre edüp Şevketlû Efendimizin gitmesi mi evlâdur? deyu meşveret ve ne
ulemâ ve ricâl ve ne ocaklı cevâb veremeyup mülahaza edelüm deyu dağıldılar. Ertesi
günü Ağa Kapusu’nda meşveret olup “Cümlemiz Şevketlû Efendimiz ile ma’ân gideriz.”
Deyu cevâb verüp ertesi günü Mimar Ağa ve Şehremîni* gelüp Davupaşa Sarayı’nı keşf
ve amele üşürüp binasına bed’ olundu (başlanıldı).”90
Devlet-i Alîyye’nin bu hareketi, onun bir İslâm devleti olmasından ileri gelir.
Zira İslâmiyet şûrâya büyük önem verir. İslâm’ın hâkim olduğu toplumlarda ise, isterse
Pâdişah olsun hiç kimse istediği gibi hareket etme hakkına sahip değildi. Umûmî efkâra
itibar vardır. Nitekim camide okunan bu hatt-ı hümâyûn büyük bir yankı uyandırmış ve
her taraftan İstanbul’a doğru asker akmaya başlamıştı.
Rusçuk ve Yerköyü’nü ele geçiren Ruslar, Sırbistan üzerine doğru yürümeye
karar verdiler. İşte tam bu esnada Napolyon Bonaparte’ın Rusya seferine başlaması,
Rusların bu tazyikini durdurdu. Napolyon, ısrarla Osmanlı Devletine “Rusların işini
bitirelim.” teklifinde bulundu. Ancak Napolyon’un dönek siyaseti ve güvenilmeyen
kişiliğinden dolayı haklı olarak Devlet-i Âlî onun bu teklifini hiç kale almamıştır.
* Şehremîni: Bu görevli, 2 Zilhicce 1271/16 Ağustos 1856 tarihinde “İhtisâb Nezâreti” yerine kurulan ve bir manada belediye başkanlığı demek olan Şehremâneti’nin başına getirilen görevli değildir. Osmanlılarda Tanzimat (1839)’a kadar şehreminliği, saray ve hükümete ait bina işleriyle meşgul olan, Galata ve İbrahim Paşa Sarayları sakinlerinin yiyecek ve giyecekleri ile Eski ve Yeni Sarayların, Harem-i Hümâyûn’un hizmetinde bulunanların maaş ve masraflarını veren önemli bir şahsiyettir. (Bilgi için bk. Z. Kazıcı, Osmanlı’da Toplum Yapısı, s. 49–50). 90 . Ç. Derin, “Yayla İmamı Risâlesi”, agm., III, 271
49
1811 yılı, her iki taraf için de muvâzene (denklik) halinde geçtiği için, önemli bir
harekât söz konusu olmadı. 16 Rebiülevvel 1226/10 Nisan 1811’de Sadrâzam Yusuf
Ziya Paşa azledilerek yerine İmrahor Ahmed Paşa Sadârete getirildi. İstanbul’dan
Şumnu’ya gidip ordu komutanlığını selefinden devralan Ahmed Paşa, 5 Cemâziyelâhir
1226/27 Haziran 1811’de, Rusların elindeki Rusçuk’u muhâsaraya başladı. On iki gün
dayanabilen Ruslar, 9 Temmuz’da kaleyi Sadrâzam’a teslim ettiler.91
III. Bükreş Muâhedesi
Rusya, Fransa ile ilişkilerinin bozulması ve Rusçuk’un tekrar Osmanlıların eline
geçmesi üzerine artık kendi lehine neticelenecek bir anlaşmaya Osmanlı Devleti’nin
yanaşmasının mümkün olmayacağını anladığı için başkumandan Kodozof aracılığıyla
mütâreke (ateşkes) talebinde bulunmuştur. Bu teklif üzerine Yergöğü’nde 14 Şevval
1226/1 Kasım 1811’de mütârekelere başlanıldı. Aradaki ihtilafların çok olması
hasebiyle görüşmeler bir süre kesildi. Bir süre sonra heyetler yeniden Bükreş’te bir
araya geldiler (22 Zilhicce 1226/7 Ocak 1812). Mütârekeler uzun süre devam ettiyse de
Ruslar, Prut Nehri’nin hudut olmasını kabule yanaşmadılar.92 Dolayısıyla müzâkereler
kesildi ve 1226 Muharrem başlarında tekrar savaş hazırlıklarına başlanıldı. Anadolu’dan
64.000 nefer-i âm yazıldı. Hükümet mevcut şartlarla sulh yapılmasına karşı çıktı. Ancak
bütçede de para yoktu. Zahîre ve asker yetersizdi. Fakat Fransız-Rus savaşı ihtimalinin
gitgide artması üzerine Rus Çarı Aleksandır, geri adım atarak Prut Nehri’nin sınır
olabileceğini kabul etmeye mecbur oldu. Bunun üzerine her iki tarafın heyetleri 19
Rebiülâhir 1227/2 Mayıs 1812’de Bükreş’te bir araya gelerek, bu seferki Osmanlı-Rus
harbini bitirecek olan anlaşmayı müzâkere etmeye başladılar.
On altı maddeden meydana gelen muâhedenin başlıca hükümleri şöyledir:
Basarabya’nın (Bucak) tamamı (yaklaşık yetmiş bin km kare) Rusya’ya bırakıldı. Prut
Nehri sınır olarak kabul edildi. Kafkasya sınırı, eskiden beri olduğu gibi kalırken Eflak
ve Boğdan Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Tuna Nehri’nin deltası, her iki devlet için
91 . Karal, age., V, 100; Öztuna, Türkiye Tarihi, VI, 435–436. 92 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, X, 10–17.
50
müşterek kabul edildi. Esirler karşılıklı olarak mübadele edilecekti. Ayrıca, Rusya
tarafında kalan Müslüman tebeaya göç etme imkânı verilirken, beraberinde de Sırplara
bir kısım imtiyazların verilmiş olduğu bu antlaşma, 17 Cemâziyelevvel 1227/29 Mayıs
1812 tarihinde imzalanmıştır.93
Üç yıl daha devam etmesine rağmen belirli bir netice alınamayan bu harpte,
talimsizliğine rağmen askerin bazı başarıları da olmuştu. Rusya bu savaşta Basarabya’yı
alarak Tuna kıyısına ulaştı. Sırplara muhtariyet sağlandı. Bu durum da Mora’da isyan
eden Rumlara maalesef örnek teşkil etti.
Osmanlı Devleti, Rusya ile yapmış olduğu bu harbin sonuna doğru, Tatariçe
Meydan Savaşı’nı kazanarak savaşı lehine neticelendirmiş olmasına rağmen, masa
başında aynı üstünlüğü gösterememiştir. Anlaşmanın maddelerine baktığımızda, sanki
zor durumda kalarak antlaşma isteyen tarafın Osmanlılar olduğunu görüyoruz. Oysaki
tuhaf olan, durumun tam tersi olmasıdır. Çünkü Rusya için zaten yeni bir harp
yaklaşmaktaydı. Zira Napolyon, bu antlaşmanın akabinde Rusya’ya harp ilan etmişti.
Osmanlı devlet adamları, içerdeki buhranın vermiş olduğu sabırsızlıkla antlaşmayı
alelacele imzalamışlardı. Zaten başka çare de yoktu. Çünkü mevcut ordu ve bütçe ile
savaşı devam ettirmeye imkân yoktu.94 Devlet, Rus-Fransız savaşı esnasında biraz daha
direnseydi çok daha fazlasını koparabilirdi. Ancak bu kadarıyla yetinmek zorunda
kalmıştı.95
Sulh yapılmadan, Fransa ile birlikte Rusya’ya karşı ortak savaşılsaydı, elbette
sonuç çok daha farklı olacaktı. Ancak daha evvel Fransa’nın dönekliği bilindiği ve
tescillendiği için haklı olarak bu yola başvurulmamıştı. Neticede Fransa, dönekliğinin
bedelini Rusya karşısında almış olduğu büyük bir hezimet ve perişanlıkla ödemiştir.
IV. Son Osmanlı-İran Savaşı
93 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, X, 22–29, 242–250; Şânîzâde, Tarih, İstanbul 1290; II, 139–140. 94 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, X, 28–32. 95 . Şânîzâde, Tarih, II, 141.
51
Osmanlı Devleti’nin, dönülmesi pek mümkün olmayan bir yola girerek, uçuruma
git gide yaklaşması, Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri ve çevresindeki
devletler tarafından paylaşılmaya hazır bir pasta gibi görülmesine sebep olmuştu. Her
biri kendi menfaatleri doğrultusunda nasıl pay alabileceğinin hesabını yapmakta idiler.
Osmanlı Devleti gibi Türk-İslâm devleti olan İran’da, kendine göre bir takım haklı
sebeplerle Osmanlı’nın bu zayıf anından istifade etmek istedi.
Muhakkak devletlerarası menfaatlerde duygusallık yoktur. Ama din bağından
kaynaklanan bir dostluk olmalıydı. Günümüz İslâm Âlemi’nin en büyük sıkıntısı din
birliğinin gerektirdiği dayanışmadan mahrum olmalarıdır. Halen günümüzde, bakıyoruz
dünyanın çeşitli yerlerinde İslâmı temsil eden savunmasız pek çok insan zulme maruz
kalmaya devam ediyor. İslâm ülkelerinde din birliği sağlanmadıkça, dünyaya egemen
olan güç unsurları asla bu tavırlarından vazgeçmeyecekler. Osmanlı, dünyadaki egemen
güç olan konumunu kaybettikten sonra bu manzara hep aynı şekilde devam ede geldi.
Şüphesiz, Osmanlıya alternatif bir Müslüman güç unsuru kuruluncaya kadar Müslüman
kanı akmaya devam edecektir.
Osmanlı Devleti, XIX. Asrın başlarında, önce Sırp isyanı sonra da Yanya Valisi
Tepedelenli Ali Paşa ve Yunan isyanı ile uğraşırken, karşısına bir de İran sorunu çıkmış
oldu.
Daha evvel İran, 1812’de Napolyon’un teklifi üzerine Bükreş Muâhedesi’yle
biten Osmanlı-Rus harbine katılarak Rusya’ya bıraktığı bazı toprakları geri almak
istemişti. Fakat Osmanlı Devleti Bükreş Muâhedesi’ni imzalayıp savaştan çekilince
İran, Rusya ile baş başa kalıp hezimete uğradı. Netice itibariyle Ekim 1813’de Gülistan
Muâhedesini imzalamaya mecbur oldu. İran, bu antlaşmaya göre Karabağ, Şirvan,
Derbent ve Bakû’yü Rusya’ya terk etmiş ayrıca Hazar Denizi’nde de donanma
bulundurmamayı kabul etmişti.
Bugün çok büyük bir öneme hâiz olan Bakü petrollerini İran, daha o zamandan
kaybetmişti. Hatta Çar’ın emriyle bu yağlı sıvıları araştırmak için bölgeye giden bir
heyet, ne olduğu henüz belli olmayan bu maddenin kullanıma katiyen elverişsiz
52
olduğuna dair rapor hazırlamıştı. İşte İran, Rusya’ya kaptırmış olduğu bu toprakların
acısını, yıkılmakta olan Osmanlı ülkesinden çıkararak telafi etme yoluna gitmişti.
Osmanlı-İran hududu, muhtelif göçebe Türkmen ve Kürt aşiretlerinin bulunduğu
bir saha olup, bunlar yaylak ve kışlak için bir taraftan öbür tarafa göçer dururlardı.
Maalesef bu aşiretlerin arasında sürekli bir geçimsizlik söz konusu idi. Osmanlı-İran
savaşının zâhiri sebebi de bu husûmetler olmuştu.
İran’ın başında bulunan ve Türk Kaçar hânedânının ikinci hükümdârı olan Feth-
Ali Şah, Osmanlıların Bükreş Anlaşmasını kendisine haber vermeden imzaladıklarını
belirterek, İran’ın uğradığı zararların faturasını da Osmanlılara yüklemişti.
İran birlikleri, sınır boylarında huzursuzluklar çıkararak Doğu Beyazıt ve Van
taraflarından hudutları geçip bazı yerler ile kaleleri zapt ettiklerini ilan ettiler. Osmanlı
devleti bu esnada Yunan isyanı ile uğraştığından doğuda yeni bir cephe açması oldukça
güçtü. Buna rağmen, Ocak 1821’de Doğu Anadolu’ya bir miktar kuvvet göndererek
tedbirler almaya başladı. Ancak bu kuvvetler yetersiz olduğu için İranlılar birçok koldan
Osmanlı topraklarına saldırmaya devam ettiler. Feth-Ali Şah’ın oğlu Abbas Mirza, Kürt
aşiretlerinin hududa tecavüz etmesini bahane ederek Doğu Anadolu’ya saldırmış,
Kars’ın Kağızman sancağını yağma etmiş, Ekim 1821’e kadar Beyazıt ve Eleşgirt
(Toprakkale)’i işgal etmişti. Bir kısım askerleri ise Muş, Bitlis ve Erciş taraflarını
yağmalamış, kış mevsiminin yaklaşması üzerine Tebriz’e çekilmişlerdi. Diğer oğlu
Mehmed Ali Mirza ise, Bağdat’ı almak üzere saldırıya geçti. Ancak bu kuvvetler
kuzeydekiler gibi muvaffak olamayıp mağlup oldular.
Bâbıâlî, İran saldırılarına karşı bazı askerî tedbirler aldı. Bu tedbirler gereğince,
cepheye Trabzon yoluyla asker ve mühimmat gönderilmiştir. Erzurum Valisi Hüsrev
Paşa’da serasker* olarak tayin edilmişti. Sulh için gerekli çabalar gösterilse de
53
İranlıların saldırıları devam etmiştir. Toprakkale’yi muhâsara edip almaya çalışan
Osmanlı birlikleri, Abbas Mirza’nın kuvvetlerince püskürtülmüştür.96
İran, ordusunda kolera salgını baş gösterince büyük kayıplar vererek geri
çekilmeye mecbur oldu. Cevdet Paşa bu konuyu anlatırken şöyle der. “Gariptirki Abbas
Mirza burûce bâlâ Toprakkale’den Çerheci Paşa fırkasını bozmuşken ferdâsi ordusunda
bir şiddetlû kolera illeti zuhûr ile İranlılar cenâzelerini defne vakit bulamamışdır. Ve bu
illet ol havâlice henüz ma’lum bir şey olmayûp, bağteten böyle zuhûr ile irâs-ı dehşet
edicek, İran ordusu târumar ve Abbas Mirza Ric’ate mecbur olmuşdur.”97
İran ordusu, Irak cephesi kumandanı olan Şehzâde Mehmed Mirza da bu
vebadan ölenler arasındaydı. Kendi dertlerine düşen İranlılar, Osmanlılardan toprak
koparamayacaklarını anlayınca sulh yapmaya razı oldular. Osmanlı Devleti de Batı’da
gittikçe artan Yunan isyanları sebebiyle barışa razı oldu.98 O esnada Şark seraskeri olan
Mehmed Emin Paşa ile İran heyeti arasında müzâkereler başlamış, bir müddet sonra
1159/1746 senesinde Nadir Şah’la akdedilen muâhedenin aynı esaslarına göre, yeni bir
anlaşma imzalanarak savaş haline son verilmişti (19 Zilka’de 1238/28 Temmuz 1823).99
Her iki taraf açısından da faydasız ve çok lüzumsuz olan bu savaşın bitmesiyle Osmanlı
Devleti o esnada devam etmekte olan Rum isyanına yönelmiştir.
V. Osmanlı-Rus Harbi ve Edirne Antlaşması (1828–1829)
Rum isyanlarının başlangıcında tarafsızlığını ilan eden Rusya, kısa bir süre sonra
işe karışmaya başladı. Rusya’nın isteği üzerine Akkirman’da yapılan müzakereler
sonunda “Akkirman Ahidnâmesi” imzalanmıştır (5 Rebiülevvel 1242/7 Ekim 1826).
* Serasker: Eskiden Millî Müdafaa Vekili (Savunma Bakanı) yerine kullanılan bir tabirdir. Yeniçeri Ocağı kaldırılarak yerine Nizâmiye teşkilâtı yapılırken ocak gibi ağalık ünvanı da lağvedilmiş ve “Umur-i Beriyye-i Askeriyye Nezareti”nde bulunan zata “serasker” denilmiştir. Eskiden orduyu kumanda edenlere de bu isim verildiği için yeni bir tabir olmamakla birlikte işlev bakımından farklıdır. (Daha geniş bilgi için bk. Pakalın, age., III, 176-177). 96 . Aksun, age., III, 162–163. 97 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 12. 98 . İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1995, IV, 107; Rifat Uçarol, “Küçük Kaynarca Andlaşmasından 1839’a Kadar Osmanlı İmparatorluğu” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, XI, 386. 99 . Aksun, age., III, 163.
54
Buna göre, 16 Cemâziyelevvel 1227/28 Mayıs 1812 yılında imzalanan “Bükreş
Anlaşması” tasdik ediliyordu. Ayrıca Eflak ve Boğdan’a tayin edilecek beyler mahalli
meclis tarafından yedi seneliğine seçilecek, Sırbistan’daki yalnız kaleler Osmanlı
idaresinde kalacak ve muhtar bir idare tesis edilecekti.100
1821’den beri devam eden Yunan isyanı, Sırp meseleleri ve Eflak Boğdan
meseleleri üzerine, Akkirman Anlaşması’ndan doğan pürüzler eklenince Rusya, bizzat
Osmanlı’yı huzursuz etmeye başladı. Neticede Rusya, Yunan meselesinde Avrupa
devletlerince verilen karara razı olmadığı gerekçesini bahane ederek Osmanlı’nın
ordusuzluğundan donanmasının zayıflığından, ayrıca yıllardan beri isyanlarla uğraşıp
yıpranmışlığından ve ekonomisinin bozukluğundan istifade ederek 11 Şevval 1243/26
Nisan 1828’de neşrettiği bir beyanname ile Osmanlı’ya harp ilan etti. Buna mukabil
Osmanlı Devleti de, ulema ve devlet erkânının İstanbul’da olağanüstü bir toplantısı
neticesinde mecburen Rusya’ya hap ilan etti (6 Zilka’de 1243/20 Mayıs 1828).
Seraskerliğe Ağa Hüseyin Paşa getirildi. Kurulma aşamasında olan mansûre ordusu ile
Davut Paşa’dan hareket edildi (10 Zilka’de 1828/24 Mayıs 1828). İzzet Molla ile bazı
devlet adamları, böyle kritik bir esnada devletin savaşa girmesinin uygun olmayacağını,
dolayısıyla Yunanistan’ın bağımsızlığının kabul edilmesinin daha uygun olacağı
görüşünü savundukları için Sivas’a sürülmüşlerdi.101
Bu dönemde Osmanlı devletinin durumu Rusya ile harp yapmaya hiç elverişli
olmadığı malumdu. Yeniçeri ordusu kaldırılalı henüz iki yıl olmuştu. Bu kısa zaman
içerisinde de düzenli bir ordunun kurulması pek de kolay bir iş değildi. Osmanlı
Donanması Navarin’de batırıldığından deniz kuvveti de yok demekti. Eski Osmanlı
ordusunun en kuvvetli teşkilatları yok edilmişti.102 Navarin faciasında tazminat ödemeyi
reddeden İngiltere, Fransa ve Rusya elçileri İstanbul’u terk etmişlerdi. Dolayısıyla,
Rusya’ya alternatif olabilecek güçteki Avrupa Devletleri’nin bir kenara çekilmeleri,
zayıf bir halde olan Osmanlı’nın Rusya ile baş başa kalmasına sebep olmuştu. Bu
elverişli ortamı fırsat bilen Rus Çarı, Avrupa devletlerine Osmanlı’ya karşı müşterek bir 100 . Geniş bilgi için bk. Ahmed Lütfi, Tarih, I, 211–223. 101 . Ünlü, age., III, 41. 102 . Navarin faciası hakkında daha geniş bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 116–117; Danişmend, Kronoloji, IV, 112; M. Tayyib Gökbilgin, “Navarin”, İA., IX, 133–134.
55
hücum yapılmasını dahi teklif etmişti. Ancak Fransa ve İngiltere Avrupa’daki dengenin
bozulmasından çekindikleri için bu teklife sıcak bakmamışlardı. Avusturya, Rus Çarı’na
bir heyet göndererek onu mukaddes ittifak prensiplerine bağlı kalmaya davet etmiş, tâbi
olduğu bir devlete karşı isyan eden bir kavme arka çıkılmasının sakıncalarını dile
getirerek bunun Lehistan’a dahi sıçrayıp tüm Avrupa’yı isyana sevk edebileceği
hususunda ihtar etmiştir. Lâkin Rusya, gayr-i samimi bir üslupla Avusturya’ya,
Yunanlıları zerre kadar sevmediğini, toprak ve arazi istemediğini, sadece Rus
Devleti’nin şerefini müdafaa için harbe karar verdiğini açıklamıştır. Moltke, Rusya’nın
gerçek niyetini, “Türklere karşı harp açarak, efkâr-ı umûmîye-i oyalamaktan” ibaret
görüp, “Avusturya İtalya’yı, Fransa İspanya’yı, İngiltere Portekiz’i işgal ederken
Rusya’da Osmanlı’yı işgal davasına düştüğünü” belirtmiştir.
Sultan II. Mahmud’un, tüm olumsuzluklara rağmen bu savaşı göze almasının
nedeni, Osmanlı ülkesinin en kuvvetli ve zengin kesimi olan Rumeli’yi elden çıkarmak
tehlikesinin teşekkül etmiş olmasıdır. Bir diğer sebep de yeni uygulanmakta olan
teceddüd hareketlerinin halkta meydana getirmiş olduğu memnuniyetsizliktir. Buna
işaret eden Moltke, “Onun için Sultan Mahmud bu sergüzeşte atılmaya ve böyle hareket
etmeye mecburdu. Memleketinin ahvâl-i rûhiyesine nazaran Pâdişah’ın, ecnebi
hükümetlerin tavsiyesini reddetmekten başka çaresi yoktu. Hıristiyanlara imtiyaz
verdiği takdirde, hem tahtını hem de hayatını tehlikeye koyacaktı.” demektedir. 103
Çar Nikola, Yunan sorununun çözümü için Londra’da imzalanmış olan
protokolü Türklere kabul ettirmekten başka bir amacı olmadığını teminat eden bir
beyannâme neşrederek İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın tarafsızlıklarını sağladı. Halkı
da kendisini destekleyen Çar, ayrıca İran’la yaptığı savaşı da kazanarak Güneydoğu
sınırlarının güvenliğini sağlamıştı (Şubat 1828).104
Devlet-i Alîyye’nin, Navarin’de donanmasının yok olmuş olması ve 1826’da
kaldırılan Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye”
adındaki yeni ordunun henüz kurulma aşamasında olması gibi nedenlerden dolayı
103 . Aksun, age., III, 200-201. 104 . Karal, age., V, 119.
56
Rusya açısından elverişli bir ortam oluşmuştu. Bu fırsatı gözeten Rusya, tarihi
emellerini gerçekleştirmek ümidiyle 29 Ramazan 1243/14 Nisan 1828’de Osmanlı
topraklarına saldırdı. Böylece yeni bir Osmanlı-Rus savaşı daha başlamış oldu.105
Bunun üzerine II. Mahmud’un güvendiği adamlardan Pertev Paşa ve diğer bazı
kimseler, bu savaşın Osmanlı Devleti’nin zaferi ile neticeleneceğine, dolayısıyla
Kırım’ın geri alınabileceğine Pâdişahı inandırdılar. Bunu üzerine Osmanlı Devlet, 6
Zilkade 1243/20 Mayıs 1828’de Rusya’ya harp ilan etti. Tahminler tutmadı ve çıkan
savaşın sonunda Ruslar Edirne’ye kadar ilerledi. Rusların Edirne’yi işgal etmesinden
sonra Bâb-ı Âlî, alelacele sulh talebinde bulunmuş ve kısa bir süre sonra da müzakereler
başlamıştı. Böylece Osmanlı Devleti, tarihinin en kötü anlaşmalarından birini daha
Edirne’de imzalamış oldu (15 Rebiülevvel 1245/14 Eylül 1829).106
Edirne Muâhedesi ve Önemi:
Rusların Edirne’yi işgal etmesinden sonra Bâb-ı Âlî, alelacele sulh talebinde
bulunmuş ve kısa bir süre sonra müzakereler başlamıştı. Anlaşmanın belli başlı şartları
şöyledir.
1. Ruslar, Rumeli yakasında, Tuna nehrinin ağzındaki adalar müstesna olmak
üzere Osmanlılardan almış oldukları toprakları geri verecekler. Prut nehri harpten önce
olduğu gibi Tuna’ya kavuştuğu yere kadar iki ülke arasında sınır olacaktı.
2. Kafkasya ve Doğu Anadolu’da Poti, Anapa, Ahıska, Akcar ve Ahıkelek
kaleleri Rusya’ya bırakılacak, Gürcistan üzerindeki Rus hâkimiyeti tanınacaktı.
3. Rus ticaret gemilerine boğazlardan geçiş hakkı tanınacak, Rus halkından
olanlar Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret yapabilecekler ve Rus gemileri Osmanlı
memurları tarafından yoklanamayacaktı.
105 . Geniş bilgi için bk. Ahmed Lütfi, Tarih, I, 410–420. 106 . Bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 118–119; Aksun, age., III, 200–203; Karal, age., V, 120.
57
4. Eflak ve Boğdan ile Sırbistan’a yeni haklar tanınacak, Sırbistan altı nahiye
ilavesiyle genişletilecek, buradaki kaleler yıkılacak ve Türk askerleri bu iki eyalette bir
daha bulunmayacaktı.
5. Akkerman anlaşması ile Sırbistan’a tanınan imtiyazlar bu anlaşmayla te’kid
edilmiştir.
6. Osmanlı Devleti Rusya’ya, on bölümde ödenmek üzere on bir buçuk milyon
duka altını tazminat olarak ödeyecek, bu tamamen tahsil edilinceye kadar Eflak, Boğdan
ve Bulgaristan geçici olarak Rus işgalinde kalacak. Eflak ve Buğdan’da Müslümanlar
oturamayacak ve on sekiz ay içinde emlak ve arazilerini tasfiye edeceklerdi.
7. Osmanlı Devleti 25 Şaban 1241/4 Nisan 1826’da, Yunanistan probleminin
çözülmesi için İngiltere ile Rusya arasında imzalanmış olan Sen-Petersburg protokolünü
tanımayı kabul edecektir. 107
Bu ağır anlaşmayı imzalayan Devlet, çok değerli hediyelerle başında Halil
Paşa’nın bulunduğu bir heyeti Petersburg’a gönderip anlaşmanın hafifletilmesini
istemişti. Halil Paşa, Çar’a karşı çok samimi bir şekilde davranarak tazminatı bir milyon
altına indirmiştir. Ayrıca ticari tazminatın kalan dört yüz bin altınlık kısmını da
affettirmişti.108
Umumî maddeleri böyle olan bu antlaşmanın çok ağır bir muhtevaya sahip
olduğu açıkça ortadadır. Bu anlaşma, Osmanlı Devletinin kaynarcadan sonra imzalamış
olduğu en ağır antlaşmasıdır. Artık Osmanlı Devleti, Batılı Devletler nazarında itibarını
tamamen kaybetmekle kalmayıp, pay edilmesinin vakti geldiği, ciddi bir şekilde mevzu
bahis olmaya başlamıştı.
107 . Daha geniş bilgi için bk. Lütfi, Tarih, II, 110–120, 249–251; Karal, age., V, 120–121. 108 . Geniş bilgi için bk. Lütfi, Tarih, II, 120–130.
58
Bu antlaşmanın ağırlık noktasını, bağımsız bir Yunan devletinin kurulması
oluşturmaktaydı. Böylece Osmanlı’nın dağılması için, bu antlaşma bir başlangıç ve
dönüm noktası olup diğer devletlere örnek teşkil etmiştir.
Ayrıca bu antlaşma ile Osmanlı’nın, Rusya’ya yönelik tüm planları altüst olmuş
ve bundan böyle Osmanlı’nın ayakta kalması kendi dinamiklerinden çok, dış
devletlerarasındaki siyasî denge unsurlarına bağlı kalmıştır.
Harp, Rusların saldırısı ile başlamış ve daima onların lehine gelişmişti.
Muharebeler Anadolu ve Rumeli kıyılarında geçti. Osmanlı birlikleri savunma harbi
yapacak şekilde mevzilenmişlerdi.
Rumeli yakasında Ağa Hüseyin Paşa Tuna seraskeri, Kaptan-ı Derya İzzet
Paşa’da Varna muhafızı olarak görevlendirilmişlerdi. Anadolu yakasında ise eski
sadrâzamlardan Galip Paşa, Doğu seraskeri memuriyetleriyle düşmana karşı
görevlendirilmişti.109
Balkanlardan hücuma kalkan Rus Ordusu, kısa sürede Eflak ve Buğdan’ı işgal
ederek Bükreş’e girdi. Daha sonra ise, İsakçı Kalesi’ni alarak Topçu, Maçin ve İbrail’i
kuşattı. Bu muharebelerde Türk Askerleri, İbrail Kalesi’ni kahramanca savunmuşlardı.
Ne yazık ki bu kalenin düşmesi, Dobruca’nın baştanbaşa elden çıkmasına sebep oldu.
Böylelikle Ruslar hızlıca ilerleyip kısa sürede Silistre-Köstence hattına dayanmışlardı.
Bundan sora, bir kısmı Silistre’yi kuşatmış bir kısmı da, Pazarcık üzerinden Varna’yı
muhasara etmişti. O sıralarda Pazarcık’ta bulunan ve Vak’a-i Hayriyye kahramanı olan
Serasker Ağa Hüseyin Paşa, düşmana karşı hızlı bir muharebeye girişerek Rus
askerlerini kısa süreli de olsa püskürmeyi başarmış ancak Rus topçu birliklerinin
yetişmesi üzerine geri çekilmek zorunda kalmıştı. Kozluca’daki muharebede ise, Türk
ordusu Ruslara büyük zayiat verdirmişti.
109 . Aksun, age., III, 211-212; Karal, age., V, 121-122.
59
Varna muhâsarasında, Osmanlı Askerlerine yardım maksadıyla gönderilen
Yusuf Paşa kumandasındaki birlik vazifesini yapmamıştır. Yusuf Paşa bazı maiyetiyle
birlikte ihanet edip düşmana katılmıştı. Bu moral çöküntüsüne fazla dayanamayan
Varna düşmüştür (1 Rebiülâhir 1243/11 Ekim 1828). Bu önemli noktanın düşmesi,
bütün Doğu Bulgaristan’ın Rusların eline geçmesine sebep oldu. Rus altıncı ve yedinci
kolorduları Varna civarında yığınak yaparak burayı, İstanbul’a yönelik üs haline
getirmişlerdi.
Harbin birinci senesi Tuna’nın etrafında cereyan etmişti. “İlk anda Silistre,
Ruscuk ve Varna müdâfileri, basit bir ablukadan ibaret bulunan çemberi kırıp
Şumnu’daki esas kuvvetlerle âtıl kalan Ağa Hüseyin Paşa’yla müşterek harekata
girişebilseydiler, düşmanı geriden de sararak pek feci bir vaziyete sokabilirlerdi.
Serasker, dört hafta sakin ve muattal bir halde kalmıştı”110 Eğer Türk orduları koordineli
olarak hareket etselerdi, şu imkânsızlık halinde dahi Rusları hezimete uğratmaları hiçten
değildi. Maalesef topluca hareket edilmediği gibi, güzel bir harp planı da
uygulanmamıştır. Tüm bu olumsuzluklar Rusların, hedeflerine ulaşmalarını
kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Anadolu ve Şark Cephesi’ne gelince, Rusların burada daha başarılı olduğunu
görüyoruz. Harekâtın başladığı 23 Şevval 1243/12 Mayıs 1828’den itibaren bir ay gibi
kısa bir sürede, Anapa ve Poti gibi sahil kaleleri zapt edilmişti. Büyük ve mühim olan
Kars Kalesi ise kahpece, Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından memnun olmayan ahalinin
teslim talebi üzerine düşman eline geçmiştir (24 Zilhicce 1243/7 Temmuz 1828). Ne
yazık ki böyle bir iç mesele, sırf kuru bir inat yüzünden düşmana kucak açılmasına
sebep olmuştu. Bu durumum, maalesef bir benzeri daha evvel ne Türk, ne de İslâm
dünyasında görülmemiştir. Millette tefrika hastalığının yayılması Rusların işini
kolaylaştırmış ve bir müddet sonra da Ahıska düşman eline geçmiştir (16 Safer 1244/28
Ağustos 1828). Millet mukavemet göstermediği için Ruslar, hem Rumeli’de hem de
Anadolu Şark Cephesi’nde kolayca ilerleyerek başarılar kazanmışlardı.
110 . Aksun, age., III, 205.
60
1829 Baharında, kış mevsimi nedeniyle ara verilen harp tekrar başladı. Rus
Orduları kış ve iklim değişikliği nedeniyle çeşitli hastalıklardan çok büyük kayıplar
vermişlerdi. Sadece vebadan kırk bin askerleri ölmüştü. Buna karşılık Türkler
Şumnu’ya iyice takviye yapmışlardı. Bir taraftan Pâdişah’ta, yenilik hareketlerinden
dolayı kırgın olan halkın gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Bu amaçla Sancak-ı Şerif’i
çıkararak din uğruna, en büyük düşmana karşı milli duyguları harekete geçirmeye
çalışmıştı. Fakat her şeye rağmen bunda muvaffak olamamış, en büyük birliğin başında
bulunan İşkodra Paşası dâhil olmak üzere, pek çok birlik harbe iştirak etmemişti.
Harp devam ederken, Darendeli İzzet Mehmed Paşa’nın yerine Reşid Mehmed
Paşa Sadrâzam olarak tayin edilmişti (22 Receb 1244/28 Ocak 1829). Yeni Sadrâzam,
olaylara vakıf olmakla uğraşırken, Ruslar Sizebolu’yu işgal ederek (12 Şaban 1243/28
Şubat 1828) Varna-İstanbul yolu üzerinde bir deniz üssüne kavuşmuş oldular. Bundan
sonra Rusların işi bir hayli kolaylaştı ve Silistre’yi kuşattılar. İki aya yakın bir müddet
mukavemet gösteren kale nihayet düştü (11 Muharrem 1245/13 Temmuz 1829). Bu
sırada yeni Sadrâzam Rus kuvvetlerine Pravadi’de bir darbe indirdiyse de, Ruscuk’ta
bulunan Hüseyin Paşa’dan yardım gelmeyince bir netice elde edilemedi. Kulefçe’de
yapılan meydan muharebesinde cephanenin de infilak etmesiyle Türkler mağlup
oldular. Sadrâzam Reşid Paşa güçlükle Şumnu’ya çekildi. Silistre’nin düşmesine de bu
mağlubiyet sebep olmuştur. Böylece Ruslara balkan geçidi açılmış oldu. Ruslar,
Şumnu’ya yaptıkları harekette istedikleri neticeyi alamayınca, İstanbul üzerine
yürümeye karar verdiler. Paravadi-Aydos ve Varna-Burgaz olmak üzere iki koldan
harekete geçen Ruslar, Misirri, Burgaz, İslimye ve Yanbolu’yu olarak Edirne üzerine
yürüdüler. Yirmi bin civarında bir orduyla yürütülmekte olan bu hareketi kumanda eden
Rus General Diebitch’in ordusunu daha fazla göstermeye yönelik tedbirler alması,
amacına ulaşmasında etkili olmuştu. Neticede Edirne, mukavemet göstermeksizin
düşmana teslim edildi (18 Safer 1244/19 Ağustos 1829). Bu hezimet üzerine İşkodra
Paşası, ıslahat karşıtı ve yeniçeri taraftarı olmasına rağmen Hilafetin artık tehlike altında
olduğunu gördüğü için kırk bin kişilik bir kuvvet ile Edirne’ye hareket etti.111
111 . Geniş bilgi için bk. Aksun, age., III, 203-208.
61
Doğu cephesine baktığımızda da durumun hemen hemen aynıydı. 10 Temmuzda
Erzurum düşmüş, sıra Bayburt ve Trabzon’a gelmişti. Sultan II. Mahmud ise bu kötü
gidişat karşısında, Tarabya’daki sarayına kapanarak, memleketin onur ve izzeti tarumar
edildiği için haftalarca hüngür hüngür ağlamaktan başka çıkar yol bulamamıştı.112
Rum isyanına şöyle bir göz atacak olursak, başta Avusturya olmak üzere Avrupa
devletleri, bu meseleye Osmanlı’nın bir iç sorunu gözüyle bakmaktaydılar. Bir taraftan
Rumların bağımsızlık mücadelesi devam ederken, ihtilal ileri gelenleri 28 Rebiülâhir
1237/22 Ocak 1822’de Epidauros kasabası yakınındaki ormanda toplandı. 17 kişilik bir
kurucu meclis seçtiler. Bunların hepside patrikhâneden yetişmiş olup dokuzu papazdı.
İşte bu ormanda “Bağımsızlık Beyannâmesi” ve “Epidauros Anayasası” diye anılmakta
olan anayasayı ilan ederek aralarında kabul etmişlerdi.113
Edirne Antlaşması ile Rusya, gerek balkanlar, gerekse Doğu Anadolu’da işgal
ettiği yerleri Osmanlılara geri vermekle beraber Karadeniz’in hem doğusunda hem de
batısında biraz daha güneye inmiş oldu. Yine bu antlaşma ile Osmanlı Devleti, bağımsız
bir Yunanistan’ın kurulmasını kabul etmek mecburiyetinde kalmıştı. İngiltere’nin
girişimi sonucunda Yunanistan devletinin kurulması ve sınırlarının belirlenmesi için
Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında Londra’da bir konferans toplandı. Fakat
Yunanlılar, 16 Ramazan 1244/22 Mart 1829 tarihli Londra Protokolü’nde kendilerine
verilen toprakları az buldular. Nihayet 9 Şaban 1245/3 Şubat 1830’da, İngiltere ve
Yunanistan arasında imzalanan yeni bir Londra Protokolü’ne göre, Mora Yarımadası
esas olmak üzere Yunanistan Devleti resmen ilan edilerek kurulmuş oldu. Osmanlı
Hükümeti de 1 Zilka’de 1245/24 Nisan 1830’da bu devleti tanımağa mecbur oldu.114
Bu harbin, sürekli Rusların lehine gelişmesi elbette ki düşündürücüdür. Yenilik
hareketleri ahalinin oldukça moralini bozmuştu. Yeniçeri Ocağı’nın yıkılmış olması da
asker üzerinde olumsuz tesire sebep olmuştu. Şevki kırılan, moral bakımından çöken bir
ordudan düşmana karşı zafer kazanmasını beklemek elbette mantık dışıdır. Zaten 112 . Aksun, age., III, 207. 113 . M. Murat Hatipoğlu, Türk Yunan İlişkilerinin 101 Yılı, Ankara 1988, s. 20. 114 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Lütfi, Tarih, IV, 198–200; Kamil Paşa, Tarih, III, 115–120; Hatipoğlu. age., s. 24-25.
62
Osmanlı Ordusu da kararsız ve isteksiz hareket etmiş, çoğu kere mukavemet
göstermemişti. Hal böyle olunca Ruslar âdeta elini-kolunu sallayarak İstanbul önlerine
kadar ilerlemişlerdi.
Sonuçta Osmanlı devlet adamları en kritik bir zamanda ileriyi göremedikleri için
Batıda Edirne’yi, Doğu’da da Erzurum’u Rusya’ya kaptırmıştı. Bu durumu önceden
tahmin eden İzzet Molla’yı Sivas’a sürgün eden II. Mahmud, Kaynarca’dan sonraki en
ağır anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı. Böylece çok önemli kalelerini kaybettiği
gibi, kurmakta olduğu yeni ordusu için gerekli olan paraları da Rusya’ya tazminat
olarak ödemeye mecbur kalmıştı. Tüm ümitlerin bağlandığı yeni ordunun kurulması
böylece çıkmaza girdiği için Osmanlı Devleti için artık dağılma süreci fiili olarak
başlamış oldu. Bir bakıma Osmanlı, Rusya’ya karşı başarılı olabilme ümidini de
yitirmiş oldu.
VI. Cezayir’in Fransa Tarafından İşgali
Cezayir, 1533 senesinde Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı
topraklarına kazandırılmıştı. Burası daha sonra Tunus ve Trablusgarp ile beraber “Garp
Ocakları”* adı altında teşkilatlandırılarak özel bir şekilde yönetilmeye başlandı.
Buraların idaresi, devletin diğer yerlerine göre farklı olup “salyâneli”* ve “müstesna
eyaletler” olarak isimlendirilirdi. İdari bakımdan olduğu kadar vergi bakımından da
farklı uygulamalara tabi idiler. Bu faklı uygulamaya tabi olmalarında, coğrafi olarak
merkezden çok uzak oluşları, buradaki halkın sosyal yaşam biçimleri ve mezhep
farklılıklarının etkisi gibi değişik unsurlar söz konusudur.
Garp Ocakları, özellikle Batı Akdeniz’deki Türk deniz hâkimiyetinin
sağlanmasında büyük hizmetler yapmaktaydı. Bulundukları yerde Akdeniz’in çıkış
kapısı olan Cebeli Tarık Boğazı’nın olması oraya ayrı bir önem katmaktaydı.
Dolayısıyla Akdeniz ticaretinin güvenli bir şekilde yapılmasını da sağladıkları için,
burası Türk denizciliğinde ayrı bir öneme sahipti.
63
Cezayir, İstanbul’dan atanan beylerbeyiler tarafından idare edilirdi. Bunların
komutasında da Anadolu’dan getirilen askerler vardı. Bunlar Yeniçeri Ocağı şeklinde
teşkilatlanmışlardı. Bu ocakların başkanları, zamanla güçlerini artırarak yönetimde
Beylerbeyilerin önüne geçmeye ve işlerine karışmaya başladılar. Dayı adı verilen bu
zorbalardan biri olan Baba Ali, 1799’da beylerbeyini kaçırarak Cezayir’in yönetimini
eline geçirmişti. Bâb-ı Âlî bu duruma sessiz kalınca, artık bundan böyle Cezayir’in
yönetiminde dayılar söz sahibi olmaya başlamışlardı.115
İngilizler, 1231/1816’da büyük bir filo ile Cezayir’i topa tutması ve Cezayir
gemilerini batırıp deniz gücünü zayıflatması, Fransızların işini daha da kolaylaştırmıştır.
Mülayim bir devletçilik anlayışı ve kendine özgü hususiyetlerle yönetilmeye
alışık olan Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ın gittikçe itibarı azalmaktaydı. Çünkü bu
coğrafya “Dayı denilen yerli valilerin, cahil zorbaların elinde kalmıştı. Daha kötüsü,
dünya dev adımlarla ilerlerken, bu ülke koyu bir cehaletin baskısı altında, tam bir
Ortaçağ hayatı yaşıyordu. Bir zamanlar deniz savaşlarında gösterdikleri kahramanlık ve
cesaretleri, git gide korsanlıkta karar edip İtalya, İspanya, Sicilya ve Sardunya
sahillerinin afeti halini almıştı. Bu düşüşün, bu kötü istihalenin sebebi ise, yine
cehaletti. Zira dünya her yönden ilerlemekte ve harp tekniğinde yeni buluşlar yeni
hamleler kaydederken, onlar yerinde saymak suretiyle tehlike bulutlarını üstlerine davet
etmekteydiler. Nitekim günün birinde Cezayir’e asker çıkaran Fransızlar, evvela kaleyi
sonrada memleketin yekûnunu işgal ettiler.”116
* Garp Ocakları: Kuzey Afrika kıyılarındaki devletler, merkezden uzaklıkları sebebiyle zaman içerisinde yöneticilerinin iç işlerinde yarı bağımsız durumda geniş yetkilere sahip olmaları, idarecilerinin seçimle iş başına getirilmeleri ve yarı bağımsız yönetimleri sebebiyle “Beylerbeyilik, niyabet, emaret” gibi terimlerle adlandırılırlardı. Bu garp ocaklarının en önemlisi ve muteberi Cezayir’di. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Atilla Çetin, “Garp Ocakları”, DİA., XIII, 382-386). * Salyâne: Tanzimat’tan evvel bir kısım memurlarla müstahdemlere senelik olarak ücret mukabili verilen vazife manasına kullanılan bir tabirdir. Salyâne ile idare olunan eyaletler Mısır, Bağdat, Yemen, Habeş, Basra, Lahsa, Cezayir, Trablusgarp ve Tunus’tan ibaret iken sonraları bu usûl gittikçe taammüm etmiş ve salyâne ile idare olunan yerler çoğalmıştır. (Pakalın, age., III, 111-112). 118 . Bilgi için bk. Ercüment Kuran, Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti (1827–1847), İstanbul 1957, s. 3–8. 116 . Ayverdi, age., II, 305.
64
Cezayir dayıları korsanlık mesleğini iyi biliyorlardı. Akdeniz’in tüccar
devletleri, ticaretlerinin güvenliğini sağlamak için Cezayir dayıları ile anlaşmaya
mecburdular. 1815’te toplanan Viyana kongresinde, korsanlığa son verilmesi kararı
alınıncaya kadar durum böyleydi. İngiltere bu kararın yürütülmesi için görevlendirildi
ve 1816’da Lord Exmont komutasında büyük bir İngiliz filosu, Cezayir şehrini topa
tutup dayıların gemilerini batırmak suretiyle bu görevi icra etti. Neticede Cezayir
Dayısı, Hıristiyan esirlerini teslim etmeyi, İspanya’dan alınan esirlerle kurtuluş akçasını
ve İngiliz donanma masrafını vermeyi kabul etti.
İngilizlerin Cezayir’i zayıflatması Fransızların işine yaradı. 1828–1829 Osmanlı-
Rus Harbi’nin Osmanlı aleyhine neticelenmesi de, fırsat bekleyen Fransa’yı iyice
cesaretlendirmişti. Bu esnadaki Cezayir Dayısı İzmirli Hüseyin Paşa, okuryazar fakat
dünyanın gidişatından habersiz, mağrur bir zattı. Alacağına karşılık olarak Fransız
ticaret gemilerinden birkaçını zapt etmesi, Fransa ile arasının gerilmesine sebep oldu.
Bu alacak meselesinin kökeninde, 1797’deki Cezayir dayısı İzmirli Hüseyin Paşa’nın
Fransa hükümetine bir miktar hububat ile beş milyon frank borç vermiş olması
yatmaktadır. Dayı bu alacağını iki Yahudi tacirine havale etmiş, Fransa hükümeti ise
borcunu kabul etmekle beraber, ödemeyi bazı hesaplar yüzünden durdurmuş idi.
1827’de Dayı Hüseyin Paşa, Fransa’dan derhal borcunu ödemesini istedi. Ayrıca
Fransız konsolosu ile bu meseleyi konuştuğu esnada, ansızın öfkelenip yelpazesiyle
konsolosa vurması (7 Safer 1243/30 Ağustos 1827) üzerine, Fransa harekete geçti. Bâb-
ı Âli, Fransa’nın isteği üzerine dayıya bir ferman göndererek aralarını bulmaya çalışıp,
özür dilemesini emretti. Ancak gücüne güvenen dayı bu fermana kulak asmayıp
inadında direndi. Bunun üzerine Fransa, Cezayir’e karşı tedbirler alıp 17 Zilka’de
1242/12 Haziran 1827’de Koramiral Duperre vasıtasıyla Cezayir Limanı’nı ablukaya
alıp Türk gemilerinin giriş çıkışını engelledi. Bu abluka üç yıl sürmesine rağmen dayı
pes etmedi. Oysaki eyaletin başlıca gelir kaynağı deniz ticaretiydi. Ancak bir şekilde
diğer limanlarla idare edildi. Ablukanın uzaması üzerine Fransızlar, 22 Zilhicce 1245/14
Haziran 1830’da şehrin yakınlarına General Bourmont’un komutasında otuz altı bin
asker çıkardılar. Fransız donanması, Cezayir limanını bombardımana başladı. Yirmi bir
gün dayanan Dayı Hüseyin Paşa, 5 Temmuzda teslim olduktan sonra bir müddet İtalya
65
ve Fransa’da dolaştırılmış ve sonra 1838’de İskenderiye’de ölmüştü.117 Sonuçta
Fransızlar, bütün Cezayir’e hâkim olmuşlar. Fakat bu emellerine ulaşabilmek için
yıllarca uğraşmak zorunda kalmışlardı.
Bâbıâlî, bu sıralar çok müşkül bir durumda olduğu için Cezayir’in işgalini
sadece protesto etmekle yetindi. Yine de Çengeloğlu Tahir Paşa, donanma ile Cezayir
sularına yaklaştıysa da, Fransa’nın tehdidi üzerine bir etki gösteremeden İstanbul’a geri
döndü. Zira çok uzak olduğundan bu eyaleti savunmak İstanbul için neredeyse
imkânsızdı. Fransızlar, Cezayir kıyılarını birkaç yıl içinde fethettiler. En çok direnişi,
Kosantine’de gösteren Türkler bu işin sonu olmadığını görünce de vazgeçtiler. Böylece,
yüksek rütbeli Türk memurları vaktiyle gelmiş oldukları Anadolu’ya geri döndüler.
Cezayir’in savunması, Araplara ve onların güçlü lideri Emir Abdülkadir’e düştü. Bu
emir, gittikçe güçlenen Fransızlara karşı başarıyla savaştı. Hatta savaşın bu kadar
uzayacağını tahmin edemeyen Fransızlar, zaman zaman geri çekilmeyi düşünseler de,
bunun Avrupa’daki prestijleri için iyi olmayacağını düşündüklerinden geri adım atmaya
yanaşmadılar. Öyle ki XIX. Asrın sonunda bile, vaktiyle Türklerin idaresinde bulunan
Kabiliye’de Fransız idaresini tanımayan bölgeler vardı.
II. Mahmud, Trablusgarp’a donanma yollayarak Libya’yı İstanbul’a bağladı.
Trablusgarp’ın vali hanedanı olan Karamanlılara son verdi. Bağdat’ın valisi Davut Paşa
ile İşkodra valisi Mustafa Paşa’yı da ezerek merkeze bağladı. Böylece artık azar azar
sıranın kendisine geldiğini kestiren Mehmet Ali Paşa, elini çabuk tutacak olursa,
kurtulma şansının yüksek olduğunu düşünerek İsyan hazırlıklarına başladı.118
1830 yılında Osmanlı Devleti’nin, Akdeniz’de Mora’yı ve Cezayir’i
kaybetmesiyle dağılma devri hızlanmış oluyordu. İşin esasına bakılacak olursa,
zamanında yapılmış olan ufak bir ihmalkârlık veya münasebetsiz bir davranış, daha
sonra akla hayâle gelmeyecek kötü neticelere sebebiyet verebilmektedir. Hatta bu ihmal
bazen koskoca bir medeniyetin talihini değiştirmeye yeterli bir sebeptir. 117 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 120; Ahmed Lütfi, Tarih-i Lütfi, II, 183-184; Ahmet Rasim, age., IV, 1867-1870; Danişmend, Kronoloji, IV, 116; Uçarol, age., XI, 389-391; Karal, age., V, 122-124; Kuran, age., s. 14-26. 118 . Öztuna, Türkiye Tarihi, VII, 14–15.
66
VII. Osmanlı-Rus İlişkileri ve Hünkâr İskelesi Antlaşması
Bu antlaşmanın imzalanmasına, daha sonra ayrı bir başlık altında ele alacağımız,
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyan etmesi ve onun kazanmış olduğu önemli
başarılar sebep olmuştur. Bir valisine dahi söz geçirmeyen Osmanlı Devletinin durumu,
öyle müşkül ve aciz bir hal arz etmiştirki, bu durum karşısında en azılı düşmanından
medet umacak kadar acze düşmüştü.
Rusya, bu isyanı ilk aşamada tüm devletler gibi kayıtsızlık ve ilgisizlikle
karşıladı. Zaten Rusya, Osmanlı Devletini zayıflatan tüm isyanları takdir ediyordu.
Fakat Mehmet Ali Paşa’nın tahminleri altüst eden başarıları herkesten çok Rusya’yı
endişelendirmeye başladı. Çünkü Mehmet Ali Paşa’nın, Osmanlı Devleti’nin
mukadderatına sahip olması, Rusya’nın dibinde zayıf bir devletin yerine güçlü bir
devletin var olması demekti. Bu ise Rusya’nın iki asırdan beri gizlice gütmekte olduğu
İstanbul’a sahip olmak ve böylece sıcak denizlere inmek rüyasının sükûtu hayale
uğraması demekti. Bu düşünceyle derhal harekete geçen Rusya, Osmanlı toprağının
tamlığı prensibini benimsedi. Rus Çar’ı, generallerinden Muraviyef’i Rusya’nın
görüşünü belirtmesi için İstanbul’a ve Kahire’ye gönderdi. Böylelikle Çar, Bâbıâlî’ye
yardım ederken Mehmet Ali Paşa’ya da muharebeyi derhal durdurmasını teklif
ediyordu.
Sultan Mahmud, Fransa’nın Mehmet Ali Paşa’yı desteklediği, İngiltere’nin
tarafsız kaldığı, Avusturya ve Prusya’nın da Rusya’nın tarafından yana oldukları bir
esnada, Çar’ın yardım teklifini maalesef sevinçle kabul etmiştir. Hatta Çar, yardımın
sadece Karadeniz filosu tarafından yapılmasını teklif etmişken Pâdişah, Tuna
sahillerindeki otuz bin kişilik bir birliğin İstanbul’u koruması için gönderilmesini de
teklif ediyordu. Rusya, bu teklifi memnuniyetle kabul etmiştir. Bu sırada Pâdişah, Mısır
Valisi ile anlaşmak için yeni bir teşebbüste bulundu ise de, Fransız müşavirlerin
etkisinde kalan vali bunu kabul etmedi. Bunu üzerine Visamiral Lazarev’in
komutasında on gemilik bir Rus filosu, Boğaz’a girerek Büyükdere’nin önüne
67
demirlemişti. Ayrıca on beş bin civarında Rus Askeri de Beykoz’daki Hünkâr İskelesi
civarına çadır kurmuşlardı (30 Ramazan 1248/20 Şubat 1833).119
Bu olay, Fransa ile İngiltere’yi o vakte kadar olan ilgisizlikten ansızın
vazgeçirdi. Her iki devlet, filolarına Çanakkale istikametine doğru seyretmek üzere emir
verdi. Fransa, Bâbıâlî nazarında hatırı olan Amiral Roussin’i gönderirken, İngiltere’de
İstanbul elçisi Lord Ponsonby’i gönderdi. Fransa elçisi İstanbul’a gelir gelmez işe
koyuldu. Rus donanmasının İstanbul’dan uzaklaşmasının yolu Pâdişah ile Mısır
valisinin anlaşmasına bağlı olduğunu düşünüyordu. Bunun için Bâbıâlî’nin onayını
almak suretiyle Mehmet Ali Paşa’ya Akka, Kudüs, Trablusşam ve Nablus sancaklarını
teklif ederek, cebren de olsa Pâdişah ile anlaşmasını istedi. Bu teklifi kabul etmediği
takdirde ise, Fransa’nın kendisine karşı silaha başvuracağını bildirmekten de geri
kalmadı. Lâkin, gözü kara Mehmet Ali Paşa bu teklifi kabul etmek şöyle dursun tüm
Beriyyetüşşam vilayeti ile Adana Sancağı’nın derhal kendisine verilmesi için Babıali’ye
bir ültimatom verdi. Ültimatoma olumlu cevap verilmediği takdirde de İbrahim Paşa
Üsküdar üzerine yürümekle görevlendirildi.
Bu sıralarda Mehmet Ali Paşa’nın etkisiyle Anadolu’nun bazı yerlerinde
Pâdişaha karşı isyanlar çıkmıştı. Kastamonu’da Tahmisçioğlu isyanı çıkmıştı. İzmir’de
de Mehmet Ağa adında biri, daha da ileri giderek Pâdişahın memurlarını atmak suretiyle
Mehmet Ali Paşa’nın idaresini kurmaya dahi cüret etmişti.120
Bu gelişmeler karşısında Sultan Mahmud, İstanbul’un güvenliğini dahi tehlike
de gördüğü için ulemâ ve halkın tenkidine aldırmayıp Rusya’dan, kararlaştırılan yardımı
istedi. Bunun üzerine on beş bin kişilik bir Rus kuvveti 15 Zilka’de 1248/5 Nisan
1833’de İstanbul Anadolu yakasına gelip yerleşti. Bu esnada devlet, Tophâne Müşiri
Halil Paşa ile Âhmedci (Bakanlar kurulu başkâtibi) Muatafa Reşid Bey’i Mısır’a
gönderdi. Haliyle bu gelişmeler İngiltere ve Fransa’yı dehşete düşürüyordu. Bu
devletlerin elçileri Bâbıâlî’yi, Mehmet Ali ile anlaşma yapmaya zorladılar. Sultan II.
Mahmud bunu kabul ederek Âhmedci Reşid Bey’i Fransız maslahatgüzarı Varenne ile
119 . Bk. Aksun, age., III, 221. 120 . Karal, age., V, 134-135.
68
İbrahim Paşa’nın ordugâhına gönderdi. Uzun müzakere ve tartışmalardan sonra Pâdişah
ile Mehmet Ali Paşa arasında Kütahya Barış Antlaşması yapıldı (25 Zilka’de 1247/14
Mayıs 1833). Bu antlaşmaya göre Mehmet Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerine ek
olarak Şam, İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliğine ek olarak, Adana valiliği verildi. Buna
ilave olarak Anadolu’da Mehmet Ali tarafını desteklemiş olanlar için genel bir af kabul
edildi. Böylelikle Mısır meselesinin ilk safhası bitmiş oldu. Fakat bu sonuç her iki tarafı
da tatmin etmemişti.121
Bu antlaşmadan sonra İbrahim Paşa’nın kuvvetleri Sultan Dağı’nın berisine
çekilerek Anadolu’yu boşalttılar. Bu antlaşma, Pâdişahın söz geçiremediği valisine bir
ferman ile ilave haklar vermesidir. Dolayısıyla bu antlaşmadan kalıcı bir çözüm
beklenemezdi. Bir ferman ise devletlerarası bir muâhede gibi olamaz, çünkü
istenildiğinde geri alınabilirdi.
Bu barış antlaşmasının imzalanmasında rol oynayan İngiltere ve Fransa,
istikballerini düşünerek, daha çok Mehmet Ali Paşa’nın menfaatlerini gözetmişlerdi.
Buna mukabil Rusya ise öncesinin aksine yeni bir siyaset stratejisiyle, gitgide
Osmanlı’ya yaklaşmaktaydı. Pâdişah için Rusya’nın yardım çağrısına icabet etmekten
başka çıkar yol bulunmamaktaydı. Bu nedenle İstanbul’daki Rus elçisine ve olağanüstü
olarak gönderilen Kont Orlof’a yardım konusunu açmıştır. Bunu üzerine Rus elçisi de
hükümete, Türk-Rus ittifakına binaen, şöyle rencide edici bir belge yazdı: “Pâdişah
hazretleri kendileri için biricik kurtuluş tedbiri olarak gördükleri bir planı çoktan beri
düşünmekte ise de, henüz adamlarına bu planın sırlarını açmamıştır. Bu plan ise Mısır
valisinin tehdit edici karakter taşıyan emellerine karşı Osmanlı memleketlerini
koruyacak bir çare ve tedbir olan Rusya ile saldırganlık ve savunma ittifakı için Çar’a
müracaatta bulunmaktan ibarettir.”122
121 . Geniş bilgi için bk. Aksun, age., III, 221-223; Şinasi Altundağ, Kavalalı Mehmed Ali Paşa İsyanı (Mısır Meselesi), Ankara 1988, s. 53-60; aynı müellif, “Mehmed Ali Paşa”, İA., VII, 566-579; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara, 1970, s. 59-61. 122 . Karal, age., V, 136.
69
Rus Çar’ı zaten bu teklifi ilk başta kendisi yaptığı için hemen görüşmelere
başlanıldı. 20 Safer 1249/10 Temmuz 1833 (Çarşamba) tarihinde de Osmanlı devleti ile
Rusya arasında Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı.123
Bu antlaşma, bir önsöz altı açık ve bir kapalı maddeden ibarettir. Önsözde,
Osmanlı ile Rusya arasındaki bu antlaşmanın devamı için gerekli olan hazırlıkların
yapılmasına işaret edilmiştir.
1. Her iki devlet, sadece savunma kaygısıyla bu antlaşmayı imzalamışlardır.
Dolayısıyla huzur ve güvenlikleri ile ilgili tüm problemler hakkında birbirlerine
yardımda bulunacaklarını taahhüt ederler.
2. 1829 Edirne antlaşması ile bu antlaşmada geçen diğer antlaşmalar ve bu
antlaşmadan sonra geçen antlaşmalar onaylanmaktadır.
3. Gelişmeler, Osmanlı Devleti için Rusya’dan yardım isteyecek bir durum
yansıtırsa Rusya, kara ve denizden, iki taraf arasında kararlaştırılacak sayıda bir
kuvvetle yardımda bulunacaktır.
4. Yardım isteyen taraf, yardıma gelen tarafın masraflarını karşılayacaktır.
5. Antlaşma süresi sekiz yıl olacaktır.
6. Bu savunma antlaşmasının iki ay içinde onanacağı ve onanmış nüshaların
İstanbul’da değiştirileceği bildirilmiştir.
Kapalı madde ise şöyledir. “Rusya İmparatoru, bu antlaşmanın Osmanlı’ya
sağladığı Rus yardımına karşılık, Rusya’ya maddi bir yardım yapmanın Osmanlı
hükümetine yükleyeceği gider ve güçlükleri takdir ettiğinden, bir gün Osmanlı Devleti
123 . Bu antlaşma ile ilgili geniş bilgi için bk. Beydilli, “Hünkâr İskelesi Antlaşması” DİA., İstanbul 1998, XVIII, 488–490; Ahmed Rasim, Ahmed Rasim ve Osmanlı Tarihi, düz. Metin Hasırcı, İstanbul 2002, V, 412-413; Shaw, age., II, 61–64; Aksun, age., III, 221-223.
70
böyle gider ve güçlükleri karşılamak zorunda kalırsa, Rusya bu yardımı Osmanlı’dan
istemeyecektir. Bâbıâlî, karşılıklı yardım kuralınca gerektiği vakit Rusya’ya yapmakla
ödevli olduğu yardım yerine siyasî ve askerî kuvvetini Rusya’nın çıkarına uygun olarak
Çanakkale Boğazı’nın kapanması için kullanacak, başka bir deyim ile adı geçen
boğazdan hiçbir yabancı harp gemisinin girmesine izin vermeyecektir.” Bu anlaşmadan
iki gün sonra Rusya, İstanbul’da bulunan savaş filosu ile askerlerini geri çekti.124
Bu gizli maddeden, açıkça anlaşılıyor ki Osmanlı Devleti artık Rusya’nın
himayesinde olacaktır. Çünkü Rusya ile batılı devletlerden herhangi birisi arasında
savaş çıkacak olursa Boğazlar bu devletlerin harp gemilerine kapatılırken Rusya’ya her
iki yönlü olarak serbest olacaktı. Bu antlaşma ile Osmanlı toprakları açıkça Rusya’nın
egomenyasına girmiştir. Dolayısıyla, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batı
devletleri, Hünkâr iskelesi anlaşmasını kuşkuyla izlemişlerdi. Anlaşmanın
imzalanmasını öğrenir öğrenmez, Paris ve Londra kabineleri İstanbul’da ve Sen-
Petersburg’da anlaşmayı protesto ettiler. Bir İngiliz filosu İzmir önlerinde göründü.
Bundan başka Akdeniz’deki deniz kuvvetlerini çoğalttılar. Bir ara, Boğazların
zorlanması ve Karadeniz’deki Rus filosunun batırılması dahi düşünüldü. Hatta İngiltere
Hükümeti, Sivastopol’e gidilip Rus donanmasının yakılmasını Fransa’ya teklif etmişti.
Ayrıca bu iki hükümet Hünkâr İskelesi Muâhedesini tanımayacaklarını bildirmişlerdir.
Avusturya hükümeti ise, anlaşmanın Avrupa politikasındaki mahzurlarını Çar
Nicola’ya bildirmiştir. Bunun üzerine Çar, anlaşmanın mutlak surette uygulanmasının
şart olmadığını içeren bir beyanat yayımlayarak ortamı sakinleştirmeye çalışmıştı.
Ayrıca Rusya, Avusturya ve Prusya ile Münchengratz anlaşmasını yaptı (3
Cemâziyelevvel 1249/18 Eylül 1833). Bu anlaşmaya göre:
1. Bağımsız her hükümdâr, yardımına başka bir hükümdârı çağırabilir. Böyle bir
yardım durumunda yardıma çağırılan hükümdârdan başkasının yardıma engel olmak
için araya girme hakkı yoktur.
124 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 121-145; Karal, age., V, 137; Altundağ, “Mehmet Ali Paşa”, İA., VII, 570–571; Öztuna, Türkiye Tarihi, VII, 15–18.
71
2. Üç hükümdâr, içlerinden biri yardım vaziyetinde, başkalarının baskını ile
karşılaşırsa, beraber savaşmayı kabul ederler.
Bu genel hükümler, Çar’ın Hünkâr İskelesi anlaşmasıyla kazanmış olduğu
hakları meşrulaştırmakla birlikte Rusya’ya, Avusturya ve Prusya’nın desteğini
sağlamıştır. İngiltere ile Fransa Münchengratze anlaşmasından sonra, Osmanlı Devleti
ile Mısır’ın yeni bir müdahale durumu oluşturmamalarını İstanbul ve Kahire’ye tavsiye
etmekle yetinmişlerdi.125
Bu antlaşma ile II. Mahmud, Mehmed Ali’nin işini bitirip modern ordusunu
kurmayı düşünüyordu. Ancak bu muâhede, Avrupa’da duyulur duyulmaz büyük bir
kıyamet koptu. Özellikle İngiltere ve Fransa, Osmanlı’yı tehdit etmeye başladılar. Fakat
Bâbıâlî bunlara kulak asmadı. Böylece Mısır meselesinin birinci safhası altı yıllığına
kapanmış oldu.126
Hünkâr İskelesi Antlaşması, Osmanlı Devletinin kendi dinamikleri üzerine değil
de dış devletlerin siyasî dengelerine binaen varlığını devam ettirme sürecine girdiğini
açıkça göstermektedir.
Yenilik adına çok ileri gidilmesi, devlet kurumlarının yozlaşması ve artan iç
huzursuzluklar ile meydana gelen hesaplaşmalar neticesinde, devlet git gide ezeli
düşmanı olan Rusya’nın oyuncağı haline gelmişti. Sonuçta Osmanlı, tarihî güç ve
şânının yerini zelilliğe bırakmış oldu.
125 . Karal, age., V, 138-139. 126 . Öztuna, Türkiye Tarihi, VII, 17.
72
İKİNCİ BÖLÜM
MİLLİYETÇİLİK FİKİRLERİNİN OSMANLI TOPRAKLARINDA
SEBEP OLDUĞU İSYANLAR
73
Fransız ihtilalinin ürünü olan milliyetçilik fikirleri, tüm dünyada olduğu gibi
Osmanlı Devleti sınırlarında da etkisini göstermişti. Sosyal yapısı gereği Osmanlı
Devleti’nde bu ihtilalin etkileri daha büyük olmuştur. Bu akımların, Osmanlının
zayıflamaya başladığı zamanlara tesadüf etmesi devletin derinden sarsılmasına sebep
olmuştur. Özellikle Nizâm-ı Cedid devrinde bu fikirler daha hızlı bir şekilde yayılmıştır.
Milliyetçilik fikirleri, evvela yabancı devletlerin, Osmanlı sınırlarında yaşayan
Hıristiyan halkı kışkırtmasıyla başlamıştır. Siyasî propagandalarla bu fikirler onlara
aşılanıyordu. Daha sonra çeşitli dernekler kurularak sistemli bir şekilde dış mihraklar
tarafından organize edilmiş oldukları için hızlıca yayılarak önü alınamaz bir hal almaya
başlamıştır.
Avrupa’yı körü körüne izlemek, Avrupa çizgisini her konuda adım adım takip
etmek, bu devirde övülen, takdir gören ve başkalarına karşı iftihar sebebi olarak
benimsenen moda haline geldi. Şövenist cereyanlar ortaya çıktı. Osmanlı Devleti’nin bu
son döneminde, İslâmî isimlerin arkasına gizlenerek toplumla bütünleşmiş gibi
görünenlerle, açık bir şekilde dinlerine bağlı olarak faaliyet gösteren Yahudilerin
etkileri iyice artmıştır. Bunlar, amaçlarına ulaşabilmek için bir taraftan çaba
harcarlarken diğer taraftan da Hıristiyanları siyasî emellerine alet ediyorlardı. Netice
itibariyle başta halife II. Abdülhamit olmak üzere, önlerindeki her engeli birer birer
ortadan kaldırarak hilafet müessesesini yok etmeye muvaffak olmuşlardı.127
Napolyon Bonapart, Akdeniz’i Fransız gölü haline çevirmek için Mısır’a göz
dikti. Bu emeline ulaşmak için Osmanlı Devletindeki Rumları kışkırtmaya başladığını
görüyoruz. Onun çok akıllıca hareket ettiğini komutanlarına vermiş olduğu şu
emirlerden anlıyoruz. “Halkı kazanmak için elinizden geleni yapınız. Eğer halkın
bağımsızlığa eğilimi varsa bağımsızlık duygusunu körükleyiniz.” Bu emrin etkili
olduğunu gösteren raporlar kendisine ulaşmaya başladığını görünce de “Yunanistan’da
kabarmaya başlayan milliyet taassubu, din taassubundan daha kuvvetli olacaktır.”
127 . Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslâm Tarihi, trc. Ferit Aydın, İstanbul 1994, VI, s. 299.
74
diyerek, dağlı Rumlara cephane ve silah yüklü gemiler göndermişti. Aynı şekilde,
“Mısır Mısırlılarındır.” Prensibiyle milliyetçilik fikirleri o topraklarda da yayılmıştır.128
İsyanların oluşumu sırasında Osmanlı Devleti kritik bir durumdaydı. Zaten eski
sistem tıkanmış, devlet kurumları yozlaşmıştı. Yeni bir düzen oturtulmaya çalışılıyordu.
Lâkin bunun için epeyce bir zamana ihtiyaç vardı. Yeni düzeni oturtmaya çalışan devlet
adamları eski düzen savunucuları tarafından bir bir katlediliyordu. Devlet, bir taraftan
merkezde terör estiren yeniçerilerle uğraşırken diğer taraftan da taşrada derebeyiler
gailesiyle meşgul ediliyordu. Alemdâr Mustafa Paşa’nın başkanlığında toplanan ilk
mecliste bu büyük iki problem karara bağlanmıştı.129 Bu yüzden isyanlar Osmanlı
topraklarında hızlıca yayılmış ve önü alınamaz bir şekilde artarak devam etmişti. Her ne
kadar isyanların yatışması için çaba harcanmışsa da, neticede devletin o günkü şartları
elverişsiz olduğundan bu çabalar yetersiz kalmıştır.
Osmanlı Devleti, içinde barındırmış olduğu tüm ırklara adâletle muamele
etmiştir. İster Ermeni, Yahudi, Hıristiyan olsun isterse Müslüman olsun, suçu sabit
olanlar gerekli cezaya anında çarptırılıyordu. Buna örnek olarak, bir ermeni sarrafı,
kolluk çorbacısını katlettiren yahudinin ve katil kolluk çorbacısının, suçları tespit edilir
edilmez ânında idam edilmelerini verebiliriz.130 Tebeası hangi dine veya ırka sahip
olursa olsun, Osmanlı asla tebeasının arasında iltimas yapmamış ve herkese son derece
adâletle hükmetmiştir. Osmanlı’da çıkan isyanlar, aşikârdırki Osmanlı’yı içten
çökertmek isteyen büyük devletlerin kışkırtmasıyla, bilinçli ve planlı bir şekilde
organize edilmiştir. İsyana müsait olan kavimler, müstakbel sömürgeci Avrupa
devletleri tarafından bir maşa gibi kullanıldığını farkına varamamışlar. Zira Osmanlı,
onların özgürlüğüne asla kısıtlama getirmiyordu.
A. SIRP İSYANLARI (1804–1817)
128 . Karal, age., V, 101. 129 . Turan, age., II, 581. 130 . Cevdet Paşa, Tarih, X, 149. * Kur’an, Bakara, 256.
75
Sırp isyanlarını daha objektif bir şekilde değerlendirmek için biraz daha
evveliyatına bakmamız gerekir. Şöyle ki, Fatih Sultan Mehmed döneminde Osmanlı
topraklarına bağlanan Sırbistan’da, Devlet-i Âlîyye’nin her tarafında olduğu gibi âdil bir
yönetim kurulmuştu. Sırp halkına hayat serbestliği verilmişti. Adâlet çerçevesinde
herkes istediği şekilde yaşama hakkına sahipti. Bu özgürlüğü onlara ve herkese Kur’an-ı
Kerim vermekteydi. Osmanlı, Kur’an’ın hükümlerini tatbik etmekteydi ve “Dinde
zorlama yoktur.”* hükmü gereği, fethettiği yerlerin ahâlisini dinlerinde ve yaşam
tarzlarında serbest bırakmıştır. Rahat bir yaşam süren Sırplar, Osmanlı’nın sadık tebeası
(vatandaşı) olmuşlardı. Ancak XVIII. Asrın ortalarından itibaren Avusturya, Rusya ve
Osmanlı Devleti arasında meydana gelen savaşlar neticesinde Sırbistan’ın toprakları
savaş alanına dönüşmüştü. Sırpların bu huzursuzluklarına, milliyetçilik duygularını
körükleyen Rus ajanların kışkırtmaları ilave olunca, güzel hava bozulmaya başlamıştı.
Oysaki Sırpların Osmanlı’da tâbi oldukları rejim, Avrupa’nın henüz derebeylikten
kurtulamamış olduğu bir dönemde dahi çok adil ve gelişmişti.
Napolyon ile Çar, Osmanlı topraklarını paylaşmaya çalışırken Osmanlı, zaman
içerisinde bünyesinde meydana gelen değişikliklerle zaten bu duruma müsait bir hâle
kendiliğinden gelmişti.
Sırp isyanlarının ilk ve önemli hareketi III. Selim devrinde başlayan ve II.
Mahmud zamanında daha bir gelişerek, muhtar ve prenslik kurulmasıyla devam eden
gelişmelerdir.
Sırbistan’da kanunnâmelerle kurulan rejim bozulmuş ve Sırplar, kalelerde oturan
yeniçeri dayılarının keyfi muamelelerine maruz kalmaya başlamışlardı. Belgrat
paşalığına bazen değerli valilerin gönderilmesi, dayıların zulmünü kırabiliyordu.
Nitekim 1794–1801 yıllarında görev yapan Hacı Mustafa Paşa, reayayı Sırp
dayılarından gözettiği için Sırplar arasında baba lakabıyla anılmaktaydı. Bu yüzden onu
çekemeyen yeniçeriler sonunda öldürmüşlerdi. Hacı Mustafa Paşa’nın öldürülmesinden
sonra yeniçeriler Pazvantoğlu’ndan, kendilerine katılan bazı kimselerle beraber olup
76
Sırbistan’da bir terör rejimi kurdular. Bu rejim Sırp isyanının görünen sebebidir.131
Tüm bu gelişmelere baktığımızda Sırpların bu noktaya durup dururken gelmediklerini
görürüz. Maalesef maruz kaldıkları suiistimaller onları gitgide isyancı konumuna
sokmuştur.
Osmanlı’nın genel durumu, Sırplar arasında yapılan propagandaları önleyecek
imkândan yoksundu. Çünkü hükümetin merkezi durumundaki İstanbul’da bile asayiş
doğru düzgün sağlanamıyordu. Kilometrelerce uzaklıkta olan bir yerde bunu sağlamak
çok daha zordu. Rumeli, âyânların ve dağlı eşkıyanın tahakkümü altında zaten
bunalmıştı. Türk ve İslâm olan âyânlarla dağdaki eşkıyanın Pâdişah’a baş kaldırmaları
Sırplara örnek teşkil etti. Buna, yıllarca sürüp giden harpler de eklenince, işler gittikçe
çığırından çıkmaya başladı.
I. İsyanının Başlaması ve Gelişmesi
Sultan III. Selim döneminde bir Sırp heyeti, İstanbul’a gelerek yeniçerilerin,
eyaletlerinde kendilerine yaptıkları zulümleri şikâyet ederler. Pâdişah, şikâyetin konusu
olan emrini Sırbistan’a ulaştırınca, şikâyet edildiklerini öğrenen yeniçeri dayıları buna
kızarak “knez” adı verilen Sırp ileri gelenlerini öldürürler. Bu olay Sırp isyanının
kıvılcımı olur ve Sırplar 22 Şevval 1218/4 Şubat 1804’te yeniçerilere karşı silahlı olarak
harekete geçerler. Böylece Sırp isyanı fiili olarak başlamış oldu. Görüldüğü üzere Sırp
isyanını çıkaran Sırplar değil, Yeniçeri dayılarıdır. Eğer onların beyinsizce, sırf
kindarlığa yönelik bu tutumları olmasaydı isyanların başarıya ulaşması mümkün
olmayabilirdi.
İsyan eden Sırplar, bir eşkıya ve domuz tüccarı olan Kara Yorgi’yi kendilerine
lider seçtiler. Bu lider, eşkıyalığın yanı sıra bir ara Avusturya ordusunda da hizmet
görmüştü. Kara Yorgi, zaten başlamış olan Sırp isyanlarını belli bir sisteme oturtmayı
sağladıktan sonra, balkanların klasik gerilla harbini benimseyip sistemli bir şekilde
mücadeleye başladı. Dağlara sığınıp yollara, hanlara, önemli geçitlere ve bazı küçük
131 . Karal, age., V, 102-104.
77
kalelere baskınlar düzenlemek suretiyle yeniçerileri yıpratmaya başladılar. Kara Yorgi,
bu mücadeleyi Pâdişaha karşı değil, bilakis Pâdişah tarafından yeniçerilere haddini
bildirmek üzere görevlendirildiğini söylüyordu. Böylece Müslümanların arasında ikilik
çıkarmış olacaktı. Onun bu taktiği neticesinde bazı Müslümanlar kendisine yardımda
bulundular. Hatta Bosna Valisi Bekir Paşa bile bu oyunun bir parçası olup isyancılara
yardım etti. Sonuçta Yeniçerileri alt ederek Belgrat’a hâkim olduktan sonra isyandan
vazgeçmeleri icap ediyordu. Ancak şu şartları ileri sürmeleri niyetlerinin hiçte
yeniçerilerle sınırlı olmadığını ortaya koyuyordu.
“Belgrat muhâfızı paşanın maiyetinde Sırp milleti tarafından bir vekil bulunacak
ve kalenin müdafaasına bin beş yüz Sırp iştirak ettirilecek. Bundan başka, genel af ilan
edilecek, eski vergiler istenmeyecek, yeniçerilerin cezalandırılması için yapılmış olan
savaşta harcanmış olan para, Pâdişah tarafından ödenecek, kiliselerin tamirine, çan
çalınmasına ve mabetlere haç takılmasına müsaade edilecek.”132
Sırp âsileri, bu şartları kendileri düşünerek ileri sürmemişlerdi. Onların fikir
babalığını, artık bağımsız bir Sırbistan’ın vakti gelmiş olduğuna inanan Sırp papazları
yapmıştır. Onlar hedeflerine ulaşmak için isyanı bir fırsat olarak görüp
desteklemekteydiler.
Osmanlı hükümeti, Sırpların bu şartlarını kabul etmeyince, Sırp meclisi
toplanarak Kara Yorgi’yi baş knez seçti.133 Böylece hedeflerini büyütüp, Osmanlı
Devletini karşılarına alarak, bağımsızlıklarını kazanıncaya kadar savaşmaya karar
verdiler.134
Bazen ufacık bir hareket, büyük bir milletin ve devletin kaderine yön veren
dönüm noktası olabilmektedir. Şayet yeniçeri ağaları böyle bir harekete fırsat
vermeselerdi, bekli de diğer isyanlara örnek teşkil eden Sırp isyanları başlamayacak ve
Balkanlar Osmanlı’nın elinden bu kadar kolay bir şekilde çıkmayacaktı.
132 . Karal, age., V, 105. 133 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, X, 189–191. 134 . Karal, age., V, 104-105.
78
II. İsyanlara Rusya’nın Karışması
Sırp isyanı devam ettiği sıralarda Osmanlılar ile Ruslar arasında harp başlamış
ve Ruslar, Eflak ve Boğdan’a girmişlerdi. Rus çarı, zaten baştan beri, Slav birliği için135
destekleyip kışkırttığı Sırp âsilerine, Osmanlılara karşı beraber savaşmak için anlaşma
teklifinde bulundu.
Bir Rus temsilcisi, beraberindeki subay ve memurlarla Belgrat’a yerleşerek
Sırbistan’ın ordusunu ve idaresini düzenlemeye başlamıştı. Bu nedenle Sırp isyanlarının
şekli, değişik bir hal almaya başladı. Çünkü bu isyanlar artık Rusların gözetiminde
organize ediliyordu. Çar’ın yardımı bütün Sırpların bir çatı altında toplanması ümidini
doğurmuştu. Karadağ’da Sırplara katıldı. Kara Yorgi, Napolyon’a mektup göndererek
Avusturya’daki tüm Sırpları da isyana dâhil etmeyi vaat etti. Avusturya, Rusların
himayesinde kurulacak olan Sırp devletine şiddetle karşı çıkıyordu. Bunun için
Sırbistan, Rusya ve Avusturya arasında bir müşkülat haline gelmişti.
Kara Yorgi, Aralık 1808’de kendisini bütün Sırpların başkanı ilan ettirerek
verâset sistemine dayalı Sırp monarşisini kurdu. Avusturya başvekili Meternih, kurulma
aşamasında olan Sırbistan için şu sözleri sarf etmişti.
“Doğmakta olan Sırbistan, Rusya ile Avusturya arasında bir oyuncaktan başka
bir şey değildir. Böyle olmaktansa Sırbistan’ın Türklerde kalması daha hayırlıdır.”
Belgrat’taki Rus mümessili ise, “Büyük devletler yanında Sırbistan ummanda bir
katredir.” diyerek bu konudaki fikrini dile getirmiştir.136
Ruslar, Bükreş muâhedesine kadar Sırplarla işbirliği yapmaya devam ettiler. Bu
muâhedenin metnine, Sırbistan’ın muhtarlığı hususunda elastik bir madde konunca,
Kara Yorgi bu maddenin tatbiki esnasında çok ileri gidip bağımsızlığa eşit olacak
imtiyazlar istemişti. Onun, bu haddini aşan tavrı üzerine Osmanlı Devleti kesin bir
135 . Cevdet Paşa, Tarih, X, 149. 136 . Karal, age., V, 106.
79
şekilde, Kara Yorgi’ye haddini bildirmeye karar vererek, 27 Şaban 1227/5 Eylül
1812’de, Sadrâzam Laz Ahmet Paşa’nın yerine göreve getirilen Hurşit Ahmed Paşa’yı
bu hususta görevlendirdi. Bosna, Vidin ve Niş’ten hareket eden Hurşit Paşa’nın orduları
ile Bosna valisi Dârendeli Ali Paşa dâhil olmak üzere Bosna’dan harekete geçtiler. Kısa
sürede Kara Yorgi’nin kuvvetlerini dağıtarak Belgrat’ı aldılar (13 Zilka’de 1228/7
Kasım 1813). Burada işleri yoluna koyduktan sonra umûmî af ilan ederek Şevval
1228/Ekim 1813’de geri döndüler137. Kara Yorgi’nin Avusturya’ya sığınması üzerine
isyan başsız kalınca yeniden Sırbistan’ın büyük bir kısmı itaat altına alındı.
Sırplar, Viyana kongresine bir heyet göndererek Avrupa’nın kendilerine
yardımcı olmasını istediler. Fakat kongre, Sırpların isyanına başından beri muhalif olan
Avusturya başvekili Meternih’in tesiri altında olduğu için Sırpların isteği kale alınmadı.
Yalnız kalan Sırplar bu sefer, yine bir başka zengin domuz tüccarı olan Miloş
Obrenoviç’i baş knez yaparak yeniden isyan faaliyetlerine başladılar (Temmuz 1815).
Bu sıralarda Rusya’nın, Napolyon tehlikesini savmış olmasından ötürü Sırpların lehine
harekete geçme ihtimali doğmuştu. Böyle bir ihtimali değerlendiren Osmanlı Devleti,
baş knez Obrenoviç’i tanımakla birlikte, kaleler Osmanlı askerinin muhafazasında
olmak üzere, Rusya’nın etkisiyle ilk defa Hıristiyan reayanın isyanına baş eğerek,
Kuzey Sırbistan’a şu imtiyazları verdi.
Halk tarafından seçilen on iki knez, diğer knezleri seçecek, adalet tevzi ederek
vergiyi toplayacaklardı. Sırplar kilise ve mektepler içinde geniş ölçüde haklar elde etmiş
oldular. Böylelikle Sırbistan imtiyazlı bir prenslik konumuna gelmiş oldu (1816). Bu
imtiyazlar, diğer azınlıklar için de örnek teşkil ederek milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı
sınırlarında hızlıca yayılmasını tetiklemiştir.138
Bir müddet sonra Sırbistan’a dönen Kara Yorgi, Miloş Obrenoviç tarafından
öldürülmüş ve kesik başı, samimiyetinin bir nişanesi olarak, İstanbul’a gönderilmişti.
137 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, X, 107–110. 138 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, IX, 123–133; Kamil Paşa, Tarih, III, 35–46; Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslâm Tarihi, trc. Ferit Aydın, İstanbul 1994, VI, 311; A. Hajek, “Sırbistan” İA., X, 562-563; Rifat Uçarol, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, XI, 356–362
80
Dolayısıyla, büyük Sırbistan hayalini düşünen ayı çobanı Georges Petroviç’te aradan
çıkmış oldu.
Sırbistan 1830 senelerinde, Yeniçeri Ocağı’nın ilgasının tesiriyle imzalanan
Edirne Antlaşması’nın neticesinde hukuken tam muhtariyet kazanmıştır.139 Böylece,
“ıslahat için ıslahat” hareketlerinin toplumda meydana getirmiş olduğu sosyal çöküntü,
beraberinde Osmanlı ordusunun çökmesine, Sırp istiklal hareketinin başarıya
ulaşmasına ve diğer isyanlara sebebiyet vererek Devletin hızlıca dağılmasına kapı açmış
oldu. Elbetteki bir medeniyetin ayakta kalmasını sağlayan en güçlü dinamikler, o
medeniyeti oluşturan fertlerin, kendilerini yönetenlerle uyum içerisinde olmasına
bağlıdır. Yukarıdan baskı ve dayatma, baskı kuranların kendi elleriyle sonlarını
hazırlamaktan başka bir şey olamadığını burada daha iyi görmekteyiz.
B. VEHHÂBÎ İSYANLARI
Osmanlı Devleti, Rumeli’de Sırp isyanlarıyla uğraşırken, Hicaz’da Vehhâbîlerin
çıkardığı fitneyi yatıştırmaya çalışıyordu. Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke’deki Kâbe ile
Medine’deki Ravza-i Mutahhara)’i istila ederek Ravza-i Mutahhara’yı yağma eden,
sahabe türbelerini yıkan ve vakıfları talan eden Vehhâbîlerin icabına, uzun süren Rus
harbinden dolayı bakılamamıştı. Vehhahabîler Necd’den başka, Hicaz’ın da çoğunu ele
geçirmişlerdi. Hac yollarının emniyetinin sağlanması, halife olan Osmanlı Pâdişahının
vazifesi olduğu için bu meselenin halledilmesi görevi Mısır Valisi Mehmet Ali Paşaya
emrolunmuştu.
III. Haremeyn’in Vehhabîler’den Temizlenmesi ve II. Mahmud’a “Gâzi”
Unvanının Verilmesi
Bu sıralarda 19 yaşında olan Tosun Paşa’ya Bâbıâlî, 1812’de vezâret payesiyle
Cidde ve Habeş (Hicaz ve Eritre) valiliklerini verdi. Emir gereği Vali, oğlu Tosun
Paşa’yı yeterli miktarda kuvvetle Yenbuğ’a gönderdi. Tosun Paşa, 1811’den 1816’ya
139 . Aksun, age., III, 146
81
kadar devam eden zor seferlerle Vehhabîleri hüsrana uğrattı. Daha sonra Bedir
mevkiinde ordugâh kurdu ve nüfuzlu kabile reislerini toplayarak onlara, halifenin emri
üzerine geldiğini, kendisine itaat etmenin yine Kuran’ın emri olduğunu anlattı. Bunun
üzerine birçok kabile reisi itaatlerini arz ederken, bir kısmı da çekimser kalmıştı.
Medine ahâlisinin haber göndererek Tosun Paşa’ya destek çıkmaları üzerine
Medine’ye hareket eden kuvvetler orayı Vahhabîlerden temizlediler (27 Zilka’de 1226/2
Aralık 1812). Medine’nin anahtarını Pâdişah’ın emri üzerine, bin kişilik bir kuvvetle
Cidde’ye gelmiş olan Mehmet Ali Paşa teslim alarak bir heyetle Pâdişah’a ulaştırmıştır.
Tosun Paşa’nın bu başarıları üzerine Sultan Mahmud’a “gâzi” unvanı verildi.
Bundan sonra yolda karşılaşılan Vehhabî kuvvetleri dağıtılarak, Mekke geri
alınmış ve Taif kurtarılmıştı (20 Muharrem 1228/23 Ocak 1813). Mekke-i
Mükerreme’nin anahtarı da teslim alınıp İstanbul’a gönderilmiş ve böylece Hicaz’ın
tamamıyla kurtarıldığı bildirilmişti. Mukaddes beldelerin anahtarları İstanbul’a
getirilerek Hırka-i Saâdet Dairesi’ne konulmuş ve bunu takip eden Cuma hutbelerinde
Pâdişah gâzi unvanıyla anılmaya başlanmıştır.
Tosun Paşa’dan sonra, kendisinden dört yaş büyük olan ağabeyi İbrahim Paşa,
Vehhâbiler’in Necd’deki merkezi Der’iyye’yi aldı. 7 Cemâziyelevvel 1229/27 Nisan
1814’te üçüncü Vehhabî emiri olan Süûd İbni’s-Süûd 10 yıl, 5 ay, 23 gün süren bir
emirlikten sonra 66 yaşında öldü. Onun yerine büyük oğlu Emîr Abdullah İbni’s-Süûd
geçti. İbrahim Paşa, bu emîri, dört oğlu, üç kardeşi ve iki de yeğeni ile birlikte esir aldı.
Önce kahireye getirilen bu emîrler, oradan Mekke ve Medine’nin kutsal makamlarından
yağmalamış oldukları mücevheratların bir kısmıyla birlikte İstanbul’a gönderildiler.
Emîr Abdullah ile dört oğlu, 28 Safer 1234/27 Aralık 1818’de İstanbul’da idam
edildiler. Vehhabîlik, bir daha ancak Osmanlı’nın yıkılışından sonra toparlanmaya
başlamıştır.140
140 . Bilgi için bk. Öztuna, Türkiye Tarihi, VI, 437-438; Aksun, age., III, 146-147.
82
Mehmet Ali Paşa, Hicaz’ın Vehhabîlerden kurtarılmasını sağladığı için İslâm
dünyasında itibarı artmıştır.
B. RUM İSYANLARI (1815–1830)
I. Rumların Osmanlı Devleti’ndeki Durumu
Yunanistan’ın tarihi, M.Ö. 1200 yıllarına kadar gitmektedir. Aslen Makedonyalı
olan Büyük İskender’in yönetiminde (M.Ö. 336–323) Yunanistan, sınırlarını Anadolu
üzerinden Hindistan’a kadar genişletmiş ve medeniyet açısından parlak bir dönem
yaşamıştı.
Bizans İmparatorluğu ile Türklerin ilk teması, XI. Yüzyıldan itibaren Horasan
üzerinden Doğu Anadolu’ya akınlar düzenleyen Selçuklu Türkleri ile başlamıştır. Sık
sık Türkler ile çatışmaya giren Bizans, nihayet Malazgirt Meydan Muharebesi’nde
büyük bir yenilgiye uğramıştır. Bu mücadeleler 1071’den 1453’e kadar aralıklarla
devam etmişti. Bundan sonra Rumlar Osmanlı Devleti’nin Rum Ortodoks Kilisesi’ne
tanıdığı dinî, kültürel ve idarî imtiyazlar sayesinde varlığını korumuş, sosyal ve
ekonomik yönlerden de dönemin diğer çok uluslu imparatorluklarının azınlıklarına
kıyasla daha serbest bir hayata sahip olmuşlardı.141
Rumların Osmanlı Devleti’nde, diğer Hıristiyan reayaya göre, gerek coğrafi
dağılışları açısından olsun, gerekse kendilerine mahsus bir takım ayrıcalıklar
bakımından olsun bazı farkları vardı.
Sırplar, Bulgarlar ve daha başka etnik gruplar Osmanlı devletinde belli bir iskân
politikasına tabi oldukları için istedikleri her yerde oturamıyorlardı. Ancak Rumlar için
böyle bir durum söz konusu olmadığından onlara, büyük şehirlerde, deniz kıyılarında
vs. çeşitli yerlerde rastlamak mümkün olmakla birlikte çoğunlukta bulundukları yerler,
Mora, Yunan Adaları ve Teselya idi.
141 . Hatipoğlu, age., s. 2-3.
83
Rumlara bulundukları toprak üzerinde mülkiyet hakkı da tanınmıştı. Servet
sahibi olarak istedikleri gibi refah bir hayat yaşayabiliyorlardı. Rum köylüleri XIX.
Yüzyıl başlarında batı Avrupa köylüsünden çok daha refah içindeydiler. Ancak İstanbul
Hükümeti’nin zayıflamasıyla ortaya çıkan otorite boşluğundan istifade etmek suretiyle
kendilerinden alınan, kanunnâmelerin dışındaki vergi ve paralar en büyük sıkıntıları idi.
Otorite boşluğundan kaynaklanan bu durum esasında tüm Osmanlı tebeası için
geçerliydi.
Rum tüccar ve gemiciler ise zamanla önemini kaybetmiş olan Venedik
Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’deki ticaret yerini doldurmuşlardı. Rum gemileri Türk
bayrağı altında Akdeniz ticaretinin büyük bir kısmını yapıyorlardı. Osmanlı
sınırlarındaki ürünlerin yanında Güney Rusya’nın, başta buğday olmak üzere her türlü
ürünlerini Avrupa’ya taşımaktaydılar. Bunun yanında Odesa, Marsilya, Triyeste ve
Londra’da Rum kolonileri kurulmuştu. 1816 yılında Rumların, Kuzey Afrika
korsanlarına karşı kendilerini korumak için silahlandırılmış, altı yüz civarında ticaret
gemileri vardı.
Osmanlı Devleti’nin geniş hoşgörüsü sayesinde gerek Rumlar gerekse diğer
gayr-i Müslimler her türlü hakka sahipti. Hukuklarının hem devlet hem de halk
tarafından korunması bir gelenek halini almıştı. İslâm hukukuna göre zimmî (Gayr-i
müslim halk) ehli, Allah tarafından kendilerine verilmiş bir vedia-i ilahi (Allah’ın
emaneti) idi. Hakikaten tarih, hiçbir dönemde gâlibin, başka din ve ırktan olan mağluba
bu kadar imtiyaz verdiğine şahit olmamıştır. Bu durum, ancak ve ancak şer-i
hükümlerle idare edilen İslâm devletine mahsustu. İlginç olan ise Osmanlı, Rum
Patrikhâne, kilise, örf, âdet ve eğitim gibi özelliklerini korumakla kalmayıp, onları
Katolik Batı’ya karşı muhafaza etmesidir. Müslüman Türkler, Patrikhâne’nin makamına
dokunmadıkları gibi onu daha da güçlendirmişlerdi. Zira Ortodoksluk, Katolik
dünyasına karşı ancak bu şekilde ayakta kalmayı başarmıştı.142
142 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, XI, 160–161; Kamil Paşa, Tarih, III, 63–64.
84
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul ve İmparatorluğun içinde bulunan Rumları
yeniden teşkilatlandırmaya başlamıştı. Son İmparator Konstantinos Dragases şehrin
müdafaası sırasında öldüğü için ruhani reis kalmamıştı. Bunun üzerine Fatih Sultan
Mehmed, ikinci yeni patriğin seçilmesini emretmişti.143
Şayet Osmanlı olmasaydı Katolik dünyası, Ortodoksluğu yeryüzünden silmiş
olacaktı. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra Ortodoksluğu muhâfaza
edip güçlendirmesinin altında yatan gerçek, Hıristiyan dünyasını parçalayıp onların
gücünün dağılmasını sağlamaktı. Nitekim Batıya karşı yapılan fütuhat bu sayede
kolaylaşmıştı.
İstanbul’da oturan Fenerli Rumların ise, devletin bazı idarî işleriyle ilgili olarak
görevlendirilmeleri âdeta bir gelenek haline gelmişti. Rum Patrikhânesi, dinî bakımdan
tüm Hıristiyan tebeanın idaresinde söz sahibi olmakla görevlendirilmişti. Çeşitli
eyaletlere gönderilen yüksek rütbeli papazların hepsi Rum idiler. Rumların elit
tabakasını oluşturan Rum beylerinin İstanbul’da, Bükreş’te ve Korfu’da kolları vardı.
Ayrıca Fenerli Rum beyleri, Eflak ve Boğdan voyvodalıklarında, Divân-ı Hümâyûn* ve
elçilik tercümanlıklarında görevlendirilmişlerdi. Vezirler ile eşdeğerde kabul edilen
Patrik, Rumların menfaatlerini korumak üzere Divân-ı Hümâyûn’a girebiliyordu.
Pâdişahlar da itibar göstererek Patrikleri saraylarına alıyorlardı.144
Dinî Fener’in yanında İstanbullu ve Egeli eşraftan müteşekkil, bir de sivil Fener
vardı. Bunlar tâbi olarak patriğin ruhanî merkezi etrafında toplanıyorlardı. Patriğin
etrafında faaliyette bulunan, birçok yarı dinî yarı laik memuriyetler vardı. Bunların
arasında pek çok kabiliyetli İstanbul tüccarlarının da bulunduğu, milletler arası siyaset
hayatına vakıf ve aynı zamanda birçok lisan bilen memurlar vardı. Bunlar XVIII. asrın
143 . Aurel Decei, “Fenerliler” İA., İstanbul 1964, IV, 547. * Divân-ı Hümâyûn: Osmanlı Devleti’nde, insan haklarını koruma vazifesini üstlenmiş bulunan müesseselerden biri de Divan-ı Hümâyûndur. Tüm İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de başlangıçta hükümdarın, sonraları Vezir-i Âzam’ın (Sadrâzam) başkanlığında toplanarak devlet ve toplumun işlerine bakan meclisin adıdır. Buna sadece Divan da denirdi. (Geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Uçbeyliği’nden Devlet-i Âlîyye’ye Osmanlı, İstanbul 2007, s. 79). 144. Karal, age., V, 107-108.
85
sonu ile XIX. asrın başında Osmanlı’ya bağlı iki memleketi (Eflak-Boğdan) idareye
muvaffak olmuşlardı.
Gitgide zenginleşen Fenerliler, XVIII. yy.’ın ikinci yarısından itibaren Fener
semtini yavaş yavaş terk etmeye başlayarak, Boğaziçi’nde büyük köşk ve saraylar
yaptırıp buralara yerleştiler.145 Görüldüğü üzere Rumların, imtiyaz olarak Türklerden
hiçbir eksiklikleri söz konusu değildi. Öyle ki bazı noktalarda Türklerden de daha ferah
bir hayat sürdüklerini görmekteyiz.
II. İsyanın Sebepleri
Yunan problemi, Avrupalı aydınların Hümanizm ve Rönesans hareketleri
neticesinde, eski Yunan kültürüyle temasa geçerek ondan etkilenmeleriyle ortaya
çıkmıştır. Bu etkileşimle bir Yunan hayranlığı oluşmaya başladı. Fransız aydınlarından
Voltaire ve Andre Cehenier, İngilizlerden de Byron, Yunan hayranlığında başı çeken
aydınlardı. Bu aydınlar Osmanlıların aleyhinde Yunanlıların da lehinde yazılar yazmaya
başlayınca, onların tesirinde kalan halk artık Yunanlılarla alakadar olamaya başladı.
Osmanlı Devleti’nin topraklarında gözü olan Avrupalı devletlerin siyaset adamları da
Yunanlılar lehine oluşan bu ortamdan çıkar elde etmenin hesaplarını yapmaya
başladılar. Kısacası, Yunan hayranı olan aydınların düşüncelerini kendi siyasî
emellerine alet ederek Yunanlıları isyana teşvik ettiler.
XVIII. yy. da Osmanlının iki büyük düşmanı Rusya ve Avusturya’dır. Bu iki
devlet Osmanlı’yı içten yıkmak için bazen beraberce bazen de ayrı ayrı, Yunanlılar
arasında milliyetçilik duygularını körüklemek suretiyle çok uğraşmışlardı. 1768–1774
Osmanlı-Rus harbinde Ruslar, Yunan adaları ve Mora’da milliyetçilik kışkırtması
yapmışlardır. Bu harbin sonunda imzalanan küçük kaynarca anlaşmasına, “Rusların
diledikleri yerlerde konsolosluk açmak, İstanbul’da bir Rus kilisesi kurmak ve Ortodoks
145 . Geniş bilgi için bk. Decei, “Fenerliler” İA., IV, 548-549.
86
tebea lehinde, Osmanlı hükümeti nezdinde teşebbüste bulunmak”146 gibi maddeleri
koymaları milliyetçilik propagandasını devam ettirmeye yönelik bir amaç içindi.
Rumların Viyana’da kurmaya çalıştıkları ilk dernek Avusturya polisi tarafından
engellenmiştir. Daha sonra üç Rum, II. Katerina’ya başvurarak “Barbar Müslümanlara
karşı gasp edilmiş imparatorluklarının, patrikhânelerinin ve kutsal dinlerinin
kurtarılması için yardım dilenmişler ve Hıristiyanlığın düşmanına karşı silahlanmış olan
Rumların, hayatları ve kaderleri adına Çariçe’nin ayaklarına kapanma cesaretini
gösterdiklerini belirterek Rus müdahalesini”147 istemişlerdi.
Rusya’nın Avusturya ile ittifak ederek 1787’de Osmanlı Devleti’ne harp
açmasının temelinde, Grek projesi yani eski Bizans İmparatorluğunu kurmak gayesi
yatmaktaydı.
Fransız ihtilalinin ortaya attığı insan hakları beyannâmesi, Napolyon’un yedi
Yunan adasına yerleştikten sonra Rumların isyan etmesine yönelik yaptığı kışkırtıcı
faaliyetler ve 1799–1805 yılları arasında Fransızların yerine geçen Rusların aynı
doğrultudaki kışkırtıcı telkinleri, Yunanlıların baştan çıkmasına sebep olmuştu. Böylece
Yunan aydınları da milliyetçilik, egemenlik ve bağımsızlık fikrini benimseyerek
yaymaya başlamışlardı.
Rum aydınları, Avrupalı aydınlarla iletişime girerek onlardan bağımsızlık ve
egemenlik gibi fikirleri öğrendiler. XVIII. yy.’ın ikinci yarısından itibaren Rum şair,
yazar ve düşünürler, Yunanistan’ın egemenliği ve dahası eski Bizans’ın yeniden
kurulması için yazılar yazmaya başladılar.
“Muharrir Korayis, Şair Rigas, bir taraftan Yunanlıları egemenlik düşüncesine
hazırlarken, diğer taraftan Avrupalı aydınları Yunanlıların yardımına çağırdılar. Yunan
146 . Karal, age., V, 109. 147 . Ünlü, age., III, 24.
87
muhiplerinin de içine girdiği cemiyetler yer yer kurulmaya, okullar açılmaya ve Yunan
davasını belirten özel gazetelerle mecmualar yayınlanmaya başlandı.”148
Ayrıca Rumlar, Fransa Hotel Grec adıyla bir cemiyet ve merkezi İstanbul olmak
üzere bir İmparatorluk kurmak istiyorlardı. Bunun için Viyana’da toplanmış olan (Ekim
1814-Haziran 1815) büyük kongrenin gündemine Yunan meselesini de getirerek
katılımcıların çoğunun sempatisini kazanmışlardı. Böylece Avrupa’da Rönesans ve
Reform hareketleri ile beraber uyanan eski Yunan hayranlığı, yerini Rumlara karşı
hayranlığa bırakmıştı.149
Gizli bir cemiyet olan Etniki Eterya, Yunan isyanlarını bizzat organize edip
yöneten bir teşkilattır. Bu cemiyet 1814 yılında, ikisi Rum biri Bulgar olmak üzere üç
kişilik tüccar grubu tarafından Odesa’da kurulmuştur. Cemiyetin sözde gayesi, eğitim
ve öğretimi Osmanlıların Hıristiyan tebeası arasında yaymaktı. Fakat gerçek gayesi,
İstanbul’daki Yunan patriğinin idaresinde olmak üzere, eski Bizans İmparatorluğu’nu
yeniden kurmaktı.
Çar’a, bu cemiyetin yüksek başkanlığı teklif edilmiştir. Ancak gerçek başkanlığı
Çar’ın harp yâveri olan Aleksandır İpsilanti yapıyordu.
Cemiyete üye olmak isteyenler, gerektiğinde tüm servetini, hayatını feda etmeye
ve hiçbir surette cemiyetin sırlarını vermemeye yemin ettirildikten sonra kabul
ediliyordu. Ayrılıkçı fikirleri yaymak ve teşkilat yapmak için İstanbul’da üç kişilik bir
komite kurulmuştu. Eflak beyi Kalimati ile İstanbul Rum Patriği, Eterya Cemiyeti’nin
nüfuzlu üyeleriydi. Başta, İzmir, Sakız, Misolongi, Bükreş, Yaş, Yanya ve Triyeste
olmak üzere Osmanlı’nın her yerinde cemiyetin şubeleri açılıyordu. Dağdaki eşkıyadan
tüccarına varıncaya kadar pek çok kişi cemiyete yardım etmeye başlamıştı. Hedeflerini
çok yüksek tutan cemiyet idarecileri faaliyetlerini rahatlıkla yapabilmek için kendi
aralarında özel bir lügat dahi uydurmaktan geri kalmamışlardı. Buna göre, Pâdişah
kelimesinin karşılığı bigaraz, Rusya İmparatorununki muhibbi insaniyet, sadrâzamınki
148 . Bilgi için bk. Karal, age., V, 108-109. 149 . Daha geniş bilgi için bk. Şanizâde, Tarih, II, 139–145; Cevdet Paşa, Tarih, XI, 61–74.
88
ziyâde meşgul, Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa ise kaynana kelimeleriyle
kodlandırılmıştı.
Etniki Eterya Cemiyeti böyle ciddi ve programlı bir çalışma neticesinde Rumları
ayaklanmaya hazır bir duruma getirmişti. Ancak Tepedelenli Ali Paşa’dan korkmaları
onların ayaklanmalarını geciktiriyordu. Tepedelenli Ali Paşa’nın konumu değişince işler
Rumların lehine dönmeye başladı.150
III. Tepedelenli Ali Paşa Meselesi ve İsyanla İlgisi
Tepedelenli Ali Paşa, Veli Bey adında birinin oğludur. On sekiz yaşında çete
reisi olmuş, 1768–1774 Osmanlı-Rus harbi esnasında devlete yaptığı hizmetin karşılığı
olarak Derbent Paşalığına yükseltilmiş, 1788’de de Yanya paşası olmuştu. Akıllı ve
becerikli bir kimse olan Ali Paşa, devlete karşı itaatten ayrılmadığı için gitgide nüfuz
sahibi olmuş ve kuvvetlenmişti. Napolyon’un Mısır’a saldırması üzerine, Fransa’ya
savaş ilan edilince, Ali Paşa’nın Dalmaçya sahillerindeki Fransız kuvvetlerine karşı
başarıları olmuştu. Yine Ali Paşa, 1802’de Hıristiyan Arnavutların bir isyanını
bastırdığı için bir aralık Rumeli Beylerbeyiliği’ne dahi tayin edilmişti. Oğulları Veli,
Muhtar ve Salih ile torunu Mehmet Paşalar da devlete hizmetlerinden ötürü
mükâfatlandırılmışlardı.151
Mora ve civarı Tepedelenli Ali Paşa’nın nüfuzunda bulunduğu için Rumlar,
onun bölgedeki nüfuzuna binaen kendisinden korkuyorlardı. Ali Paşa Rumların bir
ihtilal hazırlığında olduklarını öğrenmişti. Rum olan doktoru aracılığıyla Etniki
Eterye’nin faaliyetlerinin çoğundan haberdar oluyordu. Komitecilerin bazı mektupları
eline geçiyordu. Hatta bir defasında Yanya despotuna yazılan bir mektubu eline
geçirmişti. Despotu çağırarak “Okusanız da dinlesem” hitabıyla eline uzatınca, despot o
esnada kalp krizi geçirerek ölmüştür. Bu olaydan sonra Ali Paşa, Bâbıâlî’yi durumdan
haberdar etse de, Sultan Mahmud’un mühürdarlığında bulunan Hâlet Efendi,
150 . Cevdet Paşa, Tarih, XI, 106; Karal, age., V, 109-110; Aksun, age., III, 157-158. 151 . Tepedelenli Ali Paşa hakkında daha geniş bilgi için bk. M. Cavid Baysun “Tepedelenli Ali Paşa”, İA., I, 343-348.
89
Tepedelenli’nin daha evvel kendisine göndermiş olduğu hediyeleri kesmesinden dolayı
Ali Paşa’ya kızgındı. Ayrıca Hâlet Efendi, Fenerli Rum beylerinin kâtipliğinde ve
çocuklarının mürebbiliğinde bulunmuş olduğu için onların müdafaasını üzerine almıştı.
Aynı konuyla ilgili olarak İstanbul’daki İngiliz elçisinin, Rum isyanına hazırlık
yapıldığı yönünde bir ihbarda bulunması üzerine Hâlet Efendi, elçinin ihtarını
değerlendirmek üzere Etniki Eterya’nın üyelerinden bulunan divân tercümanı Nikola
Moruzi Bey’i, konuyu araştırması için Mora’ya göndermiştir. Moruzi Bey konuyla ilgili
hazırlamış olduğu raporunda, Rum reâyâsının kesin sadâkatinden bahsetmekle beraber
Hâlet Efendi’nin Tepedelenli hakkındaki suçlamalarında haklı olduğu düşüncesini
uyandırmıştı. Gerçekte, Etniki Eterya’nın gizli üyesi olan Moruzi, raporunda Mora’daki
Rum tebeanın sâkin ve her bakımdan devlete bağlı bulunduklarına dair yanıltıcı bir
rapor sunmasından başka, Mora’ya gider gitmez devlete karşı bir an önce isyan etmeleri
için sergerdelerini (elebaşı) teşvik ve teşci etmiştir. Hâlet Efendi yüzünden Moruzi’ye
güvenme gafletine düşen devlet, Mora’ya asker göndermekten vazgeçtiği gibi, Mora
Kocabaşılarından (Osmanlı’da Hıristiyan taşra memuru) Mavro Mihal’in oğlu Yorgi’de
Mora’dan uzaklaştırılmıştı.152
Halbuki şahsiyet sahibi, zeki ve güçlü bir devlet adamı olan Tepedelenli Ali
Paşa, Rumların sinsi planlarını büyük bir dikkatle ve titizlikle takip ediyor ve gereken
istihbaratı Bâbıâlî’yle anında paylaşıyordu. Kısacası Etniki Eterya’nın faaliyetlerini
engelliyordu. İşte böyle değerli bir Devlet adamının, iftira ve çeşitli hilelerle isyan
etmesine sebep olan Hâlet Efendi, Fenerli Rum Beylerinin kâtipliğini yapmış, onlarla
dostluğu bulunan ve aynı zamanda onlara borçlu olan bir şahsiyetti. Zira o, ikbalini
temin için yeniçerilere karşılıksız dağıttığı paraları Fenerli Rum Beylerinden temin
ediyordu.153 Devletine ve milletine ihanet eden Hâlet Efendi, bu yönleriyle Rum
isyanının önünü açan kilit isim olarak tarihe geçmiştir.
152 . Cevdet Paşa, Tarih, XI, 106; Kamil Paşa, Tarih, III, 52–54. 153 . Cevdet Paşa, Tarih, XI, 95. * İlmiyye: İlimle iştigal eden topluluk demektir. İlmiye sınıfı, medrese eğitiminden geçmiş ilim adamları için kullanılan bir tabirdir. Bu sınıf için aynı zamanda “Ehl-i Şer” tabiri de kullanılmaktadır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Toplum Yapısı, İstanbul 2003, s.61).
90
Burada şunu da zikretmek gerekir ki, Ali Paşa’nın isyan etmesinde Hâlet
Efendi’nin rolünün olmadığını iddia edenlerde vardır. Böyle düşünenler, her ne kadar
aralarında bir husumet olsa da, kendisine bin kese altın gönderilmedi diye kudretli bir
Paşanın üzerine, bu kadar paradan sebep ordu gönderilmesinin mantık dışı olduğunu
ileri sürmektedirler. Yine Hâlet Efendi’nin, tercümanlığını yaptığı Rumların tesirinde
kalmasının mümkün olmayacağını söylerler. Çünkü Osmanlı devlet müesseselerinin
başında bulunan ilmiyye*, kalemiyye* ve seyfiyye* ricali ile saltanat makamı bu
durumu fark etmemesi çok zor bir ihtimaldir. Ayrıca Yanya’da çıkarılan bir isyan
Yeniçeri Ocağı’nın ne kaldırılmasına ne de kaldırılmamasına etken olamaz kanısında
idiler.154
Meseleye bu çerçeveden baktığımızda Tepedelenli Ali Paşa’nın isyan etmesini
sadece Hâlet Efendi gibi bir zata bağlamak pek doğru olmasa gerek. Her şeye rağmen,
Ali Paşa’nın isyanına, vezirliğini düşürerek Hâlet Efendi sebep olduğunu varsayalım.
Vezirlik devlet tarafından verilen bir makam değil midir? Bu makamı istediğine veren
devlet yine istediği zaman onu sebep göstermeksizin geri alabilir. Sebep her ne olursa
olsun rütbenin geri alınması hiçbir surette isyan etmeyi meşrulaştırmaz. Her halükarda
görüyoruz ki Tepedelenli’nin sonunun hüsran olmasında kendi kabahati daha büyüktür.
Eğer haddine göre hareket edecek olsaydı, Hâlet Efendi gailesinin ihanetine âlet
olmayabilirdi.
Sultan II. Mahmud zaten Tepedelenli Ali Paşa’ya, Avlonya mutasarrıfı İbrahim
Paşa’yı hapsederek, sancağını kendi idaresine almak için yapmış olduğu bu
hareketinden ötürü kızgındı. Neticede işler bu noktaya gelince, Tepedelenli’nin
cezalandırılmasına karar verilerek fermanlı* ilan edildi.
* Kalemiyye: Yönetici sınıfını idare eden önemli dallardan biridir. Büro veya daire anlamına gelen devlet kalemlerinde çalışan her seviyedeki idari memurların oluşturduğu zümreye ehli kalem veya kalemiyye denir. (Bk. Aynı müellif, Toplum Yapısı, s. 75). * Seyfiyye: Osmanlı askeri teşkilatının bir başka unsuru da Arapça bir kelime olan seyf, “kılıç” demektir. Bu anlamıyla kelime, Osmanlı toplumunda bir deyim olarak işi, sadece askerlik ve savaşmak olan bir zümreyi ifade etmektedir. Bu sınıfa ayrıca “ehl-i örf” de denilmektedir. (Bk. Aynı müellif, Toplum Yapısı, s. 71). 154 . Bu konuda geniş bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 52-54; Aksun, age., III, 151-155.
91
Öncelikle Ali Paşa ve oğullarına, Yanya sancağı ile yetinmeleri, diğer yerlerden
el çekmeleri emrolundu. Tepedelenli bu emre karşılık olarak affını diledi. Ancak Hâlet
Efendi gailesi onun bu dileğinin kabul olmasını engellemekle kalmayıp vezirliğini de
geri aldırttı. Bunun üzerine Tepedelenli Ali Paşa isyan etti. Hurşit Paşa onun üzerine
gönderilmekle görevlendirildi. Eldeki kuvvetlerin çoğu Yanya üzerine sevk edilince,
Rumlar hem Tepedelenli’den hem de üzerlerine sevk edilebilecek muhtemel Osmanlı
birliklerinden emin oldular. Bir taşla iki kuş vurmayı başaran Rumlar, artık isyan için
bekledikleri tarihi ânın geldiğini gördükleri için harekete geçtiler.155 Bu isyan, yakın
tarihimizde yaşamış olduğumuz ve üzerinde inceden inceye düşünmemiz gereke en
ibretli hadiselerdendir.
IV. İsyanların Başlaması (Eflak-Buğdan İsyanı)
Kırımlı Hüseyin Efendi’nin oğlu olan Hâlet Efendi’nin devlete en büyük zararı,
Mora isyanını devlet ve Hükümdâr nezdinde ehemmiyetsiz göstererek örtbas etmesidir.
Cevdet Paşa, onu anlatırken şu tabirleri kullanmıştır. “içi dışına uymaz muamelât-ı
safsatakârâne ile devleti yed-i istiklaline alıp istediği gibi kullanan Hâlet Efendi”156
Nitekim onun entrikalarıyla Tepedelenli Ali Paşa’nın ocağı söndürülerek kuvvetlerinin
yok edilmesiyle meydanı boş bulan âsiler için inanılması zor fırsat önlerine sunulmuş
oldu. Tepedelenli’ye karşı verilen mücadele ile âsilerin maksadına hizmet edilmiş oldu.
“Osmanlı ülkesinde bir kere daha ferdin kin ve menfaat duygusu, kütlenin selamet ve
istikbalini hançerlemiş bulunuyordu.”157 Ayverdi, Osmanlı Asırları adlı eserinde onun
için “Devlet idaresini ihtiraslarıyla, bir kördüğüm gibi bağlayıp avucu içine almak
maharetini göstermiş bulunuyordu.” der. 158
* Ferman: Bir iş veya maslahat siparişini mutazammın Pâdişah tarafından verilen yazılı emir manasına gelen bir tabirdir. Fermanlı: İsyan gibi hükümet aleyhindeki hareketlerinden dolayı tedipleri için haklarında ferman çıkmış olanlar hakkında kullanılır bir tabirdir. Bu gibilerin cezalandırılmalarını icap ettiren hareketleri ve tedipleri hakkında Pâdişahlar tarafından valilerle alakadarlara ferman yazıldığı için bu tabir meydana gelmiştir. (Pakalın, age., I, 607-608). 155 . Bilgi için bk. Karal, age., V, 110-112. 156 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, X, 208. 157 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 32–33. 158 . Geniş bilgi için bk. Ayverdi, age., II, 291-292.
92
Bu isyanda en büyük rolü, komşu devletlerin desteğiyle büyüyüp kuvvetlenen
Etniki Eterya teşkilatı üstlenmiştir. Kökeninde Rusya yatan bu ihtilal cemiyetinin beşiği
Rus Çarı’ydı. Eflak, Boğdan, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’da boydan
boya bu cemiyetin faaliyet mihrakları meydanlarda kolaçan gezerek katliamlar ve
yağmalar yapıyorlardı.
İsyan hareketinin genel başkanı olan Aleksandır İpsilanti, isyanı Eflak ve
Boğdan’dan başlatmayı uygun gördü. Böylece Rusya’nın yardımını sağlamayı ve isyan
hareketine, Rumenler, Sırplar ve Bulgarları da karıştırmayı planlamıştı. Bu
düşüncesinde, Eflâk’taki Etniki Eterya cemiyetine güveniyordu. Bu hedefe ulaşmak için
de bir miktar askerle Prut nehrini geçip 1 Cemâziyelâhir 1236/6 Mart 1821’de halkı
silaha sarılmaya teşvik ederek Bükreş’e girdi. Böylece Rum isyanı başlamış oldu.
Aleksandır İpsilanti, Mora’da başlayacak olan isyana otuz sekiz bin civarında
insanın iştirak edeceğini, buna karşılık Osmanlı askerinin on iki bin civarında olduğunu
bunların da tamamına yakınının Hurşit Paşa’nın emrinde olup Tepedelenli Ali Paşa ile
oyalandıklarını görerek isyan için beklenen zamanın geldiğine karar vermişti. Oysaki
Etniki Eterye Cemiyeti üyeleri isyanın Mora’dan başlatılmasını uygun buluyorlardı.
Ancak Aleksandır onlara kulak asmadı.159
Eflak ve Boğdan halkı, Mora Rumları gibi idare edilemiyorlardı. Halk ile onları
idare eden Rum beyleri arasında herhangi bir menfaat olmadığı gibi gönül bağlılığı da
yoktu. Halk voyvodalık yapan Fenerli beylerden de bıkmıştı. Boğdan’a giren İpsilanti,
Romenlerin lideri olan Theodor Vladimiresco’yu öldürtmüştü. Eflak ve Buğdan’da
bulunan büyük rütbeli Rum papazları da Rumenlerin sempatisini kazanmış değillerdi.
Sırplar ve Bulgarlar ise Rumlarla birlikte olmayı akıllarından geçirmemekteydiler.
Hulasa daha serbest ve muhtar yönetime sahip olan Eflak ve Boğdan halkı, Rumlar için
hiçte tehlikeye atılmak niyetinde değillerdi. Tüm bu sebeplerden ötürü, işten bihaber
olan İpsilanti’nin körü körüne başlatmış olduğu isyan tam bir fiyaskoyla sonuçlandı.
159 . Ziya Kazıcı, İslâm Tarihi, XIII, 397–398.
93
Bunun üzerine İpsilanti, üç bin kişilik bir kuvvetle Yaş şehrine girdi. Eflak ve
Buğdan’daki Türk kuvvetleri az olmalarına rağmen İpsilanti’nin kuvvetlerini dağıtmayı
başardılar (25 Ramazan 1236/26 Haziran 1821). Etniki Eterya’nın başkanı olan
İpsilanti, Avusturya’ya sığınarak canını zor kurtardı. Çar, yaverini düşmüş olduğu bu
gülünç durumdan ötürü ayıpladı. Ancak, Eflak ve Boğdan isyanı tam halledilmişken bu
sefer de Mora Rumları baş kaldırdılar.160
V. Mora İsyanı
Kısa bir süre sonra Yunanistan’ın bağımsızlığı ile neticelenecek olan Mora
isyanı için, başarıya kolayca ulaşma adına her türlü zeminin oluşması gerekiyordu. Bu
başarının en kestirme yolu ise, işin içine Avrupa devletlerini karıştırmak ve onların
menfaatleri doğrultusunda hareket etmekten geçiyordu. Zaten böyle de oldu.
Hıristiyan batı kamuoyunun, dindaşları olan Yunanlılara beslediği sempati bu
isyanın neticesinde büyük rol oynamıştır. Hedefe ulaşmak için papazlar, köy köy kasaba
kasaba dolaşarak halkı isyana teşvik ediyorlardı. Böylece bütün halk isyana iştirak etti.
Mora’da Patros Piskoposu olan Pol Germanos da Aleksandr İpsilanti’nin isyan
hareketine paralel olarak isyan bayrağını açmıştı. Böylece haçlı seferleri esnasında Pier
Lermit’in üstlendiği rolü üstlenmiş ve bütün Rumları Türklere karşı savaşmaya
çağırmıştı.
Cevdet Paşa Mora’nın durumunu şöyle anlatır. “Mora ve civarı ehâlisi hep
Yunanî el-aslî oldukları halde burûce bâlâ hayli silahşör palyekaryaları ve pek çok Sırp
dağları ve dar boğazları var idi. Ve her tarafı deniz ile muhâd olup Rumların
gemicilikde meharetleri dahi müsellem idi. Buralarda bulunan kalilül-mikdâr ehl-i
İslâmî eşkıya itlaf ettiği takdirde artık bu memâlikin hâl-i aslîyesine ercai’ kabil
olamayacak idi. Ne çareki o zaman İstanbul’un hâli bu mesellû dakikaları mütâlaaya
160 . Karal,age., V, 112.
94
müsaid değil idi. Zira zemâm-ı devleti eline almış olan Hâlet Efendi, mücerred ağrâd-ı
şahsîyesiyle muşteğil idi.”161
Rumlar açısından dinî ve millî bir karakter haline dönüşerek gelişen Mora isyanı
3 Recep 1236/6 Nisan 1821’de patlak vermişti. Müslüman halk ile askerler, kalelere
sığınarak savunma yapmaya başladılar. Ancak beklenen yardım gelmeyince de kaleler
birer birer âsilerin eline geçti. Âsiler, ele geçirdikleri yerlerdeki Müslümanları
katlederek mallarını yağmaladılar. Mora’nın merkezi Tripoliçe’de yağmalamalardan
nasibini aldı.162
Karada bu olaylar yaşanırken, denizlerde de Rum ticaret gemileri birer harp
gemisi gibi çalışarak Türk filolarına gözdağı verip isyanın tüm adalara aksetmesini
sağlıyorlardı. Olaylar bu şekilde cereyan edince Osmanlı hükümeti köklü tedbirler
almaya karar verdi.
VI. Osmanlı Devleti’nin İsyanlara Müdahalesi
Gerek Eflak- Boğdan, gerek Mora’daki bu isyanlar İstanbul’da büyük bir
heyecan oluşturmuştu. İsyanın kökeninde Etniki Eterya Cemiyeti’nin ve üyelerinin
büyük rolü olduğunu anlayan Sultan II. Mahmud, Rumlara karşı sert tedbirler aldı. İş
işten geçtikten sonra da olsa bu cemiyetin gerçek niyeti ortaya çıkınca Sultan Mahmud,
ihanetten dolayı ansızın celallenip tüm Rumların kılıçtan geçirilmesini emretti. Devletin
ileri gelenleri ayağına kapanarak cezası olmayanların affını dilediler. Neticede araştırma
yapılarak suçu tespit edilenlerin cezalandırılmasına karar verildi.163 Bu arada devlet
hizmetinde bulunan Rum ileri gelenlerinin tamamı görevlerinden azledildiler. Böylece
Fenerli Rum Beyleri’nin itibarı da sarsılmış oldu.164
161 . Cevdet Paşa, Tarih, XI, 160–161. 162 . Bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 63–64; Aksun, age., III, 158-161; Karal, age., V, 112-113. 163 . Karal, age., V, 113. 164 . Geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, XI, 160–161; Kamil Paşa, Tarih, III, 63–64. * Mürûr Tezkiresi: Osmanlı topraklarında seyahat etmek isteyen yerli ve yabancı herkes seyahat için bir izin tezkiresi almak mecburiyetindeydi. XVI. Yüzyılda “yol hükmü” denilen bu belge XIX, yüzyılda “mürur tezkiresi” adıyla anılmıştır. (Geniş bilgi için bk. Mübahat S. Kütükoğlu, “Mürûr Tezkiresi”, DİA., İstanbul 2006, XXXII, 60–61).
95
Mora isyanının etkisiyle devlet bir takım yeni tedbirlere müracaat etmiştir.
Örneğin XIX. Asrın ilk çeyreğine kadar Osmanlı Devleti’nde kullanılmayan mürûr
tezkiresi* sistemi, 1821/1237 senesinde ortaya çıkmıştır. Müslüman kılığında bazı
casusların yakalanması bu uygulamayı gerekli hale getirmişti. Bu uygulamaya göre
İstanbul’a, ister karadan ister denizden olsun giriş-çıkış yapanlar, bulundukları yerin
ilgili amirlerinden mürûr (geçiş) belgesi almak zorundaydılar. Bu belgeler sıkı bir
şekilde denetlendikten sonra giriş çıkışlara izin veriliyordu.165
İstanbul Patriği, güvendiği Rusya’nın işe koyulduktan sonra kendilerini yalnız
bırakarak isyanı tasvip etmediğini görünce korkudan dehşete kapıldı. Bizâtihi kendisi de
Etniki Eterya’nın nüfuzlu üyelerinden olmasına rağmen, bir aforoznâme düzenleyerek
Eterya üyelerinin yapmış oldukları yeminlerin bâtıl olduğunu, üyelikten çekilmeyerek
devlete karşı isyana devam edenlerin lânet altında kalacağını ilan etti. Sözde gayri
samimi fakat özde doğru olan bu aforoznâmenin etkisi İstanbul ve Rumeli’de gözükse
de, Mora isyanının yatışmasında hiçbir tesiri olmadı.
Bâbıâlî tarafından kendisine hükümdâr derecesinde imtiyazlar tanınan ve üçüncü
defa İstanbul Patriği olan Gregorius’un, Araştırmalar neticesinde Moralılar ile
haberleştiği ve onları desteklediği hulasa isyanda parmağı olduğu kesinlik kazanmıştı.
Bu yüzden önce azledilerek ruhani sıfattan tecrit edilmiş, daha sonra da 19 Receb
1236/22 Nisan 1821 Pazar günü Patrikhânenin Orta kapısında, ihanetini belgeleyen
yafta boynuna asılarak resmî elbiseleriyle idam edilmişti. Ayrıca Devletin çeşitli
yerlerinde, cürümleri tespit edilen pek çok metropolit daha idam edilmiştir.166
Açıkça Devlet-i Alîyye’ye, zımnen de kendi milletine ihanet ettiğini belirten ve
idam edilirken boynuna asılan yaftanın bir kısmı özetle şöyledir.
Rum Patriğinin Yaftası:
165 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul 1998, s. 111–113. 166 . Karal, age., V, 113; Z. Kazıcı, İslâm Tarihi, XIII, 401.
96
“Cümleye ma’lum olduğu vech ile her sınıf ve milletin zabit ve söz sahibi
olanların fariza-i zimmetleri olduğu vechle kendilerinin zikr-i nezâret ve
idaresinde olan efrad-ı nas-ı gece-gündüz gözetip her bir ahval ve harekâtlarını
anlamak ve hilaf-ı rıza harekât-ı reddiyeden her neye vakıf olur ise Devlet-i
Alîyye’ye haber vermek vazife-i me’muriyetlerinden olduğu misillu patrikler
dahi saye-i inayet vaye-i hazret-i pâdişahîde asude nişin emn-u istirahat olan
reaya üzerine nasb olunmuş zabit olup ibtida kendüleri feraiz-i raiyet ve
istikamet-i bizzat iltizam ve merkez-i rasti ve sadakatta sebat ve kıyam etmek ve
ol usul üzre milletinin daima iyi ve fenasını bilerek ve her bar ahvallerini arayıp
sorarak içlerinde fenalık ve habasete meyl ve mutabaat edenleri anladıkta nasihat
kabul edenleri nush ve pend ve iktiza ederse ayinleri üzre te’dib ve terbiye etmek
ve nasihat ve terbiye kabul etmeyip melanette ısrar edenleri vaktiyle haber
vererek doğruluğu ifa ve ol vechle Devlet-i Alîyye sayesinde nail olduğu bunca
imtiyazat ve inayatın oldukça teşekkürünü eda eylemek fariza-i zimmet iken
Rum Patriği olan habis, öteden beri suret-i zahirede ızhar-ı sadakat mesleğini
göstermiş ise de bu defa millet beyninde bazı kendüyü bilmez müfsidler bazı
vesavis-i şeytaniyyeye ittibaan bir vakitten beri kurmuş oldukları fesada beherhal
hain-i mersumun ilmi lahık olmuş idügünden kendisi hiyanet iktizasınca o misillu
sade dil müfsidleri men’ ve zecr değil, belki kendisi pişvay-ı fesad olmak
suretiyle pes-i perde-i hafada a’mâl-i hiyel ve desâise cesaret ve az kaldı ki,
bütün milleti ve içlerinde bi-cürüm olan nice aceze ve biçare reayayı umumen
kahr ve gazab-ı Zillullahi’ye duçar etmek mertebesinde bir fezahat-ı cesimeye
cür’et etmiş olduğu gereği gibi meydana çıktığından cümleden ziyade kendisi
mütenebbih olmayarak şimdiye kadar vuku’ bulan fesad ve şikak ve insilab-i
emniyet ve ihtilâl-i âsayişe sebeb-i müstakil olduğundan eşkıya-i merkûmenin bi
avnihi Teâlâ duçar olacakları kahr ve felakete hain-i mersum sebeb-i müstakil
olarak gerek Devlet-i Alîyye aleyhinde ve gerek zımnen kendi milleti hakkında
ez-her cihet hıyanet ve habaseti bütün bütün açığa çıkmış ve ol vechle izale-i
vücûd-i habâisu’l veda lazım gelmiş olduğundan hain-i mersûm ibreten li’s-sâirin
salb olunmuştur (idam).” 167
167 . Cevdet Paşa, Tarih, XI, 266–267.
97
Gregorius’un cesedi, göğsündeki bu yafta ile üç gün İstanbullulara teşhir
edildikten sonra denize atıldı. Yeni Patriğin emri gereğince, bu orta kapı o tarihten sonra
bir intikam duygusuyla kapatılmıştır. Aynı yerde bir Türk devlet veya hükümet başkanı
asılıncaya kadar da kapalı tutulmasına karar verilmiştir.
Günümüzde halen bu kapının kapalı tutulması, oldukça düşündürücüdür. Oysaki
Osmanlı hükümeti onu bir Ruhani Patrik lideri olarak idam etmemişti. Önce azledildiği
için sıradan bir suçlu gibi ihanetinin bedelini ödemiştir. Bu da gösteriyor ki Osmanlı
Devleti, her halükarda Gayri Müslimlerin dinlerine saygılı olmuş ve onları rencide
etmemeye özen göstermiştir.168
Ayrıca Bâbıâlî, Fenerli Rum metropolitlerinden, ihtilâlin elebaşı olan bazılarını
yakalatarak infaz etti. Edirne, Kayseri, Edremit ve Tarabya metropolitlerinin de
isyancılarla işbirliği yapmış oldukları tespit edildiği için idamına karar verilmişti.
Bunun yanında ticaretle uğraşarak zenginleşen ve isyancılara katkı sağlayan bazı
Fenerli Rumlarda idam edilmişti.169
Pâdişah ve Sadrâzamı, Rumların lehine yanlış telkin vererek yanıltan ve
Tepedelenli Ali Paşa’nın isyan etmesine sebep olan Hâlet Efendi de ilk etapta Konya’ya
sürgün edildi. Bir müddet sonra da orada boğularak öldürüldü. Bu sırada Hurşit Paşa,
Tepedelenli Ali Paşa’yı öldürerek kafasını İstanbul’a göndermiş olduğundan, elindeki
tüm kuvvetlerle Mora üzerine hareket etti.170
Büyük devletlerarasında görüş ayrılıkları olduğu için belli bir süre, Türklerle
Rumlar baş başa çarpışmışlardı. Asırlardan beri fırsat bekleyen Rusya, uygun zamanın
geldiğini düşünerek, sözde Türklerin asıp kestiği Hıristiyanları kurtarmak için,
Kaynarca Antlaşması’na istinaden Bâbıâlî’den teminat istemişti (27 Şevval 1236/28
Temmuz 1821). İstediği teminatı alamayınca da İstanbul’daki elçisini geri çağırmış ve
büyük devletlere, Osmanlı ile arasında çıkma ihtimali beliren harp sonrasında nasıl bir 168 . Bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, XI, 163; Kamil Paşa, Tarih, III, 68; Turan, age., II, 589; M. Süreyya Şahin, Fener Patrikhânesi ve Türkiye, İstanbul 1980, s. 192-194. 169 . Öztuna, Türkiye Tarihi, VI, 442. 170 . Bu konu ile ilgili geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, XII, 57; Kamil Paşa, Tarih, III, 82.
98
tutum takınacaklarını sormuştu. Bu soru üzerine, İngiltere ve Avusturya, Rum âsilerine
yardım etmenin ihtilal kurallarını tanımak anlamına geleceğini Rusya’ya bildirdiler.
Zaten Rumlar da alenen tam bağımsızlık istediklerini ilan ediyorlardı. Oysaki Rusya,
ancak kendi himâyesine bağlı bir Yunanistan’ın varlığını kabul ediyordu. Hal böyle
olunca Çar, isyancıların tarafını tutmaktan vazgeçerek Osmanlı Devleti ile anlaşmaya
karar verdi. Büyük devletlerin Verona Kongresi’nde de (Ekim 1822) Yunanlıların
lehine herhangi bir karar alınmadı.
Avrupa kamuoyu, Avrupa devletlerinden farklı olarak Rum isyanını mutlak
surette destekliyordu. Nitekim Avrupa halkı Mora’da patlak veren isyanı,
Müslümanlıkla Hıristiyanlığın çarpışması gibi algılıyordu. Bu sebeple Avrupa’nın
büyük şehirlerinde çeşitli cemiyetler kurularak Rum isyanını desteklemeye başladılar.
Pek çok rütbeli subay, destek için gönüllü olarak Yunanistan’a katıldı. Napolyon
ordusunda hizmet görmüş Albay Fabvier, Richard Church ve Lord Byron bunlardandı.
Âsiler 1822 yılının ocak ayında Epidor civarında sözde bir meclis toplamak
suretiyle Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Avrupa’da tahsil görmüş olan
Mavrokordato adında bir şahıs sözde hükümetin reisi oldu. İpsilanti, bu şahsa bir
anayasa hazırlaması için yardım etti. Sonuçta beş kişilik bir yönetim kurulu oluşturuldu.
Ancak bu yönetim, bir eşkıya reisi olan Kolokotronis’in egomenyasındaydı.
Âsilerin Türklere karşı başarıları arttıkça çete reisleri ile anayasa taraftarları
arasındaki geçimsizlikte orantılı olarak arttı. Sonuçta çetelerin lideri olan Kolokotronis
yakalanarak hapse attırıldı. Ancak âsilerin arasındaki ayrılık ve mücadele yine devam
etti.
Osmanlı hükümeti, isyanın hakkından gelmek için her ne kadar uğraşsa da bir
türlü muvaffak olamadı. Bu başarısızlıkta, yeniçerilerin disiplinsizliği ve isteksiz
oluşlarının payı büyüktü. Pâdişah bir türlü netice alamadığını görünce, bu işi halletmesi
99
için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istemeye karar verdi. Böylece Mehmet
Ali Paşa’nın isyanlara karışmasıyla Rum isyanları farklı bir hal almış oldu.171
VII. Mehmet Ali Paşa’nın İsyanlara Müdahalesi
Mısır valisinin Avrupa tarzında kurulmuş hem ordusu hem de donanması vardı.
Bu muntazam kuvvetler, Vehhabî, Kıbrıs ve Girit isyanlarının bastırılmasında
kendilerini kanıtlamışlardı.
Mehmet Ali Paşa, Girit ve Mora valiliklerini yapacağı yardıma karşılık olarak
Pâdişah’a şart koştu. Kendisine, isteğinin yerine getirileceği vaat edilince oğlu İbrahim
Paşa’yı Mora seferine gönderdi.
İbrahim Paşa, Temmuz 1824’te elli dört harp gemisi, on altı bin asker ve yüz elli
sahra topu taşıyan dört yüz ticaret gemisi ile İskenderiye’den hareket etti. Rodos’ta
Osmanlı filosuyla birleştikten sonra kışı Girit’te geçirip ilkbaharda Mora’ya ulaştı.
Hükümetin dört yılda yatıştıramadığı isyan, İbrahim Paşa’nın düzenli kuvvetleri
sayesinde kısa bir sürede bastırıldı. Mora asilerden temizlendi. Misolonki teslim oldu
(1827). Böylece Rum isyanları hazin bir şekilde noktalanmasına noktalandı ancak bu
sefer de Avrupa devletleri olaya müdahale edince isyan tekrar farklı bir safhaya girdi.172
VIII. Avrupa Devletlerinin İsyanlara Müdahalesi
Yunan isyanlarına ilk karışan ve öncülük yapan devlet Rusya’dır. 19
Rebiülâhir/1 Aralık 1825’te ölen Çar Aleksandır’ın yerine I. Nikola geçmişti. Bu yeni
Çar, Yunan âsileri için sempati beslemekteydi. Dolayısıyla Mehmet Ali Paşa’nın Yunan
isyanına müdahalesini hoş karşılamamıştı. Zira Mehmet Ali Paşa’nın Mora ve Girit’e
yerleşmesi, Doğu Akdeniz’e hükmetmesi anlamına geliyordu. Bu durum ise Rusya’nın
en hassas olduğu bir konuydu.
171 . Daha geniş bilgi için bk. Z. Kazıcı, İslâm Tarihi, XIII, 397-411; Karal, age., V, 113-115. 172 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Cevdet Paşa, Tarih, XII, 119-129; Karal, age., V, 115.
100
Rusya kendi çıkarları için Türklerle harp yapacağı hususunda Avusturya’nın
desteğini aldıktan sonra Prut nehri boylarına asker yığmaya başladı. Bundan sonra da 7
Şaban 1241/17 Mart 1826’da Bâbıâlî’ye bir ültimatom göndererek, yürürlükte olan
Bükreş Muâhedesi’nin yürütülmesi tarzından hoşnut olmadığını ifade ederek itirazda
bulundu.173 Osmanlı hükümeti, Yunan isyanının yatışmakta olduğu kritik bir dönemeçte
olduğu için itirazı kabul etti. Yapılan görüşmeler sonrasında da Akkerman anlaşması
imzalandı (5 Rebiülevvel 1242/7 Ekim 1826).174
Bu anlaşma ile Sırbistan’a bir anayasa verilmesi, Eflak ve Boğdan’a, Çar’ın
muvafakatiyle Rum beyleri yerine, Rumen beyleri tayin edilmesi, Osmanlı limanlarında
Rus gemilerine bazı ticaret hakları tanınması kararlaştırılmıştı.175
İngiltere, Napolyon’un yapmış olduğu harplerden sonra artık Osmanlı
Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmaya başlamıştı. Yunan isyanları başladıktan
sonra da İngiltere dışişleri bakanı Canning bu prensibe bağlı kalıyordu. Ancak isyan
İngiliz halkı tarafından desteklenmeye başlayınca geri adım atarak Rum isyancıların
mücadelesini tanımıştı (Mart 1823). Bundan sonra âsiler yeni kurulacak olan Yunan
devletini himaye etmesini İngiltere’ye teklif ettiyseler de İngiltere bu teklifi reddetti.
Mehmet Ali Paşa’nın mora seferi, İngilizlerin de keyfini bozmuştu. Çünkü güçlü
bir ordunun Akdeniz’e yerleşmesi kendi çıkarları açısından kötü sonuçlar doğurabilirdi.
Doğu Akdeniz’de, kuvvetli bir Mısır Paşası veya güçlü bir Rusya yerine zayıf bir
Osmanlı Devleti’nin ya da küçük bir Yunan devletinin var olması elbette ki
menfaatlerine daha uygundu. Bu zihniyete sahip olan İngilizler, Rusya’nın Yunan
asileri lehine yapmış olduğu görüşme teklifini kabul ettiler.
173 . Kurat, Rusya Tarihi, Ankara 1948, s. 323–324. 174 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 112–113; Nihat Erim, Devletler Arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Ankara 1953, I, 263–268; Alan Palmer, Osmanlı İmparatorluğu Bir Çöküşün Yeni Tarihi, trc. Belkıs Çorakçı Dişbudak, İstanbul 1995, s. 156. 175 . Karal, age., V, 116.
101
Ruslar ve İngilizler, güya İbrahim Paşa’nın Mora’da yaptığı zulümlere bir son
vermek için Sen-Petterssburg’da bir araya geldiler. Görüşmeler neticesinde Sen-
Peterssburg Protokolü’nü imzaladılar (7 Ramazan 1242/4 Nisan 1827).
Bu protokole göre: Yunanistan, Osmanlı’ya vergi ile bağlı muhtar bir devlet
haline getirilecek ve tüm Türkler Yunanistan’dan çıkarılacaktı.
Bu protokol, Yunanistan’ın bağımsızlığı yolunda atılan ilk ciddi adımdır.
Protokol, Fransa, Avusturya ve Prusya’ya bildirildi. Avusturya ve Prusya, protokolün
milliyetçilik fikirlerini tırmandırmaktan ve Rusya’nın menfaatlerine yaramaktan başka
bir yarar getirmeyeceğini gördükleri için buna karşı çıktıklarını beyan ettiler. Fransa ise
işine gelmese de, 1815 yılında kendisine karşı kurulmuş olan kutsal ittifakı zayıflatmak
niyetiyle protokolü kabul etti. Bunun üzerine Londra’da İngiltere, Rusya ve Fransa
arasında görüşmelere başlanarak Londra Muâhedesi imzalandı (11 Zilhicce 1242/6
Temmuz 1827).
Osmanlı devletini adeta yok sayan bu mütarekede, Osmanlı Devleti’nden, Sen-
Petersburg anlaşmasını kabul ederek asilerle bir mütareke yapması ve bundan sonra da
Yunan devletini onaylaması istenmekteydi. Eğer Osmanlı Devleti bunu kabule
yanaşmazsa bu protokolü imzalayan üç devlet Yunan âsilerine yardım etmekle birlikte
gerekirse Osmanlı’ya baskı uygulayacaklarını belirtmişlerdi.
Osmanlı hükümeti, bu mütarekenin şartlarını, iç işlerine karışma addederek
reddetti. Bunun üzerine bu üç devlet Akdeniz’deki filolarına, Mora’yı kuşatmalarını
emrettiler. Bu emir üzerine müttefik filoları, Türk ve Mısır donanmasının bulunduğu
Navarin’i kuşattılar.
İngiliz amirali Cardington, İbrahim Paşa’ya aynı mütarekeyi teklif etti. O da
Pâdişah’tan habersiz kabul edemeyeceğini bildirince, müttefikler İbrahim Paşa’ya bir
ültimatom vererek, Türk ve Mısır donanmalarıyla askerlerinin Yunanistan’dan
çıkmalarını istediler. Ültimatom kale alınmayınca, müttefik filoları sözde İbrahim
Paşa’ya gözdağı vermek için ama gerçekte de Türk savaş gemilerini imha etmek
102
niyetiyle Navarin’e girdiler. Yapılan deniz muharebesinde, Osmanlı ve Mısır’a ait savaş
gemileri imha edildi (1 Cemâziyelevvel 1243/20 Kasım 1827).176
Navarin deniz muharebesi, Türk kuvvetlerini Mora’da etkisiz duruma düşürdü.
Bu olayı Avrupa halkı, çılgınca sevinç gösterileriyle karşıladılar. İngiliz
parlamentosunda ise Navarin vakası “felaket olay” olarak isimlendirildi.
Osmanlı’nın Müslüman halkı arasında ise bu olay bir haçlı savaşı olarak
nitelendi. Osmanlı hükümeti, ortada herhangi bir harp ilanı olmadığı halde, donanmasını
batıran bu üç devletten tazminat ve tarziye istedi. Bu üç devletin İstanbul’daki
büyükelçileri, Navarin olayının sorumluluğunun Türk kaptanlarda olduğuna dair
beyanatta bulundular. Açıklamaları kabul edilmeyince de İstanbul’u terk ettiler.
Böylece, Osmanlı Devleti ile Fransa, İngiltere ve Rusya arasında siyasî ilişkiler kesilmiş
oldu. Fransa ve İngiltere’nin anlaşması neticesinde Fransızlar otuz bin kişilik bir
kuvvetle Mora’yı geçici olarak işgal ettiler. İngilizler de, İbrahim Paşa’nın kuvvetlerini
Mora’dan Mısır’a göndermek için gemiler gönderdiler. Rusya ise Osmanlı Devleti’nin
topraklarına saldırdı (Nisan 1828). Rusya’nın bu saldırısıyla yeni bir Osmanlı-Rus harbi
başlamış oldu. (Bu harp, “Dış Siyaset” başlığı altında ele alınmıştır.) II. Mahmud’u,
Pertev Paşa başta olmak üzere güvendiği adamları, bu harbin Osmanlı’nın lehine
sonuçlanacağına ve Kırım’ın geri alınabileceğine inandırmışlardı. Bunun üzerine
Osmanlı Devleti 6 Zilka’de 1243/20 Mayıs 1828’de Rusya’ya harp ilan etti. Bu savaşın
sonunda Edirne’ye kadar ilerleyen Ruslarla Edirne Antlaşması imzalanmıştır.177
C- MISIR VALİSİ MEHMED ALİ PAŞA’NIN İSYANI (1831–1840)
Osmanlı Devleti, daha evvel bahsetmiş olduğumuz üzere, Edirne Antlaşmasıyla
bağımsız bir Yunan krallığının kurulması ve Fransızların Cezayir’i işgal etmesi
hâdiseleriyle uğraşırken, daha henüz bir yıl ara ile kendisinden koparılan Mora ve
176 . Bu konuda geniş bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 116–117; Gökbilgin, “Navarin”, İA., IX, 133–134; Danişmend, Kronoloji, IV, 112. 177 . Bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 118-119; Karal, age., V, 118-119.
103
Cezayir’in acısını çektiği esnada, Mısır Valisi olan Mehmed Ali Paşa’nın* isyanı
meselesi ortaya çıkmıştır.
Bu isyanın neticelerini göz önüne alacak olursak, hakikaten devleti çok yıpratan
bir karakter arz ettiğini görürüz. İlk önce bir iç mesele gibi algılansa da gittikçe
Mehmed Ali Paşa’nın güçlenmesi ve dış devletlerin de işe karışmasıyla iç mesele
olmaktan çıkıp, bir dış problem haline dönüşmüştür.
Memlük beylerinden Bardisi ve Elfi beylerin ölümü (1806–1807) Mehmed
Ali’nin Mısır’daki hâkimiyetini ve nüfûzunu hızlıca genişletmesini sağlamıştır. O’nun
İngilizlere karşı göstermiş olduğu başarı üzerine Bâbıâlî, 1806’dan beri İstanbul’da
rehin olarak bulunan oğlu İbrahim’i, defterdarlık rütbesi vererek Mısır’a göndermiştir.
Bununla birlikte Mısır’ın sahil kısmı da (İskenderiye ve Reşid) Mehmed Ali Paşa’ya
verilmişti. İngilizlerin Mısır’ı terkini müteakiben Mehmed Ali Paşa, Mısır’da Uzun
vadeli idarî ve iktisadi köklü reformlara girişmiştir.178
* Mehmed Ali Paşa: 1769/1183 veya 1770/1184 yılında Yunanistan’ın Kavala kasabasında doğan Mehmed Ali Paşa’nın ailesinin menşei hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bazı tarihçiler onun Arnavut kökenli olduğunu ileri sürerlerse de oğlu İbrahim Paşa tarafından yazılan bir beldede Mehmed Ali’nin babası İbrahim Ağa ve dedesi Osman Ağa’nın bir kan davasından dolayı Konya’dan Kavala’ya göç ettikleri beyan edilmiştir. Her ne kadar, babası İbrahim Ağa’yı küçük yaşta kaybederek amcası Tosun Ağa’nın himayesinde büyüdüğü belirtilse de, İbrahim Ağa’nın ölüm tarihinin 1205/1790–91 olması bu bilgiyi doğrulamaz. Babasının yanında tütün ticaretiyle uğraşan Mehmed Ali, 1787 yılında askerliğe intisap etmiş ve vergilerini ödemeyen bazı köylülere karşı giriştiği çatışmada, henüz çocuk yaşta olmasına rağmen ön plana çıkarak dikkatleri üzerine çekmiştir. Aynı yıl Kavala çorbacısının akrabasından Emine adında dul ve zengin bir kadınla izdivaç yapmıştır. Mısır’ı işgal eden Fransızlara karşı hazırlanan kuvvetler arasında Kavala’dan yola çıkan 300 asker içinde yer alan Mehmed Ali’nin Mısır topraklarına varış tarihi 8 Mart 1801’dir. Aynı yıl Fransızlara karşı kazandığı başarılardan dolayı Mısır Valisi Mehmed Hüsrev Paşa tarafından binbaşılık rütbesine yükseltilerek kısa zamanda Mısır’daki Osmanlı kuvvetlerinin temelini oluşturan Arnavut birliklerinin ikinci kumandanı olmuştur. Mehmed Ali Paşa Mısırdaki muhalif grupları birbirlerine düşürmek suretiyle, kargaşa ve başıbozukluk ortamından istifade ederek konumunu güçlendirmiştir. Kısacası insanı hayrete düşürürcesine, Memlükleri Osmanlılara, muhalif memluklu grupları birbirlerine, yeni vali Hurşid Paşa’yı Memlükler’e ve son olarak ta Kahire halkını Hurşit Paşa’ya karşı kışkırtarak meydana gelen kargaşadan yararlanmıştır. Çeşitli entrika ve siyasi manevralarla Mısır’ın son valileri olan Hüsrev, Tahir, Ali ve Hurşid Paşaları bertaraf ettikten sonra bir masal kahramanı gibi, ulemâ, eşraf ve Mısır halkının desteğini de alarak 3 Temmuz 1835 tarihinde Babıâli tarafından valiliğe getirilmiştir. Mehmed Ali Paşa’nın son yılları, Mısır’ın uluslar arası bir sorun olmaktan çıkmasıyla sükûnet içinde geçmiştir. 1846’da İstanbul’u ve Kavala’yı ziyaret etmiştir. 1848 yılında akli melekesindeki zafiyetin artması üzerine hava değişimi için Napoli’ye gönderilerek memleketin idaresi oğlu İbrahim Paşa’ya verilmiştir. Ancak hasta olan İbrahim Paşa babasından önce vefat etmiştir (10 Kasım 1848). Bundan birkaç ay sonra da Mehmed Ali Paşa, İskenderiye’de vefat etti (2 Ağustos 1849). Mehmed Ali, Kahire Kalesi’nde inşa ettirmiş olduğu yeni caminin haziresine defnedildi. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Muhammet Hanefi Kutluoğlu, “Kavalalı Mehmed Ali Paşa”, DİA., Ankara 2002, XXV, 62–65).
104
Fransızların Mısır’ı terk etmelerinden sonra oradaki Memluk, Osmanlı ve İngiliz
kuvvetlerinin varlığı, Mehmed Ali Paşa’nın çeşitli işgalcilere karşı hem halkın hem de
Pâdişah’ın haklarının savunucusu olarak algılanmasını sağlamış ve böylece halkın isteği
üzerine vali ilan edilmiştir (14 Safer 1220/14 Mayıs 1805).179
İyi bir siyasetçi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Mısır’da idareyi ele aldıktan
sonra hızlı bir şekilde imar, tarım, ticaret ve devlet idaresi sahalarında atılım başlattı.
Üretim mekanizmasını değiştirdiği için ülkenin gelirinde artış oldu. Bunun yanında harp
ve ticaret gemileri yaptırarak Avrupa’ya öğrenci gönderdi. Avrupa’dan da teknisyen ve
uzman öğretmen getirtti.
Çeşitli entrikalarla, Mısır’da rakipsiz kalan Mehmed Ali’yi Osmanlı hükümeti,
1220/1805 yılında Hüsrev, Tahir, Ali ve Hurşit Paşaları bertaraf etmeyi başardığı için
Mısır Valiliği’ne atamak mecburiyetinde kalmıştı.180 M. Ali Paşa Mısır’a vali olduğu
sıralarda hem Avrupa devletleri hem de Osmanlı devleti çok zor bir süreçten geçtiği için
Mehmed Ali Paşa’ya kimse dokunmadı. Meydanı boş bulan ve her istediğini yapan
Mehmed Ali, kısa sürede güçlendi. Geçte olsa Osmanlı hükümeti, onun Kölemenlerden
çok daha tehlikeli olduğunu anladı. Ancak devlet, 1806 yılında Rusya ile savaşa
başladığı için müdahale edemedi.
Mehmed Ali Paşa iş başına geçince Kölemenlerle beraber, İskenderiye’ye çıkan
İngilizlere büyük zayiat verdirerek onları püskürtmeyi başardı (7 Muharrem 1222/17
Mart 1807). İngilizler, 11 Recep 1222/14 Eylül 1807’de yapılan bir anlaşmadan sonra
geri çekilmişlerdi.
Mehmed Ali’nin bundan sonraki görevi, 1744’den beri devam eden ve bütün
Arap yarımadası ile Irak’a yayılan Vehhabîlere karşı harekete geçmek olmuştur.
Emeline ulaşmak için Mehmed Ali, sinsice bir plan yaparak kendisinin de bulunduğu
178 . Kutluoğlu, “Kavalalı Mehmed Ali Paşa”, DİA., Ankara 2002, XXV, 63. 179 . Shaw, age, II, 35. 180 . Altundağ, “Mehmed Ali Paşa” İA., VII, 567.
105
bir ziyafet esnasında, kendisine rakip olan 470 Kölemen ileri gelenini öldürttü
(1226/1811). Böylece, Kölemen direnişini çökertmeyi başarmış oldu. Uzun
mücadelelerden sonra oğlu İbrahim Paşa sayesinde de Vehhâbî isyanını bertaraf etmiştir
(1234/1819). İste bu seferlerdeki başarısından dolayı oğlu İbrahim Paşa’ya ödül olarak
Habeş ve Hicaz valilikleri verilmişti.181
Mehmed Ali Paşa, Bâbıâlî’nin bir türlü bastıramadığı Hicaz’daki “Vehhabî
İsyanı”nı, 1812 yılında oğulları İbrahim ve Tosun Paşa aracılığıyla mutlak bir şekilde
halletmiştir. Bu durum M. Ali’ye İslâm dünyasında büyük bir itibar ve şöhret
kazandırdı. Bunun üzerine Bâbıâlî’de onu ödüllendirerek Mısır’a ilaveten Hicaz ve
Habeş valiliklerini verdi. Bundan sonra Sudan’a yönelen Mehmed Ali, 1822 senesinde
burayı tamamen ele geçirdi. Bundan sonra artık müstakil bir Mısır devleti kurma hayali
iyice kuvvetlenmeye başladı.182
Mehmed Ali Paşa, yaradılış itibariyle şahsî çıkarları uğruna koskoca Osmanlı
Devleti’ni parçalamakta bir sakınca görmeyecek kadar her türlü siyasî habâseti işlemeye
yatkın bir kimseydi. Nitekim Mısır Valiliği gözünü doyurmamıştı. Grit ile Suriye’yi de
istiyordu. Üstelik oğlu içinde kaptan-ı deryalık rütbesini istemekteydi. Böylece gerçek
niyeti daha iyi anlaşılmaktadır. Zira oğlunun vasıtasıyla Osmanlı donanmasına
hükmederken Şam, Halep ve Suriye’yi alarak Osmanlı’nın tahtına yaklaşmış olacaktı.
I) İsyanın Sebepleri
Bir kere Mehmed Ali Paşa Mora seferinden dolayı bir milyon altın, otuz bin
asker ve donanmasını kaybetmişti. Buna karşılık eline hiçbir şey geçmemişti. Suriye
valiliğini istediği halde bu isteği yerine getirilmedi. Ayrıca Mehmed Ali’ye düşman
olan vezirlerin ve vekillerin Pâdişahı, vali hakkında tahrik ve teşvik etmeleri, Mehmed
Ali’nin Pâdişahtan izinsiz anlaşma yapıp Mora’yı tahliye etmesi gibi mühim sebeplere
bazı ilave sebepler de eklenince, ister istemez Pâdişah ile valisi birbirine düşman
kesildiler.
181 . Altundağ, “Mehmed Ali Paşa” İA., VII, 560. 182 . Bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 121–122; Altundağ, “Mehmed Ali Paşa”, İA., VII, 568–569.
106
Navarin’de, Mehmed Ali Paşa’nın gemileri Osmanlı gemileriyle birlikte
yakılınca, Bâbıâlî’ye hiç danışma gereği duymadan Mora’daki askerlerini geri çekmişti.
Bu ve benzeri şekilde başına buyruk hareket etmesi Osmanlı Devleti’nde, Mısır’ın
kendisimden kopması yönünde endişe oluşturmuştur.
Mehmed Ali Paşa, Rus seferi esnasında kendisi için Anadolu, oğlu için de
Rumeli seraskerliğini (ordu kumandanlığı) istemişti. Onun bu isteğini Gâlip Paşa
isabetli bulup Bâbıâlî’ye tavsiye etmişti. Ancak Gâlip Paşa’nın bu isteğine mukabil
Mehmed Ali’nin kadim düşmanı olan Hüsrev Paşa, bu düşünceye şiddetle karşı koymuş
ve Pâdişah tarafından reddini sağlamıştı. Buna öfkelenen Mehmed Ali Paşa Rus
harbinde yirmi beş bin kese para yardımında bulunmakla birlikte vaad ettiği on iki bin
kişilik askeri göndermemişti. Tüm bu olaylar Mısır Valisi ile Pâdişah’ın arasının iyice
açılmasına sebep olmuştu.
Aslına bakılacak olursa Mehmed Ali Paşa, 1811/1226’dan beri Suriye’yi almak
istiyordu. 1830–1831 yılını bu iş için uygun gördü. Zira bu esnada Avrupa 1830 ihtilali
ile uğraşıyordu. Osmanlı Devleti’nin maliyesi bozuk olmakla birlikte Yeniçeri Ocağı
kaldırılmıştı. Yeni kurulan Mansûre askerleri Yunan isyanı ve Rus harbinde zayıflamış,
donanma da Navarin’de yakılmıştı. Hulâsa Mehmed Ali’nin planı için her açıdan şartlar
en elverişli bir zamandaydı.
Mehmed Ali Paşa tehlikesini hisseden devlet, bu nedenle Mehmed Ali’nin fiilen
engellenmesi için harekete geçti. Bu iş için bir tedbir olarak Mehmed Selim Sırrı Paşa
Şam Valiliği’ne tayin edilmiş ve Mısır üzerine bir baskın hareketi yapmakla memur
olmuştu. Mehmed Ali Paşa bu durumu İstanbul’daki ajanları aracılığıyla öğrendi. Bu
sırada Mısır Paşasının yirmi-otuz bin nizâmî askeri ile on beş-yirmi harp gemisi vardı.
Cezzar Ahmed Paşa’dan sonra Sayda (Filistin ve Lübnan) valisi olan Abdullah
Paşa’nın, Mısır’dan kaçıp Akka’ya sığınan beş-altı bin fellâhı (çiftçi) geri vermemiştir.
Bu fellâhları M. Ali Paşa, büyük bayındırlık işleri için firavunlar devrindeki gibi
çalıştırıyordu. M. Ali Paşa, Filistin’e kaçan bu fellâhların iâdesini istedi. Akka valisi
107
Abdullah Paşa, Mısır’ın da Filistin’in de aynı devletin eyaletleri olduğunu, pâdişahın
tebeasının, devletin istediği yerine yerleşebileceğini bildirerek M. Alinin talebini
reddetti. Bunun üzerine M. Ali’nin 43 yaşındaki büyük oğlu vezir İbrahim Paşa, 10
Ekim 1831’de otuz bin kişilik bir ordu ve yirmi üç harp gemisinden oluşan bir filo ile
Filistin üzerine harekete geçti. Böylece Mısır isyanının ilk safhası başlamış oldu.
İbrahim Paşa, bütün Filistin’i savaşsız işgal etti. Abdullah Paşa, iki binden az askeriyle
Filistin’in kuzeyinde Akdeniz kıyısında bulunan Akka’ya çekildi. İbrahim Paşa,
Napolyon’un alamadığı bu kaleyi 6 ay, 11 gün muhâsara ettikten sonra 27 Mayıs
1832’de şehre girdi. 15 Haziran’da ise Şam’ı işgal etti.183 Bu arada Şam’da bir isyanı
tazyiklemeye başladı. Yeniçerilerden yana taraf olan Şam halkı, Asâkir-i Mansûre
ordusu için alınan vergiye bir tepki hareketi başlatarak Selim Sırrı Paşa’yı katlettiler.184
Suçlu durumuna düşen Şam ahalisi Mehmed Ali Paşa’ya sığındı. Bunun üzerine devlet,
Mehmed Ali ile Akka valisine nasihat için aracı memurlar gönderdi ise de bir netice
alınamayacağı anlaşılması üzerine asker toplama hazırlıklarına başlanıldı. Mehmed Ali
Paşa, çıkarılan fermanla âsi ilan edildi. Edirne valisi Ağa Hüseyin Paşa, Serdâr-ı
Ekremliğe tayin edildi.
Mehmed Ali Paşa bu başarılarını, askerî ve ekonomik alanda yapmış olduğu
atılımlara borçluydu. Nitekim tarım ve sulama yöntemlerini geliştirmek için
yurtdışından tarım uzmanları getirtmiştir. Pamuk, şeker, pirinç ve çivit gibi belli başlı
tarım ürünlerinin tanıtımıyla ihracat payı artırılmış ve elde edilen yeni kaynaklar,
modern silah ve eğitimli uzman alımında kullanılmıştır. Hastane ve kliniklerin
kurulması, karantina sisteminin uygulanması, Fransızların gözetiminde yerli doktor
yetiştirmeye yönelik olarak tıp okullarının kurulması ülkenin standardını iyice
yükseltmiştir. Yeni fabrikaların kurulmasıyla halka iş ve istihdam sağlanmıştır.185
Mehmed Ali’nin bu başarıları, beraberinde kendisine halk desteğini getirmiş ve böylece
politik gücü iyice artmış oldu.
183 . Öztuna, II. Mahmud, s. 102. 184 . Geniş bilgi için bk. Lütfi, Tarih, III, 202-210; Aksun, age., III, 217. 185 . Daha geniş bilgi için bk. Shaw, age., II, 35-38; Karal, age., V, 126-128.
108
Mehmed Ali Paşa, bu sıralarda gerek Avrupa devletlerinin içinde bulundukları
kiriz gerekse Osmanlı Devletinin Cezayir, Yunanistan ve Ruslarla olan mücadelesi
nedeniyle oluşan uygun ortamı değerlendirmeye koyuldu. Görünüşte Abdullah Paşa’yı
cezalandırmak için, ancak gerçekte Suriye’yi işgal etmek maksadıyla ordu ve
donanmasını hazırlayıp 7 Cemâziyelevvel 1247/14 Ekim 1831’de Suriye üzerine
hareket emrini verdi. Oğlu İbrahim Paşa’nın komutasında olan ordu, yirmi dört bin
asker, yirmi üç savaş gemisi ve on yedi nakliye gemisinden müteşekkildi. 2
Cemâzilyelâhir 1247/8 Kasım 1831’de Yafa’ya ulaşan donanma, kaleyi hemen teslim
aldı. Karadan gelen ordu da Filistin’in tamamını kısa sürede ele geçirmiştir. İbrahim
Paşa Yafa’da bulunan kırk yedi tane topa el koyarak güzel bir ganimet elde etti. Hiç
zayiat vermemekle, gücünü daha da artırdı. Daha sonra Napolyon Bonapart’ın takip
ettiği yoldan Akka’ya ulaştı (20 Cemâziyelâhir 1247/26 Kasım 1831). 27 Kasım’da da
Akka Kalesi’ni hem denizden hem de karadan ablukaya aldı. İbrahim Paşa, bir taraftan
Suriye’nin şehirlerini kuşatırken bir taraftan da bölgedeki yerli halkın (Hıristiyanların
ve Yahudilerin) sempatisini kazanabilmek için onlara iyi davranıp geniş haklar
veriyordu. Nitekim Kudüs’ü ziyarete gelenleri vergiden muaf tutmuştu. Böylelikle
içerden gelebilecek tepkileri azaltırken Avrupa’nın da sempatisini kazanmaya
çalışıyordu. Manastır ve kiliselere ait eşya ve hayvanların angarya (ücret ödemeden
zorla yaptırılan iş) olarak kullanılmaması emrederek halka karşı adâlet ve merhametle
muamele edilmesini sağlıyordu.
Muhasara altına alınmış olan Akka Kalesi’nin düşmesi hiçte kolay değildi.
Çünkü Napolyon’a karşı başarılı bir şekilde kendini savunmuş olan kale, eskiye nazaran
artık çok daha tahkim edilmişti. Kale muhafızları, Avrupalı bazı mühendis ve subaylar
tarafından idare edilen altı bin kadar seçme askerden müteşekkildi. Altı ay kadar
mukavemet gösteren Abdullah Paşa, artık kurtuluşu için bir çare kalmadığını anlayınca
harabeye dönen şehri 26 Zilhicce 1247/27 Mayıs 1832’de teslim etmeye mecbur
kaldı.186
186 . Geniş bilgi için bk. Altundağ, age., s. 53–60.
109
Mehmed Ali’nin bu uygulamalarına baktığımızda, “Nasıl oldu da bu kadar güç
kazandı?” sorusunun cevabını daha iyi anlayabiliriz. Çıkarlarını elde edebilme uğruna
her türlü fedakârlık ve hoşgörüyü uygulamaktan geri kalmamıştır. Hedefi, şahsî
ihtiraslarına hizmet etmekti. Çünkü bu uğurda belli bir süre Osmanlı Devleti’ni
basamak olarak kullanmış daha sonra da Osmanlı’nın zayıf bir ânını fırsat bilerek
planlarını uygulamaya koymuştu. Amacı, mensubu olduğu devlete hizmet etmek değil,
şahsî menfaatleri uğruna belli bir güce ulaşıncaya kadar iyi gözüküp, güçlendikten sonra
da ihanet etmekti. Nitekim böyle de oldu. Zira bu uğurda başarılı olup zaman zaman
devlete hizmeti görülse bile bu durum onun masumluğunu gerektirmez.
Osmanlı Devleti, Mehmed Ali Paşa’nın giriştiği Suriye’yi işgal etmeye yönelik
hareketi üzerine onu âsi ilan etmişti. “Şeyhü’l-İslâmî’den verilen fetvâ-yı şerîfe –ki bi’l
cümle ma’zûl Şeyhü’l-islâmlar ile sudûr-i ulemâ ve meşhûr ders hâcelerinin imzalarıyla
dahi tevsîk ve tasdîk olunmuşdur-, anın mûcib-i şerîfi üzere Mehmed Ali Paşa ile
avanesinin tedmîri zımnında Edirne Valisi Ağa Hüseyin Paşa serdâr-ı Ekrem ve Mısır
valisi nasb olunup ma’iyyetine tertîb olunan otuz bin kadar asâkir-i muntazama ve gayr-
i muntazama ile i’zâm kılındı.”187 Böylece Mısır, Girit ve Habeş Valisi tayin edilen Ağa
Hüseyin Paşa komutasında bir ordu Halep’e gönderildi. Bunun üzerine kuzeye doğru
hareket eden İbrahim Paşa 16 Muharrem 1248/15 Haziran 1832’de Şam’ı işgal etti.
Mısır ordusu, Gazze, Yafa, Kudüs, Hayfa ve Sayda şehirlerini de ele geçirdi.
Ağa Hüseyin Paşa, 17 Zilka’de 1247/18 Nisan 1832’de İstanbuldan yola çıktı.
Konya’ya ulaşınca bir kısım birlikleri önden sevk etti. Bu öncü birlikleri, İbrahim Paşa
Hıms civarında yendi (9 Safer 1248/8 Temmuz 1832). Bu bozgun, geriden gelmekte
olan ordunun moralinin bozulmasına sebep oldu. Hüseyin Paşa önce Halep’e sonra
İskenderun’a ulaştı. İki ordu Belen’de karşı karşıya geldi ve yapılan savaşta Osmanlı
Ordusu feci bir mağlubiyete uğradı. Bu olay üzerine Ağa Hüseyin Paşa azledildi. Onun
yerine Arnavutluk ıslahı ile uğraşan Vezir-i Âzam Reşid Mehmed Paşa getirilerek,
birlikler tekrar İbrahim Paşa’nın üzerine sevk edildi.188
187 . M. Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuât, IV, 89. 188 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Lütfi Paşa, Tarih, IV, 3–19; Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuât, IV, 85–93; Danişmend, Kronoloji, IV, 118; Aksun, age., III, 217-218.
110
Bu galibiyetle önünde hiçbir engel kalmayan İbrahim Paşa, Adana’ya kadar
ilerleyip Urfa ve Maraş taraflarını ele geçirdi. Böylece Anadolu’nun Güneydoğusunu
kontrol altına almış oldu. Daha sonra Torosları aşarak 27 Cemâziyelâhir 1248/21 Kasım
1832’de Konya’ya ulaştı. Her nedense Anadolu halkı bu olaylara Valiler arası rekabet
gibi bakarak pek aldırış etmemekteydi. Ağa Hüseyin Paşa’nın mağlup olduğunu
öğrenen Sultan Mahmud’un huzuru kaçmış olduğu için Vezir-i Âzamın bir an evvel
harekete geçmesini istiyordu. Bu nedenle vezir Mehmed Paşa, komutasındaki altmış bin
kişilik bir ordu ile kar, kış ve soğuk demeden Konya önüne varmıştır.189
28 Receb 1248/21 Aralık 1832’de Konya Ovası’nda yapılan savaşta İbrahim
Paşa’nın ordusu dağılmak üzere iken, kar yağışı altında ve puslu bir havada Sadrâzam
Reşid Mehmed Paşa’nın, kendi süvarileri zannedip yanlışlıkla Mısır’lı süvarilerin
arasına girmesi sonucunda esir düşmesi, savaşın kaderini değiştirdi. Osmanlı ordusu
Sadrâzamın esir düştüğünü öğrenince Muharebe meydanından çekildi. Böylece Osmanlı
ordusu kazanmak üzere olduğu harbi kaybetti. Bu galibiyetle Mehmed Ali’nin önündeki
son engel kalkmış ve artık ona İstanbul’un yolu açılmıştır.
Bu harpten sonra Mehmed Ali Paşa, Anadolu’da büyük bir propaganda
faaliyetine koyuldu. Çeşitli vilayetlerden kendisine katılım yönündeki temayül
haberlerinin yayılması, onun bu uğurda netice aldığının göstergesidir. Anadolu’nun
çeşitli şehirlerindeki ileri gelenlere mektuplar yazarak onları kazanmaya çalışan İbrahim
Paşa, bir taraftan da Sultan II. Mahmud’un takibatından kaçan yeniçerileri de kendi
saflarına katmayı düşünüyordu. Böylece hükümete muhalif olan tüm grupları kullanarak
etkisini daha da artırıyordu. Nitekim Halep’te Hacı Bektaşi Veli’nin türbesinde
kurbanlar kesilerek Bektaşi ocakları açılmış ve eski düzenin geri geldiği ilan edilmeye
başlanmıştı.190
Mehmed Ali Paşa’nın ordusu 28 Şaban 1248/20 Ocak 1833’te Konya’dan
hareket ederek Kütahya’ya ulaştı. Artık tehlikenin İstanbul önlerine kadar yaklaşması ve
189 . Lütfi Paşa, Tarih, IV, 22–24; M. Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuât, IV, 89–90. 190 . Bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, 121–134; Altundağ, age., s. 65–67.
111
Mehmed Ali’nin umulmadık bu başarıları, onun bu andan itibaren büyük devletlerin
odağı haline gelmesine sebep oldu. Böylece büyük devletlerin işe el atmasıyla, Mehmed
Ali meselesi dâhili bir sorun olmaktan çıkıp uluslararası bir sorun haline dönüşmüş
oldu.
İbrahim Paşa Kütahya’dan ileri geçmemiştir. Böylelikle, Bâbıâlî’nin bir
veziriymiş gibi davranarak halkı kuşkulandırmamak istemişti. Bu sıralarda iyice
yıpranmış ve güçsüz düşmüş olan Osmanlı Devleti, uluslararası denge siyasetine
tutunarak ayakta kalmaya yöneldi. Bundan sonrası gelişmeler, birinci bölüm “Dış
Siyaset” başlığı altında “Osmanlı-Rus İlişkileri ve Hünkâr İskelesi Antlaşması” alt
başlığı ile ele alınmıştır.
II. İsyanın İkinci Safhası ve Nizip Savaşı (1839)
Kütahya Muâhedesi, Mısır gailesinin sadece ilk safhasını sona erdirmiştir. Bu
muâhede ne Sultan II. Mahmud’u, ne de Mehmet Ali Paşa’yı memnun etmişti. Pâdişah,
bu antlaşma ile valisine haddinden fazla taviz verdiğini dolayısıyla itibarının
zedelendiğini düşünüyordu. Mehmed Ali Paşa ise, kazandığı başarılara karşı daha fazla
imkânlara sahip olması gerektiğini, ancak buna Batılı Devletlerin mâni olduğunu,
dolayısıyla kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyordu. Bu sebeplerden ötürü her iki
tarafta, gerekli hazırlıkları yaparak harekete geçmek için fırsat kollamaya başladı.
Bunun yanında İngiltere, Rusya’nın Hünkâr İskelesi Antlaşması’yla elde etmiş
olduğu imkânlardan rahatsızlık duyuyor ve gerektiğinde fiili bir müdahalede bulunmak
için bahaneler arıyordu. Bu amacının bir parçası olarak Suriye halkını isyana teşvik
ederek, iki halkı âdeta birbirlerine can düşman yapmıştı.191
Pâdişah için Mehmed Ali, vücudu er ya da geç ortadan kaldırılması gereken âsi
bir valiydi. Bu düşüncesinin ne kadar kati olduğunu, bir gün İstanbul’un ve
İmparatorluğun mukadderatı ile ilgili olarak kendisiyle hasbihâl edenlere:
191 . Bilgi için bk. Kamil Paşa, Tarih, III, 163–165.
112
“İmparatorluğun ve İstanbul’un ne önemi var? Mehmed Ali’nin başını getirecek olana
İmparatorluğu da, İstanbul’u da bağışlamaya hazırım.” şeklinde söylemiş olduğu bu
sözden anlıyoruz.
Mehmed Ali’nin, Pâdişah hakkındaki düşüncesi ise, İngiliz elçisine söylemiş
olduğu şu sözlerden açıkça ortaya çıkmaktadır.
“Şuna kesin olarak inanıyorum ki, Pâdişah yakında tahttan indirilecek ve oğlu
onun yerine getirilecektir. Böyle bir durumda yeni Pâdişahın vâsiliğini yapmak için
benim veya oğlum İbrahim’in Osmanlı halkı tarafından çağrılma ihtimalini uzak
görmüyorum.”192
Gerçek şu ki, her iki tarafın karşılıklı silahlı mücadelesi hem Osmanlıyı hem de
Mısır’ı askerî ve ekonomik açıdan çok yıpratmıştı. O sıralarda Hafız Mehmed Paşa’nın
ordusunda müşavir zabit olarak görev yapan Moltke, bu durumu “Türkiye Mektupları”
adlı eserinde şöyle anlatmaktadır:
“Kimyada nasıl iki madde birbirlerini tamamiyle nötürleştirirse Türkiye’nin
bütün kuvvetlerini Mısır, Mısır’ın bürtün kuvvetlerini de Türkiye yok etmiş ve her iki
devlet de hârice karşı tamamıyla mahvolmuştu. Tuna, Şumnu, İstanbul müdafaasızdı.
İskenderiye ve Kahire’yi sakatlar muhafaza ediyordu. Buna karşı Kürdistan ve
Suriye’nin bir köşesinde iki muazzam ordu, tepeden tırnağa silahlı, birbirine karşı cephe
almış duruyordu. Yedi senede burada en az 50 bin asker toplanmış ve gömülmüştü.
Karşılığında bir şey kazanılmadan 100 milyon sarf edilmiş, bütün vilâyetlerin mahsulü
yenilmişti. Bunlar sadece karşı taraf aynı israfı yapıyor diye yapılmıştı.”193
İki taraf arasında ilk anlaşmazlık, Mısır’ın Bâbıâlî’ye göndereceği vergi meselesi
ile su yüzüne çıktı. Mehmed Ali Paşa, kendisine bırakılan yerlere karşılık olarak
İstanbul’a 32000 kese gibi cüz’-i bir miktarda vergi göndermek istedi. Bu miktar ise,
192 . Karal, age., V, 139. 193 . Moltke, age., s. 298.
113
sadece Mısır’dan elde ettiği gelirin onda birinden daha azdı. Ancak, Osmanlı hükümeti
bu paraya itiraz ettiyse de daha fazlasını almaya muvaffak olamadı.
13 Muharrem 1250/22 Mayıs 1834 yılına gelindiğinde ise, Lübnan’da Mehmed
Ali Paşa’nın idaresinden memnun olmayanlar ayaklandılar. Hâliyle Sultan II. Mahmud,
bu ayaklanmaya destek verdi. Bu gelişmeler üzerine her iki tarafta, sınır bölgesine
askeri yığınak yapmaya başladı.
Bunun hâricinde Mehmed Ali’nin oğlu İbrahim Paşa, Yavuz Sultan Selim
tarafından, dönemin Memluk Sultanları idaresi altında olduğu esnada, Abbasîlerden
alınıp İstanbul’a getirilen halifeliği tekrar Kahire’ye götürmenin planlarını yapıyordu.
Gitgide gerginliğin artması üzerine Mehmed Ali Paşa, bağımsızlığını ilan
etmeye karar vererek durumu Mısır’daki konsolosluklara resmen bildirdi (Mayıs 1838).
Ancak onun bu talebi, Mısır’da konsolos bulunduran devletlerce reddedildi. Bundan
başka İbrahim Paşa’nın, sorumsuzca hareket etmesi ve Suriye ile Lübnan’daki
Müslüman halka ağır vergiler yüklemesi, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında eşitlik
prensibini yürürlüğe koyması vb. sebeplerden dolayı, git gide durum Mehmed Ali
Paşa’nın aleyhine dönmeye başladı. Zaten her türlü hazırlıklarını sürdüren Bâbıâlî,
harekete geçmek için bir fırsat kolluyordu.194
Osmanlı Devleti, Mehmed Ali Paşa’ya karşı yapacağı bir harekâtta İngiltere’nin,
kendi yanında olmasını istiyordu. Çünkü Mısır’daki menfaatleri bunu gerektirmekteydi.
Ancak İngilizler, Osmanlının içinde bulunduğu zor şartları fırsat bilerek, bu durumu
menfaatleri doğrultusunda kullandılar. 1836 senesinin ortalarında İngiliz Hariciyesi,
müzâkerelere başlaması için İstanbul’daki elçisi Ponsonby’ye talimat vermişti. Uzun
süren görüşmelerden sonra 25 Cumâziyelevvel 1254/16 Ağustos 1838’de Hâriciye
Nâzırı Reşid Paşa ile İngiltere’nin İstanbul elçisi Ponsonby tarafından “Osmanlı-
İngiliz Muâhedesi” adı ile Reşid Paşa’nın Balta Limanı’ndaki yalısında bir anlaşma
imzalandı.
194 . Karal, age., V, 139-140.
114
Bu muâhede 19 Receb 1254/8 Ekim 1838’de Kraliçe Victoria, bir ay sonra da
Sultan II. Mahmud tarafından tasdik olunmuştu. Özetle bu anlaşmada: İngiliz
tüccarların getirmiş olduğu her çeşit maldan, gümrüklerde sadece %3 vergi
alınacaktı.195
Bu anlaşma ile Osmanlı tüccar ve imalatçısının bazı üstünlükleri kaybolduğu
için, yerli sanayi Avrupa ile rekabet edemez hale gelmişti. Yabancı tüccarların ülke
içinde tamamen serbestçe dolaşabilmeleri zaten sıkıntı içinde olan Osmanlı
ekonomisinin daha da kötüye gitmesine sebep olmuştu. Kısacası Osmanlı Devleti,
İngiltere’nin diplomatik yardımını kazanma uğruna bu ticaret antlaşmasını imzalayarak
İngiliz tüccarlarına geniş imtiyazlar vermiş ve karşılığında da zaten sıkıntı içinde olan
halkının iyice huzurunu iyice bozmuştu.
Mehmed Ali, etrafındaki çemberin gittikçe daralmakta olduğunu görünce
örülmekte olan bu çemberden çıkmak ümidiyle idaresindeki yerlerin babadan evlada
geçmek üzere valiliğini istedi. Bâbıâlî Mısır, Akka ve Trablusşam için muvafakat verdi.
Ancak bununla yetinmeyen Mehmed Ali Paşa, Suriye ve Adana’nın iadesini istedi.
Ayrıca her yıl Bâbıâlî’ye göndermekte olduğu vergiyi kesmekle beraber bağımsızlığını
da ilan etti.
Bunun üzerine Sultan II. Mahmud, Rusya’nın da görüşünü aldıktan sonra
Mehmed Ali Paşa’ya karşı savaş ilan etti (6 Safer 1255/21 Nisan 1839). Savaşın
bahanesi ise, bu sıralarda Fırat civarında bulunan Kürtlerin Türklere karşı isyan etmeleri
ve Lübnan’daki Müslüman halkın, Mısır kuvvetlerine karşı son birkaç yıldır var olan
geriliminin tırmanması oldu.196
Her iki tarafta, bu savaş için karşılıklı olarak ciddi bir şekilde hazırlık yapıyordu.
İbrahim Paşa, Toros geçitlerini kontrol altına almasının yanında, Haleb’e de 80 bin
195 . Bu muahede ile ilgili geniş bilgi için bk. Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı–İngiliz İktisadi Münasebetleri (1580–1838), Ankara 1974, I, 92–110. 196 . Bilgi için bk. Karal, age., V, 139-140.
115
civarında asker yığmıştı. Buna ilave olarak babası, Mısır’da 50 bin kişilik bir ordu ve
donanma daha hazırlamaya koyulmuştu.
Pâdişah, Çerkez Hafız Mehmed Paşa komutasında otuz bin yaya, beş bin süvari
ve üç bin topçudan müteşekkil bir orduyu İbrahim paşa üzerine gönderdi. Osmanlı
ordusunda, dört yıldır ülkenin hizmetinde bulunmakta olan Moltke ile birlikte Mühlbach
ve Laue gibi Prusya ordusundan yetişmiş olan genç kurmay subaylar da vardı.
Birecik’te bulunan Hafız Mehmed Paşa’nın kuvvetleri 6 Safer 1255/21 Nisan 1839’da
Fırat’ı geçip 3 Mayıs’ta Nizip’e ulaştılar. İbrahim Paşa ise karargâhını Halep’te kurdu.
Nihayet, 24 Haziran’da Nizip’te karşı karşıya gelen iki ordu, asker ve teçhizat
bakımından hemen hemen aynı idi. Mısırlıların sayısı kırk bin civarında olup, top sayısı
her iki orduda yüz altmışar idi. Hâfız Mehmed Paşa, Cesur olmakla birlikte daha önce
düzenli bir meydan muharebesi yapmadığı için tecrübesizdi. İbrahim Paşa ise elli yaşına
gelmiş ve her türlü savaşlarda tecrübe kazanmıştı.
Moltke, her iki ordunun vaziyeti hakkında şu bilgilere yer vermiştir. “Hükümet
Küçük Asya’da üç askerî kuvvet bulunduruyordu ki bunların mecmuu 70.000 kişi idi
(Ben sahiden toplanmış olan kuvvetlerden bahsediyorum. Çünkü nazarî sayı çok daha
büyük). Bu kuvvetlerin yarısından çoğu hemen toplanmış askerler arasından yetiştirlmiş
ve kendilerine çarçabuk biraz Avrupa savaş usulleri öğretilmiş olan redifler ve iltimasla
seçilmiş, kendi mevkilerinde olanların bilmeleri gereken şeylerden hiçbirini bilmeyen
subaylardan mürekkepti. Ölüm nisbeti okadar korkunçtuki burada bulunduğumuz
müddet içinde piyadenin yarısını gömmüştük bütün bunların yerini doldurmak şimdi
hemen hemen tamamiyle Kürdistan’a yükleniyordu. Köylerdeki halk dağlara kaçıyordu.
Peşlerinden köpekler saldırarak kovalanıyorlardı. Tutulanlar çoğu zaman çocuklar ve
sakatlar, uzun iplere sıralama bağlanmış ve elleri bağlı olarak getiriliyorlardı.
Subayların dillerini bile anlamayan bu askerler daimî olarak esir muamelesi görmek
zorunda idiler. Her alay karargâhının etrafını sık karakol hatları sarıyordu fakat çok defa
bizzat nöbetçiler kaçıyordu. Her kaçak için 20, sonraları 100 gûlden veriliyordu. Fakat
bu da kaçmayı önleyemiyordu. 50 askerin birden, atları ve silahları ile ön karakollardan
kaçtıkları oldu. Askerin maaşı iyi idi. Elbisesi mükemmel, yiyeceği boldu. Ve
kendilerine tatlılıkla muamele ediliyordu. Fakat hiçbir kürt iki seneden fazla
116
dayanamıyordu. Hastaneye gidiyor, ölüyor veya kaçıyordu. Ordunun üçte ikisinin bu
haline ilave olarak muktedir subayların yokluğunu da söylemek lâzımdır. Bu sebeple
böyle askerlerle hiçbir savaşın yapılamıyacağına inanmak lazım. Ama İbrahim Paşa
ordusu için de, ancak Türklerle mukayese edildiği zaman, daha iyidir denebilir. Bu ordu
da geçen yıl Dürzîlerle savaşta korkunç zayiat verdi. Büyük bir kısmı yeni askerlerden
müteşekkildi ve sayıca da çok daha azdı. İbrahim Paşa sonra, savaş için, bütün
Suriye’de ne varsa hepsini topladı. Hattâ Adana’daki kuvvetlerini çekmesine de
müsaade edildi. Bütün bunlara rağmen ordusu, yalnız Hafız Paşa’nın ordusundan
10.000 kişi fazla idi. Osmanlı Devleti’nin Asya’daki kuvvetleri, eğer birleşmiş olsalardı,
ondan hemen hemen bir misli üstün olurdu. İbrahim’in kıtaları Türklerden daha üstün
manevra kabiliyetine haizdi. Topları daha çoktu ve daha iyi kullanılıyordu. Fakat
ordunun mâneviyatı Hafız Paşa’nın kuvvetlerininkinden daha düzgün değldi. Türk
ordusunda muazzam paralar sarfedildiği halde Mısır ordusunda yokluk hüküm
sürüyordu. Mısır askerinin günlük yiyeceği bizimkinin üçte birini zor buluyordu.
Askerler çadırsız konaklıyorlardı ve tam on sekiz aylık ücretlerini alamamışlardı. İaşe
çok zorlukla sağlanıyordu ve bütün Suriye, bilhassa büyük şehirler halkı, isyan için bir
işaret bekliyordu.”197
Bir Cuma günü Prusyalı kurmay subaylar, Osmanlı ordusu Mısırlıları yenecek
bir konumda bulunduğundan, hemen muharebeye girişilmesi gerektiğini başkomutan
Hâfız Mehmed Paşa’ya ilettiler. Ancak orduda bulunan ulemâ, Cuma günü harp
yapılmasının şer’an caiz olmadığını ileri sürerek bu fikri engellediler. Ertesi gün
Prusyalı müşavirlerin gece baskını yapma teklifine de ulemâ, Pâdişah Askerleri’nin
şânına haydut gibi gece baskını yapmanın yakışmayacağını ifade ederek karşı çıktılar.
Bu esnada Mısır ordusu, mevki ve durumunu değiştirerek Osmanlı ordusunu
kanatlardan kuşatmaya başladı. Bunun üzerine Motke, Hâfız Mehmed Paşa’ya Birecik’e
doğru geri çekilmeyi ve bu şekilde kuşatmadan kurtulmayı teklif etti. Ancak Paşa, her
ne sebep olursa olsun geri çekilmenin bir şerefsizlik olduğunu söyleyerek yerinden
kımıldamadı.
197 . Moltke, age., s. 299-300.
117
Nihayet 11 Rebîülâhir 1255/24 Haziran 1839’de İbrahim Paşa’nın ordusu
hücuma geçti. Osmanlı Ordusu, liyakatli olmayan kişilerin görüşlerine göre hareket
etmekten çekinmedi. Ayrıca Mısır Ordusu’na kıyasla daha az eğitimli ve tecrübesiz
askerlerden müteşekkil idi. İşte bu vb. sebeplerden dolayı Osmanlı ordusu, birkaç saat
içinde büyük bir hezimete uğradı. Osmanlı ordusunun bütün ağırlıkları, Mısır
ordusunun ganimeti oldu. Bu savaşta ölen üç bin Mısır askerine karşılık Osmanlı
ordusu, dört bin ölü ile on iki bin esir vermiştir. Hulasa, harp meydanında binlerce ölü,
on binlerce esir ve yüz altmış parça top bırakıldı. Böylece bir kere daha İbrahim Paşa
kuvvetlerine Anadolu’nun kapıları ve İstanbul’un yolu açılmış oldu. Sultan II.
Mahmud’u bu yeni felaketi öğrenmekten sadece bir şey kurtarabilirdi. Ölüm… ve bu da
gerçek oldu.198
198 . Geniş bilgi için bk. Ahmed Atâ, Tarih-i Atâ, İstanbul 1291, II, 214-215; Kamil Paşa, Tarih, III, 172–175; Moltke, age., s. 295-314; Aksun, age., III, 228-229; Karal, age., V, 141-142; Danişmend, Kronoloji, IV, 120; Altundağ, “İbrahim Paşa” İA., V/II, 900-906; adı geçen müellif “Mehmed Ali Paşa”, İA., VII, 567-576.
118
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SULTAN II. MAHMUD’UN REFORMLARI
119
Tüm Pâdişahlar gibi aynı eğitim ve öğretim terbiyesini alan II. Mahmud, Allah
sevgisi ve Allah korkusu olan inançlı, sorumluluğunun bilincinde ve bir gün, halkı için
mutlaka Allah’a hesap vereceğinin bilincinde olan bir sultandı.
Zamanına tekabül eden tüm olumsuzluklar onda, köklü bir ıslahat yapma duygu
ve düşüncesinin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle amcası III. Selimden Osmanlı
Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumu ve devleti yıkılmaktan kurtarmak için
yapılması gereken ıslahatların hem yapısını hem de karakterini öğrenmiştir. Gerçi bu
uğurda, kendinden önce gelmiş-geçmiş olan Pâdişah ve vezirlerin, hulasa nice devlet
adamlarının, devletin muhafazakâr kuvvetleri karşısında hayatlarını kaybettiklerini
biliyordu. Ancak tüm bunlara rağmen devletin bekası için başka hiçbir çıkar yol
olmadığından, geniş çaplı bir yenilik çalışmasına koyulmuştu.
Islahat çalışmaları, XVIII. yy. da Lale devrinden itibaren başladığı için II.
Mahmud’un düşüncelerinin yeni olmadığını söyleyebiliriz. Onun programında, XVIII.
yy.’ın sonları ile XIX. yy.’ın başlarında, III. Selim’in “Nizâm-ı Cedid” adı altında
yapmaya çalıştığı ıslahatlar çok önemli bir paya sahiptir.
II. Mahmud devrine kadar Osmanlı Devleti, kapılarını tedricen batı dünyasına
açmıştı. Ancak ulemâ sınıfı, asker ocakları ve devlet kurumları arasında bunu
benimseyenler çok azdı. Halk ise önünü göremeyecek derecede bilgisiz olduğu için,
nasıl bir tavır sergileyeceğine karar veremiyordu. Bazen yenilikçilerin tarafını, bazen de
muhafazakârların tarafını tutuyorlardı. Böyle bir ortamda Pâdişahın işi çok zor olduğu
için yenilikleri uygulama uğruna kısmen de olsa güç kullanmak zorunda kalıyordu. Bu
durum ise çeşitli suiistimallerle halk nezdinde itibarının düşmesine sebep oluyordu.
Bu yeniliklerin menşei olan batıya baktığımızda, Osmanlı toplumunun tam tersi
bir durumla karşılaşıyoruz. Çünkü orada halk bu yenilikler uğruna yöneticilerle
mücadele içerisindeydi. Halk, hükümdârlara karşı ayaklanarak bazı kazanımlar elde
etmiştir. Nitekim iki taraf birbirlerine karşı, çeşitli durumlarını düzenleyen mukaveleler
imzalıyorlardı. Böylece meşrutiyet usulü ile yönetilen, halkın söz sahibi olduğu
devletler doğmuştur.
120
Sultan II. Mahmud’un uygulamaya çalıştığı ıslahatlar çok farlıydı. Çünkü burada
halkla, karşılıklı herhangi bir alıp verememe meselesi yoktu. Burada amaç devletin
içinde bulunduğu çöküntüden kurtulmasını sağlamaktı. Batının kuralları, Pâdişahın
otoritesinin mutlak bir şekilde yürütülmesine yardım etmesi için alınmıştı.
Ancak bir medeniyetin teknolojisini alırken, sadece istediğimiz amaca hizmet
etmesine yönelik bir kayıt koyma şansımız ebetteki olamaz. Zira fikirlerin önüne,
kurallarla engel konulamaz. Her kazanım, beraberinde mutlaka bir külfet getirir. Sadece
işimize gelen kısmını alıp işimize gelmeyeni almama gibi bir lükse sahip olmak oldukça
zor olsa gerek. Bir medeniyet başka bir medeniyeti tüm yönleriyle etkiler. Günümüzde
de muasır medeniyetlere ulaşan toplumlar diğerlerini sürekli etkilemektedir. Bu
etkileşimi belli bir yöne kanalize etmek veya sınırlamak çok zordur.
Ancak burada önemli bir ayrıntı var ki, Modernleşme ile Batılılaşma kavramları
birbirinden farklıdır. Modernleşme, Batılılaşma anlamında değildir. Pekâlâ, Batılı
olmayan toplumlar modernleşebilir. Nitekim çok sayıda Batılı olamayan ülke bütünüyle
Batı değerlerini, kurumlarını ve uygulamalarını benimsemeden ve kendi kültürlerini
terk etmeden de modernleşebilmiştir. Örneğin, Japonya’nın yanı sıra Singapur, Tayvan,
Suudi Arabistan ve daha az ölçüde olmak üzere İran, Batılı olmayan modern toplumlar
olmuşlardır.199
Sultan II. Mahmud, ıslahatları uygularken ölçüyü batılılaşma noktasında
kaçırmıştır. Devletin modernleşmesi için çaba gösterirken, işi halkın kılık kıyafetine
kadar indirgemesi isyancıların işini kolaylaştırmıştı. Halk, haklı olarak, “Fes takmayla
modern olmasının ne ilgisi var?” sorusuna cevap aramıştır. Esasında bu kıyafet
uygulamasının görüntüden başka hiçbir şeyi değiştirmeyeceği ve bunun kalkınmaya bir
faydasının olamayacağı biliniyordu. Şayet Sultan II. Mahmud, ıslahatlarını
batılılaşmaksızın modernleşebilmek doğrultusunda uygulayacak olsaydı, muhakkak
ıslahatlar daha geniş tabana yayılacak ve halkın tepkisini daha az olacaktı.
199 . Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, trc. Mehmet Turhan, İstanbul 2004, s. 104–105.
121
Bu ıslahatlar, ağırlıklı olarak ordunun eğitimi ve ihtiyaçlarının sağlanması
yanında, devlet ekonomisinin düzeltilmesine yönelikti. Halkın refahını artırmaya
yönelik olarak ticari ve endüstriyel sahalarda bir düzenlemeyi getirecek kanunlar
yapılmamıştı. Dolayısıyla halkın gözle görünür bir menfaati olmadığı için, II.
Mahmud’un ıslahatları halk nezdinde kabul görmediği gibi, tam aksine halkın aşırı
tepkisine sebep oluştu. Devletin tepesindeki bir takım değişiklikler halk tabanına
yayılmamıştır. Dolayısıyla böyle bir durumda ıslahatların amacına ulaşması
düşünülemezdi.
Sultan II. Mahmud, batı düşüncesini kendisi gibi yürekten destekleyen
yardımcılar bulamadığı için etkili bir ekip ortaya koyamamıştı. Pâdişah’ın, yeni düzenin
gerektirdiği işleri kendilerine emanet ettiği kişilerin çoğu eski düzen yanlısı kimselerdi.
Yeni bir atılımda başarılı olabilmek için sağlam ve yetişmiş samimî bir kadroya ihtiyaç
vardır. Sultan Mahmud ne yazıkki bu kadroyu bulamamıştır. Örneğin Pâdişahın en
yakın yardımcısı olan Sadrâzam Husrev Paşa sırf makamını korumak için II. Mahmud’a
ıslahatçı gibi gözüküyordu. Ancak gerçekte tam tersi, yeniliklere düşman bir
kimseydi.200
Müslümanlık zihniyeti ile Batılı düşünce zihniyeti taban tabana zıt olduğu için
bunları bağdaştırmak çok zor bir uğraştır. Bu nedenle Sultan II. Mahmud ıslahatların
şekil yönüne önem vermiştir. Özüne, fikirsel boyutuna fazla yanaşamamıştır. Sonuçta,
formalite icabı yapılan ıslahatlar, şekilcilikten öteye gidememiştir.
A. ASKERÎ REFORMLAR
III. Selim’in tahttan indirilmesi ve şehit edilmesi, ardından büyük umutlarla
kurulan Nizâm-ı Cedid ordusunun dağıtılması, Osmanlı Devleti’nde ıslahat ve
modernleşme hareketlerine son vermişti. Ayrıca IV. Mustafa’nın kısa süren saltanatı
200 . Karal, age, V, 142–144.
122
esnasında yeniçeriler ve yandaşları, eski düzenin muhaliflerini, muvaffak olamasalar da
tamamen ortadan kaldırmaya teşebbüs etmişlerdi.
Sultan II. Mahmud, geçmişten edinmiş olduğu tecrübelerle daha olgun ve daha
mantıklı hareket ederek öncekilere nazaran oldukça başarılı bir ıslahatçı olduğunu
göstermiştir. Yıllarca hükümdârlık yaptıktan sonra yeniçeri ordusunu ilga etmeye
muvaffak olmuştu. Böylece bir kısım çevrelerin askerî güce dayanan iktidarını
ellerinden alarak pek çok eski ve bozulmuş müesseseyi ortadan kaldırıp yerlerine
yenilerini koymuştu. Kısacası onun eliyle Osmanlı reform hareketleri yeni bir safhaya
girmiş oldu.
II. Mahmud, Nizâm-ı Cedid programının getirmiş olduğu sınırlı reformların bile
memleket için içte ve dışta ne kadar faydalı olduğunu gömüştür. Dolayısıyla onun
düşüncesinde yatan gerçek, reformları sadece askerlik sahasıyla sınırlandırmayıp
toplumun tüm müesseselerine yaymaktan ibaretti. Bu da ancak eskilerinin ortadan
kaldırılmasıyla mümkündü. Zira eski kurumlar, yenilerin önünde bir takoz gibi engel
teşkil ediyorlardı.201
Sultan II. Mahmud’un öncelikli çabası, hükümetin otoritesini yeniden tesis edip
ülkenin tamamına yerleştirmekti. Zaten taşra üzerinde gitgide zayıflamakta olan
merkezi hükümetin otoritesi, Karlofça, Pasorofça ve diğer anlaşmalarla iyice azalmıştı.
Merkeze uzak olan Asya ve Afrika’daki Müslüman toprakları, yerli halktan olmayan
liderler tarafından sömürülmekteydi. Bu liderler ya Osmanlı ya da Memluk askerî
sınıflarına mensup idiler. Bunların çoğu, sultanın otoritesinin zayıflığından ve payitahta
olan uzaklıklarından istifade ederek eyaletlerini bağımsız bir prenslik haline
getirmişlerdi. Böylece bu âsi paşalar ve subaylar kendi gelirlerinden daha büyük bir pay
alıyorlardı. Mısır’da Mehmed Ali Paşa, Suriye’de Cezzar Ahmed Paşa ile Bağdat ve
Basra’nın Memlük beyleri bunlardandı.202
201 . Shaw, age., II, 25. 202 . Levis, age., s. 38.
123
Sultan II. Mahmud, zorbaların ellerine geçen siyasî, askerî ve iktisadi yetkileri
yok etmekte kararlıydı. Çünkü yönetim bakımından kaynağı, bizatihi kendisi ve hukuk
olan yetkilerin dışındaki diğer tüm yetkiler bertaraf edilmedikçe ve Sultanın otoritesi
merkezde olduğu kadar eyaletlerde de egemen olmadıkça reform yolunda atılacak olan
adımların hiçbir mana ifade edemeyeceği aşikârdı. Nihayetinde devlet, Mısır ve yabancı
devletlerin baskısıyla Yunanlılara verilen hürriyet haricinde Rumeli ve Anadolu’daki âsi
paşaları, bir takım mahalli sülaleler ile bazı eşrafı hizaya getirmeyi başarmıştı.203
Sultan II. Mahmud haklı olarak ilk önce orduyu düzene koymak istemiştir.
Çünkü 1768’den bu yana çeşitli devletlerle yapılan savaşlarda Osmanlı orduları ardı
arkası gelmeyen yenilgilere maruz kalmış ve büyük toprak parçalarını düşmanlara
kaptırmıştı. Dolayısıyla Osmanlı’nın iç ve dış dünyada itibarı yara almıştı.
Bu yenilgilerde büyük payı olan yeniçeriler İstanbul’da da türlü vesilelerle
hükümetin işlerine karışmaktan geri kalmıyorlardı. Tüm bu gelişmelere bakıldığında
askerlik alanında yapılacak olan düzenlemelerin, devletin bekası için ne kadar gerekli
olduğu ortadadır. Bu nedenle Sultan Mahmud, saltanatının ilk yıllarından itibaren
askerlikle ilgili reform çalışmalarına ağırlık vermiştir.
Alemdâr Mustafa Paşa, âyânlarla imzaladığı ittifak senedine askerliğin düzene
sokulması yönünde bir madde koydurmuştu. Daha önce bahsetmiş olduğumuz üzere
Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’in Nizâm-ı Cedid’ine benzer Sekbân-ı Cedid Ocağı’nı
kurmuş olduğu için onunla aynı kaderi paylaşmıştı.
Alemdâr’ın ortadan kaldırılmasından sonra meydanı boş bulan yeniçeriler
zorbalıklarını daha da artırarak haddi aşmışlardı. Şöyleki, hem kadınlara hem de
erkeklere sarkıntılık yapmaya, kendi aralarında hesaplaşmalara yönelik kavgalara,
odaları arasında savaşmaya, esnaf ve işçileri haraca bağlamaya, tüccar gemilerine balta
asma, harpten kaçma, ağalarını katletme vb. her türlü zulüm ve kötülüğü yapmaya
başlamışlardı.
203 . Levis, age., s.79.
124
Halk başta olmak üzere herkes yeniçerilerden yaka silkmeye başlamıştı. Yunan
isyanındaki başarısızlıklarından sonra, başta Pâdişah olmak üzere, ileri gelen devlet
adamları da artık kendilerinden millete ve devlete bir fayda hâsıl olmayacağı kanaatine
varmışlardı.204
Askerî alanda reform hareketlerinden bahsederken “Sekbân-ı Cedid” ordusunun
kuruluşundan bahsetmiyorum. Çünkü daha evvel bu konu, Alemdâr Mustafa Paşa’nın
faaliyetleriyle ilgili olmasından dolayı “İç Siyaset” başlığı altında ele alınmıştır.
I. Eşkinci Ocağı’nın Kuruluşu
Sultan II. Mahmud, Alemdâr vakasından sonra mümkün mertebe yeniçerilerle
iyi geçinmeye çalışarak isyan etmemeleri için azami gayret göstermişti. Ancak Yeniçeri
Ocağı’nda bir düzenleme yapmayı da hiçbir zaman aklından çıkarmıyordu. III. Selim’in
Nizâm-ı Cedid’den dolayı ve Alemdâr’ın da Sekbân-ı Cedid’den dolayı başlarına
gelenleri biliyordu. Dolayısıyla sık sık yeniçeri ağası ve Sadrâzam değiştirerek,
yeniçerilerin verecekleri tepkiye göre, kimlerin ne şekilde davranacağını, kısaca gerçek
dost ve düşmanın kimler olduğunu tespit etmeye çalışıyordu.
II. Mahmud, reform çalışmalarının zorluklarını gördüğü için, mümkün mertebe
ihtiyatlı hareket ederek ayağını sağlam basmaya çalışıyordu. Zira vakit gelmeden bir işe
tevessül etmek hiçbir anlam taşımaz. Bunun için Pâdişah, bir taraftan gereken tedbirleri
alırken, diğer taraftan da ölçülü bir hareketle Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı uygun
vaktin gelmesini beklemeye koyulmuştu.205
Yunan isyanı esnasında yaşanan gelişmeler, II. Mahmud’un fikirlerinin ne kadar
elzem olduğu kanısının, herkes tarafından anlaşılmasını sağlamıştı. Çünkü İbrahim Paşa
komutasındaki Mısır’ın, düzenli ve talimli “Cihâdiye Askerleri” mutlak bir başarı
204 . Karal, age., V, 144-145. 205 . Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları (Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı), Ankara 1988, I, 522.
125
sağlamışlardı. İşte bu İbrahim Paşa’nın Cihâdiye Askerleri’nin başarısından hemen
sonra Sultan Mahmud, yeni bir ordunun kurulmasına karar verdi.206
Çıkardıkları isyanlarla yeniçeriler artık haddi, haddinden çok aşmışlardı. Onların
başıbozuk durumları ise, haklarında umûmi efkârın “Artık bıçak kemiğe dayandı”
demesine sebep oldu. İşte tam bu esnada Sultan II. Mahmud, beklemekte olduğu
zamanın geldiğini görünce, evvelen orduyu ıslah etmek için harekete geçti. Öncelikle
tersane ve topçu sınıflarının modernleşmesi ile işe başladı. Bu esnada Tophane’de inşa
olunan Nusretiye Camii’nin açılışına katılarak hem maddi hem de manevi bir güçle bu
sınıfları kuvvetlendirip itaat altına almayı düşünüyordu. Böylece yeniçerilerin muhtemel
bir isyanına karşı, koz olarak cevap verebileceği bir zümre meydana getirmiş olacaktı.
Bundan sonra ise esas rüyası olan, Avrupa usulünde modern bir ordu kurma
faaliyetlerine atıldı.
Sadrâzamın başkanlığında toplanan bir mecliste, kanunnâmelere göre
yeniçerilerin, Kanuni Sultan Süleyman devrindeki gibi kışlalarında kalıp talimle meşgul
olmaları gerektiği anlatıldı. Aksi takdirde, Yunan işgalinde olduğu gibi disiplinsiz
hareket ettiklerinde devletin şeref ve haysiyetini zedelemelerinin kaçınılmaz olacağı
ifade edildi.
Pâdişahın emri üzerine, devletin ileri gelenleri bir araya gelerek uzun süren
münazaralardan sonra, Eşkinci adıyla talimli bir asker sınıfının kurulmasını
kararlaştırdılar. Yeniçerilerin bu sınıfa karşı koyma ihtimaline karşı, eskiden yeniçeri
ağalığında bulunmuş olan Boğazlar muhafızı Ağa Hüseyin Paşa’nın tavsiyesi
doğrultusunda önlem alındı. Buna göre ocağın belli başlı şeflerinin para ve hediye
karşılığında Eşkinci sınıfı için destekleri sağlandı. 17 Şevval 1241/25 Mayıs 1826’da
Sadrâzam Mehmed Selim Paşa, Rumeli kazaskeri, İstanbul Müftüsü, Sadâret
Kethüdası*, Defterdâr, Darphâne Nâzırı, Tophâne Nâzırı, Yeniçeri Ağası ve ocağın ileri
gelenleri, devletin iç ve dış durumunu gözden geçirmek üzere Şeyhülislâm Kadızâde
Tahir Efendi’nin evinde toplandılar. Toplantıda bulunan din bilginleri, ayet ve hadisler
206 . Çakın-Orhon, age., III, 69; Öztuna, “II. Mahmud”, Türk Ansiklopedisi, Ankara 1976, XXIII, 167.
126
ışığında, talim ve modern harp sistemlerinin öğretilmesi zaruretini anlattılar. Böylece
talimli asker yetiştirilmesi yolunda olumsuz fikir beyan edenleri bertaraf etmek ve savaş
eğitiminin kabul görmesini sağlamak için Şeyhülüslâm Kadızâde Tahir Efendi, talimin
vacip olduğuna dair bir fetva verdi. Bu fetva ve yaşanan gelişmeler karşısında Yeniçeri
Ağası Celaleddin Ağa’da “Tahrir-i askere müteahhid olduklarını” beyan etmiştir.
Böylece toplantıda bulunanlar fikir birliğine vardılar. Şeyhülislâmın fetvasını alan
Sultan II. Mahmud’un fermanı ile “Eşkinci Ocağı” adında yeni bir askeri birlik kuruldu
(18 Şevval 1241/25 Mayıs 1826).207
Bu ocağın kuruluş aşamasında özellikle ilmiye zümresinin katılımına ve
kararlarına, ayrıca talim konusunda meydana gelecek olan olumsuzlukların bertaraf
edilmesine ve bu eğitimin geniş çapta kabul görmesi için, uygulanacak talimin “Mısır
Talimi”208 olarak duyulmasına bizatihi özen gösterilmiştir. Toplantıya iştirak eden
ulemâ, talim ve harp fenlerinin öğretilmesi zaruretini ayet ve hadislerle izah
etmişlerdi.209
Bu toplantıda bulunan Yeniçeri Ağası Mehmed Celaleddin Ağa ise,
Yeniçerilerin kendi ocaklarından talimli ve eğitimli asker yazılmasına muvafakat
ettiklerini bildirdi. Bunun üzerine Yeniçeri Ocağı’nın “bütün” denilen elli bir
ortasından ilk etapta yüz ellişerden, 7650 neferin “Eşkinci” adıyla eğitimli asker
yazılmasına karar verildi. İstanbul’da bulunan her tabur bu yeni birlik için yüz ellişer
asker verecekti. Yeniçeri Ağası başta olmak üzere tüm yeniçeriler bu ocağa olur
vermişlerdi.210
207 . Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, İstanbul 1293, s. 14. * Kethüda: Bu kelime Farsça’da “ev, köy, taht” anlamındaki “ked” ile “sahip, malik ve efendi” manasına gelen hûda kelimelerinden oluştuğu ileri sürülür. Kethüdanın Osmanlı Türkçesine “kehaya, kâya” şekillerinde geçip halk ağzında “kahya” biçiminde kullanıldığı şeklindeki görüşe rağmen, kahya kelimesinin menşei kesin olarak aydınlanmamıştır. Kethüda tabiri, Osmanlı devlet teşkilatında XV. Yy.dan itibaren “bazı devlet görevlilerinin işlerini yürüten yardımcı” anlamında da kullanılmıştır. Devletin en üst kademesinde görev yapan Sadrazamdan en alt seviyesindekine kadar mülki ve askeri erkândan pek çok görevlinin kethüda unvanını taşıyan yardımcısı bulunmaktaydı. (Geniş bilgi için bk. Mehmet Canatar, “Kethüdâ”, DİA., XXV, 332-334). 208 . Ahmet Cihan, Modernleşme Döneminde Osmanlı Ulemâsı (1770–1876), [yayınlanmamış doktora tezi], İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1994, s. 104. 209 . Turan, age., II, 590. 210 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 150.
127
“Faal asker” anlamına gelen Eşkinci Ocağı birlikleri Yeniçerilerin aktif kesimini
oluşturacak, eski birlikler ise bir bakıma ihtiyat askeri olarak muhafaza edilecekti.
Kanuna göre bu ocak, ilk etapta her biri yüz elli kişi ihtiva eden, elli bir bölükten
oluşmaktaydı.211
Vezirler, ulemâ ve Yeniçeri Ocağı’nın ileri gelenleri Ağa kapısında toplanarak
verilen kararlar çerçevesinde çalışılacağını beyan eden bir yazı imzaladılar. Buna göre:
1. İstanbul’da bulunan elli bir yeniçeri ortasından, her biri asker olmaya elverişli
yüz elli kişi çıkarılacak
2. Eşkinci sınıfının her odasında, yeniçeri odasındaki kadar subay bulunacak
yani, “Bir çorbacı, bir odabaşı, bir vekilharç, bir bayraktar, bir usta, bir baş
karakollukçu, bir saka”.
3. Subaylar, tayinlerinde yeniçeri ağasına caize vermeyecekler.
4. Yeniçeri ağası vazifesine başlarken Sadrâzama hiçbir para vermeyecek.
5. Eşkincilerin eğitimlerine itina edilecek. Talim, Etmeydanı’nda, subayların
nezareti altında yapılacak. Atış talimi Kâğıthane’de veya Davutpaşa’da yapılacaktı.
Bu vb. daha pek çok maddeyi içeren bu yazı, köklü ve yeni bir düzen vesikası
sayılmazdı. Çünkü Yeniçeri Ocağı’na hiçbir kısıtlama getirilmemişti.
Bu konu ile ilgili ele alınan kanunnâmede, Kanunî dönemi nizâmlarının yeniden
ihyasına değinilirken Yeniçeri Ocağı’na dokunulmayacağı izlenimi verilmişti. Gerçekte
bu yeni kuvvet, III. Selim’in kurduğu Nizâm-ı Cedid’in bir canlandırılışı idi. Ancak
Pâdişah, Eşkinci Ocağı’nı kurarken, reform ve reformculara hiçbir atıfta bulunmamaya
ihtimam göstermişti. Yumuşak bir üslupla, Kanunî Sultan Süleyman’ın askeri düzenine
211 . Bilgi için bk. Ebubekir Bagader, Modern Çağda Ulemâ, trc. Osman Bayraktar, İstanbul 1991, s. 33–35.
128
ve o parlak günlere yeniden dönülmek istediğini ifade etmiştir. Ayrıca bu yeni kuvvetin
Hıristiyan veya yabancılar tarafından değil, sadece modern askerî yöntemleri bilen
Müslüman subaylar tarafından eğitileceğini söylemiştir.212 Cevdet Paşa’nın, “Eşkinci
Tahriri” başlığı altında teferruatıyla anlatmış olduğu bu konunun bir kısmı şöyledir.
Eşkinci Tahrîri:
“Hayli müddeten beri devletçe asâkir-i muallem tertibi musammem olup hatta
Sultan Mahmud Hân-ı Evvel hazretleri buna mukaddem olmak üzere (Usûlü’l-
Hıkem fi Nizâmi’l-Ümem) nâm risâlenin tab’ ve neşrini irade buyurmuş ve
İtalyan lisanından fenn-i harbe dair bazı resâili tercüme ettirmiş idi. Ba’dehu
Sultan Mustafa Hân-ı Sâlis hazretleri, asâkir-i mualleme tertibine dair lazım
gelen layıhaları kaleme aldırmış ve Tophanece bazı ıslahata teşebbüs buyurmuş
olduğu halde Rusya seferi zuhur etmekle tasmîmâtını fiile getirmeğe muvaffak
olamamıştır. Sultan Abdülhamid Hân hazretlerinin asrında dahi Sür’at
Topçuları’nın teksirine himmet olunduysa da maksad-ı aslî olan asâkîr-i
mualleme tertibi mevki-i icraya konulamamıştır. Çünkü askerin taht-ı intizama
alınması, yeniçeri zabitânının menafi-i şahsiyelerine dokunup neferatını ise hayru
şerri fark edemez mâkuleden olmalarıyla tanzim-i askere teşebbüs olunduğu gibi
bir fitne çıkaracakları dergâr olduğundan buna cesaret olunamamıştır. Muahharan
Sultan Selim-i Sâlis hazretlerinin asrında Nizâm-ı Cedid askerleri tertip
olunduysa da ma’hud vak’a-i Selimiyye üzerine ilga edildi. Ve müteakiben
Alemdar Paşa sadâretinde sekbân nâmıyla asâkir-i mualleme tanzim olunduysa
da yine yeniçerilerin isyanı üzerine kaldırıldı. Hâlbuki muallem ve muntazam
asker yapılmadıkça serhadâtin muhafazası şöyle dursun asâyiş-i dâhiliyyenin
vikayesi bile kabil olamayacağı ve bu kerre Mora’da asâkir-i muallemenin
muhsenâtı herkesin indinde tebeyyün ederek bu babda kimesnenin bir diyeceği
kalmayıp hemen tanzim-i askere niyet olundu. Ve eğer ki, yeniçeri zorbalarının
yine muhalefetleri vârîd-i hatır ise de Ağa Hüseyin Paşa’nın yeniçeri ağalığından
beri zorba gürûhun haylice birunları kırılmış ve kimi birer me’mûriyetle taşralara
i’zam ve kimi nefyü idam edilmiş olduğuna ve gulûb-i âmme yeniçerilerden
212 . Bu konuda geniş bilgi için bk. Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, s. 6–22; Cevdet Paşa, Tarih, XII, 143–153; Mahmud Şevket, Osmanlı Teşkilat ve Kıyafet-i Askeriyesi, İstanbul 1325, II, 6–7; Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, I, 532-547; Lewis, age., s. 80; Karal, age., V, 145-146.
129
müteneffir bulunduğuna nazaran nizâmât-ı matlubenin icrasına isti’dâd-ı tâm
gelmiş ve üç-beş aydan beri ulemâ ve rical-i devlet meyânelerinde nihâni
müzâkere ve müşâvere olunarak Mısır’da yapıldığı gibi burada dahi asâkir-i
mualleme tertibine bilittifak karar verilmiş idi. Şöyleki: Sûret-i icrası ibtidâ Ağa
Hiseyin Paşa’dan sorulduk da (Yeniçerilerin hali ma’lum. Büyüklerini her ne hal
ise ilzam ve küçüklerini râm etmek mümkün ise de bu iki sınıfın ortasında
bulunan ve esâmî akçesinden istifadeye me’luf olup mütevelli ve aşçı usta ve
haseki ortrağı denilen müftihevaran halkı kabul etmeyip esâfili isyana teşvik ve
tahrik etmeleri muhtemeldir. Bunlar ise eşhas-ı ma’dûdeden ibaret oldukları
halde sözleri yalnız İstanbul’daki kışlalarında câri olur. Bu makûle müfsitler
defaten idam olunmakdan başka çare yoktur.) diye cevap verilmişdi. Hüseyin
Paşa’nın re’yi en kestirme bir yol ise de ihtimal üzerine bir hayli küssâni idam
edivermek adl-ü hakkaniyete muvafık görülmeyup kimesnenin bir diyeceği
kalmamak üzere kendilerine uslub-u hâkimâne ile doğru yol gösterilip de kabul
ederler ise febihâ ve illâ haklarında muâmele-i lâzime icra olunmak sûreti tercih
kılındı.”213
Bu yeni ocağı tüm halka mal edebilmek için büyük bir istekle çalışıldı. Birkaç
gün içinde bu ocağa beş yüz kişi iştirak etti. 6 Zilkâ’de 1241/12 Haziran 1826’da ise
fiili talime başlanıldı. Ancak aynı gün içinde İstanbul kahvelerinde talimlere karşı bir
küfür propagandası başladı. Ulemânın fetvasına rağmen yapılan iş, kâfirleri taklit
sayıldı. Nizam-ı Cedid’in kurulmakta olduğu, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı sözleri
yayılmaya başlandı. Oysaki Yeniçeriler, destek vermeye söz vermişlerdi. Vermiş
oldukları bu sözlerini Cevdet Paşa şöyle nakletmiştir. “Ba’dehu, İstanbul kadısı ve
mevâli ve müderrisin ve meşayih Bâbıâli’den alay ile ağa kapısına gönderildi. Bütün
ocaklı saf beste-i kıyam oldukları halde fetvay-ı şerife ve hüccet-i şer’iyye ve layıha
kıraat ettirildi. Bazı müderrisin tarafından ta’lim-i funun-i harbiyye maslahat-ı
meşruasına dair sözler irad olunduktan sonra Yeniçeri ağası Celaleddin Ağa, ‘İşte fetva
ve ittifak-ı ulemâ ile üzerimize cenk ta’limi vacip olup pâdişahımızın ferman-ı
hümâyûnu dahi bu merkezdedir. Ne dersiniz? Taahhüdünüzü ba-takrir Bâbıâlî’ye arz
edeceğim.’ Diyerek tekrar be-tekrar ocaklıdan istifsar ettikte saff-ı evvel cemaatında
duran bölük ağaları ve ocak ihtiyarlarından bazıları ‘sem’an ve taaten’ deyip diğerleri 213 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 146–147.
130
dahi onlara tabi olmakla zeyl-i hüccetin orada bulunan ocaklı tarafından dahi temhir için
Es’ad Efendi kul kethüdasının odasına gönderildi. Orada müntazır olan Turnacıbaşılar
ve ocak imamı ve serbölük ve odabaşı ve mütevelliler ‘kanımızla mühürleriz’ diyerek
isimlerini zeyl-i hüccete tahrir ile temhir eylediler. Sair ocaklı dahi kemâl-ı şâvk ve
hahiş ile birbirlerinin ensesine basarak mühürlediler.”214 İşte bu söze rağmen, takriben
bir ay, yani eğitime başladıktan dört gün sonra Yeniçeriler son kez olmak üzere
kazanlarını Etmeydanı’na çıkararak ayaklandılar (9 Zilka’de 1241/15 Haziran 1826).
“Biz gâvur talimini kabul etmeyiz, keçeye kılıç çalar, testiye kurşun atarız” şeklinde
sözler sarf etmeye başlamışlardı. Eskiden kullandıkları taktiğin aynısını uygulayarak
münâdiler çıkardılar. Bunlar mahalle mahalle dolaşıp, Sadrâzamın, yeniçeri ağasının ve
Ağa Hüseyin Paşa’nın öldürüldüğünü ilan ederek halkı Etmeydanı’nda toplamaya
gayret ettiler. Her zaman olduğu gibi sucular, hamallar ve başıboş serseriler oraya
koşuştular. Sadrâzamın konağı ve Mısır Paşası Kethüdası’nın köşkü yağmalanmak
suretiyle korkutma ve yağma olayları başlamış oldu. Ne yaptığından habersiz olan bu
başıboş insan yığını, bir taraftan da talim için fetva vermiş olan ulemâya hem hakaretler
hem de tehditler savuruyordu.215
II. Vak’a-i Hayriyye (Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılışı)
Hiç şüphe yok ki, XIX. Osmanlı Tarihi’nin en mühim olaylarından biri Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasıdır. Elbetteki bu hiç kolay olmamıştır. II. Mahmud’un yıllarca
süren sabrı neticesinde gaile haline gelen bu ocağı ortadan kaldırılmıştı. Yeniçeri
Ocağı’nın kuruluşuna baktığımızda, dualarla kurulmuş ve asırlar boyu Osmanlı’nın
sancağını kıtalara taşımıştı. Hulâsa devletin gurur kaynağı oldukları aşikârdır. Ne
yazıkki zaman içerisinde bu ocak suiistimallere maruz kalmış, vatana ihanet edenlerin
her türlü hile ve desiselerinin odağı olmuştu. Haliyle, Devlet-i Alîyye’nin en kuvvetli
kolu etkisiz hale getirilmiş, tüm çabalara rağmen de bir türlü disiplin altına
alınamamıştı.
214 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 150’den naklen Z. Kazıcı, İslâm Tarihi, XIII, 434–435. 215. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Aksun, age., III, 175-176; Karal, age., V, 147.
131
Yeniçeriler, 1807’de III. Selim’in Nizâm-ı Cedid’ini, 1808’de de Alemdâr
Mustafa Paşa’nın Sekbân-ı Cedid’ini, henüz oluşum aşamasında iken yaptıkları
ihtilallerle yok ederek kendilerinden korkulu bir şekilde söz ettirmeye başladılar. Bu
isyanlarda başarılı olmaları onların şımarıklığını daha da katmerleştirmişti.
Osmanlı Devleti, devamlı bir ordu olmak üzere Yeniçeri Ocağı’nı kurduktan
ancak bir asır sonra, Avrupalılar da müdâvim ordunun önemini anlayıp benzerini
kurmuşlardı. Öyleki, Osmanlı’nın belkemiği olan Yeniçeri ordusu ilk dönemlerinde
dünyanın en mükemmel ordusu haline getirilmişti. Osmanlı, hudutlarını Rusya,
Lehistan, Macar ovaları, Viyana ve Venedik önleri ile İran, Arabistan ve Mısır çöllerine
kadar bu ordu sayesinde ulaştırmıştı.
Bu ocağın kuruluş sebebi, mevcut askerin azlığına rağmen, fetihlerin çoğalıp
sınırların genişlemesi ve eldeki askerinde bu sınırları koruyamaz duruma gelmesiydi.
Dolayısıyla hem Rumeli’yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için
Hükümdârın emri komutasında devamlı bir askeri birliğe ihtiyaç vardı. Yeni esirlerden
istifade etme sistemiyle, benzer teşkilatların daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk
devletlerinde olduğu görülür.
Piyade birliği olan Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu tam kesin olarak tespit
edilememekle birlikte, Murat Hüdavendigâr zamanında, XIV. Asrın son yarısı içinde
yani 1362 yılında kurulduğu en kuvvetli ihtimaldir. Türkçe asker anlamında olan “çeri”
ile “yeni” kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı
Devleti’nin merkezinde ve hükümdara bağlı bulunan yaya askerine mahsus özel bir
terim haline gelmiştir.216
Yeniçerilere, Hacı Bektaş-ı Veli ile hiçbir alakası olmadığı halde, her nedense
zaman içerisinde bu tarikata izafe edilerek “Tâife-i Bektaşiyye”, ocağa da “Bektaşi
Ocağı” denilmeye başlanmıştır.217
216 . Âşık Paşazâde, Tarih, İstanbul 1332, s. 204–206; Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, s. 100–102, 414–415. 217 . Z. Kazıcı, İslâm Tarihi, İstanbul 1995, X, 359–362.
132
Kaldırılışı bile devlete, varlığından daha çok zarar veren Yeniçeri Ocağı’nın
Osmanlı Ordusu içindeki konumuna bakacak olursak; Osmanlı Ordusu, “Yerlikulu
Askeri” ve “Kapıkulu Askeri” olmak üzere iki temel askerî müesseseden meydana
gelmiştir. Yerlikulu Askeri, devletin Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki uzak
eyaletlerinin çıkardığı askerlerdir. Hepsi atlı olup, tarihimizde “Tımarlı Sipahiler” diye
anılmaktadırlar.218 Osmanlı Ordusu’nun ikinci büyük temel taşını da Kapıkulu Askerleri
oluşturur. Bunlar küçük yaştan itibaren askerliği meslek edinmiş, daima silâhaltında
olan ve devlet hazinesinden doğrudan maaş alan kimseler olup, Deniz Asker Ocağı
(Tersane Ocağı), Atlı Asker Ocağı (Sipahioğlanları Ocağı) ve Yaya Asker Ocakları
olmak üzere üç büyük sınıfa ayrılırlar.
Yaya Asker Ocakları da altı ocaktan meydana gelir. İşte Yeniçeri Ocağı, bu altı
ocaktan birisidir. Diğer beşi ise şunlardır.
1. Sakalar ocağı: Ordunun su ihtiyacını karşılarlar. Ellerinde mufassal su
kaynakları haritaları mevcuttur.
2. Kumbaracı Ocağı: Kale muhasaralarında topların yıkamadığı kale
duvarlarını havaya uçurmakla görevlidirler. Lağımcılar bu ocağın ihtisas şubesidir.
3. Toparabacılar Ocağı: Bilfiil top atışları yapan askerlerden oluşur.
4. Topçu Ocağı: Tophanede topları döken teknisyen askerlerdir. Bazen büyük
topları cenk yerinde döktükleri de oluyordu.
5. Cebeciler Ocağı: Ordunun bütün silahlarını, cephanesini ve diğer savaş
aletlerini sulh devrinde hazırlayan, muhafaza eden, ordu sefere çıkarken onları muharip
218 . Reşat Ekrem Koçu, Yeniçeriler, İstanbul 1964, s. 57.
133
kıtaların yanı sıra sevk ve idare eden askerlerdir. Bunlar ihtiyaç olduğu durumlarda yaya
olarak da savaş saflarına müdahil oluyorlardı.219
Bütün Yeniçeriler 196 tabur askerden müteşekkildir. Ocak ıstılahında tabura
“orta” denilir. Ayrıca Yeniçeriler, “Cemaatliler”,* “Bölüklüler”,* ve “Sekbânlar”
şeklinde üç büyük sınıfa ayrılıyorlardı. 196 ortanın 101’i cemaatli, 61’i bölüklü, 36’sı
da Sekbân Ortaları idi. 31 Bölüklü ortası, İstanbul’da şehir muhafızı olarak bulunurdu.
Bölüklerin geriye kalan 30 ortası devletin iç vilayetlerinin kalelerine dağıtılmışlardı.220
Buna ilaveten, Yeniçeri Ocağı’nın kurulması fikrini ilk defa ortaya atan Karamanlı
Molla Rüstem’dir.221 Reşat Ekrem Koçu’ya göre Yeniçerilerin, fütuhat zarureti ile
birlikte asıl kuruluş sebebi, Osmanoğulları Hânedânı’nın mutlakıyet idaresini
korumaktı.222
Uzak diyarlardan devşirilen, tam bir Müslüman Türk terbiyesi ile yetiştirilen ve
kendilerini Pâdişahın kulları bilen, Avrupa’yı Niğbolu’da demir bir balyozla titreten
Yeniçerilerdeki bu güç ve kuvvet âdeta et ve kemiğe bürünmüştü. Onlar tam üç asır
boyunca bütün cihana meydan okudular. Düşmanları, bir deprem gibi titreterek
yüreklerine korku saldılar. Onların, hep beraber ağızlarından çıkan şu gülbang* dine,
devlete ve millete ne kadar sâdık ve bağlı olduklarının en bariz göstergesiydi.
“Allah Allah İllellah
219 . Koçu. age., s. 59-60. * Cemaat Ortaları: Yeniçeri ocağını teşkil eden ortaların 1–101 adedinin aldığı unvandır. “Yaybeyler” de denilirdi. Cemaat ortalarında hudut muhafazasına memur olanlar da vardı. Cemaat ortalarından 60, 61, 62 ve 63. ortalar, padişah maiyetinde kullanılır ve kendilerine “solak” denirdi. Bunlar “üsküf” denilen külah ve yeşil kadifeden elbise giyerlerdi. Amirlerine, “solak beyi” namı verilmişti. (Pakalın, age., I, 276). * Bölüklüler: Yeniçeri teşkilatında kullanılan bir tabirdi. İlk teşkilinde bin neferden ibaret olan yeniçeriler, tedricen artarak Kanuni Sultan Süleyman devrinde 165 ortaya çıkarılmış, sonraları ise bu miktar 196’ya kadar yükselmişti. Bu 196 ortadan, 1–61 ortaya “ağa bölükleri”, 1–101 ortaya “cemaat”, 1–31 ortaya da “sekban bölükleri” namı verilmişti. Bunlardan ağa bölüklerine sadece “bölüklüler” de denilirdi. (Pakalın, age., I, 243). 220 . Koçu. age., s.60-61. 221 . Koçu. age., s. 15. 222 . Koçu, age., s. 10. * Gülbang: Yeniçerilerce mürettep birtakım dualara verilen addır. Yeniçerilerde bu dualar ağızdan yapıldığı gibi kâğıtlar üzerine de yazılırdı. Kamus-i Osmanî’de: Bazı merasimin icrası sırasında eşhas-ı müteaddide taraflarından dua veya alkış tarzında hep bir ağızdan çıkarılan yüksek, dik ses. (Pakalın, age., 683-685).
134
Baş uryan, sine püryan, kılıç alkan
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran
Eyvallah Eyvallah
Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan
Kulluğumuz Pâdişaha âyân
Üçler, Yediler, Kırklar
Gülbang-ı Muhammedî, Nur-i Nebî, Kerem-i Âlî
Pirimiz, Sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli
Demine devranına hû diyelim
Huuuuu!”223
Yeniçeriler ihtişamlı günlerinde bazen beş altı ay bazen de bir buçuk yıl süren
yürüyüşler gerçekleştirerek Osmanlı Tarihi’ne İstanbul’un fethi, Varna, II. Kosova,
Otlukbeli, Mercidabık, Ridaniye, Belgrat ve Mohaç gibi pek çok şanlı zaferler yazdılar.
Osmanlının yaya yürüyen neferleri olan Yeniçeriler, bir ülke üzerine yürüyüşe
geçtiklerinde, etrafa zelzele olurcasına korku salarlardı. Batıda Viyana’dan, doğuda
Bağdat, Revan ve Tebriz’e kadar, kuzeyde Rusya bozkırlarından, güneyde Halep, Şam,
Sina Çölü ve Kahire’ye kadar yürüdüler. Böylece Türk ve dünya tarihine, eşi benzeri
görülmemiş zaferler kazanarak geçtiler.
Peki, vaktiyle olan disiplin, itaat ve buna dayalı olarak ortaya çıkan gücünü
anlatmaya çalıştığımız ve yüzyıllarca cepheden cepheye, başarıdan başarıya koşan bu
muhteşem ordu niçin, ne zaman ve hangi sebeplerden dolayı eski ihtişamını kaybetmeye
başladı? Oysaki Avrupa devletlerince XVII. Yüzyılın sonlarına kadar “Yenilmez bir
güç” olarak telakki edilen Yeniçeri Ordusu, tarihinde ilk kez 1699 Viyana bozgununda
mağlubiyetle tanışmıştı. Aslına bakılacak olursa bu mağlubiyet gerek Avrupa’da olsun
gerekse Yeniçeri Ocağı’nda bazı şeylerin değişmekte olduğunun ilk işaretiydi. Bu işaret
iyi yorumlanmadığı ve gereken tedbir alınmadığı için müteakip yıllarda benzer
yenilgiler artarak devam etmiştir.
223 . Z. Kazıcı, İslâm Tarihi, XIII, 436–437.
135
XVIII. ve XIX. Asırlarda Yeniçeriler, artık ülkeler fetheden neferler değil de
ülkeler kaybettiren neferler durumuna düşmüşlerdi. İlginç olan ise bu asırlarda
Yeniçerilerin, askerî güçlerine paralel olarak dinî ve ahlakî güçlerini de kaybetmeye
başlamış olmalarıdır. Nitekim bir zamanlar savaşa giderken yoldaki üzüm bağından
yedikleri üzümlerin parasını asma dallarına asanlar, artık tanınmaz hale gelmişlerdi.
Hak ve hukuka bu derece riayet edenlere ne oldu da İstanbul’u haraca bağlayarak, şanlı
tarihlerini âdeta mahvettiler? İstanbul limanları Yeniçeri bölüklerince paylaşılmıştı.
Tüccarlar canlarına ve mallarına bir zarar gelmemesi için Yeniçeri bölüklerine, gemi
başına 70–80 kuruş haraç veriyorlardı. Müslüman olsun olmasın durum değişmiyordu.
Zorbalıkları gün geçtikçe daha da artıyordu. Kabadayılık, sarkıntılık, kavga, odalar arası
savaş, esnaf ve işçileri kesime bağlama, inşaatlara ve tüccar gemilerine balta asma,
ağalarını öldürme ve akla hayale gelmeyen daha pek çok işkence ve zulmü işlemekten
geri kalmıyorlardı. Neredeyse devlete ve millete düşmanının dahi yapmayacağı zülüm
ve hainliği yapmaya başlamışlardı. Gözleri dönmüş bu çete güruhu artık kendi
çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen bir tehdit merkezi haline gelmişti.224
İşin aslına bakacak olursak bazı kimseler menfaatleri uğruna yeniçerileri
kullanmaktaydılar. İktidar olabilmekte, iktidarda kalabilmekte maalesef yeniçerilerin
oluruna kalmıştı. Her ne kadar dirayetli de olsa, hiçbir Hükümdâr ve Sadrâzam
yeniçerileri ezerek köklü reform yapamıyordu. Onların muhalefeti sebebiyle III.
Mustafa, I. Abdülhamid ve III. Selim’in askerî reformları başarısızlıkla neticelenmişti.
Kendilerinin ıslah edilmesine razı olmadıkları gibi yeni bir ocağın kurulmasına da izin
vermiyorlardı. Devlet içinde devlet gibi hareket ederek bir çıbanbaşı belası olmuşlardı.
Şimdi gelelim esas sorumuzun cevabına. Böyle ihtişamlı bir ocak nasıl oldu da
bu hale geldi? İlk ve en önemli sebep olarak, III. Murad (1574–1595)’ın, Şehzâdesi
Mehmed için tertip ettiği sünnet düğününe katılan ve çeşitli hünerler göstererek
hükümdârın teveccühünü kazanan, bazı kimselerin Yeniçeri Kanunu’na aykırı olarak
224 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ahmed Lütfi, Tarih-i Lütfi, I, 136–137; Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, I, 477–521; Mehmet Ali Beyhan, “Yeniçeri Ocağının Kaldırılışı Üzerine Bazı Düşünceler” Osmanlı, Ankara 1999, VII, 259–263.
136
ocağa alınması gösterilmektedir. Bu usulsüz icraat, tüm Yeniçerilerin üzerinde olumsuz
tesir meydana getirmiştir. Üstelik bu kimseler, Ocaktan gelmedikleri gibi devşirmelikle
de hiçbir ilgisi olmayan şahıslardı.
Yine bazı savaşlarda eksilen kadroların yerine, devşirmeler yetersiz kalınca
yabancıların alınması, bu bozulmada etkili olan bir başka faktördür. Koçi Bey,
risâlesinde bu durumu şöyle dile getirmiştir. “Ahval bilmez, zaman görmemiş, âlemin
acısını tatlısını çekmemiş, nice tazeleri yerlerine getirip ocağı harab ve yebab ettiler.
Her zümreye adı geçen tarihten (1030/1620) milleti ve mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı,
Türk, Çingene, Tatar, Kürt, ecnebi, Laz, Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol
kesen, yan kesici ve diğer çeşitli kimseler katılıp usul ve kâideler bozuldu. Kanun ve
kaide kalktı. O cihetten kötülük, kavga, fitne ve fesat âlemden eksik olmayıp düzen
bozuldu.”225 Koçi Bey’in bu ifadeleri aslında meselenin kökeninde yatan sebepleri
özetler durumdadır. Yeniçeriler bu şekilde, devlet ve milletin başına bela oldular. Artık
onlar, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin ve azlettiren, hatta Pâdişahları
tahttan indiren ve tahta çıkaran silahlı bir çete haline dönüşmüşlerdi.
Mustafa Nuri Paşa, Yeniçerilerin bozulmalarını, şu ifadelerle aktarır. “Ber vech-
i muharrer ocağın nizâmı bozulduktan ve terbiyesiz eclâf ile dolduktan sonra,
müntesibîn gürûhu, efendilerinin yanlarında oturur ve bir fırkası dahi alış veriş ile
meşgûl olur oldu. Bundan hâsıl olan mazarrât pek çok ise de en müessirleri Asâkir-i
Muntazama-i Osmanîyye’nin giderek derindi bir asker hükmüne intisâb eylemesi ve
ulûfelerine hazîne-i devlet tâkat getürememekle envâ’ mekârihe mecbûriyet hâsıl olması
ve daha fenâsı devşirme usûlünün metrûkiyetini netîce vermesi kaziyyeleridir. Çünki
ulûfe-hâr olan Kapıkulu Ocakları def’aten birer misli tezâyüd edüb bir taraftan dahi
eclâf-ı ahâlî, silk-i askerîye girmeye çalışmakda olduklarından hâzîne-i devleti vikâye
maksadıyla Sadr-ı a’zamlar içün en büyük memdûhiyyet taklîl-i askere muvaffak olmak
ve en ziyâde medhûliyyet teksîr-i neferâta müsâ’ade göstermek maddeleri olmağla
tabîatıyla devşirme usûlünden istiğnâ hâsıl olmuşdur.”226
225 . Daha geniş bilgi için bk. Koçi Bey, Risâle, nşr. Zuhuri Danışman, İstanbul 1972, s. 41–45. 226 . M. Nuri Paşa, Netâyicü’l-Vukuât, I, 141.
137
Yeniçeri Ocağı’nın çöküşünü hazırlayan önemli etkenlerden bir tanesi de,
Avrupa’da düzenli ve eğitimli orduların kurulmasıydı. Nitekim Sultan III. Selim’e
“Nizâm-ı Devlet”e dair sunulan lâyihalardaki izahata göre, Kanunî dönemine kadar
Osmanlı coğrafyasına yakın olan devletlerin düzenli orduları mevcut değildi. Bu
devletlerin, yaz aylarında geçici olarak topladıkları askerler, kış şartları gelince ikamet
ettikleri şehirlere giderek normal işleriyle meşgul oluyorlardı. Bir bakıma, Kanuni
Sultan Süleyman’ın yeniçeri ocak nizâmını, kendilerine model alarak düzenli ordular
kurduklarını söyleyebiliriz.
Dâimi ve düzenli bir ordu teşkiline ilk defa Avusturya başlamıştı. Onlar,
yeniçerilerin savaşlarda uygulamış oldukları taktikleri geliştirerek, özellikle ateşli ve
barutlu silahlara ağırlık vermişlerdi. Savaş teknik ve taktiklerine yönelik olarak eserler
yazdılar. Bu eserler sayesinde, kol gücüne dayalı klasik savaş taktikleri, yerini daha
modern taktiklere bırakmaya başlamıştı. Bu yenilikler hızlıca Avrupa’da yayılmaya
başladı. Yeniçeriler ise, bu yeniliklere karşı “frenk âdeti” diyerek ilgisiz kaldılar. XVIII.
asrın ikinci yarısında aldıkları mağlubiyetlere rağmen, gururlarını ön plana çıkararak bu
gelişmelere sırt çevirdiler. Oysaki Mora harbi, düzenli bir ordunun ne işler
yapabileceğini açıkça ortaya koymuştu. Ancak sebep her ne olursa olsun, yeniçeriler:
“Biz talim istemeyiz, kadim usulümüzden şaşmayız, testiye tüfek atar, keçeye kılıç
çalarız” sözünü söyleyip başka bir şey istemiyorlardı. Bu sebeple, yapılmak istenen
reformların önünde kemikleşmiş bir engel oluşturuyorlardı.
Kabakçı Mustafa isyanı sonucu III. Selim’in tahttan indirilip öldürülmesi ve
Alemdâr Mustafa Paşa’nın da öldürülmesi gibi olaylar, Yeniçeri Ocağı’nın bizatihi
devlet için ne kadar büyük bir tehlike oluşturduğu gerçeğinin en bariz gösterisiydi.
Ocak, devletle pazarlık edecek derecede siyasî bir hüviyet kazanmıştı. Haliyle bu
durum, devletin varlığı, bağımsızlığı ve politik geleceği açısından büyük bir tehlike arz
ediyordu. Eşkinci Ocağı’nın kurulmasına müteakip yeniçeriler, bardağın son damlasını
taşırırcasına yapmış oldukları davranışlar üzerine, o tarihe kadar ocağın ıslah
edilebileceğinden ümitli olanlar bile ümitlerini yitirmişlerdi. Umum halk ile beraber,
onlarda artık ocağın ilga edilmesi düşüncesini destekliyorlardı.
138
Tüm bu gelişmeler üzerine, Sadrâzam, Şeyhülislâm ve diğer ileri gelen devlet
adamları sarayda bir araya geldiler. Sadrâzam; topçu, kumbaracı, arabacı ve tersane
ocaklarına, Şeyhülislâm da; müderrislere, şeyhlere ve talebe-i ulemâya saraya gelmeleri
için haber gönderdiler. Herkes kendi taraftarlarını toplamaya çalışırken bir taraftan da
ocak ile saray arasında müzakereler başlamıştı.
Âsiler saraya şöyle haber gönderiyorlardı: “Biz bu talimi istemiyoruz. Eski
usulümüz, testiye kurşun atmak, keçeye pala çalmaktır. Bu usule bağlı kalmak istiyoruz.
Talim işini kararlaştırmış olanların başları muradımızdır.”
Saray ise, Sadrâzamın ifadesiyle, hem ikna edici hem de sert bir üslupla, şu
şekilde karşılık vermiştir: “Yeni talim sistemi şeriata, akla ve mantığa uygundur.
Herkesin söz birliği ve ulemânın müsaadesi ile kabul edildi. İmparatorluğun menfaati ve
şerefi bu talimin yapılmasını emretmektedir. Buna karşı gelmek devlete isyan etmekten
başka bir şey değildir. Âsileri kahretmeye kâdiriz ve hazırız.”
Bu cevap karşısında çılgına dönen âsiler, cinayetler işlemeye başladılar. Pâdişah,
Beşiktaş’tan Topkapı’ya gelerek Sadrâzam ve devlet adamlarını huzura kabul ettikten
sonra savaş kararlarını görüşmeye başladılar. Sultan II. Mahmud’un şu sözleri ne kadar
azimli ve kararlı olduğunu ifade etmektedir.
“Tahta çıktığımdan beri Allah’ın yardımıyla, din ve devletime hizmet etmek için
nasıl çalıştığımı hepiniz biliyorsunuz. Yeniçerilerin ihtilallerle tahtıma saldırışlarını da
biliyorsunuz. Ben kan dökülmesini önlemek için suçlarını bağışladıktan başka, onlara
her türlü iyilikler yaptım. Son zamanlarda talim yapılmasını kabul ettiklerini gösteren
bir mukavele imzaladılar. Şimdi bu imzalarını çiğniyorlar. Hâlbuki mukavele, din ve
devlet adamlarım tarafından da tasdik edilmişti. Yeniçerilerin bu hareketleri ve şimdiki
istekleri Pâdişahlarına karşı bir isyan değil midir? Bu âsileri cezalandırmak ve isyanı
bastırmak için şeriatımızın gösterdiği yol nedir?” Onun bu sözlerine, ulemâ şu ayetle
mukabelede bulunmuştur: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa
aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar
saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte)
139
adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah (cc.), âdil davrananları sever.* Ayet-i Kerime’sini,
fetva takip ettikten sonra hazır bulunanlar: Kararımız Pâdişahımız efendimizin uğrunda
savaşmak ve ölmektir. Allah büyüktür ve doğruların yardımcısıdır.” dediler.
Bunun üzerine Sadrâzam, Pâdişahtan Sancak-ı Şerif’in çıkarılmasını rica edince
Sultan II. Mahmud biraz duraksadı. Herkes heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Bu esnada
ulemâdan Abdurrahman Efendi elindeki tespihi yere vurarak şöyle bağırdı. “Bu din ve
devletin devam ve bekası murad-ı ilahi ise, o habisleri mahvederiz. Değil ise, bu din ve
devlet yolunda mahvolup gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?” Bu sözler herkesi
duygulandırdı ve Sultan Mahmud, yaşlı gözleriyle Sancak-ı Şerif’i çıkararak Sadrâzama
verdi. Münâdiler, bu olayı İstanbul’un her tarafına duyurarak İslam olanlarını sancak
altında toplanmaya davet ettiler.227
Sonuçta, ulemâ dâhil devletin zirvesinde bulunan herkes Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılması yönünde ittifakla karar almıştı. Yeniçerilerin zulmünden yaka silkeleyen
İstanbul halkı da, verilen bu ilga kararını desteklediğini, açılan “sancak-ı şerif” altına
akın akın gelmekle gösteriyordu.
Tüm bu gelişmelerden önce, Eşkinci Ocağı’nın kurulmasıyla yeniçerilere son bir
fırsat daha verilmiş olunuyordu. Ancak onlar, bu son fırsatı da teperek 9 Zilka’de
1241/15 Haziran 1826 tarihinde güneş battıktan sonra son bir kez daha olmak üzere
kazan kaldırmışlardı. Daha sonra, gece yarısı etrafa kurşun sıkarak ağa kapısına doğru
harekete geçtiler. Maksatları, Yeniçeri Ağası Celaleddin Ağa’yı gafil bir şekilde
yakalayıp öldürmekti. Fakat bunda muvaffak olamadılar. Bunun üzerine, talim ve
eğitim fikrini kabul etmiş olan tüm devlet adamlarının konaklarına doğru harekete
geçtiler. Bu esnada, Sultan II. Mahmud Beşiktaş sarayında bulunuyordu. Sadrâzam son
gelişmelerden kendisini haberdar edince, acele saltanat kayığına binerek Topkapı
Sarayı’na geçti. Burada toplantı halinde bulunan devlet erkânı, Pâdişahı karşıladıktan
sonra alınması gereken tedbirleri görüşmeye başlamışlardı. Pâdişah, önce Sadrâzam ile
Şeyhülislâmı kabul etmiş. Sonra da ulemâ ile devletin diğer erkânını huzura kabul
* Kur’an, el-Hucurât, 9. 227 . Karal, age., V, 147-148.
140
ederek gayet beliğ ve hararetli bir dille, memleketin selameti için son çarenin, ocağın
kaldırılması olduğuna işaret eden şu sorusunu sormuştur.
“İbtida-i cülusumdan beri ıslahatlarına himmetle, kusurlarına ve günahlarına
bakmayup enva-ı lütfuma şâyan eylemiş ve bu defaki talim-i asker emr-i meşruuna
rızalarıyla şürû’ olunmuşken bu kere tasaddi ettikleri hareket-i bağiyâneleri hakkında
muktezayı şer-i şerif ne vech iledir?”228 Bu soru üzerine, Kuran’ın emri gereğince
öldürülmelerine fetva verildi.
Görüldüğü üzere meşveret-i amme toplantısından Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasına yönelik karar ittifakla çıkmıştır. Ancak Pâdişah, yine de kan dökülmesini
istemediği için bir tereddüt geçirmişti. Kürt Abdurrahman Efendi’nin celadetle ileri
atılarak, devletin bekası Allah’ın muradı ise, eşkıyanın mahvedileceğini veyahutta hep
beraber yok olup gideceklerini söylerken sert bir hareketle yumruğunu yere vurmuştu.
Bu sert hareketi üzerine elindeki tespih taneleri koparak dağılmıştı. Onun bu âni çıkışı,
sessiz bir bekleyiş içinde olan kalabalığa büyük bir şok dalgası yaparak kıvılcım
olmuştu. Böylece yeniçeriler, taraftarlarını et meydanına davet ederken, hükümet de
halkı sancak-ı şerif altına çağırıyordu. Nitekim üç bin civarında medrese talebesi ile
halk, akın akın sarayın önünde toplanmaya başladı.
Sancak-ı Şerif, tekbir sesleri ile birlikte Topkapı Sarayı’ndan alınarak Sultan
Ahmed Camii’ne götürülmüş, Sadrâzam Mehmed Selim Paşa ile Şeyhülislâm Kadızâde
Mehmed Tahir Efendi sancağı camiinin minberine yerleştirmişler ve böylece “Ehl-i ırz
ve ehl-i iman”, sancağın altında toplanmaya davet edilmişti.
Şehrin Bayezid, Divânyolu ve Uzunçarşı semtlerini tutmuş olan yeniçerilerde
son kozlarını oynuyorlardı. II. Mahmud, Hüseyin Paşa’nın kumandasında olan
ordusuna, isyancıların ortadan kaldırılması emrini verdi. Bu emir üzerine Ağa Hüseyin
Paşa ve İzzet Mehmed Paşa kendi sekbân, topçu, humbaracı, lağımcı ve kalyoncu
askerleri ile Sultanahmed Meydanı’ndan hareket etti. Ağa Hüseyin Paşa topçu askeriyle
228 . Z. Kazıcı, İslâm Tarihi, XIII, 443.
141
Divanyolu’ndan, İzzet Mehmet Paşa kumbaracı, lağımcı ve kalyoncu askerleriyle
Saraçhane tarafından Etmeydanı istikametine yol aldılar. Bu düzenli birliklerin
gerisinden de silahlandırılmış halk geliyordu. Sultanın bu ordusu, Et meydanı ile
yeniçeri kışlalarını tamamen kuşatarak her taraftan ateş altına aldı. Şehirde bir sokak
muharebesi başlamıştı. Bir koldan Kara Cehennem İbrahim Paşa, diğer koldan
Baruthâne Nâzırı Necip Efendi ile arkadaşları, âsileri kışlalarına çekilmeye mecbur
ettiler.
Yeniçeriler, 1807 ve 1808 isyanlarında yaptıkları gibi saldırıya geçmeyip bu
sefer savunmayı tercih ettiler. Kendi kuvvetlerine çok güvendikleri için, Etmeydanı’na
çekilip Sancağın altında toplanmaya giden halka hiçbir müdahalede bulunmadılar.
Divânyolu, Kapalıçarşı ve Bayezid taraflarında bulunan öncü kuvvetleriyle
Etmeydanı’nı güvenlik altına aldıklarını düşündüler. Halbuki Sancak-ı Şerif altında
toplananların harekete geçmesi, onların bu öncü birliklerinin çekilmesi için yeterli oldu.
Sadece Hüseyin Paşa’nın komutasındaki topçu kuvvetler, Horhor Çeşmesi yakınlarında
bir mukavemetle karşılaştılar. Bu mukavemette, topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim
Ağa’nın gayreti ile aşıldı. Sonunda çeşitli yollardan gelen birliklerle, Etmeydanı ve
diğer yeniçeri kışlaları çembere alındı. Bir türlü hücuma geçmeyen yeniçerilere teslim
olmaları teklif edildi. Fakat onlar bu teklifi reddettiler. Bunun üzerine toplar ateşlendi.
Bu ilk ateşin tesiriyle büyük kışla kapısının bir kanadı kırıldı. Kırılan kapının diğer
kanadını da Mustafa adında bir topçu eri hayatını tehlikeye atarak açmayı başardı.
Topçular, başlarında Karacehennem İbrahim Ağa olduğu halde Etmeydanı’na girdiler.
Yeniçeriler, açılan toplardan iyice yıpranmışlar ve kışlaları da yanmaya başlamıştı.
Neye uğradıklarını şaşıran yeniçeriler büyük bir panikle, canlarını kurtarabilmek için
etrafa kaçışmaya başladılar. Bu kısa savaş, yeniçeri isyanının sonu oldu. Asırlarca
Osmanlının medarı iftiharı olan yeniçeriler, amaçlarından sapmalarının bedeli olarak
birkaç saatte yok oldular.229
Böylece 9 Zilka’de 1241/15 Haziran 1826’da başlayan harekâtla asırlar önce
kurulmuş olan Yeniçeri Ocağı, birkaç günde kaldırıldı. Çatışmalar esnasında İstanbul’da
229 . Karal, age., V, 148-149.
142
takriben 6–10 bin civarında yeniçeri öldürülmüştü. Şayet buna taşrada öldürülenlerde
ilave edilecek olursa, bu sayı yirmi bin civarına ulaşmaktadır. Pâdişah taraftarlarının
kaybı ise 2500 ölü ile 5500 yaralı olmuştur. Bu olay Osmanlı tarihinde “Vak’a-i
Hayriyye” (hayırlı olay) olarak isimlendirilmiştir.
Harekâtın başlamasından iki gün sonra (11 Zilka’de 1241/17 Haziran 1826)
toplanan devlet erkânı ile ulemâ meclisinde yeniçeriliğin kaldırılmasına dair alınan
karar, ferman haline getirilerek Sultanahmet Camii’nde okundu. Daha sonra da her
tarafa gönderildi. Yeniçerilerin bertaraf edildiği haberi her tarafta sevinç ile karşılandı.
Yeniçerilerin yapmış oldukları kötülüklerin anlatıldığı, II. Mahmud’un yayınlamış
olduğu hatt-ı hümâyun İstanbul’da olduğu gibi Anadolu ve Rumeli vilayetlerinde de
yayınlandı. Bunu yanında Sadrâzam’da valilere, vilayetlerdeki Yeniçeri Ocaklarının
sönmesi için özel talimat gönderdi. Buna göre yeniçeriler kazanlarını teslim edecekler
ve bulundukları kaleleri terk edeceklerdi. Bundan böyle yeniçeri kelimesi dahi telaffuz
edilmeyecek, yeniçeriler lehinde söz söylemeye cüret edenler ağır cezalara
çarptırılacaklardı.
Yeniçerilerin İlgasına Dair Fermân-ı Âlî:
“Cümle Ümmet-i Muhammed’e malumdur ki, bu din-i mubîni Devlet-i
Muhammediyye feyz-i bârinin bidayet zuhûru ve ba’dehu şark ve garbı ihata
etmesi mutlaken şeriat-i mutahhare ve seyf-i cihad sayesinde olup cemî zamanda
a’dâ-i dine mukabil olacak asâkir-i müslimin ve guzât-ı muvahhidenin
vücudundan lâbud olduğundan velinimetimiz olan bu Devlet-i Alîyye-i Ebedid-
devama mukaddema yeniçeri ocağı tanzim olunup ezmân-ı sabıkada geçen
yeniçeri askerleri vardıkları cihet ve gazada düşmana göğüs vererek gösterdikleri
sebat ve metanet ve ülü’l emre inkıyad ve itaatleri sebebiyle yüzlerinden bunca
fütühat zuhura gelmiş ise de giderek içlerine uygunsuz adamlar ve türlü türlü
fesat karışıp ve eski itaatleri itaatsizliğe mübeddel olup yüz seneden beri gittikleri
seferlerde aslı yoktan türlü türlü erâcif peydasıyla teşettüt ve adem-i itaatleri
cihetiyle firar an’iz-zahf ârını irtikab ederek bunca kılâ’ ve memalikin iyade-i
a’dâda kalmasına sebep olduklarından ve a’dâ-yı din dahi bu halimizi gördükçe
millet-i islamiyyenin bütün bütün acz-ü teşettütüne haml ile maazallahu teâlâ
143
bida-i münevvere-i islamiyye-i külliyyen şikest etmek daiyesiyle refte refte
metâlib ve iddialarını artırarak günden güne fenalaşıp dört tarafımıza a’dâ
kuşatmak derecesine vardığından bu halde bizler dahi gayret-i islamiyyeyi ele
alıp dinimiz uğrnda düşmanlarımızın hakkından gelecek suretle çaresini bulmak
farz derecesine varmış ve şimdiye kadar vaki olan seferlerde biddefaat müşahade
ve tecrübe olunduğu vechile a’dânın kolaylıkla galebe sureti mücerred muallem
asker a’mâlinden neşet eylediği tebeyyün eylemiş olduğuna binaen iki yüz iki
seferinden sonra ve gerek muahharen iki defa asker tertibine zaruri teşebbüs
olunmuşken yeniçeri taifesi hem kendileri işe yaramayıp ve hem bunları
istemeyerek ictisar eyledikleri kıyam ve hareketleri sebebiyle ol ol tertibleri ta’til
ve ilga ettirmiş olduklarından başka şimdiye biddefaat mütecasir oldukları vak’a-
i şenialar sebebiyle ruh-u âlem mesâbesinde olan birkaç pâdişah-ı merhumun
telefine dahi bais olmuşlardır. Hal böyleyken bunlara kadim ocak nazariyle
bakılarak bekâları hakkında bir şey denilmeyip bu ana kadar canları ister ise itaat
ve istemezler ise fesat ve şekâvet etmekliği adet ettiklerinden her ne kadar kendi
aramızda tahammül olunagelmişse dene fayda, dinimiz düşmanları tek durmayup
bizim bu halimizi gördükçe fırsat adıyla etrafımızı alarak Allahu Teâlâ hıfz
eylesin külliyen mağlubiyetimize çalışmakta olduklarına binaen geçende bu
keyfiyetler bâb-ı fetvapenâhide akdolunan meclis-i şûrada cümle vüzerâ-i kiram
ve ulemâ-i a’lam ve rical ve yine ocak-ı mezkurun mecmu’ zabıtani hazır
oldukları halde cümleye beyan ve enba ve taraf-ı şer’-i şeriften isticvab ve istifta
olunarak nihayeti’l-emr kıbel-i şer’-i enverden verilen fetvayı şerife ve umumen
hatm-i imza olunan hüccet-i şer’iyye mucibince mücerred ihya-i kelimetullahi’l-
ulyâ niyet-i hâlisasiyle a’dânın medâr-ı galebesi olan hil u hud’asına mukabil
asâkir-i islamiyye dahi evvela iltizam-ı diyanet ve itaat ve saniyen ta’lim ve
teallüm ile kesb-i mahâret etmekden gayri çare olmadığı zahir olmak cihetiyle
vaki’ olan ittifak-ı umum ve icma’-i ümmet vechile Yeniçeri Ocağı’ndan kadim
usul ve kanunların hiç birisine halel gelmemek üzere fakat beher ortadan yüz
ellişer nefer ulufeli eşkinci neferatı tahrir olunmasına karar verilmiş ve ol vechile
beytü’l mâl-i müsliminden bu kadar akçe ve ulufe sarfı zaruri ihtiyar olunarak
tahrire başlanıp bir taraftan dahi kimesnenin kadim esame ve yevmiyesine halel
gelmeyip ve bu ittifak-ı umum ve icma-i ümmete muhalif her kim söz söyler ve
hılaf-ı hareket ederse fetvayı şerife mucibince cezası tertib olunacağı cümleye
ilan ve işa’at olunmuş ve ba’dehû geçen hafta ta’lim ve taallümüne bed’ ile
144
yazılan neferâta esliha ve elbiseler verilmişken bu kadar olunan tenbihât-ı
diniyye ve vesaya-yı şeriyyenin yine faydası olmayarak evvelki Perşembe gecesi
ayaklanıp ibtida Ağa Kapısı ve sonra Babıali ve sair mahalleri basıp yağma ve
ğarât ve ellerine geçen Mushaf-ı şerifi bıçakla yaralayıp türlü türlü şenahat ve
fezahat birle güya ta’lim ve teallümü istemeyiz diyerek izhar-ı bağy ve tuğyan ve
bu babde şeriat-ı mutahharaya ve fetvayı şeriyyeye ve devlet-i Alîyy’ye ve
ulemâ-i a’lâm itaat ve inkıyatları olmadığını ilan ve Devlet-i Alîyye’nin ta’lim-i
şer-î için ellerine verdiği eslihayı bîmehâba Devlet-i Âlîyye-i Muhammediyye
aleyhine imal ederek hurûc ale’s-sultan fezihasına ictisar ve isyan etmiş
olduklarına mebni bunların bu hareketleri din ve mezhepten hariç bir keyfiyet
olduğundan sâbık ve lâhık semahatli şuyûh-ı İslam Efendiler ve sudûr-i kiram ve
bilcümle ulemâ-yı a’lam kesserahumullahu ilâ yevmi’l-kıyam ve rical ve
hademe-i devlet ve sair Ümmet-i Muhammed saray-ı hümâyûna vürûd ve ictima
ederek Livayı Saâdet iltivayı Hazreti Sultan-ı Enbiya aleyhi efdalü’s-salâti ve’t-
tehayayı alıp Sultan Ahmed Camii şerifine ihraç ve cümlesi oraya cem’ ile
Ümmet-i Muhammed’den ve ehl-i iman olanlar Sancak-ı Rasulullah altına gelip
kitab ve şeriatın hükmüne iltica etmeleri taraf taraf dellallar sevkiyle nida
ettirilmiş ve din-u imanı olan kaffe-i Ümmet-i Muhammed can ve baş ile seğirtib
gelmiş ise de eşkıya güruhu cemiyatgâh şekavetlerinde ısrar ve din-u devlet-e
karşı durup ehl-i ırz güruhu olan bunca ehl-i iman-ı ayaklar altında paymal
edecek böyle bir şenaat-ı azimeye cüret ve ictisar etmiş olduklarından ber
muktezayı şer-i şerif demleri heder olmak üzere üzerlerine memur tayiniyle
kışlaları ihrak olunarak nihayet Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kendilerini
şeriat kılıcına uğratıp cezayı amellerini bulmuşlardır. Şöyle ki: Bu fesâd-ı azim
zahirde bir takım erazil ve işkıyanın işi görünmüş ise de yine ocaklıdan bir takım
müfsid ve muharrik ve bedhah din u devlet makuleleri iç yüzünde bunlara padaş
olarak bu ihtilal ve cemiyet anların başı altından olduğu bittahkik her biri isim ve
resmiyle ahz ve muktezayı şer-i şerif üzere cezaları tertib olunmuş ve bir taraftan
dahi asıl işkıya güruhundan su-i hareketleri mutehakkık olanlar tutularak
mücazat-ı layıkaları icra olunmakta olup ancak bu ana kadar bunca vakıattan
ma’lüm ve mütebeyyin olmuştur ki Yeniçeri Ocağı’nın ibtidayı va’dında maksud
olan yararlılık ve itaat kazıyyesi bir vakitten beri bilakis yaramazlık ve şekâvete
mübeddel olarak hâsılı yeniçerilik nâmı ve yoldaşlık unvanı bayağı işkıyalığa
melce’ demek suretine varıp ve yaramızı ehl-i ırzına galebe edip hatta bu defa
145
tutulup siyaset olanların içlerinde kefereden kolunda hem yetmiş beş nişanı ve
hem gavur haçı bulunarak içlerine ecnâs-ı muhtelife karışmış ve bundan sonra
dahi bunların bekayı namları ile beraber her ne güne tedbir olunsa müfid ve
müsmir olmayacağı tebeyyün etmiş olmaktan nâşi bugün Sultan Ahmed Camii
şerifinde Sancak-ı şerif altına müctema olan şuyuhu İslam hazeratı ve bilcümle
sudur-i kiram ve ulema-yı a’lam ve mecmu’-ı hayırhah din u devlet beyninde ber
muktezayı şer-i şerif vaki’ olan ittifak-ı ârâ mucibince salah-ı hal-ı âlem için
ocağın isim ve resmi tebdil ve kânı kânûn-ı kadimi âhar heyetle tecdid olunarak
fîmâba’d yeniçerilerin namı külliyen ortadan kalkıp anın yerine Asâkir-i
Mansûre-i Muhammediyye unvaniyle din ü devlete yarayacak ve gaza ve cihadda
düşmana cevap verecek kifayet miktarı asakir tahrir ve tertib olunmuş ve halen
hüdavendigar sancağı mutasarrıfı vezir-i mükrem saadetlü Hüseyin Paşa
hazretleri üzerlerine serasker nasbıyla Ağa Kapısı’nda ikamet etmek ve fîmâba’d
Ağa Kapısı’nın ismi tağyir ile elsine-i âmmede “Serasker Kapısı” unvanı
söylenmek ve ba’dezin bina olunacak kışlalarda ve kolluklarda işbu asâkir-i
mürettebe ikame olunmak ve yeniçeri ağalığı ve katar ağavatı ve bölük ağalıkları
kezalik külliyen lağv ve imha olunarak halen yeniçeri ağası olan Mehmed
Ağa’ya Mirahor-ı Evvel payesiyle dergah-ı ali kapıcıbaşılığı ihsan ve kul
kethüdası ağaya rütbe-i mirimirânî ile vezir-i müşarun ileyhin maiyetine ta’yin ve
zağarcı ve saksoncu başılara dergah-ı mualla kapıcı başılıkları vesair mevcut olan
sadakatkâr bölük ağalarına hassa silahşörlükleri ve hal-i halince atâya-yı seniyye
ihsan ve çerağ ve yaya beyliğine mutasarrıf olanlar fimaba’d sair züema misillü
Devlet-i Alîyye’nin hıdemat-ı seniyyesinde istihdam kılınmak ve yeniçeri
ocağından yevmiye ve esameye mutasarrıf olanların saye-i merhametvaye-i
hazret-i pâdişahîde kat’an verdikleri akçelerine halel gelmeyerek ibraz edecekleri
memhurları mucibince herkesin dahili icmal olarak mutasarrıf olduğu
yeviyyesine mükafat olunup öylece verilerek ömürleri oldukça mütemetti olmak
ve bundan böyle mecmû-i ehl-i İslâm ve küçük büyük ümmet-i Muhammed ve
ulemâ ve sair ocaklar halkı ve umum nas bir vücut gibi olup birbirlerine din
karındaşı nazarıyla bakarak miyanede ayrılık ve gayrılık olmamak ve büyükler
küçüklerine rahm ve şefkat gözüyle bakıp küçükler dahi büyüklerine herhalde
ınkıyad ve itaat etmek vâsıl-ı maksud-ı samimi ve cümleye farz-ı ayn olan i’lâ-yı
kelimetullahi’l-muîn ve ihya-yı din-i şeriat-ı Hazret-i Seyyidi’l-Mürselin emrinde
ittifak-ı amme ile ihtiyar ve teşebbüs olunan maslahat-ı hayriyyede kaffe-i ehl-i
146
iman ilâ maşaallahu teâlâ böylece müttefik ve müttehit olup zinhar hiçbir fert
hilaf-ı hareket ve muhalif söz söylemeye cüret etmemek ve ederi olur ise vebali
boynuna derhal seyf-i şeraitle hakkından gelinmek üzere müste’înien bitevfiki’l-
lâhi teâlâ ittifak-ı amme ile karar verilmiş ve hemen iktizalarının icrasına şurû’ ve
mübaşeret olunmuş ve ve bu vech ile Rumeli ve Anadolu’nun üçer kollarına ve
bilcümle memalik-i mahruseye evâmir-i âliyye ısdariyle neşr ve ilan olunmakla
imdi bilcümle mahallat imamlarını huzur-u şer’e celb ve cem’ ile keyfiyeti
tefhim ve işbu fermân-ı âlînin birer kıt’a mümdi suretlerini çıkarıp yedlerine i’tâ
ederek her biri varıp mahallesi cami ve mescidlerinde ahaliye kıraat edip bu
babda mücerred ihya-i din ü Devlet-i Alîyye-i Muhammediyye ve ıslah-ı ahvâl-i
millet-i islamiyye için Kitap ve şeriat hükmünce fimaba’d yeniçerilerin nâmı
külliyyen kalktığını ve anın yerine tecdid-i kanun suretiyle Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediyye unvanıyla muallem neferat tahririne mübaşeret olunduğunu ve
hiçbir kimesnenin mutasarrıf olduğu ulufe ve esamisine kat’an zarar gelmeyerek
yani bervech muharrar memhurlarını ibraz edenlerin yevmiyeleri ne miktar ise
ba’deizin dahi mükafat ve ihsan ve inayet buyurulacağını ve bu cihetlerle din ve
imanı olanlar ve kitabullaha ve şeriat-i mutahharaya itaat ve inkıyad edenler bu
hususun kadr u şükrünü belerek saye-i şevketvaye-i hazreti pâdişahide mesrurul-
bâl ve müsterihül-hâl hemen daavat-i hayriyye-i cenab-ı zillullâhiye meşgul
olmalarını her birinin gûşhûşlarına gereği gibi tefhim ve telkin ve hılafına söz
söyleyenler dünya ve ahrette kahr u hüsrana mübtela olacaklarını dahi güzelce
beyan ve teybin eylemelerini tenbih ederek siz dahi hususa taraf-ı şer’i enverden
aled-devam dikkat ve nezaret ve herhalde icray-ı muktezayı şer-i şerife ihtimam
ve dikkat eyleyesiniz.”230
Böylece beş asırlık bir teşkilat fiilen ve resmen ortadan kaldırılmış oldu.
Pâdişah, olayın haftasında selamlığa çıktığınca Yeniçeri Ocağı’nı temsil eden hiç kimse
yoktu. Buna mukabil “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adında yeni bir ordu vardı.
Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra onları hatırlatacak olan
her türlü işaret, rütbe, elkab, unvan, nişan vs. sembolleri de ortadan kaldırmıştı. Ocağın
230 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 267–271.
147
kaldırılmasıyla Ağa Kapısıda “Bâb-ı Fetva”ya (Şeyhülislâmlık) devredildi. Böylece ilga
keyfiyeti, resmî ve psikolojik bir darbe ile teyit edilerek sona ermiş oldu.231
Beş asra yakın bir süre Devlet-i Âlîyye’nin hizmetinde bulunmuş olan Yeniçeri
Ocağı, dört beş saat gibi kısa bir süre zarfında kaldırılarak tarihe gömülmüştü. Zamanın
meşhur şairi Keçecizâde İzzet Molla, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışını şu meşhur
mısralarla dile getirir.
“Tecemmu’ eyledi meydân-ı lahme
Edip küfrân-ı ni’met nice bâği
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrildi söndürdü ocağı”232
Demek suretiyle Yeniçerilerin, bizâtihi kendi elleriyle kendilerini bu hale
düşürdüklerini veciz bir şekilde izah etmiştir.
Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan bir müddet sonra, ocağın manevi kanadını
oluşturan Bektaşîlik tarikatı da yasaklandı. Her ne kadar Bektaşîlik ile ocak arasında
tarihi açıdan net bir bağ bulunmasa da, özellikle ocakta yozlaşma başladıktan sonra
gözle görülür bir irtibat bulunmaktaydı. Sonuçta aynı fikirlere sahiptiler. Bektaşîler de
her türlü yeniliğe düşmandı. Bu itibarla, yeniçeri isyanlarında hep onlarla işbirliği
yapıyorlardı. Ayrıca Bektaşîler, halkın aşağı kesimleri ile iç içe oldukları için Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasını onlara kötü olarak gösterip aleyhte propaganda yapabilirlerdi.
Bektaşîler, dine aykırı törenler icra ettikleri için ulemâ ile diğer tarikatlar, bu
hususta Pâdişahı desteklemişler ve böylece Bektaşîlik tarikatı yasaklanmıştı. Altmış
yıldan önce yapılmış tekkeleri hariç olmak üzere diğerleri yıktırıldı. Eski olanlar, tarihî
olarak kabul edildikleri için yıkılmadı. Râfızî ve mülhid (Allah’ı inkâr eden, dinsiz,
231 . Bu konuda geniş bilgi için bk. Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, s. 66–72; Lütfi, Tarih, İstanbul 1319, I, 134-136; M. Nuri Paşa, Netâyicü’l Vukuât, I, 140-143; Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, I, 548–565; Danişmend, Kronoloji, IV, 109-111; Karal, age., V, 149; Beyhan, agm., Osmanlı, VII, 258–265; Ufuk Gülsoy, “Bir Ocak Böyle söndü” Tarih ve Düşünce (2000), VII, 26–31. 232. Cevdet Paşa, Tarih, XII, 165.
148
imansız) fikirlere sahip olan Bektaşîler, mürted (İrtidâd eden, İslâm dininden dönen
kimse) hükmünde olduklarından, bunlara dinî telkinde bulunulmasına ve ellerindeki
kitapların yeniden gözden geçirilmesine karar verildi. İstanbul ve civarındaki tekkelerde
menfi faaliyet gösteren bazı Bektaşîler, ulemâ diyarı olarak kabul edilen Kayseri, Birgi,
Hadim, Amasya ve Tire gibi yerlere sürgün edildiler. Bazı ileri gelenleri de İstanbul’da
idam edildi. Bununla beraber kendi halinde yaşayan ve kimseye zararı olmayanlara
dokunulmadı. Bektaşî tekkelerine ait mal ve mülklere de devlet tarafından el konuldu.
Bu mallar, cami, medrese, kervansaray ve hastane gibi hayır işlerinde kullanılmak üzere
bir bakıma yed-i emin (Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen kişi) vazifesi gören
ulemânın hizmetine sunulmuştur. Alınan bu tedbirler, Yeniçeri Ocağı’nın tekrar
hortlaması ihtimalini iyice azaltıyordu.
Yeniçeri Ocağı, kuruluşu ve gelişmesinde kanunnâmeler çerçevesinde hareket
eden konumunu zaman içerisinde kaybederek çıkarından başka değer tanımayan politik
bir unsur halini almıştı. Eski Yeniçeri Ocağı ile bu ocak arasında bazı âdetlerle, isim
benzerliğinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Ocak, faydalı olsun olmasın her türlü
yeniliğe düşman kesilmişti. Dolayısıyla II. Mahmud, ocağı kaldırdıktan sonra yaptığı
yenilik çalışmalarının kısmen de olsa başarıya ulaşmasında, yeniçerilerin yok
edilmesinin rolü çok büyüktür.233
Hemen her savaşta yenilen, harbe gitmek istemeyen, toplumda hiçbir
yükümlülük ve kural tanımayan fakat menfaatleri söz konusu olunca her türlü yola
müracaat eden yeniçerilerin bu tutumları, onların halk ve devlet nezdinde, ocakları
ortadan kaldırılmadıkça devletin kurtuluşunun mümkün olmayacağı kanaatinin
oluşmasına sebep olmuştur. İşte tarihte “Vak’a-i Hayriyye” diye şöhret bulan Yeniçeri
Ocağı’nın ortadan kaldırılması olayı, efkâr-ı umûmîyenin bu nevi kanaati ve olgunluğu
sayesinde mümkün olmuştur.234 Fakat bu ocağın kaldırılışından sonraki gelişmeleri göz
önüne alacak olursak, varlığından daha çok kaldırılışının devlete zarar verdiğini
görürüz. Esas marifet, yirmi binlerle ifade edilen miktarda insanın ölümüne sebep
olmayacak bir çözüm yolunun bulunmasıdır. Zayiatın çok fazla olması ister istemez tüm
233 . Bilgi için bk. Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, s. 210-213; Karal, age., V, 150; Shaw, age., II, 48. 234 . Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987, s. 160–161.
149
toplum üzerinde olumsuz nahoş bir havanın esmesine sebep olmuştur. Halbuki Yeniçeri
Ocağı kendi bünyesinde revize edilmiş olsaydı, devletin mukadderatı daha olumlu
gelişmelere sahne olacaktı.
Yeniçeri Ocağı her ne kadar ıslah edilmeye çalışılmış olsa da bu mümkün
olmamıştır. Zira bir kurum bir kere bozuldu mu ıslah olması çok zordur. Tıpkı bulanmış
suyun eski haline dönmesinin zorluğu gibi.
Bu ocağın ilga edilmesi hakikaten hayır mı getirmiş yoksa şer mi? Bu sorunun
cevabı biraz da bakış açısına göre değişiklik arz edeceği muhakkaktır. Meseleye sadece
ıslahat açısından ve yeniçerilerin çirkeflikleri açısından bakılacak olursa hakikaten
hayırlı bir olaydır. Fakat bu ocağın yok edilmesinden sonra devletin cephelerde almış
olduğu yenilgiler, beraberinde gelen toprak kayıpları, derken isyanlar vs. tüm bu
olumsuzluklara bakacak olursak çok farklı bir noktaya varırız. Zira Engelhardt eserinde
bu konuya dair şöyle der: “Sultan Mahmud, kendi nüfuz ve hâkimiyetine muhalif ve
düşman olanlar ile giriştiği mübarezede mahir bir siyasî gibi hareket etmekle beraber,
ihraz ettiği muzafferiyetin kendine tahmil ettiği müceddilen vazifesini bihak ifadan aciz
kaldığı çok geçmeden anlaşılmıştı.”235
III. Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye’nin Kuruluşu
Osmanlı Devleti, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı sıralarda her ne kadar buhranlı
ve sıkıntılı günler geçiriyor olsa da, hala üç kıta üzerinde ülkelere sahip bulunuyordu.
Ancak devlet mevcut konumunu koruyacak dinamiklerden yoksundu. Bir taraftan
Yunan isyanları sürüp gitmekteydi. Bu nedenle Pâdişah, Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasıyla oluşan boşluğu doldurmak için ivedi yeni bir ordu kurma çalışmalarına
girişti.
II. Mahmud, XVI. Yüzyıl sonlarında bozulmaya başlayan, XVIII. ve XIX.
yüzyıllarda artık disiplin ve düzenin kalmadığı bir isyan yuvası haline gelen Yeniçeri
235 . Edouard Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, trc. Ali Reşad, İstanbul 1328, s. 19.
150
Ocağı’nı kaldırmak için epey bir süre beklemişti. Ocağı içeriden elde etmek amacıyla iş
başına kendi fikrine yakın olanları geçirerek çok mâhir bir siyaset izlemiştir. Bu
doğrultuda hareket eden Pâdişah, kendi düşüncesine yakın olan ocak ağası, Ağa
Hüseyin Paşa’nın da yardımıyla ocağı lağvederek amacında muvaffak olmuştu. Bunun
yerine de Hz. Peygamber (s.a.v)’in ismine izafeten “Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediyye” adı verilen yeni bir askerî teşkilat kurmuştur. Avrupa usulünde
kurulacak olan bu ocağın başına Ağa Hüseyin Paşa, Kocaeli ve Hüdavendigâr
sancakları ile Karadeniz ve Rumeli sahili muhafızlığı olmak üzere Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediyye seraskerliğine atandı.236
Bu ordunun kuruluşu, o buhranlı günlerin şartları yüzünden biraz aceleye
getirilmişti. Bu sebeple arzu edildiği gibi askerler yetiştirilemiyordu. Bu nedenlerden
dolayı 1828–1829 Rus harbinde ve 1831-1833’deki Mısır orduları karşısında etkili
olunamamıştı. Ancak bu ordu, yeniçerilerin son zamanlarına göre üstünlüğünü, Rus ve
Mısır ordularına karşı iki yıl gibi uzunca bir süre direnmekle ispatlamıştı. Şunu da
belirtmek gerekirki muvazzaf askerin miktarı henüz yeterli değildi. Bu sebeple
kazalardan, genç yaşlı aranmaksızın asker toplanıyordu. Bunlardan yaşlı olanlar bir işe
yaramazken, gençlerin çoğu ise silah tutmasını dahi bilmiyordu. Memleketin müdafaası
için gerekli sayıda askerin toplanıp kışla ve karargâhlarda devamlı kalması ise devlete
büyük bir malî külfet yüklüyordu. İster istemez ülkedeki tarım da bundan nasibini
almıştı. Hem talimli askeri el altında bulunduracak, hem de ziraatla uğraşanların işlerini
aksatmayacak bir sistemin kurulması yoluna gidilerek Mansûre ordusunun
desteklenmesi ve ülkenin daha iyi müdafaa edilebilmesi için 1834 yılında “Redif-i
Asâkir-i Mansûre” adıyla yedek bir ordu kurulmuştu. Aynı yıl çıkarılan bir kanunnâme
ile taşrada redif birlikleri kurulmaya başlanmıştı. Bu birliklerin oluşturulmasından sonra
“Asâkir-i Mansûre” ifadesinin yerini “Asâkir-i Nizâmiyye” ifadesi almıştı. Bu ikinci
tâbir uzun yıllar kullanılmıştır. Nitekim günümüzde de “Nizâmiye” kelimesi
kullanılmakta olup, askerî kışlaların girişleri, hâlâ bu isimle adlandırılmaktadır.
236 . Geniş bilgi için bk. Abdülkadir Özcan, “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye” DİA., İstanbul 1991, III, 457–458; Karal, age., V, 150-151.
151
Kuruluşundan hemen sonra Asâkir-i Mansûre’ye kaydolmak için gerek
İstanbul’un içinden gerekse taşradan pek çok gönüllü çıkmıştı. Hazırlanan
nizâmnâmeye göre kim idüğü belirsizler ve yeni Müslüman olanlar bu teşkilata
alınmıyor, sadece şartları elverişli olanlar ile 15–30 yaşları arasındakiler alınıyordu.
Bununla birlikte kırk yaşına kadar olupta gücü kuvveti yerinde olanlar alınabileceklerdi.
Terfilerin çalışkanlık ve kıdem esasına göre yapıldığı Asâkir-i Mansûrede
emeklilik, on iki yıl hizmetten sonra mümkün olabilecekti. Önceden ekseriyetle para
karşılığı başkasına satılan esâmelerin yerine, bordrolara göre aylık verilecek ve maaş
almak için herkesin bizzat orada hazır bulunması gerekecekti. Emekliliğe hak kazanmış
olan kimselere aldıkları maaş kadar aylık bağlanacaktı. Yaşlılık veya sakatlılık
sebebiyle daha önce emekliye sevk edilenler ise durumlarına göre aylıklarının üçte
ikisini veya üçte birini alabileceklerdi. Terfilerde göz önüne alınan çalışkanlık, kabiliyet
ve başarılı bulunma sayesinde bir nefer başbinbaşılığa kadar yükselebilecekti.237
Osmanlı Devleti askerî esaslar üzerine kurulmuştur. Bu sebepten ötürü hemen
hemen tüm ıslâhat hareketlerine bu müesseseden başlanmıştı. Mevcut ıslâhatların
dışında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra “Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî” adında
kurulan bu ilk meclis, kişilerin askerlik vazifesiyle ilgili kuralları koymak, batı
devletleri tarafından yürütülen askerlik usûllerini incelemek ve askeriyenin gelişmesi
yolunda gerekli olan tedbirleri almakla mükellefti. Yine bu meclisler, gerektiğinde
memurların muhakemesini yapmak, hükümet ile kişi arasında çıkacak anlaşmazlık ve
davaları görmekle mükellefti. Ayrıca Sultan II. Mahmud, askerî ıslâhatlar
doğrultusunda “Mekteb-i Harbiye” (Harp Okulu)’yi de kurmuştur.238
Meşhur Osmanlı tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa, eserinde “Asâkir-i Mansûre
Kanunnâmesi”239 başlığı altında yeralan kanunun bir bölümü şöyledir.
237 . Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye hakkında daha geniş bilgi için bk. M. Şevket, age., II, 7–12; Shaw, age, II, 50–52; Kütükoğlu, “Sultan II. Mahmud Devri Yedek Ordusu: Redif-i Asâkir-i Mansûre” Tarih Enstitüsü Dergisi (1982), XII, 127–158. 238 . Lütfi, Tarih, V, 70; Karal, age., V, 153. 239 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 271–274.
152
Asâkir-i Mansûre Kanunnâmesi:
“Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye unvanında 15 yaşından 40 yaşına kadar
mechûlu’l-ahval ve mühtedi ve furûmâye olmayup onbeşer kuruş maaş ve zikri
âti ta’yinat ile tüvânâ ve mütenasibül-aza olmak ve sayfen ve şitaen ber vech-i
câi keyfiyetle bi’r-ruhsa gidenlerden maada bir neferi noksan bulmamak şartıyla
müceddeden tertib ve tahrir olunmakta hamis-i feyz-i enis-i muallem inşaallahu
Teâlâ tekessür ettikçe iktizasına bakılmak üzere evvel emirde Âsitane-i şevket
âşiyânede zâbıtandan maada 12 bin neferden ibaret bir ordu itibariyle tanzim ve
neferâtı mezkûre birinciden ta sekizinci tertibe ta’bir ile sekiz tertibe taksim
olunup her tertib maa zabitan bin beş yüz yirmi altı neferden ve her yüz nefer bir
safdan ibaret olub her safda mâhiye altmışer kuruş maaşla birer top ustası ve
otuzar kuruş maaşla birer top halifesi ve on beşer kuruşla sekiz topçi dörder
arabacı ve ikişer cephaneci neferatı ve meal edevâtıssaire birer top ve mahiye ve
yüz seksener kuruş maaş ile birer yüz başi ve yüz yirmişer kuruş maaş ile ikişer
yüz başimelazimi ve altmışer kuruş ile birer sancaktar ve çavuş ve otuzer kuruş
maaşla onar onbaşı ve her tertibde mahiye yedi yüz elli kuruş maaş ile birer
binbaşı olduğu gibi ikiyüz kuruş maaş ile birer topçu başı ve yüz kuruş ile birer
topçi çavuşi ve yüz elli kuruş ile birer arabaci başi ve seksen kuruş ile birer
arabaci çavuşi ve yüz otuz kuruş ile birer cephaneci başi ve altmışer kuruş ile
cephaneci çavuşi ve yüz kırk kuruş ile birer mehter başı ve altmış kuruş ile birer
zurnâzen başi ve ser etıbba-i sultani ma’rifetiyle birer hekim ve cerrah ve her bir
tertib sağ kol ve sol kol i’tibar ile ikiye munkısim olup dörder yüz kuruş maaşla
ağayi yemin ve ağayi yesar nâmiyle birer zabıt ve iki yüz elli kuruş ile mûmî
ileyhimaye birer melazim ve on beşer kuruşla ikişer surnâzen ve ikişer tablezen
ve ikişer sâde nukârezen ve ikişer zilzen ve ikişer ternepteci ve yirmişer kuruş ile
ikişer saka ve yüz elli kuruşla birer nefer kâtibi ve her bir safa me’vâlarında
(yurt-mesken) birer mekteb inşâsiyle günde birer nöbet kuran-ı azimuşşan ve ilmi
hallerini ta’lim içun İstanbul kadısi bulunanların marifetleriyle bil imtihan
mahiye otuzer kuruş maaşla birer imam nasb ve ta’yin olunub cemaatle eda-i
salâte ve ta’lim-i mesâil-i diniyeye hususlarına bilcümle zâbıtan taraflarından
ihtimam ve dikkat olunmak.”240
240 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 271–272.
153
B- İDARÎ REFORMLAR
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla ilk defa Sultan II. Mahmud, iç reformları ele
alma imkânına sahip olmuştu. Ancak Mısır yenilgisi ve Avrupa devletlerinin dostluğu
baltalayan tutumları, içteki muhalefetin artmasına sebep olmuş dolaysısıyla reformların
istenildiği gibi gerçekleştirilmesi sağlanamamıştı. Bu olumsuzluklara Anadolu, Bosna,
Makedonya ve Irak’ta çıkan isyanlar ilave olunca, ulemâ başta olmak üzere bazı
zümreler tüm bu olumsuzlukların sebebini reformlara yüklemişlerdi. Bu zümreler hem
Pâdişahın dinsizce tutumundan hem de yabancıların başkentte bulunmasından huzursuz
idiler. Bu muhalefeti bastırmak için Sultan II. Mahmud’un Asâkir-i Mansûre ordusunu
kullanması, nihayetinde içteki muhalefeti artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.241
Modernleşmek ayrı bir şeydir, özenti-taklit apayrı bir şeydir. II. Mahmud,
reayasının nabzını iyi ölçememiştir. Bu sebepten dolayı onun ıslahatları başarıya
ulaşamadı. Tarih neticelerle ifade edilir. Sultan II. Mahmud’un başarılarından söz etsek
de, görünen ve bilinen bir gerçek varki, Osmanlı Devleti daha evvel hiç karşılaşmamış
olduğu olumsuzluklara bu dönemde maruz kalmıştır. Bunda, II. Mahmud’un olumlu
veya olumsuz bir katkısının olup olmaması kaçınılmazdır.
Sultan II. Mahmud, reformları sadece askerî alanla sınırlı tutmayıp Osmanlı
toplum hayatının tüm kesitlerine yaymıştı. Aynı zamanda kendisinden sonra gelen
Tanzimat dönemi programının temelini ve modelini oluşturmuştu. Sultan II. Mahmud,
sarayın dışına çıkarak gerçek problemleri anlamaya çalışmış, fermanların nasıl
uygulandığını, yabancıların yaşantılarında ulemânın tepkisini çeken şeylerin ne
olduğunu bizatihi görmeye çalışmıştı. Osmanlı basınını geliştirmeye çalışan II.
Mahmud, tebeasını aydınlatmak için ülke içinde ve dışında nelerin olup bittiğinden
herkesi haberdar etmek suretiyle çağdaş Avrupa medeniyetini yakalamak istiyordu.
Mehmed Ali Paşa’nın “Vekayi-i Mısriyye” adlı, yarı Arapça yarı Türkçe gazetesi 20
Kasım 1828 yılında yayımlanmaya başlamıştı. 1 Kasım 1831’de de hükümet tarafından
ilk Türkçe gazete olan “Takvim-i Vekayi” yayınlanmaya başladı. II. Mahmud, “Şer-i
241 . Geniş bilgi için bk. Ahmed Lütfi, Tarih, II, 144-146, 168-169; Shaw, age., II, 64.
154
şerife ve nizama asla dokunur yeri olmadığından maada mülküme pek çok menafî
olacaktır” ifadesiyle bu gazetenin yayınlanmasına müsaade etmiştir. Haftalık çıkarılan
bu gazetede, yeni çıkarılan kanunlar ve fermanların yanı sıra memleketin içinde ve
dışındaki çeşitli olaylarda ele alınıyordu. Bu gazetenin Fransızcası olan “Moniteur
Ottomane” ise ülkedeki Avrupalıların ilgilerini çeken haberlere yer vermekteydi. Bu
gazetenin Türkçe olanı 5000 adet, Fransızca olanı 300 adet basılıyordu.242
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla, Sultan Mahmud tahta çıktığı günden beri
tasarlamakta olduğu reform programını hemen uygulamaya koyulmuştu. Onun gayreti,
devlet yönetiminde daha kapsamlı ve kalıcı reformlar yapmaya yönelikti.
Osmanlı Devleti’nde, ziraat, ticaret ve sanat çalışmaları dışında devlete hizmet
edenlerin kazandıkları servet, bu kişilerin ölümleri halinde müsâdere* edilerek hazineye
konulması bir gelenek idi. Bazen memurluğun dışındaki servet sahiplerinin de malları
müsâdere edildiği oluyordu. İste Sultan II. Mahmud, mülkiyet hakkını tehdit eden bu
uygulamayı Vak’a-i Hayriye’den sonra kaldırmış olduğunu şu sözleriyle beyan etmiştir.
“Bundan böyle saltanatın millet için bir dehşet, bir korku kaynağı değil, fakat bir destek
olmasını istiyorum. Bunun için kişinin malına devletçe el konulması geleneğini
kaldırıyorum.” Ayrıca bunun yanında Pâdişah, tebeası arasında din bakımından da artık
herhangi bir ayırım yapmayacağını şu sözlerle bildirmişti. “Tebeamdan Müslümanları
ancak camide, Hıristiyanları kilisede, Musevileri de havrada tanımak isterim.”243 Bu
ifadelerden anlaşıldığı üzere, halkın kanun önünde eşitliği sağlanmaya çalışılıyordu.
Sultan II. Mahmud, hükümete yeni bir şekil vermeye çalıştı. Pâdişah, Sadrâzam
ve Şeyhülislâm’da toplanmış olan yetkileri, batılı modern devletlerde olduğu gibi çeşitli
242 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Nesimi Yazıcı, Takvim-i Vekayi, Ankara 1983, s. 17-21; Ahmed Lütfi, Tarih, III, 156-157; Shaw, age., II, 65; Karal, age., V, 162. * Müsâdere: Arapça bir kelime olan müsadere, bir kimsenin mal ve eşyasının zapt edilmesi anlamındadır. Osmanlıda ilk olarak Fatih zamanında uygulamaya başlayan bu sistem gereği mallarına ilk el konulanlar Vezir-i Âzam Candarlı Halil Paşa ile Yakup ve Mehmet Paşa’lardır. Bu durum zamanla öyle bir hal aldı ki, sırf parasını ele geçirmek için değerli ve namuslu şahsiyetler yok ediliyor, varisçileri olduğu halde mallarına elkonuluyordu. Örneğin Sultan II. Mustafa, harbin idaresi için zenginlerin mallarını müsadere etmeyi meşru görmüştü. (Geniş bilgi için bk. Pakalın, age., II, 624–626). 243 . Karal, age., s. 152.
155
bakanlıklar arasında paylaştırdı. Bu şekilde iş taksimatını tabana doğru yayarak halkın
yönetimde söz sahibi olmasını sağlamaya çalıştı.
Hükümdârlık müessesesinin karşısına idarî ve kazaî salâhiyete haiz bir kabine
kuruldu. “A’zâsına Nâzır denen bu vekiller heyeti, taht makamının bir nevi kontrol
cihazı, emniyet supabı ve icabında kararların toslayacağı bir duvar demekti.” Bu
kabinenin hâricinde memleketin en seçkin ve münevverlerinden müteşekkil “Meclis-i
Vâlâyî Ahkâm-ı Adliye” adında bir meclis kurularak parlamenter sisteme yönelik bir
adım daha atılmış oldu.
Sadrâzam, Pâdişah’ın mutlak vekili olmaktan çıkarılarak başvekâlete çevrildi.
Bundan sonra başvekâlet eskiden olduğu gibi artık bağımsız ve müstakil bir memuriyet
olmaktan çıktı. Bununla beraber “Mühr-i Hümâyûn” yine eskiden olduğu gibi
başvekilde bırakıldı. Ancak Sadrâzam’ın yetkileri bakanlar arasında pay edildi. Mühür
yetkisi bakanlara da verildi. Başvekâlet, bakanlıklar arasında koordineyi sağlayan bir
makam oldu. Ayrıca çeşitli işlerde başvekile yardımcı olması için başvekâlet
yardımcılığı kuruldu. Başvekâlete de ilk defa Rauf Paşa atandı (4 Muharrem 1254 / 30
Mart 1838). Böylece Sadrâzam, Pâdişah’ın mutlak vekili olmaktan çıkmıştır. Yeni
nezâretlerin kurulmasıyla Bâbıâlî’nin klasik yapısı da değişmeye başladı.
Sadâret kethüdalığı ilk önce “umûr-i dâhiliye nezâreti”ne, iki sene sonra da
“dâhiliye nezâreti”ne, reisülküttaplık “hâriciye nezâreti”ne, “darphâne-i âmire” ile
“hazine-i âmire”, “maliye nezâreti”ne çevrildi. Ayrıca evkaf ve ticaret nezâretleri de
kuruldu. “Nezâret” kelimesinin pek çok manası vardı. “Meclis-i Vükelâ”ya dâhil olan
ve günümüz ifadesiyle Bakanlar Kurulu’nu teşkil eden nezâretler ile “Nüfus Nezâreti”
gibi yetkisi olmayıp sadece bir memuriyet olan nezâretler bunlardan bir kısmıdır.
Bu uygulama memurlar arasında iş taksiminin düzenli bir şekilde yapılmasını
sağlıyordu. Bütün memurların atanmaları, kıdem ve derecelendirilmeleri belli bir
sisteme konuldu. Memurlar ûlâ, sâniye, sâlise ve râbia şeklinde çeşitli sınıflara
156
ayrıldılar. Rütbelerine göre resmî elbiseler ve kılıçlar verilen memurlara derecelerine ve
işlerinin önemine göre maaş bağlandı.
Sultan II. Mahmud, hükümete yeni teklifler ve düşüncelerde bulunmak için
meclisler ve komisyonlar kurmaya da çalıştı. Eskiden Divân-ı Hümâyûn’da görüşülmesi
gelenek haline gelmiş olan işler, özelliğine göre yeni meclislerde görüşülmeye başlandı.
Bu uğurda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan ilk meclis, “Dâr-ı Şûray-ı
Askerî” oldu. “Bu meclis, kişilerin askerlik ödevleriyle ilgili kuralları saptamak, Batı
devletlerinde yürütülen askerlik usullerini incelemek ve Türk Ordusu’nun ilerlemesi
yolunda gereken tedbirleri bulup ortaya koymakla ödevlendirildi.” Bunun hâricinde,
Gülhane’de “Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye”, Bâbıâlî’de, “Dâr-ı Şûray-ı Bâbıâlî”
meclisleri kurularak, memurların gerektiğinde muhakemesini yapmak ve hükümet ile
aralarındaki anlaşmazlıkların giderilmesini sağlamak amaçlanmıştı.244
Yüzyıllardan beri süregelen Osmanlı’nın hükümet yapısı, bu yeni atılımlarla
önemli ölçüde değiştirilmeye çalışılmıştır. Sultan II. Mahmud’dan önce yapılan yenilik
faaliyetleri daha çok askerî sahaya ve bazı toplumsal müesseselere yönelik olmuş,
hükümet kurumlarının ne yapısına ne de şekline dokunulmamıştı. Bunun için Sultan
Mahmud’un hükümet kurumlarına yönelik atılımı, Batılılaşma yolunda yapılan
çalışmaların çok önemli bir merhalesini oluşturmaktadır.
Sultan II. Mahmud’un cülûsu esnasında devletin muhtelif vilayetlerinde
âyânların egomenyası söz konusu idi. Alemdâr Mustafa Paşa onları başkente çağırarak
bir ittifak senedi imzalatmıştı. Ancak Alemdâr’ın öldürülmesinden sonra âyânlar tekrar
eski tutumlarını sürdürmeye devam etmişlerdi. İşte hükümet, bunları başıboş
bırakmayıp itaat altına almaya çalışıyordu. Buna yanaşmayanların bir kısmı öldürüldü.
Bir kısmı da sürgün edildi. Tepedelenli Ali Paşa ve Mehmed Ali Paşa isyan ederek
devleti çok yıprattılar. Sonuçta Tepedelenli öldürülse de onun isyanı Yunan isyanlarının
başlayıp gelişmesini tetikledi. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ise Şam ve Suriye’yi
aldıktan sonra Anadolu’ya girerek Manisa’ya kadar ulaştı. Onun bu hareketi
244 . Bilgi için bk. Karal, age., V, 152-153; Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, İstanbul 1993, s. 26-27.
157
Anadolu’da, başta Kastamonu’da çıkan Tahmisçioğlu isyanı olmak üzere pek çok isyan
ve huzursuzluğun çıkmasına sebep oldu. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen hükümet,
Anadolu ve Rumeli’de devlet otoritesini kurmaya yönelik olarak yeni bir reform
hareketine koyuldu.
Memleket yönetimindeki ıslahatların gayesi merkezi otoritenin etkisini
artırmaktı. Bunu sağlamak için valilere maaş bağlandı. Böylece vilayet sırtından
geçinmeleri ve çeşitli suiistimallere bulaşmaları engellenmeye çalışıldı. Artık valilerin
her biri ücret karşılığı devlete hizmet eden memur durumuna düşmüştü. Valiler, redif
adı altında Avrupa usulünde asker yetiştirmekle mükellef idiler. Bu askerlerin
sayılarının artmasına paralel olarak eyaletlerde müşirlikler kuruldu. Müşirler
(mareşaller) bulundukları yerin askerî olduğu kadar malî ve mülkî işleriyle de
ilgileniyorlardı. Sancakların birkaçının birleşmesiyle müşirlikler meydana geliyordu.
Daha sonra müşirlerin bünyesinde ferikler (kolordu kumandanı, tümgeneral, korgeneral)
kuruldu.
Başta İstanbul’dan başlamak üzere tüm vilayetlerde muhtarlıklar kuruldu.
Muhtarlar, halkın hükümetle olan münasebetlerinde aracılık görevini yapıyorlardı.245
I. İhtisâb Nezâreti
Sultan II. Mahmud, şehirlerin kontrolü için daha geniş yetkilerle donatılmış yeni
bir idarî sistem kurulması gerektiğini biliyordu. Başlangıçta “Muhtesib”, “İhtisâb
Ağası” ve “İhtisâb Emini” unvanı ile ihtisab işine bakan kimseler, 1242/1826 tarihli
“İhtisâb Ağalığı Nizamnâmesi” ile “İhtisâb Nâzırı” unvanını almıştı. Böylece
İstanbul’da ilk defa kurulmuş olan bu müessese sadrâzamlığa bağlanmıştı.246
245 . Karal, age., V, 154-155. 246 . Bu konuda geniş bilgi için bk. Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, İstanbul 1961, I, 341; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi, İstanbul 1328, I, 172; Z. Kazıcı, İhtisâb Müessesesi, s.27.
158
İstanbul’da “İhtisâb Nezâreti” kurulunca, ihtisab nâzırı olacak kişiye “Defter-i
Teşrifat-ı Devlet”te bir mevkii verilmişti. Bu konu ile ilgili, taraf-ı şahâneden yazılan
arz tezkiresinde bu durum zikredilmiştir.247
İhtisâb Nezâreti’nin bazı görevleri, 1261’de kurulan polis ve 1262’de kurulan
zaptiye müşiriyeti müesseselerine devredilince, İhtisâb Nezâreti sadece “narh”* ve esnaf
işine bakar oldu.248
II. Nüfus Sayımı ve Kadastro
Osmanlı devleti, kuruluşundan itibaren nüfus sayımına ve tahrîr-i mülk (toprak
yazımı) işine büyük önem vermekteydi. Ele geçen her toprak parçasında ilk yapılan iş,
toprak yazımı ile nüfus sayımı idi. Çünkü devletin ekonomisi büyük ölçüde tarıma,
dolayısıyla tımar sistemine bağlıydı. Tımarlarda çalışanların sayılarının bilinmesi ve
bunların verecekleri vergi miktarı devlet için hayati önem taşıyordu.
Ancak, Anadolu ve Rumeli’de modern anlamda ilk nüfus sayımı Sultan II.
Mahmud döneminde yapılmıştır. Yeniçeri Ocağı ilga edilince onun yerine kurulacak
olan “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” ordusu için vergi kaynaklarına ihtiyaç vardı.
Bu kaynakları tespit edebilmek için nüfus sayımı yapılmasına karar verildi. Bu sayımın
ne şekilde yapıldığını tespit etmek için özel bir meclis kuruldu ve gereken
247 . Ergin, age., I, 337–338; Z. Kazıcı, İhtisâb Müessesesi, s.27. * Narh: Azamî fiyat manasına gelen bir ıstılahtır. Narh yahut halkın telaffuziyle nark, Türkçe bir kelimedir. Baban-zâde Ahmet Naim Bey’in tahkikine göre: Narh Hz. Peygamberin zamanında bahis mevzuu olmuş, fakat kendileri buna muvafakat etmemiştir. “Ya Resulellah narh koy” diyen ashaptan birine Cenab-ı Peygamber: “Hayır, kıymetleri indiren de çıkaran da Allah’tır. Ben ise Hak Teâlâ’ya kimsenin üzerimde hiçbir hakkı olmaksızın mülâki olmak isterim.” cevabını vermiştir. Hz. Ömer’de narh aleyhinde bulunmuştur. Narh işi Osmanlı Hükümetini esaslı surette işgal etmiştir. Belediyeye taalluk eden diğer işler gibi narh meselesini de layık olduğu ehemmiyetle tetkik etmiş olan Osman Ergin’in dediği gibi “Pâdişahların en büyük icraat ve muvaffakıyetleri sırasında es’arın tenziliyle halkın duasını almayı düşünmüşler, sadrâzamlar mevkilerini muhafaza edebilmek için bunu bir silah olarak kullanmışlardır. 1806/1221 senesine ait bir mühimme defterinde ilgili kanuna dair şunlar yazılıdır. “Narh umuru mesalih-i ammedendir. Mademki ferman buyrulmadıkça tenzil ve terfi olunmamak gerekir ve herbar terfi ve tenzil için ferman vermekte gayet ihtiyat lazımdır. Mademki zarar-ı âm ihtimali olmuya ferman verilmemek gerektir. Ve zarar-ı âm olmak ihtimali takdirce bigaraz ehl-i vukufla müşavere olunup tarafeyne zarar olmamak şartıyla ferman verile…” (Geniş bilgi için bk. Pakalın, age., II, 654-657). 248 . Bilgi için bk. Nuri Ergin, Mecelle, I, 395; Z. Kazıcı, Osmanlı’da Yerel Yönetim, İstanbul 2006, s. 35–38.
159
talimatnâmeler hazırlandı. Esas itibariyle bu sayım, Anadolu ve Rumeli’ndeki erkek
nüfusun bilinmesi için yapılmıştı. Bu vakte kadar halk böyle bir uygulamaya alışık
değildi. Halkın endişelerini gidermek ve tepkilerini hafifletmek amacıyla saygın
ulemânın devreye girmesi sağlandı. Nüfus sayımı için gönderilen defterleri toplamak ve
genel sonuçları değerlendirmek için İstanbul’da “Ceride Nezâreti” kuruldu. Daha sonra
Edirne hariç her tarafa nüfus memurları gönderildi. Ahmed Lütfi, eserinde bu
memurların gönderildiği yerleri teker teker vermektedir.249
Erkek nüfusunun sayımı din esasına göre yapıldı. Böylece Anadolu ve
Rumeli’nin Müslüman ve Hıristiyan erkeklerinin sayısı tespit edildi. İslâm nüfusu
içinde Kıptilerle aşiretlerde ayrı ayrı sayıldı. Hıristiyanlarda ise genel sayım yapılıp ırk
ve dil ayırımı gözetilmedi. Sayım sonuçları, Anadolu ve Rumeli’de dört milyona yakın
erkek nüfusunun var olduğunu ortaya çıkardı. Bunun takriben bir buçuk milyonu
Rumeli’de, iki buçuk milyondan biraz fazlası da Anadolu’da olduğu anlaşıldı.
Rumeli’de, az sayıdaki Yahudi ve Kıptiler bir tarafa bırakıldığı takdirde, 800.000
Hıristiyan’a karşılık 500.000 Müslüman tespit edildi. Anadolu’da ise 2.000.000
Müslüman nüfusa mukabil 400.000 Hıristiyan olduğu anlaşıldı.
Harplerden dolayı devlet, vergilerle ilgili kanunları gereği gibi yürütememişti.
Bazı yerlerden vergiler hiç toplanamazken bazı yerlerde de eksik alınabiliyordu. Bu
aksamalardan dolayı, nüfus sayımı yapılırken mülk yazımı da yapıldı.
Vergilerin toplanmasında haksızlıklar ortadan kaldırılarak herkesin gücü
nispetinde vergi vermesi esası kabul edildi. Emlak, arazi ve ticaret mallarından olmak
üzere belirlenmiş zamanda binde hesabıyla tahsilât yapılması ve malî senenin başı, mart
ayı itibar alınarak herkesin hisseleri mahkeme sicillerine kaydedilmişti. Böylece her
şahsa bir senede vereceği verginin miktarını gösteren mühürlü senet verildi. Bu
senetlerin senede iki taksit olarak ödenmesi kararlaştırıldı. Bunun hâricinde hiç
kimsenin hiçbir nam ve vesile ile rencide edilmemesine, herkesin mal ve mülkünden
249 . Bk. Ahmed Lütfi, Tarih, III, 142–143.
160
endişe etmemesi için memleketin her tarafına yazım memurları gönderildi. İlk örnek
uygulamaya, Hüdavendigâr ve Gelibolu sancağından başlanmıştır.250
III. Posta, Pasaport ve Karantina Uygulaması
Sultan II. Mahmud’a kadar Osmanlı Devleti’nde düzenli bir posta teşkilatı
yoktu. Oysaki gelişmiş olan batılı ülkeler yıllardan beri düzenli çalışan bir posta ağına
sahip idiler. Pâdişah bir hattı hümâyûn yayınlayarak posta usulünü düzene koydu. Buna
binaen Üsküdar’dan İzmit’e kadar bir yol yapıldı. Yolun açılış törenine Pâdişah bizzat
iştirak ederek kendi faytonuyla Üsküdar’dan Kartal’a kadar gitti. Bundan sonra diğer
yerlerde de yeni posta yolları yaptırılıp postaneler açıldı. Posta düzenlemesine dair II.
Mahmud’un yayınlamış olduğu hattı hümâyûnun metni şöyledir. “Nizâm-ı Mülk-ü
hümâyûnum istihsâli emniyeti ve irat tedâriki vâcibeden olduğuna ve dersaâdetime
gelen mekâtip kimden kime gidip geldiği ma’lûm olmamak mülâbesesiyle tahrirat
maddesinde fesat tekevvün ve zuhur ettiğine binaen bu madde dahi yoluna konulmak
üzere hatt-ı hümâyûnuma şu vech ile hûdur ederki memâlik-i sairede câri olduğu misillu
tarik-i Devlet-i Âlîyyemde kârgüzar bir kimesne hüsn-ü ta’bî ile bu hususu nâzır-ı nasp
ve bir münasip mahal tahsisi olunarak tarafından Anadolu ve Rumeli’nin münasip
mahallelerine adamlar ikame edüp fîmâ-ba’d hiç kimesne hodbehod mektup
göndermeyup gerek ehl-i İslâm ve gerek reâyâ ve efrenç tâifeleri gönderecekleri mektup
ve emanetlerini nâzıra götürüp sebt-i defter olunarak her bir mahalle muvakkaten tatar
ihracıyle mahallerine gönderüp adamlar marifetiyle İhsaniye verilse…”251
Posta kanunu kabul edilirken memleketin içinde ve dışında yapılacak geziler
için iki usul kabul edildi. Memleketin dâhilinde yapılan geziler için mürûr tezkeresi
taşımaları, memleketin dışına gidecek olanların ise, Hâriciye Nezâreti’nden pasaport
almaları şartı getirildi. Bundan önce memleketin dışına çıkan herkes, Müslüman olsun
olmasın gidecekleri yerin Türkiye’deki sefirinden pasaport istemek zorunda idiler. Bu
ise Osmanlı devletini küçük düşüren bir uygulamaydı. Çünkü büyük rütbeli devlet
250 . Bilgi için bk. Ahmed Lütfi, Tarih, III, 142-145; Karal, age., V,155-156; Turan, age., II, 597; Lewis, age., s. 91. 251 . Karal, age., V, 156-157.
161
adamları bile yabancıların elçilerinden pasaport almaya mecbur idiler. Bu duruma son
vermek için yurt dışına çıkacak olan vatandaşlara Hâriciye Nezâreti’nden pasaport
verilmesi ve Avrupa’da olduğu gibi, gidilecek olan memleketin sefiri tarafından bu
pasaportun imzalanması usulü kabul edildi. Pasaport çıkarılmasıyla ilgili olarak Ahmed
Lütfi şunları aktarmıştır. “Devlet-i Alîyye tebeasından Avrupa’ya azîmet edenler o
vakte kadar gidecekleri devlet sefîri tarafından pasaport ki yol tezkiresi almak âdet idi.
Her devlette cârî olduğu misillû Bâbıâlî dahi tebea-i Devlet-i Âlîyye’den Avrupa’ya
gidecek olanlara Hâriciyye Nezâreti ma’rifetiyle pasaport i’tâsına ve gideceği devletin
sefirine işbu pasaportun ibrâz olunması hususuna karar verilerek keyfiyet süferâ-yı
mevcûdeye resmen ihbar kılındı.”252
Memleket içinde yapılan geziler için gerekli olan mürûr tezkeresini günümüz
nüfus müdürleri gibi olan defter nâzırları veriyordu. Defter nâzırları ceride nezâretine
bağlı olarak çalışan bir birimdi.253
Ayrıca bulaşıcı hastalıklara karşı kurulan “Karantina Nezâreti”nden Ahmed
Lütfi Şu şekilde bahsetmektedir. “İlel-i sâriyeden muhafaza içun usul-i tahaffuziyeye
dikkat olunması şeran ve aklen mücâz (câiz, uygun) olduğuna dair o esnada Dâr-ı
Şûrây-ı Bâbıâlî’de bulunan ulemâ-i izâm tarafından beyan olunan fetvây-ı şerîfe
mu’cibince Devlet-i Alîyye’de karantina usûli sıhhıyyesinin icrasına teşebbüs olundu.”
Karantina için teşkil olunan cemiyete “Meclis-i Sıhhıyye” deniliyordu.
Karantinanın Şer’-i Şerîf (İslâm şerîatı) işlerinden Es’ad Efendi, tıbbı işlerinden
Abdülhak Efendi, yönetiminde ise Mansûre feriki Namık Paşa sorumlu tutulmuşlardı.
Bunun yanı sıra Viyana’dan birkaç yabancı uzman getirilmişti.254
Şeyhülislâm Mekkîzâde Âsım Efendi’nin karantinanın şerîata uygun olduğuna
dair fetvası şöyledir. “Bir beldeye tâun isabet edüp Hak Sübhânehû Teâlâ Hazretleri’nin
252 . Ahmed Lütfi, Tarih, V, 116–117. 253 . Musa Çadırcı, agm., Belleten (1987), LI/201, s. 1240. 254 . Ahmed Lütfi, Tarih, V, 125.
162
kahrından lütfuna iltica ile esbâb-ı tahaffuza teşebbüs etmede beis var mıdır? El-Cevap:
Yoktur.”255
C. TOPLUMSAL REFORMLAR
I. Giyim Kuşamla İlgili
Bu sahadaki uygulamalar bütün halk sınıflarına yönelik olmayıp daha ziyade
devlet memurlarına yönelik olmuştur. Batıda uygulanan giyim tarzı benimsenmiş ve
uygulanmaya çalışılmıştır.
Pâdişah, eski âdet ve geleneklerin çoğunu terk etmeye başlamıştı. Bakanlar ile
ulemânın, huzurunda toplanmasına müsaade etti. Kendisi Mısırlı kıyafetini benimsemiş
ve artık sokağa da bu kıyafetle çıkmaya başlamıştı. Hatta sakalını kısa kesip devlet
adamlarına örnek olmuş ve onları da bu doğrultuda hareket etmeye teşvik etmişti. Eski
usul âdetlerde diretenlere tepki gösterdi. Örneğin Avrupalıların kullandığı eğer tarzında
bir eğeri kullanmaktan çekinen sadrazamı bir müddet gözünden düşürmüştü.
Avrupalılar gibi, devlet dairelerine resmini astırmıştır. Avrupa krallarının yaptığı gibi,
doğumunun yıl dönümünü törenle kutlamayı âdet haline getirdi. Şekle yönelik bu
uygulamalarının yanı sıra halkla bütünleşme adına güzel uygulamaları da olmuştu. Bu
doğrultuda, Osmanlı Pâdişahlarının İstanbul’da kapanmaları âdetinden vazgeçerek
Avrupalı kralların zaman zaman yaptıkları gibi, memleketi tanıma amacıyla seyahat
etmeye karar verdi. Sultan Mahmud ilk seyahatini Rumeli’ye yaparak kalyonu ile
Varna’ya gitmişti. Sonra oradan Rusçuk ve Tırnova yolu ile Edirne’ye kadar seyahat
etmiştir.
II. Mahmud, setre (Düz yakalı, önü tek ilikli, çuhadan yapılmış elbise) ve
pantolonu mecburî kıyafet yaptıktan sonra serpuş (başlık) meselesine el atmıştı.
Osmanlı Devleti’nde çeşitli din, ırk, tarikat, meslek vb. sınıfların kendilerine özgü
serpuşları mevcut idi. Devlet adamları ise kavuk giyiyorlardı. Bu kavukların şekli de
255 . Gülden Sarıyıldız, “Karantina Meclisi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Belleten (1994), LVIII/222, 336.
163
meslek ve rütbelere göre değişmekteydi. Bu kadar çok serpuş olması Osmanlı
cemiyetlerini, çeşitli düzeydeki grup temsilcilerinin davet edilmesiyle âdeta bir
karnavala dönüştürüyordu. Bu ise bir yabancının gözünde komik bir manzara
oluşturuyordu. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kavuk takma mecburiyeti
kaldırıldı. Bunun üzerine herkes canının istediğini başına takmaya başlayınca ortaya çok
tuhaf manzaralar çıktı. Bu da devleti temsil eden memurların gülünç duruma düşmesine
sebep oluyordu. Bu duruma çeki düzen veren Pâdişah, asker ve memurlar için serpuş
olarak fes takmayı mecbur etti. Halk ise dilediğini başına koymakla serbest bırakıldı.
Halk için “başıbozuk” tabirinin kullanılması bu sebepten ileri gelmişti. Böylece serpuş
halk ile devlet memurları ve askerler arasında bir fark alameti sayıldı.256
Şubara yerine fes giydirilmesi 1828’de kabul edilmiştir. Fes, Tunus ve
Cezayir’de giyilmekteydi. Ancak İstanbul’da balkanlı bir kısım Hıristiyan’ın başlığı
olarak bilindiği için çok zor bir karar olduğu aşikârdır. Sonuçta Tunus Beylerbeyi’ne
50.000 fes sipariş edildi. 1830’da Tunus’tan getirilen ustalar Eyüp’te Feshâne’yi
kurdular.
Avrupa tarzındaki giyim kuşam ve tıraş şekilleri özellikle Pâdişahın yakın
çevresinde büyük bir rağbet görüyordu. Ayrıca bu tarz kıyafetler savaş esnasında
kullanışlı olup olmadıkları bakımından da çok tartışılmıştır.257
Bu dönemde, epey zamandan beri giyim-kuşamda görülmekte olan sefahate son
veren kararlar alınmıştı. Ulemâ ve vüzerâ dışındaki halkın, Bağdat ve Selanik pûşileri,
Trablus kuşağı ve Mağrib şalı dışındaki değerli giysileri kullanmaması kararlaştırıldı.
Ayrıca, silah vb. lüzumlu şeylerin dışında gümüş ve altın kullanımı da yasaklandı.
Ellerinde altın ve gümüş bulunduranların, bunları Darphâne-i Âmire’ye getirmeleri
istendi. Gümüşün dirhemi otuz iki pâre, altının dirhemi ise on altı kuruştan olmak üzere
bedelleri sahiplerine ödendi. Bunlara dair emirler taşraya da gönderilmişti.258
256 . Karal, age., V, 157-158. 257 . Akşin, age., III, 111. 258 . Cevdet Paşa, Tarih, XII, 45.
164
Halkı fes kullanımına alıştırmak için ulemâdan bazı mümtaz müderrisler onu
başlarına takması üzerine ulemânın da fes takması istendi. Ancak, yeniçeriliğin
kaldırılmasında Sultan ile işbirliği yapmış ve müteakip tüm reformları meşru görmüş
olan Şeyhülislâm Mehmed Tahir Efendi bu yeniliğe ısrarla karşı çıkmıştır. Hatta
Bosnalı bir müderris, bu Avrupai kıyafeti benimseyenleri zındıklıkla suçlayacak kadar
ileri derecede muhalefet etmişti. II. Mahmud Şeyhülislâmı azletmiş ancak bu sıralarda
Rusya ile patlak veren harp yüzünden ulemâ ile sürtüşmeye cesaret edememiştir.
Böylece ulemâ, halktan kendilerini ayıran beyaz sarıklarını yüz yıl sonraki Atatürk
reformlarına kadar korumuş oldu.259
Kıyafette yapılan bu yeniliklerle Müslüman olamayan tebeanın başlarına,
vücutlarına ve ayaklarına giydikleri giysilerin biçim ve renk bakımından
Müslümanlarınkinden farklı olması geleneğine son verilmiştir.260
II. Vakıflarla İlgili
Sultan II. Mahmud dönemindeki yenilikler sadece askerî, siyasî ve idarî saha ile
sınırlı kalmayıp müesseselere de yayılmıştır. Bu dönemde köklü değişikliklere uğrayan
müesseselerden biri de vakıf teşkilâtı idi.
Tarih botunca, İslâm dünyasında ve özellikle Osmanlı Devleti’nde önemli
hizmetler ifa etmiş olan vakıflar, toplumda dinî ve hukukî sonuçlar meydana getirdikleri
için vakfı kuracak olan kişide bazı şartların bulunması gerekiyordu. Bu şartlara haiz
olan bir kimse şu üç şekilden biri ile vakıf kurabilirdi.
1. Tescil Suretiyle: Vakıf kuracak olan kişi kadıya (hâkim, yargıç) müracaat
ederek vakıf kurma isteğini bildirir. Bunun özerine kadı, vakıf kurma şartlarının bu
kimsede bulunup bulunmadığını araştırır. Araştırmanın sonucuna göre şahitlerin
259 . Uriel Heyd, “III. Selim ve II. Mahmud Dönemlerinde Batılılaşma ve Osmanlı Uleması” trc. Sami Erdem, Dergâh Mecmuası (Ekim 1996), sayı: 80, s. 18–19. 260 . Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 195
165
huzurunda ve onların da karara iştiraki ile vakfın kurulduğunu karara bağlayıp tescil
eder (kayda geçer).
2. Vasiyet Etmek Suretiyle: Vakıf yapmak isteyen kimsenin, ölmeden önce
vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakıftır. Şayet vâkıfın mirasçıları yoksa mal varlığının
tamamı, mirasçıları varsa üçte birini vasiyet etmek suretiyle vakf edebilir.
3. Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerine cami inşa ettirip,
ezan okutturup, orada halkın cemaatle namaz kılmasına müsaade eder ve kendisi de bu
cemaate iştirak ederse bu cami “vakf-ı lâzım” suretiyle vakıf olur. Artık bundan dönüş
olmaz.261
Bu dönemde şahıslar tarafından kurulan vakıflar, vakfı kuran şahısların
şartlarına göre idare ediliyordu. Kadılar tarafından denetlenen bu vakıfların yönetimi
zamanla karmakarışık bir hal aldı. Bu vakıflara bir çekidüzen verilmek üzere “Evkaf-ı
Hümâyûn Nezâreti” kurularak tek çatı altında toplanmaları sağlandı. Bu nezâret
kurulmadan önce vakıfların gelirlerini toplamak, kollamak ve vakıflarda görev
yapanların maaşlarını temin etmek üzere, Haremeyn, Vezir, Şeyhülislâm, Tophâne
Ümerası ve İstanbul Kadıları Nezâreti gibi çeşitli nezâretler kurulmuştu.
Pâdişah, vakıflar arasındaki irtibatsızlığı kaldırmak ve çeşitli yolsuzlukları
önlemek gayesi ile ülkedeki tüm vakıfların tek çatı altında toplanması gerektiğine kani’
olmuştu. Ancak asırlarca alışılageldik devam eden bu düzeni bir anda değiştirmek pek
de kolay bir iş değildi. Çünkü büyük ölçüde ulemânın kontrolünde olan vakıflar, herkes
tarafından benimsenen dinî bir statüdeydi. II. Mahmud bu durumu bildiği için
kendisiyle aynı düşünceleri paylaşan ulemâyı arkasına aldıktan sonra düşüncesini
uygulamaya koymuştur. 12 Rebiülevvel 1242/14 Ekim 1826 tarihli bir fermanla “Evkaf-
ı Hümâyûn Nezâreti” kurularak başına, El-Hac Yusuf Efendi getirildi. Bu nezâret,
261 . Z. Kazıcı, Osmanlı Vakıf Medeniyeti, İstanbul 2003, s. 47–48.
166
“Kesedârlık”, Zimmet Halifeliği” ve “Sergi Halifeliği” adında üç daireden meydana
gelmişti.262
D. EĞİTİME YÖNELİK REFORMLAR
II. Mahmud reformlarının en canalıcı noktasını eğitime yönelik yapmış olduğu
atılımlar oluşturur. Zira bu sahadaki reformlar aracılığıyla, ufku geniş yeni bir neslin
yetişmesini sağlamıştı.
İslâm dünyasında, medreselerden önce öğretim halkaları olduğu gibi çeşitli
eğitim faaliyetleri de vardı. Bu faaliyetler mescid, bilginlerin evi, saray ve kitapçı
dükkânı gibi değişik isim ve özellik taşıyan yerlerde veriliyordu.
H. 459 (M. 1066–1067) senesi İslâm eğitim tarihinde bir dönüm noktası olarak
kabul edilir. Bu yılda Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk (Ö. 458/1092)’ün inşa
ettirmiş olduğu medreseler manzûmesinin ilki Bağdat’ta açılmıştır. Bu tarihten sonra
artık her tarafa, benzer medreseler yayılmaya başlamıştır. Pek çok hükümdâr ve devlet
adamı Nizâmülmülk’ü örnek alarak kendi adına medreseler kurmaya başladı.263
İslâm ülkelerindeki ilmî hayatın gelişmesinde XI. Asrın müstesna bir yeri vardır.
Bu asırdan sonra medreseler, halkın dinî ve kültürel yönde yetişmesinde faal bir rol
oynamaya başladılar. Osmanlılar döneminde ise medreseler hem program, hem de
mimarî sahada gelişme gösterdiler.
İslâm dünyasında olduğu gibi Osmanlılarda medrese eğitimini vakıflar
sâyesinde idâme ettirmişlerdi. Fatih’in İstanbul’u feth ettikten sonra Sahn-ı Seman
Medresesi’ni açması ve bunun ayakta kalmasını sağlamak için vakıflar tesis etmesinden
sonra, İstanbul’da Pâdişahlar başta olmak üzere, vezirler, ilim adamları ve bazı saray 262 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. İbnülemin Mahmud Kemal-Hüseyin Hüsameddin, Evkâf-ı Hümâyûn Nezaretinin Tarihçe-i Teşkilâtı ve Nüzzarın Teracim-i Ahval-i, İstanbul 1335, s. 13–16; Lewis, age., s. 93–94; Z. Kazıcı, Vakıf Medeniyeti, s. 111–121; aynı müellif, İslamî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985, s. 75; Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988, s. 282–283. 263 . Z. Kazıcı, Anahatları ile İslâm Eğitim Tarihi, İstanbul 1983, s. 19.
167
mensupları tarafından pek çok medrese inşa edilmiştir. XII. Asrın son çeyreği başında,
İstanbul’daki medrese sayısının 126’ya ulaştığı görülmektedir.
Bütün Osmanlı dönemi boyunca medreselerin dışında da bazı yerlerde ve farklı
seviyelerde eğitim faaliyetleri yürütülmüştür. Osmanlı devri klasik medreseleri, İhtisas
Medreseleri (Dârü’l-Hadis, Dârü’t-Tıp, Dârü’l-Kurra) ve Genel Eğitim Medreseleri
olmak üzere iki gruba ayrılır.264
Sultan II. Mahmud, yapmakta olduğu reformların teminatının, bu reformların
ehemmiyetini kavrayacak ve bunları müdafaa edecek nesillerin yetiştirilmesiyle
mümkün olacağını biliyordu. Bunun tek çıkar yolu ise ciddi bir şekilde eğitim ve
öğretim sahasında yeni atılımlar yapmaktı. Bu düşünceden hareketle ülkede eğitim ve
öğretim (maarif) işlerini ıslah etmeye yönelik faaliyetlere hız kazandırdı.
Batı düşüncesine düşman olan medreseler, devletin kalkınması için milli eğitime
yardım edecek durumda değildi. Oysaki Osmanlı’nın kaderini milli eğitim sistemindeki
atılımlar belirleyecekti. Din, devletin temelini oluşturduğu için medreseleri tamamen
kaldırarak yerlerine Avrupa tarzı okulların açılması imkânsız gibiydi. Bunun için
medreselere hiç dokunulmadan batı tarzı eğitim kurumları açıldı. Batı, on sekizinci
yüzyıldan itibaren ilköğretimi mecburi tutarak kalkınmada muvaffak olmuştu. Batılı
aydınlar “Öğretmek medenileştirmektir” prensibiyle hareket etmişlerdi. Bu düşünceyi
akla yatkın bulan II. Mahmud bir ferman yayınlayarak ilköğretimi mecburi hale
getirmişti. Ancak bu fermanda çocuklara öğretilecek olan bilginin, okuma yazmaya
ilaveten dini bilgileri de içermesi ifade edilmişti. Ayrıca ilköğretimin mecburi tutulması
şartı İstanbul ile sınırlandırılmıştı. İşin doğrusuna bakılacak olursa gereken araçların
olmayışından bu şartı İstanbul’da dahi sağlamak pek kolay değildi. Buna rağmen
İstanbul’un bazı yerlerinde, yüksek okullara öğrenci yetiştirmek için günümüzdeki
ilkokullara denk rüştiye mektepleri açıldı.
264 . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Z. Kazıcı, Eğitim Tarihi, s. 87–103.
168
Yine sıbyan okullarının üstünde “Mekteb-i Ulûm-i Edebiye” kuruldu. Bu okula
sıbyan mektebini bitiren öğrencilerin alınması ve on sekiz yaşına kadar okutulmaları
kararlaştırıldı. Öğrencilerin gösterdikleri başarıya göre, bir nevi günümüzdeki destek ve
teşvik amaçlı verilen burslar gibi vakıflardan maaş bağlanması prensibi getirildi. Ayrıca
devlet memuru yetiştirmek için ilkokul derecesinde “Mekteb-i Maarif-i Adlî” kuruldu.
Bu “adlî” ismi, okulun Mahmud-i Adlî zamanında kurulduğunu belirtmek için
verilmiştir. İlk Rüşdiye olarak kabul edilen Mekteb-i Maarif-i Adlî (1838) ve Mekteb-i
Ulûm-i Edebiye (1839), İstanbul’da Sultanahmet ve Süleymaniye camilerinde
açılmıştır.
Yüksek öğretim problemini çözmek için hükümet daha erken davranmış ve batı
düşüncesini benimseyen tarzda Harp Okulu (Harbiye) ile Tıp Okulunu (Tıbbîye)
açmıştı. Bu okullar çalışma ve programları itibariyle batıdaki okullara çok yakındı.
Elçilik için Avrupa’ya giden Namık Kemal Paşa, oradaki harp okullarını görerek takdir
etmişti. Bu nedenle Beşiktaş civarında “Mekteb-i Harbiye” adındaki okulu kurmak için
gayret göstermiştir. Okulun önemini ilk zamanlarda anlayamadı. Zenginler çocuklarını
Harbiye’ye vermekten çekindiler. Hükümet çareyi, sokaklarda dolaşan kimsesiz ve
yoksul çocukları Harbiye’ye almakta buldu. Böylece bu garip çocuklar subay olarak
yetiştiriliyorlardı. Başlangıçta sadece öğrenci sıkıntısı çekilmiyordu. Aynı zamanda
öğretmen sıkıntısı da çekiliyordu. II. Mahmud devrinde Harbiye’nin en değerli muallimi
Elhac Hafız İshak Efendi idi. Fransızcayı iyi bilen İshak Efendi, Divân-ı Hümâyûn
tercümanlığında da bulunmuştu. Harp okuluna gerekli olan kitapları tedarik için Batı
dillerinden Türkçeye çeviri yapmaya ve dünyanın çeşitli kitaplarından faydalanarak
kitaplar yazmaya başladı. Yazdığı kitaplar dört ciltlik ulûm-u riyâziye, fenn-i istihkâm,
top izvesi ve esleha-i hafife-i nâriyedir. Bunu yanında fizik, kimya ve jeoloji’ye dair
yazıları da vardı. Bu yeni ilimlerin Osmanlıca tercümelerini de İshak Efendi bulmuştur.
Sonuçta Batıdan ve en çok Prusya’dan öğretmenler getirildi. Bu öğretmenler
tercümanlar aracılığıyla ders veriyorlardı.
Harp okulunun yanında, tıp okulunun kurulması da askerî ihtiyaçtan neşet
etmişti. Medreselerin bünyesinde olan Dârüşşifa ve Tımarhâneler mevcut ihtiyaçlara
cevap veremiyordu. Zira buralarda tıp bilimleri belli bir seviyeye kadar öğretilmekteydi.
169
Bunun için başta Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Ordusu askerlerinin sağlık
durumunu korumak amacıyla Avrupa tarzı eğitim veren Tıp Okulu açılmıştı. Açılışta
konuşan Pâdişah, şu sözleriyle okulun icra edeceği görevleri ima etmiştir: “Biz ise gerek
Asâkir-i Şahâne ve gerek Memâlik-i mahrusamız için hâzık (işinin ehli, usta) tabipler
yetiştirüp hidemat-ı lâzimede istihdam ve diğer taraftan dahi fenn-i tıbbî kâm ilen
lisanımıza alıp kütüb-i lâzimesini Türkçe tedvine sâ’-ü ikdâm etmeliyiz.”265
Tıbhâne ve Cerrahhâne isimleriyle tıp okulu açıldıktan sonra II. Mahmud
Sadrâzama göndermiş olduğu şu ferman ile bu okulun geleceği hakkında iyi ümitler
beslediğini ifade etmiştir. “Bu bir lâzime-i fenn-i celîleden olmakla bay ve gedanın buna
ihtiyacı derkâr ve aşikârdır. İnşallah müddet-i kalilede yetiştirilip ahar milletten olan
etibbaya pek de hacet kalmaz”.
Tıp okulunun öğretimi, hazırlık ve doktorluk bölümü olmak üzere ilk etapta iki
safhaya ayrılmıştı. Hazırlık bölümünde öğrencilere Arapça, din dersleri ve Fransızca
öğretilirken doktorluk bölümünde ise Arapçaya devam edilmekle birlikte doktorluğun
gerektirdiği her türlü özel dersler de öğretilmekteydi. Zaman içerisinde bu müfredatın
zorluğu anlaşıldı. Çünkü dört yıl gibi kısa bir sürede hem yabancı dil hem din bilgileri
hem de tıp bilimlerinin öğrenilmesi çok zordu. Bu nedenle Viyana’dan getirilen Prof.
Bernard ile hekimbaşı Abdülhak Molla, tıp okulunu yeni bir düzene koydular. Tıbhâne
ve Cerrahhâne yerine Dâr ül-Ulûm-ı Hikemiyye-i Osmanîyye ve Mekteb-i Tıbbiye-i
Âlîyye-i Şahâne isimleri kullanılmaya başlandı. Bu okullarda öğretim süresi altı yıla
çıkarılırken dil Fransızca olarak devam etti. Ancak Arapça ve Din dersleri bu okullardan
kaldırıldı. Tıp kütüphânelerinin gelişmesi için büyük çaba harcandı. Bu uğurda en çok
çalışan Hekimbaşı Behçet Efendi, Arapça ve Farsçayı öğrendikten sonra Divân-ı
Hümâyûn tercümanı Yahya Efendi’den Latince ve Fransızca öğrenmiş ve sonra da
doktor olmuştu. Behçet Efendi, tabiat ilimleri yazarı Buffon’un Tarih-i Tabiî’sini ve
Fizyoloji’sini Türkçeye tercüme etmişti.
265 . Karal, age., V, 160.
170
Tıp okulunun batılı modern bilimlere dayandırılması ve demode olmuş
ilimlerden arındırılması, bu okuldan, doktorluğun yanında felsefe ve siyasette ileri
görüşlü adamların yetişmesine de olanak sağlamıştı.
Bu devirde çeşitli sahalarda yapılan yeniliklerin geleceği elbetteki Avrupa
düşüncesine sahip aydınların yetişmesine bağlıydı. Bunun için III. Selim Avrupa’ya
gönderdiği daimi elçilerine yabancı dil öğrenmelerini emretmiş ancak planlı bir şekilde
öğrenci göndermemişti. II. Mahmud, Müslüman halkın Hıristiyan halka karşı olan
düşüncelerini göz önüne alarak ilk önce Hıristiyan reayadan öğrenci göndermeyi uygun
buldu. Ancak harp Okulu ile Tıp Okulu kurulduktan sonra öğretmen ve memur
yetiştirmek için bu okullarla Enderûn ağalarından yüz elli kişilik bir kafile Avrupa’nın
çeşitli memleketlerine gönderildi. Maalesef bu olayı halk pek çirkin gördü. Hiçbir
çözüm üretmediği gibi bu uğurdaki çalışmaları baltalamaktan da geri durmayan
mutaassıplar, her zaman olduğu gibi yine Pâdişahı ve hükümeti dinsizlikle itham
etmeye başladılar.266
E. EKONOMİYE YÖNELİK REFORMLAR
II. Mahmud müsâdere sistemini kaldırarak malî emniyeti büyük ölçüde sağlamış
oluyordu.267 Zira pek çok paşa, ölümlerinden sonra mallarını müsadereden kurtarmak ve
mirasçılarına aktarmak için çocuklarını ulemâ sınıfına dâhil ediyordu.268 Bu durum ise
daha sonra devletin akıbetini tehlikeye sevk etmesi bakımından çok sakıncalı neticeler
doğurmaktaydı. Vak’anüvis Ahmed Lütfi bu konuya dair şunları zikretmektedir. “Usûl-i
fıkhîyyenin mesâil-i esasiyesindendirki, gerek ma’kul olupta meşru ve gerek
meşru’iyetini müteakip makul olsun şu iki kavle göre dahi akıl ve naklın ittifakı
müttefekun aleyhdir. İktiza-yı şer’îden kat’ı nazarla müsâdere kazıyyesi teşrih
olundukta, eğer muhallafat-ı mevcude mevtanın öz malı ise âna müdahaleye kimsenin
hakkı olmayup âlâ mâferezallah taksim olunur.”269
266 . Karal, age., V, 158-162; Cihan, age., s. 205-206; Akşin, age., III, 283. 267 . Turan, age., II, 596. 268 . Uriel Heyd, agm., s. 18. 269 . Ahmed Lütfi, Tarih-i Lütfi, I, 144.
171
1826’dan beri Osmanlı Devleti, hammaddelerin yurt dışına çıkarılmasını
önleyen yed-i vâhid (tekel) sistemini uygulamaya koymuştu. Bu sistem İngiltere’nin
çıkarlarına uygun düşmüyordu. Bunun için İngilizler kendilerine ayrıcalıklar verilmesi
için Osmanlılara baskı yapıyordu. Yed-i vâhidin kaldırılmasından sonra ecnebi tüccarlar
artık rahatça Osmanlı pazarına girip mallarını satmaya başlamışlardı.270
Neticede 25 Cumâziyelevvel 1254/16 Ağustos 1838’de Osmanlı Devleti ile
İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı Ticaret Muâhedesi ile gerek zirai mahsuller
gerekse diğer eşyalar üzerine konmuş olan tekel (yed-i vâhid) usulü kaldırılmıştır.271
Dışişleri bakanı Mustafa Reşit Paşa, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanını
bastırmak için İngilizlerden yardım istedi. Bu yardıma karşılık olarak İngilizlere ticari
bakımdan büyük ayrıcalıklar veren bir anlaşmayı Baltalimanı’nda kendisine ait olan
yalısında imzaladı. Antlaşma 19 Receb 1254/8 Ekim 1838’de Kraliçe Viktorya, bir ay
sonra da Sultan II. Mahmud tarafından onaylandı. Bu antlaşmanın bazı maddeleri
şunlardır
a) Yed-i vâhid (tekel) sistemi kaldırıldı.
b) İç ticarete Osmanlıların yanı sıra İngilizlerinde katılması öngörüldü.
c) İngiliz vatandaşları Osmanlı ürünlerini ihraç etme hakkına sahip oldular.
d) Transit resmi kaldırıldı.
e) İngiliz gemileriyle gelen İngiliz malları için bir defa gümrük ödendikten sonra
mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti.
Böylece İngiliz tüccarları Osmanlı sınırları içinde ticaret yaparken Osmanlı
tüccarlarından bile daha az vergi ödeyeceklerdi.
Daha sonra Osmanlı sanayine büyük darbe vuran bu ve benzeri anlaşmalar
Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Portekiz, Hollanda, Danimarka ve Belçika ile de
imzalanmıştı. Bu anlaşmalar kapitülasyonları daha da sağlamlaştırmış ve Osmanlının
270 . Kütükoğlu, age., I, 75. 271 . Kütükoğlu, age., I, 109.
172
diğer devletlere borçlanmasına yol açmıştı. Böylece Osmanlının malî çöküntüsü daha
bir hızlanmış oldu.272
Bu sıralarda Osmanlı’nın pazarları Avrupa mallarının istilasına uğramıştı. Buna
devlet de zemin hazırlamıştı. Çünkü yeni kurulan ordunun ihtiyaçlarını sağlamak için
devlet buna gereksinim duyuyordu. Örneğin askerlerin elbise ihtiyacını karşılamak için
gereken çuha ve Nemçe Fransa’dan getiriliyordu. Sırf bu sebepten her yıl kırk elli bin
kese altın yurt dışına çıkıyordu. Hal böyle olunca hükümet, tıpkı III. Selim’in yaptığı
gibi yerli malların sürümünü teşvik için yabancı kumaştan elbise dikimini yasakladı.
Ancak bu sefer hükümetin bu tedbirini fırsat bilen yerli kumaş üreticileri on veya on bir
kuruşa sattıkları malın fiyatını yirmi beş kuruşa çıkardılar.
Osmanlı devleti her ne kadar ticarî sahada yenilikler yaptıysa da bunlar yetersiz
kalıyordu. Kapitülasyonlara sahip olan devletlerin tüccarlarıyla Türk tüccarlar rekabet
edemiyorlardı. Daha başka yollara müracaat edilse de bir türlü yerli tüccarların durumu
düzeltilemedi.
Ekonominin düzene konulamaması hükümeti malî bakımdan dar boğaza soktu.
Konulan yeni vergiler de kötü gidişatı önleyemedi. Ekonominin bir türlü düzene
sokulamaması üzerine İngiltere’den bir milyon lira borç istenmesine karar verilerek
Fethi Paşa bu işle görevlendirildi.273
F. II. MAHMUD’UN ŞAHSİYETİ VE ÖLÜMÜ
Sultan Mahmud, sıkıntıyla geçen bir ömrün Sultanı olarak Osmanlı ordusunun
Nizip’te uğradığı ağır yenilgiden kısa bir süre sonra, gözlerini hayata yummuştu.
Toplam 31 yıl, 4 gün tahtta kalmıştır. Bu süre, IV. Mehmed (1640–1687) ile II.
Abdülhamid (1876–1909) arasındaki en uzun saltanat süresidir. Sultan II. Mahmud’un
272 . Kütükoğlu, age., II, 4-6. 273 . Karal, age., V, 162-164.
173
saltanat yılları, “Vak’a-i Hayriyye” denilen, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından önce
ve sonra olmak üzere iki safhaya ayırılması gerektiği ifade edilir.274
Mayıs 1813’den itibaren “Gâzi” unvanını kullanan ve yaptığı ıslahatlarla
Osmanlı Devleti’nin yüzünü batıya çeviren II. Mahmud’u, devletin içinde bulunduğu
müşkilâtlar iyice yormuş, rahatsızlığı son zamanlarda daha da artmıştır. Saray
hekimlerince akciğer iltihabına yakalanmış olduğu açıklanan Pâdişah, hem manen hem
de bedenen büyük bir yıpranmaya maruz kalmıştı. Bu hali ile istirahat etmek için Esma
Sultan’ın Çamlıca’daki köşküne gitti. Kendisini muayene eden, Viyana’dan getirilmiş
bir hekim, birkaç günlük ömrü kaldığını söyledi. Tabibin verdiği ilaçları kullanan Sultan
bir ara iyileşir gibi olmuştu. İyileşmesinden duyulan sevinçle, veba yüzünden tutuklu
bulunan hacılar serbest bırakıldı. Kurbanlar kesildi, havai fişekler atılarak çeşitli
kutlamalar icra edildi. Ancak II. Mahmud’un bu durumu uzun sürmedi. İyileşmesinin
ertesi günü pazarı pazartesiye bağlayan gece (17–18 Rebiülâhir 1255/30 Haziran–1
Temmuz 1839)*, 53 yaşını 11 ay ve 12 gün geçe, hemşiresi Esma Sultan’ın
Çamlıca’daki bağında vefat etti. Sultan Mahmud’un na’şı, seher vakti Çamlıca’daki
konağından alınarak araba ile Harem iskelesine getirildi. Buradan “yedi çifte kayık” ile
Topkapı Sarayı’na taşındı. Hırka-i Saâdet Dairesi yakınında gerekli dinî işlemler
yapıldıktan sonra Cağaloğlu’nda, Divânyolu üzerinde ve Çemberlitaş yakınındaki, yine
Esma Sultan’ın konağı bahçesine yapılmış olan türbesine defnedildi. Bu semt
günümüzde de türbe diye anılmaktadır. Daha sonra küçük oğlu Sultan Aziz ile torunu
Sultan II. Abdülhamid onun yanına defnedilmiştir. Yerine, o sıralarda 17 yaşında
bulunan oğlu Abdülmecid Osmanlı Tahtına oturdu. “Hân Mahmud’a makam ola
Makam-ı Mahmud” mısrası onun ölüm tarihi olarak söylenmiştir.275
Osmanlı tahtına geçen Sultan II. Mahmud, Osmanlı töresine göre Eyüp’te kılıç
kuşanma (taklid-i seyf) ve Fatih ile diğer ecdâd türbelerini ziyaret ettikten sonra cülûs
merâsimini tamamladı. Genç yaşta Pâdişah olan Sultan II. Mahmud, devletin içinde 274. Akgündüz-Öztürk, age., s. 237; Mehmet Esat Sarıcaoğlu, Malî Tarih Açısından Osmanlı Devletinde Merkez Taşra İlişkileri (II. Mahmud Döneminde Edirne Örneği), Ankara 2001, s. 23. 275 . Bilgi için bk. Ahmed Lütfi, Tarih, VI, 31–32; M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, I, 73–74; Danişmend, Kronoloji, IV, 120; V. Çabuk, age., VIII, 188. * M. Nuri Paşa Netâyicü’l-Vukuât’ında, II. Mahmud’un ölüm tarihini 19 Rebiülâhir 1255/2 Temmuz 1839 olarak belirtmiştir.
174
bulunduğu iç ve dış buhranlara karşı metanetini koruyor, zekâ, irade ve cesareti
sayesinde geleceğe karşı olan ümidini asla kaybetmiyordu. Şartlara göre metânetini
korumasını gayet iyi biliyordu. Ancak gerektiğinde de en şiddetli tedbirlere
başvurmaktan çekinmeyecek bir yaratılışta idi. O, devletin tüm müesseselerini tam
olarak modernleştirmeyi kendisine düstur edinmişti.276
Sultan II. Mahmud’un şahsiyeti incelenirken, onun üç mühim cephesi üzerinde
durmak gerekir.
a) Devlet adamlığı ve askerliği,
b) Yenilikçi kişiliği,
c) İnsanî meziyetleri.
Sultan II. Mahmud, Osmanlı Pâdişahları arasında uzun süre tahta kalan
hükümdarlardan biridir. Oldukça uzun süren bu Pâdişahlığına savaş atmosferi içerisinde
başlamıştır. Bir ölüm kaçışından kurtularak tahta oturmuş, genç yaşta kanlı ve dehşet
saçan olaylar manzumesinden geçmiş, kısaca zihni kanla yoğrulmuştu. Bir taraftan
sarayın çevresinde kanlı çarpışmalar sürerken diğer taraftan ordu, Rusya ile savaş
halindeydi. II. Mahmud, Böyle bir ortamda III. Selim’in düştüğü hatayı tecrübe edip,
büyük bir dirayet göstererek sekbânları, kendine bağlı diğer teknik askerî kadroyu
zorbaların üzerine püskürtmüş ve sonunda onları bertaraf etmeyi başarmıştı. Bu tecrübe
onun kişiliğini olgunlaştıran ilk olay olması bakımından önemlidir.
II. Mahmud, dâhilde çıkan pek çok hâdisede, elindeki imkân ve asker gücünü
kullanmaktan çekinmemiştir. Eyaletlerdeki mütegallibe ve âyânları teker teker ortadan
kaldırdığı gibi, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa aracılığıyla, Hicaz’da büyük tahribata
sebep olan Vehhâbîlik meselesine önemli darbeler vurdu. Vehhabî reisini İstanbul’da
idam ettirmekten de çekinmedi. Çünkü Sultan II. Mahmud, bir şeyin doğru olduğuna
kanaat getirdiği anda, tereddüt etmeden icabını ânında yerine getiriyordu. Zira gözü
kara bir fıtrata sahipti. Nitekim aşırı derecede temkin ve tedbir aynı zamanda başarıcının
276 . Turan, age., II, 581.
175
önünde bazen bir engel olabilmektedir. II. Mahmud’un başarılarının arkasındaki sır
perdesini araladığımızda, onun bu “gözü kara” özelliğinin önemli bir etken olduğunu
görürüz. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken de aynı tutumu sergilemişti.
Avrupa devletlerine karşı yetersiz kalmasının sebebi ise, zamanında Avrupa
devletlerinin kutsal ittifak ve müstemleke zihniyetinde çok mesafe almalarından
kaynaklanıyordu. Başta Yeniçeriler olmak üzere askerî sınıflar, devleti koruyup
gözetecek disiplinden sıyrılmışlardı. Bunda, Pâdişahın dirayetini hiçe indiren askerî
ocakların süfliliği yanında Pâdişahın çevresinde bulunan devlet adamlarının da payı
büyüktür. Hükümdârın başarısı elbetteki çevresinde bulunan devlet adamlarının
samimîyetine bağlıdır. Askerî ocakların başlarına dirayetsiz komutanlar geldiği için
yozlaşmışlar ve çekilmez bir hale bürünmüşlerdi. Komutanların hükmedemediği bu
zümreye devlet adamları da söz geçirememiştir. Bu devirde özellikle Rus cephesinde
yapılan savaşlarda buna benzer durum çok yaşanmıştı. Pâdişah, başkentten devlet
adamlarına ve komutanlarına hâkim olamadığı için ordumuzun kolaylıkla
kazanabileceği pek çok savaş, disiplinsizlik ve koordineli hareket edememe yüzünden
kaybedilmişti. Bu vb. olumsuzlukların neticesinde, asırlarca dünyaya hükmeden
Osmanlı Devleti’nin bir valisi, ordusu ile Mısır’dan başkente kadar gelmiş ve Pâdişahı
kendi istekleri doğrultusunda anlaşma yapmaya mecbur etmişti.
II. Mahmud’un ikinci önemli cephesi, yenilik hareketleridir. Bu hususta çok
temkinli davranmaya gayret ediyordu. Bozulan bir müessesenin durumunu ortaya
koyduktan sonra kamuoyunu da harekete geçirerek bunu yapmaya çalışıyordu. Ancak
bunda ne derece muvaffak olup olmadığı, elde etmiş olduğu neticelerden
anlaşılmaktadır. Vaak’a-i Hayriyye denilen olay eğer kan dökülmeden veya zayiat
mümkün mertebe asgari ölçüde olacak şekilde atlatılabilseydi sonuç itibari ile
Osmanlının talihini değiştirebilirdi. Ancak neyazıkki zayiatın korkunç bir büyüklükte
olması devletin her açıdan gücünün iyice erimesine sebep olmuştu. Sonuçta yeni
kurulan ordu da olumsuz gelişmelerden dolayı kendini toparlayamamıştı.
II. Mahmud çok meraklı birisidir. Bilhassa Avrupalılarla görüşmeye, Avrupayı
incelemeye ve onların düşüncelerine nüfûz etmeye çalışırdı. Bu yönüyle II.
176
Abdülhamîd’e benzer fakat onun gibi düşünceli ve kuşkulu değildir. Vak’a-i Hayriyye
günü ise tam bir Dördüncü Murad’dır. Gururla ilgisi yoktur. Zira sanat ve ilim
adamlarıyla senli benli konuşmakta ve şakalaşmaktaydı. Gerektiğinde yıllarca
sabretmesini biliyordu. Ancak yeri geldiğinde de bir an bile tereddüt etmeden icraya
geçebilmekteydi. Neşeli, mizâha yatkın espriden hoşlanan, gülümser çehreli bir adamdı.
Kaşlarını ender çatmakta, çattığı zaman da yer yerinden oynamaktaydı. “Ya devlet başa,
ya kuzgun leşe!”, “Denize düşen yılana sarılır!” gibi sonradan atasözü hâline gelen
sözler ona aittir. Birincisini 1808’de baba bildiği üstâdı III. Selim’in şehid edildiği gün,
ikincisini ise can düşmanı R.usya ile Hünkâr İskelesi antlaşmasını imzaladığı gün
söylemiştir.277
Sultan II. Mahmud, askerliğin yanı sıra bilgi ve teknolojinin önemini çok iyi
anlamış bir Pâdişahtı. Elbette, münevver bir toplum bilgili ve medeni insan gücü ile
mümkündür. Halk tarafından ağır eleştirilere tutulmasında Mısır Valisi Mehmed Ali
Paşa’nın, geniş bir propaganda faaliyetine girişmesi de etkili olmuştu. Buna mukabil
Pâdişah, bu propagandalara karşı kendisini savunacak yeterli miktarda devlet adamı ve
yenilik taraftarı bulamıyordu. Böyle bir destekten mahrum olması, yaptığı ıslahattan
kısa zamanda sonuç almasına mani olmuştu. Onun bu faaliyetleri kalıcı olabilmesi için
bu ıslahatları sürdürecek yeni bir neslin yetişmesi de gerekiyordu. Meselenin bu tarafı
nazar-ı itibara alındığında Sultan II. Mahmud’un ne kadar zor bir iş için çabaladığı daha
iyi anlaşılır.
II. Mahmud’un ıslahatlarını Rus çarı I. Petro ve Mısır valisi Kavalalı Mehmed
Ali Paşa’nın yapmış olduğu ıslahatlarla kıyaslamak yanlıştır. Çünkü sosyal yapı
itibariyle bu toplumlar nitelik bakımından birbirinden oldukça farklı bir yapıya
sahiptiler. Rus halkı Hıristiyan olduğu için Avrupa müesseselerine uyum sağlaması
oldukça kolay olmuştur. Mısır halkı Müslüman olmakla birlikte Mehmed Ali’ye
muhalif olan Kölemenler bertaraf edildiği için ortada ıslahatları kesecek engel
kalmamıştı. Ayrıca kısa bir süreliğine de olsa Mısır’ı işgal eden Fransız ve İngilizlerin
277 . Daha geniş bilgi için bk. Y. Öztuna, II. Mahmud, s. 16–18.
177
teçhizat ve nizâmları herkes tarafından görülmüş ve bu durum ıslahatın öneminin
kavranmasına yardımcı etken olmuştu.
Sultan II. Mahmud’a, devletin maddi ve manevi gücünü temsil eden yeniçeriler
ve ulemâ karşı çıkıyordu. Pâdişah Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması için ulemâyı ikna
etme uğruna çok büyük bir çaba sarfetmiş ve sonunda muvaffak olmuştu. Gerçi
yapılanlar devletin çehresini birden bire değiştirmedi, ama kendisinden sonra gelen
hükümdârlara örnek oldu.278 İşin aslına bakacak olursak II. Mahmud, bir taraftan ıslahat
çalışmasının zorluğu altında ezilirken diğer taraftan ıslahatlara muhalif olanlarla
mücadele etmeye çalışmıştır. Böyle bir ortamda başarı sağlamak ebetteki zordur.
Yılmaz Öztuna, “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eserinde Sultan Mahmud’u şu
sözlerle ifade eder. “II. Mahmud, Türk tahtının iki buçuk asırdan, Kanunî’nin
ölümünden beri görmediği çapta bir hükümdârdı. Böyle bir hükümdâra her zaman
tesadüf etmek mümkün değildi. Gene de, imparatorluğun zamanından önce dağılmasını
önleyecek şahsiyetler yetişmiş, ancak II. Mahmud’un radikal reformları takip
edilemediği için Avrupa medeniyeti seviyesine erişmek mümkün olmamıştı.”279
Diğer Pâdişahlar gibi, vatanını âdeta kendi bedeninden ayırmıyordu.
Bedenindeki rahatsızlık tüm vücuduna tesir ederek git gide, vücudunun hasta düşmesine
sebep olmuştu ve kırk yaşlarında tüberküloz hastalığına yakalanmıştı. Benzer şekilde
Amcası III. Mustafa’da Rus savaşının üzüntüsü sebebiyle vefat etmişti. Babası I.
Abdülhamid ise, Rusların Özü Kalesi’ndeki Türkleri nasıl katlettiklerini bildiren
Sâdaret Arîzası’nı okurken kalp krizinden vefat etmişti. Çünkü bu yüce sultanlar hakiki
vatan sevdalılarıydı. Devlet-i Âlî, daha evvel benzer yenilgilere maruz kalmamıştı.
Dolayısıyla gönlü vatan ve millet sevdasıyla dolu olan bu Hünkârların üzüntüden
vefatlarına bir bakıma gıpta ile bakılmalıdır.
Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi adlı eserinde, Sultan II. Mahmud’un zamanında
Türkiye’ye gelen (1833 senesinde) ve milletimizin içinde bulunduğu durumu tahlil ve
278 . V. Çabuk, age., VIII, 190-192. 279 . Öztuna, age., VII, 19.
178
tetkik eden Fransız edip Lamartin’in şu tespitlerine yer vermektedir. “Sultan II.
Mahmud, zârif, asil görünüşlü, orta boylu, 45 yaşlarında bir adam. Mavi gözlü, tatlı
bakışlı, teni renkli ve esmer, dudaklarında ince bir eda var. Kara kehribar gibi siyah
sakallı. Ona bakan, fesi olmasa bir Avrupalı sanabilirdi. Pantolon ve çizme giymişti.
Yürüyüşü sinirli ve bakışları endişeli idi. Sultan II. Mahmud’un yüzünü gördükten sonra
ona merhamet duymamak imkânsız. Neyazıkki onu bekleyen kara yarınları düşündükçe,
bu temenniler insanın kalbinde kalır. Sultan II. Mahmud, hakikaten büyük adam olsa
idi, kaderini değiştirir, benliğini saran kara talihini yenerdi. Daha zaman var: Bir millet
ölmedikçe kendinde, din ve milliyetinde, maharetli bir dehanın besleyebileceği,
hızlandıracağı, şanlı bir yeniden doğuşa götüreceği bir enerji prensibi yaşar. Kaderi ne
olursa olsun, tarih ona acıyacaktır. Çok büyük işlere girişmek istedi. Ağacın dallarını
baltalamayı bildi. Ama bu güçlü ve sıhhatli gövdenin ayakta kalan kısmına yeni bir hız,
bir hayat vermesini bilemedi. Bunda kabahatli mi? Kabahatli diyorum. Türkiye
Mahmud’un hayatına bağlıdır ve o imparatorlukla aynı günde ölecektir.”280 Aynı şair,
yapılan kıyafet inkılâbını ise şu cümlelerle tenkit etmiştir. “Asil ve zarif sarığı
kaybetmiş olmanın utancını duyar gibi kırmızı yünden cüppeyi, şalvarı, kemeri ve
kaftanı bırakıp, kötü dikilmiş gülünç ve sefil Avrupa kıyafetini kabul etmişler.
Böylelikle bu millet, ağırbaşlı ve muhterem görünümünden ayrılarak Frenklerin zavallı
birer taklitçisi olmuştur.”281
Sultan II. Mahmud’un ömrü hep sıkıntı ve ızdırap içinde geçmiştir. Nihayet
ömrünün son demlerine yaklaşırken bir diğer üzüntü haberi olan Nizip yenilgisini henüz
öğrenmek üzere iken ecel buna mani olmuştu. Sürekli, ardı sıra çekmiş olduğu
sıkıntılar, nihayetinde onu verem hastalığının pençesine düşürmüştü. Nitekim Nizip
Savaşı’nın kötü mağlubiyet haberi İstanbul’a ulaşınca Hünkâr’ın çevresinde olanlar bu
mağlubiyet haberini ondan saklamışlardı. O, İstanbul’a ulaşan ancak kendisinin
bilmediği bu haberden iki gün sonra gözlerini hayata yummuştur. Sultan II. Mahmud,
bitmek tükenmek bilmeyen iç ve dış gaileler içinde geçen ömrü boyunca hiçbir zaman
ümitsizliğe düştüğünü çevresine yansıtmamış, metanetini, karar ve hüküm istidadını
muhafaza etmeye, azami derecede riayet etmişti. Devletin dağılmasını önlemek için
280 . Aksun, age., III, 233. 281 . Aksun, age., III, 234.
179
canla başla gayret etmiş ve yaşamı elverdiği sürece bu çabasını hep sürdürmüştür. Her
sahadaki yenilik ve reform hareketleri ile devlete yeni bir canlılık kazandırmaya
çalışmıştı. Bu uğraşından ötürü bazı kesimler kendisine ağır itham ve küfürlerde
bulunsa da o, bunları sineye çekip yılmadan bildiği doğru yoldan ayrılmamıştı. Ancak
her şeyden önce o da bir insandı ve belli bir dayanma gücü vardı. Devletin kara talihi
sürekli kötüye gittiği için insan olarak yıpranmış ve amansız hastalığa yenilmişti.
Engelhard yapıtında onu anlatırken şu ifadelere yer verir. “Yeniçerilere galip etdiği
günden beri Sultan Mahmud’u sanki takip eden sû-i tâlih müşârun ileyhî hayatının son
günlerine, takrib mevte kadar bâr-i şeâmeti altında ezmişti.”282
Sultan II. Mahmud, başta İstanbul olmak üzere ülkenin birçok yerinde hayır
eserleri yaptırmıştır. Mimaride Barok üslubun Ampir üslubuna geçiş dönemine
rastlayan bir ortamda, yaptırdığı Nusretiye Camii bu devrin en güzel örnekleridir.
Tophâne semtinde, 1822’de inşaatına başlanan camii, tam dört yılda tamamlanmıştır.
Camii, barok ve ampir süslemeler arasında Râkım’ın yazıları ile tezyin edilmiştir.
Bunun dışında Arnavutköy ile Kumkapı Camileri de II. Mahmud’un önemli eserleri
arasındadır. Ayrıca Selimiye Kışlası’nın bir kısmını yeniden yaptırmıştır.
Çengelköy’deki Kuleli Kışlası ile Rami, Maçka, Beyoğlu Kışlasını, Halıcıoğlu’nda
Humbarahâne’yi, Kasımpaşa’da Kalyoncu Kışlası’nı inşa ettirmişti. Ayrıca Edirne ve
Şumnu Kışlaları da onun eseridir. Yine Bahçeköy’de Büyük Bend, Harbiye, Bahriye,
Sıhhiye ve Adliye gibi mektepler ile tersanede havuz, Tüfenkhâne, Dikimhâne, Bayezid
Yangın Kulesi, Baruthâne, Mescid-i Aksa ile Haremeyn’de medrese, Konya’da
Mevlana türbesinin kubbesi, Süleymaniye bendleri, Mehterhâne, Yenikapı
Mevlevihânesi, Galata Sarayı, Bursa’da Emir Buhari türbesi, Atik Ali Paşa’daki Hırka-i
Şerif makamları, Unkapanı’ndaki Buhari tekkesi, Tarabya Camii ve çeşmesi, Sütlüce
tekkesi ve Beylerbeyi çeşmesi gibi pek çok eseri ilave tamirlerle yeniden yaptırmıştır.283
Sultan II. Mahmud uzuna yakın orta boylu, geniş omuzlu ve kumral biri olup
ince ve sevimli bir yüzü vardı. Pek çok çocuğu olmuştur. 1808–1829 yılları arasında
çeşitli tarihlerde evlendiği on sekiz eşi olmuştur. Yedisi Sultan Mahmud’un zamanında
282 . Edouard Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, trc. Ali Reşad, İstanbul 1328, s. 38. 283 . Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s. 428–438; V. Çabuk, age., VIII, 193.
180
vefat etmiştir. Bunlardan Bezm-i Âlem İkinci Kadınefendi (1807–1853) I.
Abdülmecîd’i doğurarak 1839-1853’te, II. İkbâl Pertev-nihâl Hanımefendi (1812–1883)
ise Sultan Abdülaziz’i doğurarak (1861–1876) valide sultan oldular. II. Mahmud’un en
son ölen eşi Başıkbâl Hüsn-i Melek Hanımefendidir (1812–1886). Sultan Mahmud
hayatta iken ölen ikinci eşi Âlîcenâb Başkadınefendi, Veliahd Abdülhamid Efendi’nin
annesidir. Fatih’te sebil yaptırmiştır. 1809’da ölen ilk eşi Fatma Başkadınefendi’nin
yerine başkadın olmuştu. Onun yerine ise, Pertev-Piyâle Nevfidân (1793–1855)
Başkadınefendi oldu. Dört Sultan ve bie şehzâde doğurdu ancak hiçbiri yaşamadı.
1832’de üvey kızı Âdile Sultan’ı evlat edindi. Mekke-Medîne yoksulları ve Topkapı
Sarayı için vakıfları vardır. Zindankapısı’nda camii vardır. Üvey oğlu Sultan Abdülazîz
1865 mayısında Londra’dan satın alınan bir savaş zırhlısına ve ayrıca yatlarından birine
Pertev-Piyâle adını vermiş olmasından anlıyoruzki, şehzâdeliğinde bu üvey annenin
kendisine çok emeği geçmiştir. Âdile Sultan’ın annesi Zer-nigâr ikinci Kadınefendi ise
1832’de öldü. Saliha Sultan’ın annesi Âşûb-i Cân (1793–1870) ikinci Kadınefendidir.
Sultan Mahmud’un ölümünden sonra Beşiktaş’taki Sâhilsarayı’nda ve Çamlıca’daki
kasrında yaşamıştır. 1859 yılı başında hac için gittiği Mekke’de ölen ikinci Kadınefendi
Hoşyâr Hanım ise Mihr-i Mâh Sultan’ın annesidir. Maçka’da sarayı vardı. Ayrıca
Burgaz’da cami ve medrese, Kasımpaşa’da çeşme yaptırmıştır. Dördüncü Kadınefendi
Pervîz-felek (ö. 1863) hanım ise Atiye, Hadîce ve bebek iken ölen Fatma Sultanların
annesidir. Sultan Mahmud’un sondan bir önceki eşi Üçüncü İkbâl Tiryâl Hanımefendi
(1810–1883) meşhurdur. Sultan Aziz zamanında İkinci Valide Sultan muamelesi
görmüştür. Çamlıca ve Üsküdar’da çeşmeler yaptırmıştır. Çamlıca’da camlı köşkü
Beylerbeyi’nde sarayı vardır.284 Kızları: Fatma Sultan (1809–1809), Ayşe Sultan
(1811–1825), Saliha Sultan (1811–1843), Mihrimah Sultan (1812–1838), Şah Sultan
(1812–1814), Emine Sultan (1813–1814), Şah Sultan (1814–1817), Zeynep Sultan
(1815–1816), Hamide Sultan (1818–1819), Cemile Sultan, Atiyye Sultan (1824–1850),
Münîre Sultan (1824–1825), Hatice Sultan (1825–1842), Adile Sultan (1826–1899),
Fatma Sultan (1828–1830), Hayriye Sultan (1831–1833). Oğulları: Murad (1811–
284 . Y. Öztuna, II. Mahmud, s. 13–14.
181
1812), Bayezid (1812–1812), Abdülhamid (1813–1825), Abdülmecid I. (1823–1861),
Abdülaziz (1830–1876), Nizameddin (1833–1838).285
285 . M. Süreyya, age., I, 73-74; Çağatay Uluçay, Pâdişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1980, s. 126-138.
182
SONUÇ
II. Mahmud dönemi, Osmanlı Devleti’nin şüphesiz hızlı bir değişim süreci
yaşadığı zaman dilimlerinden birine tekabül etmesi hasebiyle önem arz etmektedir.
Yaşanan bu süreci işlerken Sultan Mahmud’un, devleti yönetmeye yönelik olarak
icraatları, kendisinden önceki Pâdişahlardan farklı olarak yapmak istedikleri ve
yapamadıkları, ayrıca onun şahsına münhasır öngörüleri ve insanî meziyetlerini ön
plana çıkarılmaya çalışılmıştır.
Ölümünün üzerinden yaklaşık bir buçuk asır geçmiş olan II. Mahmud, otuz altı
Osmanlı Pâdişahı arasında en yenilikçi kişiliğe sahip bir Sultandır. Sanatçılara portresini
yapma izni vermesinden bile, biçimsel olarak onun ne kadar açık görüşlü birisi olduğu
anlaşılmaktadır. Portrelerinin tümünde capcanlı ve mağrur bir görünüşü kendini belli
eder. Gerçekte o bir despot muydu? Yoksa bir ıslahatçı mı? Kaprisli birisi mi? Veya
misyon sahibi idealist bir yönetici mi? Savaşlara gözü kara atılan biri mi? Ya da
devletini amansız düşmanlardan gözetmeye çalışan zeki bir devlet adamı mı? Onu,
dindâr Müslümanlara Avrupa tarzını zorla kabul ettiren “Gâvur Sultan” diye mi
görmeliyiz? Veyahutta adâletli Mahmud olarak mı görmeliyiz? Tüm bu çelişkili sualler
onun muammalı bir kişi olarak tarihteki yerini aldığının kanıtıdır. II. Mahmud, mütevâzi
ve takıntısız bir sultandı. Özellikle yabancı aydınlarla karşılıklı oturup rahatça sohbet
eder ve onların fikirlerini öğrenmeye çalışırdı. Ermeni araştırmacı Kevork Pamukciyan
onun hakkında şu ifadelere yer verir. “Osmanlı Pâdişahları arasında, Hıristiyanlara
karşı en fazla sempati besleyen üç hükümdârdan ilki Sultan Mahmud olmuştur. Bilhassa
Ermenilere çok iyi nazarla bakıyordu.”
Birkere II. Mahmud’un gönlünde yeniliklere, kısaca batıya karşı bir ilgi ve
merak vardır. Onun enerji kaynağı da bu alâkadan ileri geliyordu. En önemli misyonu,
devleti çöküntüden kurtarmak ve tekrar eski ihtişamlı günlerine kavuşturmaktı. Bu
uğurda yılmadan sabır ve metanetle gayret göstermiştir. İçeride ve dışta pek çok âyan ve
mütegallibeyi itaat altına almayı başararak devletin merkezî gücünü büyük ölçüde tesis
etmeyi başarmıştı. Özellikle saltanatının son on üç yılında Türkiye’nin çehresini artık
geriye adım atılamayacak derecede değiştiren II. Mahmud, aynı zamanda çok çalışkan
183
ve az uyuyan enerjik bir insandı. Nitekim iki kış mevsimini Râmi Kışlası’nın taş
odasında yatarak ve gündüzleri sıradan bir albay gibi çamurlar içinde yeni ordunun
alaylarını talime çıkararak geçirmişti. Yerine göre çok merhametli ve yumuşak kalpli
olan Sultan Mahmud, sırası geldiğinde de sonderece gözü kara bir kişiliğe sahipti. Zira
isyanlara karşı şiddete başvurmaktan çekinmiyordu. Vehhâbi ileri gelenlerini İstanbul’a
getirterek idam ettirmişti. Esasında çoğu kere onun devlet adamlığı ve askerliği,
yenilikçi kişiliğinin gölgesinde kaldığını söyleyebiliriz. Bu sebeple araştırmamızda II.
Mahmud’un devlet politikasına yönelik olarak siyasî meziyetleri ön plana çıkarılmaya
çalışılmıştır.
II. Mahmud, Batılılaşma ile medenileşme ölçüsünü kısmen kaçırmış olduğu için
kendisine karşı müthiş bir kindarlıkta sözkonusu olmuştur. Ancak Pâdişah, tüm bu
tepkilere karşı gerektiğinde sindirme politikasını benimseyip af ve müsâmaha
göstermedi. Gerektiğinde sadrâzamlarını sık sık değiştirerek hedeflerinin önündeki
engelleri bertaraf etmeyi düşünmüştür. Zira ideallerine ulaşma uğruna sonderece azim,
metanet ve kararlılık gösterdi. Özellikle eğitime yönelik olarak yapmış olduğu reform
çalışmalarında yepyeni bir nesil yetiştirmeyi hedeflemiş ve bunda da büyük ölçüde
başarılı olmuştur. Nitekim onun, sabrının ve azminin meyvelerini kendisinden sonra
gelen kuşaklar toplamıştır. Sonraki nesle ışık tutması açısından Sultan II. Mahmud’un
modern Türk tarihinde çok önemli bir merhaleye damga vurduğunu söyleyebiliriz.
Başarı, azim ve tahammülle gelir. Er ya da geç onun azim ve kararlılığı kendisini
hissettirmiş ve böylece devletin yapısına taze kan sağlayarak belli bir süre de olsa
ömrünün uzamasına vesile olmuştu.
Sultan II. Mahmud’un ilk Pâdişahlık yıllarında, devletin içinde bulunduğu
durumu hatırlayacak olursak fevkalâde karamsar bir tablo ile karşı karşıya kalırız. Bir
taraftan devlet ağacı çatırdarken, diğer taraftan Devlet-i Alîyye’nin kalbinde iç
hesaplaşmalar yaşanıyordu. Sultan Mahmud, böyle bir ortamda kararsızlık ve
ümitsizliğe kapılmadan ne şekilde adım atacağını bilmiş ve her şeyi yerli yerinde
yapmaya çalışmıştır. Kısaca vakti gelmeden hiçbir şeye tevessül etmemiştir. İlm-i
siyaset olarak düşünecek olursak, kaba kuvveti, sindirme ve baskı politikalarını yerli
yerinde kullanmasını bilmiş, böylece devletin ömrünün uzamasını sağlayarak
184
kendisinden sonraki Hükümdârlara yol gösterici olmuştur. Daha da önemlisi koskoca
bir medeniyetin hepten yok olmasını önleyerek bu günlere ulaşmasına zemin
hazırlamıştır.
Bu dönemde tüm devlet erkânı, ulemâ ve ahâli ileri gelenleri, Yeniçerilerin yok
edilmesine kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki artık bu işin gerçekleştirilmesi için
zaman ve zeminin müsait olup olmadığını ve devletin mevcut uluslararası statüsünün bu
mesuliyeti kaldırıp kaldıramayacağını kimsenin düşündüğü yoktu. Çünkü yeniçeriler
yaptıkları çirkefliklerle bardağın son damlasını çoktan taşırmışlardı. Dolayısıyla ocağın
kaldırılmasına karar verildi. Bu karar on binlerce insanın hayatına maloldu. Sadece isim
ve görüntü olarak düşmanların kalbini ürperten Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması
düşmanları daha da cesaretlendirdi. Bu ocağın kaldırılmasının, asker ve siviller üzerinde
meydana getirdiği moral bozukluğu ordunun yenilmesine ve devletin daha ağır
antlaşmaları imzalamasına sebep oldu. Sonuçta Osmanlı’nın itibarı içte ve dışta iyice
sarsıldı. Yeni ordunun kurulup güçlenmesi için düşünülen paralar maalesef savaş
tazminatı olarak ödenmek zorunda kalınmıştır. Bu olumsuzluklardan sonra, eğer dış
devletlerin anlaşmazlığı sözkonusu olmasaydı Devlet-i Alîyye’nin ömrü çok daha kısa
sürebilirdi. Nitekim Yeniçeriler halledildikten sonra artık Osmanlı üzerindeki hesaplar
tamamen paylaşmaya yönelik yapılmıştır. Osmanlı’yı bir güç unsuru olarak gören
devletler artık bundan sonra rakip olarak görmemeye başlamışlardı. Oysaki sultan
Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı hepten ortadan kaldırmak yerine, ıslah etmeyi
başarabilseydi ve modernleşme ile batılılaşma ölçüsünü, halkın tepkisini de gözeterek
iyi kurabilseydi devletin makûs talihine son vermesi hiçte tesadüf olmayacaktı. Belki de
devlet, yapılan reformlarla tekrar eski ihtişamlı günlerine dönmüş olacaktı. Fransız edip
Lamartin’in dediği gibi. “Ağacın dallarını baltalamayı bildi. Ama bu güçlü ve sıhhatli
gövdenin ayakta kalan kısmına yeni bir hız, bir hayat vermesini bilemedi.”
Günümüzde çok sayıda batılı olmayan ülke, bütün Batı değerlerini, kurumlarını
ve uygulamalarını benimsemeden ve en önemlisi kendi kültürlerini terk etmeden
modernleşmeyi başarmıştır. II. Mahmud, bir taraftan modernleşirken diğer taraftan öz
kültüründen tavizler vermiş olması, bir bakıma modernleşme ile batılılaşmanın
birbirinden iyi ayrılmayışı halkın büyük tepkisine yol açmıştı. Nitekim hemen her
185
konuda kendisini destekleyen Şeyhülislâm Mehmed Tâhir Efendi, Sıra ulemânın fes
takmasına dayanınca, isyan etmekten kendisini alıkoyamamıştır. Toplum, psikolojik
olarak kendisi için faydalı olan pek çok unsuru, bazen olumsuz olan bir unsurun
gölgesinde bırakarak görmezden geliyordu. Halk, ıslahatlara karşı şüphesiz
cahilliğinden direnmemiştir. Zira bu direnişin içinde ulemâdan da ekser kişiler vardı.
Halk, devletin samimiyetine ve adâletine güvenmediği için yeniliklere şiddetle karşı
çıkmıştır. Maalesef, devletten ziyâde kendi aralarından sivrilmiş âyân ve eşrafa
güveniyorlardı. Kısacası Anadolu’nun halkı, adâlet yani huzur istiyordu.
Bu devirde âyânlık resmen kaldırılmış olsa bile âyânların sosyal, ekonomik ve
siyasî güçleri sonraki çağlarda devam ediyordu. Modernleşmeye yönelik adımlar
atılacak yerde, kılık kıyafetle uğraşılması büyük tepkilerin doğmasına sebep olmuştur.
Oysaki bunlar, süreç içerisinde kendiliğinden hallolması gereken meselelerdi.
Toplumların doğal olarak kültür değişimi sürekli vardır. Eğer buna doğrudan müdâhale
edilirse huzursuzluk kaçınılmaz olur. Halk değişir veya değişmez bunu ancak süreç
belirlemeli.
Sultan II. Mahmud, aynı zamanda gönlü vatan sevgisiyle dopdolu olan bir
sultandı. Memleketinin kötü talihine seyirci kalmamış, “Olduğu kadar” mantığıyla
hareket etmemiş, elinden hiçbir şey gelmese de, oturup devletinin kara tâlihini kara kara
düşünmüştür. Elbette umursamaz bir fıtratı olsaydı, halk arasında “İnce hastalık” diye
tâbir edilen verem hastalığına yakalanmayabilirdi. Elbetteki her şey takdiri ilâhi, ancak
onun ölümüne vatan sevgisi, sorumluluk duygusu ve onurlu şahsiyetinin bir gereği
olarak devletin kötü gidişatının getirdiği sıkıntı sebep olmuştur. Nihayetinde aziz
Sultan, bu yüce değerlere bedel olarak canını fedâ etmiştir.
Kısaca bu tezimizde, Osmanlı tarihinin önemli bir zaman dilimini kapsayan
Sultan II. Mahmud’un devri, siyasî tarih bakımından ele alınıp aydınlatılmaya
çalışılmış, ayrıca onun Pâdişahlığı boyunca cereyan eden mühim olaylar ve bu olayların
devletin kaderine olan etkileri, mümkün mertebe izah edilmeye çalışılmıştır.
186
EKLER
187
EK 1 II. Mahmud Devrinin Sadrâzamları ve Şeyhülislâmlar
I. Sadrâzamlar:
Mustafa Paşa (Rusçuklu, Bayraktar) (1807–1808)
Memiş Paşa (Arnavut) (1808–1809)
Yusuf Ziya Paşa (1809–1811)
Ahmet Paşa (Trabzonlu) (1811–1812)
Hurşit Paşa (Gürcü) (1812–1814)
Mehmet Emin Rauf Paşa (1814–1817)
Derviş Mehmet Paşa (1817–1819)
Seyyit Ali Paşa (Ispartalı) (1819–1820)
Ali Paşa (Benderli) (1820–1820)
Salih Paşa (Elhac, hacı) (1820–1822)
Abdullah Paşa (1822–1822)
Ali Paşa (Silahdâr) (1822–1823)
Mehmet Sait Galip Paşa (1823–1824)
Selim Mehmet Paşa (1824–1828)
İzzet Mehmet Paşa (Darendeli) (1828–1828)
Reşit Mehmet Paşa (Gürcü) (1828–1832)
Mehmet Emin Rauf Paşa (1832–1839)
II. Şeyhülislâmlar Mehmet Arif Efendi (Arapzâde) (1808–1808)
Mehmet Esat Efendi (Salihzâde) (1808–1808)
Esseyyit Abdullah Efendi (Dürrîzâde) (1808–1810)
Ömer Hulûsi Efendi (Samanîzâde) (1810–1812)
Esseyyit Abdullah Efendi (Dürrîzâde) (1812–1814)
Esseyyit Mehmet Zeynelabidin Efendi (1814–1817)
Mustafa Asım Efendi (Mekkîzâde) (1817–1818)
Halil Efendi (Elhac) (1818–1820)
Esseyyit Abdülvehhab Efendi (Yasincizâde) (1820–1822)
Ahmet Reşit Efendi (Sıtkızâde) (1822–1823)
Mustafa Asım Efendi (Mekkîzâde) (1823–1825)
Mehmet Tâhir Efendi (Kadızâde) (1825–1827)
Esseyyit Abdülvehhab Efendi (Yasincizâde) (1827–1832)
Mustafa Asım Efendi (Mekkîzâde) (1832–1845)286
286 . Karal, age., V, 165.
188
EK 2
189
EK 3
287
287 . Derman, agm., s. 46-47.
190
EK 4
288. Fazıla Akbal, “1831 Tarihinde Osmanlı İmparatorluğunda İdarî Taksimat ve Nüfus” Belleten 15
(1951), s. 60.
191
BİBLİYOGRAFYA
A. KAYNAK ESERLER
Ahmed Cevdet Paşa (ö. 1895), Tarih-i Cevdet, I-XII, İstanbul 1302.
Ahmed Lütfi (ö. 1907), Tarih-i Lütfi, I-VIII, İstanbul 1302.
Ahmed Rasim (ö. 1932), Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi, I-IV, İstanbul 1329.
…………., Osmanlı Tarihi, I-VI, nşr. Metin Hasırcı, İstanbul 2002.
Âşık Paşazâde (ö. 1481), Tarih, İstanbul 1332.
Engelhardt, Edouard (ö. 1916), Türkiye ve Tanzimat, trc. Ali Reşad, İstanbul 1328.
İbnülemin Mahmud Kemal (ö. 1957)-Hüseyin Hüsameddin (ö. 1930), Evkâf-ı
Hümâyûn Nezâretinin Tarihçe-i Teşkilâtı ve Nüzzarın Teracim-i Ahval-i,
İstanbul 1335.
Kamil Paşa (ö. 1913), Tarih-i Siyasî-i Devlet-i Âlîyye-i Osmanîyye, I-III,
İstanbul 1327.
Koçi Bey (ö. 1640), Risâle, nşr. Zuhuri Danışman, İstanbul 1972.
Mahmud Şevket (ö. 1913), Osmanlı Teşkilât ve Kıyafet-i Asketiyesi, I-II,
İstanbul 1332.
Mehmed Süreyyâ (ö. 1909), Sicill-i Osmanî, I-IV, İstanbul 1308.
Moltke, Helmuth Von (ö. 1891), Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine
Mektuplar (1835–1839), trc. Hayrullah Örs, Ankara 1960.
Mustafa Nuri Paşa (ö. 1890), Netayicü’l-Vukuât, I-IV, İstanbul 1327.
Sahaflar Şeyhizâde Es’ad Efendi (ö. 1848), Üss-i Zafer, İstanbul 1243.
Şanizâde Mehmed Ataullah Efendi (ö. 1826), Tarih-i Şânizâde, I-IV, İstanbul 1290.
Tayyarzâde Atâullah Ahmed Atâ (ö. 1880), Tarih-i Atâ, I-V, İstanbul 1293.
B. ARAŞTIRMALAR
Akbal, Fazıla, “1831 Tarihinde Osmanlı İmparatorluğunda İdarî Taksimat ve Nüfus”
Belleten 15 (1951).
Akgündüz Ahmet - Öztürk Sait, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul 1999.
…………………, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi,
192
Ankara 1988.
Aksun, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1994, I-VI.
Akşin, Sina, Türkiye Tarihi, İstanbul 1988, I-V.
Akyıldız, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform,
İstanbul 1993.
Altınay, Ahmed Refik “Mahmud-u Sâni’nin Vâlidesi Fransız mıydı?”, Târîh-i Osmânî
Encümeni Mecmuası, İstanbul 1341, 87/218–224.
Altundağ, Şinasi, Kavalalı Mehmed Ali Paşa İsyanı (Mısır Meselesi), Ankara 1988.
……………….., “Mehmet Ali Paşa”, İA., VII.
……………….., “İbrahim Paşa” İA., V/II.
Aslanapa, Oktay, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986.
Ayvazoğlu, Beşir, Geleneğin Direnişi, İstanbul 1997.
Ayverdi, Samiha, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1978, I-III.
Bagader, Ebubekir, Modern Çağda Ulemâ, trc. Osman Bayraktar, İstanbul 1991.
Baysun, M. Cavid “Tepedelenli Ali Paşa”, İA., I.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978.
Beydilli, Kemal “Mahmud II”, DİA., Ankara 2003, XXVII.
………, “Alemdâr Mustafa Paşa”, DİA., İstanbul 1989, II.
………, “Hünkâr İskelesi Antlaşması” DİA., İstanbul 1998, XVIII.
Beyhan, Mehmet Ali “Yeniçeri Ocağının Kaldırılışı Üzerine Bazı Düşünceler”
Osmanlı, Ankara 1999, VII.
Canatar, Mehmet “Kethüdâ”, DİA., XXV.
Cihan, Ahmet, Modernleşme Döneminde Osmanlı Ulemâsı (1770–1876),
[yayınlanmamış doktora tezi], İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1994.
Çabuk, Vahid, Kuruluşundan Cumhuriyete Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul 1999,
I-X.
Çadırcı, Musa “Tanzimatın İlanı Sıralarında Türkiye’de Yönetim (1826–1839)”,
Belleten LI/201 (1987).
Çakın, Naci-Nafiz Orhon, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi (1793–1908),
Ankara 1978, III.
Çetin, Atilla “Garp Ocakları”, DİA., XIII.
Danişmend, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1995, I-IV.
193
Decei, Aurel, “Fenerliler” İA., IV.
Derin, Fahri Ç. (nşr.) “Yayla İmamı Risâlesi” İÜ. Tarih Enstitüsü Dergisi (1973), III.
Derman, M. Uğur “Sultan II. Mahmud’un Hattatlığı”, Sultan II. Mahmud ve
Reformları Semineri, İstanbul 1990.
Eren, A. Cevat, “Selim III”, İA., İstanbul 1988, X.
Ergin, Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediye, İstanbul 1961, I.
Erim, Nihat, Devletler Arası Hukuku ve Siyasî Tarih Metinleri, Ankara 1953, I.
Gökbilgin, M. Tayyib, “Navarin”, İA., IX.
Gülsoy, Ufuk, “Bir Ocak Böyle söndü” Tarih ve Düşünce (2000), VII.
Hajek, A., “Sırbistan” İA., X.
Hatipoğlu, M. Murat, Türk Yunan İlişkilerinin 101 Yılı, Ankara 1988.
Heyd, Uriel, “III. Selim ve II. Mahmud Dönemlerinde Batılılaşma ve Osmanlı
Ulemâsı” trc. Sami Erdem, Dergâh Mecmuası (Ekim 1996), sayı: 80.
Huntington, Samuel P., Medeniyetler Çatışması, trc. Mehmet Turhan, İstanbul 2004.
İnalcık, Halil, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”,
Belleten 28/111–112 (1964).
Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Ankara 1988, I-IX.
……………, “II. Mahmud”, İA., VII.
Kazıcı, Ziya, İslâm Tarihi, İstanbul 2005, XIII.
…………..., Anahatları ile İslâm Eğitim Tarihi, İstanbul 1983.
…………..., Osmanlı’da Toplum Yapısı, İstanbul 2003.
…………..., İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 2003.
…………..., Uçbeyliği’nden Devlet-i Âlîyye’ye Osmanlı, İstanbul 2007.
…………..., Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul 1998.
…………..., Osmanlı’da Yerel Yönetim, İstanbul 2006.
…………..., Osmanlı Vakıf Medeniyeti, İstanbul 2003.
…………..., İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985.
Kılıç, Abdullah, “Musikîşinas Osmanlı Padişahları” İstanbullu (1999), ¼.
Koçu, Reşat Ekrem, Yeniçeriler, İstanbul 1964.
Kuran, Ercüment, Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı
Siyaseti (1827–1847), İstanbul 1957.
Kurat, Akdes Nimet, Türkiye ve Rusya, Ankara, 1970.
194
…………..., Rusya Tarihi, Ankara 1948.
Kutluoğlu, Muhammet Hanefi “Kavalalı Mehmed Ali Paşa”, DİA., Ankara 2002, XXV.
Kütükoğlu, Mübahat S., “Mürur Tezkiresi”, DİA., İstanbul 2006, XXXII.
…………..., “Sultan II. Mahmud Devri Yedek Ordusu: Redif-i Asâkir-i Mansûre”
Tarih Enstitüsü Dergisi (1982), XII.
……………, Osmanlı – İngiliz İktisadi Münasebetleri (1580 – 1838), Ankara 1974,
I, II.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, trc. Metin Kıratlı, Ankara 1998.
Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslâm Tarihi, trc. Ferit Aydın, VI,
İstanbul 1994.
Mert, Özcan, “ Osmanlı Devleti Tarihi’nde Âyânlık Dönemi”, Yeni Türkiye
Mecmuası (2000), sayı: 31, Osmanlı Özel Sayısı: I.
Nagata, Yuzo, Tarihte Âyânlar, Ankara 1997.
Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1983.
Oruç, Arif, Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul 1932.
Özcan, Abdülkadir, “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” DİA., İstanbul 1991, III.
…………………., “Hâlet Efendi”, DİA., İstanbul 1997, XV, 249-250.
Özkaya Yücel – Akyıldız Ali, “Muhassıl”, DİA., İstanbul 2006, XXXI.
………………, “Mütesellim”, DİA, İstanbul 2006, XXXII.
Öztuna Yılmaz, Türk Musikîsi Ansiklopedisi, İstanbul 1974, I-II.
………………., Büyük Türkiye Tarihi,, İstanbul 1978, I-VII.
………………..., II. Mahmud, Ankara 1989.
………………..., “II. Mahmud”, Türk Ansiklopedisi, Ankara 1976, XXIII.
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul
1971, I-III.
Palmer Alan, Osmanlı İmparatorluğu Bir Çöküşün Yeni Tarihi, trc. Belkıs Çorakçı
Dişbudak, İstanbul 1995.
Sarıcaoğlu, Mehmet Esat, Malî Tarih Açısından Osmanlı Devletinde Merkez Taşra
İlişkileri (II. Mahmud Döneminde Edirne Örneği), Ankara 2001.
Sarıyıldız, Gülden, “Karantina Meclisi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Belleten
(1994), LVIII/222.
Shaw, Stanford J. – Shaw, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye,
195
trc. Mehmet Harmancı, İstanbul 1983, I-II.
Subaşı, Hüsrev, “Hattat Osmanlı Padişahları”, Yeni Türkiye Mecmuası (2000),
Osmanlı Özel Sayısı: IV.
Şahin, M. Süreyya, Fener Patrikhânesi ve Türkiye, İstanbul 1980.
Turan, Osman, Türk cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1969, I-II.
Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987.
Uçarol, Rifat, “Küçük Kaynarca Andlaşmasından 1839’a Kadar Osmanlı
İmparatorluğu” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, XI.
Uluçay, Çağatay, Pâdişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1980.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Mustafa Paşa”, İA., İstanbul 1979, VIII.
…………………..., Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları,
Ankara 1988, I-II.
…………………..., Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, Ankara 1970.
…………………..., Meşhur Rumeli Âyânlarından Tirsinikli İsmail, Yılıkoğlu
Süleyman Ağalar ve Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul 1942.
Ünlü, Nuri, İslâm Tarihi, İstanbul 1994, I-III.
Vefik, Abdurrahman, Tekâlif Kavaidi, İstanbul 1328, I.
Yazıcı, Nesimi, Takvim-i Vekayi, Ankara 1983.