58
13 SOSYAL ve KÜLTÜREL FARKINDALIĞIN SINIRLARINDA OSMANLILAR ve AVRUPA SEYFİ KENAN* Batı’nın geçmişi ve geleceği, genelde İslâm dünyasıyla olan on dört yüz- yıllık, özelde de Anadolu’yu yurt edinen Türkler’le yaklaşık binyıllık çift yönlü ilişkileri idrak edilmeden tamamıyla kavranamaz. Aynı şey, hem İslâm dünyası hem de Türkler için geçerlidir. 1 Gerek Osmanlı öncesi gerekse Osmanlı sonrası dönemde, İslâm me- deniyetinin en dikkat çekici özelliklerinden biri, içine aldığı veya yö- nettiği pek çok kültürün kendilerine özgü dinî ve toplumsal yaşam tarzları ve geleneklerini, sanat, estetik ve maddî kültür unsurlarını da kapsayacak şekilde devam ettirebilmelerine imkân sağlayan bir yaşam tecrübesi ve düzeni kurabilmeleri ve bunu uzun asırlar boyunca sürdü- rebilmeleridir. Bu deneyimin İslâm’ın, topraklarında yaşayan gayri müs- lim halklara tanıdığı ve teminat altına aldığı anayasal haklardan -zimmî Doç. Dr., İSAM & Marmara Üniversitesi. Bu kitapta yer alan çalışmaların çoğunluğu, 24-26 Kasım 2006’da İSAM’da gerçekleşen “XI-XVIII. Yüzyıllar Arasında İslâm-Türk Medeniyeti ve Avrupa” konulu sempozyumda sunulan bildiriler arasında tematik bir seçki yapılarak makaleye dönüştürülmüş çalış- malardan oluşmaktadır. 1 Richard Bulliett’ın bu yaklaşıma yakın bir çerçevede genel olarak İslâm ve Batı ilişkilerini, her iki dünyanın daha çok ortak buluşma noktalarını öne çıkararak tartıştığı eser için bk. Richard W. Bulliett, The Case for Islamo-Christian Civili- zation (New York: Columbia University Press, 2004).

SOSYAL ve KÜLTÜREL FARKINDALIĞIN SINIRLARINDA … · 6 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi (İstanbul: Ötü-ken Neşriyat, 2000), s. 37. 7 Mehmet Genç,

  • Upload
    others

  • View
    7

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

13

SOSYAL ve KÜLTÜREL FARKINDALIĞIN

SINIRLARINDA OSMANLILAR ve AVRUPA

SEYFİ KENAN*

Batı’nın geçmişi ve geleceği, genelde İslâm dünyasıyla olan on dört yüz-

yıllık, özelde de Anadolu’yu yurt edinen Türkler’le yaklaşık binyıllık çift

yönlü ilişkileri idrak edilmeden tamamıyla kavranamaz. Aynı şey, hem

İslâm dünyası hem de Türkler için geçerlidir.1

Gerek Osmanlı öncesi gerekse Osmanlı sonrası dönemde, İslâm me-

deniyetinin en dikkat çekici özelliklerinden biri, içine aldığı veya yö-

nettiği pek çok kültürün kendilerine özgü dinî ve toplumsal yaşam

tarzları ve geleneklerini, sanat, estetik ve maddî kültür unsurlarını da

kapsayacak şekilde devam ettirebilmelerine imkân sağlayan bir yaşam

tecrübesi ve düzeni kurabilmeleri ve bunu uzun asırlar boyunca sürdü-

rebilmeleridir. Bu deneyimin İslâm’ın, topraklarında yaşayan gayri müs-

lim halklara tanıdığı ve teminat altına aldığı anayasal haklardan - zimmî

∗ Doç. Dr., İSAM & Marmara Üniversitesi. Bu kitapta yer alan çalışmaların çoğunluğu, 24-26 Kasım 2006’da İSAM’da gerçekleşen “XI-XVIII. Yüzyıllar Arasında İslâm-Türk Medeniyeti ve Avrupa” konulu sempozyumda sunulan bildiriler arasında tematik bir seçki yapılarak makaleye dönüştürülmüş çalış-malardan oluşmaktadır.

1 Richard Bulliett’ın bu yaklaşıma yakın bir çerçevede genel olarak İslâm ve Batı ilişkilerini, her iki dünyanın daha çok ortak buluşma noktalarını öne çıkararak tartıştığı eser için bk. Richard W. Bulliett, The Case for Islamo-Christian Civili-zation (New York: Columbia University Press, 2004).

14

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

hukukundan- kaynaklandığı hususu gözden kaçırılmamalıdır.2 İslâm

medeniyetinin diğer önemli bir özelliği de bulunduğu coğrafya dolayı-

sıyla ortaya çıkar: Bu medeniyet, Japonya’yı dışta tutmak kaydıyla, eski

dünyanın bilinen ve önde gelen kültür bölgelerinin, yani Avrupa, Afrika

ve Asya’nın ortasında yer alır. Bu konum, Osmanlı Türkleri döneminde

de devam etmek üzere İslâm kültürünü, ticaretten tıp bilgisine, efsane

ve halk hikâyelerinden bilimsel bilgi ve matematiğe, düşünceden sanat

ve zanaat yöntemlerine kadar pek çok alanda etkileşimin, çeşitli alışve-

rişlerin, değiş tokuşların merkezi haline getirmiştir. Bu merkezî konum

içerisinde öne çıkan bölgeler arasında İspanya, Sicilya, son zamanlarda

sanatsal irtibatın varlığı keşfedilen Çin3 -ki bu konu detaylıca araştırıl-

mayı beklemektedir- ve Osmanlı döneminde de arkasındaki Arap vilâ-

yetleriyle Anadolu ve bütün Balkan coğrafyası yer almaktadır.4

Osmanlılar, modern dönemde uzun bir zamandan beri sanıldığı gibi

Avrupa karşısında naif bir seyirci değil, ünlü Osmanlı tarihçisi Halil

İnalcık’ın hemen hemen her eserinde tesbit ettiği gibi, pek çok alanda

bağımsız ve tutarlı etkin politikaları ve kendine özgü kültür ve sanat an-

layışıyla düzen ve eylemler üretebilme yeteneğine sahip bir özne olarak

tarih sahnesinde yerlerini almışlardır. Osmanlılar’ın yüzyıllar boyunca

büyük bir coğrafyada yönettiği ve yaşattığı topluluklar ve birbirinden

farklı bölge ve toplumlarda başka kültür ve dinî gelenekleri yaşatabilme

konusunda ortaya koyduğu düzen, beceri veya yaşam tarzı çok az impa-

ratorluğun tarihinde rastlanabilecek niteliktedir. Her ne kadar Osman-

lılar, Batı’nın tarih tasavvurunda bir “kara delik”5 olarak algılansa da,

XIII. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu’nun kuzeybatısında küçük

2 Harald Motzki, Dimma und Égalité: Die Nichtmuslimischen Minderheiten Ägytens in der Zweiten Hälfte des 18. Jahrhunderts und Expedition Bonapartes, 1798-1801 (Bonn: Selbstverlag des Orientalischen Seminars der Universität Bonn, 1979), s. 113-114.

3 R. Ettinghausen, O. Grabar, M. Jenkins-Madina, Islamic Art and Architecture 650-1250 (New Haven: Yale University Press, 2001), s. 291.

4 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (çev. Halil Berktay, İstanbul: Eren Yayıncılık, 2000).

5 Palmira Brummett, “Imagining the Early Modern Ottoman Space from World History to Piri Reis”, The Early Modern Ottomans: Remapping the Empire (ed. V. H. Aksan – D. Goffman, Cambridge: Cambridge University Press, 2007), s. 18.

S E Y F İ K E N A N

15

bir beylikle başlayan ve farklı coğrafya, kültür ve yaşam geleneğine sa-hip toplulukları içine alan ve uzun yıllar yaşatabilen bir devlet ve yöne-tim anlayışıyla tebarüz eden Osmanlı deneyimi, Mehmet Genç’in ifade ettiği gibi, “Hem Türk hem de İslâm tarihinde rakipsiz olduğu gibi, dün-ya tarihinde de benzeri az olan büyük bir siyasî tecrübedir.”6

Genellikle modern dönemdeki literatürde Osmanlılar’ın inhitat -du-raklama veya gerileme- dönemi olarak geçen XVIII. yüzyılda bile devlet düzeni ve bürokrasideki dikkat ve özen, muamelelerdeki titizlik, malî hesaplamalarda dahi gösterdikleri hız ve isabetlilikleri konusunda hiç-bir Avrupalı devletin Bâbıâli ile yarışamayacağı, İstanbul’da bulunan elçiler ve hatırı sayılır gözlemciler7 tarafından sık sık dile getirilmiştir. Nitekim 1781-1786 yılları arasında İstanbul’da bulunan ve bir yandan Venedik balyosunun oğluna hocalık yaparken bir yandan da impara-torluk başşehrinde çok çeşitli ilim çevreleriyle irtibat halinde olan ve yapmış olduğu detaylı gözlem ve notlarını üç cilt halinde ( Letteratura

Turchesca) kitaplaştıran Toderini, gözlemlediği Türkler’in “ ilm-i hesâb” konusundaki becerileriyle alâkalı şu notları kayda geçirmişti: “… Gayet basit ve kısa yöntem kullanarak çok hızlı hesap ediyorlar. Çeyrek bir sayfaya birkaç dakikada bizim dört sayfaya iki saatte sığdırabileceğimiz-den daha fazlasını kaydederek hesaplayabiliyorlar; sayılarda iyice ehliyet kesbetmiş bazı Avrupalılar’dan bunu işitiyorum.” Hemen devamında da, “Bu bilimi mükemmel bir şekilde ve kısa yoldan işleyen Arapça ve Türkçe kitaplar çevrilse, bizdeki aritmetiğe çok yararı olur”8 şeklinde de Avrupalılar’a tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştı. Toderini’nin bu gözlemleri, Osmanlılar’ın maliye hesaplarındaki yetkinliğinin teyidi açısından önemlidir. Fakat bu gözlemlerin, imparatorluğun bir yandan

6 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi (İstanbul: Ötü-ken Neşriyat, 2000), s. 37.

7 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi , s. 28-29; Sir Ge-orge Larpent, Turkey: Its History and Progress from the Journals and Correspon-dence of Sir James Porter, Fifteen Years Ambassador at Constantinople (London: Hurst – Blackett, 1854), I, 268.

8 G. Toderini, Letteratura Turchesca (Venezia: Presso Giacomo Storti, 1787), I, 101-102. Bu eserin henüz basılmamış Türkçe çevirisini de kullanmama âlicenaplık göstererek izin veren müderris torunu ve klasik İtalyanca uzmanı M. Adnan Gökçen’e özellikle teşekkür ederim.

16

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

da bilim ve teknik eğitimdeki açığını kapatmak, özellikle askerî eğitim-

deki ihtiyacını karşılamak için Avrupa’dan getirilen uzmanların istih-

dam edildiği, 1775’te eğitime başlayan (Bahrî) Mühendishâne’nin kuru-

luş zamanına denk düştüğünü belirtmek gerekir.

Modern dönemdeki söylemlere bakılırsa, Doğu ve Batı’nın birbiri-

ne zıt, daima çelişki ve çatışma halinde olan iki farklı değişmez dünya

olduğunu ve bu iki dünyanın hiçbir zaman bir araya gelmediğini ve

bundan sonra da gelmeyeceğini, her iki dünya içerisinde dönem dönem

ileri sürenlerin az olmadığı görülebilir. Nitekim ilk Nobel edebiyat ödü-

lünü kazanan ve İngiliz sömürgeciliğine yönelik övgü dolu sözleriyle

bilinen İngiliz şairi Rudyard Kipling’in, “Doğu doğudur, Batı batıdır/

Ve bu ikili hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir”9 ifadeleri, bu anlayışın

en somut örneklerindendir.10 Fakat bu iki dünyanın ilişkileri, gerek Os-

manlı öncesi dönem, gerekse Osmanlı-Avrupa ilişkileri dönemi başlan-

gıcından sonuna kadar düşünülürse, her iki dünyayı birbirinden ayıran

düşmanlıklar ve savaşlar yaşanmış olsa da, böyle bir algının genel geçer

olduğunu söylemek mümkün değildir. Genelde Doğu ve Batı, özelde

Osmanlı ve Avrupa pek çok alanda, kendilerine özgü yapı ve kişilikle-

riyle pek çok defa bir araya gelmiştir; medeniyetler çatışması için çaba

sarfedenlerin varlığına rağmen etkileşim bugün de sürmektedir.

İslâm-Batı veya, bu kitabın konu edindiği daha somut tarihî bir dö-

nemden bahsedecek olursak, Osmanlı-Avrupa ilişkileri, sosyal veya

tarihî açıdan değerlendirildiğinde, ne Osmanlılar’ın ne Avrupalılar’ın

ve ne de ilişkilerinin değişmeyen, tekdüze bir şekilde kaldığını ya da

sürdüğünü görürüz. Hem Osmanlı Türkleri’nin hem de Avrupalılar’ın

kendi içinde oldukça dinamik bir yapı ortaya koydukları ve sürekli

birbirleriyle iletişim halinde oldukları, bir araya geldikleri, aralarında

9 İbrahim Kalın, İslâm ve Batı (İstanbul: İSAM Yayınları, 2007), s. 13. Kipling’in şiirinin aslı şu şekildedir: “East is East and West is West and never the twain shall meet.”

10 Bu bağlamda, bu görüşün, “ Şark’ın Definesi” ( Fundgrube des Orients) adıyla altı cilt dolusu yayında bulunan büyük tarihçi Joseph von Hammer’in, bu ese-re serlevha olarak çeşitli dillere aktarılmış şekliyle “Şark ve Garb Allah’ındır” meâlindeki âyet-i kerîme seçimiyle ne kadar ters düştüğünü hatırlamamak mümkün değildir.

17

S E Y F İ K E N A N

ortaklıklar kurdukları, alış-veriş yaptıkları, “Daha iyi nasıl yaşayabili-

riz?” sorusuna verilen cevaplarda öne çıkan veya kendi çevresinin dışı-

na taşabilen bilimsel ve düşünsel muhtevada dönem dönem aralarında

çok yönlü etkileşimler yaşadıkları anlar hiç de az değildir. Bu açıdan

bakıldığında, Osmanlı ve Avrupa tarihinin birbirinden soyutlanarak

okunması, idrak edilmesi mümkün değildir. Nasıl ki Osmanlı tarihini

öğrenmek aynı zamanda Avrupa tarihini de öğrenmek demekse, Av-

rupa tarihini öğrenmek de aynı zamanda Osmanlı tarihini öğrenmek

demektir. Bazı çağdaş Avrupa tarihi kitaplarında, Osmanlı dünyası ile

olan çok yönlü ilişkilerin görmezlikten gelinmekte olması, bu gerçeği

değiştirmemektedir.

Fransız Aydınlanması’nın önde gelen isimlerinden biri olan Voltai-

re, insanın dünyadaki varoluş sırrını Candide’e keşfettirmek için, eski

tabirle “sade-dil” olarak tanımlanabilecek kahramanını, çeşitli diyar-

larda farklı kültürlerle karşılaştırdıktan sonra kitabının son bölümünde

İstanbul’a yolcu eder.11

Candide ve arkadaşları imparatorluğun başkentine vardıklarında üst

yönetimde tam bir karmaşa hâkimdir. İki vezir ve bir müftü, çevresin-

deki pek çok kişiyle birlikte öldürülmüş ve bu olayın haberleri büyük bir

gürültüyle bütün şehre yayılmıştı ... Candide, Pangloss ve arkadaşı kü-

çük çiftliklerine dönerken temiz yüzlü bir ihtiyarın, kapısı önündeki bir

çardakta dinlenmekte olduğunu görürler. Tartışmacı olduğu kadar her

şeyle de ilgilenen kişiliğiyle öne çıkan Pangloss, bu ihtiyara öldürülen

müftünün adını sorar. Adamcağız şöyle cevap verir:

- Hiç bilmem, aslında hiçbir zaman ne herhangi bir müftünün, ne de

herhangi bir vezirin ismini öğrendim. Bana bahsettiğiniz olaydan da

kesinlikle haberim yoktur, devlet işlerine karışanların, kimi zaman çok

acı şekilde öldüklerini ve bunu hak ettiklerini sanıyorum. Fakat ben

11 Bu hikâye, Voltaire’in Candide başlıklı kitabından alınmış, ancak anlam akı-şına sadık kalınarak özetlenmiş, konuşma bölümleri ise olduğu gibi muhafaza edilmiştir (bk. Voltaire, Candide ya da İyimserlik [çev. Nahid Sırrı Örik, İstan-bul: Sosyal Yayınlar, 2001], s. 163-165 [İtalikler bana ait]; değerli bir mütercim olan Örik için bk. Encyclopaedia of Islam [Leiden: E. J. Brill, 1997), VIII, 175]).

18

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

İstanbul’da ne olup bittiğini asla araştırmam; ekip biçtiğim bahçenin

meyvesini oraya göndermekle yetinirim.

Bu sözleri söyledikten sonra yabancı misafirleri evine alır, iki kızı ve

iki oğlu, onlara kendi yaptıkları birçok çeşit şerbet ve kaymak eşliğinde

zengin yiyecek ve içecekler ikram ederler.

Candide, Türk’e:

- Geniş ve çok verimli bir toprağınız olsa gerek, der.

Türk cevap olarak:

- Yalnız 20 dönüm! Bu toprağı çocuklarımla birlikte ekip biçerim; çalış-

ma bizden üç büyük derdi; can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksullu-

ğu uzaklaştırır, diye karşılık verir.

Candide çiftliğine dönerken yolda, Türk’ün sözleri hakkında derin dü-

şüncelere dalar ve arkadaşlarına, bu iyi ihtiyarın, daha önce beraber

akşam yemeği yeme şerefiyle onurlandıklarını ifade ettiği altı kraldan

daha iyi bir talihe sahip olduğunu söyler.

Aslında Alman filozofu Leibnitz’in felsefesini eleştirmek için Can-dide’i yazan Voltaire, kahramanını dünyanın pek çok ülkesinde dolaş-tırarak yaşadığı çağın da acı bir eleştirisini yapmaya çalışmış, nihayet mutlu bir hayatın sırrını İstanbul’un varoşlarında çocuklarıyla birlikte yaşayan yaşlı bilge bir Türk çiftçiden öğrenmişti: “Kişinin kendi ufak bahçesinde ekip biçmesi ve çalışması.” Herkesin kendi işine bakması ve işini iyi yapması olarak da ifade edilebilecek bu yaşam tarzının, Volta-ire’in çağı olan XVIII. yüzyıl Osmanlı dünyasına ve yaşam tarzı ve anla-yışına bakıldığında örtüşen pek çok yön görüleceği gibi, bu asırda veya önceki yüzyıllarda Avrupalı seyyahların Osmanlı gözlemlerinde Can-dide’in karşılaşmış olduğu bu Türk çiftçisine benzer insanlara ve çeşitli hikâyelerine rastlamak mümkündür.12

12 Bir örnek vermek gerekirse, uzun yıllar Türkiye’de bulunan Schiltberger, Türkler’in çalışmayı kutsal olarak gördüğünü, bir iş yapmadan boş duran in-sanın daha fazla günah işlediğine inandıklarını yazmıştı (bk. Onur B. Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi [Ankara: Gündoğan Yayınları, 1992], I, 81; öte yandan, Avrupalı seyyahların Türkler’le ilgili yapmış oldukları bazan farklı

19

S E Y F İ K E N A N

Voltaire ile birlikte Fransız Aydınlanması’nın en önemli hazırlayı-

cı düşünürlerinden biri olan ve babası İstanbul’da bir zaman saatçilik

yapan Rousseau, ünlü Emile adlı eserinde bir ara, niçin Türkler’in ge-

nellikle Fransızlar’a veya Avrupalılar’a -zira “bize göre” diyor- nazaran

“daha fazla insanî ve misafirperver” olduklarını sorgular. Cevabını ise

Türkler’in kendilerine özgü yaşam algısında; daha geniş ifadeyle, bi-

reylerin ikbal ve mutluluklarını geçici görmeleri sebebiyle başkalarının

düşkünlük ve yoksulluklarına duyarsız kalmayan insanî tutuma daha

yakın durmalarında ve bugün yardım ettikleri, sadaka verdikleri kim-

selerin âkıbetine yarın kendilerinin de düşebileceğini düşünmelerinde

bulur. Doğu edebiyatının bu tür düşüncelerle dolu olduğunu ifade eden

Rousseau bu eserlerin, dönemin yapay ve katı Avrupa ahlâk anlayışında

bulunmayan bir şefkat ve rikkati telkin ettiğini söyler.13 Emile’ini şehir-

de değil, doğal ve sade bir ortamda yetiştirmeyi hedefleyen düşünürün,

-zira o dönemdeki şehirlerin yozlaştırıcı bir yaşam tarzı sunduğundan

daima şikâyet etmiştir- sade ev anlayışına sahip Türk evinden de olumlu

anlamda bahsetmesi14 şaşırtıcı gelmemelidir. Rousseau’nun dikkat çekti-

ği bu noktaların, kendi eğitim felsefesiyle ve hayat anlayışıyla gayet tu-

tarlı ve uyumlu olmakla birlikte başka seyyahların gözünde farklı şekil-

de değerlendirilebileceğini de zihinde tutmak gerekir.

Diğer taraftan, Rousseau’nun bu satırları yazmasından yaklaşık kırk

sene önce “medeniyet ve eğitim araçlarını etraflı biçimde araştırmak ve

bazan çelişkili kişilik tahlilleri için bk. Aslı Çırakman, From “Terror of the World” to the “Sick Man of Europe”: European Images of Ottoman Empire and Society from the Sixteenth Century to the Nineteenth [Oxford: Peter Lang Pub-lishing, 2005], s. 45-53). Bu tahlillerde genellikle yerli Türk halkı ile mühtedi / devşirme kökenli yönetici grup (renegade) arasında bir ayırım yapıldığının zihinlerde tutulması gerekir.

13 J.J. Rousseau, Emil yahut Terbiyeye Dair (çev. Hilmi Ziya Ülken, Ali Rıza Ül-gener, Selahattin Güzey, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1966), s. 167-168; J. J. Rous-seau, Émile (çev. Barbara Foxley, London: J. M. Dent Ltd., 1974), s. 185.

14 Rousseau, Terbiyeye Dair, s. 270. Şarklılar’ın hayatı bir yolculuk gibi algıladıklarından dolayı evlerini de sade bir şekilde düzenlediklerini, oysa Avrupalılar’ın ebediyen yaşayacaklarmış gibi evlerini tefriş edip yerleştiklerini ifade eder.

20

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

uygulanması mümkün olanlarını arz”15 etmek için 1720’de Paris’e gön-

derilen Osmanlı sefiri Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Fransa anılarına

bakılırsa, Rousseau’nun çocukların eğitimi için hiç de uygun mekânlar

olarak görmediği ve yozlaşmış olmalarından sıklıkla şikâyet ettiği Fran-

sız şehirlerine daha farklı bir bakış dikkat çeker. Fransız modernleşme

tarihine bakılırsa, XVIII. yüzyılın başlarıyla ortaları arasında ciddi bir

fark göze çarpmaz; bununla birlikte iki müellif arasında en azından hem

zaman ve kuşak farkı, hem de ortaya koydukları metinlerin arka planını

belirleyen bir anlam çerçevesi ve dünyagörüşü farkı bulunmaktadır. Biri,

aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden biri olma ve modern eğitim

felsefesi ve siyaset anlayışını temelden şekillendirme yolunda ilerlemekte,

diğeri, temsil ettiği imparatorluğun yüzyıllarca küçümsediği bir dünya-

yı, Avrupa’yı XVIII. yüzyılın başından itibaren artık önemseyerek, bu-

radan ülkesi için acaba eğitimsel ve kültürel açıdan ödünç alabileceği bir

yön olabilir mi diye gözlemlerde bulunmakta ve raporunu bu doğrultu-

da yazmaktadır. Dolayısıyla, iki farklı dünyadan ve bağlamdan gelen bu

iki yazarın gözlemlerinin sıhhatli bir şekilde karşılaştırılmasının olduk-

ça önemli güçlükler içerdiğini belirtmek gerekir.

Kültür ve medeniyetlerin, birbirleriyle sürekli ve dinamik bir iletişim

ve etkileşim içerisinde bulunmaları sayesinde ilerleme kaydettiklerinde

şüphe yoktur. Sadece kendi içine kapanarak, komşu veya geçmiş kültür-

lerle temas etmeden, onlardan bir şey almadan, öğrenmeden varlığını

sürdüren bir kültürel geleneğin mevcudiyetinden bahsetmek mümkün

değildir. Kültürlerin birbirleriyle temas noktaları arasında, siyaset ve

ticaret gibi etkenlerin yanı sıra sanat, mimari, bilim ve düşünce eser-

lerinin çevirileri ve eğitimsel ödünç alma süreçleri de bulunmaktadır.

Tarihin hangi diliminde veya dünyanın hangi coğrafyasında yer alırsa

alsın, medeniyetler daima bir yandan geçmişle, tarihle irtibatlarını canlı

tutarken, diğer yandan da çeşitli alanlarda komşu kültür ve medeniyet-

lerle iletişim içinde varlıklarını sürdüregelmişlerdir.

15 Halil İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi”, Osmanlı Uygarlığı (ed. Halil İnalcık-Günsel Renda, Ankara: T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2004), II, 1083.

21

S E Y F İ K E N A N

Burada öncelikle, Osmanlı ve Avrupa’nın birbirlerini siyasî alanda nasıl tanıdıklarını, aralarında ne tür ittifaklar, ortaklıklar kurduklarını; daha sonra da ticaret, kültür, sanat gibi alanlarda gerçekleşen alış-veriş, değiş-tokuş ilişkilerini inceleyeceğiz.

Siyaset

Osmanlı Türkleri tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, bulunduk-ları coğrafyanın âdeta zorladığı ve komşu oldukları çeşitli kültür ve toplulukların sunduğu olanaklar sebebiyle büyük bir siyasî deneyim ka-zanmışlardır. Genel hatlarıyla oldukça etkin, dinamik ve kıvrak olarak tanımlanabilecek bu siyasî tecrübenin oluşumunda, şu temel unsurla-rın önemli rol oynadığını gözlemliyoruz: Doğu’dan gelen ve Anadolu üzerinde vesayet uygulayan ve buradaki siyasî yapıları kendi vasalı gibi gören İlhanlılar’ın baskılarıyla karşılaşmaları; komşu Türkmen beylik-leriyle aralarındaki rekabet; kadîm Doğu Roma’nın merkezine yakın olmaları; bölgedeki feodal hıristiyan beylerle ilişki içinde bulunmaları.16 Osmanlılar, kuruluş döneminden itibaren yüzlerini Batı’ya doğru çevir-mişler, ilk önce Orhan Bey zamanında Gelibolu’yu, I. Murad dönemin-de de Trakya’yı kontrol altına almışlardır. Daha sonra batı yönündeki

“Avrupa” topraklarında pek çok bölgeyi fethetmişler ve kısa zamanda Balkanlar’ı, imparatorluğa dönüştürecekleri devletlerinin âdeta anayur-du haline getirmişlerdir.17

XV. yüzyılda Fâtih Sultan Mehmed’in ardı kesilmeyen zaferlerinin, Osmanlılar’ın hem doğu hem de batısında yer alan ülkeler arasında Türkler’e karşı ittifak oluşturma düşüncesini harekete geçirdiğini gör-mek şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde, XIV ve XV. yüzyıllarda geçirdiği iç karışıklıklar ve dış işgallerden sonra Osmanlı ilerlemesine karşı var olma

16 Feridun M. Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset (İstanbul: Timaş Yayınları, 2009), s. 100.

17 Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, s. 101-104. Klaus Kreiser, “Über den Kernraum des Osmanischen Reiches”, Die Türkei in Europe (ed. Klaus-Detlev Grothusen, Göttingen: Vandenhoeck und Ruprecht, 1979), s. 54-63. Osmanlıların fetih siyasetiyle alâkalı inceleme için bk. Halil İnalcık, “Osmanlı Fetih Yöntemleri,” Söğüt’ten İstanbul’a (haz. Oktay Özel-Mehmet Öz, Ankara: İmge Kitabevi, 2000), s. 443-472.

22

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

savaşı veren Bizans’ın da, çeşitli ittifaklar kurarak varlığını bir müddet daha sürdürebilme arayışında olduğunu görmek mümkündür.18 Diğer taraftan, İstanbul’un fethinden sonra devletlerini imparatorluğa dönüş-türen Osmanlılar’a karşı, Doğu’dan Batı’ya giden elçi heyetlerinin, Roma başta olmak üzere çeşitli Avrupa şehirlerinde özel bir ihtimamla ağırlan-dığı ve çeşitli alternatif ittifaklar oluşturma arayışlarında oldukları bir vâkıadır. Nitekim bu ittifak arayışlarının zaman zaman somut sonuç-lar ortaya çıkardığı, hatta Karaman beyinin bir ara Papa V. Nikolaus’a, Osmanlılar’a karşı bir ordu göndermesi halinde 60.000 askerle destek sözü verdiği anlatılmaktadır.19 Gerek Osmanlı Türkleri’nin kurdukları gerekse kendilerine karşı kurulan ittifaklar hiçbir zaman dâimî olma-mış, ideolojik veya dinî bir birliktelik niteliği de taşımamıştır. Bu itti-fakların daha çok siyasî ilişkilerin doğal akışı çerçevesinde, yer yer re-el-politiğin dinamikleri içerisinde gerçekleştiği söylenebilir. Bir dönem Türkler’e karşı Haçlı seferleri oluşturma çabası içerisinde olan Rönesans papalarının, başka bir dönemde Türkler’le siyasî ve askerî dostluk kur-maya çalıştığını görebiliyoruz. Nitekim Pfeffermann, araştırmalarında, VIII. Innocent’in papa olarak seçilmesinden (1484), IV. Paul’ün ölümüne kadar (1555) geçen yetmiş beş senenin elli yedi yıllık bölümünde görevde bulunan papaların, Türkler’le ittifaklar kurmaya veya Türk askerî gü-cünü İtalya’ya davet etmeye arzulu olduklarını ortaya koymuştur.20 Aynı zamanda, 1509’dan sonra Kutsal Roma İmparatorluğu da dahil olmak üzere önde gelen Avrupa devletlerinin güçlü ittifakıyla karşı karşıya ka-lan Venedik’in de Osmanlılar’ı İtalya’ya davet ettiği bilinmektedir.21

18 Osmanlı ilerlemesine karşı Bizanslılar’ın siyasî arayışlarının incelenmesi konu-sunda bk. Nevra Necipoğlu, Byzantium Between the Ottomans and the Latins: Politics and Society in the Late Empire (Cambridge: Cambridge University Press, 2009).

19 Hans Pfeffermann, Rönesans Papalarının Türklerle İşbirliği (çev. Kemal Beydilli, İstanbul: TATAV Yayınları, 2003), s. 35.

20 Pfeffermann, Rönesans Papalarının Türklerle İşbirliği, s. x.21 Julian Raby, “The Serenissima and the Sublime Porte: Art in the Art of Diplo-

macy 1453-1600,” Venice and the Islamic World 828-1797 (ed. Stefano Carboni, New York: The Metropolitan Museum of Art, 2007), s. 91-92. Bu kitabın önceki-lerden ayrılan önemli tarafı, Osmanlı öncesi ve sonrası diye bir ayırıma gitme-den Venedik’in İslâm dünyasıyla olan ilişkilerini tarihsel sürekliliği içerisinde incelemesidir.

23

S E Y F İ K E N A N

Diğer taraftan Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra Avrupa’da iyice kök salmaya başlayan “ Türk tehdidi”ni bertaraf etmek üzere bölge dev-letlerinin Osmanlılar’a karşı kıta dışından, özellikle de doğudan müt-tefik bulmaya çalıştıkları anlatılmaktadır. Palombini, bu arayış çerçe-vesinde 1453-1600 yılları arasında Türkler’e karşı Avrupa devletleri ile İran arasında cereyan eden ittifak girişimlerini detaylı bir şekilde incele-mektedir.22 Osmanlılar’ın Batı’ya doğru ilerlemesini durdurabilmek için Avrupalılar’ın, XVI. yüzyılın başından itibaren Safevîler’in hâkimiyeti altına giren İran Hükümdarı Şah İsmâil ile iş birliği yaparak Türkler’i, iki cepheli bir savaşa zorlamayı planladıkları tarihî kayıtlara geçmiştir. XVI. yüzyıl boyunca İspanya, Venedik ve papalık Türkler’e karşı İran’la ittifak oluşturmaya çalışmışlardır.23 Ayrıca Türkler’e karşı Avrupa’nın doğudaki ittifak arayışlarını XIII ve XIV. yüzyıllara kadar götürenler de bulunmaktadır. Diğer taraftan bu ittifak içerisinde yer alan Vene-dik, Cenevizliler’le yaptığı savaşlarda (1377-1381), bir dönem onlara karşı Osmanlılar’la ittifak kurmuştur.24

Çeşitli Avrupa devletlerinin XVI. yüzyıldaki bu ittifak oluşturma çabaları karşısında, Türkler, zaman zaman İngiltere ve Fransa ile ya-kınlaşmış, bazan Avrupa’daki devletlerin iç işlerine müdahil olmuş, bazan da düşmanlarının iş birliğini (meselâ, Venedik-papalık-İspanya-İran iş birliği) geçersiz kılmak üzere alternatif ittifaklara yönelmişler-dir. Çeşitli araştırmalar, örneğin Alman reformasyon hareketinin ba-şarıya ulaşmasında, özellikle de Protestanlığın Almanya’da 1555’te dinî ve siyasî bir kurum olarak resmen tanınmasında ve hukukî korunma altına alınmasında Osmanlı Türkleri’nin önemli bir rol oynadığını or-taya koymaktadır.25 Osmanlılar’ın, Avrupa’da Katolikler ve Protestanlar

22 Barbara von Palombini, Bündniswerben Ausländischer Mächte um Persien, 1453-1600 (Wiesbaden: Frans Steiner Verlag, 1968). Bu eserin ayrıntılı incelemesi için bk. Kemal Beydilli, “Barbara von Palombini, Bündniswerben Ausländischer Mächte um Persien, 1453-1600,” Tarih Enstitüsü Dergisi, sy.10-11 (1981), s. 413-417.

23 Beydilli, “Palombini”, s. 413-414.24 Hans Theunissen, Ottoman-Venetian Diplomatics: The ‘Ahd-Names (Utrecht:

Electronic Journal of Oriental Studies, 1998), s. 107.25 Fisher-Galati, bu konuyu The Turkish Impact on the German Transformation

1520-1555 başlığı altında 1949’da tamamladığı doktorasında detaylıca incele-miş; daha sonra bu çalışmasını farklı bir başlıkla yayımlamıştır (bk. Stephan

24

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

arasında meydana gelen çatışmalardan, hatta V. Karl’a karşı oluşan Lu-teran tehdidin gelişim evrelerinden 1530 gibi oldukça erken bir tarihte haberdar olduğunu26 biliyoruz.

Diğer taraftan Fransız kralı, V. Karl’a (Şarlken) mağlûp olup esir dü-şünce (24 Şubat 1525) Fransa’nın, François’nın kurtulması için Avrupa’da başvurduğu siyasî güç merkezinin Osmanlılar olduğu bilinmektedir. Bu esir düşme olayından sonra Fransa kralının annesinin yardım talebine Sultan Süleyman’ın gönderdiği cevap, Fransız arşivlerinde bulunmuş ve yayımlanmıştır.27 Osmanlılar’ın Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki ilişkilere veya bir dinî hareketin olgunlaşmasına dolaylı veya dolaysız etkisinin bu örneklerle sınırlı kalmadığını, bazan bir Avrupa ülkesin-deki krallık seçimlerine doğrudan müdahil olduklarını da gözlemle-mek mümkündür. Bunun en etkileyici örneği, 1573 ve 1576 yıllarında Lehistan’da yapılan kral seçimlerine Osmanlı etkisi, Kemal Beydilli ta-rafından titiz bir araştırma ile ortaya çıkarılmıştır.28 Lehistan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzeyinde, yükselmekte olan Rusya ve Avusturya arasında yer alması bakımından, Avrupa cephesinde Osmanlı siyasetine uyumlu bir tavır içinde olması önem kazanan ve bu itibarla söz konusu iki komşu devlet arasında hiç olmazsa tarafsız bir tampon bölge niteliği

A. Fischer-Galati, Ottoman Imperialism and German Protestantism, 1521-1555 [Cambridge: Harvard University Press, 1959], s. 111-117; eserin Türkçe çevirisi için bk. Türk Cihadı ve Alman Protestanlığı, 1551-1555 [çev. Neval Öke, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1992]. Asıl başlığı “The Turkish Impact...” olan bu çalışmanın, önce kitaplaşırken “Ottoman Imperialism...”e, daha sonra Türkçe’ye çevrilirken de “Türk Cihadı...”na dönüşmesi, bir tarihî olgunun farklı dönem ve bağlamlarda nasıl değişik şekillerde algılanıp kurgulandığına çarpıcı bir örnek olsa gerek).

26 Christine Isom-Verhaaren, “An Ottoman Report about Martin Luther and the Emperor: New Evidence of the Ottoman Interest in the Protestant Challenge to the Power of Charles V”, Turcica, sy. 28 (1996), s. 299-318.

27 Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-ı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009), s. 151-152.

28 Kemal Beydilli, Die Polnischen Königswahlen und Interregnen von 1572 und 1576 im Lichte Osmanischer Archivalien. Ein Beitrag zur Geschichte der Osmanischen Machtpolitik (Münih: Dr. Rudolf Trofenik, 1976). Bu önemli çalışmasından haberdar etmenin dışında konuyla ilgili diğer Almanca kaynaklar hususunda yardımlarını gördüğüm Prof. Dr. Kemal Beydilli’ye özel bir teşekkür borcum olduğunu ifade etmeliyim.

25

S E Y F İ K E N A N

sergilemesi beklenen, Baltık’tan Karadeniz yakınlarına ( Kırım Hanlığı)

kadar uzanan büyük bir devlet durumundaydı. 7 Temmuz 1572’de Jagiello

hânedanına mensup son kral II. Szigismund August’un bilâ-veled vefa-

tı üzerine söz konusu hânedan inkıraz ettiğinden, Lehistan’da bundan

böyle kralların seçimle iş başına gelmeleri ilkesi kabul edilmişti.29 İşte bu

29 Bir önceki dipnotta aslı verilen ve başlığı Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığında 1572 ve 1576 Tarihli Lehistan Kral Seçimleri Ve Naiblik Dönemi: Osmanlı Büyük Devlet Politikasına Bir Katkı şeklinde Türkçe’ye aktarılabilen çalışmasında Ke-mal Beydilli, Osmanlılar’ın bu tarihi müdahalesinin çözümlemesini şu şekilde yapmıştır:

Lehistan’da, bu dönemde içişlerinin yönetimi açısından, önde gelen yerli ai-lelerin birinden bir kral adayının çıkmasına iyi gözle bakılmaz ve böyle bir adaylık, büyük aileler arasındaki mevcut eşitliği zedeleyici bir girişim olarak kabul edilirdi. Bundan dolayı, Lehistan tarihinin birkaç karanlık dönemi dışında yerli bir adayın – Türk tehlikesi karşısında Jan Sobieski’nin (1669-1696) seçilmesi gibi – kral seçildiği görülmemiştir. Böylece Lehistan tahtı iç dengeler sebebiyle sadece yabancı adaylara açık hale gelmiş ve genelde komşu devletlerin gösterdikleri adaylar kral seçilmiştir. Bu adayların desteklenmesi, arkasındaki devletin gücüyle orantılıdır ve başarı şartı hem askerî hem malî imkânlarla ilgilidir, zira seçim her zaman ve her yerde önemli harcamaları beraberinde getirmiştir.

Yabancı devletlere rağmen, anayasal olarak güç ve iktidar büyük ailelerin (magnat-lar) elindeydi ve kral bunlar arasında yalnız “eşitler arasında birinci” hükmünde olan bir güçtü.

1573 ve 1576’daki seçimler dışarıdan önerilen çeşitli adayların katılımıyla geçti. Osmanlılar, ilk seçimde kendi adayı için girişimlerde bulundu. Ancak 7 Ekim 1571’deki Lepanto yenilgisi sebebiyle Akdeniz siyasetinde Fransa’nın öneminin artması yüzünden, kral IX. Şarl’ın kardeşi Henry de Valois’nın desteklenmesi gerektiği görüşü ağırlık kazandı ve sonunda, sadrazam Sokullu’nun seçtiği Ruś Pala tini Jerzy Jaslo wieski’den vaz geçildi.

Fransız prensini destekleme politikasının parasal yönden olduğu kadar önemli askerî yönden de tedbirler almak suretiyle yürütüldüğü gözlemlenmektedir. Başta Kırım Hanı’nın tüm güçleriyle seferber edildiği ve Budin Beylerbeyi – Sokullu’nun yeğeni – Mustafa Paşa kumandasında tüm Rumeli kuvvetlerinin devreye sokulduğu bilgileri, Beydilli’nin Mühimme Defteri’ndeki kayıtlara dayanarak hazırladığı çalışmasının ana malzemesini oluşturmuştur. Böylece hem Leh seçmenleri hem de aday çıkaran diğer mücavir devletler (Avusturya, Rusya, İsveç) askeri tehdid altında tutuldu ve sonuçta Valois’nın seçimi gerçekleşti (8 Mayıs 1572). Osmanlı Devleti, Aziz Barto-lomeos gecesi katliamı (25 Ağustos 1572) sebebiyle Protestan Alman topraklarından güvenle geçmesi tehlikeye giren yeni kralın, selâmet içinde Lehistan’a ulaştırılması işini de üstlenerek onun Osmanlı toprakları üzerinden gitmesini planlamış, ancak Protestan prenslerin muhalefeti kırıldığından buna gerek görülmemiştir.

26

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

ortamda yapılan krallık seçimlerine yönelik Osmanlı müdahalesi, kuzey siyasetinin bir parçası olarak, bir başka ifadeyle Rusya ve Avusturya ara-sında kendisi için bir müttefik edinme veya en azından tarafsız bir devlet oluşturma amacıyla gerçekleştirilmişti.

Osmanlılar’ın Avrupa’ya dönük olan bu yüzü, onları sadece Batı mer-kezli bir siyaset takip etmeye mi götürmüştür? Bu soruya olumlu ce-vap vermek mümkün değildir. Bir ayağı Avrupa’da, diğer ayağı Asya’da bulunmanın doğal bir sonucu olarak Osmanlılar’ın Doğu politikası da olmuştur. Bu Doğu politikasının gerek güçlü bir şekilde teşekkül ettiği ve Bizans’ın çöküşüyle birlikte iyice belirginleştiği Fâtih Sultan Mehmed döneminde, özellikle de Doğu’da Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bölgede hâkim olan Akkoyunlular ve güneyde Memlükler’e karşı yü-rütülen siyaset30 olsun, gerekse daha sonra Yavuz Sultan Selim’in ünlü Doğu seferini tayin eden strateji olsun, Osmanlılar’ın, kendi başkent-lerinde siyasî anlayışlarını tasarlarken, temel tavır açısından, Feridun Emecen’in ifadesiyle, “Doğu-Batı eksenli merkezî siyaset”31 takip ettikle-rini gözlemlemek mümkündür.

Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi söz konusu olduğunda genel-likle duraklama-gerileme dönemi olarak adlandırılan XVIII. yüzyılda Osmanlı-Avrupa siyasî ilişkileri nereye doğru evrilmiştir? Osmanlılar, Avrupa karşısında sürekli geri çekilen, toprak kaybeden bir imparatorlu-

Henry de Valois krallıkta sadece dört ay kalmış ve kardeşinin ölümüyle boşalan Fransa tahtını tercih ederek 15 Şubat 1574’te geldiği Lehistan’ı bir 19 Haziran gecesi gizlice terk etmiştir. Böylece tekrar söz konusu olan seçimler in bu sefer Osmanlılar, Erdel Voyvodası Stephan Bathory’yi aday göstermişlerdir. II. Selim’in yerine tahta geçen III. Murad, Lehistan’la yapılmış olan bütün antlaşmaların ancak Bathory’nin desteklenmesi şartıyla yenileneceğini açıkça ifade etmiştir. Seçim için bu dönemde de yine her türlü askerî baskı düzenle-mesi yapılmıştır. Bathory 1 Şubat 1576’da krallığa getirildi ve ölünceye kadar (1586) tahtta kaldı. Ondan sonra da Osmanlı adayı İsveç Kralı III. Sigismund kral seçildi (1587-1632). Daha sonraki yıllarda ise Osmanlılar’ın büyük devlet konumu kuzeyde merkez kaymasına uğrayacak ve artık seçimlerde Rusya’nın gücü giderek daha fazla hissedilecektir. Türkiye-Lehistan ilişkileri konusun-da ayrıca şu esere bakılabilir: Taha Toros, Geçmişte Türkiye-Polonya İlişkileri: Turco-Polish Relations in History (Gözlem Matbaacılık, 1983).

30 Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, s. 322.31 Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, s. 49.

27

S E Y F İ K E N A N

ğa mı dönüşmüştür? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. İmparatorluk açısından yüzyılın en sıkıntılı dönemi olan ikinci yarı-sında da -1783’te Kırım, Ruslar’ın eline geçmiş, 1798’de Mısır Fransızlar tarafından işgal edilmiş olsa bile- ilk yarısından geri kalmayacak önemli başarılar sergilendiği dikkatten kaçırılmamalıdır. Bu dönemde söz geli-mi, Osmanlı’nın Avrupa’da ihtilâl Fransa’sı karşısında verilen mücadele-ye ( II. Koalisyon savaşları) iştirak etmiş ve Ruslar’la ittifak kurmuş ola-rak Venedik denizinde Korfu başta olmak üzere bölgenin diğer adalarını kontrol altına aldığını ve burada Osmanlılar’a bağlı bir adalar cumhu-riyeti meydana getirildiğini,32 hatta bu savaşlar esnasında Sicilyateyn ile sağlanan ittifak doğrultusunda Türk askerlerinin tekrar İtalya’ya ayak bastıklarını33 gözlemliyoruz.

Aynı şekilde, yine aynı yüzyılda Belgrad’ın tekrar Osmanlı hâkimiye-tine girmesinden bir yıl sonra Korsika cumhurunun elçilerini İstanbul’a göndererek 1740’ta Osmanlı himayesine girmek için talepte bulunduğu,34 bu talebin âdeta Akdeniz’de gönüllü Osmanlı askerî üssü olmayı içerdiği, günümüzde her nedense pek hatırlanmamaktadır. Korsika’nın söz ko-nusu talebinin gerekçeleri arasında, Osmanlılar’ın işlerinde adaleti gö-zetmelerinin, idareleri altındaki halklara koruyucu davranmalarının ve

“ reâyâperver” politikalar takip etmelerinin35 dile getirilmiş olması dikkat çekicidir.

Öte yandan XVIII. yüzyılın ortalarında, İstanbul’un, başkentliğini yaptığı imparatorluğun doğası ve coğrafî konumu itibariyle çeşitli ül-kelerden, özellikle de Avrupa’dan gelen, amaçlarına göre açık veya gizli kimliklerle görev ve faaliyetlerde bulunan pek çok yabancıyı ağırladığı görülmektedir. Örneğin, Avusturya- Rusya ve Fransa ile savaşmakta olan

32 Kemal Beydilli, “Korsika ve Osmanlı Devleti”, İlmî Araştırmalar, IV (1997), s. 25; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Arşiv Kaynaklarına Göre Yedi Ada Cumhuriyeti”, TTK Belleten, I/3-4 (1937), s. 627-639.

33 Kahraman Şakul, An Ottoman Global Moment: War of Second Coalition in the Levant (doktora tezi, 2009), Georgetown University, s. 172; J. W. Zinkeisen, Ge-schichte des Osmanischen Reiches in Europa (Gotha: Friedrich Andreas Perthes, 1857), VII, 88.

34 Beydilli, “Korsika ve Osmanlı Devleti”, s. 17-46.35 Kemal Beydilli, “Korsika”, TDV İslâm Ansiklopedisi: DİA (İstanbul: İslâm Araş-

tırmaları Merkezi, 2002), XXVI, 212-214.

28

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

ve Osmanlılar’la ittifak oluşturmaya çalışan (1762) Büyük Friedrich’in el-çisi Rexin’in İstanbul’la ilgili, “Avrupa’nın en mahir politikacıları bura-da çocuk gibi kalır”36 şeklindeki nitelemesi ilginçtir. Rexin’in sözleri, hem İstanbul’da yaşanan yoğun diplomasi trafiğini hem de Osmanlılar’ın iç ve dış siyaset stratejilerini izleme ve anlamadaki zorluğu dile getiren ça-resiz bir yakınma olarak anlaşılmaya elverişlidir. Öte yandan, Rexin’i İstanbul’a gönderen II. Friedrich’in, 1761 senesinin sıkıntılı günlerin-de, Prusya Avrupa’da yalnız başına kaldığında halk arasında yükselen,

“ Türk ümidi”ni dile getiren ve “baskı altında olanların dostu, mazlumun kırbacı” olarak tanımladığı Türkler’den yardım talebini, “Yetiş, yetiş ve korkusuz elinle / Avrupa’nın günahlarını Asya’nın faziletlerine kurban et!” mısralarıyla somutlaştıran şiirler37 de, her iki ülkenin tarihî hâfıza-sında yerini almıştır.

Aralarındaki ilişkilerin tarihi açısından Osmanlı ve Avrupa’ya ba-kıldığında daha çok savaşların öne çıktığını görürüz. Fakat Osmanlılar tarihte yerini almaya başladığı andan itibaren bu iki uygarlık, 600 yıl boyunca sürekli savaşmışlar mıdır? Paolo Preto, örneğin, imparatorlu-ğun 1453’ten 1797’ye kadar uzanan Venedik’le ilişkilerini incelemiş; 344 yıllık Türk-Venedik ilişkilerinde savaşla geçen yılların altmış bir sene sürdüğünü, geri kalan uzun 273 yıllık dönemin ise barış içerisinde geç-tiğini38 tesbit etmiştir.

Bu iki dünyanın bir araya geldiği, birbiriyle bağımlılık ilişkisi içinde ya-şadığı belki de en önemli alanın iktisat veya daha somut bir ifadeyle, Akde-niz havzasında gerçekleşen ticaret olduğu söylenebilir. Eski Dünya’nın kal-bi olarak kabul edilen Akdeniz öyle bir havzadır ki, ünlü filozof Hegel’in ifadesiyle, onsuz dünyanın idrak edilmesi mümkün değildir.39

36 Kemal Beydilli, Büyük Friedrich ve Osmanlılar: XVIII. Yüzyılda Osmanlı-Prusya Münâsebetleri (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1985), s. 78.

37 Beydilli, Büyük Friedrich ve Osmanlılar, s. 40-41.38 Niccolò Capponi, Victory of the West: The Story of the Battle of Lepanto (Oxford:

Macmillan, 2006), s. 61. Ayrıca Capponi, İnebahtı Savaşı’nın sonuçlarının döne-minde fazla önemsenmeyip hatta hafife alındığını, fakat daha sonra, özellikle XIX. yüzyılda Batı medeniyetinin “Doğu barbarlığına karşı bir zaferi” olarak algılandığına dikkat çekmektedir.

39 G. W. F. Hegel, The Philosophy of History (çev. J. Sibree, New York: Dover Pub-lications, 1956), s. 87.

29

S E Y F İ K E N A N

Ticaret

1000’li yılların başlarından itibaren Anadolu’ya yerleşen ve belki de

dünyanın en zorlu coğrafyasını vatan haline getiren Türkler’in, burada

karşılaştıkları ve bir arada yaşama kültürünü geliştirdikleri topluluk-

lar arasında, farklı etnik yapıya ve dinî geleneğe mensup Bizans (“ Doğu

Roma”) tebaasının yanı sıra Avrupalılar da bulunuyor ve bunların için-

de şüphesiz İtalyanlar önemli bir yer tutuyordu. Zira İtalyanlar Bizans

İmparatorluğu’ndan önemli haklar ve ayrıcalıklar elde etmiş, İstanbul ve

Anadolu sahillerindeki belirli liman şehirlerinde yerleşmiş, hatta yer yer

bağımsız koloniler haline gelmeyi başarmışlardı.40

Selçuklular ve onları takip eden Osmanlılar, Anadolu’da Bizans’tan

tevarüs ettikleri Avrupalı veya yerli çeşitli etnik ve dinî gruplarla yeni

bir yaşam ve düzen fikri geliştirmiş; Anadolu, uzun süre devam eden

Haçlı seferlerinden sonra, Doğu ve Batı arasında, pek çok açıdan eski-

sinden daha canlı bir bölge haline gelmiştir. Hem Selçuklu hem de Sel-

çuklu sonrası Beylikler ve Osmanlı döneminde İtalyanlar’la, özellikle

Ceneviz41 ve Venedikliler’le42 yakın iş birliği (bu iş birliğinin her iki

taraf için sunduğu eşit fırsatlar dolayısıyla) uzun süre devam etmiştir.

Bu dönemde Osmanlı-İtalya ilişkileri kültürel etkileşim ve ticaret ekse-

ninde şekillenmiş; denizcilik ve ticaretle ilgili pek çok İtalyanca kelime,

- Kâtib Çelebi’nin zamanında dikkat çektiği gibi bunların bir kısmı di-

limize Rumca’dan aktarılmış olmakla birlikte- Türkçe’ye geçmiş43, öyle

ki dil alanındaki bu etkileşim bir büyük lugat dolduracak hacme ulaş-

mıştır.44

40 Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri: Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine (Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000), I, 2.

41 Kate Fleet, European and Islamic Trade in the Early Ottoman State: The Mer-chants of Genoa and Turkey (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 4-12.

42 Elizabeth Zachariadou, Trade and Crusade: Venetian Crete and the Emirates of Menteshe and Aydın, 1300-1415 (Venedik: Library of the Hellenic Institute of Byzantine and Post-Byzantine Studies, 1983).

43 Halil Berktay, Rönesans İtalyası ve Osmanlılar: Tarihin Örtüşme ve Ayrışmaları (İstanbul: Sakıp Sabancı Müzesi, 2004), s. 22-23.

44 H. - R. Kahane, A. Tietze, The Lingua Franca in the Levant: Turkish Nautical Terms of Italian and Greek Origin (Urbana: University of Illinois, 1958).

30

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

Osmanlılar’ın Venedikliler’le ilk ahidnâmesi XV. yüzyılın başlarına rastlar, ancak Çelebi Mehmed’in 1419’da yaptığı yeni anlaşma ile müte-kabiliyet esası çerçevesinde Osmanlı Türk tüccarları da Venedik idare-sindeki topraklarda Venedikliler’in Osmanlı topraklarında sahip olduğu haklara denk haklar elde etmiştir.45 Osmanlı’da gayri müslim tebaanın bu hakları etkin bir şekilde kullandığı bilinmektedir, ama acaba Türkler ülke dışındaki ticarî faaliyetlere katılmış mıdır? Her ne kadar bu soru-nun cevabını tam verebilmek için incelenmesi gereken pek çok belge ve arşiv kaynağı araştırmacıları bekliyorsa da bu konuyla ilgili öncü çalış-masında Cemal Kafadar, İstanbul’un fethinden önce, özellikle 1430’lar-dan itibaren bazı Türk tüccarların Osmanlı ülkesi dışında faaliyetler-de bulunduğunu tesbit etmiştir.46 Nitekim 1436-1440 yılları arasında İstanbul’da ikamet eden Venedikli tüccar Giacomo Badoer’in muhasebe defteri, Avrupalılar’la, Bizanslı, Osmanlı ve Memlükler arasında etkin bir ticarî ilişkinin varlığını ortaya koyuyor.47 Kafadar’ın incelemesine göre, Badoer’in muhasebe defteri kayıtlarında İtalyan, Rum ve yahudile-re oranla sayıları azınlıkta kalsa da, tarihî bir belgede ülkeler arası ticarî faaliyette bulunan Türk tâcirlerinin ilk örneklerine burada rastlıyoruz:

“ Ahmet turco de Licomidia, Azi turcho, Chazi Rastan turco, Chazi Musi, Choza Ali turcho, Choza Isse turcho, İsmael turcho, Jascia turcho, Mus-tafa turcho, Ramadan de Simisso, Saliet turcho.”48

45 Cemal Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken: Dört Osmanlı; Yeniçeri, Tüc-car, Derviş ve Hatun (İstanbul: Metis Yayınları, 2009), s. 76; bilginin aktarıldığı kaynak Diplomatarium Veneto-Levantinium: Acta et Diplomata II (ed. G. M. Thomas, Venetiis: Sumptibus Societatis, 1899), 139, 159, 172 numaralı belgeler.

46 Ayrıca Şerafettin Turan’ın XVI. yüzyıl ve XVII. yüzyıl başlarında Venedik’teki Türk tüccarların faaliyetlerini konu edindiği çalışma için bk. Şerafettin Turan,

“Venedik’te Türk Ticaret Merkezi (Fondaco dei Turchi)”, TTK Belleten, XXXII (1968), s. 247-283.

47 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 76.48 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 76-77. Kafadar’ın atıfta bulunduğu

kaynak; Il libro dei Conti Giacomo Badoer (Constantinopoli 1436-1440) (ed. Umberto Dorini – Tommaso Bertelè (Roma: Libreria dello Stato, 1956). Ka-fadar, çalışmasında, aynı zamanda Venedik’te vefat eden ve oraya defnedilen bir Anadolulu tüccarın tereke defterini de incelemektedir. Diğer taraftan, imparatorluğun güneyinden, Kahire’den hem başkente hem de Avrupa’ya baharat, kahve, tekstil ve şeker gibi ürünlerin ticaretini yaparak önemli bir zenginlik elde etmiş Mısırlı tüccar İsmâil Ebû Takıyye’nin biyografik çalışması

31

S E Y F İ K E N A N

Fondaco dei Turchi, Venedik

Diğer taraftan, Venedikli ve Cenevizli tüccarların yanı sıra bu ülke-

lere bağımlı hareket etme durumunda kalsa da Floransalı tüccarların

bile XV. yüzyılda, özellikle bütün Asya’nın lüks eşya ticaretinde çok ara-

nan mallarından olan Floransa yünlülerini Bursa gibi büyük bir pazara

çıkartabilmek için 1432’den itibaren Anadolu’da gözükmeye başladığı

bilinmektedir.49 Venedik ve Cenevizliler, Anadolu sahillerindeki belli li-

man şehirlerini ellerinde bulundurmaları sayesinde uzun zaman Doğu

Akdeniz ( Levante) bölgesi ticaretinde çok etkin bir konuma ulaşmışlar-

dı. Kuruluşundan itibaren kültürler ve bölgeler arası ticaretin ne kadar

önemli olduğunun farkında olan Osmanlılar, gerek İstanbul’un fethine

kadar olsun gerekse fetihten sonra olsun bu İtalyan devletlerinin Doğu

Akdeniz’deki ticarî faaliyetlerini engellemekten ziyade kontrol altında

için bk. Nelly Hanna, Making Big Money in 1600: The Life and Times of Isma’il Abu Taqiyya, Egyptian Merchant (New York: Syracuse University Press, 1998).

49 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 283.

32

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

tutarak yararlanmaya çalışmışlar, siyasî ilişkilerde olduğu gibi ekonomik

ilişkilerde de pragmatik bir anlayış benimsemişlerdir.

Doğu-Batı kavşağında bulunmanın getirdiği önemli ticaret yoğun-

luğu sebebiyle, özellikle ipek dokuma sanayii açısından Anadolu’da öne

çıkan şehirler başta İstanbul olmak üzere Bursa, Amasya, Mardin ve

Diyarbakır olmuştur. Bu şehirler arasına daha sonra Ankara da katı-

lacak ve XVIII. yüzyılda bu şehirdeki üreticilerin ihraç ettiği “ sof”,

Leiden’deki tekstil üreticilerinin üçte ikisinin ihtiyacını karşılıyor hale

gelecektir50. XIV. yüzyıldan itibaren dünya ticaret yollarında meydana

gelen dönüştürücü değişimler sonucunda, sadece ham ipek bakımından

değil, Uzak Asya da dahil olmak üzere Doğu’dan gelen emtia açısından

Bursa51, Doğu ile Batı’yı buluşturan bir dünya pazarı haline gelmişti.52

Halil İnalcık önderliğinde bir grup tarihçi, Doğu ile Batı arasında bilinen

ticaret yollarının dışında (Ortadoğu’dan itibaren Akdeniz’i enlemesine

aşarak Venedik ve Ceneviz’e varan ticaret yolu), XV. yüzyılın başından

itibaren Şam- Bursa- Akkerman- Lviv ( Lemberg) üzerinden Osmanlı top-

raklarını kuzey-güney yönünde kateden başka bir milletlerarası ticaret

yolunun varlığını keşfetmişlerdir. Bu yol üzerinden, baharat, ipekliler ve

pamuklu kumaşlar başta olmak üzere Doğu’nun bilinen diğer ürünleri

Polonya’ya, Baltık ülkelerine ve Moskova knezliğine ulaşıyordu. Nitekim,

Osmanlılar’ın Lehistan kral seçimlerine müdahale etmesi bölgedeki bu

ticaret yollarının güvence altına alınmasıyla yakından ilgiliydi.53 Yine bu

ticaret yolunun batısından, Tuna limanları ve Transilvanya’daki Braşov

şehri üzerinden Macaristan ve Slovenya’ya ulaşılabiliyordu.54 XV ve XVI.

yüzyıllarda Doğu-Batı ticaretinde ve kültürel etkileşimde Balkanlar’da

50 İsmail H. Kadı, Natives and Interlopers: Competition Between Ottoman and Dutch Merchants in the 18th Century (doktora Tezi, 2008), Universiteit Leiden, s. 86.

51 Aynı zamanda Bursa şehri, İstanbul ve Edirne’nin yanı sıra zanaatkârlarıyla da (ehl-i hirfet) öne çıkmıştı (bk. Suraiya Faroqhi, Artisans of Empire: Crafts and Craftspeople Under the Ottomans [London I. B. Tauris, 2009], s. 23-44).

52 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 270-276; Halil İnalcık, “Bursa and the Commerce of the Levant,” Journal of Economic and Social History of the Orient, III (1960), s. 131-147.

53 Beydilli, Polnischen Königswahlen, s. 11-15.54 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 41-42.

33

S E Y F İ K E N A N

temayüz eden önemli şehirler arasında Dubrovnik,55 Ankona56 ve Split’i57 saymak mümkündür.

Portekizlilerin XV. yüzyılın sonlarından itibaren Ümitburnu yolunu keşfetmesinden sonra Akdeniz ve Karadeniz üzerinden yapılan ticarete alternatif olarak şekillenen ve daha çok kullanılır hale gelen Avrupa ile Doğu’yu birbirine bağlayan bu yeni ticaret yoluyla birlikte XVI. yüz-yılın başlarından sonra Akdeniz ticaretinde bir daralmanın meydana geldiği, ticaret hacminde bir düşüşün yaşandığı bilinmektedir.58 Fa-kat Osmanlılar’ın 1517’de Mısır’ı fethederek Kızıldeniz’e hâkim olma-ları ve Hint Okyanusu’nda Portekizliler’e meydan okumaları sebebiyle Ümitburnu’ndan dolaşarak gitmek sıkıntılı hale gelince Akdeniz ticare-tinde bir canlanma meydana geldiği gözlenmiştir.

XVI. yüzyılın sonlarına doğru Akdeniz ticaretinin şekillenmesinde başka ortakların da gündeme gelmeye başladığını gözlemlemek müm-kündür. Akdeniz ticaretinde İtalyanlar ve İspanyollar’la rekabete giri-şen İngilizler, dönemin güçlü imparatorluğu, “ yenilmez Türk” ( Invicto Turco) olarak adlandırılan Osmanlılar’ın nasıl bir devlet yapısına sahip olduğunu ve yönettiği çeşitli millet ve kültürleri nasıl bir arada tuttuğu-nu öğrenmek istemişlerdir. İngilizler bu amaçla Osmanlı coğrafyasına çeşitli seyahatler yapmış; bu etkileşime paralel olarak Osmanlılar’ın ön-ceden Venedikliler’e tanıdıkları ticarî imtiyazların benzerleri İngilizler’e de tanınmış ve İngiltere, zamanla Osmanlı’nın Avrupa’daki en önemli ticaret ortağı haline gelmiştir.59 Aynı dönemlerde Osmanlı ile Hollanda arasındaki ilişkiler de gelişmiş, imparatorluğun Fransa ve İngiltere’ye

55 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 311-327.56 P. Earle, “The Commercial Development of Ancona, 1479-1551”, The Economic

History Review, XXII (1969), s. 28-44.57 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 84.58 Mübahat s. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri (1580-1838) (An-

kara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1974), I, 5.59 Gerald MacLean, Doğu’ya Bakış: 1800 Öncesi Dönem İngiliz Yazmaları ve Os-

manlı İmparatorluğu (çev. Sinan Akıllı, Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2009), s. 31. Her ne kadar başlıkta “yazma” ifadesi yer alıyorsa da, eserde matbu metinler incelenmiştir. Kitabın asıl başlığında yer alan “writing” kelimesi sehven “yaz-ma” diye çevrilmiş olmalıdır. Fakat Türkçe çevirinin genelde başarılı olduğunu belirtmek gerekir.

34

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

hasrettiği bu “ açık kapı” politikasından Hollandalılar da istifade et-

meye başlamışlardır.60 Osmanlı siyasetindeki bu değişim, bir yandan,

Halil İnalcık’ın dikkat çektiği gibi, Avrupa’da gelişmekte olan “ ulus

devlet”lerin merkantilist-kapitalist doğrultudaki politikalarını güçlen-

direrek yeni ekonomik ve politik yapının teşekkülüne katkı sağlarken,

diğer yandan Osmanlı ekonomisi açısından önemli sonuçlar doğurmuş-

tur.61 Söz gelimi, XVII. yüzyılın ikinci yarısı, siyaset ve hukuk düzlemin-

de gözlenen yeni oluşumları izleyen bilim ve sanayi devrimiyle İngiltere

tarihi açısından oldukça önemli bir evredir. Bu dönüşümde rol oynayan-

lar arasında Londra tüccarları da yer almaktaydı. Londra tüccarlarının

Osmanlı imtiyazlarından faydalanarak ciddi bir zenginlik ve sermaye

sahibi oldukları bilinmektedir. Bu olguya dikkat çeken Murat Çızakça

haklı olarak, “Acaba Osmanlılar’ın, dolaylı da olsa, tarihlerinin bu kritik

döneminde İngiltere’deki siyasî ve ekonomik oluşumlar üzerinde etkisi

olmuş mudur? Olmuşsa nasıl ve ne yönde olmuştur?” şeklinde bir soru

sormaktadır.

Tanınan ayrıcalıklar çerçevesinde Osmanlılar ilk defa, 1579’da üç İn-

giliz tüccarını ticaret imtiyazından yararlandırmış, bunun karşılığında

Türk tüccarlar da İngiltere’de ticaret yapma imkânı elde etmiştir (Bu du-

rum Türkler’in de İngiltere’de ticarî faaliyette bulunduğuna işaret etmek-

te, fakat bununla alâkalı ciddi tetkikler araştırmacıları beklemektedir).62

1580’de ise İngilizler’in Türkiye’de serbest ticaret yapmalarını kabul eden

60 Alexander H. de Groot, The Netherlands and Turkey: Four Hundred Years of Political, Economical, Social and Cultural Relations: Selected Essays (İstanbul: Artpres, 2007), s. 91.

61 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 41. XVII. yüzyıldaki en somut sonuçlarından biri, hem Osmanlılar’ın hem de Venedikliler’in, Fransız ve İngiliz tüccarların yeni ticaret biçimiyle artık reka-bet edemez hale gelmesidir (Suraiya Faroqhi, “Venedik, Akdeniz ve Osmanlı İmparatorluğu”, Venezia e Istanbul in Epoca Ottomana: Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul [Milano: Mondadori Electa, 2009], s. 43).

62 Genellikle XVII. yüzyılda deniz savaşları veya korsanlık dolayısıyla esir düşen Türkler’in İngiltere’deki durumuyla ilgili araştırma için bk. Nabil Matar, Turks, Moors and Englishmen in the Age of Discovery (New York: Columbia University Press, 1999), s. 19-42. Fakat bu dönemde ve bu eserde kullanılan “Türk” dey-imi, ırksal bir niteleme olarak değil, Osmanlı tâbiiyetine mensup ve genellikle Kuzey Afrikalı müslümanlar şeklinde anlaşılmalıdır. Gerçekten bu bölgede

35

S E Y F İ K E N A N

ilk ahidnâme düzenlenmiştir. Bu tarihten yaklaşık on yıl sonra da ünlü Levant Company kurulmuştur. İngiliz gemilerinin Türkiye’ye getirdiği emtia arasında çeşitli mensucat ürünleri, maden ve boyalar, -girişilen savaşlar dolayısıyla ihtiyaç duyulduğu anlaşılan özellikle kurşun, kalay, demir ve çelik-, gıda maddeleri ve baharat yer almıştır.63 XVII. yüzyılın başlarından itibaren daha çok İstanbul, İzmir, Halep gibi şehirlerde gö-zükmeye başlayan İngilizler’in, çevrelerine uyum sağlama konusunda sorun yaşamadıklarını, bu tâcirlere ait günlük ve seyahat notlarına göre, onların Osmanlı yaşam tarzından olumlu anlamda etkilendiklerini ve onlar tarafından dile getirilen Osmanlı dünyasıyla ilgili görüş ve anla-tıların Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin bu dünyaya yönelik bakış açısını belli ölçüde değiştirdiğini64 Daniel Goffman’ın çalışmalarında okuyoruz. Fakat bu anlatıların İngiliz dünyasına, Shakespeare sonrası dönemde ulaştığı hatırda tutulmalıdır. Bu arada aynı zaman dilimin-de İngiltere’de Shakespeare ve İspanya’da Cervantes’in “kötü”yü tasvir ederken eserlerinde “Türk”ü kullanmaları65 ve onu her türlü barbarlık-la eş tutmalarının, her şeyden önce, özellikle de matbaanın etkisiyle Avrupa’da yoğunluk kazanan bu olumsuz Türk imgesinin kalıcı hale gelmesinde rol oynadıklarını belirtmek gerekir.

XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da genişleyen ipek piyasasının, Osmanlı ve İran ekonomileri için önemli bir refah kaynağı haline geldiğini, Bursa ve Halep’e rakip çıkan İzmir’in XVII. yüzyılda önemli bir yükselişe geçtiğini66 gözlemlemek mümkündür. Fakat, XVII.

özellikle yönetici sınıf içinde Türkler bulunmakta olsa da, XVI. yüzyıldan iti-baren Avrupa’da Türk ve müslüman deyimleri eş anlamda kullanılmıştır.

63 Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri, s. 13-19.64 D. Goffman, Osmanlı İmparatorluğu’nda İngilizler 1642-1660 (çev. Ayşe Başçı-

Sander, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2001), s. 8, 22.65 Örneğin Shakespeare’in ünlü Othello’sunda, “ Türke dönme”nin yarattığı ruh ve

beden çelişkisini canlandıran Othello’nun, onu mahveden içindeki “Türk”ten kurtulmak için kendini bıçaklaması ve ölmesiyle sonuçlanan sahnede aslında öldürdüğü içindeki “Türk”ten başkası değildir. Aynı zamanda Avru pa’daki Türk tehdidini de inceleyen MacLean, bu tehdidin yabancı ama garip olmadığını; farklı ama bilinebilir, dışsal ancak içselleştirilebilir olduğunu ifade ederken, bu algının bir yandan Avrupalı kimliğini yıkıp diğer yandan da oluşturduğuna dik-kat çeker (bk. MacLean, Doğu’ya Bakış, s. 144-147).

66 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 300-301.

36

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

yüzyılın ikinci yarısı ile XVIII. yüzyılın ilk yarısında Batı’da olduğu gibi Doğu’da da eski yapıların, bilgi ve maharetlerin bir buhrana sürüklendi-ği, baharat ve ipek ticareti gibi asırlarca süren alışverişlerin tarih olmaya başladığı, bununla birlikte Batı’da yeni bilgi ve mârifet alanlarının orta-ya çıktığı, öğrenim içeriklerinde ciddi değişimlerin vuku bulduğu,67 yeni unsurların, yerel milliyetçiliklerin68 ve daha sonra etkisini yoğun bir şe-kilde hissettirecek Avrupa egemenliğinin öncüllerinin oluştuğu bir geçiş dönemi yaşanır. XVIII. yüzyılın başlarında İngilizler, ortasında Fran-sızlar, sonlarında da Almanlar aydınlanmalarını tamamlar. III. Selim ile birlikte, nasıl ki Avrupalılar aydınlanmalarını birbirlerinden ödünç almalar sayesinde gerçekleştirdiyseler, Osmanlılar da İngiltere, Fransa, İsveç gibi Avrupa ülkelerinden yer yer yabancı uzmanlar istihdam ede-rek, başta askerî yapı olmak üzere pek çok alanda “ Nizâm-ı Kadîm”den

“ Nizâm-ı Cedîd”e geçiş sürecini başlatmışlardır.

Bilindiği gibi Anadolu, tarih boyunca doğu-batı veya kuzey-güney arasında sadece önemli bir ticarî yol ve pazar olmamış, aynı zamanda kültür ve sanat alanında da farklı kültür ve coğrafyalardan gelen insan-ların birbirlerinin “farkı”na varmalarının doğal bir sonucu olarak karşı-lıklı alışverişlere, değiş tokuşlara giriştikleri merkezî bir bölge niteliğini de taşımıştır.

Kültür ve Sanat

Osmanlılar’ın tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren tevarüs ettiği İs-lâm düşüncesi ve medeniyetinin, VIII-IX. yüzyıldan başlayarak kültürel ve bilimsel anlamda büyük gelişmeler kaydettiği bilinmektedir. Osmanlı kültürüne ait pek çok kurum ve anlayışın şekillenmesinde etkili olan bu medeniyet, sadece din ve kültür alanında değil, felsefeden mantığa, astronomiden tıbba, kimyadan matematiğe, coğrafyadan tarihe kadar pek çok alanda oldukça özgün eserler üretmiştir. Klasik İslâm düşüncesi

67 Stephen Gaukroger, The Emergence of a Scientific Culture: Science and the Shap-ing of Modernity 1210-1685 (Oxford: Oxford University Press, 2006), s. 1-11.

68 XVIII. yüzyılda gerek Slavlar gerekse Rumlar zenginleşen tüccarlarının, kilise-lerinin faaliyetleri ve Avrupa devletlerinin de etkisiyle milliyetçilik akımlarını benimsemiş ve örgütlenmeye başlamışlardı (bk. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı [İstanbul: Hil Yayın, 1983], s. 38-63).

37

S E Y F İ K E N A N

döneminde üretilen bilim ve düşünce birikiminin hem Batı düşüncesi-

nin kendi kaynağına ulaşmasını sağlamış -nitekim XV-XVI. yüzyılda

Avrupa’da gerçekleşen Rönesans’ın şekillenmesinde de etkili olmuştur69-

hem de Avrupa’daki modern bilimsel gelişmelere kaynaklık etmiştir.70

Da Vinci ve Copernicus Hârizmî, İbn Şâtır ve Tûsî gibi müslüman âlim-

düşünürlerden çok şey öğrenmişlerdir.71 İtalya’daki üniversitelerde, me-

selâ Venedik ve komşu Padua Üniversitesi’nde XIV ve XVII. yüzyıllar

arasında Aristo dışında, İbn Rüşd kadar hararetle tartışılan başka bir fi-

lozofun bulunmadığı anlatılmaktadır.72 Aslında sadece kaynaklık etmek-

le kalmamış, son araştırmalara göre teknoloji üretiminde de Avrupa’da

etkili olduğu görülmüştür.73 XVIII. yüzyılda, tam Aydınlanma çağının

şekillenme sürecinde Avrupalı yazarlar arasında İslâm bilimini, hura-

fe ve zulmetin hâkim olduğu bir dönemde, aydınlanma ve ilerlemenin

teminatı olarak görenlere rastlamak mümkün.74 Diğer taraftan, hangi

coğrafyada üretilmiş olursa olsun ömrünü klasik dönem İslâm eserle-

rinin ortaya çıkarılmasına adayan Fuat Sezgin’in çalışmalarında ısrarla

belirttiği gibi, son birkaç yüzyıldır Batı’da üretildiği düşünülen birçok

bilimin kaynağında VIII-IX. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında üre-

69 George Saliba, Islamic Science and the Making of European Renaissance (Cam-bridge: The MIT Press, 2007), s. 193-233.

70 Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşüncesi: Felsefî Temeller (İstanbul: İSAM Yayınları, 2009), s. 95-106.

71 John M. Hobson, The Eastern Origins of Western Civilization (Cambridge: Camb-ridge University Pres, 2004). Aynı şekilde, Fibonacci ve Nemourslu Jordan’ın matematikle ilgili çalışmaları veya Witelo ya da Freibergli Theodoric’in optik üzerine incelemeleri ancak Hârizmî, Ebû Kâmil ve İbn Heysem’e atıfta bulun-duklarında kıymet bulur, ciddiye alınırdı (bk. Encyclopedia of the History of Arabic Science: Astronomy, Theoretical and Applied [ed. Roshdi Rashed – Regis Morelon, London: Routledge - Kegan Paul, 1996], I, s. xii.

72 Michael Barry, “Renaissance Venice and Her ‘Moors’, Venice and the Islamic World, s. 151.

73 İslâm bilim ve sanat geleneğinin, meselâ hem Venedik’teki cam teknolojisi ve kimyanın gelişmesinde hem de seramik üretiminde nasıl etkili olduğunu inceleyen çalışmalar için bk. Marco Verità, “Influence of the Islamic Tradition on the Chemistry and Technology of Venetian Glass”, Venice and the Islamic World, s. 276-279; Maria V. Fontana, “Islamic Influence on the Production of Ceramics in Venice and Padua”, Venice and the Islamic World, s. 280-293.

74 Encyclopedia of the History of Arabic Science, I, s. ix-xiv.

38

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

tilen bilimler yer almıştır.75 Hatta beşerî bilimler, George Makdisi’nin incelemelerine göre, ilk defa VII-VIII. yüzyıllarda İslâm dünyasının doğusunda ortaya çıkmış, daha sonra Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ve Sicilya’ya, oradan da Avrupa’ya geçmiştir.76 Başka bir ifadeyle, modern bilimsel disiplinlerin hatırı sayılır birçok alanı, bu klasik dönemdeki İs-lâm dünyasında üretilen, en kuşatıcı anlamıyla bilimlerin omuzlarına basarak gelişmesini gerçekleştirmiştir.

75 Ayrıntılı bilgi edinmek için bk. Fuat Sezgin, İslâm’da Bilim ve Teknik, I-V (çev. Abdurrahman Aliy, Ankara: TUBA Yayınları, 2007). Bilim ve teknolojiye müslümanların katkısının ele anlındığı pek çok ortam ve kaynak ifade edilebilir, ama bir tanesini burada zikretmeli: Hewlett Packard’ın bir dönem Yönetim Ku-rulu Başkanlığı’nı yapan Carly Fiorina, 26 Eylül 2001’de, teknolojide bir sonraki aşamanın ne olacağını ele aldığı çerçeve konuşmasının bir bölümünde tarihe atıf yaparken, bilgisayar teknolojisinde de öncü çalışmaların yüzyıllar önce müslümanlar tarafından yapıldığını ifade etmişti (http://www.hp.com/hpinfo/execteam/speeches/fiorina/minnesota01.html. Erişim tarihi: 12 Aralık 2001).

76 George Makdisi, The Rise of Humanism in Classical Islam and the Christian West: With Special Reference to Scholasticism (Edinburgh: Edinburgh Univer-sity Press, 1990).

Bir Avrupa tasavvurunda Aristo ve İbn Rüşd’ün bir fikri müzakere ânının tasviri

(Girolamo da Cremona and Assistants, The Pierpont Morgan Library, New York).

39

S E Y F İ K E N A N

Bu karşılıklı etkileşim sadece bilim ve teknoloji alanında değil, eğitim ve hukuk alanında da gerçekleşmiştir. Monica Gaudiosi, 1274’te modern yüksek okul sisteminin (college system) başlangıcı olarak kabul edilen Merton College’ın ( Oxford Üniversitesi) şekillenmesinde ve İngiltere’deki vakıf sistemi ve anlayışının gelişmesinde İslâm dünyasında uygulanan vakıf hukuku ve sisteminin etkili olduğunu tesbit etmiştir.77 Doğu ve Batı dünyasında yüksek eğitim kurumlarının doğuşunu mukayeseli bir şekilde inceleyen George Makdisi, müslümanların açmış olduğu eğitim ve bilim kurumlarının, örneğin medrese ve rasathanelerin, Avrupa’daki yüksek okul ve üniversite sisteminin gelişmesine, hatta doktora ve kür-sü gibi uygulamalara da kaynaklık ettiğini ortaya koymuştur.78 Üniver-site tarihi konusunda risâle hacminde fakat önemli bir eser olan The Rise of Universities’in yazarı C. H. Haskins, Batı üniversitesinin Atina ve İskenderiye’nin değil, Paris ve Bologna’nın mirasçısı79 olduğunu be-lirtmişti. Haskins’ın bu ifadesine Makdisi şu ilâveyi yapmakta gecik-mez: “Bologna ve Paris’in de Bağdat’ın mirasçısı olduğu söylenebilir.”80 Bununla birlikte, Antik kültürün klasik dönem Bağdat’ında yüksek eği-tim, felsefe ve kültür hayatının şekillenmesindeki katkısı inkâr edileme-

77 Monica M. Gaudiosi, “The Influence of the Islamic Law of Waqf on the De-velopment of the Trust in England: The Case of Merton College”, University of Pennsylvania Law Review, CXXXVI/4 (1988), s. 1231-1261; Murat Çizakça, A History of Philanthropic Foundations: The Islamic World from the Seventh Cen-tury to the Present (İstanbul: Boğaziçi University Press, 2000), s. 8-14. Ayrıca, Haçlı seferlerinden itibaren Avrupa hukukunun, özellikle savaş hukuku ve insan hakları hukukunun gelişmesinde İslâm hukukunun özgün katkısının incelendiği çalışmalar için bk. Marcel A. Boisard, “On the Probable Influence of Islam on Western Public and International Law,” International Journal of Middle East Studies, II (1980), s. 429-450; James Cockyane, “Islam and Interna-tional Humanitarian Law: From a Clash to a Conversation Between Civiliza-tions”, International Law and Islamic Law (ed. Mashood A. Baderin, Hamp-shire: Ashgate Publishing Limited, 2008), s. 181-210.

78 George Makdisi, The Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam and the West (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1981).

79 Charles Homer Haskins, The Rise of Universities (ed. Lionel s. Lewis, London: Transaction Publishers, 2007), s. 4.

80 George Makdisi, “Baghdad, Bologna, and Scholasticism,” Centres of Learning: Learning and Location in Pre-Modern Europe and the Near East (ed. J. W. Dri-jvers – A. A. MacDonald, Leiden: E. J. Brill, 1995), s. 141.

40

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

yecek bir olgudur. Fakat bu etkileşim ve birikim daha sonra, The First

Universities’in yazarı Olaf Pedersen’in üzerinde durduğu gibi, Avrupa’da

yüksek eğitimin yeniden yapılanmasında rol oynayan en önemli etken-

lerden biri olmuştur.81

Diğer taraftan, burada daha somut bir soru akla gelebilir: Acaba

Avrupa’nın yüksek eğitim-öğretim programlarında, Doğu’ya, İslâm

dünyasına ilgisi ne zaman başlamıştır? Batılılar için Doğu ile ilgilen-

menin zaman zaman tüketici bir tutkuya dönüşebildiğini,82 Avrupa’da

çeşitli yüksek eğitim kurumlarında Doğu dilleri ve kültürleriyle ( Orien-

tal Studies/ Şarkiyât) alâkalı derslerin -daha sonra Doğu’yla ilgilenmek

bir meslek haline gelecektir83- oldukça erken tarihlerde verilmeye baş-

landığını görüyoruz. Nitekim XIV. yüzyılın başlarında, dönemin önde

gelen beş üniversitesinden biri olan ve papalığın kalbi sayılan Roma

Curia Üniversitesi’nde 1312 gibi erken bir tarihte Arapça, Yunanca ve

İbrânîce gibi Doğu dillerinin84 öğretildiğini gözlemlemek mümkündür.

Fakat bu öğretim bilimsel amaçlı olmamış; sadece dinî bir hedefi ger-

çekleştirmek ( misyonerlik), kendi ifadeleriyle, Doğu’daki Türkler’in ve

yahudilerin din değiştirmesini sağlamak için düzenlenmişti.85 İspanya’yı

temsil eden ve Avrupa’nın en büyük üniversitelerinden biri olan Sala-

manca Üniversitesi’nde de 1311-1312’de Doğu dilleri programı başlatılmış,

program zaman zaman sekteye uğramış olsa bile Doğu hakkında ders-

81 Olaf Pedersen, The First Universities: Studium Generale and the Origins of University Education in Europe (çev. Richard North, Cambridge: Cambridge University Press, 1997).

82 Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (çev. Berna Ülner, İstan-bul: Metis Yayınları, 2004), s. 15.

83 Said, Şarkiyatçılık, s. 15.84 Modern dönemde Batı dilleri arasında kabul edilen Yunanca’nın bu dönemde

Doğu dilleri arasında sayılması, Batı ve Doğu algılarının ne kadar değişken ol-duğuna iyi bir örnektir. Doğu, Yakındoğu ve Ortadoğu kavramlarının soykü-tüğünün incelenmesi için bk. Hüseyin Yılmaz, “The Eastern Question and the Ottoman Empire: The Genesis of the Near and Middle East in the Nineteenth Century”, Is There a Middle East? (ed. M. E. Bonine – A. Amanat – M. Gasper, Stanford: Stanford University Press, 2010).

85 Hastings Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages (London: Ox-ford University Press, 1936), II, 29-31.

41

S E Y F İ K E N A N

ler devam etmiştir.86 İngiltere’de ise benzer programların başlaması daha geç döneme rastlar. Bu ülkede Arapça ve Arap dünyasıyla ilgili ilk prog-ramların XVI. yüzyılda başlatıldığı ve bu dönemde en iyi programın Cambridge Üniversitesi’ne ait olduğu bilinmektedir.87

XIX. yüzyılın başlarında Avrupa’da basılan bir ansiklopedinin XIV. cildi Avrupa Türkiyesi’ne ayrılmıştı. Bir heyet tarafından yazıldığı an-laşılan bu ansiklopedi cildinin giriş sayfalarında, Avrupa’nın, kültür to-humlarını Doğu’dan ( Orient) aldığı, bu ödünç alma sayesinde, eğitimli ve kültürlü hale geldiği ifade edilmiş ve şu soru sorulmuştur: “Bugünkü gelişmişliğimizin kaynağını teşkil etmelerinden ötürü vaktiyle bize yap-mış oldukları iyiliklere bir şükran borcu olarak şimdi onlara yardım eli uzatmalı mıyız?” Cevap kısa ve gayet açık sözlüdür: “Hayır! Milletlerin şükran borcu yoktur, yalnızca çıkarları vardır. Bu çıkarlar, büyük öl-çüde milletlerin davranışlarını belirler.”88 Oysa, yine aynı dönemlerde yaşayan Lamartine, Türkler’i kastederek, bir millet felâkete uğradığın-da veya haksız bir durumla karşıya karşıya kaldığında teessür duymak, onun yardımına koşmak ve ona, her şeyden önce, âdil davranmak gerek-tiğini vurgulamış, diğer taraftan hiçbir milletin tarihinin, Türkler’inki gibi, düştüğü zor durum esas alınarak yazılmadığına dikkat çekmişti.89

Kendilerini buldukları tarihî ve coğrafî bağlam ve üstlendikleri mis-yon gereği, klasik dönem İslâm düşüncesinin ve medeniyetinin miras-çısı, taşıyıcısı ve besleyicisi işlevini uzun zaman yerine getiren Osmanlı Türkleri’nin, bu medeniyetin devamlılığına katkıları önemlidir. Klasik dönem İslâm medeniyetinin bilimsel bilgiden sanata, eğitim kurumla-rından tıbba kadar pek çok alanda yüzyıllar boyunca üretmiş olduğu

86 Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages, II, 88.87 G. J. Toomer, Eastern Wisedome and Learning: The Study of Arabic in Seven-

teenth-Century England (Oxford: Clarendon Press, 1996), s. 53-85.88 Neuste Länder - und - Völkerkunde: Ein geographiches Lesebuch für alle Stände

(Die europäische Türkei) (Prag 1813), XIV, 8.89 A. de Lamartine, History of Turkey (New York: D. Appleton – Company, 1855),

I, 11. Lamartine’in vurguladığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinin XIX. yüzyılın başlarındaki vaziyeti esas alınarak yazılmış olması, âdeta zengin bir insanın hayat hikâyesinin, bu şahıs müflis ve yoksul bir duruma düştükten sonra, hayatının önceki dönemi dikkate alınmaksızın acımasızca kaleme alınmasına benzemektedir.

42

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

özgün ve çığır açıcı eserlerin, hangi coğrafyada olursa olsun, sadece top-lumların ve kültürlerin gelişmesine değil, özellikle medeniyet anlayışı-mızın olgunlaşmasına yönelik katkısı küçümsenemez.

İslâm’ın bir kılıç dini olduğu ve kılıçla yayıldığına dair basmakalıp söylemler artık tarih olmakla birlikte Osmanlılar söz konusu olduğun-da, kurdukları imparatorluğun yegâne varlık ve yaşam nedeninin savaş olduğu, -sanki diğer devletler için hiç böyle bir şeyden söz edilemezmiş gibi- ve bundan başka hiçbir şey bilmedikleri şeklinde bir algılamanın devam ettiğini görüyoruz. Oysa, V. Karl’ın ( Şarlken) veya I. François’nın çağdaşları Kanûnî Sultan Süleyman’dan daha az savaşçı olduklarına inanmamızı sağlayacak ölçü nedir ya da böyle bir şeye inanmalı mıyız gerçekten90 diye düşünmek daha doğru olacaktır. Osmanlılar’ın sava-şın dışında, edebiyattan sanata, bilimden mimariye, astronomiden tıbba kadar91 pek çok alanda önemli eserler verdiğini yadsımak mümkün mü-dür? Bu konuda tarafsız bir yargıda bulunmak için Batı’nın ölçütlerini kendisinin belirlediği ve yegâne doğru ve uygun kalıp olarak, özellikle de modern dönemde zaman zaman herkese dayatmaya çalıştığı sanat, edebiyat, mefkûre veya bilim algısının dışına taşarak farklı bir bakış açısı geliştirmek, hepsinden önemlisi, tek taraflı görüşlerden sıyrılmak gerekecektir.

Osmanlılar, âdeta bulundukları coğrafyanın yönlendirmesiyle kuru-luş döneminden itibaren özellikle doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde siyasetten sanata, ticaretten kültüre pek çok alanda yoğun ve çok yönlü etkileşim deneyimleri yaşamışlardır. İmparatorluğun Avrupa ile kültürel etkileşiminin XVIII. yüzyılın başlarına kadar oldukça sınırlı olduğunu belirtmek gerekir, zira bu tarihe kadar Avrupa’nın genel olarak her açı-dan hafife alındığını, hatta aşağılandığını92 gözlemlemek mümkündür. Ancak Avrupa’ya karşı uzun asırlardan sonra ilk ciddi bozgununu yaşa-yan Osmanlılar’ın, 1699’da yapılan Karlofça Antlaşması’ndan sonra Batı kültürüne yönelik algısını değiştirmeye başladığı, yavaş yavaş Batı’nın

90 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa: 1300-1700 (çev. Ülkün Tansel, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004), s. 20.

91 Özel veya resmî Türkiye kütüphanelerinde araştırmacıları bekleyen yüz binler-ce yazma bulunmakla birlikte haklarında pek fazla çalışma bulunmamaktadır.

92 Halil İnalcık, Doğu Batı: Makaleler I (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2005), s. 266.

43

S E Y F İ K E N A N

güçlenmesindeki sırları keşfetmeye, siyasî ve sosyal kurumlarından ya-

şam tarzlarına kadar Avrupa’nın değişik yönlerini özel bir ilgiyle incele-

meye koyulduğu bilinmektedir. Nitekim bu tavır değişimini, Yirmisekiz

Mehmed Çelebi’nin Batı kültürü ve medeniyetiyle ilgili izlenimlerinde

gözlemlemek mümkündür.93 Oysa bu tarihe kadar Avrupa’dan sadece

bilimsel bilgi ve teknoloji konusundaki önemli eserlerin Türkçe’ye çev-

rilmesi suretiyle istifade ediliyordu.94 Osmanlı dünyasına kültür, tekno-

loji ve zanaat taşıyanlar arasında Türkiye’ye sürgün olarak gönderilenler

-meselâ, XV. yüzyılın sonlarında İspanya’dan kaçan yahudiler- ile İslâm’ı

seçen Avrupalı mühtediler başı çekiyorudu.

Aynı şekilde, klasik dönem Osmanlı sarayında çeşitli topluluk ve kül-

türlerden gelen sanatkâr ve zanaatkârların farklı birimler halinde örgüt-

lendikleri görülmektedir. Tezhip, minyatür, resim ve nakış sanatında

Anadolu Türkleri Tâife-i Rûmiyân, İranlılar Tâife-i Acemiyân, Avru-

palılar ise Tâife-i Efrenciyân adı altında örgütlenmişti. Özellikle bu son

grup, “Efrenciyân” adı altında bir dairede toplanmış95 ve mühendislik,

ressamlık yanında diğer teknik işlerle ilgilenmiştir. Bu grubun mensupla-

rı XVIII. yüzyılın çeşitli dönemlerinde açılan teknik okullarda ve meslek

mekteplerinde öğretmen olarak istihdam edilmeye başlanmıştır.96 Özel-

likle yüzyılın sonuna doğru Avrupa’dan Türkiye’ye teknik alanda mâ-

rifet ve beceri transferi anlamında önemli bir beyin göçü gerçekleşmiş-

93 Fatma Müge Göçek, East Encounters West: France and the Ottoman Empire in the Eighteenth Century (Oxford: Oxford University Press, 1987), s. 24-62; ayrıca bk. G. Veinstein, İlk Osmanlı Sefiri 28 Mehmet Çelebi’nin Fransa Anıları: “Kaf-irlerin Cenneti” (çev. Murat Aykaç Erginöz, İstanbul: Ark Kitapları, 2002).

94 Gerek çeviri gerekse telif olsun Osmanlı yazarlarının, tarihçilerinin Avru-pa veya Avrupa’nın bilim, kültür ve siyasî yapısı hakkında yazdıklarının, Avrupalılar’ın Osmanlı ülkesi, sultanları, yönetimi ve halkı hakkında yazdık-larının yanında, Metin Kunt’un ifadesiyle, “devede kulak” mesabesinde olduğu unutulmamalıdır (bk. Metin Kunt, “Kâtip Çelebi’nin Anlatımıyla Venedik”, Venezia e Istanbul, s. 63-64).

95 Rhoads Murphey, “Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları: Efrenci Teknisyenlerin Sivil ve Askeri Uygulamalardaki Rolü”, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi: Yeni Arayışlar, Yeni Görüşler (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, İs-tanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1992), s. 7-20.

96 Halil İnalcık, Doğu Batı, s. 270.

44

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

tir.97 Aslında bu yüzyılın başında, Batı’dan beceri ve teknoloji transferi konusunda Osmanlı Türkleri açısından en önemli gelişme, 1720’de babası Yirmisekiz Mehmed Çelebi ile birlikte Paris’e gönderilen Said Mehmed ile İbrâhim Müteferrika’nın 1727’de ortaklaşa kurdukları matbaadır. Yeni matbaa İstanbul’daki gayri müslimlere ait matbaalardan yardım görmüş-se de, matbaa teknolojisindeki yeniliklerin aktarımı için altı Türk ustası-nın Viyana üzerinden Hollanda’ya gönderildiği bilinmektedir.98

Diğer taraftan imparatorluk içerisindeki hıristiyanların, özellikle Rumlar’ın Avrupa ile daima canlı tuttukları ticarî ve kültürel bağları XVII. yüzyıldan sonra yeni bir yönelim kazanmıştır. Bu grup içerisin-de bulunan ve imparatorlukta başçevirmenlik veya Memleketeyn ( Eflak ve Boğdan) prenslikleri gibi yüksek görevlerde istihdam edilen aileler, çocuklarını yüksek eğitim için Roma ve Bologna’daki çeşitli okullara ve üniversitelere göndermeye başlamışlardır. Bu öğrenciler Latince ve İtalyanca öğrenip, topladıkları kitapları Budapeşte, Yaş ve İstanbul’daki kitaplıklarına getirmişlerdir. Avrupa kültürüne vukufu ile öne çıkan Dimitrie Cantemir, bu gayri müslim prenslerden biridir. Cantemir ve benzerlerinin Avrupa kültürüyle ilgili kazanımları esas itibariyle özerk nitelikte olsa da onlar ile devlet ve müslüman aydınlar arasında sürekli bir iletişim bulunduğu açıktır.99

Türk seyyahların Avrupa’da bulunmaları veya iş görmelerinin, impa-ratorluğun hıristiyan tebaasından olan şahıslarınki kadar rahat olmadığı, onların ticarî amaçlı seyahatlerinde zaman zaman çeşitli zorluklar yaşa-dıkları ve saldırılarla karşılaştıkları bilinmektedir. Meselâ, Saraybosna da

97 Önceden top dökümü, lağımcı ve humbaracı ocaklarında belirli sayıda yabancı uzman çalıştırılırken, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren pek çok uzma-nın yanı sıra mühendis, mimar, cerrah ve hekimlerin, ayrıca demirci, marangoz, burgucu, terzi (yelken dikmek için), kalafatçı niteliklerini haiz misafir işçilerin de Avrupa’dan getirilerek istihdam edildiği bilinmektedir (bk. Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishâne: Mühendishâne Matbaası ve Kütüphânesi [1776-182]) [İstanbul: Eren Yayıncılık ve Kitapçılık, 1995], s. 85-92).

98 Kemal Beydilli, “Matbaa”, DİA (Ankara 2003), XXVIII, 105-110. Türkler’in açmış olduğu bu ilk matbaa konusunda yaşanan gelişmeler ve tartışmaların değerlendirmesi için bk. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (haz. Ahmet Kuyaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), s. 55-63.

99 Veinstein, İlk Osmanlı Sefiri, s. 17-18.

45

S E Y F İ K E N A N

dahil olmak üzere Osmanlı coğrafyasının muhtelif yerlerinden bir araya gelip 1568’de Venedik’e giden yirmi beş müslüman tüccarın, bu ülkede tica-retlerini tamamlayıp beraberlerinde “6 milyon akçe” değerindeki mallarıy-la geri dönerken Adriyatik korsanlarından Uskoklar’ın saldırısına uğradık-larını ve bütün mallarını kaybettiklerini, Tayyip Gökbilgin’in yayımladığı belgelerden öğreniyoruz. Anlaşılan müslüman tüccarlar Venedik’ten dö-nerken Venedik kalyonundan para karşılığı koruma istemişler, kalyonun kaptanı da gizlice Uskoklar’la iş birliği yaparak tüccarların mallarını ele geçirmişti.100 1546’dan itibaren Venedik’e sıklıkla gidip gelen Anadolulu müslüman tüccarların varlığı bilinmektedir. Bu tüccarların kara veya de-niz yoluyla çıktıkları yolculuklarda çeşitli “zarar ve ziyana” uğramaları se-bebiyle padişaha şikâyetlerini bildirdikleri, bunun üzerine Rüstem Paşa’nın Doj Francesco Dona’ya mektup yazarak, “padişaha ait korunaklı / güvenli topraklardan sürekli olarak ...” (her-gâh memâlik-ı mahrûsa-ı pâdişâhîden ...) oralara ticarete giden Osmanlılar’ın güvenliğinin doğru dürüst sağlan-ması konusunda özel talepte bulunduğu tarihî kayıtlarda mevcuttur.101 Öte yandan, Osmanlı gibi büyük bir devletin tebaası olarak yahudi tüccarların, ağır bir şekilde aşağılandıkları102 Avrupa’da ve özellikle Venedik’te, Türk kıyafetlerinin sağladığı itibar ve dokunulmazlık eşliğinde gurur ve saygın-lık içinde işlerini yürüttüklerine dair bolca örnek gösterilebilir.

100 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 89; Tayyip Gökbilgin, “Venedik Devletindeki Vesikalar Külliyatında Kanuni Sultan Süleyman Devri Belgeleri”, TTK Belgeler, I/2 (1964), s. 119-225; Gökbilgin “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Kolleksiyonu ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, TTK Belgeler, V-VIII/9-12 (1968-71), s. 1-151.

101 Rüstem Paşa’nın mektubu için bk. Şerafettin Turan, “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi (Fondaco dei Turchi)”, s. 276. Saldırıya uğrayan Osmanlı tüccarlarının açtığı bir tazminat davası ve süreciyle alakalı daha ayrıntılı bilgi edinmek için bk. Maurits H. van den Boogert, “Redress for Ottoman Victims of European Psivateering: A Case Against the Dutch in the Divan-ı Hümayun (1708-1715)”, Turcica, XXXIII (2001), s. 91-118. Diğer taraftan, Osmanlılar ve Venedik Cum-huriyeti arasındaki sözlü ve yazılı anlaşmalarda her şeyin mütekabiliyet esasına dayanan bir çizgi takip ettiğini, “bizdeki” “onların” “onlardaki” “bizlere” karşılık geldiğini kavrayarak misafirperverliğe âdeta kutsallık atfettiklerini belirtmek gerekir (bk. Vera Constantini, ‘“Bizimkiler’ ‘Onlarda’, ‘Onlarinki’ ‘Bizlerde’ Olduğunda”, Venezia e Istanbul, s. 50-53.

102 W. Shakespeare’in ünlü The Merchant of Venice’deki yahudi tüccar tiplemesiy-le bu aşağılama, daha da kalıcı hale gelmiştir.

46

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

Peki Avrupa’dan gelip Osmanlı şehirlerinde ticaret yapan Batılı

tüccarların durumu nasıldı? Bunların Avrupa’daki Türk tüccarlara

göre daha rahat hareket edebildiklerini söyleyebilmek için karşılaş-

tırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır. Avrupa’dan gelenler arasında Pax

Ottomanica’nın hüküm sürdüğü topraklarda rahatlıkla dolaşıp ticaret

yapanların -hukukî açıdan “ müste’men” olarak nitelenen bu şahısların

güvenlikleri konusunda Osmanlılar özel bir itina gösteriyorlardı- ve ki-

tap toplayıp ülkelerine dönenlerin bulunduğu, hatta onların kendi ülke-

lerinde Şark kitaplığı oluşturmak üzere bu tür faaliyetlerle özel olarak

görevlendirilmiş oldukları bilinmektedir.103 XVI. yüzyılın ilk yarısında

Busbeck ( O. G. van Busbeke) ülkesine dönerken yanında önemli sayıda

kitap götürmüş, Avrupa’da şarkiyatçılığın kurucu babası olarak adlan-

dırılmayı hak eden tek isim sayılan Guillaume Postel yine aynı dönemde

iki defa Osmanlı dünyasına (1534-1537 ve 1549-1550) seyahat ederek baş-

ta İstanbul olmak üzere, Suriye ve Kudüs’ten önemli sayıda yazma eser

toplayarak Fransa’ya döndüğünde o dönemde Avrupa’da bilinen en iyi

Şark yazmaları kütüphanesini oluşturmuştu.104 Aynı şekilde XVII. yüz-

yılın başından itibaren birçok Batılı elçilik görevlisinin İstanbul’daki

çeşitli kitapçılardan kitap topladıkları bilinmektedir.105 1655’ten sonra

Hollanda’nın İstanbul’a yerleşik temsilci olarak atadığı Levinus Warner,

imparatorluk başkentinde 1000 civarında yazma satın almış ve bu ko-

leksiyonu daha sonra Leiden Üniversitesi’ne bağışlamıştı. Üniversitedeki

meşhur kütüphanenin ve şarkiyat çalışmalarının temelinde bu kütüpha-

nenin ayrı bir yeri vardır. Bu koleksiyon içinde 1657’de vefat eden Kâtib

Çelebi’nin -birkaç yıl sonra muhtemelen eşinin 1659’da vefatını müte-

akiben- muhteşem kütüphanesinden elde ettiği önemli sayıda eser de

yer almaktaydı. Leiden Üniversitesi’ndeki Legatum Warnerianum’un bir

kısmı bu koleksiyondan oluşmaktadır.106

103 İsmail E. Erünsal, “Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar: Yeni Bazı Belge ve Bilgiler”, Türk Kitap Medeniyeti: Turkish Book Civilization (ed. Alper Çeker, İstanbul: İBB Kültür A.Ş., 2008), s. 133-180.

104 Toomer, Eastern Wisedome and Learning, s. 26-27.105 Erünsal, “Osmanlılarda Sahaflık”, s. 140.106 Gottfried Hagen, “Kâtib Çelebî”, Historians of the Ottoman Empire (www.otto-

manhistorians.com), Erişim tarihi: 12 Ocak 2010.

47

S E Y F İ K E N A N

Batı’ya giden Türk tüccarlar ve seyyahlar arasında da Avrupa’dan kitap toplayarak dönenler olmuş mudur? Bu sorunun zımnen, Osmanlılar’da da böyle bir tutumun olması gerektiğini ifade etme amacı taşımadığı-nı belirtmek gerekir. Türkler arasında XVIII. yüzyılın başlarına kadar böyle bir tavrın ya da girişimin varlığı henüz bilinmemektedir. Ancak gayri müslim Osmanlı uyruklarının kitap trafiğine bu anlamda iştirak ettiklerini düşünmemek için hiçbir sebep yoktur. Öte yandan bu ko-nudaki bilgi eksikliğinin; konuyla alâkalı yeterli araştırma bulunmayışı; o dönemde böyle bir ilginin yokluğu; Osmanlılar’ın uzun yıllar “ dev-let-ı ebed müddet”e ulaştıkları yönündeki inançlarından kaynaklanan aşırı güvenleri veya Osmanlı medeniyetinin “ ben tasavvuru” içinde Avrupa’da bilinmesi, öğrenilmesi gereken herhangi bir şeyin bulunma-dığını düşündüren yetkinlik ve “gurur”ları ile izah edilip edilemeyeceği ancak derinlemesine araştırmalarla ortaya konulabilecek bir meseledir. Fakat bu aşamada, Osmanlı aydınının dünyayı algılayışında dar kafalı, yenilik kabul etmeyen “tutucu” bir yaklaşımdan ziyade, mensup olduğu dinden gelen “gurur” dolayısıyla Avrupa’nın bütün başarılarını elinin tersiyle bir tarafa itebilen bir tutum sergiledikleri düşünülebilir.107

Bu arada XVII. yüzyıldan itibaren Batılı kaynakların az da olsa Os-manlı entelektüelleri tarafından kullanılmaya başlandığını belirtmek gerekir. Nitekim bu yüzyılın ünlü tarihçilerinden Peçevî’nin, kendi adı-nı verdiği tarih eserini ( Târîh-i Peçevî) yazarken Macar ve Alman kay-naklarını kullandığını, Kâtib Çelebi’nin Cihannümâ adlı tarih eserini

107 Fakat bu “gurur”un belli bir dönem, zamanın sunmuş olduğu bilimsel ge-lişmeleri takip etmeyi engelleyecek seviyeye vardığı da söylenebilir. Nitekim Osmanlı bilim literatüründe Kopernik (Copernicus) sistemini ele alan ilk eser olma özelliğine sahip Secencelü’l-Eflâk fî Gâyeti’l-İdrâk (feleklerin aynası ve idrakin gayesi) adlı eseri Fransız astronom Noel Durret’nin Novae Motuum Caelestium Ephemerides Richelianae başlıklı çalışmasından çeviren aslen Sigetvarlı tezkireci Köse İbrâhim Efendi -çeviriyi 1660-1664 senelerinde ya-pıyor-, bu çalışmasını dönemin başmüneccimi Müneccimek Şekîbî Mehmed Çelebi’ye (ö. 1667) gösterdiğinde şu cevabı alır: “Frenkler’in bu kabil fodulluğu çoktur.” Fakat Tezkireci İbrâhim Efendi, takvim istihraç ederek Uluğ Bey Zîci ile uyumlu olduğunu ortaya koyunca eseri beğenmiş, kendisi için bir nüsha edinmiş ve çevirmene de ihsanda bulunmuştur (tezkireci ve başmüneccim arasında geçen diyalog için bk. Ekmeleddin İhsanoğlu, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna [İstanbul: İletişim Yayınları, 1996], s. 142-144).

48

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

yazmaya başladığında çeşitli bölgeler, kültürler ve coğrafyalar hakkında

yeterli ve doğru bilgiye ve kaynağa ulaşamayınca bu çalışmasını bir ke-

nara bıraktığını, daha sonra yeni müslüman olan ve Latince de bilen

bir Fransız mühtedisi ile tanıştığında, onun aracılığı ile ihtiyaç duydu-

ğu Batılı kaynaklara ulaşarak bu önemli çalışmasını ikmal ettiğini bi-

liyoruz. Osmanlılar’ın XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avru-

pa ve Avrupalılar hakkında kapsamlı bilgilere ulaşmaya başladıklarını

Topkapı Sarayı’ndaki Batı kaynaklı kitaplar, haritalar ve gravürlerden

anlıyoruz.108 Osmanlı’nın dışındaki dünyayı keşfetmeye çalışan Kâtib

Çelebi, çalışmalarında ısrarla imparatorluğun komşu olduğu kültür ve

coğrafyalar hakkında bilgi sahibi olmadan bir fikir yürütülemeyeceğini

ve sağlam bir strateji oluşturulamayacağını göstermeye çalışmıştı.

Diğer taraftan bir Fransız seyyahı olan Sevin XVIII. yüzyılın baş-

larında İstanbul’da amatör de olsa büyük bir astronom olarak tanım-

ladığı Mustafa Efendi ile tanıştığını ve onun kendisini yirmi iki ciltlik

devâsâ bir çalışmadan haberdar ettiğini, bu eserin yedi cildinin Mısır

tarihi, geri kalanının Grek matematiği ve astronomisinden yapılan çeşit-

li çevirilerden oluştuğunu anlatmaktadır.109 Aynı dönemde yaşayan ve

bir Fransız elçisinin, hakkında, “Bu adam iki üç yıl daha kalsaydı belki

de kapitülasyonları kaybedecektik” dediği ve Avrupalılar’ın genellikle

“ Cin Ali” diye adlandırdıkları Şehid Ali Paşa’nın110 (ö. 1716) kitaba çok

meraklı olduğu, sefer sırasında bile kitap topladığı ve bu özel ilgi ve gay-

reti neticesinde kütüphanesinde felsefeden, edebiyat ve nücûma kadar

zengin bir koleksiyon oluşturduğu bilinmektedir.111 Bu dönemin sultanı

olan ve kitaba özel bir merakı bulunan III. Ahmed kültür konusunda da

önemli girişimlerde bulunacak, böylece yabancı dilde yazılmış kaynak

108 Günsel Renda, “17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa: Değişen İmgeler,” 17. Yüzyıl Avrupasında Türk İmajı (İstanbul: Sakıp Sabancı Müzesi, 2005), s. 55.

109 Göçek, East Enounters West, s. 109-110; H. Omont, Missions Archéologiques Françaises en Orient aux dix-septième et dix-huitième siècles (Paris, 1902), I, 466.

110 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 49, 67. 111 Şehid Ali Paşa’nın kütüphanesi, vakfiyesi ve kütüphanenin müsaderesi hak-

kındaki tartışmalar için bk. İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2008), s. 186-194.

49

S E Y F İ K E N A N

eserleri Türkçe’ye kazandırmak için bir heyetin teşkili, matbaa ve Türk

kütüphaneciliği alanında önemli gelişmeler kaydedilecektir.112

Eğitim ve kültürle ilgili önemli birikimlerin birkaç yılda oluşamaya-

cağı mâlûmdur. Bunun için uzun yılların emeği ve ilgisi gerekir. XVIII.

yüzyılın başlarında az önce verilen Mustafa Efendi ve Şehid Ali Paşa

örnekleriyle temayüz eden bu ciddi kültürel birikimin, en azından XVII.

yüzyılın ortalarından itibaren oluşmaya başlamış olması gerekir. Za-

ten XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir yüzyıl boyunca devam

eden dönemde ilim ve kültür alanında kaydedilen gelişme zihinde tutu-

lur, XVI. yüzyıl sonlarında Mustafa Âlî, XVII. yüzyıl ortalarında Kâtib

Çelebi ve diğerlerinin yapmış oldukları eleştiriler dikkate alınırsa, XVI.

yüzyılın sonu ve XVII. yüzyılın başından itibaren ilim ve kültür ha-

yatında yaşanmış bir durgunluğun kısa süreli olabileceğini düşünmek

yanlış olmaz.

Bu konu etrafındaki tartışmalar bir kenara bırakılabilirse de asıl

sorunun hâlâ cevap beklediğini belirtmek gerekir: Osmanlılar, siyasî

amaçlı, strateji oluşturma hedefli bilgi toplamanın dışında XVIII. yüz-

yıla gelinceye kadar başka kültürlere yönelik salt bilme ve keşfetme me-

rakını tatmin yolunda girişimlerde bulunmuşlar mıdır? Bu soruya ikna

edici cevap vermek şimdilik kolay değil. Diğer taraftan, Avrupalılar’ın

Osmanlılar’la alâkalı uzun yıllar boyunca yazdıkları yüzlerce, binlerce

eser gerçekten ne kadar sahici bir bilme ve başka kültürü keşfetme me-

rakını yansıtmaktadır? Bu soruya cevap vermek de kolay değil. XV. ve

XVI. yüzyıllarda yazılan eserlerin çoğunluğu “ Türk tehdidi”ne karşı Av-

rupa halkını bilinçlendirmek içindi. Bazıları süreli yayın halinde çıkan

bu çalışmalar, halkı bilinçlendirmekten ziyade bu korkunun patolojik

hale gelerek bir “fobi”ye dönüşmesine yardımcı olmuştur. Bu durumun

haliyle prenslerin içteki zorluklarla baş edebilmelerine katkı sağlayan bir

unsur olarak istismar edildiği gerçeğini de unutmamak gerekir. İşin il-

ginç tarafı Avrupa’da matbaanın yaygın hale gelmesinde, bu yeni tekno-

lojiyi kendi inanç ilkelerini yaymak için etkin bir şekilde kullanmasını

bilen Protestanlar’ın faaliyetleri birinci sebepse, ikinci sebebin Türkler’le

112 Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, s. 194.

50

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

alâkalı sürekli basılan kitap113, risâle, aylık, haftalık dergi ve broşürler olduğu söylenebilir. Nitekim bu dönemlerde (1502) çıkan ilk gazetenin ( Newe Zeitung / Yeni Havâdis) Türkler’le ilgili haberler için hazırlandığı-nı114 hatırlamak gerekir.

XV. yüzyılın ortalarından başlayarak XVIII. yüzyılın başına kadar devam eden dönemde Avrupalılar’ın, kendi deyimleriyle, Türk algısı genellikle “korku” ile “ümit ve yüceltme”, “hayırlı bir beklenti” arasın-da gidip gelen iki farklı imgeden mürekkepti. Fakat yine de Avrupa’nın Türk imgesinin, özellikle 1453’te Bizans’ın çöküşünden 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar devam eden sürede hep “korku” ile örüldüğünü söylemek mümkündür.115 Bunun en somut örnekleri arasında hem Ka-tolik hem Protestan kiliselerinde uzunca bir dönem, Türk tehdidi geçmiş olmasına rağmen, anlamından soyutlanmış bir şekilde yakın zaman-lara kadar düzenli olarak çalınan “ Türk çanları” ile bunlara eşlik eden Türk karşıtı dualar ve vaazlar sayılabilir.116 Üç asır boyunca devam eden

113 Sadece 1500-1600 yılları arasında Türkler’le alâkalı yazılmış eserleri üç cilt halinde toplayan Göllner, 2500 civarında eser tesbit etmiştir (bk. Carl Göllner, Turcica. Die europäische Türkendrucke d.16 Jhs., I-III [Berlin: Akademie-Verl., 1961-68]; ayrıca bk. Almut Höfert, Den Feind Beschreiben “Türkengefahr” und europäische Wissen über das Osmanische Reich 1450-1600 [Frankfurt: Campus Verlag, 2003]).

114 İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” s. 1074.115 Alexandrine N. St. Clair, The Image of the Turk in Europe (New York: The

Metropolitan Museum of Art, 1973), s. 7.116 Türk dualarında zaman zaman Türk askerlerinin disiplini ve ahlâkî karakteri

övülmektedir (bk. Leyla Coşan, 16. yy.da Almanların Türklerden Korunmak İçin Yazdığı Dualar: “Tanrım Bizi Türklerden Koru” [İstanbul: Yeditepe Yayın-ları, 2009], s.98-102. Ayrıca XV. yüzyıl Alman kroniklerinde Türk imgesini inceleyen H. Pfeiler, Türk korkusunun Avrupa’da ilk defa Niğbolu’dan sonra oluşmaya başladığını, İstanbul’un fethinden Fâtih Sultan Mehmed’in ölü-müne kadar geçen sürede zirveye ulaştığını; onun ölümünden sonra bu tür yayımlarda bir düşüş yaşandığını, fakat Kanûnî Sultan Süleyman döneminde böylesi yayımların tekrar çoğaldığını gözlemlemiştir. Özellikle ikinci aşamayı oluşturan Fâtih döneminde kilise propagandasının yaygın ve baskın hale gel-mesi, Avrupa’da Türk imgesinin daha güçlü ve yaygın bir şekilde işlenmesi ve yerleşikleşmesi ile sonuçlanmıştır. Bu gelişmeler, algı ve tasavvur dünyasıyla sınırlı kalmamış, Avrupa’nın gündelik hayatına da yansımış, iktisadî açıdan önemli sonuçlar doğurmuştur. Nitekim, 1475’ten itibaren resmen Türk ver-gisinin (Türkensteuer) yürürlüğe girdiğini gözlemlemek mümkündür. Daha

51

S E Y F İ K E N A N

bu korkudan sonra Osmanlı Türkleri XVIII. yüzyılın başından itibaren

Avrupa için bir tehdit unsuru olmaktan çıktı; ama bu korku imgesinin

izlerinin silindiğini söylemek zor olduğu gibi, hâlâ zaman zaman çeşitli

şekillerde tezahür ettiğini gözlemlemek mümkündür.

Öncelikle yabancı kaynaklar esas alınarak yazın türü ve sergilenen

farklı bakış açıları ekseninde disiplinler arası bir bakış açısıyla derinle-

mesine incelenmeyi bekleyen Türk korkusu konusu önemini korumak-

tadır. Korku ve tehdit algısının bulunduğu bir ortamda, ne sağlıklı bir

iletişim veya etkileşim, ne de sahici bir öğrenmenin gerçekleşmesi müm-

kündür. Bu nedenle, Türk korkusunun güçlü olduğu dönemlerde ön yar-

gılı ve Türk karşıtı söylem, yazın türü ve tasavvurların çok yoğunlaştığı

bir vâkıadır. Fakat Avrupa’daki bütün yazın türlerinin bu dönemde Türk

karşıtı olduğunu söylemek de doğru değildir. Nitekim yer yer hayranlık,

yer yer nefretin izlerine rastladığımız Macaristanlı György117, Schweig-

ger118, Gerlach119 gibi yazarların anlatıları dikkat çekicidir. Jean Etienne

Liotard120 gibi Türkler’in yaşamlarını yakından gözlemleyen, dilini öğ-

renen ve böylece tanıdığı Osmanlı bürokratlarının ve Türk kadınlarının

tablolarını “egzotikleştirmeden” resmeden, Türk karakterlerini sahici

tarzda derinlemesine çözümleyerek tuvallerine aksettiren sanatçılar da

az değildir. Bu arada ön yargılardan uzak ve Türkler’le ilgili mevcut ön

sonraki yıllarda çeşitli suistimaller dolayısıyla bu vergiye karşı köylü ve çiftçi-lerin isyanından bahsedenler bulunmaktadır.

117 György’nin Türkler hakkında Latince yazdığı ve Gedik Ahmed Paşa’nın 1481’de Otranto’ya çıkarak küçük bir bölgeyi kontrol altına almasından bir yıl sonra Roma’da basılan bu kitabın daha sonra Fransızca’ya da çevrilen nüshası, çok yakında Türkçe’ye tercüme edilmiştir (bk. Macaristanlı György, Türkler: Türklerin Gelenekleri, Görenekleri ve Hinlikleri Üzerine İnceleme [çev. Lale Aslan Özcan, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2009]. Kitabın sonunda Michel Balivet’nin Türk Korkusu başlıklı makalesi de bulunmaktadır).

118 Salomon Schweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk: 1578-1581 (ed. Heidi Stein, çev. s. Türkis Noyan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004).

119 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1577-1578, I-II (çev. Turkis Noyan, ed. Kemal Beydilli, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2007).

120 1738’de Türkiye’ye gelen ve beş yıl kalan Liotard, tablolarında Türk karakterl-erini derinlemesine ilk resmedenler arasında yer almıştır (Clair, The Image of the Turk in Europe, 47, 48 ve 49 nolu portreler). Bu yönüyle olsa gerek, Liotard Avrupa’da Türk ressam / peintre turc adıyla tanınır.

52

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

yargıları sorgulayan bir şekilde dönemin Türkler’ini gözlemleyen ve “ ars apodemica”121 tarzında kaleme aldığı mektuplarında çok kültürlülük ve yaşam tarzlarından yiyeceklere kadar onlarla pek çok kesiti hayranlıkla anlatan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün zamanlarda geçerli olacak klasik bir tasvirini yapan Busbeck’in gözlemleri gözden kaçırılmama-lıdır.122 Öte yandan, XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın sonu arasın-da Osmanlı dünyası da dahil olmak üzere, yine ön yargısız bir şekilde, Akdeniz’e seyahat eden İngilizler’e ait gözlem ve deneyimler, bu seyyah-lar ülkelerine döndükten sonra oldukça ilginç, hiç hesapta olmayan bir netice doğurdu: “Geri dönenlerin elde ettikleri deneyim onlar için İngi-liz olmanın anlamını değiştirmişti.”123

XV-XVI. yüzyıllarda Türkler, bir yandan genellikle Avrupalılar için bir “korku” kaynağı olurken, diğer yandan bu coğrafyada yaşayan bazı gruplar ve dinî cemiyetler açısından bir “ümit” kaynağı olarak görül-müşlerdir.124 Bu algıda özellikle reâyâperverlik yanında, başka kültür ve dinî geleneklere yaşama hakkı tanıma siyasetinin varlığı belirleyici ol-muştur. “ Türk ümidi”, bu ümidi taşıyan Avrupalılar nezdinde, onların sadece farklı dinlerin mensuplarına hoşgörüyle yaklaşan ve hepsine ya-şam alanı tanıyan tavırlarına yönelik değildir; gerçi bu özelliği nedeniy-

121 Avrupa’da XVI. yüzyılın ortalarında başlayıp XVIII. yüzyılın sonuna kadar devam eden seyahat yazım sanatı. Seyahatlerin yaygın hale gelmesiyle birlikte, Avrupa’da gezginlere seyahatleri esnasında nelere dikkat edeceklerini ve elde ettikleri bilgi ve gözlemleri nasıl tasnif edeceklerini gösteren “ars apodemica”, seyahat yazım kılavuzu tarzı ortaya çıkmış ve bu tarzda yüzlerce eser kaleme alınmıştır.

122 Yeni bir değerlendirme için bk. Kornelie Kaschke, Ogier Ghiseln de Busbecq (1520-1592) Diplomat und Humanist (yüksek lisans tezi, 2009, Berlin Freie Universität).

123 Gerald Maclean, Doğu’ya Yolculuğun Yükselişi: Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz Konukları (1580-1720) (çev. Dilek Şendil, İstanbul: Yapı Kredi Yayınla-rı, 2006), s. 14. Nitekim bu seyyahlar arasında yer alan Henry Blount yap-tığı ilginç karşılaştırmalardan bir tanesinde “Türkler’in idaresinde yaşayan Yunanlılar’ın, İspanyol yönetiminde yaşayan Sicilyalılar’dan daha mutlu yaşa-dığını” not etmişti (bk. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople: Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean [Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 2006], s. 17).

124 H. J. Kissling, “Türkenfrucht und Türkenhoffnung im 15. und 16. Jahrhundert,” Südost-Forschungen, XXIII (1964), s. 1-18.

53

S E Y F İ K E N A N

le Osmanlı ülkesi daha Fâtih Sultan Mehmed döneminden itibaren Av-rupalı yahudiler için bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Türk ümidini taşıyan Avrupalılar arasında baskıcı yönetimlerden ve ağır vergilerden bunalmış çiftçiler, zor koşullarda yaşayan çeşitli meslek grupları, meselâ, sanatçılar, zanaatkârlar, teknisyenler, madenciler, topçular da mevcut-tur.125

Avrupa’dan gelen bu sanatçılar, zanaatkârlar Osmanlı dünyasına uyum sağlamada, sanat ve zanaat anlayışları ve yöntemleri açısından zorlukla karşılaşmışlar mıdır? Bu uyum sorununa ışık tutabilecek şu soru belki daha yerinde: Acaba bu iki dünyanın, Osmanlı ve Avrupa’nın, genelde de İslâm ve Batı’nın sanat alanında paylaştıkları, bir araya gel-dikleri, birbirlerini keşfetmeye, anlamaya ve birbirlerinden maharet, beceri, ya da yöntem ödünç almaya çalıştıkları anlar, dönemler olmuş mudur?

Gerek Osmanlı öncesi gerekse Osmanlı sonrası dönemde her iki dün-yanın belki de en fazla bir araya geldiği, en yoğun paylaşım ve etkileşi-min gözlendiği alanın sanat olduğu söylenebilir.126 Klasik İslâm kültür ve sanatının fâik örneklerinin ortaya çıktığı dönemlerde üretilen eser-lerin dünyanın pek çok yerine ulaştığı bilinmektedir. Osmanlı öncesi dönemde, meselâ seramik, kumaş ve tekstil ürünlerinin İskandinavya’ya kadar ulaştığı ve bu bölgede de kullanıldığı, Vyborg’da ( İsveç), modern zamanlarda yapılan kazılarda anlaşılmıştır.127

Yöntem ve beceri ödünç alımı ile bu ödünç unsurları kendi kültü-rel ortamına veya sanat anlayışına uyarlama konusunda en öğretici ve çarpıcı örnek, şüphesiz Endülüs’teki Kurtuba ( Cordoba) Camii’nin inşa sürecinde gözlenendir. Caminin kalbi olan mihrabın çok özel bir

125 Coşan, 16. yy.da Almanların Türklerden Korunmak İçin Yazdığı Dualar, s. 57-58.126 Osmanlı ile Avrupa ülkeleri arasında hediyeleşme gibi çok somut bir alanda

yaşanan kültürel alışverişin incelenmesi için bk. Hedda Reindl-Kiel, “Otto-man-European Cultural Exchange: East is East and West is West, and Some-times the Twain did Meet; Diplomatic Gift Exchange in the Ottoman Empire,” Frontiers of Ottoman Studies: State, Province and the West (ed. C. Imber – K. Kiyotaki – R. Murphy (London: I. B. Tauris, 2005), II, 113-123.

127 A. Geijer, Oriental Textiles in Sweden (Copenhagen: Rosenkilde and Bagger, 1951), s. 16-19.

54

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

şekilde inşasını arzu eden II. Hakem, dönemin Bizans İmparatoru II.

Nikephoros’a bir elçi gönderir ve ondan mihrabı mozaikle kaplamak için,

daha önce yapılmış Şam’daki Emevi Camii’ndeki mozaiklerin benzerini

yapabilecek çapta iyi bir mozaik ustası göndermesini rica eder. X. yüzyı-

lın ikinci yarısında gerçekleşen bu olaydan bahseden ilk kaynaklardan

biri olan ünlü Endülüs asıllı Mağribli tarihçi İbn İzârî (ö. 1312),128 elçi-

nin, imparatorun tayin ettiği iyi bir ustayla birlikte 1600 kg. ağırlığında

cam mozaikle Endülüs’e geri döndüğünü yazar.129 İlme ve sanata verdiği

önemle bilinen -öyle ki döneminde 600.000 ciltlik bir kütüphane oluştu-

ğu söylenmektedir130- II. Hakem, Bizanslı mozaik ustasının yanına, bu

sanatı öğrenmeleri için çok sayıda müslüman Endülüslü çırak tayin eder.

Bu çıraklar mozaik işini ondan öğrenir ve kısa zamanda ustalaşırlar. Bi-

zanslı usta belli bir zaman sonra İstanbul’a döner ve çıraklık dönemleri-

ni bitiren yeni Endülüslü ustalar, mihrabı ve kubbeyi mozaikle kaplama

işini 970-71’de tamamlarlar.131 Endülüs estetik anlayışını yansıtan kubbe

ve mihraptaki mozaik süslemelerin, Bizans mozaikinden ayrıştığı rahat-

lıkla farkedilmektedir. Aslında camideki minber ve kubbenin inşası çok

daha önce, 965’te tamamlanıyor.132 Ancak Endülüslü ustaların yetişmesi

uzun zaman aldığından, 200 metrekarelik alana uygulanan mozaik işi-

nin tamamlanması da uzun sürüyor. Her ne kadar farklı tekniklerde

yapıldığı anlaşılsa da, Kurtuba’daki mozaikte uygulanan tekniğin ancak

Ayasofya mozaikiyle mukayese edilebileceği dile getirilmektedir.133

128 Mehmet Özdemir, “İbn İzârî,” DİA (İstanbul 1999), XX, 98-99.129 İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib (nşr. G. s. Colin

– É. Lévi-Provençal, Leiden: E. J. Brill, 1951), II, 237-238. İbn İzârî, elçinin 320 “kıntâr” ağırlığında mozaikle döndüğünü anlatmaktadır. Endülüs’te bir kıntâr, 50,4 kilograma tekabül eder.

130 İspanya’da X. yüzyılın ikinci yarısında, yetmiş halk kütüphanesinin bulun-duğunu çeşitli kaynaklarda okumak mümkündür (bk. Fred Leemhus, “From Memorising to Learning,” Centres of Learning, s.91). II. Hakem adına açılan en büyük kütüphanede bulunan kitap sayısında farklı rivayetler söz konusudur. Bir tanesine göre, meselâ, bu kütüphane 400.000 cilt kitap bulunduruyordu (bk. Mehmet Özdemir, “Hakem II,” DİA (İstanbul 1997), s. 174-75).

131 İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib, II, 238; Marianne Barrucand – Achim Bednorz, Maurische Architektur in Andalusien (Köln: Taschen, 2007), s. 78-84.

132 İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib, II, 238.133 Barrucand –Bednorz, Maurische Architecktur in Andalusien, s. 84.

55

S E Y F İ K E N A N

II. Hakem tarafından yaptırılan Kurtuba Camii’nin mozaik kaplamalı mihrabı (EK 1)

56

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

Bu iki dünya arasında sanatsal alışveriş, değiş-tokuş konusunda

güzel bir örnek sayılabilecek bu mozaik çalışmasından yaklaşık binyıl

sonra bu defa Türkler yine aynı işi bu defa farklı bir ortamda yapmak

için Avrupa’ya gittiler. Türkler, dünya çapında düzenlenen Uluslarara-

sı Brüksel Sergisi’nde Anadolu halkını, kültürünü ve yaşamını estetize

ederek yansıttıkları 230 metrekarelik görkem dolu mozaik panolarını

Belçika’da yaptılar ve bu eserle de, mozaik sanatında Avrupa’nın önde

gelen ülkelerinin arasından sıyrılıp birinci olmayı başardılar (1958). Yine

aynı Türkler, farklı kültürleri ve gelenekleri bir arada yaşatma beceri-

lerini en iyi şekilde yansıttıkları Anadolu halı motiflerini, bu defa kare

kare işledikleri mozaik panoya taşıyarak 1960’ta NATO’ya hediye etti-

ler. Bu panoyu gören bir Avrupalı gözlemcinin, bu Türk mozaiği için

yapmış olduğu değerlendirme şu şekilde kayda geçmişti: “Türünün Batı

Avrupa’daki benzersiz eseri.”134

Osmanlı tecrübesi gözden geçirildiğinde, büyük ve benzersiz bir as-

kerî gücün yanında, seçkin ve kendine özgü bir sanat anlayışına, sağlam

bir kültürel yapıya ve geleneğe sahip bir dünya olarak kabul edilen135

imparatorluğun hem sanat hem de zanaatın çeşitli alanlarında üretti-

ği eserlerin, farklı coğrafyalarda ve Avrupa’da pek çok sivil yapı ve or-

tamda, hatta dinî mekânlarda kullanıldığı ve rağbet bulduğu anlaşılır.

Sivil ortamlarda kullanılan Osmanlı eserlerine dair örnek çoktur; dinî

mekânlarda rağbet bulan Osmanlı eserlerine ise bazan rahiplerin Os-

134 Daily Telegraph and Morning Post, 25 Nisan 1960. Her iki mozaik panonun tasarımını ünlü sanatkâr ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, uygulamasını ise o dönemlerde İstanbul çevresinde “büyük usta” diye adlandırılan Hızır Kenan yapmıştır. NATO’ya hediye edilen yaklaşık 2 metre yüksekliğinde ve 20 metre genişliğinde toplam 45 metrekarelik mozaik pano, Hızır Usta’nın anlattığına göre, Bedri Rahmi’nin önderliğinde Paris’teki NATO binasında yapılmıştır. Mozaik pano bir süre bu binada sergilenmiş, Fransa’nın 1966’da NATO’dan çekilmesiyle birlikte Brüksel’deki NATO binasına götürülmüştür. Pano halen aynı binada yer almaktadır. Brüksel’deki uluslararası sergi için yapılan ve büyük emek verilen mozaik panoların Türkiye’ye getirilmesi için girişimlerde bulunulduysa da, bu panoların âkıbeti henüz bilinmemektedir.

135 Mario Scalini, “Sultanın Gülü – Grandükünün Gülü,” Medicilerden Savoyla-ra Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi (İstanbul: Sakıp Sabancı Müzesi, 2004), s. 39.

57

S E Y F İ K E N A N

manlı dokuması cübbeleri tercih etmeleri136, katedral mahallerine ve ra-

hip kürsülerine kadar dinî açıdan önemli yerlerde137 Türk halılarının se-

rilmiş olması, sadece yerlere değil, yer yer kilise duvarlarına da Anadolu

halılarının yerleştirilmiş olması138 örnek gösterilebilir.

Acaba Türkler’e, müslümanlara ait eserlerin her iki farklı ortamda da

yer bulmasını, rahatlıkla kullanılmasını nasıl izah edebiliriz? Bu durum

şüphesiz Osmanlı dönemine has değildir, Osmanlı öncesinde de benzer-

lerine rastlanabilir. Genel hatlarıyla müslümanların ürettiği sanat eserle-

rinin, İslâm dünyasının gerek içinde gerekse dışındaki bölgelerde, gayri

müslim toplulukların dinî veya dünyevî farketmeksizin çeşitli ortamla-

rında yer bulması; İslâm sanat anlayışının dokunduğu çoğu eserin, yo-

ğunluklu olarak dinî olmaktan ziyade dünyevî ve esnek bir nitelik taşı-

ması; ortam bağımlı olmayıp bir mekândan diğerine aktarılabilir, taşına-

bilir ve uyarlanabilir bir özellik göstermesi ve elbette bu eserlerde, hangi

coğrafyada şekillenmiş olursa olsun gören her gözde hayranlık uyandıra-

cak bir beceri ve emeğin temayüz etmiş olması ile ilişkilendirilebilir.

Fransız kraliçesinin etrafında onun için Türk halıları dokuyan Türk

asıllı hanımların varlığından, hatta XVI. yüzyılın ikinci yarısında Paris’te

müslüman halıcıların kurduğu bir şirketin bulunduğundan bahsedilmek-

tedir.139 Osmanlı dünyasındaki cilt bezeme tarzının belli bir dönem Ve-

nedik cilt bezemeciliğinde de etkili olduğunu gözlemliyoruz. Venedik’te

deri cilt bezemeciliği XV. yüzyılın ortalarında başlamış, XVII. yüzyılın

başlarında sona ermiştir. Venedik’te yaşayan Doğulu ustalardan daha çok

Doğu sanatında ustalaşmış Batılı zanaatkârlar tarafından üretildiği bili-

nen Doğu tarzı ciltler bu dönemlerde çeşitli kitap ve kayıt defterlerinin

cilt yapımında tercih edilmiştir. Doğu tarzı işlemeli ciltlerin son parlak

dönemi XVI. yüzyılın ikinci yarısında yaşanmış, XVII. yüzyılın başından

136 Venezia e Istanbul, s. 281.137 bk. Zeki Sönmez, Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri (İstanbul: Bağlam

Yayıncılık, 2006), s. 59, 61, 63, 65, 69, 70-71.138 Michael Franses, “Transilvanya Kiliselerindeki Osmanlı Halıları,” Tanrı’ya

Adanmış Halılar: Transilvanya Kiliselerinde Anadolu Halıları 1500-1750 (çev. Ayşen Anadol, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2007), s. 51-101.

139 İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” II, 1053.

58

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

itibaren bu tür ciltlere olan rağbet son bulmuştur.140 Öte yandan Venedik haritalarının, 1680’lere kadar Osmanlı dünyasında büyük bir ilgi gördüğü, Osmanlı şehzadelerinin eğitiminde kullanılan Mir’âtü’l-mülûk tarzı coğ-rafya kitap ve risâlelerinin Venedik’te hazırlandığı bilinmektedir.141

Diğer taraftan, Osmanlı sanatının da başka kültürlerden, özellikle komşu ülkelerden ve yönetimi altındaki topluluklardan etkilendiği gö-rülmektedir. İmparatorluğun oluşum dönemlerinde (XIV-XV. yüzyıllar) Bizans / Rum etkisi yanında İtalyan etkisi de göze çarpar. Fâtih Sultan Mehmed’in siyasetten ticarete kadar farklı alanlarda Rumlar’ı da istih-dam edişi, aynı şekilde sarayında Rum ve İtalyan uzman ve sanatkârlar bulundurması142, Osmanlı kültüründe ve yaşam tecrübesinde önemli iz-ler bırakmıştır. Sivil veya dinî yapıların inşasında bile pek çok gayri müs-

140 Venezia e Istanbul, s. 194.141 Venezia e Istanbul, s. 98.142 Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481) (İstanbul: İSAM

Yayınları, 2010), s. 194-195.

Farklı kültür ve geleneklerle bir arada yaşama fikrinin kare kare işlendiği bu mozaik

pano, NATO için 1960’ta hazırlanmıştır. Tasarımını Bedri Rahmi Eyüboğlu, uygula-

masını ise Hızır Kenan (solda) yapmıştır (Fotoğraf Sabina Weiss).

59

S E Y F İ K E N A N

lim usta ve zanaatkârdan istifade edildiğini143 gözlemlemek mümkündür. Fâtih’in sarayda, daha çok Yunan ve Latin klasik eserlerinden oluşan bir kütüphane kurduğu, bu kütüphaneyi coğrafya, tıp, tarih ve felsefe alan-larında yazılmış kitaplarla zenginleştirdiği144, medrese müfredatında felsefe ve tabiat (aklî) bilimleri ile din ve edebiyat (naklî) ilimlerinin bir-likte okutulmasını öngören düzenlemelere giriştiği bilinmektedir. Ayrıca saray duvarlarını İtalyan ressamların freskolarıyla süslemiştir. Ülkesini beylikten imparatorluğa dönüştüren bu sultanın hayatını tarihleştiren çağdaşı Tursun Bey, Osmanlı sanatında rûmî ve hatayî yanında İtalyan etkisini yansıtan tavr-ı Frengî’nin varlığından söz eder.145 Fâtih’ten sonra tahta geçen II. Bayezid döneminde de imparatorluğun dış dünya ile olan iletişim kapısı açık tutulmuş, Leonardo da Vinci146 ve Michelangelo147 Galata’daki Floransalı bir banker aracılığıyla İstanbul’a davet edilmiş-tir.148

143 Ömer Lütfi Barkan’ın, Türk mimarisinin alâmet-i fârikası Süleymaniye Camii’nin inşasında çalışan ustalar ve yevmiyeleri hakkında verdiği bilgilere bakarsak yarıya yakınının gayri müslim olduğunu görebiliriz (bk. Ömer L. Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı [Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1972], I, 139-156). XVI. yüzyıl Osmanlı dünyasında, usta-zanaatkâr kadroların-daki gayrimüslim yoğunluğu dikkat çekicidir (Selçuk Mülayim, Sinan bin Ab-dülmennan: Bir Dünya Mimarının Hayat Hikayesi, Eserleri ve Ötesi [İstanbul: İSAM Yayınları, 2010], s. 27).

144 Günsel Renda, “Avrupa ve Osmanlı: Sanatta Etkileşim,” Osmanlı Uygarlığı, II, 1091.145 İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” II, 1055.146 Nitekim Leonardo da Vinci’nin köprü ve benzeri yapılara ait tasarımları,

Topkapı Sarayı’nda bulunmuş ve yayımlanmıştır (bk. İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” II, 1055; Franz Babinger, “Vier Bauvorschläge Leonardo da Vincis an Sultan Bayazid II,” Nachrichten der Akademie der Wissenschaften in Göttingen: (Phil. Hist. Kl., Göttingen: Vandenhoeck-Ruprecht, 1958). Aynı şe-kilde, Leonardo’nun II. Bayezid’e önerdiği Haliç Köprüsü’nün özgün çizim ve ölçüleriyle ilgili notlarının, Paris’te Insitute de France kitaplığında, kendisine ait belgeler arasında bulunduğu tesbit edilmiştir (bk. Sönmez, Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri, s. 104-105).

147 Michelangelo’nun biyografisini hazırlayan Ascanio Condivi, II. Bayezid’in davet mektubunu aldıktan sonra bu sanatkârın da, Leonardo gibi, Haliç için bir köprü projesi hazırladığını yazmaktadır (bk. Sönmez, Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri, s. 107).

148 Franz Babinger, Drei Stadtansichten von Konstantinopel, Galata (‘Pera’) und Skutari aus dem Ende des 16. Jahrhunderts (Viyana: Österreichische Akademie der Wissenschaften, 1959), s. 3.

60

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

Sanat veya zanaat eserleri alanında Osmanlı ile Avrupa arasındaki

etkileşim ve yoğun alışverişi ortaya koyan somut örnekler elbette bun-

larla sınırlı değildir. XVI-XVII. yüzyıllarda Uşak halılarının İngiltere ve

Belçika’da Turkey Carpets markasıyla dokunduğu, İznik seramiklerinin

İtalya’da kopyalarının imal edildiği,149 bu arada Dresden ve Varşova gibi

şehirlerde, XVIII. yüzyılın başlarında Osmanlılar için “ Türk kabı” adı

verilen, Türk beğenisine ve kültürüne uygun çeşitli sofra ve mutfak eş-

yalarının üretildiği150 görülür. İki dünya arasında cereyan eden sanatsal

ilişkiler çerçevesinde yine Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın sultan-

ların portreleri için Venedik’ten talepte bulunduğu, senatonun onayıy-

la, zamanın balyosu Nicolò Barbarigo’nun akrabası olduğu bilinmekle

birlikte henüz kimliği belirlenememiş olan genç bir “ Veronalı ressamı”

bu işle görevlendirdiği, hazırlanan portrelerin 1579’da İstanbul’a gönde-

rildiği151 belirtilmelidir.

Klasik balenin tarihi genellikle 1581’de Fransa sarayında sergilenen

gösterimle başlatılır. Oysa bu tarihten elli yıl önce, İstanbul’da, İtalyan

azınlığın 1524’te düzenlediği bir şenlik dolayısıyla ilk balenin icra edil-

diği Metin And tarafından tesbit edilmiştir. Bu şenlik, 1524’te İtalyan

prenslikleri arasında tesis edilen barış ve birleşmeyi kutlamak için dü-

zenlenen bir karnaval sırasında gerçekleşmiş ve Venedik elçisinin sara-

yında bir bale gösterimi verilmiştir. Türk çengi kadınlarının da katıldığı

bu şenliğin mitolojik bir tiyatro gösteriminin ardından sergilenen cirit

oyunuyla sona erdiği anlatılmaktadır.152

Diğer taraftan muhteşem Türk şenliklerinin etkisinde kalan yabancı

elçilerin Türk şenliklerine özenerek kendi ülkelerinin bu alandaki hü-

nerini sergilemek için alternatif şenlikler düzenledikleri bilinmektedir.

Söz gelimi 1675’te IV. Mehmed’in oğlunun sünneti ve kızının düğünü

149 Renda, “Avrupa ve Osmanlı: Sanatta Etkileşim,” II, 1097.150 Göksen Sanat, “Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Osmanlı Zevkiyle Yapılmış Av-

rupa Porselenleri,” Osmanlı Sarayında Avrupa Porselenleri (İstanbul: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2005), s. 14.

151 Venezia e Istanbul, s. 122.152 Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları (Ankara: Kültür ve Turizm

Bakanlığı Yayınları, 1982), s.27-28; Metin And, “1524 Yılında İstanbul’da Bir Bale Temsili,” Forum, XI/126 (1959), s. 17-18.

61

S E Y F İ K E N A N

dolayısıyla Edirne’de düzenlenen göz kamaştırıcı şenliğin etkisinde ka-

lan Fransız elçisi, bundan bir yıl sonra, Türkler’in de katılımıyla Avru-

pa kesiminin Romalı askerler, Asya kesiminin ise Türk cengâverleri gibi

giyindiği, farklı temsillerin yer aldığı oldukça dikkat çekici bir şenlik

düzenlemiştir.153

Önceki yüzyılların küçümseyici tavrının aksine, XVIII. yüzyılın baş-

larından itibaren Osmanlılar’da Avrupa’yı önemseyen bir tutum dikkati

çekerken, yakın dönemlerde Avrupalılar’ın Osmanlılar’a karşı ilgi ve ta-

vırlarında yer yer egzotikleşme ve yer yer oryantal tutkunun öne çıktı-

ğı görülür. Türk modası ( Turquerie), Türk elbisesi, Türk odası ve Türk

kıyafeti eşliğinde ressamların karşısına geçmeler, heykellerde kullanılan

Türk figürleri, Türk müziği, Viyanalı bestekârların alla turca beste yap-

ma arzuları, hatta Türk müziğine has sesleri çıkartabilmek için piyano-

lara özel pedalların eklenmesi, yani Türk müziğine uyumlu piyanoların

Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde zuhur etmesi gibi154 gelişmeler bu egzo-

tikleşmeye örnek olarak verilebilir.

“ Türk korkusu”nun, yavaş yavaş tarih olmaya başladığı XVIII. yüz-

yılın son çeyreğinde yerini bir tür egzotik algıya bırakmasıyla, Batı’nın

Doğu’yu istediği gibi tasavvur ederek daha rahat tüketebileceği yeni

bir yaklaşımın belirginleştiği görülür. Aslında, Avrupa oryantalizmi-

nin şekillenmesi için Napolyon’un Mısır’ı işgaline kadar beklemeye

gerek kalmamıştı; zira bu tavır 1783’te, II. Viyana Kuşatması’nın yü-

züncü yıl kutlamalarında açıkça dışa vurulmuştu.155 “ Saraydan Kız

153 Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları, s. 28.154 Giovanna Damiani, “Çekici Fanteziler ve Gerçeği Arayış: 1700-1800 Arasında

Floransa’daki Oryantalizmle İlgili Notlar”, Medicilerden Savoylara Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi, s. 44-55.

155 Matthew Head, Orientalism, Masquerade and Mozart’s Turkish Music (Lon-don: Royal Musical Association, 2000), s. 134. Bu dönemde Osmanlı İmpara-torluğu’nun önemli siyasî ve askerî çıkmazlar içinde bulunmasına rağmen, Batı’da çökmeye, dağılmaya yüz tutmuş bir ülke şeklinde algılanma dığını zihinde tutmak gerekir. Büyük Frederik ( II. Friedrich), Osmanlılar’ın Kırım’ı kaybetmesi ve Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakı üzerine 1784’te ortaya çıkan kriz dolayısıyla, Osmanlı toplumunun ne kadar yozlaşsa bile, olası bir tehdit karşısında tekrar toparlanabileceğini ve işler son raddeye geldiğinde her za-man olduğu gibi, aralarından onları yönetebilecek ve harekete geçirebilecek

62

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

Kaçırma” operasıyla, Edward Said’in bahsettiği “oryantalist” tavrı estetize ederek yumuşakça yansıtan Mozart, “ alla turca” bestelerini

“ Türk Marşı”156 adıyla bilinen bir piyano sonatına dönüştürmüş ve söz konusu tavrı çoktan kalıcı hale getirmişti. Mozart’ın, Viyana sokakla-rında zaman zaman yankılanmış olan Osmanlı yeniçeri müziğinden esinlenip esinlenmediği bir yana, Türkler’i konu edinen müziğiyle, Avusturya’nın Osmanlılar’a karşı kazandığı zaferi kutladığı ve komedi içeren yönleriyle de Avrupa’nın eski mağrur düşmanına karşı sağladı-ğı üstünlüğü vurgulamaya çalıştığı açıktır.157 Avrupalı veya Avrupalı olmayan dinleyicilere hâlâ egzotik duygular yaşatan Mozart’ın bu tür eserleri, bugün de Musikverein-Goldenere Saal vb. yerlerde icra edil-mek suretiyle, Avrupa’nın Türkler’le ilgili tarihsel ilişkilerini bu defa farklı bir şekilde estetize ederek kendi kültürel bağlamına yerleştir-mektedir.

Öğrenme, gerek bireyler gerekse toplumlar ve kültürler arasında her zaman ve her dönemde çift yönlü gerçekleşen bir süreçtir. Bu konuda önemli olan, insanların başarılı örneklere ulaşabilecek mesafede bulun-ması ya da bu örnekleri görebilmek için harekete geçebilmesi, seyahat edebilmesi; ön yargısız, sahici bir tavırla ve saygıyla pencerelerini açık tutabilmesidir. Yoğun dinî tedâiler ve semboller taşımadığı müddetçe mimariden tekstil ürünlerine, seramikten çeşitli yiyeceklere kadar pek çok hususta kültürler birbirlerini örnek almışlardır. Bu ödünç alma ve etkileşim daima iki yönlü olarak gerçekleşmiştir. Etkileşimde güçlü-za-yıf ayırımından ziyade insanın nitelikli emeğinin, iyi ve doğru yapılan işin ikna ediciliği ve örnekliğiyle temayüz edişi ve sürükleyiciliği belir-leyicidir.

tek bir dehanın çıkması halinde sahip oldukları din ve hamiyet gücü sayes-inde bütün kuvvetini toplayarak ayağa kalkabileceğini ifade etmişti (J. W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, V, 497).

156 Bu konuda incelemeleri olan Mathew Head, “ Marcia Turca”nın Avusturya-Rus ittifakının Osmanlılar’a karşı yaptığı savaştan (1788-89) esinlenmiş olabilece-ğini söylemektedir (basılmakta olan makalesi için bk. “In the Orient of Vienna: Mozart’s Turkish Music and the Theatrical Self,” Ottoman Empire & European Theatre: Sultan Selim III and Mozart, 1756-1808 (ed. Michael Hüttler – H. E. Weidinger, Wien: DJA/Lit, 2009).

157 Mathew Head, “In the Orient of Vienna”.

63

S E Y F İ K E N A N

Siyasetten ekonomiye, kültür, sanat ve mimariden eğitime hem Ana-do lu’nun geçmişinden hem de çağdaşı olan komşu kültür ve mede-niyetlerden çekinmeden, korkmadan istifade ederek, gerektiğinde yüzle-şerek ve meydan okuyarak, kendisini etkileyen örnekleri zaman zaman aşarak pek çok alanda kendi tecrübelerini, kültür ve medeniyetlerini şekillendiren Osmanlılar’ın, aynı zamanda çağdaş Avrupa’nın biçimlen-mesinde dolaylı ve dolaysız bir etkide bulunduğu inkâr edilemeyecek bir olgudur.158

� � �

Osmanlı ve Avrupa dünyasını, genel hatlarıyla “seyahat,” “karşılaş-ma,” “etkileşim” alanları ve “tasavvur” yönleriyle incelemeye çalışan bu kitabın, bir kitap tanıtımı gibi gözüken bir yazıyla devam etmesi oku-yucuya şaşırtıcı gelebilir. Ancak söz konusu yazı, İstanbul hakkında şu ana kadar bildiğimiz en eski harita ve şehir planı yanında şehirdeki yapılar ve semtler hakkında detaylı bir şekilde bilgi veren Christoforo Buondelmonti’nin159 Latince yazdığı eserle alâkalı olunca, okuyucuların

158 Avrupa’nın Asya’nın geleneksel toplumları üzerindeki dönüştürücü etkile-ri üzerine çok eser yazıldı. Fakat David Lach, Asya medeniyetinin modern Avrupa’nın oluşumu ve gelişmesindeki etkisini üç ciltlik hummalı ve görkemli bir eserle ortaya çıkarmıştır (bk. Donald F. Lach, Asia in the Making of Europe, I-III [Chicago: The University of Chicago Press, 1994]).

159 Cristoforo Buondelmonti, Liber Insularum Archipelagi: Univesitäts- und Lan-desbibliothek Düsseldorf Ms. G 13. Faksimile (Yayımlayanlar Irmgard Siebert

– Max Plassmann. Katkıda bulunanlar: Arne Effenberger – Max Plassmann – Fabian Rijkers, Wiesbaden: Reichert Verlag, 2005); Cristoforo Buondelmonti, Liber Insularum Archipelagi: Transkription des Exemplars Universitäts- und Landesbibliothek Düsseldorf Ms. G 13. (çev. Karl Bayer, Wiesbaden: Reichert Verlag, 2007). İlk defa Gülru Necipoğlu’nun İSAM’daki konferansı sayes-inde haberdar olduğum ve daha sonra peşine düştüğüm Boundelmonti’nin Latince eserinin tıpkıbasımını ve Karl Bayer tarafından hazırlanan Latince ve Almanca çeviri metinlerini bu kitapta değerlendirmek üzere gönderen Reichert Yayınevi’ne ve özellikle de Marie-Luise Henecka-Claudius’a teşekkür ederim. Boundelmonti’nin 1420-30’lara ait olduğu düşünülen iki farklı yazma nüshasının Venedik’de ( Biblioteca Nazionale Marciana) ve Vatikan’da ( Biblioteca Apostolica Vaticana) bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu iki eser, Sakıp Sabancı Müzesi’nde 2010’da Bizantion’dan İstanbul’a Efsane İstanbul: Bir Başkentin 8000 yılı adıyla düzenlenen sergide yer almıştır.

64

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

bana hak vereceğinden şüphe duymuyorum. İnsanı ve dünyayı özgür bir şekilde keşfetmeye çalışan bir dönemde, Rönesans devrinde çıktığı seya-hatleri kitaplaştıran Buondelmonti’nin Liber Insularum Archipelagi’sini, tahkikli neşir nasıl yapılır sorusuna cevap verilirken örnek gösterile-cek seviyede yayıma hazırlayan araştırmacılar, çeşitli yönleriyle bu ese-ri incelerken bir yandan eserdeki bazı ilginç çelişkilere dikkat çekmiş, diğer yandan bunların sebeplerini izah etmekten geri kalmamışlardır. Beydilli’nin değerlendirme yazısında görüleceği gibi, Liber Insularum’in, çoğu nüshasının fetih sonrası döneme ait olmasına rağmen, Geç Bizans döneminin bütün haraplığını taşıyan şehri, eski zenginlik ve görkemi içinde; önde gelen kiliseleri, manastırları ve önemli mekânları ile bir-likte tasvir etmekte olması ve bu yaklaşımın, XVI. yüzyılın derinlikle-rine, hatta zaman zaman XVIII. yüzyıla kadar uzanan Avrupalılar’ın eserlerinde aynı şekilde sürdürülmüş olması, Siebert ve Plasman’a göre örtük bir ideolojik hedefe mâtuftu. Araştırmacıların, bunun amacının, Batı dünyasının tahayyülünde İstanbul’la ilgili eski imgeyi muhafaza etmeye, özellikle de Büyük Konstantin’in “hıristiyan” şehrinin hâtıra-sını hafızalara nakşederek yaşatmaya yönelik olduğunu tesbit etmeleri, ister yazılı ister görsel olsun herhangi bir içeriğin bağlamında doğru bir değerlendirmesinin ancak farklı, bazan da çarpraz verilere başvurarak yapılabileceğine güzel bir örnek oluşturur.

ERKEN KLASİK DÖNEMDEN XVIII. YÜZYIL SONUNA KADAR

OSMANLILAR VE AVRUPASEYAHAT, KARŞILAŞMA ve ETKİLEŞİM

THE OTTOMANS AND EUROPETRAVEL, ENCOUNTER AND INTERACTION

FROM THE EARLY CLASSICAL PERIOD UNTIL THE END OF THE 18TH CENTURY

EDİTÖR

SEYFİ KENAN

İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM)İcadiye Bağlarbaşı caddesi 40Üsküdar 34662 İstanbulTel. (0216) 474 08 50 Faks (0216) 474 08 74www.isam.org.tr

Kapak: J. B. Vanmour’un Hollanda Büyükelçisi Cornelis Calcoen’in Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusundan geçişinin tasviri, 1727. (Rijksmuseum Amsterdam)

Bu kitap;Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti’nin31.10.2008 tarih ve 2008 / 31 sayılı kararıyla basılmıştır.

Baskı: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi, Ankara

© Her hakkı mahfuzdur.

İstanbul, Eylül 2010

Kenan, Seyfi (ed.)Erken klasik dönemden XVIII. yüzyıl sonuna kadar Osmanlılar ve Avrupa:

seyahat, karşılaşma ve etkileşim = The Ottomans and Europe travel, encounter and interaction from the early classical period until the end of the 18th century / Seyfi Kenan (ed.) – İstanbul : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010.

672 s. ; 24 cm. – (İSAM Yayınları ; 80. Akademik Araştırmalar Dizisi ; 5)

Dizin var.ISBN 978-605-5586-17-1

3

İ ç i n d e k i l e r / C o n t e n t s

ÖNSÖZ / PREFACE ∙ 7

I

Bakı / Conception

Sosyal ve Kültürel Farkındalığın Sınırlarında Osmanlılar ve Avrupa ∙ 13Seyfi Kenan

XV. Yüzyıl Bir İtalyan Hümanistinin Gözüyle İstanbul ve Ege Adaları ∙ 65Kemal Beydilli

İslâm’ın Kılıcı-Hıristiyanlığın Kalkanı: XVI. Yüzyılda Avrupa’da Türk, Müslüman ve Hz. Muhammed İmgesi ∙ 91Özlem Kumrular

II

Osmanlı Öncesi / The Pre-Ottoman Period

Sicilya’daki İslâm Medeniyetinin Avrupa’ya Etkileri ∙ 135Mehmet Azimli

İbn Rüşd ve Th omas Aquinas Bağlamında Hıristiyanlığın Rasyonel Yorumuna İslâm Felsefesinin Etkisi ∙ 159Süleyman Dönmez

4

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

Th e Appropriation of Arabic Science into Latin culture: Th e Case of Th eodoric’s De Iride ∙ 177Saira Malik

Batı’nın İslâm Anlayışının Doğulu Kökenleri ya da Abdülmesîh İshak el-Kindî’nin Risâle’sinin Serencamı ∙ 189Fuat Aydın

III

SEYAHAT / TRAVEL

Th e Splendour of Ottoman Istanbul in the View of some Venetian Travellers (16th Century) ∙ 255Federica A. Broilo

Ambrosio Bembo’s Travels through the Ottoman Empire ∙ 271Anthony Welch

Diff ering Attitudes of a Few European Scholars and Travellers Towards the Removal of Artefacts from the Ottoman Empire ∙ 299Fredrik Th omasson

IV

KARŞILAŞMA / ENCOUNTER

Hıristiyan Batı Dünyasında “Öteki”ne Yönelik Diyalog ve Uzlaşma Düşüncesinin Ortaya Çıkışı: Cusalı Nicolas (1401-1464) Örneği ∙ 321Mahmut Aydın

XIV. Asırda Dinler Arası İletişim: Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos ve Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’da Yaptıkları Tartışma ∙ 345Mustafa Daş

5

İ Ç İN D E K İ L E R

Western Diplomacy, Capitulations and Ottoman Law in the Mediterranean (16th – 17th Centuries). Th e Diplomatic Section of the Manuscrit Turc 130 from the Bibliothèque Nationale in Paris ∙ 357Viorel Panaite

V

ETKİLEŞİM / INTERACTION

Islam and Europe: Historic Interactions Re-evaluated ∙ 387Angelika Hartmann

Endülüs ve Sicilya Örneklerine Göre Batı Arşivciliğinde Doğu Etkisi ∙ 399İshak Keskin

Osmanlı Devleti’nin Modernleşme Sürecinde Avrupalılar’ın İstihdam Edilmesi (1774–1807) ∙ 421Mehmet Alaaddin Yalçınkaya

Th e Enlightenment, the Porte, and the Greek Church:A Paradox of Balkan History ∙ 449Dimitris Michalopoulos

VI

BİLGİ ve TEKNOLOJİ / KNOWLEDGEAND TECHNOLOGY

Knowledge, Technology and Warfare in Europe and the Ottoman Empire in the Early Modern Period ∙ 471Gábor Ágoston

6

O S M A N L I L A R v e A V R U P A / t h e O T T O M A N S a n d E U R O P E

New Evidence for Genoese Cryptography in the Late Fift eenth Century: Antonio De Montaldo’s Cifrario of 1477 and the Defense of Chios against the Ottomans ∙ 481Brian N. Becker

Th e Evolution of Ottoman Printing Technologies: From Scribal Authority to Print-Capitalism ∙ 495James Clyde Allen Redman

Th e Anxiety of Sanctity: Censorship and Sacred Texts ∙ 513Malissa Taylor

VII

TASAVVUR / PERCEPTION

Th e Battle of Çaldıran Represented in a Painting in Sicily ∙ 543Mirella Galletti

Th e New Image of the Turks in Some Late 18th Century Spanish Texts ∙ 563Pablo Martín Asuero

“At the Gates of the East”: European Representations of Ottoman Bosnia on the Eve of Austro-Hungarian Colonial Domination ∙ 577Selma Zecevic

Objects of the Ottoman World in the Collections of the Medici Grand Dukes of Tuscany – Diff erent Aspects of Collecting ∙ 611Barbara Karl

EK 1 / APPENDIX 1 ∙ 631EK 2 / APPENDIX 2 ∙ 635EK 3 / APPENDIX 3 ∙ 645EK 4 / APPENDIX 4 ∙ 649

DİZİN / INDEX ∙ 653