2351
Bu ansiklopediyi, kaynak belirterek kullanmak ve dağıtmak tamamen serbesttir. Kitap halinde de baskısı mevcuttur ve takip eden sayfadaki adres ve telefonlardan temin edilebilir. © İttihad Yayıncılık Her hakkı mahfuzdur

İSLAM - nurasadakat.com · İSLAM PRENSİPLERİ ANSİKLOPEDİSİ İTTİHAD İLMÎ ARAŞTIRMA HEYETİ TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR . TAKDİM Hekimoğlu İSMAİL Ansiklopediler, genel

  • Upload
    others

  • View
    7

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • Bu ansiklopediyi, kaynak belirterek kullanmak ve dağıtmak tamamen

    serbesttir. Kitap halinde de baskısı mevcuttur ve takip eden sayfadaki adres ve

    telefonlardan temin edilebilir.

    © İttihad Yayıncılık Her hakkı mahfuzdur

  • Takım: ISBN 975-7985-19-8 1. Cilt: ISBN 975-7985-20-1 2. Cilt: ISBN- 975-7985-21-X Baskı Tarihi ve Yeri: Temmuz 2006, İstanbul

    İttihad Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. Çatalçeşme Sk. Defne Han No:27/19 Cağaloğlu-İstanbul

    Telefon: (212) 520 51 47 Faks: (212) 512 53 39

    www.ittihad.com.tr [email protected]

  • İ L M İ F E L S E F İ Y E N İ

    İSLAM PRENSİPLERİ

    ANSİKLOPEDİSİ

    İTTİHAD İLMÎ ARAŞTIRMA HEYETİ TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR

  • TAKDİM

    Hekimoğlu İSMAİL

    Ansiklopediler, genel kültür verir, bunun için mevzu adedi çok fazladır. Öyle ki, ansiklopedideki bir madde üzerinde ihtisas yapmak için, bir ömür yetmiyor. Dolayısı ile ansiklopediler, kısa ve özlü bilgi verir, bir bakıma maddî ve manevî mevcudattan, okuyucusunu haberdar eder.

    Bazı kimselerin kütüphanesinde sıra sıra dizilmiş ansiklopedi ciltlerini görürüz. Buradaki maddelerden çoğu, gerekli değildir. Ayrıca ansiklopediler, insanımızın problemlerini çözmeyi gaye edinmez. Öyle ise, binbir derdin içinde kıvranan insanlar, ansiklopedik bilgileri ne yapsın?

    Gerçekten Dünya, bir ansiklopedi furyası içindedir. Bir kısım naşirler oturup, düşünmüşler:

    − Acaba insana gerekli olanı vermek mümkün değil midir? Böylece yeni tip ansiklopediler ortaya çıkmış. Bunlar çok geniş değil, fa-

    kat içindeki her madde, insana hitap eder, adeta insan bunları öğrenmek zo-rundadır.

    Bir de DİN mes’elesi var. Özellikle biz Müslümanız. İlim Allah’ın sıfatı olduğuna göre, her mes’eleye İslâmî açıdan bakmak zorundayız. Acaba kâi-natı yaratan, her şey'i insanın hizmetine veren, insandan ne istiyor? Nasıl bir hayat yaşarsak, şu Cennet gibi Dünya’yı başımıza Cehennem etmemiş olu-ruz?

    İşte bu ansiklopedi, böyle bir soruya cevap vermektedir. İlim ve manevî-yatın kıymetini takdir edenlere takdim ettiğimiz bu eser, bir hey'et tarafından hazırlanmıştır.

    Bu eser, Müslümanlara faydalıdır, onların dünya ve âhiretlerini Cennet etmek için kaleme alınmıştır. Cevapsız sorulara cevap, vesveselere çare, imana kuvvettir.

    Her Müslüman, bu eserden bol bol istifade edecektir...

  • ÖNSÖZ

    Ansiklopedi, ilim ve kültürün geniş çevrelere ulaştırılmasında mühim bir vasıtadır.

    Memleketimizde son zamanlardaki umumi gelişmeye uygun olarak, an-siklopedi neşriyatında da çeşitli çalışmalara şahit olmaktayız. Ne var ki, bun-ların çoğunluğu ya Batı dünyasında neşredilmiş ansiklopedilerin tercümeleri veya bunlar esas alınarak yapılan te’liflerdir.

    Ansiklopedilere alınan maddeler ve bunların izah tarzları, bu malumatın yayıldığı memleketler ve medeniyet çevrelerine hakim dünya görüşünün te-sirlerine açık bulunmaktadır. Bu sebepledir ki, bizde neşredilen ansiklopedi-lerin ekseriyeti, cemiyetimizin bin yıllık İslâm kültür ve medeniyetiyle yoğrul-muş ve şekil almış milletimizin ruhî ve hayatî ihtiyaçlarına mutabık olmaktan uzaktır.

    O halde, bu sahada yazılacak bir ansiklopedi öyle olmalıdır ki; hem insa-nımızın uzun zamandan beri istifadesine set çekip mahrum bırakılmak iste-nen mutemed kaynakları önüne sersin, hem de bunları kuru bir malumat yı-ğını olarak değil, bunca neşir vasıtaları yolu ile ve Batı taklidi ve hayat tarzı ile aşılanan batıl telkinlerden kurtulmasına vesile olabilsin. Ve en mühimmi de, ruhlarda örtülü bir nüve halindeki İslâm ve iman esaslarını harekete geti-rici dinamik malumat olsun.

    Elbette farkındayız ki, “muhit-ül maarif” manasında ve yukarıda işaret edilen vasıflara haiz bir ansilopedinin hazırlanması için çeşitli ilimlerde mü-tehassıs, imanlı bir heyetin teşekkülü şarttır. Fakat işaret ettiğimiz acil durum ve ihtiyaç, bir yerde, ilk adımı atmak ve imkan ölçüsünde bu ihtiyaca cevap vermek mecburiyetini de beraberinde getirmektedir.

    İşte bu hakikate ve bu ihtiyaca binaen, kusursuz olma iddiası taşımadan, ilk adımı atmaya kendimizi mecbur hissettik. Ansiklopediye aldığımız mad-deler ve bunların izah tarzlarının farklılığını, sanırız okuyucu da takdir ede-cektir. Gayemiz, kuru malumat vermek değil; daha çok, yukarıda işaret edil-diği gibi, çağımız insanının muhtaç olduğu fakat çeşitli sebeplerle mahrum kaldığı veya bırakıldığı hakikatlerle, mevzu ve mes’elelerle tanıştırmak; diğer ansiklopedilerde pek rastlanmayan bir tarzda fikir, iman ve ahlaki istikamet ve insanın dünyaya geliş ve varoluşundaki hikmetler ile gayeler bakımından bu mevzulara ışık tutan mutemet kaynaklarla, mehazlarla yüz yüze getir-mektir.

    Bu ansiklopedinin üstlendiği vazifelerden biri; öncelikle dar veya geniş, küçük veya büyük topluluklara şifahen veya neşriyat yolu ile hitap etmek du-

  • 8

    rumunda olanlara, mevzu ile alakalı mutemed kaynaklardan esaslı malumatı derleyip önlerine sermek; daha geniş malumat ihtiyacı duyanlara da baş vu-racağı mu’temed kaynak eserleri göstermek, gerektiğinde Kur’an ayetleri ve hadislerden müracaatı kolaylaştıran notları sunmak suretiyle yardımcı ol-maktır.

    İkinci olarak, az çok kültürlü olmakla beraber kendilerine yöneltilen su-aller veya karşılaştıkları mes’elelerde bir yardımcı kaynak ve bir dayanak ihti-yacı duyanlara, güvenebilecekleri malumatı el altında bulundurmalarını sağ-lamaktır.

    Nihayet, hakikatı arayan ama bunları araştırmak ve gerekli bilgi kaynakla-rına ulaşmak için zaman ve imkanları elverişli olmayanlara belli ölçüde yar-dımcı olmaktır.

    Başka ansiklopedilerde bulunabilen tarihî, içtimaî, felsefî yahut fen ve müsbet ilimleri alâkadar eden bazı mevzulara bu ansiklopedide de yer veril-mekle beraber; bunların izahları yapılırken ya bu mevzulardaki mevcut yanlış telakkileri tashih etmek veya bunların manevî nokta-i nazarı gösterip, ihtiva ettikleri ilâhî hikmetlere işaret etmek gayesi esas alınmıştır. Bu meyanda bir takım yanlış ve bâtıl felsefî görüşler ve mevzular da aynı şekilde, “Bâtılı tas-vir, sâfi zihinleri idlâl eder” düsturuna uyarak, zaruret olmadıkça nazara ve-rilmemiştir.

    Ansiklopedide kullanılan dil mevzuunda da şunu belirtmek istiyoruz: Ansiklopedinin dili ile, nakiller yapılan kaynakların dili arasında bir uygunluk ve bütünlük bulunmasını gözönünde tuttuk. Aynı ansiklopedide, ayrı dil kullanılmasını doğru bulmadık. Bunun diğer ve daha mühim bir sebebi de bazı çevrelerin “dil devrimi” bahanesi altında, yeni nesillere unutturmak is-tedikleri bin yıllık kültür dilimizle ifade edilen İslâmî ve mânevî mefhumları ve tabirleri muhafaza edip devamını sağlamak, unutulmalarına mani olmak, ecdadımızın müstesna ve üstün değer taşıyan eserleriyle yeni nesil arasındaki köprüyü açık tutmaktır.

    Bu dili anlamakta güçlük çekecek bir kısım okuyucularımıza da, hazırladığımız ve Sebat Yayım Dağıtım’da yayınlanan Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat’ın yardımcı olabileceğine işaret etmekle yetiniyo-ruz.

    Bu eserimizle okuyucuya faydalı olabilmişsek Allah’a hamdeder, kusurla-rımız olmuşsa O’nun affına ve Sevgili Peygamberi’nin (A.S.M.) şefaatine sığınır, bu ansiklopedide eserlerine ve fikirlerine yer verdiğimiz büyüklerin aziz ruhlarına Cenab-ı Hak’tan rahmet niyaz ederiz.

    İttihad İlmî Araştırma Heyeti

  • 9

    LÜZUMLU BİLGİLER

    1- Ansiklopedide yer alan madde başlıkları, 2. cildin sonunda liste ha-linde verilmiştir.

    2- Bazı yerlerde (Bak:.......) şeklinde başka madde başlıklarına veya parağraflara atıflarda bulunulmuştur. Okuyucunun havale edilen yerlere bak-ması, mevzuyu daha iyi anlamasına yardımcı olacaktır. Hem birkaç madde ile alâkalı parçalar, değişik yerlerde mükerreren yazılmamak için, bu atıf yapma yoluna gidilmiştir. Onun için bir madde okunurken atıf yapılan yerlere he-men müracaat etmelidir. Aksi taktirde, okunan maddeyle ilgili malumat nok-san kalacaktır. Çok daha geniş bir araştırma isteyenler ise; son ciltteki Ke-lime İndeksi’nden istifade ederek, atıflar haricinde kalan mevzu ve kelimele-rin de Ansiklopedide nerelerde geçtiğini bulabilirler.

    3- a) Kur’an âyetlerinin yerini göstermek için iki rakam kullanılmıştır. Meselâ: (3:26) rakamları, üçüncü surenin yirmialtıncı âyetini göstermektedir.

    b) Ansiklopedide yer alan çeşitli iktibasların sonunda, kaynak kitabın ru-muzu ve sayfa numarası verilmiştir. Meselâ: (M.N.108) kısaltması: Mesnevi-i Nuriye kitabının 108. Sahifesi demektir. Kaynak kitabın müellifi, baskı yeri ve tarihini tesbit etmek için, 11. sahifedeki “Kısaltma İşaretleri” listesine bakmak gerektir. İktibasen alınan parçanın bulunduğu sahife, o baskıya ait sahife numarasıdır. Çünki aynı kitabın değişik baskılarında, sahife numaraları değişebilmektedir.

    4- Ansiklopedide geçen âyetler için, sure ve âyet numarasına göre bir in-deks yapılmıştır. Aranılan bir âyetin ansiklopedide geçip geçmediği ve geçi-yorsa hangi parağrafta olduğu, bu indeksten tesbit edilebilir. Şöyle ki: Önce arayacağımız âyetin sure ve âyet numarasını tesbit ederiz. Âyet İndeks’inde sureler 1’den 114’e kadar sıraya dizilmiştir. Aradığımız âyetin sure numara-sını buluruz. Aradığımız surenin âyetleride yine sırayla konulmuştur. Ayet numarasını da sırasında bulduğumuz zaman, yanında yazılı parağraf no.su da, o âyetin bulunduğu parağrafı gösterir.

    “Âyet İndeksi” 2. cilttedir.

    5- İki rakam arasında tire işareti varsa, (ilâ) manasındadır. Meselâ: (17-21); 17, 18, 19, 20, 21 demektir. Eğer virgül varsa, sadece o rakamlar mevzu-bahistir. Meselâ (17, 21); sadece 17 ve 21 demektir.

  • 10

    7- Ansiklopedide Arabça metinleriyle yer alan hadisler için de, yeni ya-zıyla bir indeks yapılmıştır. Böylece bir hadis metninin ansiklopedide bulu-nup bulunmadığını veya hangi parağrafta olduğunu tesbit mümkündür. Şöyle ki:

    Hadisler başlangıç harflerine göre alfabetik sırasına göre dizilmişlerdir. Aynı harfle başlıyanlar da, ikinci üçüncü ve daha sonraki harflerine göre al-fabe sırasındadırlar. Böylece aranan hadisin başlangıcı nazar-ı itibare alına-rak, kolayca bulunabilir. Bu “Hadis İndeksi” de 2. cilttedir.

  • 11

    KISALTMA İŞARETLERİ

    VE ME’HAZ KİTAPLAR

    A. (a.) Arabça A.B. Asar-ı Bediiye Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca A.S.M. Aleyhissalatü Vesselam B.İ.İ. Büyük İslâm İlmihali Ömer Nasuhi Bilmen, İst. 1986, 544 sh. B.L. Barla Lâhikası B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994 B.M. Bülûğ-ul Meram Sönmez Neşriyat, İstanbul 1965 c. cemi (çoğul) ci. cild Coğ. Coğrafya’da D.M.İ.F. Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı Çağrı Yayınları, 3.Baskı, İstanbul (Terceme) Edb. Edebiyat’ta E.L.I. Emirdağ Lâhikası (I.cild) B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992 E.L.II Emirdağ Lâhikası (II.cild) B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992 E.T. Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili) Hamdi Yazır, II.Baskı, İst.1960-1962 F. Farsça Fels. Felsefe’de Fık. Fıkıh’ta Fr. Fransızca G.R. Gençlik Rehberi B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994 H.G. Hikmet Gonceleri (500 Hadis-i Şerif) Ömer Nasuhi Bilmen, II.Baskı, İst.-1963 Hi. Hicrî Tarih H.İ. Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye

    Kamusu Ömer Nasuhi Bilmen İstanbul Ü. yayınları no: 402, Hukuk Fakültesi no: 90, İstanbul 1950-1952

    H.N. Hakikat Nurları B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 H.R. Hanımlar Rehberi B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992 H.Ş. Hutbe-i Şamiye B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1990 Hz. Hazret-i, Hazretleri i. isim İ.A. İslâm Ansiklopedisi Maarif Matbaası, İstanbul 1941 İc. İctihad Risalesi Risale-i Nur Külliyatı’ndan, 84 sh. İ.İ. İşarat-ül İ’caz B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994 İ.M. İbn-i Mace Tercemesi Kahraman Yay., İst.-1982-1983 (10 cild) İ.M.Ş. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi Bediüzzaman Said Nursî, İst.-1990 İ.U. İhya-i Ulum-üd Din Tercemesi Bedir Yayınevi, 1974 İstanbul K.H. Keşf-ül Hafa Matbaat-ül Fünun, Haleb (2 cild) K.L. Kastamonu Lâhikası B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1990 Kn. Konferans B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 K.S. Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Akçağ Yayınları Ankara

  • 12

    Koz. Kozmoğrafya’da K.U. Kenz-ül Ummal L. Lem’alar B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992 Lat. Latince M. Mektubat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 Mc. mecazî mana M.E. Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı Mütercim: Hasan Ege, Ankara-1971 Mi. Miladî Tarih M.N. Mesnevi-i Nuriye Mütercim: Abdülmecid Nursî, İst.-1993 M.Nu. Mesnevi-i Nuriye Mütercim: Abdülkadir Badıllı, İst.-1980 M.Ö. Miladdan önce M.T. Müslümanlıkta İbadet Tarihi Tahir-ül Mevlevî, Bilmen Basımevi 1963 Mu. Muhakemat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 Mün. Münazarat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 N.A. Nur Âleminin Bir Anahtarı B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 N.Ç. Nur Çeşmesi B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1980 N.İ.K. Nurun İlk Kapısı B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1991 N.İ. Nimet-ül İslâm Mehmed Zihni Efendi, İstanbul 1957 os. Osmanlıca O.A.L. Osmanlıca-Türkçe

    Ansiklopedik Büyük Lûgat Sebat, İstanbul 2006 O.İ.İ. İşârât-ül İ’caz (osmanlıca) Risale-i Nur Külliyatı’ndan O.L. Lem’alar (osmanlıca) Risale-i Nur Külliyatı’ndan, 879 sh. O.T.D.S. Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü Millî Eğitim Basımevi 1946-1955 p. parağraf R.A. Radıyallahü anhü (anhâ, anhüma, anhüm) R.E. Ramuz-ül Ehadîs Abdülaziz Bekkine, Milsan-1982, 2cild R.K.K. Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları A. Badıllı, Envâr Neşriyat, İst.-1994 S. Sözler B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 sh. Sahife S.B.M. Sahih-i Buhari Muhtasarı Diyanet İşleri Bşk. Yay.dan II.baskı, 12 cild S.E.D. Sünen-i Ebu Davud, Terceme ve Şerhi Şamil Yayınları, İstanbul-1987 S.M. Sahih-i Müslim Tercemesi Mehmed Sofuoğlu, İrfan Yay.-1967, 8 cild S.M.A. Sahih-i Müslim Tercemesi Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşr. İst.-1980 S.N. Siyaset, Neşriyat, Şerh ve İzah Mes. Envâr Neşriyat, İstanbul 1979 S.T. Sikke-i Tasdik-i Gaybî B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993 S.T.İ. Sünuhat Tuluat İşarat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-2002 Ş. Şualar B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994 Tas. Tasavvuf’ta T.H. B. Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı) Envâr Neşriyat, İstanbul 1994 Tıb. Tıb’da. T.T. Tac Tercemesi Bekir Sadak, Sinem Matb., İst. 1968-1979 yu. Yunanca yy. yüzyıl

  • 13

    İÇİNDEKİLER

    A .............................................................................................................. 14 B ............................................................................................................. 190 C ............................................................................................................. 283 D ............................................................................................................ 362 E ............................................................................................................. 445 F ............................................................................................................. 529 G ............................................................................................................ 592 H ............................................................................................................ 634 I .............................................................................................................. 838 İ .............................................................................................................. 841 K .......................................................................................................... 1057 L ........................................................................................................... 1210 M .......................................................................................................... 1234 N .......................................................................................................... 1495 O .......................................................................................................... 1589 Ö .......................................................................................................... 1597 P ........................................................................................................... 1603 R ........................................................................................................... 1614 S ........................................................................................................... 1702 Ş ........................................................................................................... 1856 T ........................................................................................................... 1920 U .......................................................................................................... 2073 V .......................................................................................................... 2102 Y .......................................................................................................... 2143 Z ........................................................................................................... 2172 Kelime İndeksi ..................................................................................... 2217 Âyet İndeksi ......................................................................................... 2298 Hadis İndeksi ....................................................................................... 2321 Madde Başlıkları .................................................................................. 2329

  • A 1- AB-I HAYAT

    _[&

    ¬ ³~ : Hayat suyu. Ebedî hayata sebeb olan nesne. *Yağmur. *Mc: Kan.

    Bu terkib edebiyatta; çok güzel ifade, latif söz, parlaklık ve letafet mânâ-larına kinayedir. Tasavvufta ise; aşk-ı hakiki, aşk-ı İlahî, ilm-i ledün ve marifetullah mânâlarına gelmektedir.

    Kur’an (21:30) âyetinde de beyan edildiği gibi, Allah canlıları sudan yaratmıştır. Bilindiği gibi her canlı yine suya muhtaçtır. Bu hakikata teşbihen, iman ilmi ve dersleri dahi insanın manevî ve uhrevi hayat ve saadetine vesile olmasından dolayı ab-ı hayat tabiri ile de ifade edilmiştir. Ab-ı hayat tabiri; ab-ı hızır, ab-ı hayvan, ab-ı beka gibi isimlerle de söylenir. (Bak: 1285.p.)

    2- ABADİLE-İ SEB’A yQA, ¬šy7…_A2 : “Abadile” Abdullahlar, “seb’a” da yedi demektir. Abadile-i seb’a, Sahabelerden Abdullah isimli yedi meşhur şahsı ifade eder. Bunlar: Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Ab-dullah İbn-i Mes’ud, Abdullah İbn-i Revaha, Abdullah İbn-i Selâm, Abdul-lah İbn-i Amr İbn-il As, Abdullah bin Ebi Evfa (Radıyallahu Anhüm) dur. Asr-ı Saadette Abdullah ismiyle anılan 220 sahabe-i kiram hazeratı vardı. Fa-kat bunların içinde hafız, Kur’an-ı Kerim’i iyi anlamış, Resul-i Ekrem’in ha-yatını iyi öğrenmiş, hadis bilgisine sahip ve fakih yedi Abdullah vardı ki, bunlara Abadile-i Seb’a denilmiştir.

    3- ABBAS ‰_A2 : El-Abbas Bin Abdülmuttalib, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) amcasıdır. Künyesi, Ebu-l Fazl’dır.

    4- Rivayete göre Abbas İslâm’ı kabul etmişti, yalnız bir zaman için gizli tutulmuştu. Hatta onun Medine’ye gidip yerleşmek arzusunda bulunduğu halde, Peygamber’in (A.S.M.) ısrarı üzerine Mekke’de kaldığını rivayet eder-

  • ABBASİ LER 15

    ler. Abbas atıl oturmayıp Mekke’deki müslümanları himaye etmekle kalma-mış, Kureyşilerin muharebe planlarını da Peygamber’e (A.S.M.) gizlice bil-dirmişti. Mekke’nin fethine gidildiği vakit, Hz. Abbas müslümanlığını açığa vurarak, İslâm ordusunun şehre girmesinden evvel ona iltihak etmişti.

    5- Abbas, Medine’de Hi. 32 senesinde vefat etmiştir. Diğer rivayetlere göre 34 senesinde ve 88 yaşında irtihal eylemiştir. Abbasi halifeleri, onun oğlu Abdullah’dan gelmiştir.

    6- Hz. Abbas’ın müslüman oluşunu bildiren, sahih ve manidar bir hadi-sin verdiği haber şöyledir:

    “Gazve-i Bedir’de Hz. Abbas sahabelerin eline esir düştüğü vakitte fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: “Param yok.” Hz. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş ki: “Zevcen Ümm-ü Fadl yanında bu kadar parayı filan yere bırakmışsın.” Hz. Abbas tasdik edip, “İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.” O vakit kemâl-i imanı kazanıp İslâm olmuş.” (M.109)

    7- ABBASİLER hV[,_A2 : Hulefa-i Raşidin’den sonra hilafete geçen iki hanedandan ikincisi. Abbasi halifeleri, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas’ın soyundan oldukları için bu isimle şöhret bulmuşlardır.

    Abbasi soyundan gelen Ebu-l Abbas Abdullah es-Seffah Mi.749 (Hi. 132) tarihinde Kufe’de Ebu Müslim-i Horasani’nin de desteğiyle ilk Abbasi halifesi olarak hilafet makamına geçti. (Bak: Hilafet)

    Bundan sonra eski Enbar şehrini imar ederek burasını Haşimiye adıyla hilafet merkezi yaptı. Abdullah’dan sonra kardeşi ve halife olan Ebu Cafer Mansur, Bağdad şehrini kurarak başkent yaptı. Bazı halifelerin Samarra şeh-rinde ikamet etmelerine rağmen Bağdad şehri esas merkez olarak nihayete kadar devam etti. Abbasi halifeleri Ebu Cafer Mansur’dan itibaren bilhassa Harun-er Reşid ve oğlu Me’mun zamanında matematik, tıb, felsefe gibi ilimlere ait olan Yunan kitabları Arabçaya tercüme edilmiştir. Bu sebeble de Avrupa felsefesinin İslâm dünyasında bazı menfi tesirleri görülmüş ve buna karşı da başta İmam-ı Gazali olmak üzere İslâm büyükleri mukabele etmiş-lerdir.

    8- İslâm memleketlerinden yalnızca İspanya, Endülüs Emevilerinin elinde kalıp, diğer yerler, Abbasi halifelerinin idaresinde bulunuyordu. Hin-distan ve Maveraünnehir de bu sınırlara dahil idi. Abbasiler devrinde kültür,

  • ABBASİ LER 16

    imar işleri ilerlemiş ve milli gelir çok artmış, bu medeniyet üç kıtaya yayıl-mıştı. Ancak devletin sınırlarının çok geniş olması, merkeziyetçi idareye fazla imkân vermiyor ve idareyi güçleştiriyordu. İkinci Hicri asrın sonundan itiba-ren Abbasi halifeleri adına hutbe okunan bazı emirlikler kuruldu. Bunlardan Afrikiyye’de Beni Ağleb, Horasan’da Beni Tahir, daha sonra Beni Leys ve Âl-i Saman, Mısır’da Beni Tulün hükümetleri en önemli olanlarıdır. Bu hü-kümetler gittikçe bağlılıklarını azaltmağa başladılar. Nihayet önce Büveyhiler, sonra Selçuklular Irak’ı da ellerine geçirerek Emir-ül Ümera (Emirler Emiri) ünvanıyla Bağdad’da dahi hüküm sürmeğe başladılar.

    Ancak hilafet ilga edilmiyerek halifelerin sadece ünvanı kalmıştı. Dör-düncü Hicri asrın ortalarında Batı Afrika’dan gelip, Mısır’ı zabt ve Kahire’yi merkez yapan Fatımiler hilafet iddiasında bulundular. Böylece Abbasilerin Afrika kıtasında hükümleri ve hutbeleri ortadan kalktı. Şam bölgesi ise bazan Fatımilere, bazan Abbasilere tabi oldu. Altıncı Hicri asrın ortalarında Fatı-miler yıkılınca Salahaddin-i Eyyubi Mısır’da Abbasilerin hakimiyetini yeni-den kurdu. O sırada Haçlılar, Şam ve civarını istila ettiklerinden Salahaddin-i Eyyubi, Atabeylikler ve diğer Türk hükümetleriyle beraber Haçlılarla kahra-manca mücadele etti.

    9- Abbasi Devleti her geçen gün kuvvet ve itibarını kaybediyordu. Son Abbasi halifesi olan Musta’sım dinine çok bağlı ve sünni idi. Veziri olan İbn-i Alkami ise Şii olup, halifeye sadık değildi. Devleti bu idare ediyordu. Abbasi-leri yıkıp, Şii devleti kurmak istiyordu. Bunun için Moğol hükümdarı Hülagu’nun Bağdad’ı alarak halifeliği yıkmasını ve kendinin de ona vezir ol-masını arzu ediyordu. Şamanist olan Cengiz’in torunu Hülagu’nun müşaviri Nasırüddin Tusi de Şii olup durmadan Bağdad’ı almasını teşvik ediyordu. Neticede Hülagu’nun ikiyüzbin kişilik kuvveti karşısında duramadı. Bağdad teslim olduğunda insanlık tarihinin en büyük vahşetlerinden biri cereyan etti. Halife yanındakilerle birlikte idam edildi. Dörtyüzbinden fazla müslüman kı-lıçtan geçirildi. Milyonlarca İslâm kitabı Dicle’ye atıldı. Güzel şehir harabeye döndü. Böylece 524 senelik Abbasi Devleti yıkıldı. Bu yıkılışın önemli müsebbiblerinden olan vezir İbn-i Alkami’ye hiçbir vazife verilmedi. Zillet içinde o sene öldü. Ancak Hülagu istilasından kurtulan Abbasi halifelerinden biri 1261 (Hi. 659)da Mısır’a gitti. Orada hüküm sürmekte olan Memluk sultanlarından Baybars tarafından Kahire’de halife ilan edildi. Abbasilerin bu kolu da Mısır’da 1517 (Hi. 923) tarihine kadar devam edip bu esnada hilafet makamında bulunan III. Mütevekkil Alallah, hilafeti kendi arzusuyla Mısır ve Hicaz Fatihi Yavuz Sultan Selim Han’a teslim etti. Selçuklular ve

  • ABBASİ LER 17

    Memluklerdeki Abbasi halifeleri, müslümanların sadece manevî imamı idiler. Devlet idaresini sultanlar yürütüyordu.(*)

    10- Bağdad’da hüküm süren asıl Abbasi hilafeti 750 (Hi. 132) tarihinden 1258 (Hi. 656) tarihine kadar 508 sene, Mısır’daki kolu da 1261 (Hi. 659)dan 1516 (Hi. 923) tarihine kadar 255 sene toplam 763 sene devam etti. Bağdad Abbasilerinin yıkılmasıyla Mısır Abbasilerinin kurulması arasında 3 senelik bir fetret devri vardır. Bağdad’daki asıl Abbasilerden 37, Mısır’daki Abbasi-lerden 17 halife vazifede bulundular.

    11- İslâm Ansiklopedisi’nin nakline göre, Bağdad Abbasi halifelerinin hilafete geçiş tarihleri: Hicri Miladi Hicri Miladi Saffah.............. 132 750 Razi................. 322 934 Mansur............ 136 754 Muttaki............ 329 940 Mehdi.............. 158 775 Müstekfi.......... 333 944 Hadi................ 169 785 Muti................ 334 946 Reşid............... 170 786 Tai.................. 363 974 Emin............... 193 809 Kadir.............. 381 991 Me’mun.......... 198 813 Kaim............... 422 1031 Mu’tasım........ 218 833 Muktedi.......... 467 1075 Vasık............... 227 842 Müstazhir....... 487 1094 Mütevekkil...... 232 847 Müsterşid....... 512 1118 Muntasır.......... 247 861 Raşid............ 529 1135 Mustain........... 248 862 Muktefi.......... 530 1136 Mu’tazz........... 252 866 Müstencid....... 555 1160 Mühtedi.......... 255 869 Mustazi........... 566 1170 Mu’temid........ 256 870 Nasır.............. 575 1180 Mu’tezid......... 279 892 Zahir............... 622 1225 Muktefi........... 289 902 Mustansır........ 623 1226 Muktedir......... 295 908 Musta’sım....... 640-656 1242-1258 Kahir.............. 320 932

    12- Mısır Abbasi Halifelerinin Hilafete Geçiş Tarihleri: Hicri Miladi Mustansır Billah Ebu-l Kasım Ahmed 659 1261 Hakim Bi-Emrillah Ebu-l Abbas Ahmed 660 1261 Müstekfi Billah Ebu-l Rabi Süleyman 701 1302 Vasık Billah Ebu İshak İbrahim 740 1340 Hakim Bi-Emrillah Ebu-l Abbas Ahmed 741 1341

    * Hülâgu sadece Abbasileri yıkmakla kalmamış, İslâm medeniyetini de tahribe ça lışmıştır. Fakat İslâm üleması Hülâgu’nun askerlerini müslüman etmeye çalışmış ve kılıçla gelen Moğol ordusundan pek çok kimse İslâmiyet’e girip hizmet etmişlerdir. Böylece orduların yapamadığını, ülema yapmıştır.

  • ABBASİ LER 18

    Mu’tezid Billah Ebu-l Feth Ebu Bekr 753 1352 Mütevekkil Alallah Ebu Abdullah Muhammed 763 1362 Mu’tasım (Musta’sım) Billah Ebu Yahya Zekeriya 779 1377 Mütevekkil Alallah (ikinci defa) 779 1377 Vasık Billah Ömer 785 1383 Mu’tasım Billah (ikinci defa) 788 1386 Mütevekkil Alallah (üçüncü defa) 791 1389 Mustain Billah Ebu-l Fazl El-Abbas 808 1406 Mu’tezid Billah Ebu-l Feth Davud 816 1414 Müstekfi Billah Ebu-l Rabi’ Süleyman 845 1441 Kaim Bi-Emrillah Ebu-l Beka Hamza 855 1451 Müstencid Billah Ebu-l Mehasin Yusuf 859 1455 Mütevekkil Alallah Ebu-l İzz Abdülaziz 884 1479 Müstemsik Billah Ebu-s-Sabr Yakub 903 1479 Mütevekkil Alallah Muhammed 914 1508-9 Müstemsik Billah (ikinci defa, oğlu Mütevvekkil’in tam salâhiyetli mümessili sıfatı ile) 922-923 1516-17

    13- Abbasi devleti hakkında tarihî bilgi olarak verdiğimiz bu izahtan sonra Abbasiler hakkında gelen bir hadis-i şerifi de nakledelim. Aynı za-manda bu rivayet, Peygamberimizin Peygamberliğini isbat eden mucizele-rindendir. Çünki, seneler sonra olacak olan hâdiseyi i’lâm-ı İlahî ile bildirmiş ve aynen öyle olmuştur. Şöyle ki:

    14- “Kat’i bir mu’cize-i Nebeviyeyi (A.S.M.) gösteren bu hadis-i sahihde,

    1 ¬Ä_Å%Åf7~|«7¬~ _«ZW¬±V«K< |ÅB«&¬‰_ÅA«Q²7~z¬«"~ ¬Y²X¬. |¬±W«2 ¬f²7¬— z¬4 }«4«Ÿ¬F²7~ «Ä~i¸«# ²w«7 “Yâni: Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde Hilâfet-i

    İslâmiye devam edecek. Tâ Deccal’a, o hilafeti yani saltanat-ı hilâfet Dec-cal’ın muhrib eline geçecek.” Yâni, uzun zaman beşyüz sene kadar hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgu denilen üç deccalden birisi o saltanat-ı hilafeti mahvedecek, deccalane, İslâm içinde hü-kümet sürecek. Demek, İslâm içinde müteaddid hadislerde üç deccal gelece-ğine zâhir bir delildir. Bu hadisdeki ihbar-ı gaybî, kat’i iki mucizedir: (Bak: 3844.p.)

    Biri, hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek beşyüz sene devam edecek.

    İkincisi de, sonunda en zâlim ve tahribci Cengiz ve Hülâgu namındaki bir deccal eliyle inkıraz bulacak.” (Ş.506)

    1 Sahih-i Tirmizi ci: 4 kitab: 34 hadis no: 2226 ve Müsned İbn-i Hanbel ci: 5 sh: 221

  • ABD 19

    15- Abbasiler zamanında ortaya çıkan bid’at fırkaları ve ihtilafları ve bunlara karşı dinî mücahedeler, İslâm tarihinde mühim yer işgal eder. Ez-cümle:

    “Abbasilerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfizî, Ceberî ve perde al-tında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeliyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâ-mında, Buhari, Müslim, İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı Azam ve Cüneyd-i Bağ-dadî gibi pekçok eazım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlub ettiler. O tarihten üçyüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu Cengiz fit-nesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem Hadis, hem Hazret-i Ali Radıyallahu Anh sarih bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar.” (Ş.331)

    16- ABD fA2 : Kul, köle, Allah’ın kulu. *Mahluk, insan. *Hizmetçi. *Hür’ün zıddı. Abd kelimesi Allah’ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah’ın kulu). Abdulbaki (Ebedi olan Allah’ın kulu) gibi. Abd kökünden gelen ibadet ve ubudiyet kelimelerinin esas mânâsı da Allah’ın emirlerine göre hareket etmek demektir. O halde böyle isimleri taşıyan insanlar, buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar.

    Kur’an, Peygamberimiz’in (A.S.M.) yüksek meziyetlerini nazara verip ümmetini kendisine tebaiyete teşvik eder. Bütün peygamberlerde bulunan meziyetlerden biri de abdiyettir. Kur’an’ın müteaddid âyetlerinde _«9¬…_«A¬2 _«9¬f²A«2 gibi tabirlerin mükerreren zikredilmesi, abdiyetin ehemmiyetini ifade eder. Nitekim Kur’an (2:23) âyetinde geçen ve Peygamberimiz’in (A.S.M.) abdiyetine dikkati çeken _«9¬f²A«2 ifadesini Bediüzzaman Hazretleri tefsir eder-ken şöyle diyor:

    “Abd lafzının, Nebi veya Muhammed (A.S.M.) lafızlarına cihet-i tercihi:

    Abd tabiri, Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın azametine ve ibadetin

    uluvv-i derecesine işaret olduğu gibi ~—fA²2~ emrini tekiddir ve Resul-i Ek-rem hakkında varid olan vehimleri defetmektir ki, o Zat bütün insanlardan

  • ABDAL 20

    ziyade ibadet yapmış ve Kur’an’ı okumuştur.” (İ.İ. 131) (Kur’anda peygamber-

    ler, abdiyet vasfıyla tavsif edilirler, bak: 1728, 2889.p.larda âyet notları.)

    “Ve keza insanların nazarını aldatıp ayağını kaydıran, hususan şekçi, şüp-heci ve müteharri müşterinin nazarını perdeliyen esbabdan birisi de budur ki: Masdariyet ile mazhariyetin mâbeynini; ve menbaiyet ile ma’kesiyetin ara-sını; ve mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin ortasını; ve zâtiyle tecelli mabeynini tefrik edip ayırmamaktır.

    İşte Peygamber’in (A.S.M.) zatı, bir abd-i mahzdır. Ve Allah’a olan ubudiyeti bütün mahlukatınkinden daha çoktur. Öyle ise o zata (A.S.M.) tecelliyat-ı İlahiyeye bir mazhar ve bir ma’kes nazarıyla bakılması istilzam eder. Ve onda olan bütün kemâlat ise, Cenab-ı Hakk’ın feyz-i fazlından gel-diğini bilmek gerektir.” (M.Nu.174) (Bak: İbadet ve 3893/1.p.)

    ABDAL Ä~f"¶~ : (Bak: Ebdal) 17- ABDEST a,f"³~ : Namaz ve sair dinî ibadetler için, usulüne uygun

    olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. Kur’an’da (5:6) âyetiyle abdest farz kılınmıştır. (Bak: 2856, 2857.p.lar)

    18- ABDÜLAZİZ HAN –_' i

  • ABDÜLHAMİD II 21

    karşı bir sû-i kast düzenleneceğini, buna karşı tedbir alacaklarını söyleyip ya-nıltır. Pâdişah’ı Dolmabahçe Sarayı’ndan alıp Topkapı Sarayı’na götürür, orada hapsettirir. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından intihar süsüyle bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir. (Bak: 1856.p.)

    19- ABDÜLHAMİD II ¢Ü f[WE7~ fA2 : (Mi. 1842-1918) 34’üncü Osmanlı Padişahıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli sultan, İslâmi-yete bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı olup devlet işlerini bizzat takib eden bir zattı.

    Memlekette bolluk ve refahı te’min için çalıştı. Ancak, idarî sahada bazı mühim tedbirler alınması ve ta’dilat yapılması gerekiyordu, yapılamadı. (Bak: İttihad ve Terakki)

    20- Sultan Abdülhamid Hazretlerine, hilafet makamından düşmemesi için, Bediüzzaman Hazretlerinin matbuat lisanıyla bazı tavsiyeleri olmuştur. Ezcümle 1909 senesinde yazdığı bir yazısında aynen şöyle diyor:

    21- “Daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden ka-çırmamak fikriyle ve sabık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sa-bık içtimai kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihata istidad kesbetmiş zannıyla ve “Aslah tarik, müsalahadır” mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini (*) daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sâbıka, ceride lisa-niyle söyledim ki: “Münhasif Yıldız’ı darülfünun et; tâ, Süreyya kadar âli ol-sun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği ser-vetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfü-nunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket! Zekatü’l-ömrü, ömr-ü sânî (Ömer-i Sânî) yolunda sarfeyle. Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde sey-yahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut he-diye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.” (İ.M.Ş.30)

    (*) 31 Mart Hâdisesi kastediliyor. (Hazırlayanlar)

  • ABDÜLHAMİD II 22

    22- Yine aynı mevzuda Sultan Abdülhamid zamanında, Bediüzzaman’ın gördüğü hilafete dair gayet hakikatlı bir rü’ya:

    23- “Alem-i mânâda padişahı gördüm. Dedim: “Sen zekat-ül ömrü, Ömer-i Sâni’nin mesleğinde sarfet. Tâ ki meşrutiyet riyasetine lâzım ve biatın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyi kazanasın.

    Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim; siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk...

    Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umumî ve tekmil-i mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla, hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan terakkiyi intac edebiliyor. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder.

    O dedi: Nasıl yapacağım?.. Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından

    hüsn-ü niyeti göster. Bir şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi men-fur olmuş Yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için eski zebaniler yerine melaike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ülemayı doldurmak ve Yıldız’ı dar-ül fünun gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiyeyi (Bak: Meşihat-ı İslâmiye) ve hilafeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek.. ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ hanedan-ı Osmanî ol burc-u hila-fette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeyi iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki imamsın...

    Birden uyandım gördüm ki, asıl bu âlem-i yakaza rüyadır. Asıl uyanmak ve hakikat o rüya imiş.” (A.B. 375)

    24- Sultan Abdülhamid idaresini tenkid eden bazı edib ve siyasi şahsi-yetlerin, bir hiss-i kablel-vuku iltibasıyla yanlış hedefe taarruzları olmuştur. Bu iltibasın esas sebebi, aşağıdaki rivayetin te’vili ile anlaşılır. Şöyle ki:

    25- “Rivayetlerde her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fev-kalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kı-sım insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?

    26- Elcevab: (El-ilmu indallah) İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulade öyle işler

  • ABDÜLKADİR-İ GEYLANÎ (R .A . ) 23

    yaparlar ki; bir rivayette “Bir günleri bir senedir” yani, bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz, denilmiş... Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku’ ile bu dehşetli istibdadı hisse-derek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler...” (Ş.593)

    27- Hem de “Eski Said, bazı dâhî siyasi insanlar ve hârika ediblerin his-settikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cebhe almışlardı. O hiss-i kablelvuku’ tabir ve tevile muhtaç iken bilmiyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdad görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Habuki onlara deh-şet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdadların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksad doğru fakat he-def hata.” (K.L.78) (Abdülhamid’in hal’i, bak: 1859, 1860, 1864, 1867.p.lar)

    28- ABDÜLKADİR-İ GEYLANÎ (R.A.) z9Ÿ[ó ‡…_T7~ fA2 : İran’ın Geylan kasabasına yakın Nif köyünde doğan ve Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Gavs-ül A’zam, Gavs gibi namları bulunan bu zat (Hi. 470-561) yılları arasında yaşamıştır ve Kadirî Tarikatı’nın müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te’siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuşlar, ruhani feyze ermişlerdir. Aktab-ı Erbaa’dan sayılır. (R.A.)

    29- Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin dini tahsil için seyahata çıkışı ve bu seyahatında vuku bulan ibretli bir hâdise:

    30- “Azami bir takva ile oğlunu terbiye eden Fatma Hanım, oğlunun din ilimlerini öğrenmek hususunda gösterdiği ısrarı karşısında, onu tahsile gönderirken, şu nasihatta bulunur:

    “Ben şu âna gelinceye kadar sana ne bir damla haram süt emzirdim, ne de bir lokma haram ekmek yedirdim. Bundan böyle de senden bu geçmişine uygun bir dindarlık isterim. İslâmi vazifeleri hiçbir surette ihmal etmeyecek, hele asla yalan söylemeyeceksin. Doğru sözde ziyan görecek, zarar edecek de olsan yine yalana tenezzül etmiyecek, doğruluktan asla ayrılmıyacaksın.”

    31- Geylanî Hazretleri annesine söz verip, Bağdad’a giden bir kervanla yola çıkar. İki günlük bir yolculuktan sonra iki dağın ortasından geçerken kervan haydutlar tarafından sarılır. Haydutlar herkesin eşyalarını, kıymetli şeyleri alırlar. Şakilerden biri, genç Abdülkadir’e: “Paran var mı?” diye so-runca: “Var” diye cevap verir.

  • ABDÜLKADİR-İ GEYLANÎ (R .A . ) 24

    Annesi koltuğunun altında kırk dinarı bir kese içinde dikmişti. Haydutlar onun da parasını alırlar. Reisleri: “Niçin param var, dedin?” diye sorunca: “Anneme hiç yalan söylemeyeceğim, diye söz verdim.” der. “Annen yalan söylediğini nerden bilecek?” deyince, o da: “Annem bilmezse de, Allah her şeyi bilir yâ!” diye karşılık verir.

    Bu söz üzerine haydutlar yaptıklarına tövbe edip kervan sahiplerine mallarını iade ederler.

    (Mezkûr hâdisede görüldüğü gibi, şefkatin hakiki mânâ ve hedefini idrak ve takdir eden bir annenin, dini terbiyede gösterdiği bu hassasiyet, bütün müslüman anneler için şayan-ı dikkat bir ibret dersidir.) (Bak: 169.p.)

    32- Geylanî Hazretleri Bağdad’da İslâmî ilimleri öğrendikten sonra ica-zetini alır. Hem hadis hem fıkıh hem de tefsirde büyük din âlimi olur.

    Manevi kemâlat kazanmak için de inzivaya çekilir. Uzun zaman sonra İlahî feyizlere mazhar olur. Geylani Hazretleri nefse karşı cihadını ömrünün sonuna kadar devam ettireceğini anlatırken şöyle der:

    33- “Her ne zaman nefsimle cihada girişip de onu o an için öldürsem, işi bitmiş saymam. Zira nefis tekrar dirilir, yeniden baskı yapmağa başlar. Nefis bir defa ölmekle yok olup gitse, onunla kazanılan cihad sevabı da bir defaya mahsus kalır. Halbuki nefis ölmiyecek ki, cihad sevabı mücahede ile ömür boyunca devam etsin.” (İslâm Büyükleri - A. Şahin)

    34- “Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylani’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vehhabînin müfrit kısmı dahi Hz. Şeyh’i inkâr edemi-yorlar. Evliya onun derece-i celaletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatça tes-lim edilmiştir.” (S.T.150)

    35- “Hz. Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azimenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylani’dir. Ve demiş:

    h²R«#« |«VQ²7~ ¬t«V«4 |«V«2 ~®f««"«~ _«XK²W«- «— «w[¬7Å—«

    ~ ‰YW- ²a«V«4«~ fıkrasıyla ba’del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zattır.” (S.T.144)

    36- Hazret-i Gavs’ın ba’del-memat tasarruf-u manevîyeye sahib oldu-ğunu gösteren bir hâdise-i manevîye olarak naklediliyor ki:

  • ABDÜLKADİR-İ GEYLANÎ (R .A . ) 25

    37- “Hazret-i Mevlana (K.S.) Hindistan’dan Tarik-ı Nakşîyi getirdiği va-kit, Bağdad dairesi, Şâh-ı Geylani’nin (K.S.) ba’delmemat hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın (K.S.) manen tasarrufu cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibendle (K.S.), İmam-ı Rabbani’nin (K.S.) ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: Mevlana Halid (K.S.) senin evladındır, kabul et. Şah-ı Geylani (K.S.), onların iltima-sını kabul ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra birden Mevlana Halid (K.S.) parlamış. Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü’ya ile görmüşler.” (S.T.16)

    38- “Gavs-ı Azam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususi ism-i âzamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Ma’ruf-u Kerhî denilen bir kutb-u azam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’dan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.” (B.L.336)

    39- “Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam Şeyh Geylani’nin (K.S.) terbiye-sinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhte-rem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve si-yah ekmek yiyor. O riyazattan za’fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: “Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!” Hazret-i Gavs tavuğa de-miş: “Kum Biiznillah”. O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir ke-rameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin.” İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da, ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit le-ziz şeyleri yiyebilir.” (L.141)

    40- Hz. Geylani’nin müftehirane söylediği bazı sözleri temeddüh için değildir. Çünki “ehl-i tarikat ve hakikatça müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarik-ı Hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve ser-keşliğini kırmak için lâzım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin

  • ABDÜLKADİR-İ GEYLANÎ (R .A . ) 26

    hissiyatiyle konuşur ve hakeza.. tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider. Me-selâ: Nasılki, gayet fedakar ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin his-siyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünki kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor” der. Öyle de Gavs-ı Geylani, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyhin sırr-ı azim-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Al-i Beytin şahs-ı manevîsinin makamı noktasında ve Zat-ı Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm)’ın verasetiyle Hakikat-ı Muhammediyyesinde (A.S.M.) kendini gördüğü gibi, fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zatisine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes’uldür.

    41- Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem (Aleyhissalatü Vesselâm)’ın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zâhir gö-rünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbu-biyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlahiyeyi yadedip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.” (S.T.149)

    42- Gavs-ı Azam ve bazı evliya-i azimenin, ihbar-ı gaybî kerametleri de vardır. Ezcümle:

    “Gavs-ı Azam’ın istikbalden haber verdiği nev’inden, meşhur Şeyh-ül İs-lâm Ahmed-i Camî dahi İmam-ı Rabbanî (R.A.) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi, Celaleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu nevi’den çok evliyalar, vakıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahata yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem, mutlaktır; fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi, bil’istihkak kendilerine almışlar. Meselâ: Ahmed-i Camî (K.S.) demiş ki: “Her dörtyüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (K.S.) büyüklüğü ve teşah-husu, o haber-i gaybîyi kat’iyen kendine almış. Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumî de (K.S.) Nakşibendî’den mübhem bir surette bahsetmiş; fakat Nak-şîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil’istihkak ken-dilerine almışlar.” (S.T.160)

  • ABDÜLKADİR-İ GEYLANÎ (R .A . ) 27

    43- “Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstak-beli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafi remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

    44- Elcevab: yÁV7~ Å

    ¬~ «`²[«R7~ v«V²Q«< « âyetiyle, (72:26) ¯ÄY,«‡ ²w¬8 |«N«#²‡~ ¬w«8 Å

    ¬~ ~®f«&«~ ¬y¬A²[«3 |«V«2 h¬Z²P< «Ÿ«4 ¬`²[«R²7~ v¬7_«2 âyeti ifade ettikleri kudsi yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takın-mak için tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anla-şılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlahî ile olmuştur. Çünki istik-balî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaatı işmam ediyor.” (S.T.162) (Bak: Gayb)

    45- Al-i Beyt neslinden gelen Gavs-ı Azam gibi büyük zatların veraset-i Nebeviye sahibi olarak Kur’ana büyük hizmetleri olmuştur.

    Evet “Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Er-baa ve bilhassa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynel Abidîn ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler.” (M.100)

    “Evet (2) «u[¬= «h²,¬~ |¬X«" ¬š_«[¬A²9«_«6 z¬BÅ8~ š_«W«V2 ferman etmiş. Gavs-ı Azam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük hârika zatlar bu hadisi, kıymetdar irşadatıyla ve eserleriyle fi-ilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hik-met-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsi dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş...” (K.L.7)

    46- İşte böyle din yolunda bütün gayretini kullanmış ve sünnet-i seniyeye tam ciddiyetle bağlanmış ve kemâlat-ı beşeriyede mukteda-bih ol-muş dinî şahsiyetler hakkında rivayetlerde, onlara hürmet edilmesine teşvik-ler edilmiştir. (Radıyallahu anhüm) (Geylanî’nin (R.A.) arş-ı âzamı temaşa etmesi, bak: 1529.p. sonu)

    2 S.B.M. ci:1 sh:107 ve K.H. hadis:1744 ve Et-Temyiz sh:871 ve El-Cami sh:702 ve El-Metalib sh:200

  • ABDULLAH İ BN-İ ABBAS (R .A . ) 28

    47- ABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A.) ‰_A2 w"~ yV7~fA2 : Ashab-ı Kiram’ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashab-ı Kiram arasında mümtaz bir mevkii haizdir. Sahih-i Buhari’de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında: “İlahi! Onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!” diye dua buyurmuştu. Bu âli duaya mazhariyetinden dolayı zamanın en âlim şahsiyeti olmuştu. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hadislerini ezberlemekte, tefsir, hadis, fıkıh ve feraiz gibi yüksek ilimlerde eşsizdi.

    48- Mezkûr dua-yı Nebevî şudur:

    “ «u

  • ABDURRAHMAN BİN AVF 29

    ret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr Bin Avvam’ın oğludur. Yezid’in saltanatını kabul etmedi ve Mekke’de dokuz sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.)

    52- ABDURRAHMAN BİN AVF ¿Y2 w" wW&h7~ fA2 : Aşere-i Mübeşşereden ve çok fedakâr olan sahabelerdendir. İlk müslüman olan se-kiz kişiden birisidir. İhya-yı din için olan bütün muharebelerde çok fedakâr-lıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki di-şini birden kaybetmişti. Medine’ye ve Habeşistan’a hicret edenlerdendi. Çok zengin idi. Bir defa otuz köleyi birden azad etmişti. Hicri 31 tarihinde 71 ya-şında vefat etti. (R.A.)

    ABDULKAHİR-İ CÜRCANİ z9_%h% h;_T7~fA2 : (Bak: Cürcanî) 53- ABES bA2 : Oyuncak kabilinden faydasız ve boş iş. Lüzumsuz ve

    gayesiz şey. Tesadüfi. (Bak: Gaye, Hikmet)

    54- ABESİYYUN –Y[CA2 : Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Hâliksız olduğuna inanmak isteyen batıl yoldaki felsefeciler. 20. yy. da Ekzistansializm (Fr. Existentialisme) (Varoluşçuluk) adı altında ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Biri, dini kabul edip insanın hayat ve varoluşunun mânâsını, Allah’a iman ile izah eden Hristiyan Ekzistansializ-mi; diğeri inkarcı, ateist Ekzistansializm. Bu sonuncusu, insanın varoluşunu ve in-san hayatını, inançsızlık sebebiyle, abes, saçma olarak görür. Bu görüş Batı insanını, bilhassa gençliğini buh-ranlara itmektedir. (Bak: Hikmet)

    55- Kökleri eski devirlere kadar giden bu inkarcı abesiyyunun iddialarını Kur’an, her şeyde hikmetler bulunduğunu göstererek reddetmiştir. Ezcümle:

    “(52:35) ¯š²|«- ¬h²[«3 ²w¬8 ~YT¬V' ²•«~ Yani: “Kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felasife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazife-siz, Hâliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir. Ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır. Ve evamir-i İlahiyeye musahharlardır.” (S.386)

  • ACAİB-İ SEB’A-İ ÂLEM 30

    56- Kur’an (21:16 - 23:115 - 38:27 - 44:38) âyetleri ile âlemin bir eğlence ve abesiyet üzere yaratılmadığını bildirir.

    56/1- ACAİB-İ SEB’A-İ ÂLEM v7_2 ¬šyQA, `=_D2 : Dünyanın yedi acaibi, büyük antika eserleri. Gerçi dünyada bunlar gibi daha antika eserler vardır ve olabilir. Fakat, ekseri Avrupa kaynaklarına göre meşhur ol-muş yedi büyük eser şunlardır:

    1- Mısır piramitleri. 2- Babil’de Semiramis’in asma bahçeleri. 3- Zeus’un heykeli. 4- Rodos heykeli. 5- Efes’te Artemis-Diana mabedi. 6- Bodrum (Halikarnas)da Mosokus’un türbesi. 7- İskenderiye deniz feneri.

    Halbuki Kamus-u Alâm’a göre 4000 km.yi aşan Çin Seddi, bunların ço-ğundan daha büyük ve acibdir. Bazı kaynaklar bilgi ihatasızlığından bu bü-yük eserden bahsedememişlerdir. Bu eksikliği dile getiren, Tercüman Yayın-larından Hârikalar Ansiklopedisi haklı tenkidinde şunları yazıyor:

    “Her şeye rağmen Çin Seddi bir hârikadır. Dünyanın yedi hârikasını sa-yan Romalı tarihçilerin uzakdoğu hakkında bilgilerinin ihatasızlığı sebebiyle, onu ve doğunun ünlü eserlerini hârikalar arasında gösterememişlerdir. Fakat Dünya, Çin Seddini tanıdıktan sonra onu Mısır piramitlerinin ardından ikinci hârika olarak kabul etmek gerektiğini söyleyen tarihçiler çok olmuştur.” (Hâ-rikalar Ansiklopedisi sh: 256, Tercüman Yayınları)

    Keza Resimli Kamus-u Osmanî Acaib-i Seb’a maddesinde ve Bedayi-iz Zuhur Fî Vakayi-id Dühur adlı eserin 34-45. sahifeleri arasında mezkûr izaha uygun tafsilatlı mâlumat verilir.

    Demek Çin Seddi, ilmî ihataya sahib tariçilere göre Acaib-i Seb’a-yı Ale-min ikincisidir. Bu mânâya temas eden “International Encyclopedia” da “Se-ven” (Yedi) maddesinde dünyanın yedi hârikası anlatılırken; “Bir parça deği-şik sayılabilmekle beraber umumiyetle mâlum yedi hârikayı ihtiva eder” de-mek suretiyle bu Acaib-i Seb’adan, başka eserlerin de nazara alınabileceğini ifade eder.

  • ACB 31

    Bazı kaynaklarda, Antiper adlı bir tarihçi, Yunanlı yolcuların hatıraların-dan faydalanarak M.Ö.100’de bu eserleri tesbit edip, bunların bir listesini yapmıştır, denilmektedir.

    Buna göre mezkûr yedi hârikanın başlangıçtaki tesbiti, tarih ilminin külli nazarıyla yapılmış bir tesbit olmayıp cüz’î ve ferdî bir tesbitin kitablara intikalen meşhur olmasıdır.

    57- ACB `D2 : Omurganın en son kemiği. “Us’us” denilen küçük ke- mik. Herşeyin kuyruk dibi ve nihayeti. Hadis-i Şerifde ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik diye ifade edilen acbüzzenebe dair hadis-i şeriflerden biri şöyledir:

    `Å6 «h< y²X¬8«— «s¬V' y²X¬8 ¬`²9 Åg7~ `²D«2 Å

    ¬~

    ~«hÇB7~ yV6 ²_«< «•«…~́ ¬w²"! Ç u6 Yani, “Bütün Âdem oğullarını toprak yiyecektir, kuyruk kemiği müs-

    tesna. Her Âdem oğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır.” (4)

    58- Mezkur hadiste geçen ve mahiyeti oldukça derin olan acbüzzeneb bir âyetin tefsiri münasebetiyle şöyle izah ediliyor:

    “(30:27) ¬y²[«V«2 –«Y²;«~ «Y;«— ˜f[¬Q< Åv$ «s²V«F²7~ Η«f²A«< >¬gÅ7~ «Y;«— “Yani: Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha

    kolay, daha rahattır.” Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanma-ları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de; bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esa-siye, Hz. İsrafil’in (A.S.) sûru ile Hâlik-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk” de-meleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde “Acb-üz-zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.” (S.524)

    Bir atıf notu: -İnsan vücudunda bazı zerreler yüksek vazifelerde elde ettikleri manevî tenevvürle, ikinci neş’eye medar olmak liyakatını kazanabilirler, bak: 4089, 4093.p.lar.

    4 H.G. hadis: 280 ve S.M. ci: 8 sh: 508 hadis: 142 ve İ.M. Zühd 32

  • ACZ 32

    59- “Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “Acb-üz-zeneb” tabir edilen bir kı-sım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine be-den-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.” (İ.İ. 57)

    60- ACZ iD2 : Beceriksizlik. Güçsüzlük. Zararlardan korunmakta acze düşmek. Bir şeyin geri tarafı. (Bak: 1679, 1684.p.lar)

    61- Her insanın, biri acz diğeri fakr olarak tarif edilen iki mühim hususi-yeti vardır. Bu iki hususiyet insan fıtratının camiiyetindendir. Şöyle ki:

    Acz; insanın âlemde pekçok tesirlerden müteessir olması ve o müteessir eden sebeb ve neticeleri yok edememesi ve kendini onlardan kurtaramama-sını ifade eder.

    Müteessir ve müteellim olma ise, hayat ve hayatın camiiyyetindendir. Meselâ taş da bir varlıktır, fakat camid olduğundan teessürü yoktur. Hayatın basit derecesine sahib olan nebatata az şeyler zarar verir. Hayvanın teessür sahası biraz daha geniştir. Nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet derecelerine sahib olan insan ise, fıtratı câmi olduğundan, mazi ve müstakbel de dâhil olarak kâinat genişliğinde vaki ve muhtemel herşeyden teessürü vardır.

    İnsanın ikinci hususiyeti olan fakr ise, maddî ve manevî, ruhî ve cesedî ihtiyaçları olarak sonsuz cennet saadetlerine kadar uzanan bütün arzu ve ih-tiyaçlarını kendi iktidariyle elde etmesi cihetindeki mutlak iktidarsızlığını ifade eder.

    İşte bu acz ve fakrın insana verilmesinin pekçok İlahî hikmetlerinden birkaç cüz’i nümunesi şudur ki:

    62- “Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i manevîyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Rahim ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına cami, geniş bir âyine olsun.” (S.321)

    63- Evet “gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, za’f ve ac-ziyle, fakr ve hacatiyle, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor. Ve hakeza... Pek çok evsaf-ı

  • ACZ 33

    İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibül-Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğun-dan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim’in dergahına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihe-tinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahim’in bârigah-ı Rahmetine açılır, her va-kit onunla bakabilir.” (S.686)

    64- “Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin îkazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, ba-şıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de, dine iltica etmeğe mecbur-dur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Alem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..” (H.Ş.24)

    65- Evet “insan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Za’fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünki o za’fın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat, ona müsahhar olmuş. Eğer insan za’fını anlayıp, kalen, hâlen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ı zâtisiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ: Tavuğun yavru-sunun za’fındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine müsahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-i dikkat za’ftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temâşa bir cilve-i rahmet...

    Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kaviler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bir def’a kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük par-mağıyla kahramanları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir çocuk, o şef-kati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecek-tir. İşte insan dahi Hâlikının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek

  • ÂD 34

    bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi (28:78) ¯v²V¬2 |«V«2 yB[¬#~ «_WÅ9¬~ yâni: “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlat-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona il-ham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi; kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir. Evet bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbaniye ve ikram-ı Rahmanîdir. Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergahında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru ve dua lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.” (S.327-328)

    66- ÂD …_2 : Hud Peygamber’e (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İla-hîye uğrayan ve helak olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adıdır. Bu kavim, kuvvet ve servetleri dolayısıyla hayatperest ve zalim olduklarından Allah onları helak etmiş ve her asrın ders alması için Kur’an’da kıssalarını tekrarla zikretmiştir. (Bak: Hûd, Şeddat ve 1041.p.)

    67- Zalimlere gelen musibet ve cezaları bildiren Kur’an’daki âyetlerde, geçmiş ve gelecek bütün zalimlere tehdid ve ihtarlar ve ehl-i iman için ibret dersleri ve teselliler vardır. (Bak: 973/1.p.)

    68- “Evet kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar, gadab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî to-katlar yedikleri gibi; kâfile-i kübrânın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm gibi bütün kudsi kahramanları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat hiddeti, birtek ikram muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ik-ram ve muavenet kâfileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kâfilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder.” (Ş.96)

  • ÂDAB 35

    69- Keza “ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşıyan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvi ta-bakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir külli düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitab ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrar ile

    «w[¬W¬7_ÅP7«~ «w[¬W¬7_ÅP7«~ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Ad ve Semud ve Firavunun başlarına gelen azablarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Musa Aleyhisselâm gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.” (Ş.244)

    70- “Şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemâlatına ve ulvi hukukla-rına ve kudsi hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına ana-sır ittifak edip, kavm-i Nuh (Aleyhisselâm) ve Âd ve Semud ve Firavun gibi

    ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. (67:8) ¬o²[«R²7~ «w¬8 ÇiÅ[«W«# …_«U«# âyetinin sırrıyla Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor.” (Ş.12) (Bak: 3373.p.)

    71- Âd kavmine dair âyetlerden birkaç not: -Kur’anda müteaddid âyetlerde zikredilen Âd kavmi, uzun boylu, iri cüsseli ve kuv-vetli idiler: (41:15) (89:7,8)

    -Şiddetli rüzgarla helak edildiler:(46:24,25) (54:19) (69:6)

    -Rüzgar azabı günlerine eyyam-ı nasihat denir: (41:16)

    -Âd-i ûla (ilk Âd kavmi) ve helaketleri: (53:50)

    72- ÂDAB

    ~…³~ : Usul, yol yordam. Davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edebsiz denir. (Bak: Ahlâk, Dil, Hecr-i Cemil, Hürmet, İlmiye Kıyafeti, Lisan-ı Hal, Musafaha, Selâm, Terbiye) (İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti, bak: 1610.p.)

    73- İslâm âdabının bütününü Peygamberimiz (A.S.M.) sünnetiyle göster-miştir:

  • ÂDAB 36

    “Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kı-sım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şe-riat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdab” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat, âdab-ı Nebevî’ye bir nevi muhalefettir ve onların nu-rundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâ-lum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, adeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez (Bak: 3113.p.) ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehem-miyetlidir...

    74- Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:

    |¬A

  • ÂDAB 37

    Elcevab: Evvela: Sâni-i Zülcelal, nasılki kemâl-i ehemmiyetle sanatını güzel görmek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zişuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.

    İşte, sünnet-i seniyyedeki edeb, o Sani-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.

    76- Saniyen: Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki, edeb-i tıb öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabib reculiyet ünvanıyla, yahut vaiz ismiyle, yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesi edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayasız-lıktır. Öyle de: Sâni-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi; “Cemil” ismi de, çirkinliği göstermek iste-mez. “Latif, Kerim, Hakîm, Rahim” gibi esma-i cemâliye ve kemâliye, mev-cudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melaike ve ruhani ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.

    İşte Sünnet-i Seniyedeki âdab, bu ulvi âdabın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir.” (L.54) (Bak: 1072/1.p.)

    77- “Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hi-laf-ı edeb zanneder. Meselâ: Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hil-kate, sanata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet naza-rıyla bakılsa; ayn-ı edebdir. Hacalet ona hiç temas etmez.

    İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakim’in bazı tabiratı, bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki, bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli sanat ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar. Ve pek zahiri intizamsızlıklar karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.” (S.232) (Bak: 1241/1.p.)

  • ADALET 38

    Âdab hakkında büyük hadis kitablarında hayli tafsilat vardır. Ezcümle, Buhari 78, Müslim 38, İbn-i Mace 35, Ebu Davud, Edeb 40. Kitabları örnek verilebilir.

    78- ADALET }7~f2 : Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâ- yık olduğu muameleyi yapmak. Mahkeme. Hak ve hukuka uygunluk. Hak-sızları terbiye etmek. İnsaf. Ma’delet. Dâd. Cenab-ı Hakk’ın emrini, emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah’ın kanununu icra etmek. (Bak: Ceza, Hadd, Hukuk, Teşri)

    79- Beşer hayatında, adalet kanunlarına ihtiyaç vardır. Çünkü:

    “İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizac ile yaratılmıştır. O mîzac yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzu-lar meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan, en müntehab şeyleri ister; en güzel şeylere meyleder; zînetli şeyleri arzu eder; insaniyete lâyık bir mâişet ve bir şerefle yaşamak ister.

    Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi güzel bir şekilde tedârikinde çok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki; herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

    Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye, Sâni’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini te-min etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye, çalış-malarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı adaleti idrakten âciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, ferdler o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da, kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır.” (İ.İ.84)

    “Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü, her şeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıstırar li-sanıyla Fâtır-ı Zülcelal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek, adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’i vardır.

  • ADALET 39

    İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını, tazib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise; çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir suretle hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zama-nın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve taziyane-i ta’zib, ga-yet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’i ile gösteriyor.” (S.85)

    80- Hem, zulm-ü beşer içinde kaderin adaleti bulunur. Evet “bazan zu-lüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebten dolayı ce-zaya, mahkumiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu def’a bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahî’nin tecellisidir.” (E.L.II.78)

    81- Evet “Kader, hakiki illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar, zahirî gör-dükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşer-ler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkum edip hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin. Fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, Kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkum etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkum edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkum ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itiba-riyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.” (S.464)

    İki atıf notu: - Adalet-i İlahiye ile Cehennem cezasının muvafakatı, bak: 500-503.p.lar.

    - Kaderin adaleti, bak: 126,161.p.sonu, 370, 450, 582, 1196, 3227.p.lar.

    82- Hem kâinatı ihata eden İlahî adaletin icrasında manevî bir lezzet ve memnuniyet vardır. “Meselâ: adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşek-kürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte Hakim-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-ı Zülcelal, değil yalnız cin ve inste belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani herşey’e hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcudları, teca-vüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dar-ı âhirette cin

  • ADALET 40

    ve insin muhakemesinden başka bütün zihayata karşı tecelli-i kübrâyı adl ve hikmetten gelen maâni-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.” (S.624)

    83- İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadir olan Zat-ı Zülcelal’i göster-miyor mu? Ve bilhassa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekene-sini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başkasıyla çarpışacak, bir kı-yameti koparacak. Ve bilhassa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışca rahimane müvazeneleri; ziya Güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zat-ı Adl ve Rahim’i gös-teriyor. Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin âzası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni-i Adl ü Hakim’i gösteriyor...

    Ve İsm-i Adl’in cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tamme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman’da

    ¬–~«i[¬W²7~|¬4~²Y«R²B«# Å

    «~ «–~«i[¬W²7~ «p«/«—«— _«Z«Q«4«‡ «š_«WÅK7~«— (55:7,8,9) «–~«i[¬W²7~ ~—h¬K²F# « «— ¬n²K¬T²7_¬" «–²ˆ«Y²7~ v[¬5«~«—

    âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zik-retmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehem-miyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakiki zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiri-yor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor!..

    İşte, hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad, nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu.. ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini de-ğiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!..” (L.309) (Bak: Mizan)

  • ADALET 41

    Bir atıf notu: -Adaletle ihkak-ı hak lezzeti, bak: 889.p.

    84- Fıtrat âleminde nizamı te’min için adaletin tecellisi lâzım olduğu gibi beşer âleminde de asayişin te’mini için bîtaraf adlî merciler gereklidir. Evet “hükümetin daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve te’sirat-ı hariciyeden en ziyade bîtarafane, hissiyatsız bakmakla mükellef olan elbette mahkemedir. Evet her yerde, adliyede mal ve can mes’eleleri var. Eğer hâkim şahsî hiddet edip bir katili katletse, o hâkim katil olur. Demek adliye memurları, hissiyattan ve te’sirat-ı hariciyeden bütün bütün âzade ve serbest olmazsa, sureten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. Hem canilerin, kimsesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet bîtarafane bir merci isterler.” (T.H.228) (Mahkeme tarafeyni dinlemeli, bak: 215.p.) (Zahire göre hükmetmek: K.H.585. hadis)

    85- “Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünki şeriat namına, kanun-u İlahî hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmiyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için adaletle iş görmemiştir.” (M.269)

    86- “Bir zaman, cerbezeli bir padişah, adalet niyetiyle çok zulüm ediyor-muş. Bir muhakkik âlim ona demiş: “Ey hâkim! Sen raiyetine adalet namıyla zulüm ediyorsun. Çünki tenkidkârane cerbezeli nazarın, zamanen müteferrik kusuratı birden toplar; bir zamanda tasavvur edip, sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem, bir kavmin müteferrik efradından vücuda gelen kusuratı, o tenkidkâr cerbezeli nazarında topluyorsun. Sonra o perde ile, o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir hiddet size gelir; haksız olarak onlara vu-rursun. Evet senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çık-mış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilaçları, bir günde bir kaç kişi istimal etse, hepsinide öldürebilir.”

    ...İşte o padişah, o muhakkik âlimin ikazatıyla, adalet namına yaptığı zu-lümden kurtuldu.” (T.H.252)

    87- “Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mu-kaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiçbir cereyana

  • ADAVET 42

    kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesse-selerinde cari ve hâkimdir.” (T.H.651)

    İki atıf notu: -Hürriyet-i vicdan kaidesi, bak: 1414.p.

    -Sultan Fatih’in muhamekesi, bak: 919.p.

    88- Kur’anda adaleti emreden âyetlerden biri olan

    “ >«h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬i7~«— ‡¬i«# «

    «— (6:164) nass-ı kat’isiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi, muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmi-yeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz, kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada de-ğil!..” (E.L.II.82)

    İşte adalet-i Kur’aniye böyle görür ve böyle hükmeder.

    Atıf notları: -Adalet-i mahza ve izafi, bak: 527,528.p.lar.

    -Hak ve gayr-ı hak adlî merciler, bak: 1526.p.

    89- Adalet hakkında âyetlerden birkaç not: -Allah adaletle hükmetmeyi emreder: Kur’an (4:58,105,135) (5:8,42) (6:152) (16:90) (49:9)

    -Kelâm-ı İlahî (Kur’an) mahz-ı adalet ve adalet-i tâmmedir: (6:115)

    -Allah, cemiyeti ayakta tutan mizan-ı adaletle beraber, mütecavizleri durduran âlât-ı harbin kaynağı olan demiri indirdi: (57:25)

    90- ADAVET ?—~f2 : Husumet, düşmanlık. Kin. Buğz. Garaz. (Bak. Gıybet, Uhuvvet)

    “Adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakiki-sinde olarak beraber cem’olmazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüchan-

  • ADAVET 43

    iyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa, o vakit adavet mecazi olur; acımak suretine inkılab eder. Evet mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadis ile: “Üç günden fazla, mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.” (*) Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecazi olur, tasannu ve temelluk suretine girer.” (M.263) (Bak:2540-2543.p.lar) (Bir seyyie için mü’mine adavet etmemek, bak: 129.p.) (Mü’mine adavetin muaccel cezası, bak: 146.p.)

    91- “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem, en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur, onlara adavet et. Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de: Adavet hasleti, herşeyden