21
SİMYA- KİMYA Roma ve Bizans İmparatorluklarında daha sonra da İslam ülkelerinde kimya tekniğinde pek çok ilerleme oldu. “Dört öğe kuramı” ve elementlerin dönüşümüne ilişkin düşünceler, İskenderiye’de ve daha sonra da Arap simyacıları Cabir (Geber), Razi(Rhases) ve İbni Sina (Avicenna) tarafından geliştirilmiştir. Kimya pratiği açısından Arap kimyagerler, daha önceleri keşfedilmiş olan imbiki geliştirmişler ve büyük oranda esans damıtılmasında kullanmışlardır. İslam dini alkolü yasaklamasaydı bu konuda büyük gelişmeler kaydedileceği kuyşkusuzdu. Ortaçağ simyacıları demir sülfatın (vitriol) damıtılmasından sülfürik asit(zaç yağı), demir sülfat ve potasyum nitratın birlikte damıtılmasından nitrik asit (kezzap) ve demir sülfat ile yemek tuzunun (sodyum klorür) damıtılmasından hidroklorik asit( tuzruhu) elde edebilmişlerdir. Ayrıca daha başka anorganik maddelerin elde edilmesini öğrenmişlerdir. Böylece teknik alanda oldukça ilerlenmiş olmasına karşın,maddelerin yapısı konusunda daha çok Aristo ve onun izleyicilerinin görüşleri egemen olmuştur. İslam dini, cesetlerin kesilip biçilmesini(teşrih) yasakladığından İslam anatomi bilginleri Galenos’u okumak va yaralıları iyileştirmekle yetindiler. Çeşitli çalışmalar sonunda Araplar eski ilaçlara gri anber, kafuru, cıva, mürrüsafi, hıyarşenber ve sinameki’yi eklediler. Şurup ve güllap şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlarca tıp dünyasına sokulmuştur. İlk Müslüman-İran çömlekçiliği Çin’den örnek alınmıştır. 10. yy’da İran seramikçileri porselen dışında tükürük hokkasından “Kırk Harami”yi içine alacak büyüklükte dev küplere varıncaya dek her türlü çömlek işini yapıyorlardı. Samara ve Bağdat seramikçileri metal parıltısı veren cilalı fayans yapımının biliyorlardı. Süslemede verniklenmiş sıvanın üstü metal oksitle boyanıyor, sonra seramik eşya, dumanda ikinci kez hafif bir pişirmeye uğratılıyordu.(s:60) Arap simyasının içeriği, antik çağ simya bilgilerinden kaynaklanır ve Araplar bu eski bilgileri hemen hemen hiç geliştirmemişlerdir. Arap simyasının antik simyaya bağlılığı konusundaki söylenttiye göre,ilk Arap simyacısı Prens Halid ibni Yezid İbni Muaviye (635-704),bu bilgileri Romalı keşiş Maianus’tan almıştır. Söylentiye göre Prens Halid Kudüs’te sessizce ve yalnız yaşayan Marianus’u yanına çağırtarak İskenderiye’de ona bir atölye açmıştır. Marianus orada altın yapma sanatıyla uğraşmış ve altın elde ettikten sonra da ortadan kaybolmuştur. Halid,yıllar sonra Marianus’u bir rahibin ve sadık kölesi Galip’in yardımlarıyla bularak onun öğrencisi olur. Marianus öğretisini Halid’e aktarır Bu sanatın inceliklerini öğrenen Halid şöyle der: “Şimdi artık sabrın Tanrıdan, aceleciliğin de Şeytan’dan geldiğini anlıyorum” Prens Halid, Arap yazınının en güzel öğretici yapıtlarından biri olan (Buch des Krates”(Almanca adı) yazmıştır. Yazım biçimi Hellenistik geleneğe uyar. Ondaki kimya terimleri çoğunlukla Yunanca,bir kaçı da doğu kaynaklıdır.

SİMYA- KİMYA

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: SİMYA- KİMYA

SİMYA- KİMYA

Roma ve Bizans İmparatorluklarında daha sonra da İslam ülkelerinde kimya tekniğinde pek çok ilerleme oldu. “Dört öğe kuramı” ve elementlerin dönüşümüne ilişkin düşünceler, İskenderiye’de ve daha sonra da Arap simyacıları Cabir (Geber), Razi(Rhases) ve İbni Sina (Avicenna) tarafından geliştirilmiştir. Kimya pratiği açısından Arap kimyagerler, daha önceleri keşfedilmiş olan imbiki geliştirmişler ve büyük oranda esans damıtılmasında kullanmışlardır. İslam dini alkolü yasaklamasaydı bu konuda büyük gelişmeler kaydedileceği kuyşkusuzdu. Ortaçağ simyacıları demir sülfatın (vitriol) damıtılmasından sülfürik asit(zaç yağı), demir sülfat ve potasyum nitratın birlikte damıtılmasından nitrik asit (kezzap) ve demir sülfat ile yemek tuzunun (sodyum klorür) damıtılmasından hidroklorik asit( tuzruhu) elde edebilmişlerdir. Ayrıca daha başka anorganik maddelerin elde edilmesini öğrenmişlerdir. Böylece teknik alanda oldukça ilerlenmiş olmasına karşın,maddelerin yapısı konusunda daha çok Aristo ve onun izleyicilerinin görüşleri egemen olmuştur.

İslam dini, cesetlerin kesilip biçilmesini(teşrih) yasakladığından İslam anatomi bilginleri Galenos’u okumak va yaralıları iyileştirmekle yetindiler. Çeşitli çalışmalar sonunda Araplar eski ilaçlara gri anber, kafuru, cıva, mürrüsafi, hıyarşenber ve sinameki’yi eklediler. Şurup ve güllap şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlarca tıp dünyasına sokulmuştur.

İlk Müslüman-İran çömlekçiliği Çin’den örnek alınmıştır. 10. yy’da İran seramikçileri porselen dışında tükürük hokkasından “Kırk Harami”yi içine alacak büyüklükte dev küplere varıncaya dek her türlü çömlek işini yapıyorlardı.

Samara ve Bağdat seramikçileri metal parıltısı veren cilalı fayans yapımının biliyorlardı. Süslemede verniklenmiş sıvanın üstü metal oksitle boyanıyor, sonra seramik eşya, dumanda ikinci kez hafif bir pişirmeye uğratılıyordu.(s:60)

Arap simyasının içeriği, antik çağ simya bilgilerinden kaynaklanır ve Araplar bu eski bilgileri hemen hemen hiç geliştirmemişlerdir. Arap simyasının antik simyaya bağlılığı konusundaki söylenttiye göre,ilk Arap simyacısı Prens Halid ibni Yezid İbni Muaviye (635-704),bu bilgileri Romalı keşiş Maianus’tan almıştır. Söylentiye göre Prens Halid Kudüs’te sessizce ve yalnız yaşayan Marianus’u yanına çağırtarak İskenderiye’de ona bir atölye açmıştır. Marianus orada altın yapma sanatıyla uğraşmış ve altın elde ettikten sonra da ortadan kaybolmuştur. Halid,yıllar sonra Marianus’u bir rahibin ve sadık kölesi Galip’in yardımlarıyla bularak onun öğrencisi olur. Marianus öğretisini Halid’e aktarır Bu sanatın inceliklerini öğrenen Halid şöyle der: “Şimdi artık sabrın Tanrıdan, aceleciliğin de Şeytan’dan geldiğini anlıyorum” Prens Halid, Arap yazınının en güzel öğretici yapıtlarından biri olan (Buch des Krates”(Almanca adı) yazmıştır. Yazım biçimi Hellenistik geleneğe uyar. Ondaki kimya terimleri çoğunlukla Yunanca,bir kaçı da doğu kaynaklıdır.

İslam simyasının önde gelen temsilcileri arasında Cabir ibni Hayyan (720-813) Ebubekir El-Razi ( 860-940), İbni Sina (980-1037) ve İbni Rüşd(1126-1198) sayılabilir...

Cabir İbni Hayyan’a ve İsmailiye Mezhebine atfedilen simya yapıtlarına Cabir Kitapçıkları denmektedir: Bunlardan “Kralın Kitabı”, “Hafifliğin Kitabı”, “Ağırlığın Kitabı”, “Cıvanın Kitabı”, “70'in kitabı”, “ 112'nin kitabı”nda Platoncu ve Aristocu görüşler kimyaya yaklaştırılmış ve düzenlenmiştir. Bunlarda ilk kez “eliksir”, “ruh”, “beden” gibi yeni terimler ortaya atılmış,belirli kimyasal maddelere belirli karakteristik nitelikler verilmiştir. Bu nitelikler element kavramının yanısıra kullanılmış ve kimyasal olayları felsefi kuramlara daha da yaklaştırmıştır. “Ruh” kavramıyla cıva,”beden” kavramıyla da tüm metaller (cıva metal olarak kavramnıyordu) gözönüne alınıyordu. “Eliksir” kavramı gümüşü altına dönüştürme,soylaştırma ve yetkinleştirme gücüne sahip bir çözelti anlamına kullanılıyordu. Onun üretilmesi kimyacıların en yüksek hedefi idi. “Eliksir”, elementlerin (yani ateş, su ,hava ve toprağın) bedenin (yani metallerin) ve ruhun(yani cıvanın) uygun bir biçimde birleştirilmesiyle elde edilebilirdi ve bu durum, biyolojik olaylara benzer bir biçimde erkek ve dişi yaratığın birleşmesi şeklinde ele alınıyordu.

(Z.Tez, K Tarihi s:60-61 )

Page 2: SİMYA- KİMYA

Bilimsel Kimyanın Başlangıcı: Simya’dan Kimya’ya Geçiş

İslam doktorları, ıtriyatçıları ve metalurjistelirinin müsbet bilimlerin genel ilerlemesine en büyük katkıları kimya dalında oldu. Bu çalışmalar Hellenistik Çağ’da İskenderiyede’de yapılmış simya çalışmalarından büyük ölçüde etkilendi.

İslam dünyasında kimyanın gelişmesinde iki grup etkin olmuştur: Simyayı destekleyenler ve ona karşı çıkanlar. Simyaya karşı olanlar çeşitli deneylerle onun yanlışlığını gösteremeye çalıştılar. Beyruni, bunlardan biridir. Simyayı destekleyen ve simya çamlışmaları sırasında kimyanın temellerinin atılmasında etkin rol oyanayan ise Cabir İbn Hayyan’dır.

Jabir Ibn Haiyan, the alchemist Geber of the Middle Ages, is generally known as the father of chemistry.

Yazdıkları risaleler,ilaçlar,tuzlar ve kıymetli madenlerle yapılan işlemlerde gerekli laboratuvar tekniklerine tümüyle vakıf olduklarını gösterir. İlk kimyagerler Araplar değildi;onlar Mısır ve Babil uygarlıklarında derin kökler salmış ve Yunanlılar tarafından hafifçe rasyonelleştirilmiş gelenekler ve pratikler çerçevesinde çalışmalar yaptılar. Ne dereceye kadar olduğunu belirtmek güçse de Hint ve Çinlilerin geniş kimyasal bilgilerinden yararlandıkları bir gerçektir. Kimya, astronomi ve mekanikten

çok daha fazla sayıda madde ve proseslerin denenmesi gerekirliği bakımından ayrılır.Bilim olabilmesi,bunların birleştirilebilmesi,bir bütün olarak idrak edilebilmesi ve bazı genel ilkelerle desteklenebilmesine bağlıdır. İşte Arapların yaptığı ve kimyanın kurucuları olduklarına dair iddiaların haklılığının nedeni budur.

Kimyasal ilerlemenin pratik bir anahtarı olan imbik’in ilkel bir biçimi daha önceden keşfedilmişti;ama Arap kimyagerler bunu çok geliştirdi ve büyük miktarda esans damıtımında kullandılar. Eğer Kuran şarabı yasak etmeseydi Araplar büyük olasılıkla alkolü de damıtacaklardı;ama bu iş Hıristiyanlara bırakıldı. Damıtmanın sadece bir tanesi olduğu ayırma teknikleri kalsik çağların tekniklerinin aksine zanaatsal geleneklenre kendiliklerinden nüfuz edemediler. Bunlar önce en muktedir doktor ve filozoflarca incelendi ve tartışıldı. Bu yüzden kimyasal dönüşümler ilk kez rasyonal bir şekilde kavrandı ;ama yine de görece daha karmaşık olan analizler,mekanik ve astronomideki kadar basit olmadı.

Kimyasal fikirler aslında biyolojik veya sosyolojik bir yöntem olan analoji yoluyla düşünme yönteminden kaynaklandı Kimyanın temelinde metal ve ametlallerin neden olduğu-bugün elektorn fazlalığı veya azlığından ileri geldiğii bildiğimiz-bir ikilik vardır. Bu ikiliği ilk keşfedenlerin tarih önhcesi zamanlarda kırmızı zencifreyi,kanın sihirli bir benzeri olarak onun yerine kullanan ve elementleri kükürt ve cıvaya ayrıştıran Çinliler olduğuna dair kanıtlar vardır. Bunları, genelleştirilmiş erkek dişi ilkeler,totem kökenli Yang ve Yin olarak tanımlayan Taoist mezhebin geliştirdiği bir simya sisteminden muhtemelen ilk önce Hint ve sonradan da Arap simyaları türetildi. Bu, başlarda, bir altın yapma yönetminden çok hayat iksirini hazırlama yöntemi idi.

Araplar bu cıva-kükürt kuramını alıp geliştirdiler. Paraselsus simyasının ve modern kimyanın çekirdeği bu karamdır. İlk belgeler ya yitirilde ya da büyük olasılıkla sahte bir Aristocu doktrin olan ve madenlerin kökenini açıklamad kullanılan “Yeryüzünün kuru ve ıslak solukları” doktrinini kapsamına alındı. Benzer düşünceleri 8. yy’da parladığı ve Arap kimyasının babası olduğu belirtilen Cabir ’ e atfedilir. Ne olursa olsun Arap doktorlarının en büyüğü olan Razi’nin eserleri arasında kimyasal işlemler ve maddelerin geniş bir değerlendirmesinin bulunduğu doğrudur. Gerçekten de kimyanın geleceği soda, şap, demir, sülfat,güherçile ve diğer tuzların ilk kez büyük miktarlarda üretildiği ve özellikle tekstil endüstrisinde kullanılmak üzere bütün dünyaya ihraç edildiği İslam ülkelerinin bölgesel kimya endüstrilerine bağlı kaldı.

(Bernal, Bilim Tarihi, S:198-199 veBilim Tarihi, Doruk y.s: 68-70 )

Arap kimyasında önemli yapıtlardan en eskilerinden biri, Huneyn bin İshak ’ın yazdığı söylenen “Aristo’nun Taşlar Kitabı” dır. Kitabın adında geçen “Aristo”, herşeyi bilen ustaların söylencesel kişiliğini simgelemektedir. “Taşlar Kitabı” en eski Arap mineroloji kitabıdır. Kitapta metallerin eldesi çok ayrıntılı olarak işlenmiştir. 70'i aşkın mineral tüm özellikleriyle betimlenmiştir. Kimi kimyasal maddelerin

Page 3: SİMYA- KİMYA

tedavi amacıyla kullanılabileceği;gümüş, kurşun ve cıvanın kükürtle karardığı;bakırın ve pirinç alaşımının asitli yeyeceklerle bakır çalığı ya da bir tür malahit oluşturarak zehirleme etkisi yaptığı anlatılmaktadır. Yine kitapta manyetik demir taşından söz edilmekte ve Hint Okyanusu’nda dev bir mıknatıs dağının bulunduğu (bu sav, 1001 Gece masalarında da geçmektedir) varsayılmaktadır. Metal demirin ısıtılarak kırmızı demir pası,buna da belirli maddelerin katılmasıyla çelik üretileceği belirtilmektedir. Ayrıca,örneğin kurşun beyazının sirke ile çok yararlı bir ilaç (kurşun asetat) (s:63) vereceği, kurşun oksitin merhem olarak kullanılabileceği,ince levha halindeki, kurşun oksitin ısıtılmasıyla sülüğün elde edilebileceği, cıvanın “zararlı bir gümüş” olduğu, altın dışında tüm metallerin cıva üzerinde yüzdüğü,cıva buharının çok zehirli olduğu,cıva ile kükürtün uzun süre ısıtılınca zinnober verdiği söylenmektedir.

7. ve 11. yy’lara ait olan ve Araplardan esinlenmiş olan birkaç Suriye elyazmasında da ilginç kimyasal olgular yer almaktadır. Örneğin bunlardan odun külü ile çakıltaşından potasyumlu su camının eldesi, ayrıca kurşun oksit ve öteki kimi metal oksitlerden renkli emaye eldesi anlatılmaktadır. Cıvanın yemek tuzuyla ve vitriol ile işlenmesinden kalomel ve süblime oluşmaktadır. Süblime “kolay uçucu olup yinelemeli süblimleştirme ile güzel beyaz kristaller halinde elde edilebilir; bunları o kendisi korkunç zehirli olduğundan bu sırada ağız, burun delikleri ve gözler bal sürülerek korunmalıdır” denmektedir. Süblimenin sudaki çözeltisi çoğu metal ve cevherleri çözecek güce sahip olduğundan “keskin su” ya da “üç kez keskin su” diye adlandırılır.

İslam kimyacıları boraks, potas ve sodayı tanımaktyadı. Metaller içinde cıvanın özel bir yeri vardır. Gizemsel öneminin yanısıra çok lüks bir dünya malıydı. O zamanki prens ve halifeler,kendi gezinti bahçelerindeki cıva dolu havuzlarıyla övünürlerdi. 9. yy’da bir Kahire valisi, kare biçiminde 50 arşınlık (yaklaşık 35 m) böyle bir havuza sahipti ve en büyük eğlencesi, mehtapta bir yatak üzerinde bu cıva havuzunda yüzmekti. Bu tür cıva havuzları sağlıklı değildi,ayrıca da çok pahalıya mal oluyordu.

İslam simya yazınına göz gezdirildiğinde, onların sahip oldukları kimya bilgilerindeki kesinliğe insan şaşırıp kalmaktadır. Örneğin Arap simya bilgilerinden öğrendiğimize göre çelik,dövme demire göre daha az saf demir olmalıdır. Ebu’l Fadıl ( 1175'ler) 3000 kimyasal madde tanıdığını öne sürmektedir. El Hazeni (1130'lar) çok kesin bir biçimde pek çok maddenin özgül ağırlıklarını belirlemiş ve bunlardan hareketle verilen karışımların bileşimini saptamıştır.

Suriye el yazmalarında ayrıca güherçile, kükürt ve kömürden top barutu (karabarut) eldesine ilişkin bigiler de yer almaktadır. Araplar bu barutu yangın oklarında ve havai fişeklerde kullanmışlardır.

  

Güçlü bir şiir ve hitabet dili böylece bilimin ve uygarlığın uluslararası diline dönüştürülmüş oldu.

İslamiyetin doğuşuyla bilimin yükselişi arasındaki koşutluk, genellikle sağlık, ticaret ve din gibi pratik gereksinim ve kaygıların dayatmasıyla bir toplumu açıkça harekete geçiren temel bir uyarıcıdan kaynaklanmaştır. Pratik kaygılar, bilimlerin gelişmesi gibi konularda her zaman yönlendirici olmuştur. Örneğin ticari hesaplamalar ya da mali işlemler için matemtiğe gereksinim duyulmuş ve bu bilim ticari yaşamın gündelik işlerinde kullanılmış; standart ağırlık ve uzunluk ölçüleri ise uluslararası ticaret için gerekmiştir. Deniz ve kara seyahatlerinin sağlıklı yapılabilmesi, kervanların belirli zamanda belirli konaklama noktalarına varabilmeleri için gökyüzünün düzeni, yıldızların uzaklıkları ve birbirlerine göre devinimlerinin gözlenmesi ölçüylüp takvimlerin ve gök haritalarının yapılması yine matmatiği gerekil kılmıştır. Farklı coğrafyalardaki çok kültürlü bir inanç toplululuğunun namaz, ezan zamanlarını ve ramazan dönemini saptamak için, İslam toprakları üzerindeki (Dar-ül İslam) her şehirden Mekke yönünü isabetli biçimde bulmak için astronomiden yararlanan teolojik bir takvime gereksinim duyulmuştur. Örnekle Bağdat matematik okulu. ticari aritmetik ve geometrik şekillerin hesabıyla; yaklaştırılla hesap ve çizim, tirgonometri ve cebirle ilgilendi; bu okulun, özerk bir bilim dalı haline getirdiği cebire katkısı büyüktür.

MOHAMMAD BIN MUSA AL-KHAWARIZMI ( Died 840 A. D.) 

Page 4: SİMYA- KİMYA

Abu Abdullah Mohammad Ibn Musa al-Khawarizmi was born at Khawarizm ( Kheva), south of Aral sea.

El-Harezmi

Bağdat matematik okulunun en büyük ilk bilgini, 9. yy’ın başında yaşamış olan El- Harezmi’dir. Arapça özgün adı Kitabu hisab il- aded il hindi (veya Kitabü’l muhtasar fi’l-Hisabi’l -Hindi) olan yapıtı günümüze ulaşmamıştır; Brahmagupta’nın metinlerinden

esinlenen bu kitabın Latince adı ise “De numero Indorum” dur. Yapıt ondalık sistemin ilk açıklamasını içerir ve sıfırın tüm ayırt edici özelliklerini taşıyan küçük bir çemberden yararlanır. Bu temel eser, doğrusal ve ikilenik denklemlerin pozitif köklerinin nasıl bulunacağını öğretir. Kitapta hiçbir simge kullanılmamış ve sayılar bile yazıyla gösterilmiştir. El- Harezmi’nin ilk tilmizi Mısırlı Ebu Kamil Şuca onun orandışı sayılar konusundaki sessizliğini bozarak yeni doğmuş bu cebri geliştirdi; orandışı sayıları, aritmetiğin başlı başına ele alınması gereken nesneleri olarak kabul etti.

Asıl adı Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el- Harezmi olan ve milliyeti hakkında tam bir bilgiye sahip olmadığımız bu bilim adamı (730-850) Batı’da Al-Khwarizmi, Augrisme, Augrim gibi değişik adlarla tanınmıştır. Abbasi halifesi Memun zamanında Bağdat’ta ünlenen ve halifenin kitaplığından sorumlu olan Harezmi, Afganistan yoluyla Hindistan(a giderek Hint matemtağini öğrenmiştir. Hint matemtağiyle ilgili yapıtının özgün Arapçası ele geçmemiştir; bu konudaki çalışmaları “Algoritmi de numero Indorum” (Harezmi’nin Hint Numaralama Sistemi Üzerine Yapıtı) adlı Latince çevirisinden ve gene Arapçası bilinmeyen “Liber alghorismi de practica arismetrice” adlı Latince şerhinden bilinmektedir. Logaritma terimi de Latince çeviride Harezmi’nin “Algoritmi” biçiminde yer alan adından türemiştir.

16. yy’ın ünlü matematikçisi Gerolamo Cardona’nun dünyanın en büyük 12 düşünürü arasında saydığı Harezmi’nin en önemli yapıtı olan Hisabü’l-Cebr ve’l-Mukabele (y. 825; Cebir Ve Karşılaştırma Hesabı ), 12. yy’da Latinceye çevrilinceye değin Batı’da özgün adıyla anıldı ve “algebra “ terimine kaynaklık etti. Doğu’da ve Batı’da yazılmış ik cebir kitabı sayılan yapıt cebiri geometriden bağımsız ele alması açısından önemlidir. Babil matematik geleneğinden başlayarak Hellenistik, İbrani ve Hint metinlerine dayanan yapıttı, doğrusal ve iki bilinmeyenli denklemlerin aritmekit çözümüne, Eukleidesçi geometriye ve mirasın belli oranlara göre dağıtılması problemlerinin çözümüne ilişkin kurallar belirtilmiştir. Kitabın kolay kullanılabilir olması da günümüze ulaşmasına katkıda bulunmuştur. İskenderiyeli bilgin Diophantos’un matmetağini ayrıntılı olarak inceleyen ve ikinci derecen cebirsel denklemlerin çözümün veren Harezmi’nin ilk kez bu yapıtta kullandığı cebr (Arapça’da kırık kemiği yerine yerleştirme) sözcüğü Latince’ye algebra biçiminde yerleşerek bu yeni matematik dalının evrensel adı olmuştur. Bazı kaynaklar, bu bilim dalının Babilliler ve İbranilerce kurulduğunu, cebr’ sözcüğünün de Asurca gabru’dan geldiğini ileri sürerse de bu ulusların kullandığı cebir, geometriye bağlı, Eukleides ve Diaphantos eliyle geliştirilmiş eski ve geleneksel bir yöntemdir. Oysa Harezmi’nin cebiri geometriden bağımsızdır, yeni bir yönteme dayanır.

İslam dünyasında hazırlanmış ilk gök cetvellerini (ziç) içeren ve uzun bir giriş bölümünde astronomiye ilişkin kuramsal bilgiler veren yapıtında da ( Fi-Ziç) Harezmi, Hint kaynaklı bilgilerden ve Ptolemaios’un Almagest’inden yararlanmıştır. Bathlı Adelard’ın 1126'da Latince'ye çevirdiği, Madritli Meslem el-Macriti’nin genişletip yeniden yazdığı bu yapıtın en büyük özelliğini trigonomotri cetvellerini de kapsamasıdır. Ayrıca Harezmi, Halife Memun’un yeryüzü ve gökyüzü haritalarını içeren bir atlas hazırlamakla görevlendirdiği araştırma kurulunun da üyesiydi. Bu atlasa eklediği Kitaba Suretü’l-Arz (Dünyanın Yüzü) ve “Kitabı Resmü’l-ruhu’l-ma’mur” adlı yazılarda Ptolemaios’un coğrafyasındaki yanlışları düzelterek kişisel görüşlerini eklemiştir. Bunun yanında usturlabın ve başka gözlem araçalarının yapımına ve kullanımına ilişkin bilgi veren bir yapıt da yazmıştır: Usturlaba İlişkin Deney Kitabı (Kitabü’l-Amel bi’l Usturlab ).

İslamın bilime katkısının yalnızca dinsel ve ticari kaygılarla olmadığını burada vurgulamamız gerekiyor. İnsanoğlunun doğuşuyla birlikte getirdiği doğaya yönelik soru sorma, anlama merakı, bilgiye ulaşma isteği ve bilimsel tecessüs onu ister istemez araştırmaya, olgular arasındaki ilişkileri betimlemeye yöneltmiş; böylece bilim dediğimiz sistemli ve nedensel ilişkileri ortaya koyan disiplin büyük bir hızla gelişmiştir. Ancak İslamda bir metedolojiden ve bilgi kuramından henüz söz edemiyoruz. Epistemolojik çalışmalar sistematiği için henüz vakit erken görünüyor. Yine bu cümleden olarak 10. ve 11. yüzyıllarda yazılan Arapça yapıtlarda, Diaphantos’un, Kusta bin Luka tarafından

Page 5: SİMYA- KİMYA

Kitba fi hisab it-telaki ala cihet il cebri ve’l-mukabbele adıyla Arapça’ya çevrilen Arithmetika adlı kitabının etkisiyle, aritmetik ile cebir, birbirlerini zenginleştirdiler. Örneğin, sayısal algoritmalar tek bilinmeyenli ifadelere aktarıldı, cebir yöntemleri sayılara uygulanarak ondalık kesirler kuramı yaratılmış oldu.(s:24)

  El-Kereci, bir inceleme kitabında cebirin hedefinin, bilinmeyen büyüklükleri bilenenlerle saptamak ileri sürdü ve bu bilim dalı, kesin bir biçimde, bilinmeyenin aritmetiği olarak tanımlandı.Es-Semev’el ise icat ettiği bir tablo sistemyle polinomları katsayılarına göre gösterdi. Bu sistemle, kare köklerin kökünü almak da içinde olmak üzere, tüm cebirsel işlemleri gerçekleştirmek olanaklı hale geldi. El-Kereci’nin matematik okulunda, denklemlerin incelenmesi, ikinci dereceden denklemlerin çerçevesi dışına çıkamadı.(s:25)

Geometri ve cebirin buluştuğu kavşakta yer alan yöntemler sayesinde İbnülheysem (Kahire, 10. yy), Hayyam ve Et-Tusi (İran, 12.yy sonu) kübik denklemlerin çözümlerini bulmayı başardılar. Ömer Hayyam kübik denklemlerini sınıfladı ve iki koniğin arakesitini kullanarak her tür için, köklerin pozitif bir çizimini gösterdi.Et-Tusi oldukça sistemli bir biçimde, pozitif köklerin varolma koşullarını tartıştı ve bu çalışmaları onu, eğrilerin özellklerini incelemeye yöneltti. Ayrıca daha önce bulunmuş olan kuramsal ve teknik yolların tümünden yararlanarak bir sayısal çözüm yöntemi ortaya koydu. El-Kaşi (Semerkand, 15. yy) bu yöntemlerin büyük bir çoğunluğunu, çeşitli alanlarda duyulan pratik gereksinimleri karşılamak amacıyla “Miftah ül-hisab ” adlı kitabında bir araya getirdi ve yapıtında özellikle ondalık kesirlere ilişkin ilk kuramı açıkladı.

İslam geometri araştırmaları, Yunan geometrisi tarafından belirlenen alanla sınırlı kaldı.Yunanlıların bulduğu tüketme yönteminden yararlanan, alan ve hacim hesabı yöntemleri geliştirildi. Bağdat’ta bütün saygınlığı olan Beni Musa Kardeşler’ in izleyicisi ve Arkhimedes, Eukleides ve Apollonios’un çevirmen-yorumcusu olan Sabit bin Kurra (9. yy), bir parabol parçasının alanını, parabolün içine çizdiği yamukların alanını toplayarak hesapladı ve parabol parçalarının dönmesinden doğan dönel cisimlerin hacimlerini belirledi. Yer ölçümü ve mimarlığın gereksinimleri, kimi kez, Yunanlıların bulduğu çizim yöntemlerinin yalınlaştırılmasını zorunlu kıldı. Ebülvefa, temel çözümleri, bir cetvel ve açıklığı değişmeyen bir pergelle gerçekleştirdi. Geometriciler yaklaşık çizim yöntemlerinde büyük bir ustalık kazandılar. Bir çemberden ve bir cetvelden yararlanarak, bir açıyı üç eşit parçaya böldüler: belli iki büyüklük arasındaki orantılı ortalamaları saptamak için sürgülü cetvellerden oluşan bir alet tasarladılar.

  Cevheri (9.yy başı)'den Es- Semerkandi ’ye (12.yy’ın ikinci yarısı) kadar İslam matematikçileri paraleller kuramıyla çok yakından ilgilendiler. Sabit bin Kurra, İbnülheysem, Ömer Hayyam ve Et-Tusi, Eukleides’in 5. postülatıyla dörtgenin ve dolaysıyla üçgenin açılarının toplamı arasındaki bağı buldular. Ömer Hayyam, dörtgeni iki ucuna eşit dikmeler inilmiş belli bir doğru parçası olarak ele aldı ve dörtgenin üst açıları için üç varsayım ortaya koydu: dar açılar, dik açılar ve geniş açılar. Birinci ve ikinci varsayım, 19. yy’da Gauss-Bolyai-Lobaçevski ’nin ve Riemann’ın öklitçi olmayan geometrilerinin çizimine yol açtı.

İslamda trigonometri, astronomiye bağlı olarak gelişti. Kesin ölçümler yapma kaygısı, tam bir kesinlik taşıyan tirgonometri tablolarının düzenlenmesiyle sonuçlandı. Et-Tusi, “Kitabu şekl’el- katta ” adlı kitabında, düzlemsel ve küresel trigonomterinin, gökbilimden bağımsız sistemli bir açıklamasını yaptı. İslamda deneysel yöntem, özellikle mekanikte ve daha sonra astronomide kullanılmaya başlandı. Aletlerin yapımı (usturlaplar, kadranlar..) yetkinleşti ve çok sayıda inceleme kitabının konusu oldu. Bağdat ve Şam gözlemevlerinde El- Bettani, ılım (ekinoks) noktalarının kesinliğini; Ebülvefa ise Ay’ın değişimini inceledi. El-Sufi, yıldız katalogları hazırladı. Optikte, İbnülheysem, geometriyle fiziği kaynaştırarak “Kitab-ül ün-Neza’ir”i yazdı; bu eser Batıyı derinden etkilemiştir. Hastanelerde ise deneysel yöntemlere ağırlık veren bir tıp anlaşyışı gelişmeye başladı.15.yy’da Uluğ Bey, Semerkand’da, ileri düzeyde öğrenciler iiçin bir okul açtı ve bir gözlemevi kurdu. İslam bilimi son yapıtlarını bu okulda verdi; çünkü müslüman imparatorluğun bütünlüğü bozulmuştu ve 13. yy’dan itibaren bilimsel araştırma olanakları giderek yok olmuştu.Ortaçağ Hıristiyan Batı dünyasının İslam mirasını ve bu yolla Yunan mirasını özümlemesi için birkaç yüzyılın geçmesi gerekecekti.

(Nejat Bozkurt, Bilimler Tarihi ve F elsefesi, s: 22-26 )

Page 6: SİMYA- KİMYA

Din Uluları / Tarikat Kurucuları

12. yy, tarikatlara şekil ve renk veren insanların ortaya çıktığı yy’dı. “En büyük tarikat, sonraları Piri Piran diye adlandırılan Bağdat’lı Seyyid Abdülkadir-El-Geylani (1077-1168),uluların ulusu tarafından kuruldu. Bu tarikata Kadiriye veya Silsilei Kadiriye denir. Suhreverdi, Mevlevi, Bektaşi ve Nakşibendi gibi diğer tarikatlar da vardı. Bütün bu tariktalar Allah’a bağlılığı,Pir’e inanmayı,kurtuluşu inanmada bulmayı,hakikati sevgisini, dünya endişelireniden uzaklaştırmayı,tefekkür,istiğrak ve doğru hareketi telkin ediyorlardı. Bu tarikatlar halkın inancını sağlamlaştrmaya çok yardım ediyorlar,öteki dünyaya önem veriyor göründükleri halde,gerçekte bu devirlerde Müslüman ahlakının yükselmesin yardım ediyorlardı.”.

(S.F. Mahmud, İ. Tarihi, S: 157-158)

Dağların Şeyhi :Hasan ibn Saba Olayı (Haşhaşiler)

Yeni İsmailiye mezhebini kurmuş olan bu adam, Nizam-ül Mülk’ün ve Ömer Hayyam’ın sınıf arkadaşıydı. Elburz Dağlarına çekildi ve Elamut kalesi denen zaptedilmez bir kale yaptırdı. Kendilerine “Dağların Hakimi “(Şeyh-ül Cebel) adını verdi. Burada kendisine mutlak itaat eden müritlerinden oluşan bir mezhep kurdu ve çevrelerine dehşet saçtı. Bu mezhebe yeni girenlere Elamut kalesinin bir kısmı olan güzel bahçelerde ve saraylarda cennetten bir ön zevk denebilecek şeyler tattırırdı. Sonunda Nizam-ül Mülk, Elamut’a karşı bir sefer düzenledi; ama kaleyi o da alamadı, üstelik Şeyh Hasan’ın emri ile bu büyük adam öldürüldü.(S.F. Mahmut, İT s: 152)

Selahaddin Eyyubi’nin başarıları, Mısır, Hicaz, Yemen ve Suriye Sultanı olarak egemenlik kurması Hıristiyan dünyasında büyük bir etki yaptı. Kendileriyle çarpışacak yeni bir kuvvet türemişti; başlarındaki adımın elinde de büyük bir ordu vardı.Ondan kurtulmak için çare aradılar. İçlerinden biri Haşhaşınleri önerdi. Selahaddin’e bir suikast düzenlenebilirdi. Bir miktar para verilse “Şeyh-ül Cebel” gerisini tamamlardı. Verdikleri para karşılığında iki Haşşaşin yola çıktı. Selahaddin suikasttan yara almadan kurtuldu, Haşşaşinler de yakalandılar. Sultan son derece kızdı, “Şeyh-ül Cebel” e bir ders vermeye ant içti “Şeyh-ül Cebel” olan Raşidüddin Sinan’ın üstüne yürüyüp kalesini sardı, Sinan barış istedi. Selahaddin bir daha kendisine el kaldırmaması koşuluyla barışı kabul etti. Sinan da bunu kabul etti ve sözün de de durdu.’

(İT, S. Mahmut s: 170-171)

1238 yılında Avrupa’ya, Moğollar hakkında hiç beklenmedik bir kaynaktan haber aldı.

Tarihçi Matthew şunları anlatmaktaydı:

“ Sarasenler (Müslüman Araplar) tarafından, Dağın İhtiyar Adamı adına Fransa Kralına özel elçiler gönderildi. Kuzey dağlarından gelen canavar ruhlu, insanlık dışı bir ırkın doğunun geniş, bereketli topraklarına el koyduklarını bildirdi. Bu elçiler onların (Volga ile Ural Dağları arasındaki) Asıl Macaristan’ı da insanlardan temizlediklerini, ve korku verici casuslarla birlikte, tehdit mektupları yolladıklarını söylemişlerdi. Liderleri olan kişi, Tanrı’nın elçisi olduğunu ilan etmiş ve kendisine karşı gelenleri bastırmak için görevlendirildiğini anlatmıştı...Tüm Doğu halkı adına Fransız Kralına gelen bu güçlü ve soylu Sarasen elçi, olanları anlatarak, Tatarların gazabından kurtulmak için Batı uluslarının yardımını istedi. Ayrıca İngiltere Kralına (3. Henry) da aynı olayları anlatmak ve eğer kendilerini bu insanların saldırılarına karşı koruyamazlarsa, Batı ülkelerinin harabeye çevrilmesini başka hiç kimsenini önleyemeyeceğini söylemek üzere kendi kuryesini gönderdi.”

“Dağın İhtiyar Adamı”, merkezi İran’ın kuzeyine olan ve bir kolu da Suriye’de bulunan ve Şii mezhebinin bir kolu niteliğinde olan İsmailiye ya da Haşşaşaiye tarikatın kurucusu Hasan Sabbah idi. Uzun süredir hem Sünni Müslümanlara hem de Haçlılara karşı savaşıyorlardı. Birdenbire Batı’ya gelip yardım istemelerinin nedeni ise, Çormagn komutasındaki Moğol ordusunun Celaleddn’i kovalamak ve İran topraklarıyla Kafkas yöresini yeniden ele geçirmek üzere ortaya çıkmış olmasıydı. Sapkın olarak görüldükleri için diğer Müslümanlardan yardım beklemiyorlardı. Başka bir Moğol ordusunun kuzeydeki Hıristiyan ülkelerine saldırdığını duyunca, Doğu’dan gelen bu tehlikeye karşı Batı güçlerinin kendilerine destek vereceğine olanca saflıklarıyla inanmışlardı.

Page 7: SİMYA- KİMYA

Bu kez daha Avrupa’nın eline, yükselmekte olan Doğulu güç hakkında doğru bilgiler alma fırsat geçti; ne var ki ‘Sarasenler’in yaklaşımı horgörüyle karşılandı. Winchester Piskoposu Peter des Roches, dünyanın iki kampa ayrılacağını tahmin ederek, şu yanıtı vermişti: “Bırakalım bu köpekler birbirini yesin. Belki böylece silinip giderler ve Mesih’in düşmanları üzerine yürüdüğümüzde geri kalanlarını öldürüp dünyayı temizleriz. Sonunda tüm dünya bir tek Katolik Kilise’sine bağlanır; bir tek çoban ve bir tek sürü olur.”

Fakat Avrupa’nın tümü, gelen katliam haberleri karşısında kayıtsız kalmış değildi. Moğol istilası ile ilgili olarak Matthew Paris'in de kaydettiği en büyüleyici olay Yarmouth’taki ringa balığı endüstrisinin kaderiydi. Moğollar 1237-1238 kışı boyunca Novgorod’a doğru yaklaştıkça, yaptıkları kıyımın haberleri kuzey Avrupa’daki bir dizi balıkçı toplululuğuna ulaştı... Anlaşılan kuzey Avrupa’nın sıradan insanları, Rus prensliklerinden yeterince uyarı almışlardı.

( Doğudan Yükselen Güç Moğollar, s: 73-74)

Kubilay’ın kardeşlerinden Hülagu, Önasya’nın fethi ile uğraşmıştır. Fanatik bir müslüman tarikatına ait ve yüzyıllarca her türlü fetih girişimine karşı direnen Haşhaşiler, Alamut(Elamut) kalesini aldıktan sonra, 1258'de Bağdat düştü. Setlerin tahrip edilmesiyle çevredike araziler sel felaketine uğradı ve şehir kısa sürede kan gölüne döndü. Beşyüzyıllık Abbasiler Devletinin son temsilcisi bir halıya sarıldı ve tekmeler altında can verdi. Sonra Suriye ve Yukarı Mezopotamya’nın fethi başladı.”

(Tarih ve Toplum, 25. cilt s: 124)

  Eşarilik

Mutezileden Ebu Ali Cübbai’nin hocasına karşı yaptığı itirazlar üzerine açılan çığır Ebu Hasan Eşari ile birlikte Eşari doktirini şeklini aldı. Eşarilik, kısa zamanda kelam sisteminin yerine geçti. Ve Abbasilerin üçüncü yüzyılından itibaren İslam dünyasına egemen olmaya başladı. Eşariliğin bu yayılması sonunda felsefe ve tasavvufa da yalıdı ve soklastik devrin şiddetli taassubuna yol açtı. Filozofların mahkum edilmesi,kütüphanelerin yakılması, ilim hareketlerinin durdurulması bu tutuculuk hareketinin sonucunuda oluşmuştur. Bundan dolayı Eşariliğin şiddetli imancılığını asıl büyük İslam uygarlığının ortadan çekilerek skolastik ve kapaliı İslam medeniyetine yerinin bırakmasının başlangı diye göstermek yerinde olur.

Eşariliğin şiddetli imancılığına karşı Orta Asya’dan yeniden felsefe ve akılla imanı uzlaştırmaya çalışan Matüridilik doğdu. Bu akım Ebu Mansur Matüridi tarafından açıldı. Semerkand’da yaşamış ve orada ölmüş olan Matüridi, Ebu Bekir Cüzcani’den ders görmüştü. Bu akım içerisinde Muineddin Nesefi, Burhaneddin Nesefi, Necmeddin Ömer Nesefi ,Ebül-Berekat Nesefi gibi büyük kelacılar yetişti. Görülüyor ki Matüridilik, esas itibarıyla,Orta Asyalı bir türk akımı idi.

Ebu Hasan Eşari’yi izleyenlerden Ebu Hasan Bahili, İbni Fevrek, Ebu İshak Esferaini(s:445), Abdullah hani,İmam Bakillani en ünlüleri idi. Eşarilerin tartışmaları,eleştirileri, saldırıları çoğu kere felsefi kuşkuculuk üzerine dayanıyordu; duyuların, aklın gerçeğe ulaşmak içindeki yetmezliğini göstermeye çalışıyorylardı. Bunun için Yunan felsefesinden yararlanmakla birlikte birçok noktalarda onu aşşıyar ve yeni kanıtlar getiriyorlardı. Eşrilerin bu dönemdeki imancılıkları kaba bir ortak bilgi değildi. tartışma ve kanıtlarının kuvveti sayesinde bir süre sonra eski Mücessime, Müşebbihe, Sıfatiyye, Kaderiyye,Cebriyye,Mutezile akımlarından eser kalmadı. Ehli sünnet doktrinini kuvvetlendiren bu hareket sonunda teokratik devletin mutlak egemenliğine hizmet eden bir fikir akımı, adeta resmi ve belirli hizmet gören bir hareket halini aldığı zaman artık ilk zamanlardaki heyecanını,fikri canlılığını kaybederek yalnızca taassup aracı haline gelmiştir.

Ebu Hasan’ın yolunda ilerleyen en büyük Eşari kelamcısı Ebu Bekir Bakillani’dir. Bu kişiden itibaren kelam daha felsefi bir karakter aldı. mantık ve felsefeyi kendine zaman zaman delil bulmak veya reddetmek için kullandı. Onun mesleğini devam ettiren de İmam -el Haremeyn ve Ebül-Maali Cüveyni ’dir. Eşarilerbir süre devletin hücumuna uğdaktan,nefyedildikten sonra nihayet Selçuk hükmdarı Melik Şah’ın egemenliği sırasında vezir Nizam-el-Mülk sayesinde yeniden itibar kazandılar. En büyük Eşari filozofu olan Gazali, bu kişinin kurduğu Nizamiye Medresesi’nin başına getirildi. Gazali, geniş bilgisi sayesinde kelamın ilimler karşısındaki konumun belirlediği gibi akılcı filozoflara şiddetle

Page 8: SİMYA- KİMYA

hücum etti.b batıda yayılacak olan kelacı iradecilik akımını başlattı. Fakat bunlardan başka ilk kez kelamın tasavvufa doğru dönmesini ve ilahi hakikate ulaşmak için son menzil olarak tasavvufa yer verilmesini sağladı. bu suretle o zamana kadar tasavvufla kelamın çoğu kere araları açık olduğu halde, Gazali’den itibaren bu açıklık kaybolmaya başladı.

Gazali’den sonra, kelam, yeniden felsfeyle birleşmeye çalıştı. Fıkıhçı (fakih), kelamcı, vaiz ve usülcü olan Ebül-Vefa bin Ukayl, Eşariliğin tartışma konularını sistemleştirmeye çalıştı. İmanı, felsefe ve akılla uzlaştırmaya çalışanlar (Maturidiler) den Ömer Nesefi, felsefi önemi olan eserlar verdi. Şehristani, kelam tahini düzenledi. Bütün İslam mezheplerini inceleyen Milel ve’l-Nihal’i ile ün kazandı. Fakat bunlar arasında en önemlisi Fahreddin Razi idi. Eşari kelamı, onunla birlikte yeniden felsefeye dönmüş;mantık,metafizik ve ahlaka dayanan sistematek bir bilgi durumuna gelmiştir. Fahreddin razi, mutasavvıflara saldırıyordu. Nevmeddin Kübra ve Bahaeddin Veled (Mevlana’nın babası) ile araları açıktı. Hatta bu mücadelede öylesine ileri gitti ki bu kişinin memleketten sürülmesini sağladı. Razi çok bilgi bir adamdı: Kelamı ilgilendiren İslami ilimlerden başka,felsefenin bütün konularıyla, tabiatla, hatta gaybi ilimlerle uğraşıyordu Bu konudu Es-Sır-el-mektum adlı bir eser yazmıştır. kelamda en önemli eseri Muhassal dı. Ayrıca Kitab-el-erbain fi usul-ed-din’ i, Mülahhas ’ı, Cami- el-ulum’u da önemlidir.

Razi’den sonra en büyük kelamcı, Seyfeddin Amidi’dir. Bu zat panteizm karşı kelamı savundu. Felsefi kelama daha bir önem verdi. Kelamın ana sorunlarında artık eski Eşariler gibi düşünüyordu. Bu hazırlıkların Seyyid Şerif üzerine büyük etkisi olmuştur. Seyfeddin’in en önemli eserleri Ebkar-el-efkar ile Rumuz -el künüz’dur;Onu izleyen Nasir Tusi, büyük bir alim(s: 446) ve filozof olduğu kadar kuvvetli bir kelamcı idi.Tusi, Meraga’da İlhanlıların kurdukları rasathaneda heyetle, matematikle uğgraştığı gibi,felsefeye,ahalka ilişkin de önemle eserler telif etmiştir. Kınalızade Ali Efendi ’nin kısmen tecüme ve kısmen başka düşüürlerin görüşleriyle karıştırdıı Ahlak adlı eserin sahibidir. Ahlak-ı Nasıri İslam dünyasında ilk sistematik ahlak kitabıdır. Sadrettin Konevi ile panteizm ve doğa felsefesi ile ilgili olarak “muhabere" şeklinde esaslı tartışmalar yaptı.Kelama ilişkin en önemli eseri Tecrid ’dir. Kelam tarihine klasik olan bu kitap sonradan pek çok kişi tarafından şerhe edilmiş, yakın zamanlara kadar Osmanlı medreselerindde okutulan belli başlı kitaplardan biri idi. Razi’nin Muhassal ’ına bir özet yazdı. İbn Sina’nın İşarat ’ını şerh etti.

Moğol İstilasının Düşünce ve Bilim Hayatına  Etkisi

Moğol istilasından sonra genel felsefe ve kelam hareketi bir süre durgunluğa girdi. Fakat Anadolu selçukluları ve İlhanlılar zamanında düşün hayatı yeniden canlandı. Bu dönemde yetişen kelamcı ve tefsircilerin en ünlüsü Kadı Beyzavi’dir. Beyzavi’nin büyük tefsirinden başka Tavali adlı kelama ilişkin eseri İslam dünyasında çok yayılmıştır. Anadolu Selçukluları zamanında Sıraceddin Ürmevi Mevlana ile aynı zamanda Konya’da yaşamış olup Matali’el-envar adlı yarısı mantığa yarısı da kelama ait olan eseriyle tanınmıştır. Bu eser sonradan bir çok kere şerh edildi.

Bu felsefi kelam hareketlerinin karşısında (ki en büyük kısım Orta Asya, İran ve Anadolu’daki Türk ve Fars alimleridir) Suriye’de bir Arap hareketi başladı. Felsefi şerhlere başvurmadan kelamın ana meselelerinde doğrudan doğruya ilrk zamanın bakir fikirlerine dönmek istediği için bu harekete Selefiye denir.Selefiye hareketinin başında Arap kelamcısı İbn Teymiye’yi görüyoruz. Bu kişi Kuran’dan ve Peygamber zamanından ayrılan bütün felsefi kelam hareketlerini yanlış yola sapmış saymaktadır. Eserlerinden büyük bir kısmını onların eleştirisine ayırmış,bununla birlikte yine mantıktan ve felsefeden alınmış kuvvetli delillerle onların çelişkilerini göstermek suretiyle saf bir imana dönme çarelerini araştırmıştır. Eserlerinin en önemlileri Seb’iniye ,Tis’iniye , Minhacüs-sünne çeşitli akımlara karşı reddiyelerdir. İbn Teymiye’nin yolundan giden kelamcılar Selefiye diye tanınırlar. Bunlardan en ünlüsü Şemseddin Zehebi ’dir. Bu kişinin Tehzib adlı eseri ile Beyhaki ’nin Sünen ’i ve İbn Cevzi ’nin Tenkih ’i bu yolda yazılmış önemli kitaplardır. Aynı yolda yetişen diğer bir büyük kelamcı da İbn Kıyem-el-Cezvi ’dir. Bir çok eseri arasında en ünlüsü Zad-el-mead ’dır. İmameddin İbn Kesir-ed-Dimişki çok tanınmış bir müverrih,müfessir ve hadisçi olduğu kadar büyük bir kelamcıdır. Selefiye yolundaki araştırmalarını özellikle El-Bidaye ve’n-nihaye adlı eserinde toplamıştır. Selefiyenin faydası felsefeci kelamcılar arasına giren görüş ayrılıklarına son vermekti. Fakat bu akımın kuvvetlenmesi hür düşünce ve felsefi araştırmayı durdurduğu için bir bakımdan da zararlı olmuştur.

Bununla birlikte felsefi kelam hareketi yeniden canlanmakta gecikmedi. Bunların başında Kudbeddin Şirazi gelir. Bu kişi ilk olarak Şiraz hastanesinde çalışarak başladı. Nasireddin Tusi ’den yararlandı. İbn Sina’nın İşarat’ını okudu. İşarat’ı şerh etti. Kelamla felsefeyi yeniden uzlaştırmaya çalıştı. Bu kişinin

Page 9: SİMYA- KİMYA

temel hizmetlerinden biri de Sadr-üş-şeria unvanıyla İslam dünyasında tanınmış olan Übeydullah bin mesud'u yetiştirmesidir. Bu kişinin kelama ait en önemli eseri Tadil-el kelam’dır. Bu sıralarda İbn Teymiye yolunda devam eden kelamkcılardan biri (1275) Şemseddin İsfahani’dir ki birçok eseri arasında Beyzavi’nin Tavali şerhi ünlüdür.(s:447)

Bundan sonra Kadı Adudeddin-el-İci yetişti ve kelam tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Mevakıf ’ ı yazdı. Fakat asıl eserin ününü sağlayan ve felsefi genişliğini veren Seyyid Şerif Cürcani ’nin şerhi oldu. Bu kitapta ondan bazı parçaları verdik. Mevakıf daha önce pek çok alim tarafından şerh edilmiştir. Bunlar arasında Kermani Hasan Çelebi, Kınalızade, İbn Kemal, Alaeddin Tusi vs’nin şerhleri vardır. Bu yüzyılın büyük kelamcıları arasında bir de Kutbeddin Razi ’nin adını anmalıyız. Sıraceddin Ürmevi’nin Metali’ i hakkında bir şerh yazdığı gibi kendisi de yeni bazı eserler yazdı. Bu devirde telif eserlerden daha çok şerhlere,haşiyelere talikat rastlıyoruz. Bunun nedeni yalnız eskilerin alışamayacağı ve onlara bir şey katılamayacağı hakkındaki düşünce değildir. Çünkü bazı şerhler asıl eserlerden çok fazla ün kazandığı gibi, oradaki bir çok düşünceyi de eleştirmiştir. Bu, daha çok kuvvetle yerleşmiş olan medrese geleneğein bozmamak ve öğretim (tedris?) hayatının özünü oluşturan bazı kitaplanr ve onların programları için yeni i vermek icçindir. Elbette aynı eser hakkında pek çor şerh içerisinde ancak düşünürün gücü ölçüsünde bazılarını önemi vardı.

Timurlenk devrinde Orta Asya’da fikir hayatında yeni bir canlılık görüyoruz. Bunlar arasında özellikle üzerinde durulması gerekin iki büyük kelamcı vardır: Sadeddin Teftazani ve Seyyid Şerif Cürcani . Teftazani’nın kelama ilişkin öen önemli eseri Makasıd ’ dır; yine kendisi tarafından şerh edilmiştir. Bu eser ayrıca Ali el-Kari, Sinoplu İlyas, Şeyh M. İci tarafından da şerh edildi. Ayrıca tetazani ötekinden daha az değerli olmamak üzere Nesefi ’nin Akaid ’ini şerh etti.

Düşünce tarihimizde Seyyid Şerif diye tanınan Seyyid Sünd-el Cürcani, kelamda olduğu kadar felsefe ve mantıkta da derin bilgisi ve yeni görüşleriyle devrinde göze çarpmaya başlamıştı. Zamanının büyük kelamcıları ve filozoflarıyla olduğu kadar doğa ve matematik bilgeleriyle de derin tartışmalara girmekteydi.En büyük eseri kuşkusuz Mevakıf şerhi’dir. Bu kitap: 1) Mukaddemat 2) Umumi prensipler 3) Arazlar 4) Cevherler 5) İlahiyat 6)Sem’iyyat olmak üzere altı kısımdan oluşur. Yazar, bunlardan herbirine durak diyor ve bu durakları da gözlem yeri diye bölümlere ayırıyordu. Eserin baştan dört kısmı tamamıyşla mantık,felsefe ve metafiziğe aittir. Ve İslam dünyasındaki düşünürlerin büyük görüşlerini özetleyerek ve tartışarak kendi açıklamalarına ulaşıyor.

Türkler ve Mani Dini

İslamdan önce Türklerin kabul etmiş oldukları dinler arasında üzerlerinde en çok iz bırakmış olan Maniheizm idi. Orta Asya’da Türk tarikatlarının doğuşunda, Türk tasavvufunda bunun etkisi hissediliyor.Bu etkinin derecesi ve şekli inceden inceye incelenmiş değilse de bazı tahminler yapmak olanaklı olmaktadır. Herhalde bu konu Türkler üzerinde Bouddihiste fikir akımlarının etkisiyle birlikte işlenmeye ve üzerinde durulmaya değer. H.H. Schaeder ’in “İnsan-ı kamil” kuramıyla Maniheizm arasında ilişki araması çok genel ve yüzeysel bir karşılaştırmadan ibaret olmakla birlikte yersiz de değildir. Böyle bir karşılaştırmayı kolaylaştırmak için biz burada eski Türk mani metinlerinden bazı parçalar aktaracağız:

“Burkan şöyle söyledi: Bütün yaratıklarda bilgi az, bilgisiz çok; üç cevhere tapan yaratıklar az, şeytana, deve,sihirbaza tapan yaratıklar çok. Saf iş yapan yaratıklar (Tinliğler) az, kötü iş yapan yaratıklar çok. İyiliğe çalışan yaratımklar az, kötülüğü koşan yaratıklar çok. Uzun yaşayan yaratak az, vakitsiz ölen yaratık çok (s:449). Zühd içinde, geniş yürekli yaratık az, dağınık yürekli sapkın yoldaki yaratıklar çok. Vahşi yaratık çok,adil yaratık az. Hileci ve fesat yaratık çok, tak biliggili, mal istelmeyen yaratık az. Çok isteyen bilgisiz yaratık çok, sadaka vermede cömert yaratık az.Yalancı yaratıklar çok. Kendilerinin bahtsızlığı yüzünden hayatları bu alemde uzun,devamlı zahmet içinde geçer. İl sayarak, şehir sayarak dolaşıp dururlar; yahut aksakallı olanlar onlara cebir ve tazyik ederler.Ağır azaba uğratırlar. Ağır vergi alırlar. Fukara halk kendisinin bahtsızlığı yüzünden yoksul düşer,son derece zahmetle kazanca çalışır. Fakat buna rağmen hiçbir şey eylde edemez. Hayat boyunca ekini bitmez. Çıplak, aç yüarür. Son derece zahmet çeker. Bütün bunların kendi bilgisizliği,kötü işleri yüzünden olduğunu anlamaz ki, benim geçmiş alemde yaptığım kendi işlerim bana böyle zahmet çektirir, der. Tersine olarak,yere,göğe, Burkan’a,İle, hana, Beye esef eder,fakirleşir. Onlar saadet vermiyor,bana bırakmıyor, der. İmdi bu bahtsız,uğursuz yaratıkların yanlış, kötü işlerini gidermek için çaresini,aracını

Page 10: SİMYA- KİMYA

bulasın ki,ona göre ne yapacaklarını bilsinler. Bu kadar çok ağır zahmetlerden kurtulsunlar. Tanrım! O zaman Tanrı Burkan, pervasız Budi-sava öğüdü takdir etti.

Bütün bahtsız ve sapkın olan yaratıklar için doğru yol: Sizler,bütün asil kişiler iyice dineleyiniz! Sizlere etraflı haber verdeyim. Geçmiş Burkan’ların anlattıkları şeyi ben yina anlatıyorum. Gelecek Burkan’lar da onu yine anlatacaklar. Fakat yerde,gökte yaratıkların en üstünü,en saygılısı kişiden, insandan daha saygıdeğeri yok. Ol kim kişi denir, kalbinin sağlığı ve temizliği olup gönlünde eğri düşünce olmasın., Ten işi de saf ve doğru olup böylesine solunun işi halis, sağının işi saf denir. Her kaman halis saf yolunda yürürse o zaman insan sayılır;anın için böyle bilmek gerek kanunu,töreyi insan süsler,insan sayar,insan yetiştirir. Kanunlar onunla yükselir, muteber olur. Aynı kanun düzeni nitekim inhsanı süssler (ziynet verir). Çünkü hangi yaratık bu kanunu umut ve sığınak edinirse o yaratık yine saadete erenlerden sayılır.

Yine ey pervasız Burkan böylece bilin. Bütün kullar zahmet çekip insanın bedenini (tenini) alırlar. Fakat insan tenini alıp yine iyi iş işlemezse hakiki kanunua (buyruğua) boyun eğmeden aksi, kötü yanlış düzeni tutarlar. Her türlü kötü işi yaparlar. Ne zaman ki teni bırakarak üç yola saparlar;son derece ağır zahmete düşerler.

Bu gibi günahlı, işleri kötü giden kullar,bu buyruğu işitipi gönül rahatlığı ile inanır da kötülemezlerse o suçtan, o günahtan,o ağır azaptan kurtulur. Azap denizinden ve azap deryasından çıkan ebedi saadete (mutluluğa) erişir. Bütün hayatlar, bütün ruhlar buyruğu izlerse himaye olunur; teni o zaman tehlikesiz olur;vakitsizecelsiz ölmez. Gönül saflığı ona böylesi ödüller getirir. Onun için her zaman ne demek gerek? Herhangibir kul bu buyruklar (kanunlar) kitabını yazdırsa,okusa, okutsa ya da anlattırsa, tam töresince,saygı gösterip anlatırsa,tapınarak ona derse, o iyi işin sayısı ve hesabıyla hemen o kul Burkan saadetini bulur. Yine böylece anlayın: herhangi bir kul bilgisizce kötü bir iş yaparsa, ters nizama inanırsa., düzensiz kötü işler yaparsa, bu yüzden büün kötü işli şeytan ters buyuruklu batıl insanlar,kötü ruhlar,devler, kuzgunlar,baykuşlar,her türlü remiz işaretler,hepsi evde barkta görünürler. Gelip hiddet ederler,çeşit çeşit hastalık ve rahatsızlık getirirler. Fakat insan iyi niyetli bir inasn olur da bu kanun kitabını evinde okutursa felaketler ve tehlikeler hepten yok olur. Tenleri, hastalık, ıztırap ve tehlike görmez. Fakat kitabı okumak iyi işin fazileti budur: Herhangi kulda arsız şuur(s: 450) (tamahkarlık) son derece kuvvetli olup öfke, hırs fazla olduğu zaman ağır zahmet çekse;bilgisizlik,kibir fazla olup bunun gibi düşkünlükler onu sürekli rahatsız ettiği zaman yine bu kanun kitabsbını okutmuş olsa;sayarak, tapınarak, uyarar onu tutsa,yalnız üç defa okusa, kötü şeyler böylece kaybolur,söner, sükun bulur. İyi niyetli lütuflu gönül,mesut gönül,saf gönül,bütün Burkan’lar ilmine ulaşır. Kanunu (buyruğu) bilir. Hangi kul yakıcı,yarıtıcı iş güç,örneğin şehir, köy,ev-bark yapmak, yaratmak isterse,ilk önce bu kanun kitabını üç kere o erde okumak grek. Ondan sonra toprak kaparak duvar örüp çamur yoğurarak işe ve güce başlamak gerek. Sonra emniyetle ev bark kurmak gerek.

Bu kitap yersuda(dünyada) herhangi yerde, kavimde varolunrsa onara sekiz Burkan ’ların, Hürmüz Tanrı ve başka bütün türlü tanrılar canlara,ruhlara çiceklere, güzel kokulara böyle saygı gösterirler,tapar,tapınırlar;güya Burkanlara tapıyor ve tapınıyormuş gibi..Burkanlardan ayırmaksızın sayarlar. Dahi yine pervasız Burkan! herhangi asıllar, oğlu kızı bütün kullar için bu kanun kitabını okusa, derin manasını anlasa,nüfuz etse, o kulun vücuduna Burkan vücudu denir. Gönlüne de Burkanlar gönlü denir. Niçin derse, o kul her zaman basiret gözü ile türlü türlü tükenmez güzel renkler ve şekiller görür.Örnek ve şeklin aslı esası yok,boş denir. O yoku bilen bilge şuura özellikle Burkan şuuru denir. Onun için kullar iyi,gerçek renkler bulup her şeyi yok,boş görse, kulun gönül ve şuuruna Burkanlar, şuuru denir. Zamanında böyle bilse ren,şekil ve altı türlü düşmanlarından kurtulur. Burkan mutluluğunu bulur. O şey ki ona renk,şkil denir,yok, boş da onun özüdür. Renkten başka yok,boş bulunmaz, yoktan başka da renk şekil bulunmaz,geriye duygu,düşünce,iş, ilim özelliklerini hep böylece anlamak gerek Bu beş özelliğe böylece nüfuz edebilirse, o kulun vücuduna asil renkle Burkan denir. Kulağı daima türlü türlü bitmez tükenmez işitir. O şey ki ses denir,yok, boş da özüdür. O şey ki yok, boş denir,ses de onun özüdür. Sesten başka yok, boş bulunmaz. Yoktan başka ses bulunmaz. İşitilen seslerin hepsine böylece nüfuz edilirse, okulun vücuduna asil sesli Burkan denir(koku ve tat için de böyle).

O şey ki,ona düzen denir,yok,boş da onun özüdür. O şey ki yok, boş denir,dıyş nizam da onun özüdür. Nizamdan başka yok,boş bulunmaz. Dışardan gönle gelen nizamların hepsine böylece nüfuz edebilirse, o kulun vücuduna nurlu Burkan vücudu denir.

Page 11: SİMYA- KİMYA

Fakat her kim bunları anlamadan ayrı ayrı şeyler sansa, yahut kötü iş ardından giderek ters veya kötü tutsa, o kul bu dünyada sünürün. Yahut yukardaki ışıklı Tanrılar elinde mesut olur. Yahut aşağıda üç kötü yola girerek azap çeker.

Dahi yine bütün kulların yürekleri, şuurları ve vücutlarına “Burkan mahfazası” denir. Her kim üç hazinelian ibaret buyrultuyu tamamen kalbinde tutarsa kağıda yazılmış tanır ve sonra ne zaman fırsat olursa bir başkasına öğretir.

Ondan başka Arkant Pratikubut ve diğer bütün Şravikler yahut bütün düşkünlüklere hakim olan insanlar ve alimlerin hiçbiri bunu bilmez, anlamaz ve nüfuz edemezler.Dahi yine herhangi bir kul bu kanun kitabını öğrenip dipsiz,derin anlamına nüfuz edebilirse o kulun kalbi, bilinci ve vücuduna Burkan kanununun mahfazası(kasası, sandığı, kutusu) denir. Ondan başka insanlar,kullar gözönüne alınırsa,onlar (bu dünyada) (s: 451) sarhoşlar gibi dolaşır dururlar. Bir türlü düzeltemedikleri batıl düşünceler izhar ederlerse ve böylece bilmezlerse ki, bu benim kendi yüreğim,vücudum, Burkan’ın kitaplarının temeli olur,deyüp sonra o kul bu dünyadaki deniz derya çevrinitisen dolar. Sayısız onbinlerce varlıklar halinde doğan ölür. Devri daim içinde zahmet çeker. Burkanlar kanunu işitmez, o zaman beşyüz tanrı oğlu o cemaatte hazır edile. yıldan yıla daha iyi, saatten saate daha yumşak kötülüksüz, halden hale değişmesi yok asil oğluna, bu dünyadaki bütün hanlar ve belerin çoğuna Burkanlar denir. Kullara fayda vermek için kendilerini değiştirip gelirler. O beyler, hanlar yine müşfik gönüllü oldukları için bütün halkı öyle yetiştirirler ki, ana babanın sevgili oğlunu evde barkta yetiştirdiği gibi. halkın da kötü düşünceleri böylece yok olur. Yukarıdaki nurlu tanrılar buyrulunca aşağıya inerler. Bütün halka anaları gibi babaları gibi olsun deyüp sonra bu dünyadaki illerin sihirlerini yaparlar ki, o kötü işli,yabani,inatçı kulları ezer,basar,azap verir,zaif düşürür. Bütün bunlar onları yola götürürler. On iyi işi getirirler. ruhları tanrı iline varır.İl sayarak, şehir sayarak verirler..”(W. Bang, 1923) (H.Z, Ülken, İ. D. s: 445-452)

  Abd al-Rahman Ibn Mohammad is generally known as Ibn Khaldun after a remote ancestor.

Göçebe Hayatın Düşkünü Büyük Düşünür: İbni Haldun

Büyük İslam düşünürlerinin sonuncusu, Tunuslu tarihçi İbni Haldun' dur. O, 14. yy’ın gerçek bir zirvesidir. “Devlet düzeni dinsel kurallara dayanmak zorundadır” düşüncesine katılmadığını açıklayabilmiş bir düşünürdür. Mukaddime, İkinci Abdülhamit döneminde yasak kitaplar arasına sokulmuştur.

(Bilim ve Ütopya, Mart 1999 Sayı 57)Yalnız İslam dünyasının değil, çağının bütün fikir ürünlerinin en ileri abidesiydi. 14. yüzyılın bu büyük insanı, her bilgini etkileyecek çapta gerçek bir düşünürdür. Ünlü eseri Mukaddima ’yı 14. yüzyılın sonlarına doğru, yani Osmanlıların bir beylikten bir imparatorluğa doğru gelişirken kaleme almıştı.O yalnız İslam düşünürü olarak değil, önce Türkiye” yani Osmanlı ulemasının en çok etkilendiği bir düşünür olarak da önem taşıyor. Osmanlı uleması, İbn Haldun’u Arapça aslından okuyordu. Bununla birlikte, Mukaddima ’nın ilk kez çevirildiği edildiği dil Türkçe olmuştur. Bu çeviri iki aşamada tamamlanmıştı. Eserin ilk kısmını 1730'da Pirizade, Türkçe’ye kazandırdı; sonra uzun süre tamamlayıcı bir girişim yapılmadı; ancak 19. yüzyılda tarihçi Cevdet Paşa eserin ikinci kısımını da çevirmişti.

İbn Haldun, Batı dünyasında da büyük bir ilgi görmüş ve çeşitli şekillerde yorumlanmıştı.Irkçılık kokan akımlar içinde İbn Haldun’u da kullanmak isteyen bazı şanssız girişimler dışında yazarımız esas itibarıyla düşüncesindeki dini ve rasyonal unsurların ikiliği açısından tartışma konusu olmuştur. Daha açık bir ifarde ile İbn Haldun’un dogmatik bir ilahiyatçı mı,yoksa dini maske olarak kullanan rasyonalist bir düşünür mü olduğu sorusuna yanıt aranmıştır.

Hiç kuşkusuz İbn Haldun çağının İslami dogmalarına inançla bağlıydı ve dini ortodoksi içindeydi. Büyük düşünürü tamamen laik ve rasyonel bir görünüm içinde sunan yazarlara, Gibb, bu noktayı ikna edici bir biçimde hatırlatmıştır.(1933). Ne var ki burada yine kalasikk “teokrasi-laiklik” tartışmasına dönüyoruz. Ne kadar kapsamlı olursa olsunlar,kutsal kitapların ve bunları9 yorumlarının toplum hayatını her yönüyle açıklaması ve “aydınlatması” pratik olarak olanaksızdır. Bu yüzden skolastik düşüncenin en yaygın olduğu çağlarda bile, rasyonel analizler tamamıyla ortadan kalkmamışlardır. İbn Haldun bu rasyonalizm marwını, adeta skolastik düşüncenin sınırlarını(s: 116) zorlayacak derecede

Page 12: SİMYA- KİMYA

başarıyla kullanmıştır. bu yüzdender ki bazı yazalar tarafından, asılnda tam bir rasyonalist olduğu halde, İslami dogmaları ihtiyatlı bir biçimde, fakat inanmadan yineleyen bir yazar olarak sunulmuştur. İnsanların gerçek inançları üzerinde spekülasyona dayanan böyle iddiaların pozitif tarip açısından bir değeri olmadığını biliyoruz. Bu bakımdan A. Toynbee’nun “insan aklının bütün çağlarda ve bütün ülkelerde yarattığı bu tip eserlerin en büyüğü” diyebildiği Mukaddima ’da temel İslami dogmaların da ifade edilmiş olması, eserin değerini azaltmamaktadır.

İbn Haldun çeşitli tarihlerde ve çeşitli yazarlar tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerin ve sosyolojinin kurucusu olarak görülmüştür. Daha yakın bir geçmişte ise bir Fransız bilim adamı tarafından “azgelişmişlik “ olgusunun tarihi nedenlerini ilk olarak objektif bir şekilde açıklayan düşünür olarak selamlamıştır.(Yves Lacoste; İbn Khaldoun, Paris,1966).Bu yazara göre İbn Haldun, Marks’ın “Asya tipi üretim biçimi”'ni haber eren bir şekile sorunu ele almış ve “şehirlerin iktisadi ve siyasal planda zaaf ve yeteneksizliklerini vurgulayarak” (Y. Lacoste) çağdaş geri kalmışlığın tarihi kökenine inmiştir. Bu sorunun tartışılması konumuz dışında kalıyşor. Bununla beraber, Yves Lacoste ile birlikte yineleyelim ki “İbn Haldun örneği rasyonalizmin (İslam dünyasında) 14. yy’da dahi henüz boğulmadığını gösteriyor.” Ve İbn Haldun’u incelemek “çağımıza sırt çevirmek değil,günümüzün büyük sorunlarının en ciddisinin derin nedenleriyle ilgili analizi ilerletmektir.”. Burada sözü Osmanlıların - ne yazık ki kullanamadıkları-tarihi şanslarına getiriyoruz. Önce düşünürün bazı temel (s: 117) fikirlerini anımsayalım.

İbn Haldun aşiret hayatından yerleşik düzene geçişi, bir başka deyişle hanedan devletlerininin kuruluş sürecini anlatıyordu. Yazar “davla” sözcüğünü hem “hanedan”, hem de “devlet” anlamında kullanmaktadır. İbn Haldun bu evrim sürecini ilerici bir felsefeye oturtuyor ve uygarlığın gelişimi olarak görüyordu. Bu gelişimde “dayanışma ruhu” olarak çevirebileceğimiz “asabiya” kavramına özel bir önem veriyor ve başlangıçta kan birliğine dayandırdığı “asabiya”nın gelişimini açıklıyordu. Yazar göre “asabiya” dışardan katılmalarla (izleyiciler-istila; köleler-ibidda; yabancılar- mavali) değişik şekiller alabileyordu. Hatta yazarımız “büyük hanedanlar din kökenlidir” diyerek “asabiya”nın İslam devletlerinde aldığı şekle de ışık tutmuştur.

İbn Haldun, aydınlatmaya çalıştığı evrensel gelişimin ne gibi “siyasa”lara dayanacağını da tartışmıştır. “Siyasetsiz uygarlık olmaz” diyen yazarımız iki tip “siyasa” saptamıştır. Bunlardan birincisi Eflatun’un Cumhuriyet’inde ifadesini bulan “medeni siyasa”;iknicisi ise realist bir yaklaşımın ürünü olan “akli siyabsa” idi. Yazar, “akli siyasa”yı da İslam öncesi İran biçimi ve İslami dogmalarla birlikte uygulanan biçimi olmak üzere iki şekilde ele alıyordu.

İbn Haldun, eski Yunan düşüncesi ve “prensiplerin aynaları” geleneği izinde,siyasetin temelinin “adalet” olması gerektiğini vurgulamış ve Osmanlı siyaset felsefesini özetleyen “daire-i adliye”yi dele getirmiştir.

Bu düşünce tarzında bir devlet düzenini en fazla tehdit eden şey “zulüm”dür. Bu ise “Mülk’ün (yani devletin) çeşitli haksızlıklar (s: 118), dayanılmaz vergiler, angaryalar ve müsaderelerle yozlaştırılmasına yol açmaktadır. Burada yazarımızın modernizme açık ve aydınlanma geleneği yönündeki düşünceleriyle karşılaşıyoruz.Gerçekten İbn Haldun “zulüm” yönetimini kınarken özel mülkiyeti,ticari ve sermayedarlaı ("mutamavvil”) hararetle savunmuş,müsadereleri de eleştirmiştir. Batı’da feodalizmin çözülmeye başladığı ve kapitalist ilişkilerin uçverdiği yüzyıllarda bu fikirler Osmanlılar için esin verici olmalıydı. Bununla beraber,Osmanlı uleması İbn Haldun’u daha çok tutucu bir biçimde yorumlamıştır.

İbn Haldun’un yukarda hatırlattığımız bazı temel fgikirleri bize Osmanlılar tarafından neden ilgiyle karşılandığını da açıklıyor. Mukaddime yazarı,Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ve büyümesinin çağdaşı olmuş ve onu adeta bir fotoğgraf sommuktluğu içinde sergilemiştir. Bu yüzden toplumların hayatlarını insan hayatı gibi üç dönemde ele alan yazar,Osmanlılara gençlik ve olgunluk çağlarını anlatan bir yazar gibi görünmüştür. Ancak 17. yy’dan itibaren evrimle ilgili tezleri güncelliğini kaybediyor ve özel mülkiyet ve varlıklı sınıflarla fikirleri ön plana çıkıyordu. Osmanlılar açısından

Page 13: SİMYA- KİMYA

anakronizm 17. ve 18. yy’da başgöstermiştir. Bu dönemde,özellikle Naima örneğinin gösterdiği gibi,Osmanlı uleması İbn Haldun’u tutucu bir biçimde kullanmış ve önyargıları yererek tenkitçi düşünceyi öven büyük düşünürün gerisinde kalmıştır. Osmanlı fetihlerinin bitmesi;fakat savaşların devam etmesi devlet harcamalarını arttırmıştı. bu yüzden 17. ve özellikle 18. yy’da müsadereler artmış ve özel hukukun koruduğu mülkiyet düzeni siyasal saldırıların konusu olmaya başlamıştı. Osmanlı tarihçileri 19. yy’da yani İbn Haldun’u övmeye ve onun bazı fikiirlerini (s: 119) aktarmaya devam etmiştir;fakat onu çağdaş bir şekilde yorumlayarak geliştirememişlerdir. Bu konuda Batı’daki gelişme ile yapılacak bir karşılaştırma,bize Giambattista Vico’yu hatırlatıyor. Gerçekten 18. yy’da yaşayan İtalyan düşünürü kapsamlı bir tarih felsefesi geliştiriyor ve toplumların tarihini,bireylerinki gibi üç çağa ayırıyordu. İbn Haldun,tarih anlayışını nasıl son tahlilde dini dogmalara dayandırıyor ve ilahi irade ile açıklıyorsa,G.Vico da tarih felsefesinde Hıristiyan bir konsepsiyondan kurtulamıyordu. Ancak Batılılar G.Vico’yu,Osmanlıların İbn Haldun’u değerlendirmelerinden çok farklı bir şekilde ele almış ve modernleştirmişlerdir. Gerçekten 19. yy’da Fransız tarihçisi Michelet,Vico’yu dinci terminolojisinden soyutluyor,rasyonel ve çağdaş bir tarih anlatımına temel yapıyordu. Böyle bir gelişim neden Osmanlı toplumunda da gerçekleşmemiştir? Böyle bir soruya yanıt verebilmek için önce sorunun kapsamını genişleterek,onu, insan düşüncesinin bütün dallarını içerecek şekilde ifade etmek gerekiyor sanıyoruz. Böylece soru “Osmanlılarda dünya görüşü neden skolastik biçiminden kurtularak laik ve rasyonal bir biçim almadı?” şekline dönüşecektir. Uygarlık tarihimiz ve kimlik sorunumuzla ilgili bu temel soruya bugün de yanıt verilmediği kanısındayım.

(Taner Timur, Osmanlı Kimliği, s: 115-120)

İbni Haldun ne yazık ki Türkler'in konumundan rahatsızdır. Çünkü ona göreTürkler, Arap kavminden olmayan azatlılardır. Bu, ne İbn Haldun’u ne de Türkleri küçültür. Aşağıda açıklayacağım.

İbni Haldun (1332-1406) bulduğu her işte çalışmak zorunda kalmıştı. Zamanında Zalim Pedro ve Suriye' de Timurlenk' le yapılan görüşmelere katıldı. Timur, İbni Haldun'a hayranlık ve saygı duyardı. Bunların ikisi de kendisinin yanlarında çalışmasını istemişlerdi.( M Bilimler Tarihi s: 195)

Soylu bir Arap ailesindendi. Tunus' ta doğdu. Zeytuniye Medresesi’nde öğrenim gördü. Hocası İbni Abbeli' den felsefe ve mantık öğrendi. Asıl eğilimi tarih üzerineydi. Yüksek memuriyetlerde bulundu: Becaye Sultanlıığını idare etti. Bir ara hükümeti devirmek suçuyla yakalandı ve Fas' taiki yıl hapis yattı. Kahire' de medresede ders verdi. İdam edilmesine ramak kaldı. Siyasi görev almayarak Gırnata' ya gitti. Gırnata sultanı kendisini vezirlik gibi büyük bir makamda kullandı. Onun yardımıyla Sevilya (İşbiliye) de büyük bir memuriyet aldı. Üç sene kadar İspanya kütüphanelerinde çalıştı. Memleketinde siyasi yaşam normale dönmüştü, o da memleketine döndü. Ama kısa sürede Tunus' u terketmek zorunda kalddı. Çöle çekildi. Vaktiyle dedelerine hizmet etmiş olan kabilelerin başına geçerek ücretli bir ordu kurdu. O zamanın adetlerinden olduğu için elindeki ordu ile bazı şehirlerin korunması işini yaptı. Yirmi yıldan fazla süren bu mücadeleden sonra yorulmuş olarak Tunus' a yerleşti. Bir kütüphaneye kapandı ve aralıksız dört sene çalıştı. Bu sürede Genel Tarih ve asıl ünlenmesini sağlayan Mukaddeme adlı yapıtlarını yazdı.Yaşamının son döneminde(1384) Mısır' a çağrıldı, Kahire' de müderris (profesör) olarak ders verdi ; ölünceye dek orada kadılık ( Maliki mezhebinin) yaptı. Bu sırada Timur, Şam' ı zaptetmişti ve Mısır' ı da tehdit ediyordu. Mısır hükümdarının Timurla görüşmek için gönderdiği heyetin içinde İbni Haldun da vardı. Timur, onun ününü biliyor muydu? Bunu bilmiyoruz, ama iki adamın birbirlerini takdir ettiklerini ve uzun uzun görüştüklerini biliyoruz.Timur, Magripli(Tunuslu) tarihçiye, kuzey Afrika tarihi hakkında sorular sordu ve Maveraünnehir ile iran'ın geçmişi hakkındaki bilgisiyle İbni Haldun'u büyüledi.(Son tümce:Aksak Timur, s:137) Söylentilere göre Timur' un zaferlerine ilişkin bir kitap yazarak Timur' un isteğini yerine getirmiş ve Mısır' ı onun istilasından kurtarmıştır. İbn Haldun, gençliğinde bir veba salgınında annesini, babasını ve bütün akrabalarını yitirmişti. Kendi ölümünden sonra da karısı ve bütün çocukları Tunus'tan Mısır' a gelirken bir deniz kazasında öldüler.

İbni Haldun, politikada aktif ilişkileri, gözlemleri ve deneyleri ışığında sosyolojiyle ve tarihle ilgili öncü düşünceler ileri sürmüş, son derece zeki ve çalışkan bir düşünürdür. İltimas ve rüşvete, zulme şiddetle karşı çıkan büyük bir İslam Hukukçusudur. İbni Haldun, bir çok bakımdan Orta Çağ zihniyetini aşmış ve modern zihniyete yaklaşmış bir düşünürdür. Bazı sosyologlar, İbni Haldun’u sosyolojinin öncüsü ve felsefe tarihinin kurucusu sayarlar. Kitabı bir çok dile çevrilmiştir. Türkiye’de Cevdet Paşa tarafından çevrilmiştir. Politik düşüncelerinin temellerini hayal gücüyle değil yaşamsal deneylerden türetmiştir. İbn Haldun 1332'de Tunus’ta doğdu.

Page 14: SİMYA- KİMYA

Bağımsız düşünceler üreten düşünürlerin en ilginci İbn Haldun’dur. Modern düşüncelere iz bırakan etki yapan düşünürlerden biri olarak onun tarih felsefesini gösterebiliriz. İbni Haldun, birçok bakımrdan Orta Çağ zihniyetini aşmış ve modern zihniyete nüfuz etmiştir. Bundan dolayı Batılıların dikkatini çekmiş hakkında birçok araştırmalar yapılmıştır.Bazı sosyologlar İbn Haldun’u sosyolojinin öncüsü ve felsefe tarihinin kurucusu sayarlar. Eseri, Baron de Slane tarafından Fransızcaya 1852-1856'da çevrilmiyştir. Avusturalyalı sosyolog Lilienfeld ve Paris Hukuk Fakeltesi sosyoloji profesörü Rene Maunier, İbn Haldun’a çok önem verirler. Mısırlı Hüseyin Taha Bey’in ve Cezayirli Bouthoul’ün bu filozof müverrih hakıknda araştırmaları vardır. İbn Haldun’un kitabı Latinceye, Almancaya, Rusçaya ve İngilizceye çecrilmiştir. Türkiye’de Cevdet Paşa taragfından çevrilmiyştir. Osmanlı devrenideki birçok müverrrihim üerinde etsiki büyüktür.

Hiçbir düşünürün yaşamı ile düşünceleri arasında İbn Haldun’da olduğu kadar sıkı( s: 253) bağlılık yoktur denilebilir. Siyasi kuramlarını temellerini tetebbulardan çok tecrübesinden çıkarmıştır. Bu karakter onu Rönesans düşünürlerine yaklaştırır. İbn Haldun 1332'de Tunus’ta doğdu.Hıdırmutlu eski bir Arap ailesindendi. Soyundan birçok hükümdar,alim ve müverrih yetişmiştir. Zeytuniye medresesinde eğitim gördü. İbn Abbeli adlı bir müderristen felsefe ve mantık öğrendi. Asıl eğilimi olan tarihi bunlara yeğleyerek kişisel öğrenime yöneldi. Genç yaşta bir tarafta Kayrevan Kütüphasinde çalışırken, bir taraftanda memuriyet hayatına girdi. Beni Hafs hanedanının hizmetinde önemli görevler aldı. O zaman Cezayir’de hakim Beni Merini hanedanı galip gelince görevini bırakarak onların hizmetinde yüksek memuruytlere geçti. Fakat bir süre sonra hükümeti devirmek eyleminde bulundu;yakalandı. Hapse atıldı. İki sene hapiste kaldı. İdam edilmesi söz konusuydu. Siyasi görev almayarak Gırnata’ya gitti (Dip not: Hayatı ve fikirlerine dair 253-259. sayfalardaki bilgilerin bir kısmı kısaltılarak Bouthoul’un kitabından bir kısmı da Lilienfeld’in ve diğer bazı kaynaklardan alınmıştır).

Gırnata Sultanı,kendisine vezirlik verdi: Böylece İşbiliye (Sevilya)'de büyük bir memuriyet aldı. Üç sene kadar İspanya Kütüphanalerinde çalıştı. Bu süre içinde siyasi sükunet sağlandığı için ülkesine döndü. Eski hanedan tarafından yeniden vezirlğe getirldi. Fakat bir süre sonra nedeni belli olmayan bazı olayların kurbanı oldu. Tunus’u terkederek çöle çekildi. Orada eskiden dedelerine hizmet etmiyş olan Hilali Wkabileleri arısında kaldı. Bu kabilelerin başına geçerek bir ücretli ordu. Orta Çağ’da adet olduğu üzere o ordu ile birçok şehrin hizmetinde muhariplikle meşgul oldu. Yirmi seneden fazla süren bu mücadele yaşamından sonra yoruldu ve Tunus’a yerleşti. Bir kütüphaneye kapandı ve aralıksız dört sene çalıştı. Bu sürede Genel Tarih ’ini ve asıl onu üne kavuşturan Mukaddeme ’sini yazdı.