50
SERÜVEN I

SERÜVENtatvanfenlisesi.meb.k12.tr/meb_iys_dosyalar/13/07/967462/...hayata değer katarak anıları çoğaltmak, neredeyse imkânsız bir hal alır. İşte, mazimize baktığımızda

  • Upload
    others

  • View
    7

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • SERÜVEN • I

  • II • SERÜVEN

  • SERÜVEN • 1

    SERÜVEN’dekilerEDİTÖRDEN • Erdal Açıkyol ................................................................................................. 2 SUNUŞ • Servet Karaca ....................................................................................................... 3BU GİDİŞ NEREYE? • Servet Karaca ..................................................................................... 4HAZANIN NİHAYETSİZ HÜZÜNLERİ • Muhammed Şirin Uyanık ............................................ 10KİMLİK, KÜLTÜR VE SANAT ÜZERİNE • Bayram Dağlı .......................................................... 11KORONALI İLİŞKİLER • Çetin Kızgın .................................................................................... 14PARLAK BİR MEDENİYETİN SEKİZİNCİ OĞLU • Muhammed Şirin Uyanık .............................. 15KELİMELERİN ŞARKISI • Merve Okutan .............................................................................. 19MEDENİYET VE İNSANLIK • Çetin Kızgın ............................................................................. 20ŞERAFETTİN OKUTAN İLE RÖPORTAJ • Merve Okutan ........................................................ 22KORONA VİRÜSÜN PSİKOLOJİK BOYUTU • Erdal Açıkyol ..................................................... 24VİRÜSLÜ SATIRLAR • Merve Okutan ................................................................................... 26PANDEMİ NEDİR? • Esma Nur Avcı .................................................................................... 27KORONA VİRÜSE FARKLI BİR PENCEREDEN BAKIŞ • Rabia Günay ....................................... 28TARİH BOYUNCA GÖRÜLEN BAZI PANDEMİK HASTALIKLAR • Esma Nur Avcı ....................... 30GEÇECEK • Elif Şengül ....................................................................................................... 32KORONA GÖRSELLERİ • Muhammed Ömer Ömür .............................................................. 33KORONA AFİŞ ÇALIŞMALARI • Mümin Eminoğlu ................................................................ 35OKULUMUZ ETKİNLİKLERİ ................................................................................................. 37KARİKATÜR • Elif Demir ..................................................................................................... 46KARİKATÜR • Muhammet Emin Özvural ............................................................................. 47KARİKATÜR • Elif Nur Akıntı ............................................................................................... 47BULMACA .......................................................................................................................... 48

    SERÜVENTATVAN FEN LİSESİKültür, Edebiyat ve Sanat Dergisidir.

    HAZİRAN 2020 • Yıl: 1 • Sayı: 1

    Tatvan Fen Lisesi AdınaİMTİYAZ SAHİBİSERVET KARACAOkul Müdürü

    EDİTÖR ERDAL AÇIKYOL•ADRESKale Mahallesi Yayla Caddesi No: 25 / 1 13200 Tatvan / BİTLİS

    Telefon: (0434) 827 67 50•Belgegeçer: (0434) 827 19 37•İnternet Sitesi:http://tatvanfenlisesi.meb.k12.tr•2569 sayılı Tebliğler Dergisi’nde yayımlanan MEB İlköğretim ve Ortaöğretim Sosyal Etkinlikler Yönetmeliğinin 24. maddesine göre çıkarılmıştır.•TASARIM & BASKIwww.okuldergimiz.comTel.: (0532) 203 08 40

  • 2 • SERÜVEN

    G ünlük yaşam, sorumluluklarla örülü oluşundan dolayı hızlı bir şekilde akıp gidi-yor. Toplumun tüm kesimleri, hayat gailesinin kuşatılmışlığı nedeniyle monoton bir yaşam tarzını ister istemez benimsemek zorunda kalır. Böyle bir hayat sitili, kişinin geçmişine dair farkındalık oluşturacak hatıraların az oluşuna yol açar. Her birimiz geçmişimize kabataslak göz attığımızda, çok az anıya sahip olduğumuzu fark edece-ğiz. Yaşamış olduğumuz uygarlığın çizmiş olduğu katı sınırlar çerçevesinde, bize verilen görevleri yerine getirme telaşı içinde koşturup dururuz. Zaman içinde devam eden bu hayata değer katarak anıları çoğaltmak, neredeyse imkânsız bir hal alır. İşte, mazimize baktığımızda normal yaşam güzergâhından bir sapma olması; böylelikle anı değeri ka-zanması amacıyla dergimizi çıkarma kararı almış bulunmaktayız.

    2019-2020 eğitim-öğretim sürecinin ikinci döneminin başında, okul müdürümüz Ser-vet Karaca’nın istemiyle dergi faaliyetimize başlamıştık. Edebiyattan tarihe, bilimden spo-

    ra çok geniş bir yelpazede ve zengin bir içerikle çıkarmayı tasarladığımız; bu amaçla gerekli çalışmaları nihai noktaya vardırdığımız bir esnada, corona virüs salgınından

    dolayı okullar uzaktan eğitime geçti. Böylece, öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin dergi için yapmış oldukları özverili çalışmalar sekteye uğramış oldu. Buna rağmen

    okul müdürümüz, sürecin ruhuna uygun bir şekilde muhtevada bazı değişikliklere giderek dergiyi çıkarma hususunda bizleri özendirdi. Bizler de yaşadığımız trajik

    süreçten dolayı “corona virüs” ağırlıklı yeni bir çalışma içine girerek kısa bir süre içinde dergimizi hazır hale getirdik.

    Dergimiz, Tatvan Fen Lisesi adına çıkan ilk dergidir. Hem ilk sayı olma-sı hem de pandemi sürecinde çıkıyor olması, okul dergimize anlamlı bir kimlik kazandırmıştır. Değerli okuyucularımızın dergimize dönük olumlu ve olumsuz eleştirilerini bizlere bildirmesi, daha sonraki dergi çalışma-larımız için birer kilometre taşı işlevi taşıyacaktır. En büyük tasarımız, yaklaşık iki ay devam eden yoğun çalışmanın sonucu oluşan dergi-mizi süreli yayın haline getirmektir. Bu ilk sayının ortaya çıkmasında emek veren herkese teşekkürlerimi sunarım.

    EDİTÖRDEN ERDAL AÇIKYOLTÜRK DİLİ VE EDB. ÖĞRT.

  • SERÜVEN • 3

    Merhaba

    İ nsanlar idealleri ile yaşar. Ve herkes idealle-rinde başarıya ulaşmak için ömrünün yarısını çabalamaya, geriye kalan yarısını da ulaştığı hedefte durmaya harcar. Harcanan bunca zaman ve ömrün sonuçta bir meyve vermesi, verdiği mey-venin de bir yerde görücüye çıkması, sahnelenmesi lazım. Okullar da hedefe giden yolun önemli durak-larındandır. İnsanları hedeflerine götürürken okullar-da büyük çabalar harcanır, emekler verilir. Beklenti gereği ürüne evrilen çabaların, emeklerin görücüye, sahneye çıkması gerekir.

    Malumunuz dünya tarihinde eşi benzeri çok az görülmüş bir salgın dönemi yaşadık/yaşıyo-ruz. Dünyada dengeler bo-zuldu. Dünyada olduğu gibi bizde de birçok şey mecburi bir değişikliğe uğradı. Bizi en çok ilgilendiren eğitim ki onun-da formatı değişti. Aslında yeni olmayan ama formal eğitime yeni giren uzaktan eğitim sürecini yaşadık. Eğitim uzaktan olunca okullar adeta yetim kaldı. Okulların asıl sahibi olan öğretmenler, öğ-rencilerin yokluğunda ders zilleri hep hüzünlü çaldı sonra kısıla kısıla suskunluğa büründü. İşte bizde Tatvan Fen Lisesi olarak bu suskun dönemin sesi, çığlığı olması adına bir dergi çalışması yapmaya ka-rar verdik.

    Birçok duygu ve düşüncelerin ete kemiğe bü-ründüğü mecra, sessizliğin çığlığı, uzaktan eğitim sürecinde kendisine hapsolmuş duyguların firarıdır dergiler. İçinde barındırdıkları ile bugünü yarına ta-şıyan, yaşanılan anın şahidi, tarihin birer izdüşümü olan dergiler okulların sesi, dışarıya açılan yüzüdür-ler. “SERÜVEN” adı ile çıkartacağımız derginin birin-ci sayısında uzaktan eğitim ve dünyanın boğuştuğu salgın sürecinin dünyaya, insanlığa ve bizi en çok

    ilgilendiren yönü olan eğitimi nasıl etkilediğini de-ğerlendirdik. Çoğu kez ciddiye almadığımız nahoş sürecin sonuçlarını gördükçe yananların acısını yü-reğimizde hissederek üzüldük. Ama her şeye rağ-men hayat devam ediyor. Hayat akıp giderken biz arkasından somurtup duramazdık elbet. Korona da olsa, salgında olsa hayat son nefese kadar güzel-dir ve hayata gülümsemek, hiç değilse tebessüm etmek elzemdir kanaatindeyim. Küçücük bir tebes-süm için mizah bölümleri, hep gülmemek, tadında bırakıp düşünmek, beyni harekete geçirip bilgiyi ta-zelemek için bulmacalar derledik. En başta dedik ya başarının sahnesidir dergiler bizde bu sahneyi yıl içinde okulumuzda yaptığımız etkinliklerle süs-ledik. Bu ve buna benzer birçok konuyu öğretmen ve öğrencilerimizle birlikte irdeleyerek beğenilerini-ze sunuyoruz.

    Çıktığımız bu yeni SERÜVEN’de umarım ilgi-nizi çekecek, “arkası da olsa güzel olur.”

    diyebileceğiniz çalışmalar yapmışız-dır. Amacımız hep daha iyisini

    yapmak olduğu için buradan elde edeceğimiz olumlu veya olumsuz eleştiriler bizim daha iyiyi yapmamıza rehber ola-caktır. Kendimizi okuyacağı-mız bir kitle değil bizi okuyan

    bir kitle arıyoruz. Sonuçta bir emeğin karılığı olarak ortaya çı-

    kan dergimizin seri kazanıp uzun yıllar boyunca basılması en büyük

    dileğimizdir.

    Ben bu eserin ortaya çıkmasında emeği ge-çen başta Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenim “ki bu süreçte vakit ayırarak editörlük görevini başarı ile ifa etti.” Erdal AÇIKYOL’a, yine bu süreçte gerek fikirleri ile gerek manevi destekleri ile ve nihayetin-de dergimizin filizlenip boy göstermesine yazdıkları yazılarla, şiir ve diğer dokümanlarla destek veren idareci, öğretmen ve öğrencilerden oluşan değerli yazar kadromuza, emeği geçen herkese sonsuz şükranlarımı sunuyorum.

    Gönül isterki her mevsim gönlünüzde dikensiz açan bir gül olalım. Gönüllerinizin gülşene dönüştü-ğü günlerde buluşmak dileği ile…

    Selam ve saygılarımla…

    SunuşSERVET KARACA

    OKUL MÜDÜRÜ

    İnsanlar idealleri ile yaşar. Ve

    herkes ideallerinde başarıya ulaşmak için ömrünün yarısını

    çabalamaya, geriye kalan yarısını da ulaştığı hedefte durmaya harcar. Harcanan bunca zaman ve ömrün sonuçta bir meyve vermesi, verdiği meyvenin de bir yerde görücüye

    çıkması, sahnelenmesi lazım.

    SERÜVEN • 3

  • 4 • SERÜVEN

    E ğer yeniden bir düzen kurulacaksa en başa dönülmeli. En başta ne olmuşsa ona bakılmalı. İnsanlık, hayatı değişik evrelerde yaşadı; tufanlar, afetler, taunlar, sal-gınlar, istilalar gördü. Ama böyle dünyayı çe-peçevre saran başka bir salgın, başka bir bela sanırım görmedi. Eğer dünya hayatının ömrü uzun olacaksa belki ilerde bu yaşanan salgın, bir Nuh Tufanı’ndan daha çok anlatılacak. Çok mu şanslıyız, yoksa çok mu şanssız? Onu bi-lemiyorum ama yaşadıklarımıza dört faklı bakış açısı ile bakmanın faydalı olacağına inanıyo-rum.

    1. İlahi bakış açısı

    2. Beşeri bakış açısı

    3. Koronadan önceki dünya ve yaşantı

    4. Koronadan sonraki dünya ve yaşantı

    İlahi Bakış Açısı: Bu bakış açısı ile başladığı-mız zaman biraz geriye gitmek, en başa dön-mek gerektiğine inanıyorum. Bunu irdelerken bu dönemi yaşadığımız için şanslı mıyız yoksa şanssız mıyız noktasına da bir pencere açaca-ğız inşallah. İnsanlık yaratılırken aslında yüce yaratıcı bir tercihler zinciri ile insana ve yarat-tığı meleklere, cinlere tercihini yapma şansı ve belirlediği tercih doğrultusunda da bir yaşam rotası çizme şansı tanıdı. Hz Âdem’i yaratırken meleklere ve şeytanın cinsi olan cinlere, ona secde edin emri vererek bir tercih yapmala-rını istedi. Yani dedi ki bana itaat ediyorsanız ona göre mükâfatlandırılacaksınız. Ey nur-dan yaratılan melek kavmi secde edin. Edin ki günahsız ve her türlü cezamdan arınasınız. Melek kavmi: “Tamam ya Rabbi. Madem sen emrettin biz istisnasız boyun eğiyoruz.”dedi ve tercihini yaptı. Ebediyen günahlardan kur-tulmuş Allah’ın nurlu ve muti askerleri olarak kaldılar. Ey ateşten yaratılan cin kavmi secde edin. Edin ki bana olan sadakatiniz ve ibade-

    tiniz devam etsin. Benim de size olan teveccü-hüm. Onlardan biri olan İblis: “Hayır ya Rabbi beni ateşten onu topraktan yarattın, ben on-dan üstünüm, secde etmem.” diyerek tercih şeklini belirledi. İşte o gün aslında kader çizgisi çizildi. Cennet ve cehennemin neden gerekli olduğu ortaya çıkmış oldu. Sonra Allah ken-di ruhundan Hz Âdem’e can verdi. Ve dedi ki: “Madem sen benim ruhumla canlandın, o za-man sen benim en şerefli varlığımsın, yani eş-refi mahlûkatsın. Seni yarattığım en güzel yere, yani cennetime koyuyorum. Buyur gir dedi ama şartlarım var. Şu yasak meyveden yeme-yeceksin. Hatta yalnız kalmayasın diye sana bir de eş veriyorum burada güzelce yaşayın.” dedi. Allah ilmi ezeli ile aslında her şeyi bilendir. Hz. Âdem’e Hz Havva’yı eş olarak verirken de, şeytan isyan edip cehennem ehli olurken de bu günkü hayatımızı çizmiş ve bu yaşanmış-lıkların olacağını biliyordu. Ama herkesin kendi iradesi ile kader çizgisini belirlemesini istediği için de tercih hakları veriyordu. Hz Âdem’e de o tercihi sundu, onu en güzel yere koydu ve

    BU GİDİŞ NEREYE?SERVET KARACA

    OKUL MÜDÜRÜ

    İnsanlık, hayatı değişik evrelerde yaşadı; tufanlar, afetler, taunlar, salgınlar, istilalar gördü. Ama böyle dünyayı çepeçevre saran

    başka bir salgın, başka bir bela sanırım görmedi. Eğer dünya hayatının ömrü uzun olacaksa belki ilerde bu yaşanan salgın, bir Nuh Tufanı’ndan daha çok

    anlatılacak.

  • SERÜVEN • 5

    tek bir şey istedi. “Yasağı çiğneme!” Şeytan da bunu görünce dedi ki: “Ya Rabbi madem ben asi oldum ve kovuldum. Cehennem ehli oldum. O zaman bana bir şans ver.” “İblis: “Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hep-sini azdıracağım” dedi. Yüce Allah da ona o şansı verdi. Dedi ki, “Sen bilinen güne kadar erteye bırakılanlardansın”(Sad 38/79-81) “Allah: “Doğrudur, işte ben hakikati söylü-yorum, sen ve sana uyanların hepsiyle ce-hennemi dolduracağım” dedi.” (Sad 38/82-85) ve huzurundan tard etti. Böylece taraflar ayrılmış oldu.

    Bundan sonra şeytanın hedefinde Hz Âdem ve Hz Havva vardı. Onları kandıracak ve cennetten kovdurarak ilk kötülük zaferini ilan edecekti. Tabii mesele uzun ama biz fazla uzatmadan asıl meselemize geçeceğiz. Şey-tan bir yolunu buldu. Hz. Âdem ve Havva’ya yasak meyveyi yedirdi ve kendince ilk zaferini ilan etti. Allah da merhameti olduğu kadar ga-zabının da ağır olduğunu kullarına göstermek adına, ilk cezasını Hz Âdem ve Hz Havva’yı cennetten çıkartıp dünyaya göndererek vermiş oldu. Hz Âdem’in dünya yüzeyine inmesi ile ve artık “inna lillah ve inna ileyhi raciun’un” gere-ği olarak ondan geldik ona döneceğiz süreci, yani asıl mesele başlamış oldu.

    Evet, Hz. Âdem yeryüzüne indi ve ilk piş-manlık başladı. Cüzi irade küllü iradeye mağ-lup olmuş ve nedamet naraları yeri göğü inletir olmuştu. “Ya Rabbi şeytana uydum, ben ettim sen etme.” Affet nidaları yedi göğü deliyor-du. Bu da gösteriyordu ki Âdem babamızdan başlayan pişmanlık nedametleri varlık âlemi var oldukça sürecek o nidalar yedi kat göğü delmeye devam edecekti. Bugünkü halimiz o değil mi? Ya Rabbi biz ettik sen etme. Bizi bu salgın belasından kurtar nidaları her gün yedi kat göğü delmiyor mu? Nihayetinde sonsuz merhamet sahibi yüce Allah kulunun münaca-tına onu affederek cevap verdi. Âdem aleyhis-selamın çocukları oldu, malı-mülkü oldu, soyu çoğaldı ve yeryüzünün dört yanına dağıldı. İlk katliam, ilk kıskançlıklar, anlaşmazlıklar ve dünya sevdası işte o zaman başladı. Bu dünya meşgaleleri öyle büyüdü, öyle çoğaldı ki dünya

    sevgisi, mal mülk aşkı insana Rabbini unuttur-du. İşte o zaman âlemlerin rabbi kendini kul-larına hatırlatmak istedi ve ilk önce peygam-berler gönderdi. Peygamberlerini dinlemeyen kavimlere felaketler, tufanlar, afetler, salgınlar gönderdi; onları uyardı. Uyarılara kulak veren-leri himayesine alarak korudu, uymayanları he-lak etti. Bu dünya serüveni boyunca hep böyle oldu. İnsanlık geliştikçe gelişmesi nispetinde asileşip Rabbini unuttukça bu afetlerin ren-gi, şekli, gelişi değişti, değişiyor, değişecek… Nuh’ta tufan, Yusuf’ta imtihan, Salih’te buh-ran, o Firavun değil miydi Kızıldenizde boğu-lan ve daha niceleri… İşte bugün de salgındır dünyamızı sallayan. Peki, Allah sadece afetler, belalar, salgınlar, tufanlarla mı insana kendisi-ni tanıtırdı? Hayır, bunlar aslında en son mer-hale. Kâinatı bir temaşagâh olarak nakşeden yüze yaratıcı uzayda öyle muazzam bir sanatı tecessüm etmiş ki akıl ve izan aciz kalır. Mil-yarlarca yıldır ahenginden zerre şaşmayan ve görevini en muazzam şekilde sürdüren güneşi mi, etrafında Mevlevi dervişler gibi şaşmaz çiz-gisinde dönen gezegenleri mi, yoksa milyon-larca ışık yılı uzakta parıldayan galaksileri mi? Hangisini anlatsak ki, o anlattığımız Allah’ın yüceliğini, varlığını, birliğini bize ispat etmesin, göstermesin? Carl Sagan’ın dediği gibi “Ge-zegenimiz, onu saran devasa kozmik ka-ranlıkta yapayalnız bir noktadır. Bütün bu karanlık ve enginlik arasında bizi kendimiz-den korumak için başka bir yerden yardım geleceğine dair hiçbir iz, emare yok. Tabii Allah’tan başka.

    Yine yeryüzüne bakıyorsun, her tarafta yüce yaratıcının esma-i hüsnasının tecellileri ken-disini bize hakkalyakin derecede gösteriyor, tanıtıyor. Şu dünyayı dengede tutan dağların haşmetine, şu denizlerin azametine, şu nehir-lerin kudretine, şu ova ve vadilerin bereketine, şu ormanların cümlesine bir bakın ve tefek-kür edin. Edin ki “Ey gözlerini beni görmek-ten kaçıran kulum bak, gör ve beni tanı” diyor Rabbimiz. Sadece bunlar mı? Aslında Yüce yaratıcıyı bize en iyi tanıtan ve hiç aklımızdan çıkarmamacasına sürekli bize hatırlatan kendi varlığımız, bedenimiz, ruhumuz değil mi? Ama biz kendimize bile bakmayı unuttuk ki yüce Allah bize kendimize gelmeyi ve bizi yaratanı

  • 6 • SERÜVEN

    hatırlamamızı istedi. Peki, uyandık mı? Bizi bu kadar muazzam şekilde yaratıp donatan Rab-bimizi hatırladık mı? Bütün kâinatı verseler bir gözümüzü vermeyeceğimiz, bütün bilim bir araya gelse dilimizdeki tat alma duyusunu ya-ratmaktan aciz derece mükemmel bir sanatçı-nın sanatıyız. Farkında mıyız? Kıymetini biliyor muyuz? Sanatın arkasındaki sanatçıyı tanıyor muyuz? Yoksa her şeyi maddede arayanlar gibi biz de buna beşeri bir bakış açısıyla bakıp tabiat ananın bize bir hediyesi mi diyoruz? Bu sorulara cevabı beşeri bakış açısıyla bulacağız ki sanatçıyı tanımadan sanatın kendi kendine vücut bulup bulmadığını anlayalım.

    Evet, insan ırkı yeryüzünde hayat bulduğu günden bu güne hep bir inkişaf içinde, daha iyisini daha da iyisini yapma, bulma arayışının içinde. Bulduğunu ben yaptım, ben buldum di-yor. Böbürleniyor. Her bulduğuna kendi ismini verirken adeta kâinata meydan okuyor. Du-yumsuz bir iştiyakla arayışlarına hiç ara verme-den devam ediyor. Sanki insanlık keşfettikleriy-le en büyük keşfe yaklaştığını hissediyor. Bana sorarsanız, o en büyük keşif, bütün icatların arkasındaki gücü yani Allah’ı bulup “Allah u ek-ber” deyip teslim olmaktır. Lakin bu teslimiyet ezelden beri beşere hep zül gelmiştir. Çünkü bu dimağlar her şeyi maddede aradılar. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise maneviyatta kördür.” diyor Üstad Bediüzzaman Hazretleri. Manevi güce teslim olmak, onlardaki enaniyeti ayaklar altı-na alacağından hep korkuyorlar. Çünkü o za-man ben buldum diyemeyecekler. Ancak var olanı keşfettim diyecekler. Bu maddiyatçıların, tabiatçıların kendilerini inkâr etmesi anlamına geliyor ki bugüne kadar bu mümkün olmadı. Nasıl olsun ki dünya baş döndürücü bir şe-kilde değişim ve gelişim içinde. Her gün yeni bir gelişme yeni bir teknolojik buluş insanları o kadar değiştirdi ki adeta gerçek dünyada alıp sanal bir dünyada yaşamaya mahkûm etti. İn-sanlık, yeni bir gezegende hayat ararken kendi gezegeninin içinde yeni bir gezegen oluşturdu. Bu gezegende onu ilgilendiren ilahi bir boyut, bir bağlayıcı inanç yok; adetler, örfler, ananeler, dini değerler, rabıtalar yok. Bu inkişaf, insanlığı büyük bir inanç boşluğunun içine sürüklediği için her şeyi maddeye bağlıyor. Çoğu kez çareyi

    inançsızlıkta arıyor. Ondandır ki ateizm, deizm ve birçok sapkın inanç türü günden güne artı-yor. Prize takılı bir fişte can bulan insanlık artık araştırmıyor, İbrahim-vari bir arayışın içine gir-miyor, Eyüp-vari bir teslimiyete sığınmıyor. Artık her şey hazır ve paket şekilde sunuluyor. Allah muhafaza elektrikler kesilmeyi versin! Beşeri bakış, doğada olup bitenlerin tamamını tabiat anaya mal ediyor. Bir afet, bir salgın olduğun-da “tabiat ana bize kızmış”; güzellikler çoğalıp bolluk bereket olduğunda, afetler yerini dingin-liğe bıraktığında “tabiat ana merhamet ediyor.” deniliyor. Ve bu düşüncenin altında, hiçlikte yok olma kaygısı yattığından hayat artık zevk ver-miyor. Çevremize şöyle bir baktığımızda, pek fazla mutlu ve huzurlu insan göremiyoruz. Hat-ta bakışlarımızı kendi nefsimize çevirdiğimizde, nefsimizin de hayatından memnun olmadığını görüyoruz. Gözümüzü nereye çevirsek bir en-dişe, bir hüzün, bir korku ve hatta dehşet tab-losu ile karşılaşıyoruz. Demek ki ruhumuzun ve kalbimizin gözünde öyle bir gaflet perdesi var ki bize yaratılışımızdaki hayırları ve güzellikleri göstermiyor. Hayatın sadece görünen kısmına bakan insan, hep menfi şeyleri gördüğü için karamsarlığa düşüyor, hayatından lezzet ala-mıyor. Hâlbuki bizim düsturumuz bu olmalıy-dı: “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Bugün gözlerimizin göremeyece-ği kadar küçük bir virüsün dünyaya saldığı bu korku, aslında kaybettiğimiz güzel bakışımızın neticesidir. Lisan-ı tabiiyunda buna “tabiat ana bize öfkelendi.” denir.

    Beşeri bakışın altında yatan en büyük has-talık benliktir, bencilliktir. Her şeyi tabiat anaya mal etmekle işin içinden çıkılmaz. Sütten çık-mış ak kaşık olma çabası bencilliğin ta kendisi-dir. Beşeri bakışın insanın doğaya, tabiat ana-ya verdiği zararın boyutlarını düşünme gibi bir kaygısı yoktur. Ben rahat olayım da dünyanın herhangi bir yerinde bebekler, çocuklar hava kirliliğinden ölmüş bana ne, benim doğaya verdiğim zarar yüzünden çoraklaşan toprak-tan verim alamayıp açlıktan ölen insanlar beni ilgilendirmez. Sırf dijitalleşme çoğalsın, internet ağları dünyanın dört bir tarafına yayılsın derken bu ağların doğaya salgıladığı radyasyondan milyonlarca insan kanser olup ölüyorsa beni il-

  • SERÜVEN • 7

    gilendirmez; sanayimiz gelişsin, ekonomik ola-rak en güçlü biz olalım derken yok ettiğimiz yer altı-yer üstü kaynakları, ormanları, doğal güzel-likleri düşünmek benim işim değil, onu tabiat ana düşünsün demek bencilliğin ta kendisidir. İşte bu bencillik, bu benlik, bu tabiiyunluk bizi korona öncesi dünyaya bakışlarımızı çevirme-mize vesile oluyor. Korona öncesi neydik? Ne yapıyorduk? Korona bizi ne hale çevirdi? Şimdi gelin hep beraber buna nazarımızı çevirelim.

    Dünya, mükemmel havası, doğası, okya-nusları, denizleri, gölleri, nehirleri, ormanları, dağları-bayırları, çayırları, çimenleri, tatlı-acı su-ları, türleri saymakla bitmeyecek börtü böceği ile o kadar mükemmel dizayn edilmiş ki hani bir laf var ya, “anlatılmaz yaşanır” cinsinden bir yer ve bu güzellikler başka bir gezegene, gök cismine nasip olmamış. Muhteşem güzellikle-rin hepsi insanoğlunun hizmetine sunulmuştur. Bu güzellikler içinde yaşayan insan ne yapıyor-du? diye sorulsa buna cevap şu olur: “İnsan bütün bu güzellikleri yıkmak için var gücü ile çalışıyor.” O kadar büyük bir yıkımın içine gir-mişlerdi ki doğaya saldıkları zehirli gazlar yü-zünden bırakın yeryüzü gökyüzü isyan ediyor, ozon tabakası deliniyordu. Sanki yeryüzündeki tahribatları yetmiyormuş gibi bir de gökyüzün-den yardım istiyorlardı. Ozon tabakası Allah’ın dünya için yarattığı bir süzgeç. Güneşten gelen ultraviyole gibi zararlı ışınları tutuyor. O, ken-disine verilen görevi layıkıyla yaparken tehdit içerden gelmeye başladı. Atasözünde denildi-ği gibi “Düşman içerde ise kapı kilit tutmaz” nihayetinde kapı kilit tutmadı. Ozon tabakası delindi. Uzaydan ne olduğu bilinmeyen deği-şik, zehirli gazlar dünyamıza salındı. Ölümler, hastalıklar çoğaldı. İklimler değişti. Denizler yükseldi, buzullar eridi, sıcaklık farkları arttı…

    Peki, bu tehlikenin farkına vardı mı insa-noğlu? Evet, vardı. Fakat farkına vardığı bu tehlikeyi kendi arasında konuşmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Bu tehlikenin boyutları-nı bilen bilim adamlarının vaveylalarına kimse kulak asmadı. Zaman geçiyor, teknoloji gelişi-yor. Gelişen teknoloji ile ekonomiler büyüyor. Gözü doymaz insanoğlu sahip olduğundan çok daha fazlasını istiyor. Onun için güzellik-leri yıkmaya devam ediyordu. Bu yıkım bera-

    berinde büyük bir adaletsizliği getiriyordu. Bir taraf güçlü olup her şeye sahip oluyorken bir taraf zayıf ve sömürülmeye mahkûm ediliyor-du. Güçlüler dünyanın yeraltı ve yer üstü bütün kaynaklarını kendi tekellerine alıp tüketirken kendi kaynaklarına sahip olamayan zayıflar ezilmeye, açlığa, yokluğa mahkûm edildi. Her gün açlıktan, susuzluktan ölen binlerce çocu-ğun çığlıklarını, çocuğunun yüzünü gözyaşları ile yıkayan annelerin hıçkırıklarını, ailesine bir lokma ekmek götürmek için her türlü eza ve cefaya göğüs geren babanın feryadını kimse duymadı. Dünyanın dengesi olan dağlar tünel-lerle uyuluyor, kurulan şantiyelerle adeta dağlar yerinden sökülüyordu. Ondandır ki dünyanın dengesi bozuldu. Dayandığı direkler yıkılınca sendeledi; depremler, heyelanlar afetler, ço-ğaldı, denizler taştı, tsunamiler şehirleri vurdu. Ama insanoğlu yine durmadı. Şehirlerde adeta bir betonlaşma seferberliği başladı. En güzel manzaralarda devasa gökdelenler yükselir-ken manzaralar ucubeleşti; meralar, çayırlar, çimenlikler yok olurken dünya betondan bir çöle dönmeye başladı. Bununla birlikte bes-lenme alanları yok edilen, beslenme zincirleri kırılan canlı nesilleri tükendi. Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmaz. Yarattığı her canlı, bilinen veya bilinmeyen bir sebeple insanoğluna hiz-met etmekle mükelleftir. Nasıl ki bazısının etin-den, bazısının sütünden, yağından, derisinden yararlanıyorsak bazısının da gücünden yarar-lanırız. Ama bunun haricinde doğada olup da bizim sağlık ve mutluluğumuz için çalışan fakat baktığımızda hâşâ bu neden yaratılmış dedi-ğimiz canlılar var. Kendimizce dünyayı güzel-leştiririnken güzel dünyalarını yıktığımız sayısız koruyucumuzu da yok ettik. Kendi ideallerimiz uğruna yok ettiğimiz ormanlar yüzünden artık, akciğerleri sigara tiryakisinin ciğerine dönen dünyada havalar temiz değil. Atmosfere yayı-lan ve temizlenemeyen gazlar yüzünden sayı-sız hastalık baş gösterdi. Yağmurlar yağamaz oldu. Yağan yağmurların çoğu da asit yağmur-ları olarak zarardan başka bir fayda vermiyor. Çölleşen dünyada toz duman birbirine karı-şınca insanoğlu yaşamak için yeni dünyalar, mekânlar aramaya başladı. Bizi kabul edecek yaşamamız için bu kadar mükemmel dizayn edilmiş başka bir dünya bulduk mu? Heyhat,

  • 8 • SERÜVEN

    heyhat ki ne heyhat…!

    Zaman geçiyor; insanoğlu bindiği dalı kes-meye, yani yaşadığı dünyasını yıkmaya devam ediyor. Bunu yaparken en acı şey nedir biliyor musunuz? “İnsanın insana olan düşmanlığı.” Evet, insana en büyük düşman yine kendisidir. Bu yüzdendir ki Habil ve Kabil’den başlayan haset ve hasımlık hiç durmadan büyüdü. Mil-yonların öldüğü savaşlar, milyonları öldürmek için aklın alamayacağı bir silahlanma savaşının içine girdi insanlık. Birbirimizi yok etmek için her yol mubah oldu. Bu düşmanlıklar yüzünden insanlar arasındaki samimiyetler, husumetle-re dönüştü. İlişkiler tamamen çıkarlar üzerine inşa edildiğinden güven azaldı, akrabalıklar unutuldu, kan bağları koptu. Liyakatsizlik baş gösterince de işler ehil insanların elinden çıktı. Bu çıkış dünya genelinde bir curcunayı, adam kayırmayı beraberinde getirdi. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın bütün kanı bir litre pet-role denk değildi artık. Meta değerlendikçe in-sanoğlu değersizleşti. İnsanın kendi kendini sa-bote edebilme becerisinin haddi hududu yok. Hepimiz şu hayatta bir şeyleri başarmış olmak, kendimizi güzel yerlerde görmek isteriz; ama bu olmasın diye de birçoğumuz elinden geleni yapar. İşte bu ortam insanda şu takıntıların or-taya çıkmasına sebebiyet verdi:

    • Kendini değersiz görmek • Kolayca pes etmek• Senin değerine başkalarının paha biçme-

    sine izin vermek

    • Zihni sürekli olumsuzluklarla bulandırmak• Moral bozukluğu• Olmayacak hayaller kurarak umutsuzluğa

    düşmek

    • Sürekli başkaları ile kıyaslanmak• Sürekli bahane üretmek• Geçmişe saplanıp kalmak• Kronik kararsızlık • Hatalardan ders almamak • Vefasızlık • Yalnızlık ve kalabalıklardan kaçınma.

    Bu takıntılara daha birçoğu eklenebilir ama biz sözü kısa tutmak adına burada kesiyoruz.

    Sıraladığımız takıntıların tafsilatı için ayrıca bir yazı yazılabilir. Onu da o zamana havale edi-yoruz.

    Dünyada erken bir kıyameti koparmayı ka-fasına koymuş olan insanoğluna dur diyecek, kaybolan güven ve değerler ortamının yeniden tahsisini sağlayacak, kendisini ulaşılmaz yerler-de gören güç sarhoşlarının aslında güçlerinin küçücük, gözle dahi görünmeyecek bir mikro-bu bile alt edemeyecek kadar zayıf olduğunu hatırlatacak, insanın değerinin paha biçilemez olduğunu, sevenlerini kaybetmekle anlamasını sağlayacak bir hatırlatıcıya, bir sebebe ihtiyaç olmuş olacak ki Mevla bize korona günlerini yaşattı. Kalplerimize ölüm korkusunu en derin şekilde işleyerek adeta “Kendinize gelin sizin planlarınızın üstünde plan yapan çok daha güçlü biri var anlayın!” dedi. Bize yeniden baş-lamak için bir fırsat verdi. Acaba biz bu fırsatı koruna sonrası dünyada değerlendirebilecek miyiz? Bu sorunun cevabını korona sonrası dünya ve yaşantı bakış açısında arayalım, gelin hep beraber geleceğe gidelim.

    Koronanın bize yaşattıklarından sonra in-sanoğlu bence bugüne kadar yaptığı planları tekrardan gözden geçirme, revize etme ihtiya-cı duymalıdır. Kendi yaşam alanlarını yok eden insan, sonunda kendisi de yok olma duygu-suyla karşı karşıya kaldı. Çaresizlik tüm dün-yaya çöktü, zengin-fakir, güçlü-zayıf, gelişmiş-geri kalmış hiç fark etmedi.

    Zaman geçiyor; insanoğlu bindiği dalı

    kesmeye, yani yaşadığı dünyasını yıkmaya

    devam ediyor. Bunu yaparken en acı şey

    nedir biliyor musunuz? “İnsanın insana olan

    düşmanlığı.”

  • SERÜVEN • 9

    Peki, korona virüs sınavından ders çıkar-mak ve bunu avantaja çevirmek mümkün mü-dür? Kuşkusuz her zaman, her sorundan çık-manın ve mutluluğa ulaşmanın yolu mevcuttur. Bu süreçten ve zorluklardan çıkmanın ve aya-ğa kalkmanın belki de en kolay yollarından biri ‘Ben’ yerine ‘Biz’ demeyi öğrenmektir. ‘Ben’ ve ‘Biz’ bir bölge, ülke, inanç ya da ideolojiyle sınırlı olmamalıdır. Tüm dünya olmalıdır. Ayrıca ‘Biz’ sadece insan da olmamalıdır. Tüm canlı-lar ve çevremizin ‘Biz’ olduğu unutulmamalıdır. “Bir musibet, bin nasihatten iyidir.” sözünü ha-tırda tutmalı ve bu yaşanan süreçten dersler çıkarılmalıdır. Herkesin kendine mahkûm oldu-ğu bu dönem, bunları düşünmek için inanılmaz fırsattır. Bu fırsatı tepmeden daha müreffeh, daha hümanist bir dünya için hep birlikte pa-zarlıksız çalışmalıyız. Artık insanlar savaşlarda nişan tutulan hedefler olmasın, artık insanlar açlıktan ölmesin. Artık insanlar tok olmak için dünyamızın aynı zamanda yaşamımızın birer parçası olan hayvanları ve diğer canlıları öldür-mesin. Birlikte yaşamayı öğrenmeli, birbirimize üstünlük taslamak yerine muavenet etmeliyiz. Bu virüsün bir insandan bütün dünyaya ya-yıldığını unutmayalım. Demek ki bir insandan bütün dünyaya bir kötülük yayılabiliyorsa bir insandan da bütün dünyaya örnek bir iyilik dal-gası yayılabilir.

    Evet, bu virüs birçok şeyi değiştirdi. Birçok insanı sevdiklerinden ayırıp acı yaşattığı gibi her şeye sıfırdan da başlama fırsatı verdi. Ara-mızdaki mesafeler evlere mahkûm olduğumuz bu dönemde arttı. İnsanlar birbirleri ile sıcak ve samimi ilişkiler kurmak için sabırsızlanmalı; kin-ler, husumetler, nefretler bir kenara bırakılmalı. Hayat yeniden başlamalı. Her gün televizyon-dan internetten haberler okuyoruz. Dünya, insanoğlunun yıkım coşkusuna ara verdiği bu dönemde kendi özüne dönmeye başladı. Ha-vadaki kirlilik hissedilebilir derecede azaldı. Bu temizlenme bilimsel verilere göre 150 bin çocu-ğun kurtulmasına vesile oldu. Yıllardır görünme-yen, nesli tükendi denilen birçok canlı yeniden görünmeye başladı. Baharla birlikte bakıyorum da insanlığın tahribatına maruz kalmayan doğa çok daha yeşil, çok daha canlı, sular şelaleler-den daha coşkun akıyor, güneş daha parlak ve daha sıcak. Sanki depremler azaldı ve baharla

    birlikte hep duyduğumuz o sel felaketleri, iri ta-neli dolu yağışları yok. Demek ki bunların hepsi tepkimeydi. Bu aşamadan sonra insanlık şu soruyu kendisine sormalı: “Bütün felaketlerin, huzursuzlukların sebebi biz miyiz?” Bana göre bu sorunun cevabı “Evet biziz”, çünkü insanlık hastalandıkça doğa iyileşiyor. O zaman çare de şu olmalı: İnsanlık doğayı iyileştirecek ki kendisi hastalanmasın. Çünkü çare doğadaki bitkidedir, çiçektedir, böcektedir. Yok edersek nereden bulacağız çareyi? Bugün virüse karşı neden ilaç bulunamıyor? Ya da bulunacaksa neden bu kadar geç bulunuyor? Şimdilik, 400 bin insan ölmeli miydi? Çünkü biz o ilacı kendi elimizle yok ettik. Kendi elimizle yok ettiğimi-zi bile bile varmış gibi aramak, ne kadar akıl kârıdır? İzanınıza havale ediyorum.

    Herkes genelden özele yeni bir dünya dü-zeninden, yeni bir normalleşmeden bahsedi-yor. Evet, yeni bir düzen kurulmalı ve bu yeni düzende gözyaşları mazlumun bedduası ile olmamalı. Duası ile olmalı ki acının gözyaşları sevincin gözyaşlarına dönüşsün. Sanayileşme, teknoloji, dijitalleşme ve inkişaf elbette olmalı ama bu gelişmeler dünyanın dengesini bozma-malı. Soğuyan kan bağları, insani ilişkiler yeni-den ısınmalı, çıkar çatışmaları bırakılıp uhuvvet, muavenet ilişkileri ön plana çıkarılmalı. Güven duygusu artsın ki insandaki bu bencillik son bulsun. Ne kadar acıdır ki bu süreçte insanlık, “Virüs bana bulaştıysa herkese de bulaşsın” düşüncesi ile hareket ettiğinden olsa gerek, büyük bir yıkımın, büyük bir felaketin müseb-bibi olmuştur.

    Şimdi önümüzde son bir kez daha tercih yapma fırsatı var belki. Ya elbirliği ile yok et-mek için çalıştığımız dünyayı yıkmaya devam edecek ve kendi kıyametimizi koparacağız ya da dünyanın kendisini yeniden formatlamasına fırsat vererek gelecek nesillerin yaşabileceği bir dünyaya zemin hazırlamış olacağız. Tarih boyunca değişik nedenlerden çağlar açıldı, çağlar kapandı. Kim bilir belki korona da bir çağı kapatıp yeni bir çağın başlangıcına sebep olacak. Açılacak yeniçağda salgınsız, herkesin birbirine korkusuzca, art niyetsiz, kardeşçe, dostça sarılacağı yeni bir dünya olması dilek-lerimle…

  • 10 • SERÜVEN

    T an yeri ağardığında üşüyor tüm yapraklar A lev alev içimde kaynar sonbaharın hüznü T enha sokaklarda sarı bir ayrılık eser davetsiz V akitsiz düşer toprağa çiseleyen yağmur bu sabah A navatana hasret kalır baharın mutluluk ışıltıları N azlı sevdalara ahenkle kanat çırpar allı turnalar

    F ilm şeridi misali hayal olur her hatıra sonbaharda E n derin yaralar açılır nazenin annelerin gözlerinde N amazla başlar içten yakarışlar, hüzünle biter gece

    L âl kesilir gökyüzü, toprak ana, cümle âlem İ zahı yok bu feryadın, kopan sarı fırtınanın S essiz sessiz yaklaşır ölümün ayak sesleri E lemler, kederler dolanır boynuna baharın S abahlara kadar ayrılık damlar dağ doruklarına İ çimde ağlaşır tabiatın elemleri eylülün on üçünde N azlı bulutların endamına yapışır yağmur damlaları E sen rüzgârda yayılır etrafa kışın yaşlılık kokusu

    B ulutlu bir rüyanın kanayan ateşini bıraktı 25 Ekim İ çimde fokurdayan zamansız ölümün dinmeyen sancısı N ihayete erer mi Allah’ım bekleyenlerin bitmeyen acısı

    S ardı gökyüzünü gençliğini yitiren yaprakların yalnızlığı E skiyen bir masalın sonu gibidir ömrümüzün sonbaharı L aleler, sümbüller can verdi birer birer kederli bahçelerde A nlamını yitirdi gülen papatya, mor menekşe ve gül M is gibi gençlik bıraktı yerini zahmetli ihtiyarlığa

    O dalar yavrusuz kalır annelerin dinmeyen gözyaşlarında L eyla’dan hatıradır sonbaharın saçlarında biriken hüzünler S evdalar biter, yapraklar solar, düşer göç yollarına kuşlar U mutsuz rüyalar yayılır çıplak ağaçların sarı diplerinde N asılım diye sormayın, içimde kaynar hazanın tüm hüzünleri

    Hazanın Nihayetsiz HüzünleriMUHAMMED Ş. UYANIK

    MÜDÜR BAŞYARDIMCISI

    10 • SERÜVEN

  • SERÜVEN • 11

    Kültürü iki farklı şekilde tanımlamak mümkündür. Bi-rincisi, terimin bir grup insanın birleştirici özelliklerini ifade eden antropolojik anlamıdır. Bunlar; coğrafya yakınlığı, dil, entelektüel ve sanatsal gelenekler, akrabalık, dini, ekonomik ve politik sistemleri içerir. İkincisi, bir grup in-sanın diğer gruplardan ayıran koşulları, dünya görüşlerini ve yaşam alışkanlıklarını ifade eden tanımıdır (Peterson & Anand, 2004). Fakat bir diğer kaynakta, bir bütün olarak kültür, “İnsan topluluklarına kimliklerini veren ve onları birbirinden ayırt eden özelliklerin toplamı ya da insanların simgesel eşyalar yaratması ve onları kullanması olarak da tanımlanabilir” (Atik & Erdoğan, 2014). Kültür, hızla değişen dünyamızda ve birbirimize daha çok benzediğimiz bu küresel çağda, yerel olarak önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Kültür ile oluşturduğumuz soyut ve somut her şey o kültürün kimliğine işaret eder. Bir nesilden di-ğerine aktarılan, toplumu bir arada tutan bu kurumlar, o toplum-da yaşayan insanların toplumsal kimliğini oluşturur. Ancak kimlik kavramı incelendiğinde ulusal, toplumsal ve bireysel olmak üzere çeşitli açılardan yaklaşılabilecek ve açıklanmaya muhtaç bir kavram olduğu görünmektedir. Ulusal kimlik ve toplum-sal kimlik kavramları birbirine yakın görünse de ulusal kimlik, toplumsal kimlikten daha belirli sınırlara sahiptir. Çünkü o ulusa ait belirlenmiş göstergeler ile sınırlan-dırılmıştır. Ancak toplumsal kimlik daha girift bir yapı sunmaktadır.

    Kimlik, sosyal bilimler tarihi boyunca bireyin kişisel

    anlayışını ve ifadesini tanımlamak için kullanılan şemsiye

    bir terimdir. Kimlik aynı zamanda insanlar ve topluluklar için

    büyük bir anlam kaynağı olmuştur. Bireyin kimliğinin oluş-

    masında kişiliğin yeri büyüktür. Kişilik, gelişimsel bir süreçtir

    ve içinde oluştuğu güçlü bir sosyo-kültürel bağlama sahip-

    tir. Kendini yansıtma ve benlik bilinci kapasitesini ifade eder.

    Kimlik böylece bir insanın tekliği içinde psikolojik, biyolojik ve

    toplumsal doğasıyla bütünleşmektedir.

    Erickson’un kimlik oluşumuyla ilgili yazıları ve Marcia’nın kimlik

    durumu modeliyle ilgili açıklamaları ışığında, araştırmacılar kimliği

    gelişimsel bir süreç olarak ele almışlardır. Kimlik oluşumunun insan

    deneyiminin evrensel bir özelliği olduğu yaygın bir varsayımdır. Kimlik

    Kimlik, Kültür ve Sanat ÜzerineBAYRAM DAĞLIMÜDÜR YARDIMCISI

  • 12 • SERÜVEN

    terimi aynı zamanda kendini yansıtma kapasitesini

    ve benliğin farkındalığını ifade eder. Sosyoloji gibi

    grup davranışı da dâhil olmak üzere rol davranı-

    şı kavramına açıklayıcı bir ağırlık verir. Buna bağlı

    olarak kimlik müzakere kavramı, sosyal ritüellerin

    kişisel deneyim yoluyla öğrenilmesinden kaynak-

    lanmaktadır. Böylece bireyin, grupların ve sürekli

    birbirleriyle iletişim kuran toplumların kimliği oluş-

    maktadır. Psikologlar en çok kişisel kimliği veya bir

    kişiyi eşsiz kılan kendine özgü şeyleri tanımlamak

    için kimlik terimini kullanırlar (Sharma, 2014).

    Genel olarak kimliğin son yıllarda önemli hale

    gelen ideolojik bir mekanizma olduğu söylenebilir.

    İdeolojik bir mekanizma olarak kimlik, artık kültürle

    ilgili devlet düzenlemelerinde her şeyden önce so-

    mut ve maddi bir varlığa sahiptir. Güçlü uluslararası

    organizasyonların baskısı altında gelişen kültürel

    faaliyetlerin ve hizmetlerin özelleştirilmesini, daha

    sonra da ticarileştirilmesini öngörmektedir. Bu tür

    bir özgürleştirme ulusal kimlik için tehdit oluştura-

    cak sınırdadır (Močnik, 2020). Nihayetinde ulusal

    kültür, daha sonra devletin kültür alanına müdaha-

    lesini meşrulaştırır ve korumacı önlemler, devletlerin

    bu gibi girişimlerini haklı çıkarır.

    Kimlik, bir sınıflandırma aracıdır ve bu neden-

    le ilişkisel bir terimdir. Bununla birlikte kimliklerin

    tanımladığı ilişkiler çeşitlilik gösterir. Çeşitli gençlik

    alt grupları kendilerini birbirlerine karşı tanımlarlar

    ve ana akım kültürün aksine davranış ve değer-

    ler geliştirebilirler. Çoğu zaman kimlikler, bir kimlik

    topluluğunu daha büyük ve daha güçlü bir toplu-

    luk veya kuruluşla ilişkilendiren dikey ilişkilere atıfta

    bulunarak da düşünülebilir. (AB-uluslararası toplu-

    luklar vs.) Ancak bazen kimlik aynı sicilin diğer kim-

    likleriyle de yatay ilişkiler yardımıyla tanımlanabilir.

    (Ortadoks*Katolik-Hristiyanlık*İslam) Bu şekilde iliş-

    kilendirilmiş kimlikler, genellikle evrensellik iddiasın-

    da bulunabilir ve bu konuda ısrar edebilir.

    AB perspektifinden bakıldığında kültür ve kimlik

    kavramlarına karşılık gelen “çeşitlilik” kelimesi daha

    kapsamlı görülmekte ve aslında kimlik anlamına

    gelmektedir. Çeşitlilik ve kimlik kavramına yakından

    bakıldığında her iki kavram da yanıltıcı görünmek-

    tedir. Bu noktada kültürlerin homojen bir blok oldu-

    ğu varsayımını paylaşmak gerekir. (Močnik, 2020).

    Kimlik, sanatsal uygulamalarla oluşturulan eserleri

    ve nesneleri alan ve onları sanatsal olmayan amaç-

    lar için kullanan ekstra sanatsal işlemlerin bir parça-

    sı olarak tartışılabilir.

    Toplumların kendine has ortak birtakım değerler

    yaratmaları kişiyi aşar ve tüm toplumu ilgilendirir. O

    toplumu diğer toplumlardan farklı kılan özellikleri

    barındırır. Bu özellikler, soyut bir takım düşünüş bi-

    çimleri ile toplumun yapısını ve düşünüşünü somut

    olarak gösteren biçimlerden oluşmaktadır. Toplum

    kimliğini somutlaştıran göstergelerin başında kültü-

    rel bir kurum olarak sanatı gösterebiliriz.

    Bununla birlikte sanatsal detayları incelerken

    kimliğin bir süreç değil bir etki olduğu unutulma-

    malıdır. Bu psişik bir tanımlama sonucudur. Kimlik,

    ancak toplumsal alanın daha fazla atomize edildiği

    modern bireyci toplumlarda ideolojik bir mekaniz-

    ma haline gelebilir. İdeolojik bir mekanizma olarak

    kimlik sosyal ilişkileri, gerilimleri ve çatışmaları siya-

    sileştirir ve hem sosyal bütünlüğü hem de sosyal

    çatışmaları kültürel boyuta kaydırır. Öte yandan

    sosyal alanı “kimlik-girişimcilik”, “kültürel lobicilik”,

    “kültürel çatışma”, müzakere ve uzlaşma şeklinde

    yönetime açar. Her iki durumda da kimlik, bireysel

    atomizasyonu dahili, baskıcı ve harici olarak agresif

    grup kolektivizmi ile birleştirir (Močnik, 2020)

    Çeşitli grupların sanatsal ifadeleri, bir değer

    yargısı ortaya koymadan onları anlamanın bir yo-

    ludur. Geniş bir kültür yelpazesini analiz ederken

    bir kültürü içerden veya dış perspektiften değer-

    lendirirken farklı kültürlerin sanatsal ürünleri, önem

    veya değer bakımından eşit görülür. Ancak bu her

    zaman böyle olmamıştır. Geçmişte sanat tarihçileri

    belirli sanatçılara, kültürlere ve dönemlere ayrıcalık

    tanımışlardır. Tarihçilerin neyi analiz edecekleri ve

    neyi görmezden gelecekleri hakkındaki seçimlerin-

    de belirli sanatçıların, kültürlerin veya dönemlerin

    önemi hakkında değer yargıları ürettiklerini söyle-

    yebiliriz. Sanatın öneminin belirli bağlamlardaki bu

    sıralaması, kültürün ikinci bir anlamına işaret eder.

    Bu ikinci anlam kültürün belirli sosyal sınıflarla ilişkili

    uygulamalara, zevklere ve değerlere işaret etmesi-

    dir (Leuthold, 2011).

  • SERÜVEN • 13

    Kültür perspektifinin üretimi, kültürün sembolik

    öğelerinin içinde yaratıldıkları, dağıtıldıkları, değer-

    lendirildikleri, öğretildiği ve korunduğu sistemlerle

    nasıl şekillendiğine odaklanır. (Peterson & Anand,

    2004). Bu anlamda sanat, bir kültürün ayırt edici

    özelliğini oluşturan bir dizi süreçten biridir. Sanatçı,

    sosyal gerçeklik ile doğrudan etkileşime geçerek

    medyanın sunduğu sahte gerçekliğin gündeminin

    farkındadır. Öte yandan sanatçılar, toplumun çağ-

    daş kültürünü yansıtarak kültürün kimliğinin tem-

    silinde yer alırlar. Politika, sosyo-ekonomik ve din

    gibi kültürel kimliği etkileyen diğer faktörler ile bü-

    tünleşirler. Sanatçılar, çağdaş kültürel kavramlarla

    bütünleşerek o değerleri betimlerler. Herhangi bir

    yerin görsel kültürü, halkının ortak düşüncelerinin

    göstergesidir. Kültür, entelektüel eserleri belirli bir

    yerden ve çağdaş tanımlarımıza yardımcı olan ayırt

    edici bir özelliktir. Kültürel kimlikler dil, din ve sosyal

    yapıların yanı sıra belirli sanat eserlerinin yerini ve

    zamanını yansıtır, ifade eder (Al-Abbas, 2016)

    Görsel sembollerin doğası, yerleştirildikleri bağ-

    lam ve etkilendikleri ortamdır. Bu nedenle bir gö-

    rüntüyü çevreleyen ve onun görüldüğü, kullanıldığı

    geniş ekonomik, sosyal, politik ilişkiler, durumlar ve

    uygulamalar dikkate alınmalıdır. Böylece izleyici ta-

    rafından görsel bir sembolün alınma biçimi büyük

    ölçüde mevcut sosyal, ekonomik ve politik iklim

    tarafından belirlenir. Bundan dolayı görsel ikonlar,

    yerel topluluklar ve içindeki ilişkileri ve daha sonra

    devletle olan ilişkilerini anlamamız için önemlidir.

    Her sembol farklı yorumlanabilir veya kemikleşebilir.

    Daha önce uyandırdığı gerçeği çağrıştırmak için şu

    anda başarısız olabilir. Her şeyden öte her sosyal

    grubun ve her bireyin gerçekliği farklı bir biçimde şe-

    killendirmesi, sembolizmi kendi arzularına göre bük-

    mesi muhtemeldir. Bu nedenle toplumlar işaret ve

    sembolleri yeniden icat eder ve onları farklı bağlam-

    larda ele alır. Referans ve anlamlarını dönüştürür.

    Çevremizde gördüğümüz kamu yapıları, anıtlar,

    kaideler, duvar yazıları, sokak isimleri gibi öğeler

    geçmişin yorumlarını somutlaştırarak halka sunar.

    Bu nedenle mirası ifade ederler ve tarihin kimliğini

    ve mekânsallaşmasının simgeleri olarak okunabi-

    lirler. Dolayısıyla miras, hafıza ve kimlik arasındaki

    bağlantıları anlamak için temel bir kaynaktır. Kimlik,

    geçmişe dayanan ve gereksinimlerimizle yakından

    ilişkili bir süreçtir. Onu doğrulama, meşrulaştırma ve

    birlik için manipüle ediyoruz ve meydan okumak,

    yalanlamak, zayıflatmak için çağırıyoruz (McDowell,

    2008)

    Sanat eserlerinde kullanılan kültürel öğeler geç-

    miş, şimdi ve gelecek arasında disiplinler arası bir

    kavşak sağlamaktadır. Her yerin her yere, her şe-

    yin her şeye benzediği dünyamızda, kültürel öğeler

    büyük önem kazanmaktadır. Toplumların kültürel

    öğelerle yoğurdukları sanat eserleri, oluşturulduğu

    dönemin ve topluluğun ruhunu ve atmosferini yaka-

    layarak güçlü bir kimlik hissi yaratır. Sanat eserlerin-

    de kullanılan kültürel öğeler, bireylerin hayal gücünü

    harekete geçirerek içinde yaşadıkları toplum kimli-

    ğinin daha derin hissedilmesini, çevresini bir bütün

    olarak algılamasını, sosyal olan hakkında öğrenmeyi

    ve düşünmeyi teşvik eder. Böylece sanat yoluyla

    kültür ve kimlik kavramları geçmiş, şimdi ve gelecek

    arasında önemli bir kavşak rolü üstlenmiş olur.

    Kaynakça

    Al-Abbas, M. B. (2016). The Emergence of Death Representations in Visual Arts:Stereotypes and Soci-al Realities. International Journal of Social Sciences, Special İsaue Volume 2(1), 1733-1743. doi:http://dx.doi.org/10.20319/pijjs.2016.s21.17331743

    Atik, A., & Erdoğan, Ş. (2014). Toplumsal Belllek ve Medya. Atatürk İletişim Dergisi, 1-16.

    Leuthold, S. M. (2011). Cross-Cultural Issu-es in Art-Frames for Understanding. New York: Taylor&Francis e Library.

    McDowell, S. (2008). Heritage, Memory and Iden-tity. The Ashgate Research Companion to Heritage and Identity (s. 37-53). Hampshire: Ashgate Publis-hing Limited.

    Močnik, R. (2020, 04 25). Identity and the Arts. https://www.moma.org: https://www.moma.org/interactives/exhibitions/2011/sanjaivekovic/essays/RM%20Identity%20and%20the%20Arts.pdf adre-sinden alındı

    Peterson, R. A., & Anand, N. (2004). The Produc-tion of Culture Perspective. Review in Advance, 311-334. doi:10.1146/annurev.soc.30.012703.110557

    Sharma, S. (2014). Self, Identity and Cultu-re. S. Menon içinde, Interdisciplinary Perspecti-ves on Consciousness and the Self (s. 1-11). India. doi:10.1007/978-81-322-1587-5__10

  • 14 • SERÜVEN

    Annemsin, babamsın, dostumsun benim,

    Seni sevdiğim için sarılma bana,

    Uzaktan bir selam verip giderim,

    Elinden öpemem darılma bana.

    Uzun zaman kapını çalamadım,

    Sevgi dolu sitemi duyamadım,

    Uzaktan uzağa ben doyamadım,

    Gelirim bir zaman kırılma bana.

    Üç adım değil, bin adım öteden,

    Hissederim sevgini ta derinden,

    Tutmasa da ellerim ellerinden,

    Yüreğinde hisset soğuma bana.

    Bir belaya çattık adı korona,

    Aşk muhabbeti düşürdü toruna,

    Uzaktan sevmek gitmez mi zoruna,

    Mesafeni koru yaklaşma bana.

    KORONALI İLİŞKİLERÇETİN KIZGIN

    TÜRK DİLİ VE EDB. ÖĞRT.

    14 • SERÜVEN

  • SERÜVEN • 15

    PARLAK BİR MEDENİYETİN

    SEKİZİNCİ OĞLU

    O, Vatanına Âşık Bir İnsandır

    Yıl, 1960’ın sonbaharı. Tan ağarmadan yere düşen sararmış yaprakların hüz-nü, henüz caddelerden silinmemiş iken canhıraş bir çocuk sesi duyuldu uzaklar-dan: “Yazıyor, yazıyor 147 profesörün üniver-siteden atıldığını yazıyor.” Ufuklarda pembemsi bulut kümeleri kırık dökük yere inen ışık hüzme-leri ile beraber sokakları yeni yeni aydınlatmaya başlamış iken bağıran çocuğun iç karartan sesi iyice yaklaşıyordu. İstanbul sokaklarında alev gibi yükselen çocuğun bu sesine önce kulak ka-bartan, daha sonra çocuğa yanaşan kalabalığın arasından munis bir el ahenkle gazeteye uzattı ellerini. Bu Fuat Hoca’dan başkası değildi. 147 profesörün üniversiteden atıldığını haykıran ço-cukların işaret ettiği sayfada hocamızın ismi de geçiyordu. (Fuat Sezgin, üniversiteden atıldığın-da doçent olarak çalışmaktadır.) Fuat Sezgin Hoca’mız gazeteyi katlayıp çantasına attı ve me-tanetle yoluna devam etti. Metanetini muhafaza eden yanı bir müddet sonra yerini hüzne bıraktı. Yolunu değiştirip üniversite yerine Süleymaniye Kütüphanesi’ne saptı. Kütüphanede hem kitap okuyor hem de derin düşüncelere dalıyordu. Üniversitede kurduğu enstitü aracılığıyla vata-nına, milletine hizmet edecekti. Bilime sevdalı yürekler yetiştirmek için gecesini gündüzüne katarak oluşturduğu bilim tarihi çalışmaları hiçbir

    gerekçe gösterilmeden sonlandırılması hoca-mızı derinden üzmüştü. Onu üzen şahsi çıkarı, makamı ve gelecek kaygısı değildi tabi ki. Müs-lümanların bilim tarihine katkılarını araştırarak -bilinenin aksine- Müslüman bilim adamlarının dünya bilim tarihine yaptıklarını ispatlayacaktı. Fakat çok sevdiği ülkesinde bunu gerçekleştir-mesi artık mümkün görünmüyordu. Bekleyecek, oturacak zamanı hiç yoktu. Alelacele dışarıdaki dostlarına birkaç mektup yazıp ilmi araştırmaları-na üniversite dışındaki mekânlarda devam eder. Gelen olumlu teklifler içerisinde en cazip olanı Almanya’daki üniversite idi. Müslüman coğraf-yaya yakın olması ve İslami Bilimler Kürsüsü’nün olması Almanya’daki üniversiteyi tercih etmesin-deki etkenler arasındaydı.

    Son hazırlığını yapıp yola çıkacağı günün bir kısmını dışarıda geçiren hocamız Gala-ta Köprüsü’nden sevdalı bir edayla uzun uzun İstanbul’u seyre dalar. Atalar yadigârı Üsküdar’ın alımlı duruşuna, boğazın efsunlu gerdanlığı-na, firuze billur suların ipil ipil raks etmesine, Süleymaniye’nin vakur minareleri arasında el sallayan günbatımının son tebessümüne hay-ranlıkla bakar ve gözyaşlarına hâkim olamaz. Bu güzel vatandan ayrı düşmek, her yeri ilim kokan başkentler başkentinin havasını artık teneffüs edememek hocamızı derin kederlere gark eder. Yıllar sonra üniversiteden atılma durumu ile ilgili

    MUHAMMED Ş. UYANIK MÜDÜR BAŞYARDIMCISI

    SERÜVEN • 15

  • 16 • SERÜVEN

    olarak dilinden şu kelimeler dökülecektir: “Tür-kiye insanlarını, değerlerini çok kolay harcıyor. Harcarken de gözünün yaşına bakmıyor. Kendi insan sermayesini kolayca harcayan bir ülkenin belini doğrultması da mümkün olmayacaktır. Ama iş işten geçmiş olacak.”

    Yola çıkmadan heybesini memleket kokusuy-la dolduran mahzun yolcu yapacağı çalışmaların tahayyülünü ve tasavvurunu kurarak Frankfurt’a varır. Almanya’ya varır varmaz Türkiye’de baş-ladığı ilmi çalışmalarına devam eder. Memleke-tinden kovulması, kamuoyu nezdinde fişlenmesi asla çalışma temposunu etkilemez. İşe başladığı üniversitede gecesini gündüzüne katarak çalışır. Kısa bir zaman içinde yaptığı bilimsel çalışma-larla çevresinde söz sahibi olmaya başlar. Ça-lıştığı üniversitedeki akademik basamakları kısa bir zaman diliminde birer birer çıkan Fuat Sezgin Hoca’mız çevresinde çok sevilen bir insan du-rumuna gelir. Burnunda vatan hasreti tütse de hicret edip geldiği bir diyarda yalnızlık ateşiyle yansa da içinde doğup büyüdüğü toprakları asla aklından çıkarmayacaktır. Kendisiyle yapılan bir mülakatta yıllarca ülke ülke dolaşıp şevkle yap-tığı ilmi çalışmaları ülkesi ve milleti için yaptığını gururla anlatması onun ne kadar vatansever ol-duğunun kanıtıdır.

    Cehdi, metaneti ve keskin zekâsı sayesin-de İslam Bilim Tarihi konusunda bütün ezberleri bozan bu âlimi tüm dünya tanıyordu artık. Onu bilmeyen, tanımayan tek bir coğrafya kalmış-tı: Anadolu Coğrafyası, kendi ülkesi. Gizli bir el âdeta tanınmasını, bilinmesini engelliyordu. Bu dışlanmışlık, kadir kıymet bilmezlik tam elli yıl sürer. İki binli yılların başında cuntacı, statüko-cu paradigma değiştiği için yıllarca yerin altında bekledikten sonra gün yüzüne çıkan büyük bir hazine gibi keşfedilir Fuat Sezgin Hoca.

    Senin milletin şahsına ve eserlerine değer vermiyor diyen ve bu konuda sitem eden eşine karşı Türk milletinin masum olduğunu, bu duru-mun birkaç insanın reaksiyonu olduğunu ifade etmiştir.

    Yaptığı bilimsel çalışmalarla Almanya’da, Avrupa’da ve Ortadoğu ülkelerinde saygın bir konuma yükselen Fuat Sezgin çok sayıda ulus-

    lararası ödüle layık görülür. Almanya’da çalıştığı üniversitede ilmi çalışmalar için her türlü imkân sağlanmasına, devlet erkânı düzeyinde çok az kişiye nasip olacak iltifatlara ve payelere maz-har olmasına rağmen Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau ona vatandaşlık teklifi yaptığında tereddütsüz reddeder. Hocamızın verdiği cevap karşısında şaşkına dönen cumhurbaşkanının: “Niçin bu teklifimi kabul etmedin.” dediğinde tarihe geçecek cevabı verir: “Ben kendimi vata-nımdan hiç ayrı düşünmedim. Ben ne yaptım-sa hepsini milletim için yaptım.”Cumhurbaşkanı Rau’ya verdiği cevap ve bu cevabı anlatırken gözlerinden süzülen gözyaşları onun vatan aşkı-nı ortaya koymaktadır. Ne kadar da yürek para-layıcı bir durum. Hizmet etmek için çırpındığınız ülkeniz sizi dışlayıp gurbet ellere sürmüş iken, gurbet ellerde yıllarca kalıp oraları yurt edinip her türlü imkândan faydalanacaksınız, ayrıca her tür-lü desteğini esirgemeyen ülkenin cumhurbaşka-nının sunduğu vatandaşlık teklifini de tek kelime ile kabul etmeyeceksiniz. Kendi köklerine yıllar geçmesine rağmen bu kadar bağlı kalan ulu çı-narın vatanperver perspektifini ne kadar övsek azdır. İlim ve irfan için Batıya gidip kendi değer yargılarına, içinde yetiştiği toplumun manevi di-namiklerine yabacı kalan yüzlerce bilim adamımız bulunmaktadır. Avrupa’nın menfi örfüne, yaşam biçimine müptela olup asimilasyona uğrayan akademisyenlerimizin aksine “kökü mazide olan ati” olmayı başarmış bir bilim insanıdır. Yaşa-yan şairlerimizden Sezai KARAKOÇ’un meşhur “Masal Şiiri’nde” Doğulu babanın Batı’ya giden yedi oğlunun hayat hikâyesini tasvir etmektedir. Avrupai hayat tarzının yuttuğu, başkalaştırdığı, manen öldürdüğü altı kardeşten sonra Batı’ya giden yedinci oğlun olumsuz değişime göster-diği kararlı direnci anlatır Sezai KARAKOÇ. Batı-nın mağrur duruşuna ve şaşaalı yaşam biçimine karşı ideal anlamda dik duramayan, yarı beline kadar kazıdığı çukurda mücadelesini tamamla-yan yedinci oğlun imdadına Fuat Sezgin yetişir. Tüm oğulların karşılaştığı ve üstesinden geleme-dikleri Avrupai yaşam tarzının tam merkezinde yarım asırdan fazla kalmasına rağmen Doğu’nun faziletinden asla taviz vermemiştir. Bu yüzden Fuat Sezgin, çalışmalarıyla, yaşantısıyla herkesin gönlünde taht kurmuş, kemale ermiş Doğu’nun

    16 • SERÜVEN

  • SERÜVEN • 17

    sekizinci oğludur. Batı’nın tahrik edici yaşam bi-çimi hocamızı mensubu olduğu köklerden asla uzaklaştıramamıştır.

    İmkânsız Olanı Başaran Bir Bilim Adamı

    Alman şarkiyatçı Carl Brockelmann’ın (1868-1956) yazmış olduğu beş ciltlik “Arap Edebiyatı Tarihi” adlı eser alanında yazılmış en büyük ve en kapsamlı kaynak kabul edilirdi. Zaman içe-risinde eserin bazı eksiklikleri fark edilir. Dokto-rasını bitiren Fuat Sezgin, Brockelmann’nın ki-tabının noksanlıklarını gidermeyi kafasına koyar ve bu konuda malumat toplamaya başlar. Eser üzerinde çalışan hocamız adı geçen kitaptaki eksikliklerin zeyl yazılarak doldurulamayacağına kanaat getirdikten sonra bu alan ile ilgili sil baş-tan yeni bir eser yazmaya karar verir. 1959 yılın-da bu fikrini hocası H. Ritter’a anlatır. Hocasına: “Brockelmann’ın kitabına bir zeyl yazmak değil de dünyadaki bütün yazmalara bakarak yeni bir kitap yazmak istiyorum.” demesi üzerine hocası kararlı bir şekilde: “Onu yapamazsınız. Bunu hiç

    kimse yapamaz.” der. İslam Bilim Tarihi alanında büyük bir otorite olan hocasının bu kararlı tutumu karşısında asla ümitsizliğe kapılmadan eserini yazma çalışmalarına devam eder. Belki de hoca-sının kararına ilk defa muhalefet etmişti. Çünkü o bir şeye inandığında yoluna ne çıkarsa çıksın asla pes etmeyen bir yapıya sahipti. Bilgisine, birikimine herkesin saygı duyduğu bir oryantalist olan H. Ritter, Fuat Sezgini fikirleriyle büyüleyen bir bilim adamıydı. Bu konudaki telkinleri işe ya-ramayacaktı. İslam Bilim Tarihi eserini yazmaya başladığında hocasının cesaret kırıcı söylemleri dışında çok sayıda engelle karşılaşan Fuat Hoca emin adımlarla birinci cildi yazmaya devam eder. Bu konudaki asıl handikap Avrupa’da Karl Brockelmann’ın kitabını yeni baştan yazacak bir komisyonun kurulmasıdır. Kurulan bu komisyo-nu UNESCO ve Hollanda’daki büyük Brill firması finanse ediyordu. Avrupa’nın en donanımlı 30-40 kişilik şarkiyat komisyonu başta Hollanda, İngil-tere, Fransa ve Belçika olmak üzere çok sayıda ülkede defalarca toplantı yapmalarına rağmen nihai bir sonuca varamazlar. Komisyon üyeleri Fuat Sezgin’in bu alanla ilgilendiğini ve komisyo-nun hazırlamak istediği İslam Bilim Tarihi ile ilgili eser yazma çalışmasına giriştiğini öğrenir. Fuat Sezgin’le görüşen ve topladığı malumatları de-falarca gözden geçiren komisyonun bazı üyeleri yapılan bu çalışmaya hayran kalır. Fakat bazı üye-ler de ısrarla buna itiraz ederler. Böyle büyük bir eseri bir kişinin tek başına yazamayacağını; bu-lunacak bir komisyon marifetiyle yazılabileceğini ifade ederler. İtiraz eden üyelerin gerçek niyeti sonradan ortaya çıktığında Fuat Sezgin Hoca’yı da ehli vicdan insanları da derinden üzecektir. Kendi aralarındaki mütalaalarda ve münakaşa-larda demişler ki: “Biz bunu bir Müslüman’ın, bir Türk’ün yapabileceğine inanmıyoruz.” Çünkü komisyon üyeleri bu eserin Müslüman bir Türkün yazmasını istemiyordu. Asıl sıkıntı işin bu tarafıy-mış. Birinci cildini bitirme aşamasına gelen, biri-kimi ve gayretiyle şarkiyatçıları şaşkına çeviren Fuat Sezgin Hoca’nın kararlı duruşu karşısında şapka çıkarmaktan başka yol bulamazlar. Uzun uğraşlar sonucunda bir yere varamayacakları-nı anlayan komisyon kendini fes eder. Yıllarca emek verdiği eserin ilk cildini 1967 yılında bitirir. Bu büyük bir meydan okumanın zaferidir aslın-

    SERÜVEN • 17

  • 18 • SERÜVEN

    da. Çok sevdiği hocasının bile ihtimal vermediği dev eserini matbaaya verip buram buram kokan kâğıt sayfaları vücut bulduğunda dünyadaki tüm İslam Bilim Tarihi uzmanları saygıyla eğilmek zo-runda kalırlar. Mağrur Avrupa’nın suratına inen bu şamar yıllarca aşağılık kompleksine giren Müslümanlara da umut ışığı olur.

    Eserin birinci cildini bitirdikten sonra bir nüs-hasını hocasına gönderen F. Sezgin hoca şöyle bir cevap alır: “Hiç kimse böyle bir kitap yaza-madı. Bunu sizden başka kimse de yazamaz.” Bir bilim adamının alabileceği en büyük paye bu olsa gerek.

    Vakit Nakittir Prensibinin Timsali

    F. Sezgin Hocamızın hayatı (hayatımıza göre) ilginç durumlarla doludur. Hayatındaki en ilginç hadiselerden birisi de evlilik merasimi konusun-da takındığı tavırdır hiç şüphesiz. Bu konu ile ilgili söyledikleri bir hayli düşündürücü nitelikte: “Ben evlendiğim zaman nikâh dairesine gittik. İki şahit geldi. Birisi kayınpederim, biri de bilimler tarihçisi bir âlim arkadaşım vardı. Yemeğimizi yedik, son-ra arkadaşım bizi Frankfurt’taki evimize götürdü. Ben bu kadar insanın bir sürü zamanını alamam. Boş şeylerle uğraşıyoruz. Zamanın Allah’ın ver-diği büyük bir nimet olduğunu unutuyoruz.” di-yor. Eşe dosta caka satmak için aylarca yapılan hazırlık sonucunda yaptığımız şatafatlı düğün merasimlerimizle bunu mukayese ettiğimizde maddi ve manevi olarak ne kadar ziyanda oldu-ğumuzu görebiliyoruz. Zamanı verimli kullanma konusunda hiç hassasiyet göstermediğimizi bu satırları okuyunca daha iyi anlıyoruz. Kahveler-de, çarşı ve pazarlarda harcadığımız zamanın hiç hesabını yapmayan bir toplum haline geldik. Eğlenceye yönelik aktivitelerden dolayı maalesef kitap okumaya, araştırmaya ve yazmaya vakit bulamıyoruz. Zamanı verimli kullanma konusun-da çok titiz olan hocamızın sarf ettiği cümleler üzerinde derin derin tefekkür etmemiz gerekir: “Benim çalışma yılım 365 gündür. Haftam yedi gündür. Cumartesi, Pazar günleri bile sabah saat 07.30’da enstitüdeyim. Eğer böyle yapmazsak modern cumhuriyetimizi, modern ülkemizi kal-kındıramayız. Zamana değer vermek çok önem-lidir. Zamana hâkim olmak lazım. Bizim Türkler çok geziyorlar, özellikle politikacılarımız. İçe ka-

    pansınlar demiyorum. Dünyayla temas etsinler ama biraz masa başında oturarak okumaları lazım.” Muhterem hocamızın uçakla Türkiye’ye yaptığı yolculuklarda uçakta kimin yabacı kimin Türk olduğunu yolcuların elindeki kitaptan anla-dığını, bizimkilerin yolculukta hiç kitap okuma-dıklarını esefle anlatır.

    İdeal İnsan: Hem Fazilet Hem de Marifetin Zirve Noktası

    Fuat Sezgin Hocamız ideal insan kavramı-nı her cihetiyle bünyesinde toplayan şuurlu bir Müslüman şahsiyettir. Bu anlamda Fuat Sezgin Hocamız Merhum Mehmet Akif ERSOY’un ide-alize etmiş olduğu “Asım’ın Nesli’nin ete kemiğe bürünmüş halidir âdeta. Safahat’ın altıncı kita-bında yüz sayfadan uzun olan şiirinde Asımın Nesli’ni şöyle özetler Mehmet Akif: “İnanç ve fa-zilet sahibi, sürekli okuyup sorgulayan, yeniliklere açık, vatansever ve dindar, sahip olduğu değer-leri yüceltmek için maddi ve manevi imkânlarını sonuna kadar sarf eden bir gençliktir.” Mehmet Akif’in hayalini kurduğu ideal gençliğin genel özelliklerine baktığımızda somut olarak Fuat Sezgin Hocamızı görüyoruz. Hatta hem fazilet hem de marifet cihetiyle Asım’ın Nesli’nin profi-lini aşacak niteliklere sahiptir. Safahat’ta Asım’ın öğrenimini tamamlamak, doğuyu uyandırmak ve kalkındırmak için Almanya’ya gitmesi Fuat Sez-gin Hocamızın Almanya’ya gitmesine ne kadar da benziyor. Bu benzerliğin altını çizmekte fayda görüyorum. Taşıdığı kimlik bilinciyle içinde yetiş-tiği toplumun tarihi ve kültürel değerleriyle barışık bir birey portresi çizen Fuat Sezgin Asım’ın Nesli payesini fazlasıyla hak etmektedir.

    KAYNAKÇA

    TURAN, Sefer, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınla-rı, İstanbul, 2013

    TUĞ, Salih, Fuat SEZGİN’i Anlatıyor: “Bir Duvarla Karşı Karşıya Kaldı” http://www.yorungedergi.com, 1 Ağustos 2018

    MACİT, Abdulkadir, Fuat Sezgin Hoca Ardında Güzel bir Örneklik ve İlim Mirası Bıraktı, https://www.dunyabi-zim.com, 12 Temmuz 2018

    ERSOY, Mehmet Akif, Safahat, M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Sütun Yayınları, İstanbul 2011

    KARAKOÇ, Sezai, Zamana Adanmış Sözler, Diriliş Yayınları, İstanbul 2011

    18 • SERÜVEN

  • SERÜVEN • 19

    Duyulsa bin mil öteden birkaç hecelik yankısı,Harfler cilveleşir de dökülür kelimelerin şarkısı.

    Bir Türkçem anlar beni, bir de okuduğum kitap,Her kelimesi ahenkle gönüllere eder hitap.

    Dillere destandır güzelliğin, gizem var adında,Yaşar elbet diller sözcüklerin kanadında.

    Sessizlikten kaçarım lakin kelimelerden kaçamam,Türkçem bir kucak açsın vallahi de susamam.

    Türkçe kelimeler susarsa kim olacak tercüman?Ne dayanır buna dilim, ne kabullenir insan.

    Her harfinde masumiyet, kelimelerse kokuyor merhamet,Nazenin Türkçemle kavuşulur derin manalara nihayet.

    Zenginliği ile kelimelerin dünyasında Türkçem koskoca pirCihanın dilinde billur bir ummana bürünen kadim bir şiir

    Susup da dillere kulak kesildiğimde anladım,Ben ki âdemoğlu! Ağzımdan çıkanlardan kalandım.

    Susmak bize yaraşmaz, kulaklar ki bangır bangır,Cümle âlemi dinleseler Türkçe gibisi var mıdır?

    Söyleyin bakalım! Hangi dil olabilir Türkçeme denk?Lisanlardan lisan seçsem dahi olmaz dilimde pelesenk.

    Evvela zengin Türkçemin yeridir başımın üstü,O Türkçe ki ağzımda anneciğimin ak sütü.

    Türkçe ile aydınlanan nice karanlık gecelere,Binlerce selam! Köklü bir dilin eseri hecelere.

    Ya lal kesilsin dilim, ya ol dilimde münbit bir çeşme,Hep seni duysun kulaklar, hep sen konuş Ey Türkçe!

    Kelimelerin Şarkısı MERVE OKUTAN10 / B SOSYAL

    * Bu Şiir, Antalya-Kepez Sosyal Bilimler Lisesi tarafından Türkiye geneli yapılan “Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir” temalı şiir yazma yarışmasında Türkiye birincisi olmuştur.

    SERÜVEN • 19

  • 20 • SERÜVEN

    Medeniyet; şehirleşme, bir arada yaşayabil-me ve bunların beraberinde getirdiği hak ve hukuku oluşturma birikimidir. İnsanlık ise yaratıcının insana yüklediği sorumluluk bilinciyle insanın oluşturduğu ilkeler bütünüdür. Dolayısıyla “medeni” bir dünya için “insanlık” şarttır. Hiç dilimiz-den düşürmediğimiz bu iki kavram aslında çok bü-yük sorumluluklar yükler bize. Eğer bu kavramları doğru anlar ve gereğini yaparsak doğru bir hayatın şifrelerini de çözmüş oluruz. O halde bunları doğru anlamak için bize ne lazım? Tabii ki en başta dü-şünmek… Sonra araştırmak, idrak etmek, iyi niyet, feragat, insani sorumluluk, adil olma vb.

    İnsanoğlunun tarihine baktığımızda durum ne? Ne yazık ki kocaman bir hayal kırık-

    lığı… İnsan egosunun, kibrinin, kişisel menfaatinin, mal ve mülk hırsının medeniyet ve insanlığın önü-ne geçmediği bir dönem neredeyse yoktur. Oysa insanoğlunun macerası bu iki kavramı tesis etmek üzere başlamış ve devam etmektedir. Pekiyi, mil-yarlarca yıl geçmesine rağmen bunu başaramama-nın sırrı ne? Herkesin bu soruya bolca cevabı vardır elbet. Ama ne yazık ki her kesimin cevabı yine ken-di menfaatini korumak üzere geliştirilmiş cevaplar-dır. Sorun da burada başlıyor zaten. Her insan, her örgüt, her toplumsal yapı; doğruluğuna-yanlışlığına, haklılığına-haksızlığına bakmadan “Günlük çıkar-larıma uyar mı?” mantığıyla hareket edince kalıcı bir medeniyeti ve insanlığı tesis etmek de imkânsız hale geliyor.

    İnsanın insanla, insanın doğayla ve evrenle mü-cadelesi hız kesmeden bugüne kadar süregelmiş

    ve bundan sonra da devam edecektir. Çünkü insan içindeki kibri, mal biriktirme hırsını

    yenmediği sürece etrafındakilerle kavgası sürecektir. Bu

    da beraberinde in-sani dramları ve doğa tahribatla-

    MEDENİYET VE İNSANLIK SOHBETLERİ ÇETİN KIZGINTÜRK DİLİ VE EDB. ÖĞRT.

    20 • SERÜVEN

  • SERÜVEN • 21

    rını getirecektir. Tarih, bu tür örneklerle dolu oluğu halde medeniyet ve insanlığın tesisi için günümüz-de bir arpa boyu yol alınmamış ve gelecekte de alınmayacak gibi.

    İnsan, teknolojik olarak hızlı bir ilerleme içinde-dir. İnsan aklı bu konuda küçümsenmeyecek geliş-melere imza atmıştır. Ancak teknolojiyle medeniyet ve insanlık paralel gitmiyor. İnsan, teknolojik yön-den geliştikçe kendini diğer insanlara ve doğaya karşı daha güçlü hissetmeye başlıyor. Dolayısıyla tahribatın boyutu da bu oranda artıyor. Ama insan, kendisinin ürettiği her türlü silah ve teknolojinin dö-nüp dolaşıp kendi türüne zarar vereceği gerçeğini göz ardı ediyor.

    İnsanlık tarihi boyunca ortaya konulan bütün teknolojik icatların, doğanın en ufak gücü karşısın-da aciz kaldığını ve insanın buna teslim olmaktan başka çaresinin olmadığı gerçeğini bir kez daha ibretlik bir şekilde görüyoruz. Allah, insan aklı idrak edebilsin, ders ve tedbir alabilsin diye evrendeki her şeyi bilimsel bir denge üzerine kurmuştur. Yani dünyada olabilecek iyi şeylerin de kötü şeylerin de insanın müdahalesi olmadan olmayacağı gerçeğini (bazı doğal olaylar hariç) idrak etmemizi istiyor. An-cak insan öyle bir varlık ki kendi canı yanmadıkça tehlikenin boyutunu idrakten uzaktır. Bu ruh hali de insanı enaniyete, “ben” merkezli düşünmeye sevk ediyor. Bu tutumun sonucu olarak da insanın, ken-disine ve doğaya telafi edilemez zararlar vermesi kaçınılmaz oluyor. Bugüne kadarki savaşlar, insan ölümleri, çocuk katliamları, zulümler, insan göçleri, diğer canlıların katliamları ve habitat tahribatla-rı ve daha sayamadığımız insanlık dramları-nın temelinde insanın hükmetme hırsından ve kibrinden doğduğunu rahatlıkla söy-

    leyebiliriz. Bu kibir ve hırs bazen insanı yaratıcıya –haşa- kafa tutmaya kadar götürmüştür. Ama gel gör ki tarihte örnekleri olduğu gibi bugün de “En büyük benim” diyenler, gözle görülemeyecek kadar küçük yarı canlı bir varlığın korkusundan dört duvar arasında sus pus olmuşlar.

    Allah, insanı yarattığı günden itibaren ona, dün-yayı kullanma kılavuzu gibi de değerlendirebileceği-miz yol gösterici ayetler ve rehberler göndermiştir. Bu ayetler ve rehberler insanın her alanda kurallara ve sınırlara uyarak yaşamalarını sağlamaya çalış-mıştır. İnsan ise bilerek veya bilmeyerek çoğu kez bu kural ve sınırları ihlal etmiştir. Kıyamet suresinin 36.ayetinde “İnsan, kendisinin başıboş bırakılaca-ğını mı zanneder.” uyarısı yapılmaktadır insan için. Elbette ki bu ayet bizim için bir sınır çizmektedir. Ama nasıl bir sınır? Teknolojiyle uğraşmayın mı di-yor? Aklınızı kullanıp yeni icatlar ortaya koymayın mı diyor? Sorgulamayın, araştırmayın mı diyor? Hayır, çizilen sınırlar bunlar değil. Adalet ve insanlığın te-sisi için zulmetmeyin, adil olun; stoklamayın, pay-laşın; zengin-fakir oluşumuna izin vermeyin; istilacı olmayın, bulunduğunuz mekânla yetinin, yani kendi rahatınız ve çıkarınız için ne başka bir insanın ne de başka bir canlının yaşam alanını tahrip etmeyin, diyor. Oysa dünya düzeni bu değerlerden çok çok uzaktır.

    İnsanların, insan örgütlenmelerinin, kendi çı-karlarını korumak için bahaneleri çoktur. Hatta bu bahaneler bazen yaratıcının emriymiş gibi insanla-ra sunulabiliyor. Oysa İnsan, içindeki kötülüklerden arınmadığı sürece hiçbir anlayış hiçbir yönetim bi-

    çimi, medeniyet ve insanlığın tesisi için ye-terli olmayacaktır.

    SERÜVEN • 21

  • 22 • SERÜVEN

    - Merhaba. Öncelikle röportaj teklifimi-zi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz. Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

    - Bitlis Eren Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik Bölümünde araştırma görevlisiyim. Malatya İnönü Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ens-titüsü Hemşirelik Ana Bilim Dalı Cerrahi Hem-şireliği Bilim dalında doktora tez sürecindeyim. Evli ve üç çocuk babasıyım.

    - Tarih pek çok salgına tanıklık etti. SARS, MERS, veba gibi. Nitekim günümüzde ise corona. Merak ettiğim nokta şu: Coronanın bu saymış olduğum salgınlardan farkı ne-dir? Bir başka deyişle coronavirüsü, coro-navirüs yapan nedir?

    - Salgını şu an itibariyle yaşıyor olmamız ve bütün vahametiyle hissetmemiz, onu bizim zih-nimizde ayrıcalıklı bir yere konumlandırmış ola-

    bilir. Ancak etken bakımdan diğer salgınlardan çok farklı olduğunu söyleyemeyiz. Koronavirüs-ler, soğuk algınlığından SARS, MERS gibi cid-di hastalıklara kadar çeşitli illetlere neden olan bir virüs ailesidir. Covid-19 da tıpkı SARS ve MERS gibi bu virüs ailesinin bir üyesidir. Suudi Arabistan’da ortaya çıkan ve Ortadoğu Salgını anlamına gelen MERS, develerden mutasyona uğrayıp insana bulaşmıştır. COVİD-19 da iddia edildiği gibi Çin’in Wuhan kentindeki hayvan pazarından insana bulaşmıştır. Yine 2003’teki SARS virüsüyle benzer özellik gösterdiği için COVİD-19’un SARS COV-2 diye anıldığını da görüyoruz.

    - Evet, dediğiniz gibi COVİD-19 farklı isimlerle de anılıyor. Sanırım bunlardan biri de “Çin virüsü” adı olsa gerek. Corona vi-rüse “Çin virüsü” denmesine nasıl yaklaşı-yorsunuz?

    ŞERAFETTİN OKUTAN İLE CORONA VİRÜS ÜZERİNE

    RÖPORTAJ

    RÖPORTAJI GERÇEKLEŞTİREN:MERVE OKUTAN

    RÖPORTAJ TARİHİ: 24.04.2020

  • SERÜVEN • 23

    - Nasıl ki Mers’e Ortadoğu Salgını deniyor-sa veya yine geçmişte İspanya’da görülen vi-rüse İspanyol virüsü deniyorsa, Çin’in Wuhan kentinden çıktığını bildiğimiz COVİD-19 da Çin virüsü diye adlandırılabilir. Bu açıdan baktığı-mızda Çin virüsü denmesi çok da yanlış de-ğildir.

    - Ülkemizde koronavirüs vakalarında oran yüksek ancak ölüm oranları düşük seviyededir. Bunu neye borçluyuz sizce? Türkiye’nin koronavirüsle imtihanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    - Günümüz itibariyle ülkemizde 100 bin vaka sayısı aşılmış, COVİD-19 nedeniyle ölüm sayısı da 2 bini aşmıştır. Ancak bu sayılar diğer dünya ülkelerine kıyasla oldukça sevindirici ra-kamlardır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri, maalesef bu COVİD salgınında sınıfta kalmıştır. Bunun başlıca nedenleri ilk etapta salgını önleyeme-meleri, sonrasındaysa tanı, tedavi ve hasta ba-kımında yetersiz kalmalarıdır. Böylelikle sağlık sistemleri de çökme noktasına gelmiştir. Ör-nek verecek olursak Avrupa’nın başat ülkele-ri olan İngiltere, Fransa, İspanya ve İtalya’da da vaka sayıları 100 bini aşmış; ölüm sayıları ise 20 bin barajını geçmiştir. Bu vaka ve ölüm sayılarına bakarak Türkiye’nin başarısını kolay-lıkla görebiliriz. Bu başarıyı, ilk olarak Sağlık Bakanlığımızın hastalık daha Çin’deyken, yani pandeminin ilk aşamasındayken, ulusal çapta aldığı önlemlere bağlayabiliriz. Daha sonra-sında ise bu başarıyı, gizli kahramanlar olan sağlık çalışanlarımıza ve ülkemizin güçlü sağlık altyapısına borçluyuz. Son dönemde faaliyete alınan Şehir Hastaneleri ise salgınla mücadele kapsamında elimizi güçlendiren en önemli et-kendir. Şehir Hastanelerinin konforu, tek yataklı odalara sahip oluşu ve istenildiğinde bu oda-ların yoğun bakım odasına dönüştürülebilme kapasitesi virüsle mücadelede büyük imkânlar sağlamıştır. Yine başta alınan önlemlerle dev-reye giren filyasyon ise başarılı bir şekilde uy-gulanmıştır. Günlük test sayısının yüksekliği de hastalığın yayılmasını engelleme açısından önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabii ki, bir de millet olarak pandemi ile mü-

    cadelede kurallara uyum yüksek olduğundan mevcut başarıda her bir bireyin de payı vardır.

    - Duymuşsunuzdur “Hiç bir şey eski-si gibi olmayacak. “ veya “Her şey deği-şecek.” sözlerini. Ben bu durumu sağlık sektörü alanında değerlendirmenizi rica edeceğim. Türkiye’nin sağlık alanında gele-cekteki konumunu nasıl öngörüyorsunuz?

    - Şüphesiz pandemi sonrası pandeminin olumsuz etkileri, dünyada ülkeler ve sektör-ler açısından değerlendirilmeye devam edile-cektir. Dünyanın hemen hemen bütün ülkeleri daha korumacı politikalar yapmak zorunda kalacaklardır. Sağlık ve tarım gibi belirli sek-törler ön plana çıkmış ve çıkmaya da devam edecektir. Ülkemizin yakın zamanda başlatmış olduğu sağlık hamlesini bu pandeminin etki-lerini de dikkate alarak daha sağlam temeller üzerine oturtacağını düşünüyorum. Ülkemiz an itibariyle bölgesinde önemli bir sağlık gücü olarak görülmektedir. Dünyanın her ülkesinden ülkemize sağlık turizmi nedeniyle turist gel-mektedir. Bu da güçlü sağlık altyapısını işaret etmektedir. Pandemi ile verilen bu başarılı mü-cadelede gözler Türkiye’nin sağlık sistemine çevrilmiştir. Yine bu olumlu etkinin pandemi sonrasında ülkemiz sağlık sektörü için önemli bir kaldıraç olacağı düşüncesindeyim.

    - Çok teşekkür ediyorum. Son olarak ek-lemek istediğiniz bir şey var mıdır?

    - Bu pandemi sürecinin aynı başarıyla yö-netilerek bir an önce sonlanmasını umut edi-yor, Ramazan ayının hem ülkemize hem de İslam âlemine hayırlar getirmesini temenni edi-yorum.

    Dünyanın gelişmiş ülkeleri, maalesef bu COVİD salgınında sınıfta kalmıştır.

    Bunun başlıca nedenleri ilk etapta salgını önleyememeleri, sonrasındaysa

    tanı, tedavi ve hasta bakımında yetersiz kalmalarıdır. Böylelikle sağlık

    sistemleri de çökme noktasına gelmiştir.

  • 24 • SERÜVEN

    Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıktığı iddia edilen ve çok kısa bir sürede dünyanın neredeyse tamamına yayılan corona virüs, insanların iç dünyasında onulmaz tahribatların meydana gelmesine yol açmıştır. Etkisini gittik-çe arttırdığına şahit olunan bu virüsün her zaman kaçınılan olumsuz ruh hallerini tetiklediği gözlem-lenmektedir.

    İçe çekilme eğilimleri olarak tarif edebileceği-miz korku, yalnızlık, boşluk, güçsüzlük, bıkkınlık, güvensizlik, karamsarlık, can sıkıntısı, kaçış gibi psikolojik izlekler içinde bulunduğumuz bu süreç-te her birimizin yakinen hissettiği negatif hislerdir. Olumlu duyguların minimum düzeye düştüğü bu anlarda, her bir fert adı anılan olumsuz eğilimle-rin baskısı altında varoluş mücadelesini devam ettirme gayreti içindedir. Normal günlük yaşam-da ara sıra etkisini gösteren ve bütüncül bazda hissedilmeyen bu tarz nahoş duygular, şu an ya-şadığımız gibi kritik süreçlerde sürekli bizi rahat-sız edecek kimliğe bürünerek hep birden içimizi kemirmeye başlar. İnsanlık tarihinde felaketlerin yaygın olduğu zaman dilimlerinde bu huzursuz edici hisler, her zaman yaşanmıştır. Potansiyel olarak bünyemizde barındırdığımız bu kıyıcı ruh halleri, özellikle savaş, kıtlık, salgın hastalık gibi yıkıcı olguların baskın olduğu dönemlerde etkisi-ni büyük oranda fark ettirerek zaman ve mekân ötesi özelliğini kavurucu bir şekilde yansıtmıştır.

    Yaşadığımız süreçte yukarıda isimleri anılan eğilimlerden en baskını, şüphesiz ki, korku duy-gusudur. Tehlikeye karşı gösterilen duygusal bir tepki çeşidi olan korkunun birçok gerekçesi var-dır. Bu süreçte ise korkunun iki önemli saç ayağı söz konusudur. Bunlardan biri yoksullaşma ve bunun sonucunda yol açacağı açlık, diğeri ise ölüm realitesidir. Aç kalma korkusu, insanoğlunu akla sığdırılamayacak davranışlarda bulunma-ya iter. En temel fizyolojik ihtiyaç olan “yemek yeme”den mahrum kalma, yaşam düzeneği-ni köktenci bir şekilde yok oluşa doğru sürük-leyeceğinden diğer bir korku çeşidi olan ölüm olgusuyla yer değiştirmeye doğru sürükleyebilir insanları. Aç kalmaktansa çalışmayı yeğleyen insanlar, hastalığa yakalansalar bile onu atlata-bileceklerini ama evde aç kalmanın üstesinden gelemeyebilecekleri algısıyla hareket ederler. Bununla birlikte virüse yakalanma sonucunda ölüme yaklaşılacağının farkında olma yarına dair beklentilerin, arzuların değersizleşmesine ve ya-şamın hiçleşmesine neden olur.

    Ölümün farkındalığı karşısında tasarıların önemini yitirmesi boşluk duygusunu ortaya çı-karır. Alışılagelen yaşam sitilinin aniden sekteye uğradığı bu zaman diliminde bu zaman diliminde ne yapacağını şaşıran her bir fert, anlamsızlığın tahripkâr edici yüzü karşısında sendelemeye başlar. Hedeflerin, beklentilerin, arzuların önemi-

    ERDAL AÇIKYOLTÜRK DİLİ VE EDB. ÖĞRT.

    CORONA VİRÜSÜN PSİKOLOJİK BOYUTU

  • SERÜVEN • 25

    ni yitirdiği ve yaşama tutunmanın tek gaye haline geldiği bu kritik süreçte boşluk duygusunu ilikleri-mize kadar hissederiz. Boşluk hissinin tetiklediği can sıkıntısı da yine bu süre zarfında maksimum düzeye erişir. Sokağa çıkma yasağının uygu-landığı ülkelerde, evde kalma mecburiyetinden ötürü ciddi manada bir ruh darlığı yaşanır. İçinde bulunduğumuz uygarlığın dışa dönük yüzünden dolayı sürekli hareket halinde olan çağımız insa-nı, hükümetler tarafından zorlayıcı olarak alınan bu kararlardan dolayı huzursuz bir ruh haletine evrilirler.

    Sosyal ilişki ağının iyice daraldığı bu süreçte, yalnızlık eğilimi hızını arttırır. Bireyin kendi dışın-dakilerle yüz yüze iletişiminin azaldığı bu günler-de, kendi başına kalma durumu, ruhsal bazda aşama aşama her bir ferdi etkisi altına alır. Bu durum özellikle corona virüse yakalanan hastalar için aşikâr bir görünüme sahiptir. Hastalığı ke-sinleşmiş olanların tedavi amaçlı olarak bir oda-ya alınması, günlerce dışarı çıkarılmaması ve en yakınlarıyla bile somut tarzda görüştürülmemesi yalıtılmışlığın kasvetli atmosferini ruha ilmik ilmik işler. Yalnızlığın panzehiri olarak ileri sürebilece-ğimiz dokunma duyusundan yoksun kalan bu hastalar, uçsuz bucaksız evrenin kuşatılmışlığı karşısında güçsüzlük duygusunu yüreğinin ka-ranlık dehlizlerinde korkunç bir biçimde algılar. Eksik, kusurlu bir varlık olan insanoğlu, normal günlük yaşamında kendisinin birçok şeye gücü-nün yeteceğini zannetmekte ve bu zan ile öteki-ler tarafından onaylanmak-beğenilmek için çeşitli eylemlerde bulunmaya çalışır. Güncel yaşamını sekteye uğratacak ve onda yetersizlik duygusu-nu meydana getirecek herhangi bir felaketle kar-şılaşmadığı sürece bu hal devam eder. Corona virüsün etkisini gittikçe yansıttığı yaşamımızın bu günlerinde, o kadar da güçlü olmadığımız, bilakis kendimizi bile muhafaza etmekten aciz kaldığı-mızı açıkça görmekte ve hissetmekteyiz. Üstelik tıbbın bu kadar geliştiği bir çağda, bulaşıcı niteli-ğe sahip olan bu virüsle mücadelede çaresiz kal-ma dramatik bir sahneye yol açar.

    Kaçış teması da bu müddet zarfında domi-nant bir hüviyete bürünerek ruhumuzda med-cezirlerin uyanmasını sağlar. Reel yaşam ze-

    minindeki hareketliliğin asgari düzeye indiği şu günlerde içe kaçış eğilimi ister istemez kendisini