39
sabah ülkesi üç aylık kültür ve sanat dergisi SAYI26 Ocak 2011 Röportaj: Yusuf Kaplan Yolculuğun Edebiyatı Yirmisekiz Mehmed Çelebi Sefâretnâmesi Bir Medeniyetin Muhkem Yapısı; Kervansaraylar Evliya Çelebi Viyana Şehrengizi

SAYI26 - igmg.org · Merhabalar Sabah ülkesi 2011 yılına 26. Sayısı ile "merhaba" demenin sevincini yaşıyor. Bu yıl da sizler için yayın ekibimizle beraber çok özel sayıların

  • Upload
    lamdieu

  • View
    215

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

sabahülkesi

üç ayl ık kül tür ve sanat dergis i

SAYI26Ocak 2011

Röportaj: Yusuf Kaplan

Yolculuğun Edebiyatı

Yirmisekiz Mehmed Çelebi Sefâretnâmesi

Bir Medeniyetin Muhkem Yapısı; Kervansaraylar

Evliya Çelebi

Viyana Şehrengizi

Yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.Gönderilen yazılar iade edilmez.

ICINDEKILER

4

8

Yolculuğun EdebiyatıYahya Kurtkaya

Bir Seyahatnâme Örneği Olarak:Yirmisekiz Mehmed Çelebi Sefâretnâmesi'nin ÖnemiÖmer İpek

15

Bir MedeniyetinMuhkem Yapısı;KervansaraylarElif Gezer

18

12 22

Evliya Çelebi:Bir Yaşamın Sınırları Aşan AdımlarıZeynep Kaya

36son ülkeCarsten Niebuhr’unŞark SeyahatnamesiÖmer Faruk Altıntaş

SofistlerHüsnü Yavuz Aytekin

32 MesajYusuf Kocamaz

RöportajYusuf Kaplan

28 Viyana ŞehrengiziEnes Bayraklı

34 TanıtımFilm

35 TanıtımKitap

Merhabalar

Sabah ülkesi 2011 yılına 26. Sayısı ile "merhaba" demenin sevincini yaşıyor. Bu yıl da sizler için yayın ekibimizle beraber çok özel sayıların hazırlığına başladık. İlk sayımızda kapak konusu olarak seyahat ve seyyahlar konusu üzerinde durduk.

İnsan niçin seyahat eder?

Yeryüzünde insanla beraber herşey hareket halindedir. Sabit diyebileceğimiz birşey göremeyiz. Herşey belirli bir nizam ve kurallar silsilesi halinde hareket etmektedir. İnsan denen varlık ise bu hareket mekanizmasının merkezinde bulun-maktadır. Bütün kâinat, insanoğlu ile beraber hareket edip, beraberce bir sebep ve sonuç ilişkisi kurmaktadır. İnsan ise bütün bu olan biten içerisinde kendisine bazı soruları sormaktadır; ben kimim, nerden geldim, nereye gidiyorum, âlem nasıl yaratıldı, sınırları nedir...

Seyahat kelimesinin kökeni “siyahat” kelimesinden gelmektedir. Türkçe içerisin-de ise zamanla “seyahat” halini almıştır. Arapça siyahat kelimesi “ibret, Allah’a kulluk etmek ve ibadet için yeryüzünde gezip dolaşmak” anlamına gelmektedir.

Hep söylenir, Hazreti Adem dünyaya indirildiğinde Havva anamızı bulana kadar sürekli seyahat etmiştir. Hz. Havva ile buluşup bir yuva kurduktan sonra da se-yahatleri bitmemiştir. Başka rivayetlerde Hazreti Âdem’in Avrupa ve Afrika gibi kıtalara uzun seyahatler yaptığı da anlatılır. Bu seyahatlerinde hem kendisinden türeyecek ve ‘Ademoğlu’ diye kendi adıyla anılacak torunlarının yaşayacağı dün-yayı görmüş ve bir nevi kolaçan etmiş, hem de insan neslinin devamlılığını sağla-yacak farklı şeyleri öğrenme fırsatı yakalamıştır. Buradan yola çıkarak insanlığın ilk seyyahının Hz. Âdem olduğunu söylemekte beis yoktur herhalde.

İşte Adem Peygamberden bu yana insanlar yeni yerler keşfetmek, ilim elde etmek, ticaret yapmak, farklı kültürleri tanımak gibi türlü amaçlarla seyahat etmişler. Ki-milerinin gayesi ise sadece inandığı bir şeyi yaymak, davasını anlatmak olmuş. Kimileri de sırf inandıkları yüzünden zoraki seyahatlere katlanmış, sürgün edil-mişler…

Esasen bütün bu düşüncelerle büyük resme bakarak şunu söyleyebiliriz ki seya-hatlerimizin son bulacağı yer geldiğimiz yer olacaktır.

Kendimize dönelim... Yaradan’a dönelim... Ellerimizi sıkı sıkı tutup, yalnızca O’na güvenelim...

Her buluşmada gönlümüzü ve zihnimizi karşılıklı emanet aldığımızı ve bunun bir sorumluluk gerektirdiğini hatırlayalım.

Bir değerde hep beraber buluşmanın ve ruhsal anlamda çoğalmanın örneği olsun bu ve gelecek sayılarımız.

Hoşçakalın.

sabahülkesi

editörden

SahibiIslamische Gemeinschaft Milli GörüşIGMG e.V.Amtsgericht Bonn, VR 6621

Vertreten durch den Vorstand:Osman Döring, VorsitzenderOğuz Üçüncü, GeneralsekretärAli Bozkurt, Stellv. Vorsitzender

Genel Yayın YönetmeniÜnal Koyuncu

EditörYusuf Dursun

Yayın KuruluEnes BayraklıHüsnü Yavuz AytekinÖmer Faruk AltıntaşÖmer İpekYahya KurtkayaYusuf KocamazZeynep Kaya

Layoutmusdi

BaskıYavuzsöhne-Duisburg

İ[email protected] 61-6550171 KerpenAlmanya

Yıllık Abone ücreti: 59,- EUROJahresabonnement: 59,- EUROIGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos.

Der Bezugspreis ist imMitgliedsbeitrag enthalten.

Sabah Ülkesi Dergisi 12.000 adet basılıyor olup: Türkiye, Bosna-Hersek, Lichtenstein, Mısır, Avusturya, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Fransa, İngiltere ve İtalya’ya dağıtılmaktadır.

3sabahülkesi sayı25

2010

4sayı26

1 | 2011

sabahülkesi

Yolculuk, sadece edebiyatın değil, insanlık tarihinin ana konularından biridir. Tarih, bir

yönüyle göçlerin, seferlerin ve bir mekânı terk edişlerin hikâyesidir.

5sabahülkesi sayı26

1 | 2011

YolculuğunEdebiyatı

Edebiyatın kendine konu edindiği kavramlara baktığımızda ‘yolculuk’ kavramının en çok işle-nen kavramlardan biri olduğunu görürüz. Gerek

bizatihi ‘yolculuk’, gerekse ‘yol’, ‘gezi’, ‘yolda olmak’ gibi türetilmiş temalar şiirde, öyküde, romanda sıkça kar-şımıza çıkar. Edebiyatın kendisinin bizzat bir ‘yolculuk’ olduğunu düşünürsek, bu temanın neden böyle sıkça iş-lenmiş bir tema olduğuna dair bilgimiz de perçinlenir.

Yahya Kurtkaya

6 sabahülkesisayı26

1 | 2011

İnsanoğlunu edebiyata yönelten güdülerden biri içinde bulunduğu toplumla yaşadığı çatışmadır. Bu çatışmanın ulvî bir sebepten kaynaklandığı da düşünülebilir. Kendi-ni bu dünyaya ait hissetmeme, her zaman bir başka yere duyulan özlem gibi.. Böyle bir durumda insanoğlunun yapacağı ilk iş, kendine yeni bir düzen kurup oraya doğ-ru yolculuğa çıkmaktır. Bu yüzden edebiyat, tema olarak yolculuk kavramını işlemese bile kendi başına bir ‘yol-culuk’ eylemidir.

Yolculuk, sadece edebiyatın değil, insanlık tarihinin ana konularından biridir. Tarih, bir yönüyle göçlerin, sefer-lerin ve bir mekânı terk edişlerin hikâyesidir. Bu sebep-le de yolculuk, dinî kıssalardan mitolojiye, mitolojiden efsaneye, hikayeyeden şiire kadar edebiyat metinlerinin vazgeçilmez bir ana teması olmuştur.

Yolculuk, sadece maddî bir planda cereyan eden olay de-ğildir. Özellikle bu yönüyle kapılarını edebiyata açmış-tır diyebiliriz. Fiziki planda gerçekleşen bir yolculuğun yanı sıra, kişinin iç aleminde cerayan eden yolculuk ve onun temsili, edebiyatta kendine daha çok yer bulmuştur. Zira edebiyat, somut meselelerden ziyade soyut hallerin temsiline daha açık bir sanat türüdür. Fakat bu, fiziki yol-culukların edebiyatta kendine yer bulmadığı/bulmayaca-ğı anlamına gelmemelidir. Bir seyyahın/gezginin gezip gördüğü yerleri tasvir kabiliyeti ile kağıda dökmesi de bir edebi ürün olabilir. Seyahatnameler ve gezi yazıları

bunun en büyük örneklerindendir. Fakat ‘iç yolculuk,’ bu manada edebiyat için daha verimli bir alandır diyebiliriz. Zira, insanın bu alemde bir yolcu olması, her yaratılmış şeyin bir son’a doğru yolculuk halinde olması gibi din kökenli inançlar, insanlara manevi yolculuğu cazip gös-termede etkili olmuşlardır diyebiliriz.

Yol ve yolculuk teması üzerine Avrupa’da pek çok teorik söylem üretilmiştir. Bunlardan biçimci edebiyat yakla-şımlarının hâlâ vaz geçilmez referanslarından biri olan Vladimir Propp, Fransız peri masalları üzerine yaptığı çalışmasında masalda ana iki kahramandan bahseder: Arayıcı kahraman ve kurban kahraman. “Arayıcı kahra-manların amacı, bir şeyi aramaktır, diğerleri ise, her türlü maceranın kendilerini beklediği yola, bir şey arama dü-şüncesi olmadan çıkarlar. Masalın takip ettiği yol, masal boyunca masal aksiyonunun cereyan ettiği yer arayıcı kahramanın da yoludur.” Bu yaklaşıma göre masalı be-lirleyen kahramanın yoludur. Sözgelimi bizde Keloğlan masallarında macera Keloğlan’ın takip ettiği yolda gizli-dir, bu yolla takip edilir. Yol olmazsa, macera da olmaz. Tıpkı dünya hayatı gibi. ‘Simurg’ isimli doğu masalı da buna bir örnek teşkil edebilir. Kafdağı’nın ardındaki ‘Si-murg’ isimli padişahlarını bulmak için yola revân olan bir gurup kuş taifes, atlattıkları çeşitli badirelerden sonra ‘otuz kuş’ kalarak Kafdağı’na varırlar. Orada anlarlar ki ‘Simurg’ diye bir padişah yokmuş. Simurg, zaten ‘otuz kuş’ demekmiş. Bu masaldan da anlaşılacağı üzere,

7sabahülkesi sayı26

1 | 2011

özellikle doğu kökenli edebiyatta yolcudan evvel, yolun kendisi önemlidir. Yolda olmak, başlı başına bir öneme sahiptir.

Doğu hikâyesi örnekleri üzerinden, dünya edebiyatında ve modern edebiyatta yeniden üretilen yolculuk dünya edebiyatının pek çok önemli eserinde karşımıza çıkar. Dante’nin İlahi Komedya’sı bunun tipik bir örneğidir. İla-hi Komedya, Dante'nin Cehennem'e, Araf'a ve Cennet'e yaptığı düşsel bir gezidir. Bu metin alegorik bir dizgeyle varılabilecek nihai gerçeği arar. Bu yönüyle de bir arayış ve olgunlaşma metnidir. Edebiyatta yolculuk teması, 19. Yüzyıl Almanya’sının son dönemlerinde bir başka şekilde çıkar karşımıza. Dünyayı tanıma arzusu güden Alman edebiyatçıları, Hindistan’a, Çin’e doğru yol alırlar. Bu ülkelere yapılan yolculuklar, bilimadamlarını oryantalizme yöneltirken, roman sahasında da sembolik edebiyatın yoğunlaşma-sına vesile olur. Hermann Hesse ve Thomas Mann bu manada önemli eserler vermiş Alman edebiyatçılardan bazılarıdır. Temanın doğu edebiyatlarındaki macerası ise her şeyden önce dinî kıssalarla başlar. İslam kültür dün-yası Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçünü ve Miraç manevî yolculuğu temel bilgilerini içinde taşır. Bu algı tasavvufla zenginleşir. İnsan-ı Kâmil olma sırrı altında gerçekleşen yolculuk, bu algının temel yapıtaşla-rından biridir.

Yolculuk, doğu hikâye geleneği içinde sembolik anlat-malarla evrensel bir mit olarak şekillenir. Doğuda felsefî, sembolik öykü yazma geleneğinin ilk temsilcileri: İbni Sînâ, İbn Tufeyl ve Şehabeddin Suhreverdî’dir. İbni Sinâ’nın Hayy b. Yakzân’ın yolculuğu bir arayış yol-culuğudur. Hüseyin b. İshak’ın Yunancadan çevirdiği ‘Salaman-u Absal’ hikâyesi İbni Sinâ’ya örnek teşkil eder. Bu hikâye 14. yüzyıldan başlayarak bellibaşlı Av-rupa dillerine çevrilir ve Defoe, Bacon, Spinoza ve More gibi pek çok düşünür ve sanatçı üzerinde etkili olur.

Netice-i kelam edersek, yolculuk fikri, bütün bir edebi-yatta kendine yer bulmuştur. Gezi yazıları ve seyahatna-meler gibi somut, fizikî yolculukları konu edinen eserleri bir kenara koyarsak, şiirde, hikâyede, romanda, şarkıda, türküde ve sinemada dâhil yolculuk çok evrensel bir konu olmak özelliği taşımaktadır. Konunun işleniş biçi-mi farklılıklar arz etse de, neticede insanî bir tema olması bakımından cihanşümul bir kavramdır. Kültürler, dinler vasıtasıyla muhtelif renklere bürünse de, edebiyatçılar için yol ve yolculuk vazgeçilmez bir duraktır. O durakta duran insan, aslında kendine açtığı yeni bir kapıdan son-suzluğa doğru yol alır. Bazen yolda iken durur görünür; bazen dururken yola revan olmuştur çoktan. Yolculuk, neticede bir arayışın timsalidir. Bulup bulamamak sa-natçının gözünde ikinci plandadır. Esas olan aramaktır. Bir şairin dediği gibi: “Yol bir yere gitmez, o bir durma biçimidir.”

8 sabahülkesisayı26

1 | 2011

9sabahülkesi

Günümüzde gezi yazısı olarak da nitelendiri-len bu edebî tür, ismini bilindiği üzere Evliya Çelebî'nin abidevî eseri olan „Seyahatnâme“

den almıştır. Dünyada günümüzdekine yakın ilk örnek-lerini Marco Polo ve Ibni Batuta’nın eserlerinde gördü-ğümüz bu gezi yazılarının Türk tarihindeki ilk örneği Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın 1422 yılında hazırladığı Acaib’ül Letaif isimli sefâretnâmesidir. Bilindiği üzere sefâretnameler diplomatik vazifeyle başka bir ülkeye gönderilen görevlilerin oradaki izlenimlerini anlattıkları yazma eserlerdir.

sayı261 | 2011

YirmisekizMehmed Çelebi

Sefâretnâmesi'ninÖnemi

Paris'e git bir an evvel, akl-u fikrin var ise,Âleme gelmiş sayılmaz, gitmeyenler Paris'e!

Bir SeyahatnâmeÖrneği Olarak:

Ömer İpek

10 sabahülkesisayı26

1 | 2011

Hoca Gıyaseddin’in yukarıda bahsi geçen ilk ciddi seyahatnâmesinin dışında, 1510 tarihlerinde Ali Ekber Hataî isimli bir tüccarın Çin coğrafyasına yaptığı seya-hati anlattığı Hıtaînâme ismi eserine ise formal anlamda ilk seyâhatnâme diyebiliriz. Klasik dönemde telif edilen diğer önemli seyahatnâmeler ise Pirî Reis’in „Kitab-ı Bahriyye“ si ve onun halefi olan Seydî Ali Reis’in 1557 yılında hazırladığı Mir’at-ül Memâlik isimli eseridir. Ya-kın tarihe doğru geldiğimizde ise bu türün en büyük eseri olan Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesine rastlarız.

Bütün bu Seyahatnamelerde, önemli olan husus seyyahın ya da yazarın başından geçenlerden ziyade, ziyaret ettiği topraklardaki yaşayışı, kültürü ve folkloru resmetmesi-dir, aksi takdirde seyyahın yaşadıkları bir hatırat olmak-tan öteye geçemeyecektir. Bu itibarla, iyi işlenmiş bir seyahatnâme, hakkında yazıldığı ülke ve toplum hakkın-da önemli fikirler vermektedirler. Bu, İletişim çağının ge-tirdiği imkanlardan yoksun olan insanlar için bir iletişim ve istihbarat hizmeti idi. ¹Bu açıdan, seyyahların ziyaret ettikleri toprakların melikleri tarafından hürmet gördüğü, para ile ödüllendirildiği, bunun karşılığında da haber ve bilgi taşıdığı bilinen bir gerçektir.

Osmanlı’da, sanat ve estetiğin toplum hayatındaki yeri açısından en yüksek noktalara çıktığı ve batılılaşma te-mayülünün ilk ciddi emarelerinin görüldüğü Lale Devri döneminde(1718-1730) Fransa fevkalade elçisi olarak görevlendirilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi, bu sefaret vazifesi döneminde kaleme aldığı Sefâretnâme ile ken-disinin bile tahmin edemeyeceği bir değişime kapı ara-lamıştır. Bu Sefaretnamenin Türk Batılılaşma tarihindeki yerini Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle özetliyor „Hiç bir ki-tap garplılaşma tarihimizde bu küçük Sefaretname kadar mühim bir yer tutmaz. Okuyucu üzerinde Binbir Gece’ye iklim ve mahiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikatte bu sefaretnamede bütün bir program gizlidir. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Sefaretname’sinin devrine doğrudan doğruya müessir ol-duğunu kabul etmesek bile, bu kitabı zamanında az çok mevcut olan bir ruh hâletinin ifadelerinden biri olarak görmek lazım gelecektir. Filhakika Avrupa ile münase-betlerimizin bu kadar sıklaştığı bir devir pek azdır. Bu, Fatih’ten beri İstanbul’da mevcut olan ecnebî kolonisinin yavaş yavaş yüksek tabakanın hayatına az çok girmeğe başladığı devirdir.”²

Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin kimliğinden bahsetmek gerekirse, bir yeniçerinin oğlu olan Yirmisekiz Mehmed Çelebi, 28. yeniçeri ortasında görev aldığı için ömrü boyunca bu isimle anılmıştır. İlerleyen yıllarda Yeniçe-ri Efendiliği, defterdarlık ve Pasarofça antlaşmasındaki murahhaslık vazifelerinden sonra Lale Devri döneminde Sultan 3. Ahmed tarafından fevkalade elçilik rütbesiy-le Fransa’ya gönderilmiştir. Bu Dönem tarihi açıdan da kayda değer bir dönemdir zira, Osmanlı bu dönemde bir barış politikası yürütmeye başlamış, Fransa’da ise Kral 14. Louis ölmüş, yerine ise torununun oğlu olan 15. Lo-uis geçmiştir. Osmanlı da bunu fırsat bilerek, 14. Louis döneminde iki ülke arasındaki yaşanan şiddet ve krizi yeni tahta geçen bu çocuk-kral döneminde sona erdirmek istemektedir.

Böyle bir dönemde kaleme alınan bu sefaretnâme, Osmanlı’dan ayrılış ile başlayıp, Fransa’ya ulaşması, burada yaklaşık 40 gün karantinaya alınması ile devam ediyor. Bundan Mehmet Çelebi sefaretnamede şöyle bahseder; bizim varduğumuz esnada Allahın emriyle Marsilya’da büyük bir hastalık zuhur edip, maazallah seksenbin kadar nüfus telef olmuş belki daha ziyade olmak ihtimali ola³. Bu Hastalık o tarihlerde Fransa’da salgın halinde yayılan ve binlerce insanın ölümüyle so-nuçlanan veba hastalığıydı. İlerleyen satırlarda Mehmet Çelebi, Fransız toplumu hakkındaki ilk izlenimlerini, kral ile tanışmasını, kültür, sanat ve eğlence hayatına dair gördüklerini, orada geçirdiği Ramazan ayında yaşadıkla-rını ve Fransızlar’ın bir Türk olarak kendisi hakkındaki düşüncelerini paylaşmştır. Osmanlı’nın batıya gebe ol-duğu bu dönemde, bu sefaretnamenin özellikle Fransız yaşantısı ve Fransız toplumundaki Kadınların konumu isimli başlığı, eserin nasıl bir mukayese düşüncesiyle ya-zıldığı ve Fransız nezaket geleneğinin bir Osmanlı’da ne düşündürdüğünü göstermesi açısından şu satırlar önem-lidir: “Fransa memleketlerinde kadınların itibarı erkek-lerden üstün olmağla, istedikleri ne ise işlerler ve murad ettikleri yere giderler. En âlâ beyzâde, en düşkününe had-dinden ziyade riayet ve hürmet ederler, ol vilayetlerde hükümleri cârîdir“4

Fransız yetkilileri de kendisini, görülmeye layık olan As-keri hastanelere, Versaillles, Trianon, Marly saraylarına, Kralın bahçe ve ahırlarına, mesire yerlerine götürerek bir nevi güç gösterisinde bulunmuşlar ama, Yirmisekiz Meh-med Çelebi bu ihtişamdan sarhoş olmamakla beraber yine de hayran olduğu şeylerden bahsetmekten de ken-disini alamamıştır. Özellikle eserin bir bölümünde gittiği Operayı anlatan Mehmed Çelebi yapılan gösterilerin ina-nılmaz olduğundan bahisle, satır arasında operada neyin yapılmak istendiğinden bahsetmiş ve kullanılan tekniğe akıl sır erdirememiştir. Bu bahiste, Mehmet Çelebi’nin gözlemlerine yer verelim ;

“Paris şehrine mahsus bir oyun var imiş, Opâre derler imiş. Bunun aslı bir hikayeyi canlı göstermek. Her hika-yeyi bir kitap edüp basmışlar.......Ve bir vakit oldu ki, dua için kiliseye varacak oldu, ol bahçe yerinde gerçekten bir kilise peyda oldu. Aralarını soğutmak için sihirba-

Okuyucu üzerinde Binbir Gece’ye iklim ve mahiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikatte bu sefaretnamede bütün bir program gizlidir.

11sabahülkesi sayı26

1 | 2011

za müracaat etmek iktiza oldu. Türlü türlü sihir ve ateş oyunları gösterdiler. Gökten bulut ile ademler inüp ve yerden ademler uçtular. Sözün kısası ol kadar şaşılacak şey gösterdiler ki. Tabiri kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimsekler gösterdiler.Görümedikçe inanılmayacak ka-dar acaiplikler ve gariplik temaşa olundu. Üç saat kadar vakitt opâre tamam olup yine hanemize gelüp karar et-tük“.5

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu tip eserler genelde beklendiğinden ve tahmin edildiğinden daha büyük etkiler yaratırlar. Bu seyahatin kısa vadedeki etkileri ise, Yirmisekiz Mehmed Çelebi ile beraber Fransa’ya giden ve sonradan babası gibi Fransız elçiliğine ve hat-ta bir dönem Sadrazamlığa kadar yükselecek olan oğlu Yirmisekizzâde Said Paşa ile beraber matbaanın Os-manlı topraklarına girmesi ve Lale devrinde kulanılan laleler ile bahçecilik uygulamalarının Fransa’dan ithal edilmesidir.

Netice itibariyle, batılılaşma hayalinin oluşmaya başladı-ğı, Avrupa ile sıkı ilişkilerin kurulduğu dönemde, nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği hususunda bir fikir oluştura-cak bu eser, imrenilecek taraflarıyla bir Avrupa portresi, ve bir Osmanlı’nın henüz Türk görmemiş Avrupalılar’ın nazarında nasıl algılandığı hususunda bir kaynak teşkil etmektedir. Uzun vadede ise bu sefaretname, Batılılaş-ma hareketlerinin başlangıcı için ilk tuğla ve Avrupa’yı görme şansından uzak olan Osmanlı aydını için bir fikir temeli oluşturmuştur.

Bu eser gibi, Türk topraklarına da daha evvelce gelen seyyahların gezi yazıları gerektiği zamanda yayınlanmış olsalardı, Türk akımı çok daha evvel Avrupa’yı sarmış ve Türkler hakkında yapılagelen yakıştırmalar hakim düşünceyi oluşturmayacaktı. Zira En önemli seyahatna-melerden biri olarak kabul edilen Voyage d'Outremer, Bertrandon de la Broquiere tarafından 1457’de yazılmış, fakat yayınlanması 1804 tarihini bulmuştur. Dana Ro-uillard da, bu gibi eserlerin geç yayınlanmasını büyük bir kayıp olarak görmekle, kültürel ve toplumsal tanış-manın bu sebeple eşzamanlı ve doğru olarak yapılamadı-ğını söylemektedir. Bu konuda Rouillard' ın şu sözleri, seyahatname gibi eserlerin, bir kültür hakkında oluşacak fikirler açısından ehemmiyetini açıklayacağı kanaatinde-yiz.

„Fransız kamuoyu, din ayrılığı ile gözleri kararmış ha-cıların verdikleri bilgileri, İstanbul'un fethi ve Rodos’un alınması ile menfi olarak destekleyerek, medeniyyete çul-lanan barbar sürüsü olarak görmüştür. Halbuki bu kitap eğer o sıralarda basılmış olsa idi, Fransızlar Türkler’i daha olumlu tanıyacaklardı.“6

Bu açıdan Yirmisekiz Mehmed Çelebi Sefaretname-si, Osmanlı vakarını Avrupa’ya taşıyan, bir yandan da Avrupa’nın bazı yeniliklerinin Osmanlı topraklarına ge-tirilmesine önayak olan önemli bir devlet adamının, iki ülke tarihine ve edebiyatına bıraktığı, hakîkî bir elçilik vazifesinin ürünüdür.

1- Bâki Asiltürk, Edebiyatın kaynağı olarak Seyahatnâmeler International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish Volume 4 1-1 Winter 2009 s.914-9152- Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1985, 6. b., s. 44. 3-Yirmisekiz Mehmed Çelebi seyahatnamesi Hayat tarih mecmuası yay. 1970 s.214 -Yirmisekiz Mehmed Çelebi seyahatnamesi Hayat tarih mecmuası yay. 1970 s.255 -A.g.e. Sf. 51-526 -Semavi Eyice İÜEF İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi Cild 6 cüz 1-2 İstanbul 1975 s. 92-9

12 sabahülkesisayı26

1 | 2011

KervansaraylarBir Medeniyetin Muhkem Yapısı;

13sabahülkesi sayı26

1 | 2011

Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedavi edilir ve tedavi

masrafları vakıf tarafından karşılanırdı. Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da

vakıf gelirlerinden ödenirdi. Büyük ve muhkem binalar olan kervansaraylarda akşam olunca

kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı.

İlk olarak 10. yüzyılda Selçuklular tarafın-dan Orta Asya bölgesinde yaptırılmışlardır. İslamiyet’in yayılış dönemine denk gelen bu za-

manda askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için ‘ribat‘lar olarak kurulmuşlardı.

Zamanla artan ticaret ve dîni ihtiyaçlar nedeniyle kervan-hanı, sultan hanı ya da kervansaray adıyla ticarî yol ağı üzerinde kervanların akşamları güvenli bir şekilde konak-lamaları, ihtiyaçlarını görmeleri için genişletilmişlerdir.

Anadolu yurt edinildikten sonra meydana getirilen yol ağı üzerinde deve ile bir günlük yürüyüş mesafesi olan her 30-40 km sonrası kervansaraylar inşa ettirilmişti. Kervanla-rın konaklama ve ihtiyaçlarını gidermeleri için inşa edilen hanlar Selçuklu Sultanları ve devlet adamlarınca vakıf ola-rak kurulmuştur.

Kervansarayların hepsi vakıftı. Maddi büyüklükleri ve teş-kilatları nispetinde zengin gelir kaynaklarına da sahiptiler. Bu suretle kervansaraylara inen, konaklayan tüccar ve her türlü yolcuya, zengin-fakir, müslüman-gayri müslim ker-vanlar kime ait olursa olsun gün boyunca süren yorucu yolculuktan sonra konaklama hizmeti veriliyordu. Bu ara-da kervansaraylarda hayvanların da hertürlü ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için gerekli mekanlar bulundurulmakta bütün hizmetler fisebilillah verilmekteydi.

Kervansaraylar üç genel tipe uygun olarak yapılmışlardı. Bunlar; yazlık denilen avlulu, kışlık denilen kapalı ve her iki türün birleştirilmesinden oluşan karma tiplerdi.

Elif Gezer

14 sabahülkesisayı26

1 | 2011

„Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya ka-dar tedavi edilir, hayvanlarının tedavisi de baytar (vete-riner) tarafından yapılır ve tedavi masrafları vakıf tara-fından karşılanırdı. Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi. Büyük ve muh-kem binalar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı. Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fa-kat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı. Şafak atınca davul-lar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; ‚Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız ta-mam mı?‘ diye sorarlar, herkes; ‚Tamamdır. Allahü teala hayır sahibine rahmet eylesin.‘ diyerek kervansarayı vakf edene dua ederlerdi. Herkes gerekli yol hazırlıklarını yap-tıktan sonra kapılar açılır, misafirlere; ‚Gâfil gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah asan (kolay) ge-tire.‘ diye dua ve nasihatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı. Sulh zamanında ticari maksatlar için kulla-nılan kervansaraylar, harb zamanında o belde ahalisinin düşman hücumundan korunmak için sığındığı veya sefer esnasında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı. Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaray-lar, hudut kalesi vazifesini görürdü. Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20.000 askerle kuşatan bir Moğol komuta-nına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi.“

Gerektiginde yüksek duvarlarıyla kale görevi gören han-lar barış zamanlarında pazar yeri olarak da kullanılırdı. Sonraları Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehirlerdeki hanlar ticaret ve konaklamak için yapılmış gelir getirici vakıf yapıları olarak görülmektedir... Ticaret yolu olan ipek yolu üzerindeki konaklama da ker-

vansaraylarla sağlanıyordu. Kervansarayların boyutları, üzerine inşa edildikleri yolun, ticaret hacmine, dolayısıyla konaklayacak kervanların büyüklüğüne ve yaptıranların gücünü bağlı olarak değişmiştir.

Türkler’in Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslam toprakları üzerinde ortaya çıkan Kervansaraylar Selçuklu-lar zamanında en gelişmiş şeklini aldı.

Antalya ve Alanya’dan (Alaiyye) başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a ulaşan doğu-batı istikametindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istika-metinden İstanbul'a ve Batı Anadolu vadilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikametindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop'a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak'a giden yollar üzerin-de yüze yakın kervansaray yapıldı.

Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazifesini gören Anadolu toprakları üzerine, Antal-ya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticaret merkezlerini birbirine bağlayan ticaret yolları üzerinde büyük Kervansaraylar kuruldu. Böylece Sultan Han’ları zenginleşme vesilesi olmuştu.

Yolculuk esnasında zarar gören tacirin zararı da devlet ta-rafından tazmin edilirdi. Gerek iç ticaret gerekse ulusla-rarası ticaret gelişmişti. Böylece ekonomik açıdan güçlü olan Selçuklular siyasî açıdan da güçlenmişti.

Selçuklu kervansaraylarının mimarı o zamanın en ünlü mimarları olan Kölük bin Abdullah ve Kaluyan El-Konevi'dir.

Selçuklular zamanında Anadolu'da kurulan yol güzergah-ları, Osmanlılar zamanında değişti. Yeni yol güzergahları-nın ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray ya-pımına devam ettiler. İstanbul’u, Suriye üzerinden Mekke ve Medine’ye bağlayan yol üzerinde hac farizasını ifa et-mek için giden hacıların her türlü ihtiyaçlarını karşılamak üzere Kervansaraylar kurdular.

İslam dininin misafirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu ortaya çıkan kervansaraylardan bir me-deniyeti ve buna kıyasla diğer medeniyetleri okuyabiliriz.

İslam tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılar’da da bu güzel ve faydalı eserler uzun bir za-man halkın hizmetinde kullanıldılar.

15sabahülkesi sayı26

1 | 2011

sofistlerŞehirden şehire dolaşan

16 sabahülkesisayı26

1 | 2011

Sokrat öncesi filozofları daha sonraki Grek fi-lozoflarının rivayetleri [fragmanlar] sayesinde tanıyoruz. Büyük talihsizlik!.. Bu dönemle

alâkalı derlemelerde sofistler diye bilinen güruhun es geçildiğine ise sıklıkla rastlamaktayız. Zira sofistler bir-çoğumuza göre “filozof” payesini almayı hak etmeyecek kadar hikmeti pazara düşürmüşlerdir.

Antik Yunan’ın bu seyyah büyücülerini kendi kitapla-rından tanımak harikulade olurdu. Bizler sofistleri daha ziyade onların siyasî hasımları olan Sokrates, Platon ve Aristo’nun eserleri üzerinden ve Aristofanes’in komed-yalarında karikatürize ettiği şekli ile biliyoruz. 19. As-rın başlarına kadar yaygın bir kanaat haline gelmiş olan bu ön yargı, Hegel ve Grote sayesinde bir parça kırılmış olsa da “sofist” kelimesi hâlâ menfi çağrışımlara neden olmaktadır. “Safsata” kelimesinin bize ifade ettiği şeyler aşağı yukarı sofistin anlamı.

Sofist bir sahada kendisini ispatlamış usta, üstad mana-sına gelmektedir. Kelime menfi manaya ise daha sonra bürünmüştür. Yani o çağın algısına göre Sokrates, Platon ve Aristo da birer sofisttirler. Sofist kelimesi 5. asrın or-talarından itibaren ise şehirden şehire gezerek kitlelere siyaset, politika ve felsefe dersi veren insanlar için sarf edilmiştir.

Şehirden şehire dolaşan sofistler gittikleri yerlerde – bil-hassa gençler nezdinde- büyük ihtiram görürlermiş. Bir

takım menfaatler için hakikati ters yüz edip hevalarından tumturaklı laflar eden, içi boş bir takım kelamlar söyle-yen zevat olarak takdim ediyor kitaplar bize sofistleri. Sofistler kendi sanatlarına ruh rehberliği ismini verir-lermiş, Platon ise onları çenebazlıkla suçluyor. Sofistler sık sık soluğu asebia mahkemelerinde [tanrıtanımazların yargılandıkları mahkeme] de almışlar.

Platon’un bazı eserleri -Protagoras, Hippias, Gorgias ve Thrasymachos gibi- bilindik sofistlere hasredilmiş, Sokrates’in onları nasıl alt ettiğini anlatıyor. [Sofistlerin en parlak siması Protagoras “homo mensura cümlesi” olarak bilinen “herşeyin ölçüsü insandır” sözünü sarf et-miş kişi. ]

İyonya’lı filozoflar insan aklının hakikati kavrayıp kav-rayamayacağı hususunda net bir kanaate sahiptiler. Dü-şüncelerinin merkezinde de bu nedenden dolayı insandan ziyade tabiat bulunmakta idi.

M.Ö 5. asrın ortalarında felsefe yavaş yavaş akademiler-den çıkarak toplumsal hayatın bütün canlılığı ile yaşan-dığı çarşılara kadar düşer. Atina artık bilim, siyaset ve sanatın merkezi konumundadır.

Eski alışkanlıkları değişen site devletinde soyluluk tek başına yeterli olamamaktadır. Sofistler de gençlerin yükselme ihtiyacına binaen retorik dersleri vermeye başlarlar. “Devlet” yazarı Platon için elbetteki kanunlar

H.Yavuz Aytekin

17sabahülkesi sayı26

1 | 2011

[nomos] –daha eski zamanlarda olduğu gibi- çok önemli bir yer tutmakta idi. Sofistler ise seyyah adamlar... Ka-nunların şehirden şehire değişiklik gösterdiğini yakından biliyorlar, belirli bir kayıtsızlık içindeler…

Sofistlerden önceki filozoflar daha ziyade “doğa filozo-fu” olarak nitelendirebileceğimiz isimlerdir. Sofistler ise evrenin oluşması-yok olması meselesini, matematiği ve doğa bilimlerini bir kenara bırakarak öğrencilerini davra-nışta ve söz söylemede mahir, toplum hayatında ve şehir idaresinde yetkin hale getirmek için çabalamışlardır.

Yunan Felsefesi’nde hızla gelişip büyüyen metafizik sistemler bir süre sonra canlılıklarını kaybetmiş, bilhas-sa Elealıların ve Herakleitos’un birbirlerine tezat teş-kil eden anlayışlarını bağdaştırma imkânı kalmamış ve felsefî arabuluculuk faaliyetleri sonuç vermemişti.

Bu vecheden bakıldığında genel-geçer bir bilginin imkânına itimadın azalması çok saçma bir durum olarak görülmemektedir.

Entelektüel bir varlık olarak insan sofistlere gelene ka-dar çok sınırlı bir ilgiye mazhar olabilmişti. Ksenofanes ve Herakleitos araştırmalarına dini, Pisagorcular ise si-yaset ve ahlâkı konu edinmişlerdir [Herakleitos dil ile de iştigal etmiştir]. Tutumları ise felsefî değil dinî idi. İyonya’da ise felsefenin yanı sıra tarihe yakın yeni bir araştırma türü gelişir. Grek ufkunun genişlemesi ile Babil

ve Mısır gibi eski kültürler; Kafkasya, Trakya ve Lübnan halkları hakkında malumat sahibi olunur. Buralarda yer-leşmiş bulunan farklı hayat tarzları ve kültür ile yüzleşme eleştirel bir yaklaşımı doğurur.

Salt hakikati –eğer varsa böyle bir şey- ne Sokrates, ne Platon ne de Aristo verebildiler insanlığa. Ne de sonraki-ler… Yüzyıllar sonra Nietzsche “İyinin ve Kötünün Öte-sinde” isimli kitabının ön sözünde haykırır bunu…

“Diyelim ki hakikat bir dişidir-, tüm felsefeciler dogma-cı oldukları sürece, dişileri anlamada güdük kalmıyorlar mı? Yoksa şimdiye dek, hakikate, ürkütücü bir ağırbaş-lılık, yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları koşuşturmalarla yaklaşma alışkanlıkları, bir yosmayı elde etmek için uy-gunsuz, beceriksiz bir yol değil mi? Öyleyse, nedir bu temelsiz kuşku? Kesinlikle vermez kendini o: - - Bugün her çeşit dogmacı, acıyla, yüreğini burkulmuş, boynu bükük dikilip durmakta! Eğer durma denirse buna. Artık yıkıldığını söyleyen iğneleyiciler de var, - - tüm dogma-cılar yığılmış yere, kalkamıyormuş; dahası, son nefesini vermekteymiş.“*

Kaynakça:Felsefe Tarihi (Karl Vorländer)Grek Felsefesi Tarihi (Eduard Zeller)Protagoras (Platon)Geschichte der Philosophie (Johannes Hirschberger)* "Friedrich Nietzsche - iyinin Ve Kötünün Ötesinde" Ahmet İnam’ın çevirisi münasip görülmüştür.

18 sabahülkesisayı26

1 | 2011

Evliya

19sabahülkesi sayı26

1 | 2011

Bir Yaşamın Sınırları Aşan

Adımları

Çelebi

Evliya Çelebi'nin asıl adı eyliyalığı ve çelebi-liği altında unutulup git-

miştir. Ailesi Kütahya’dan gele-rek İstanbul’a yerleşmişti. Pirinç levhalar üzerine oyma işleyen sanatçı babası sarayda kuyum-cubaşı olmuştur. Çocukluğunda babasından ve yakınlarından din-lediği öyküler, efsaneler ve ma-sallar kendisinde gezme merakı uyandırıyordu.

İlk olarak 1640 yılında baba-sından izinsiz Bursa'ya gitmiş-ti. Dönüşünde de babası ona seyahat için izin vermiş ve bir seyahatnâme kaleme almasını tavsiye etmişti. Şakanâme adıyla bir yapıtı daha olduğunu biliyor-sak da bu eser hakkında bir yayım yoktur.

Zeynep Kaya

20 sabahülkesisayı26

1 | 2011

Seyahatnâme başka milletlerin de dikkatini çekmiş, üze-rinde birçok incelemeler yapılmış, 10 dan fazla yabancı dile çevrilmiştir. Evliya Çelebi’nin ne zaman öldüğü, ne-rede gömülü olduğu ise belli değildir. Araştırıcılar onun 71 yaşlarında, 1682 yıllarına doğru istanbul’da öldüğünü kaydederler.

Seyahatlerine başlangıç nedenini şöyle anlatır:"Yemiş İskelesi yanında Ahi Çelebi Camii adlı cami ki helal ve temiz mal ile yapılmış dua kabul olunur ki eski bir camidir. Rüyamda kendimi o camide gördüm....Hemen yanımda olan cân’a bakıp, 'Benim sultânım, mübârek zatınız kimdir?...'O zât "Aşere-i Mübeşşere'den kemankeşlerin pîri Ebi Vakkas oğlu Sa'd’ım" deyince mübârek elini öptüm.

"Ya Sultânım, bu sağ tarafa nûra gark olmuş güzel kala-balık kimlerdir?" dedim,"Onların hepsi peygamberlerin ruhlarıdır, geri safta bü-tün evliyâ ve asfiyâ ruhlarıdır...""Şefaat yâ Resulallah" diyecek yerde, "Seyahat yâ Resu-lallah" demişim.Hemen Hazret tebessüm edip;"Allah'ım şefaati, seyahati ve ziyareti sağlık ve esenlikle kolaylaştır. "deyip "Fatiha" dediler..."

Evliya Çelebi'nin hayatına dair bugünkü bilgi, sadece kendisinin gezi anılarının arasına serpiştirdiği açıklama-larından ibarettir. Bu açıklamalara göre kendisi 1648 yı-lında yüz on yedi yaşında ölmüş olduğunu söylediği Sa-ray Kuyumcubaşısı olan Derviş Mehmed Zıllî'nin oğlu olarak 25 Mart 1611’de İstanbul'da doğmuş. Fatih Sultan Mehmed zamanında Sancakbeyi olan buyükbabası, Ger-miyanoğlu Yakub Bey'in veya Hoca Ahmed Yesevî'nin ardıllarından olarak Konstantinopolis'in fethi esnasında 1453'te Kütahya'dan İstanbul'a taşınmış. Soykütüğünü böylesine saygın atalara dayandırdığı gibi, I. Ahmed'in sarayına bir Kafkaslı cariye olarak girmiş olan annesinin de atalarını ve akrabalarını onurlandırmayı ihmal etme-yen ve birkaç yıllık Medrese döneminde hâfıza olan Ev-liya Çelebi, sonraki sadrazâm Melek Ahmed Paşa olan dayısının yardımıyle 1635 yılında Enderun'a girebilmiş ve buranın eğitiminden geçmiş. Doğduğu şehri on yıl boyunca araştırdıktan sonra 1640 yılında saraydan ay-rılıp Bursa, İzmit, Trabzon ve Kırım'a yaptığı gezilerle uzun gezgincilik yıllarını başlatmış. Bundan böyle za-man zaman İstanbul'da verdiği aralarla Doğu Anadolu ve İran'a, Ortadoğu ve Balkan eyaletlerine, hatta İsveç ve Hollanda'ya da kâh yüksek mâkam sahiplerinin, sa-ray görevlilerinin veya yabancı diplomatların maiyetin-de, kâh ulak, sınır gazisi veya özel kişi olarak gezilere çıkmış. Ayrıca peşpeşe değişik eyatletlerde görevlendi-

-Şefaat yâ Resulallah" diyecek yerde, "Seyahat yâ Resulallah" demişim.Hemen Hazret tebessüm edip,

-Allah'ım şefaati, seyahati ve ziyareti sağlık ve esenlikle kolaylaştır." deyip "Fatiha" dediler..."

21sabahülkesi sayı26

1 | 2011

rilen dayısı Melek Ahmed Paşa'nın sürekli refakatçısıy-mış. Gezilerini taçlandırmak için nihayet 1671 yılından itibaren Rodos üzerinden Mısır, Sudan ve Habeşistan'a kadar genişlettiği bir hac yolculuğuna çıkmış. Mısır'da yaklaşık on yıl kalmış.

Evliya Çelebi'nin ölüm tarihi araştırmacılar tarafından Seyahatname'de 1682 yılı için zikredilen Hicaz'daki sel felâketi ile değinilmeyen İkinci Viyana kuşatması ara-sına yerleştirilmiş ve Seyahatname'de en geç yıl kaydı olarak yer alan 1094 (1683) tarihi - sözcüklerle yazılmış olmasına rağmen - bir kopya hatası olarak kabul edil-mişti, ta ki Kreutel incelemelerinde Seyahatname'nin birçok yerlerinin “olaydan çıkarsamalar” (vaticinati-ones ex eventu) içerdiklerini ve bundan dolayı Evliya Çelebi'nin l683'te hayatta olmuş olması gerektiğini orta-ya koyana kadar. Seyahatname'nin son cildinin, daha ön-ceki bölümlerde kehanet biçiminde değinilen, gerçekte ise yaşanmış olan olayların artık etraflıca anlatılmadan birdenbire son bulmasıyla da desteklenen Kreutel'in bu görüşü, Evliya Çelebi uzmanı Baysun tarafından da pay-laşılmıştır.

Evliya Çelebi'nin eserinden kişisel niteliklerine dair bir tablo oluşturulabilmektedir. Herşeyden önce sınırsız bir bilgilenmek isteği dikkati çekiyor. Her şeyi öğren-me isteği, gördüklerini, duyduklarını veya okudukla-rını olabildiğince etkileyici bir biçimde kâğıda dökme ve kuşkusuz dostlarına sözlü olarak anlatma çabasıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Cömertçe aktardığı bilgilerini kıt veya kuru bulduğunda, kendi hayal gücüyle zenginleş-tiriyor. Başkalarının merakını herhalde kendininkinin olağanüstü boyutlarıyle ölçmüş olmalı ki, belâgatına ve görgüsüne, çevresini hayran bırakmayı ve anlattıklarıyle dostlarının heyecanını diri tutmayı hedefler. Gezmek ve görmek tutkusu uğruna refakatlerinde bulunduğu kişi-lerle de İyi geçinmeye önem verdiğini, kendi sözlerin-den anlıyoruz. Sunuş biçiminin sayısız eğlendirici örnekleri arasında, anlattıklarına kendinden emin ve rahat, ancak usandı-rıcı ya da itici olmayan bir tarzda kendisinde gördüğü üstünlükleri dokuduğu ve mizah anlayışına sahip bir okurun pek ihtimal vermeyeceğinin bilinciyle yazılmı-şa benzeyen hikâye dili vardır: Kendisini bir gün Padi-şah IV. Mehmed'in huzuruna çıkaran Köprülü Mehmed Paşa'nın, Evliya Çelebi'nin bu üç saat süren görüşme-de sergilediği başarı üzerine: “İlâhi Evliyâ! Berhurdar ol, çok yaşa...Aceb yekpâre cevaplar verdin ki herbiri devletin işine yarar birer Süleyman merhemidir” demesi gibi; Budin Beylerbeyi'nin kendisine 1665'te Viyana'ya Büyükelçi olarak giden Kara Mehmed Paşa'nın - ki Evli-ya Çelebi onun maiyyetinde Viyana'ya gittiğini savlıyor - güzergâh üstündeki bölgeleri bilmediğini söylemesi ve Evliya Çelebi'nin de yolculuk esnasında herşeye göz kulak olmasını tembih etmesi, bir başka deyişle, elçilik heyetini adeta kendisine emanet etmesi gibi…

Evliya Çelebi ölümünden bir buçuk yüzyıl sonra Ham-mer tarafından keşfedilişinden beri belleklere ölümsüz

bir kişilik olarak yerleşmiştir. Okurları tarafından yorul-mak bilmez, öğrenme azmi dolu gezgin, doğal, uyanık ve çok okumuş gözlemci ve mizah anlayışı olan, nükte-dan anlatıcı mertebesine oturtulmuştur. Seyahatname’nin abartmalarının ve güçlü tasvirlerinin yanı sıra çok önemli ve başka kaynaklarda bulunmayan bilgileri içerdiği ortaya konmuştur. Eleştirmesiz ikinci elden devralınan veya hayal gücünden kaynaklanan be-timlemelerin yanı sıra eserde çok sayıda yer alan dolay-sız gözlemlerin son derece güvenilir olduğu da kaynak karşılaştırmalarıyle kanıtlanmıştır.

Evliya Çelebi İstanbul hayatını ilk iki üç yılın dışında payitaht için nispeten düzenli bir zamanda, kendi açık-lamasına göre 1630 ile 1640 yılları arasında incelemiş-tir. İmparatorluğun değişik eyaletlerine - ve kendisinin ilgili bölümlerde vurgulamasına göre yabancı ülkelere - yaptığı geziler saraydan ayrılmasından, yani 1640 yı-lından itibaren gerçekleşmiştir, her ne kadar bu yıldan önce Kütahya, Bursa ve Manisa'yı kısaca ziyaret ettiğini söylüyorsa da. İstanbul'u renkli ve canlı bir biçimde an-latmaktadır. Daha uzak bölgelere yaptığı gezilerden bize istatistik verilerden, ilgili kişi adlarıyla desteklenmiş tarihsel arka plan sahnelerinden, kanıtlanabilir örf ve adetlere kadar ayrıntılı bilgi sunmuştur. Bu gibi anlatım-larda ibadet biçimlerini de unutmamış ve yerel ağızların telâffuzunu Türkçe'nin ünlü uyumu ile birleştirmesi ve bunları da doğal olarak Arap harfleriyle yansıtması so-nucu hayli iç açıcı dil örnekleri aktarmıştır.

Seyahatname'de coğrafya ve tarihin her alanına, ayrıca halkbilim ve dil araştırmalarına da eleştirmeci karşı-laştırmalarda ışık tutabilecek çok sayıda bilinçli olarak aktarılmış bilgi, onun kaynak değerini biçmede göz önünde tutulan tek ölçüt değildir. Seyahatname türünün özgün bir anıtı olan bu eserin bir başka önemi, çağının Osmanlı zihniyetini, dünya görüşünü ve - özellikle ya-bancı ülkelerin tasvirinde - dünyaya bakışını mükemmel biçimde yansıtan bir ayna olmasındadır.

Evliya Çelebi, tasvir etmek istediği insanlar, mekânlar ve mimarî eserlerden kendi gördüklerini, titiz bir mu-habir veya rehber gibi, her türlü ayrıntısıyla - üstelik sık sık hayal gücünü de seferber ederek - işlerken, bunları, gerek kendi kültürel mensubiyetinden dolayı paylaştığı, gerekse doğal sezgilerinden kaynaklanan yeteneğiyle kavradığı çevresinin beğenisine göre aktarmıştır.

Evliyâ: Veliler. Nefsine değil, dâima Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibadet ve taatta, takva ve riyazatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allah'ın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar.Çelebi: Efendi, kibar kimse. Mevlânâ soyundan gelen-lerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.

Kaynak: Ege Üni. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Çalışması

22 sabahülkesisayı26

1 | 2011

23sabahülkesi sayı26

1 | 2011

Y U S U FKAPLAN

Sabah Ülkesi: Türk modernleşmesi ve yaşadığımız medeniyet krizi hakkında düşünen, fikir üreten, yazan kişilerden birisiniz. Bu kriz, tarihin hangi aralığında kendini göstermeye başlamıştır?

İslam tarihinde, yaşadığımız iki büyük kriz vardır. Bi-rincisi, Moğol İstilası ve Haçlı seferleriyle on üçüncü yüzyılda yaşadığımız; Bağdat’ın düşmesiyle zirveye çıkan; yaklaşık üç asır süren; Kurtuba’nın düşmesi ve Endülüs’ün tarihten çekilmesiyle başlayan krizdir. Müs-lümanların, tarihte yaşadıkları en büyük şoktur. Bu şok, daha çok, siyasi boyutlarıyla öne çıkabilecek bir siyasi kriz olarak da adlandırılabilir. Birisi doğuda, birisi ba-tıda fakat aynı zaman diliminde yaşanan bu krizle Müs-lümanların kendilerine olan güvenlerini yitirmeleri gibi bir durum söz konusu değil o zaman. Hristiyanların, Akdeniz’de tek bir tahta parçasını dahi gezdiremedikleri bir hâkimiyetten; geleceklerinin, varlıklarını sürdürebile-ceklerine dair belirsizliklerle dolu olduğu bir sürece doğ-

24 sabahülkesisayı26

1 | 2011

ru giriyor Müslümanlar fakat yine de kendilerine olan güvenlerini yitirmiyorlar. O yüzden Kristof Kolomb’un, Vasco da Gama’nın yanındaki haritacı adam Müslüman veya II. Roger’la birlikte Sicilya’da çalışan alimler Müs-lüman. Mesela bu gün olsa, biz o alimleri hain olarak damgalarız. Onlarla aramızdaki algılama farkının sebe-bi, bu gün Müslümanların kendilerine olan güvenlerini kaybetmiş olmaları. Bunun nedenlerinden birisi, Gazali, Razi üzerinden kurulan geleneğin temellerinin muh-kem bir şekilde atılması, ayaklarımızı sağlam bir şekilde basabileceğimiz o muhkem yerin bulunmuş olması. O muhkem yerde bir sarsıntı oldu fakat o muhkem yer bir şey kaybetmedi, biz o muhkem yerdeki hakimiyetimizi kaybettik. Dolayısıyla biz bu krizi Osmanlı’nın meydan okumasıyla aştık. Osmanlı hem medeniyetin yeniden ku-rulmasında hem de korunmasında kilit rol oynadı. Daha olgun, daha kamil bir insan tipinin yetişebileceği vasa-tı oluşturdu. Dolayısıyla bizim şu an yaşadığımız ikinci medeniyet krizi, Osmanlının tarihsel rolünün bitirilme-siyle ilgili bir şeydir. Osmanlı meydan okuması üzeri-ne batıdan geliştirilen cevap, batı modernliğinin bütün dünya üzerinde hakimiyet kurması oldu. Bütün kıtaları sömürgeleştirdiler.

Müslümanların bu gün yaşadığı epistomolojik kırılma ve ontolojik evsizlik, birinci krizden daha derin bir krizdir çünkü burada ilk defa, Müslümanlar, kendilerine olan güvenlerini yitirmişlerdir.

S.Ü.: Peki bu güven eksikliği Müslümanların duruşu-nu nasıl etkiledi?

Müslümanların özne olarak, kendileri olarak tarihe çı-kabilmelerini sağlayabilecek muhkem yerleri yok. O muhkem yerin neresi olduğunu hissedebiliyorlar ama orda değiller hala. O yüzden geliştirilen söylemde ciddi arızalar var. O arızaların başında, savunma psikolojisiyle hareket etmeleri geliyor. Savunma psikolojisi ve yenilgi psikolojisi. Özellikle Osmanlı döneminde yaşadıkları-mız, savunma psikolojisiyle ilgili problemlerdir ve bence savunma psikolojisinin birinci ayağı Batı hegomonyası-nın o teknik ve askeri güçten kaynaklandığını düşünerek, bizim de güçlenebilmemiz için Batının teknolojisini alıp, kültürünü almayalım, yanılgısıdır. Kültürle teknolojinin birbirinden kopamayacağını, birbirinin aynası olduğunu, kültüre baktığımızda teknoloji ve bilime, bilim ve tek-nolojiye baktığımızda kültüre ilişkin somut göstergelerle karşılaşacağımızı, birinden ötekine geçebileceğimizi an-layamadık. Dolayısıyla bu noktadan bakıp, müslüman-ların geri kalmasından dem vurmaya başladık. Savunma psikolojisi de işte tam bu noktada başlıyor çünkü bun-dan sonra, ‘rönesansı biz yaptırdık’, ’bazı buluşları zaten Müslümanlar bulmuştu’, ‘bizim ilim adamlarımız altı yüz sene önce bunları zaten söylemişlerdi’ gibi söylem-lerde bulunmaya başladık. Dün yapıp ettikleriyle övün-meye kalkışmak, onların sırtından geçinmek demektir ve bu kişinin var olmadığını resmen ilan etmesi anlamına gelir. Kendisini, kendisinden öncekilerin kendilerini var ettikleri birikimleri, dinamizmleriyle var etmeye çalış-masıdır ki bu eşyanın tabiatına ters bir şeydir.

S.Ü.: Geçmişin birikimleri ile kuru kuruya iftihar et-mek yerine medeniyet ve kültürümüzle nasıl sahih bir ilişki kurabiliriz?

Vahiyle sahici ilişki kurmamız lazım. Bu kurduğumuz ilişkide vahyin bizimle konuşabilmesini sağlamamız lazım. Mesela, Hz. Peygamber’i kendimize çağdaş kıla-bildiğimiz, kendimizi de Hz. Peygamber’e çağdaş kıla-bildiğimiz zaman yani bu ilişki çift yönlü işlediği zaman biz özne olarak tarihte bir şeyler yapmaya başlayabiliriz. O zaman, bizden öncekilerinin yapıp ettikleriyle övünüp onların sırtından geçinmek yerine biz onların yaptıkları-nın üzerine neler inşa edebiliriz sorusu üzerinde yoğun-laşabiliriz. Dolayısıyla bu savunma psikolojisinin yarattığı ikinci medeniyet krizinin yaşanmasına yol açan bir neden daha var, bu da yenilgi psikolojisi, artık biz bittik, bizden bir şey olmaz psikolojisidir. Böylece yaşadığımız ikinci bü-yük medeniyet krizinde biz, ontolojik evsizleşme, yer-sizleşme, yersiz sorunları hakiki sorunlarımızın yerine yerleştirme, dolayısıyla bir yanılsama psikolojisi yaşa-maktayız.

S.Ü.: Yaşadığımız kriz nedir?

Şimdiki medeniyet krizi, çift yönlü temassızlık diye tarif ettiğim, İslam tarihinde ilk defa karşılaştığım bir fetret dönemidir. Hakim kültürle de İslam ile de temasımızın simülatifleştiği, sanal bir ilişkinin kurulduğu bir dönem. Çift yönlü temassızlık bizim batıyı da İslam ’ı da anla-mamızı engelliyor. Yaşadığımız sorunu görmemizi, bu sorunu anlamlandırabilmemizi ve bu sorunu nasıl aşabi-leceğimize ilişkin bir fikriyat ortaya koyabilmemizi zor-laştırıyor. Yani bu ikinci medeniyet krizi, birincisinden daha büyük, daha sarsıcı. Çünkü özgüvenimizi sarstı, öz gitti. Öz gittiği için özgürlük de gitti.

SORU: Birincisinden daha tehlikeli dediğiniz medeni-yet krizinin zirve noktasından düşüşe geçtiğini söyle-yebilir miyiz yoksa boşluğa bırakılan bir taş gibi hızını arttırarak devam mı etmekte?

Şöyle söyleyeyim, yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük olay var, birincisi Osmanlının durdurulmasıydı. Medeni-yet tarihçilerinin bize açıkça söyledikleri bu. Osmanlının artık söyleyeceği bir şey olmadığı için çatırdamış, bitmiş, tarihten silinmiş değil. Abdülhamit, Osmanlı düzeni içe-risinde tarih sahnesine çıkmış en önemli adamdan biriydi ve Osmanlı da dünyanın en stratejik üç ülkesinden birisi iken çökmüştü. Bu demek değildir ki çökecekti zaten. Tam tersine çökertilmiştir, durdurulmuştur. Yani yirminci yüzyılın başında yaşanan ve bütün dünyayı ilgilendiren, Avrupa tarihini de değiştiren birinci büyük olay budur. İkinci büyük olay ise Osmanlı durdurulduğunda batıdaki aristokratların, artık önümüzdeki engeli aştık diye düşün-meye başlamasıdır. Halbuki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden itiba-ren, İslam’ın yeniden Fas’tan Malezya’ya kadar en güçlü hareketleri ürettiğini gördük. Bundan sonraki süreçte,

25sabahülkesi sayı26

1 | 2011

Biyografi1964 yılında Şarkışla'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fa-kültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü, Sinema-TV Ana Sanat Dalından mezun oldu. Üniversite öğreniminden sonra İngiltere'ye git-ti. 1989 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan İngiltere'de "master+doktora" yapmak üze-re burs kazandı. 1991 yılında East Angila Üniversitesi'nde "Story-Telling and Myth-Making Medium: Television" adlı master tezi hazırladı. 1992 yılının Nisan ayında Londra'da Londra Üniversitesi ve Middlesex Polytechnic'te

Dr. Roy Armes'ın danışmanlığında doktora yaptı. İlim ve Sanat, Yedi İklim, Kayıtlar, Kitap Dergi-si, Girişim, İslam, Kadın ve Aile gibi dergilerle Zaman ve Milli Gazete gibi günlük gazetelerde çeşitli yazı, röportaj ve çevirileri yayımlandı. Fo-cault, Baudrillard, Kundera, Eco ve John Berger gibi yazar ve düşünürlerden çeşitli çeviriler yaptı. Umran Dergisi, Yeni Şafak Gazetesi ve TV5'de yöneticilik yaptı. Hâlen Bilgi Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmakta ve Yeni Şafak Gazetesi'nde yazmakta.

26 sabahülkesisayı26

1 | 2011

İslam’ın hedef tahtası haline getirilmesi; dünyadaki en büyük tehlike olarak görülmesi ve NATO Genel Sek-reteri, İngiliz ve ABD Başkanı tarafından bunun açıkça dile getirilmesi; NATO’nun stratejilerini değiştirilmesi; hakim gücün küresel stratejilerini geliştirmesi geliyor. Dolayısıyla İslam’ı, önce, İslam fundamentalizmi bah-siyle etkisizleştirmeye çalıştılar ama bu sonuç getirmedi çünkü anlaşılmadı. Ondan sonra İslam’ı terörle özleşleş-tirmeye kalktılar.

SORU: Krizin aslî sorumluları kimlerdir ve krizin far-kına varabilmek için hangi imkânları elimizde bulun-duruyoruz?

Dikkat edin, dünya tarihine baktığımız zaman, tarihin tek taraflı olarak işletildiğini görüyoruz. Batı, üç yüz senelik hakimiyetinde - medeniyetler tarihinde üç yüz sene çok kısa bir dönemdir- yirmi altı medeniyetten on altısını tarihten silmiş, dokuzunu fosilleştirmiştir. Asya-daki, Afrikadaki, Latin Amerikadaki medeniyetler ken-di varlıklarını sürdüremedikleri için insanlığa katkıları imkansızlaşmıştır. Mesela Japonya’nın bölgeye hakim olabileceği görüldüğünde, önce önünü kapattılar sonra önünü açtılar. Liberal kapitalist düzenle, Japon mucizesi dediğimiz şeyi gerçekleştirecek bir süreci hazırladılar. Evet, Japonya bir mucize gerçekleştirdi ama o mucize, Japonların dünyaya bir şey söyledikleri bir mucize değil. Tam tersine, dünyaya bir şey söylemeyeceklerini ilan et-tikleri bir mucize. Aynı strateji şimdi Çin’e uygulanacak çünkü Çin geliyor ve bu sürecin sonunda Çin’in Dün-yaya bir şey söyleyebilmesi mümkün değil. Rusya ben-zer bir süreç yaşıyor, Hindistan benzer bir süreç yaşıyor,

Afrika zaten çok zor bir durumda, Latin Amerika’nın adı bile yok. Amerikalıların Balkanlara, Kafkaslara yerleşmesinin nedeni, kısa vadede, Avrupa’yı engelle-mek. Orta vadede, bölgedeki doğalgaz ve petrol yatak-larına hakim olmak. Tüm bunlardan yola çıkarak şunu söylemek istiyorum, kriz büyük ama krizin büyüklüğü nispetinde imkanlar da büyük. Krizi bütün boyutlarıyla fark edebildiğimizde, imkanları da fark edebiliriz. Krizi bütün boyutlarıyla fark etmek, ümmileşmek demektir; yani ilim, irfan, hikmet menzillerini eş zamanlı bir şekil-de harekete geçirmek demek; dolayısıyla bir medeniyet fikri geliştirmek demektir.

Bu iş öncelikli olarak sanatta fark edilecektir çünkü me-deniyetler büyük krizler yaşadıkları zamanlarda büyük formlar geliştirirler. Mesela İslam’ın tarih sahnesine çıkışından önce geliştirilen form şiirdir; Rönesans’ın o ihtişamı gerçekleştirilmesi sırasında üretilen form resimdir; şimdi yaşadığımız süreçte ise bu form, sine-madır. Devam edelim, Turgut Cansever’in bizim için anlamı bir mimar olarak değil; sanatçı, düşünür, mimar olmasındadır. Yine aynı şekilde, Sezai Karakoç’un sa-dece fikir adamı olmasının bir önemi yoktur, şair ve düşünür olmasının bir değeri vardır. Dolayısıyla böyle kriz zamanlarında fikri temeli sağlam, o muhkem yeri en azından kendi zihninde inşa edebilmiş, o fikri çilenin bedelini ödemiş, büyük sanat sıçrayışlarını tetikleyecek şahsiyetler bizi bir yere götürebilir. Sadece fikri çalış-ma yapmak ya da sadece sanatta bir şey yapmak bizi bir yere götürmez. Yalnızca temelleri iyi atılmış bir sanat ile krizi iliklerimize kadar hissedebiliriz. Hz. Peygamber Veda Hutbesinde, büyük kriz zamanlarında imkanların

27sabahülkesi sayı26

1 | 2011

ne kadar büyük olabileceğini gösteren bir şey söylüyor. “Olur ki sizden sonra gelenler, bunu sizden daha iyi an-layabilir” diyor. Bizim Hz. Peygamberle kurduğumuz ilişki epistomolojik, sadece bilgilenmek zerinden kuru-lan bir ilişki. İşte biz bu epistomolojik ilişkiyi, ontolojik ilişkiye dönüştürebildiğimiz zaman bizim tarihe öncülük edeceğimiz bir atılıma öncülük etmemiz mümkün olabi-lir. Yani Hz. Peygamberi kendimize, kendimizi Hz. Pey-gambere çağdaş kılabildiğimiz zaman bu gerçekleşir.

SORU: Külliyat yayınlarında, “medeniyetler külliyat-la kurulur” mottosunu kullandınız. Kendi medeniye-timizle sahici bir bağ kurabilmemiz için külliyatların önemi nedir?

Külliye olmadan insan olmaz. Mesela Hz. Peygambe-ri devre dışı bıraktığımızda İslam bizim için bir anlam ifade etmez.Yine Whitehead, İki bin beş yüz yıllık Batı düşüncesi, Aristoyla Eflatuna düşülmüş bir dipnottur, di-yor. Aristoyla Eflatunu devre dışı bıraktığında, Batı dü-şüncesi diye bir şey kalmaz. Dolayısıyla, kurucu figür-lerden Gazali ’yi atladığımızda bu günkü yaşadığımız hayatın o kadar kolay olmayacağını görürüz. Kurucu figürler kesinlikle önemlidir ki bu insanları putlaştır-mak anlamına da gelmez çünkü alimler peygamberlerin varisleridir biliyorsunuz. O figürlerin bir şeyleri anla-maları, bize o bilgiyi aktarmaları sadece epistomolojik düzlemde değil; ilmel, aynel yakin ve hatta hakkal yakin düzlemindedir. Yani külliye olmadan bizim varlığımızı anlayabilmemiz, anlamlandırabilmemiz, yeniden kendi-mize ve insanlığa bir şeyler söyleyebilmemiz mümkün değildir.

28 sabahülkesisayı26

1 | 2011

VİYANA ŞEHRENGİZİ

29sabahülkesi sayı26

1 | 2011

Avusturya’nın başkenti olan Viyana şüphesiz sahip olduğu mimari ve tarihi zenginlikleriyle Avrupa’da görülmesi gereken şehirler listesin-

de ilk sıralarda yer almaktadır. Bunun yanısıra tarihimi-zin önemli kırılma noktalarından birisi olan II. Viyana Kuşatması’nın Osmanlılar’ın Beç diye adlandırdıkları Viyana’da yaşanmış olması, bu şehri bizim için daha özel kılmaktadır.

Viyana ilk olarak milattan sonra birinci yüzyılda “barbar halkların” saldırılarına karşı Tuna Nehri’nin kenarında bir garnizon şehri olarak Romalılar tarafından Vindobo-na adı altında kurulmuştur. Bu tarihi abartılı bir şekilde yorumlayan Avusturyalı ünlü Edebiyatçı Stefan Zweig’a göre bu kuruluş gayesi tarih boyunca Viyana şehrinin mis-yonu haline gelmiştir; “Viyana’ya üstün kültürün yani o zamanki latin kültürünün müdafaa şehri olma görevi

Şurası bir hakikattir ki, Viyana tarihin her döneminde olmasa da özellikle onsekizinci yüzyıldan yirminci yüzyılın ortalarına kadar Batı Kültür ve Medeniyeti’nin üretildiği ana merkezlerden birisi olmuştur.

HofburgSarayı

Cafe Hawelka

Şehiriçi gezi faytonları

Melange

Enes Bayraklı

30 sabahülkesisayı26

1 | 2011

tevdi edilmiştir. Alman, Slav kabileleri Tuna çevresin-de kültürsüz ve göçebe bir şekilde dolaşıyorlarken, bilge kayzer Marc Aurel Viyana’da Latin Felsefesi’nin başya-pıtlarından biri olan ölümsüz düşüncelerini kayda geçiri-yordu. Onsekiz yüzyıl boyunca Viyana, bir şehrin yerine getirmesi gereken en ulvi vazifeye, yani kültür üretmek ve onu müdafa etmek vazifesine sadık kalmıştır. Viyana Roma Katolik Kilisesi’nin kalesi olarak yeniden dirilene kadar, Latin Medeniyeti’nin bir serhat şehri olarak Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar direnmiştir. Reformas-yon Avrupa’nın ruhani birliğini parçaladığında Viyana karşı reformasyonun ana karargahı olmuştur. Ayrıca iki defa Osmanlılar Viyana kapılarında durdurulmuşlardır“

Yukarıdaki alıntı ne kadar abartılı ve duygusal bir tarih okumasını yansıtsa da, Alman Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden birisi olan Stefan Zweig’ın bakışını yansıtma-sı bakımından yukarıdaki satırlar dikkat çekicidir. Burada, Viyana’nın kültürün üretilmesindeki önemine vurgu yapan Zweig’ın tamamen haksız olmadığını belirtmekte yarar vardır. Şurası bir hakikattir ki, Viyana tarihin her döne-minde olmasa da özellikle onsekizinci yüzyıldan yirminci yüzyılın ortalarına kadar Batı Kültür ve Medeniyeti’nin üretildiği ana merkezlerden birisi olmuştur.

Romalılar beşinci yüzyıla kadar Vindobona’da hakimiyet-lerini sürdürmüşlerdir. Bu tarihten sonra zayıflayan Batı Roma İmparatorluğu’nun merkezine uzak olmasından do-layı Vindobona Germen kavimlerinin istilasına uğramış ve Doğu Gotları’nın hakimiyeti altına girmiştir. Bu tarihten 9. yüzyıla kadar Tuna Nehri’nin etrafındaki yerleşimci-lerin akıbeti hakkında yazılı kaynaklarda bir bilgi yoktur. Viyana’nın yükselişi Ostarrichi Kontluğu’nun Babenberg Hanedanı tarafından kurulmasından sonra başlamıştır (976). Viyana ilk defa 1137 yılında şehir olarak anılmaya başlamıştır. 12. yy ortalarına kadar Babenbergler’in mer-kezi Viyana’nın batısındaydı. 1156’da beylik merkezini Viyana’ya taşıdılar. Artan ticaretten elde edilen paralarla hayat standardı yükseldi. Önemli sokaklar inşaa edildi. Şe-hir duvarların dışında bulunan yaşam gelişti. 12. Yüzyılın sonlarına doğru Viyana’yı çevreleyen surlar inşa edilmeye başlandı.

Habsburg Hanedanı’ndan gelen I. Rudolf’un 1273 yılında Roma Germen kralı seçilmesiyle, Viyana başkent olmuş ve 600 yıl sürecek olan Habsburg hakimiyeti başlamıştır. Viyana özellikle 14. yüzyılda hızlı bir gelişim göstermiştir. 1365 yılında Alman kültür havzasının ilk üniversitesi olan Viyana Üniversitesi kurulmuştur. Habsburg ve Osmanlı Hanedanları’nın tarih sahnesine çıkışları birbirine yakın zamanlara denk gelmektedir. Çok geçmeden bu iki dev-let Orta Avrupa’da yüzyıllar sürecek olan bir hakimiyet mücadelesine girişmişlerdir. Bu mücadele Kanuni Sul-tan Süleyman komutasındaki Osmanlı ordularını 1529'da Viyana kapılarına kadar getirmiştir. Kanuni’nin amacı Habsburglar’a gözdağı vermek olduğundan kısa bir ku-şatmadan sonra Osmanlı ordusu geri çekilmiştir. Kuşat-madan sonra Ortacağ'dan kalmış eski şehir duvarları İtal-yan kale burçları örnek alınarak yenilendi. Buna rağmen Viyana’nın Osmanlı Devleti’nin sınırına 150 km uzakta bulunması şehri sürekli olarak Osmanlı askeri tehdidi al-tında tutmuş ve bunun bir sonucu olarakta şehir surların dışında ciddi bir gelişme gösterememiştir. 1683 yılındaki II.Türk Kuşatmasından sonra Osmanlı tehlikesinin kalk-ması ile beraber Viyana altın çağını yaşamaya başlamıştır. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda Viyana Orta Avrupa’nın en önemli kültür merkezlerinden biri haline gelmiştir. Mo-zart, Beethoven, Schubert ve Mahler gibi klasik müziğin devleri Viyana’da yaşamışlardır.

19. yüzyılda Viyana büyük değişiklikler yaşamıştır. 1857’de şehrin surları tamamen yıktırılarak suriçi Viyana’yı çevre-leyen Ringstrasse adında büyük bir bulvar inşa edilmiştir. Bu cadde üzerinde imparatorluğun haşmetini gösterecek olan bir çok abidevi yapı da yine bu dönemde inşa edil-miştir; Opera, Sanat ve Doğa Tarihi Müzeleri, Üniversite ve Tiyatro. Yine bu dönemde Viyana’nın topoğrafyasını derinden etkileyen olaylardan birisi de 1869-75 yılları ara-sı Tuna Nehri’nin yeniden düzenlenmesidir. Ortacağ’dan beri Tuna Nehri’nin Viyana Ovası’nda bir çok küçük kola ayrılarak akması büyük sellere ve ulaşım zorluklarına se-bep olmaktaydı. Bu durumu çözmek üzere nehirin yatağı düzenlendi.

1. Dünya Savaşı diğer imparatorluklar gibi Avusturya-Ma-

Schönbrunn Sarayı Stephansdom Kilisesi

31sabahülkesi sayı26

1 | 2011

caristan İmparatorluğu’nun da yıkılmasıyla sonuçlandı. Viyana artık bir impartorluk merkezi değil, ufak bir ülke-nin başkentiydi. 1938 Mart’ında Avusturya’yı Hitler-Al-manyası ilhak ederek kendi topraklarına kattı. Hitler’in dünyayı sürüklediği savaştan Viyana ağır hasarlar alarak çıktı. Şehir 10 yıl müttefik kuvvetlerin işgali altında kal-dıktan sonra 15 Mayıs 1955'te imzalanan anlaşmayla müt-tefikler Viyana’dan çekildiler.

Viyana 414,89 km² yüzölçümüyle Avusturya’nın en kü-çük eyaletidir. Ayrıca bir komşu ülkeyle sınırı olmayan tek eyalettir. Yaklaşık 1.705.000 nüfusuyla ülkenin en kalabalık kentidir, çevre ilçeleriyle birlikte Viyana’da yaklaşık ikibuçuk milyon insan yaşar, ki bu da Avusturya nüfusunun yaklaşık dörtte birine tekabül etmektedir. Viya-na nüfusunun yaklaşık üçte birini göçmen kökenliler oluş-turmaktadır. 60’lı yıllardan sonra gelen Türk göçmenlerin sayısı 50.000 civarındadır. Türkler özellikle 10, 16, 17 ve 21. bölgelerde ikamet etmektedirler.

16. Bölgede bulunan Brunnenmarkt pazarı bir çok Türk dükkanı ile adeta küçük bir anadolu şehri görünümünde-dir. Artan yabancı nüfus Viyana’da ırkçı partileri güç-lendirmiş ve yaşanan son eyalet seçimlerinde(2010) ırkçı Avusturya Özgürlük Partisi FPÖ her üç kişiden birinin oyunu almıştır.

Viyana’da gezerken şehrin bir çok bölgesinde Türk Kuşat-ması ile ilgili heykellere, top mermilerine, mozayiklere ve levhalara rastlayabilirsiniz. Bu konuyla ilgilenenlere özel-likle Viyana Askeri Tarih Müzesi (Arsenal) ve Viyana Şehir Müzesi’ni gezmeleri tavsiye edilir. Bunların dışında Türk kuşatması ile ilgili sembolik öneme haiz olan en önemli obje Stephansdom Katedrali’nin Pummerin adı verilen çanıdır. Bu çanın sembolik önemi, 2. Viyana Kuşatmasın’da Os-manlı Ordusu’nun geriye bırakmak zorunda kaldığı topların eritilerek dökülmüş olmasından ileri gelmektedir. Pumme-rin Çanı 2. Dünya Şavaşının son günlerinde çıkan yangın sonucu kuleden yere düşerek paramparça olmuş daha sonra halktan toplanan yardımlarla eski parçaları kullanılarak ye-niden dökülmüştür. Çanın üzerinde II. Viyana kuşatmasını tasvir eden bir gravür bulunmaktadır.

Viyana’nın kalbi şehrin merkezinde bulunan Stephans-dom Katedrali’nin çevresindeki Stephansplatz meyda-nında atmaktadır. Bu meydana açılan Kaertner ve Graben caddeleri her daim canlı ve hareketlidir. Şehrin en meş-hur caddelerinden birisi de Mariahilferstrasse’dir. Viyana birbirini çevreleyen üç halka halinde sıralanmış ilçelerden oluşmaktadır. Merkezinde suriçi diye tabir edebileceği-miz 1. İlçe (İnnerstad) bulunmaktadır. Bu birinci ilçeyi bir halka halinde 9a kadar olan bölgeler ve onuda 23e kadar olan bölgeler çevrelemektedir. Her ilçenin kendisine has bir ismi olmasına rağmen kolay olmasından dolayı ilçeler numaraları ile adlandırılmaktadır. Viyana rahat toplu ula-şım sistemiyle, her daim buz gibi soğuk alplerden gelen lezzetli içme suyuyla, temiz havasıyla, park ve bahçele-riyle yaşam kalitesi bakımından dünyadaki sayılı şehirler arasındadır. Özellikle son yıllarda gelişmiş altyapısından dolayı dünyada yaşam kalitesi bakımından birinci şehir olarak seçilmektedir.

Şehir, ziyaret edilmesi gereken bir çok müzeye ev sa-hipliği yapmaktadır. Bunların belli başlıcalarını sayacak olursak, Kunst Historisches Museum (Sanat Tarihi Mü-zesi), Natur Historishes Museum (Doğa Tarihi Müzesi), Albertina, Heeres Geschichtliches Museum (Savaş Tarihi Müzesi), Museum für Völkerkunde (Antropoloji Müze-si), Museum Moderner Kunst (Modern Sanat Müzesi), Leopold Museum. Bunların dışından Viyana’da bir çok saray bulunmaktadır. En başta şehrin merkezinde bulunan Hofburg Sarayı zikredilmelidir. Ayrıca kayzerlerin yazlık saray olarak kullandıkları Schönbrunn Sarayı da barok mimarisi ve muhteşem korusuyla mutlaka ziyaret edilmesi gereken saraylar arasındadır. Bunlara ek olarak Osmanlı ordularına karşı zaferler kazanmış olan Prinz Eugen’in sa-rayı olan Belvedere de mutlaka ziyaret edilmelidir. Son olarak viyananın kafeleriyle meşhur olduğunu belirtmekte yarar var. İkinci viyana kuşatmasında Türklerin viyanaya taşıdıkları kahve, zaman içinde viyana kültürünün temel zenginliklerinden biri haline gelmiştir. Kafeler arasında en meşhur olanları Cafe Central ve Cafe Havelkadır. Bu ka-felerden birinde viyananın kendisine has kahvesi melange (melanj diye okunur) eşliğinde Apfelstrudel (elma turtası) yemeniz şiddetle tavsiye olunur.

Mozart Cafe AltWien

32 sabahülkesisayı26

1 | 2011

"Bilim–kurgu bana göre değil" diyenlerin bile keyifle seyredeceği bir film

mesaj

33sabahülkesi sayı26

1 | 2011

Bilim – kurgu ve din… Batının iki düşman ai-lesinin birbirine âşık çocukları gibi… Bir araya gelmeleri nerdeyse imkânsız gibi görünmekle

beraber, maharetli hikâyecilerin kalemiyle, onlardan tadı-na doyum olmaz bir macera ortaya çıkabilir. Biri sosyal çatışmaların arasında ezilen gönülleri konu alırken, diğeri birbirine yalın kılıç saldıran iki zıt kutbun felsefi çatışma-sından bahseder. Ve maalesef bu güne kadar bilim – kurgu ve din temasını bir arada işleyebilen pek az sinema filmi ortaya çıkmıştır. “Contact” bunların en önemlilerindendir.

Bilim – kurgu, sinema filmleri göz önünde bulundurulur-sa pek hakkı verilememiş bir türdür. Blade Runner, 2001 Space Odyssey, Solyaris, gibi iyi örneklerin yanında ge-nel sinema izleyicisi açısından pek cazip olamaması yü-zünden bu alanda fazla eser ortaya konulmamıştır. Oysa ki ileri teknoloji kurguları insanlığın futuristik hayallerini ortaya koyar. Nasıl bir gelecek hayal etmekteyiz? Bilim bizi nereye götürmeli ya da nereye götürmeliydi? Bu Yerküre’de hapis miyiz? Yoksa ilerde başka gezegenler, hatta solar sistemler, belki başka yaşam formları, farklı bir medeniyet algısı, insanlığın kaderiyle kesişecek mi-dir? Yapay zekâ bir gün insana baş kaldıracak mı? Bu ve benzeri sorular bilim – kurgu sinemasına temelde yön ve-ren bakış açılarıdır. Bununla beraber birçok bilim – kurgu filmi yalnızca hikâyenin, örneğin, uzayda geçmesi sebe-biyle bilim kurgu olabilmektedir. Evrenin bilmem neresi-ne istilaya giden insanlara karşı ayaklanan “Na`vi”lerin hikayesi her ne kadar kullandığı aksesuarlar itibarı ile bilim – kurgu kategorisine girse de aslında ancak “Amis-tad” kadar bilim kurgu olabilir. Peki, asıl bilim – kurgu nedir ve nasıl olmalıdır diye soruyorsak Contact izleme-miz gereken ilk film.

Yer bilmem hangi galaksi değil, bildiğimiz dünya, bildi-ğimiz hali ile. Zaman, yüzlerce, binlerce yıl sonrası değil, bu gün. Bilim öyle ışınlama falan yapamıyor. Pek bilim – kurguluk bir halimiz yok yani. Esas kızımız Ellie daha çocukken radyo sinyallerine, telsiz teçhizatlarına meraklı bir kızdır. Uzaktaki insanların birbirlerini nerdeyse aracı-sızmış gibi duyuyor olmaları ona büyüleyici gelmektedir. Ve bilmektedir ki, yeteri kadar büyük bir antenle yıldız-ların bile sesini duyabilir. Trajik bir şekilde babasını kay-betmesi onu, bir taraftan “Tanrı”dan uzaklaştırırken diğer taraftan radyo sinyalleri alanında uzmanlaşmaya doğru

yönlendirmiştir. O, büyük sponsorlara çölde kurdurttuğu devasa istasyonlarla uzaydan gelen radyo sinyallerini bık-madan usanmadan dinleyen bir “bilim kadını”dır. Bir gün uzaydan, başka bir “zeki” varlığın göndermiş olduğu belli olan bir sinyal bulur ve filmimizin bilim – kurgu kısmı başlar. Uzaylılar bize sinyal göndermektedirler. Uzun uğ-raşlar sonucu sinyal çözülür ve büyük bir makinenin planı ortaya çıkar. Uzaylılar bizimle görüşmek için yapmamız gerekenleri bize yollamaktadırlar.

Bu dünya çapında büyük bir gelişme olmakla birlikte bir sürü soruyu da beraberinde getirmektedir. Bu makine ger-çekten bir ışınlayıcı mı yoksa uzaylıların bize kurdukları bir tuzak mı? Eğer tuzak değilse bu makineye kimi koyup göndereceğiz? Diyelim gönderdik bu kişi onlarla ne konu-şacak, insanoğlunu nasıl anlatacak? Bu ve benzeri birçok teknik ve felsefi soruya cevap verilmesi gerekmektedir.

Bununla birlikte aşırı dinci Hıristiyanlar bu projeye şid-detle karşı çıkmaktadır. Tanrı insanoğlunu Adem ve Havva’dan yaratmıştır ve tanrının insandan başka “çocu-ğu” yoktur. Eğer dünya dışı akıllı bir varlığın olduğu ispat edilirse hatta “tanrı korusun” böyle bir varlık Dünya’ya ayak basarsa tüm Hıristiyanlık inancı tehlikeye girecektir. Gelenlere nasıl tebliğde bulunabilirler ki? Dolayısı ile bu gelişme dindarları ve Kilise’yi oldukça rahatsız etmekte-dir. Klasik din ve bilim savaşında bilim sağlam bir gol atmış gibi görünmektedir.

Tüm bu karmaşa içerisinde makineye binip yolculuk et-mek için can atan Ellie kendi içinde de fikri bir çatışma yaşamaktadır. Babasının kaybıyla zihninde oluşan boşlu-ğu bu uzaktaki yeni türle doldurmak istemektedir. Soru-larına cevap bulabileceğini ümit etmektedir. Ama giden kişiyi seçecek olan kurul, insanoğlunu temsil edecek kişi-nin kadın olmasını tolere etse bile, dinsiz olmasını kabul edebilecek midir?

Filmi seyretmemiş olan okuyucularımızın filmden daha fazla tat almaları için daha fazlasını söylemeyelim. Hasılı “Geleceğe Dönüş” gibi vıcık bir seriden sonra “Forrest Gump” gibi bir baş yapıt çıkaran Robert Zemeckis, Carl Sagan’ın romanını ustaca sinemaya aktarmış. “Bilim – kurgu bana göre değil” diyenlerin bile keyifle seyredeceği bir film.

mesajYusuf Kocamaz

34 sabahülkesisayı26

1 | 2011TANITIMFILM

Küçük Yusuf ve babası Yakup’un öyküsü… Yusuf yedi yaşına geldiğinde baba-sıyla aralarında sır olarak kalacak bir rüya görür. Kısa bir süre sonra Yakup nadir bulunan bir tür arının peşinden uzaklarda bir ormana gider. Bu ayrılık Yusuf’u derinden etkiler. Babasından bir süre haber alınamaması korkularını büyütmek-tedir. Semih Kaplanoğlu’nun Berlin Film Festivali’nde “en iyi yönetmen” dalında ödüle layık görüldüğü film.

Yapım: 2010, Türkiye Tür: DramYönetmen: Semih KaplanoğluOyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen, Bora Altaş, Alev Uçarer, Kutay Sandıkçı Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal

Bal

Birinci Dünya Savaşı’na kendilerine empoze edilen milliyetçi duygularla gönüllü olarak katılan Alman gençlerinin savaş ve sonrasında yaşadıkları iç çatışmalar Erich Maria Remarque’nin aynı isimli romanından sinemaya

aktarıldığı dönemde büyük tartışmalara yol açmıştı. Film Nazi Almanyası’nda yasaklandı. Remarque’ın romanı yakıldı. Ama Lewis Meilestone’un eseri

izlenmesi gereken filmler listesindeki yerini hep korudu.

Yapım: 1930, ABD Tür: Dram / Aksiyon / Savaş / Suç Yönetmen: Lewis Milestone

Oyuncular: Louis Wolheim, Lew Ayres, John Wray, Arnold Lucy, Walter Rogers, Ben Alexander

Senaryo: Maxwell Anderson , George Abbott ,Erich Maria Remarque (Kitap) Görüntü Yönetmeni: Arthur Edeson Müzik: Heinz Roemheld, Sam Perry

All Quiet on the Western Front

(Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok)

Yazlık sinemalar… Artık eski zaman filmlerinde görününce hatır-lanan (genç ve hatta orta yaşlı neslin tecrübe edemediği) şöle-ne gider gibi gidilen sinemalar… Sinemaya tutkuyla bağlan-manın hikayesi “Cennet Sineması”. Kasabasından yıllar önce ayrılmış, ünlü bir yönetmen olmuş olan Salvatore, üzücü bir haberle tekrardan kasabasına döner. Ve bu dönüş onun için sinemayı yeniden keşfetmenin yolculuğu olur. Kasabadaki yazlık sinemanın projeksiyoncusu olan Alfred ile birlikte biz de yeniden düşünebiliriz sinema üzerine.

Yapım : 1988, Fransa / İtalya Tür : Dram / Romantik Yönetmen : Giuseppe Tornatore Senaryo : Giuseppe Tornatore , Vanna Paoli Görüntü Yönetmeni : Blasco Giurato Müzik : Ennio Morricone Oyuncular: Jacques Perrin, Marco Leonardi, Salvatore Cascio, Philippe Noiret, Antonella Attili, Pupella Maggio

Cinema Paradiso (Cennet Sineması)

35sabahülkesi

Beş Şehir Ahmet Hamdi Tanpınar/ Dergâh Yayınları

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir adlı kitabının özünü anlatan, kitabın önsözünde yer alan şu cümledir: "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır." İşte bu cümle, okuyucunun ruh halini de anlatmaktadır. Okuyu-cu bu kitabı okurken eski İstanbul'dan bir şeyler bulmaktadır ama yaşadığı devre bakınca bun-ların kaybolduğunu, bu güzelliklerin yitirildiğini görünce de büyük bir üzüntüye kapılmaktadır.

Bu kitap ‘Beş Şehri’ (İstanbul, Ankara, Erzurum, Bursa ve Konya) en ince ayrıntılarına kadar anlatan bir kitaptır. Ama bu şehirler öyle üstün körü anlatılmazlar. Bütün hatlarıyla ortaya çıkarlar karşımıza. Mimarisi, insanları, yaşam koşulları, şehirlerin güzelliği, çirkinliği kitap okundukça tamamlanır ve bir bütünlük oluşturur. Bu bütünlük o şehrin ruhunu gösterir. Fakat şunu da unut-mamak gerekir ki bu kitap sadece şehirleri anlatmak için yazılmamıştır. Yitirilenleri gözler önüne sermektedir Ahmet Hamdi Tanpınar bu eserinde ve yitirilenin yerini doldurma arzusunu işlemiş-tir. Bir gezi kitabı olma özelliklerini bünyesinde barındırsa bile, Beş Şehir’e sadece bir gezi kitabı olarak bakmak, onun hakkını tam olarak vermemektir.

Beş Şehir bizim nadir ve nadide eserlerimizdedir. Her okunduğunda insanda farklı intibalar bıra-kan, Türk edebiyatımızın başyapıtlarındandır.

Yüzüncü Ad Amin Maalouf / YKY Yayınları

Lübnan’dan Ceneviz’e uzanan bir yol öyküsüdür Yüzüncü Ad. Bir sona mani olacağına inanı-lan bir kitabın öyküsü…

Doğu’da kalan son Cenevizlililer’den, antika tüccarı Baldassare Embriaco, 1665 yılı sonların-da atalarının yüzyıllardır yaşadığı Lübnan’dan düşer yolların koynuna. O’nu yola düşüren bir kitaptır. İncil’e göre, ertesi yıl ‘Canavar Yılı’dır. Ve bu yıl, kimine göre mahşerdir, kimine göre ateş; kimine göre bir yıkım, kimine göreyse her şeyin sonu... Zamanın sonu...

Baldassare’nin ardından yollara düştüğü kitap, Yüzüncü Ad, ise Dünya’yı kurtaracağına inanı-lan tek şeydir. Bu kitapta Allah’ın sıradan insanların bilmediği bir ismi gizlidir. Ve bu ismi bil-mek; bu mahşerden kurtulmaya giden tek yoldur. Antikacı olan Baldassare, eline değmiş olan, dükkânına uğramış olan ve sahip çıkamayıp elinden kaçırdığı kitap ardına düşer yollara. Yolu nerelere uğramaz ki bu macerada. İstanbul’un o şaşaalı günlerinden geçip İzmir kıyılarına se-lam eder. Ordan Sakız Adası derken Cenova’da bulur kendini. Amsterdam, Londra, Konya ve tekrar İzmir ve Sabatey Sevi’nin başkaldırdığı demler. İngiltere’deki büyük Londra yangını...

Endişe, korku, hayal kırıklığı, umut ve aldanma peşini bırakmayan hislerdir Baldassare’nin. Ve bir de bu yolculuğun avuçlarında yeşeren bir aşk! Bir yol öyküsünün kalbini okşayan aşk!

“Yol, kimi zaman masallarla bezenir. Tıpkı uykunun düşlerle bezendiği gibi... Ama menzile ulaşıldığında gözleri açmak gerekir.” (Kitaptan)

sayı261 | 2011

36 sabahülkesisayı26

1 | 2011

sonülke

Carsten Niebuhr’un Şark Seyahatnamesi

Ömer Faruk Altıntaş

Seyahatnâmeler eski dünyaya dair tasavvurları-mızı belirleyen unsurların arasında yer alırlar. Gördüğü işlev açısından bugünkü anlamda belki

geçmişe ait fotoğraflar, belki tarihi filmler ya da ülkeler, şehirler üzerine hazırlanmış tarihi belgeseller ile karşılaş-tırılabilirler. Fakat ben bunların da seyahatlerin kıyme-tini karşılayabilecek değerde olduğunu düşünemiyorum. Sebebi ise seyahatnâmelerin okuyan her kişinin zihninde farklı anlamları çağrıştırmaları, değişik hayallerle o dün-yayı bugünün insanına taşımalarıdır. Film ve fotoğraflar en nihayetinde seyreden-bakan kişiye aynı şeyi göste-rirler. Oysa seyahatnâme okuru, kuru kelimelerle kar-şı karşıyadır, ona can ve suret veren kendisidir. Dahası geçmiş dünyaya dair bilgi hazinesi olarak ta görülmeli-dir seyahatnameler. Bundan yüzyıllar önce bir caminin kapısından giren seyyahın içerideki insanların tavırları, konuşmaları, içeride gördükleri üzerine seyahatnamesin-de yazdıkları o dönemin sosyal hayatı, şehir tarihi adı-na ne kadar kıymetli bilgiler içerirler. Seyahatnâmesi ile geçmiş dünya hakkında çok kıymetli bilgiler veren sey-yahlardan birisi de Alman Carsten Niebuhr’dur. Carsten Niebuhr (1733-1815) sadece gördükleri ve yaşadıklarını edebi bir kaygı ile anlatmakla yetinen bir seyyah değil-dir; ardında bıraktığı eserler, gittiği yerlerin nüfusu, sos-yal hayatı, şehir yapısı, mimari, kapıları vb. konularda bugünün tarih araştırma alanlarının birçoğuna malzeme sağlayacak ayrıntılı bilgiler içerir. Öyleki esasen coğraf-yacı olan Niebuhr, gittiği şehirlerin haritalarını çizmiş, şehirlerin kaç kapısı olduğunu isimlerine kadar aktar-mış, iklimine yetişen ağaçlarına kadar oralar hakkında bir bilgi hazinesini bizlere aktarmıştır. Prof. Dr. Nejat Göyünç’ün kaleminden çıkmış, Carsten Niebuhr’un ha-yatını ve seyahatini güzel bir üslupla özetleyen cümlele-rini okuyalım:

“17 Mart 1733'te Almanya'nın Kuzey Denizi kıyılarına yakın Elbe nehri ağzındaki Cuxhaven şehri güneyinde-ki küçük bir kasabada doğar: Lüdingworth. Dedeleri bir çiftlik sahibidir; fakat zengin değillerdir. Carsten doğ-duktan birkaç hafta sonra annesi vefat eder, terbiyesini üvey annesi üstlenir. Babasının arzusu üzerine yakın şehirlerden birisinde Latince okuluna devam ederse de, babasının da kısa bir süre sonra ölümü, onun tahsilini yarıda bırakmasına sebep olur. Bir yıl kadar musiki ile uğraşır, çeşitli âletleri çalmasını öğrenir. Gayesi kilisede orgcu olmaktır. Dayısı bundan hoşlanmaz, alıp onu çiftli-

(Bir Alman Seyyahın Gözüyle 18.yy’da Şark Ülkeleri)

37sabahülkesi sayı26

1 | 2011

ğine götürür, orada dört sene hizmet eder. Bir gün bir te-sadüf onun hayat akışını değiştirir. Bir arazi ihtilâfından dolayı komşu çiftliğin yüz ölçümünü bulmak gerekir, lâkin bulunan kasabada bu işten anlayan yoktur. Başka bir yerden arazi ölçümünden yani kadastrodan anlayan bir uzman getirtilir. Niebuhr, bu durumda kendisinin bu mesleği öğrenmesi gerektiğine inanır, önce Bremen'e, sonra da Hamburg'a giderek lise seviyesinde matematik ve lisan öğrenir, henüz 22 yaşlarındadır.

1757 ilkbaharında Göttingen'e gider, matematik öğre-nimini devam ettirmek niyetindedir. O tarihlerde bu şe-hirde ünlü bir Doğu-Bilimci ve İlâhiyatçı olan Johann David Michaelis vardır, Danimarka Başbakanı Kont Von Bernstroff'un ahbabıdır. Birgün Bakana Tevrat ile ilgili bazı sorunları araştırmak için Arabistan'a bir öğrencisini göndermek istediğini, kendisinin malî bakımdan destek-lenmesini arzu ettiğini bildirir. Bu teklifi kabul edilir, fa-kat seyahate yalnız Arapça bilen bir ilâhiyatçının değil, bir tabiat bilimcisinin, bir matematikçinin, bir ressam ve doktorun da katılmasına karar verilir. Bunlara bir de hizmetkar eklenince, inceleme kafilesi altı kişiyi bulur. Masrafları Danimarka Kralı V. Friedrich (1746-1766) üstlenir. Bu altı kişi Göttingen'de bir yıl kadar eğitim gö-rür, biraz Arapça öğrenir, eski seyahat kitaplarını okuyan-ları olur. 7 Ocak 1761'de heyet Kopenhag'dan Grönland adlı bir harp gemisi ile yola çıkar. 14 Mayıs 1761'de Marsilya'ya, 14 Haziran 1761'de Malta'ya, 3 Temmuz 1761'de İzmir'e. 30 Temmuz 1761'de İstanbul'a gelinir. Heyet 26 Eylül 1761'de İskenderiye'dedir, oradan da Kahire'ye giderler. Seyahat kafilesinin Yemen sahillerine varışı aynı yıl sonlarını bulur (29 Aralık 1761). Burada en az iki sene kalınması planlanmışken 1763 Mayısında ve Temmuzunda ilahiyatçı ve tabiat bilimci peşpeşe ölürler. Kalanlar gemi ile Hindistan'a gitmeye karar ve-rirler. Yolda da ressam ve hizmetkâr vefat ederler, onla-rın naşını denize atarlar, balıklara yem olurlar. Doktor da Bombay'da ölür. Tek başına kalan Carsten Niebuhr 8 Aralık 1764'te Bombay'dan dönüş yolculuğuna baş-lar. Uzun bir yolculuktan sonra kervanla Basra-Bağdad-Musul-Mardin-Diyarbakır-Urfa-Halep istikametini takip eder. İskenderun'dan Kıbrıs'a ve sonra da Kudüs'e de gi-der, gelir. En sonunda da Kasım 1766'da yine Halep üze-rinden [ Konya, Karahisar, Bursa güzergâhını izleyerek]1 İstanbul’a oradan da Edirne-Bükreş -Lemberg-Varşova

1 Ek bize ait..

Bundan yüzyıllar önce bir caminin kapısından giren seyyahın içerideki insanların tavırları, konuşmaları, içeride gördükleri

üzerine seyahatnamesinde yazdıkları o dönemin sosyal hayatı, şehir tarihi adına ne kadar kıymetli bilgiler içerirler.

38 sabahülkesisayı26

1 | 2011

üzerinden 20 Kasım 1767’de tekrar Kopenhag’a döner..”2

Oğul Niebuhr, babasını anlatan yazısında3 1967’de şark seyahatinden dönen Carsten Niebuhr’un, saray eşrafı tarafından takdir ile karşılandığı ve büyük mükafatlara layık görüldüğünü söyler. Bundan sonraki vazifesi ise, seyahatnamesini yayınlamaktır. 1772'de “Beschreibung von Arabien” (Arabistan izlenimleri) adlı kitabını yayın-lar, daha sonra da “Reisebeschreibung nach Arabien und anderen unliegenden Ländern” (Arabistan'a ve civarında-ki ülkelere bir seyahatin izlenimleri) adlı kitabı okuyucu-ya sunulur. İlk iki ciddi 1774 ve 1778'de yayınlanan bu kitabın son cildi Niebuhr’un 1815'deki vefatından seneler sonra ancak yayınlanır. Seyahatnamelerin içeriği ve üslu-bu konusunda örnek olmak üzere, bazı bölümlerinden bir kaç alıntı yapıyoruz. Niebuhr, seyahatinin dönüş yolun-da Bursa'yı da ziyaret etmiştir. Bursa ile ilgili bölümün bir kısmında şehir hakkında şunları söyler: “...Bursa’da Müslümanların oturduğu (Niebuhr, kitabın tümünde Müslümanlardan bahsederken ‘Muhammediler’ olarak tercüme edebileceğimiz ‘Mohammedanern’ kelimesini kullanıyor) yaklaşık 19000 ev mevcut. Ermeniler’e ait yaklaşık 1200 ev, bir de güzel bir kiliseleri var. Rumların evlerinin sayısı 700 kadar. Bunların kullandıkları üç tane de küçük kilise mevcut. Yahudiler ise Kale’nin kuzey tarafına yerleşmişler ve onlara ait 400 ev var. Bu millet (Yahudiler) Bursa’da çok hürler, her türlü zanaatı icra et-melerine izin veriliyor. Bursa’da yılın günleri kadar mi-nare olduğu söyleniyor. Gayrete gelip sayan bir Ermeni sadece seksen tane saymış. Ama bu rakam da çok faz-

2 Göyünç, N., (1998), “Niebuhr ve 1766 Sonlarında Konya”, İpek Yolu Konya I, (Ed. Y. Küçükdağ), Özel Sayı, Konya Ticaret Odası, Konya, s:7-12 / http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501485 – (03.01.2011)3 Niebuhr, Carsten, Entdeckungen im Orient, Heraus.und bearbeitet von Robert und Evamaria Grün, Horst Edelmann Verlag, 1973, Tübingen und Basel

Türkiye’nin hiçbir şehrinde bir Avrupalı için gözlerden uzak kalmak, Konstantinopel’daki kadar zor değil. Diğer şehirlerde yerel tarzda giyinebilir ve ayaktakımı tarafından farkedilmezsiniz. Burada ise Avrupalılar, Avrupalı gibi giyinmek zorundalar.

39sabahülkesi sayı26

1 | 2011

la. Bursa’da büyük camilerin dışında, çok sayıda küçük mescid de mevcut. Kervansaraylar da bile küçük mescid-ler bulunuyor.”4

İstanbul’la ilgili izlenimlerine ise şu cümlelerle başlıyor Niebuhr: “Türkiye’nin hiçbir şehrinde bir Avrupalı için gözlerden uzak kalmak, Konstantinopel’daki kadar zor değil. Diğer şehirlerde yerel tarzda giyinebilir ve ayakta-kımı tarafından farkedilmezsiniz. Burada ise Avrupalılar, Avrupalı gibi giyinmek zorundalar. Çünkü neredeyse is-tisnasız hepsi Pera’da otururlar ve şehrin diğer yerlerinde nadiren işleri olur. Oralara giderlerse, anacaddelerden uzaklaşmaktan çekinirler. Harita çizebilmek için şehrin heryerine gitmem gerekiyordu, ücra ve Avrupalı görme-ye alışık olunmayan yerlerde, zaman zaman kadın ve ço-cukların alayına maruz kalıyor, ya da daha kötü muamele görüyordunuz. Tesadüfen, Türk gibi giyinmiş bir tabipe rastladım ve hemen bu kılıktan temin ettim. Bu sayede çok fazla rahatsız edilmeden, şehrin haritasını çizmeyi başardım...”5

Carsten Niebuhr eserlerinde, heyet halinde beraberinde bulunan ancak seyahat esnasında ölen arkadaşlarının da topladıkları tüm bilgilere yer vermiştir. Bu nedenle seya-hatname çok sayıda resim, tabela, harita, istatistiki bil-giler içermektedir. Örneğin geçtiği coğrafyalarda giyilen kıyafetlerin ya da şapkaların çizilmiş resimlerini, hangi kişilerin giydiği bilgisi dahil olmak üzere açıklandığını görürsünüz. Tüm bunlar göze alındığında seyahatna-menin bildik seyahatnamelerden farklı özelliklere sahip olduğunu söylemeliyiz. Geçmişi seyahatnameler üzerin-den gözünün önüne getirmek isteyenler meraklıları için önemli bir kaynaktır.

4 Entdeckungen im Orient, s.258-59, Not: Tercümeler tarafımızdan yapılmıştır.5 a.g.e, s. 264