Upload
demirsoy
View
255
Download
2
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Değerli Kardeşlerim Türk eğitiminin en önemli çıkmazı ve sıkıntısı, eğitmekle yükümlü olduğu insanlara vereceği öncelikli bilginin seçimidir. Ne yazık ki kısa vadeli çıkarlarımız için gençlerimizi evrensel insan olarak yetiştirmekten uzaklaştırıyoruz. Özellikle son yıllarda yapılan düzenlemeler kuşkuları daha da artırmıştır. Bunun acısını hem gençlerimiz hem de ülkemiz çekiyor; gelecekte daha da çok çekecektir. Bu yazıda uygarlaşmak ve küreselleşmek isteyen Türkiye’nin eğitim sorunu masaya yatırılmıştır. İlginize… Saygılarımla 15.12.2014
Citation preview
1
ÖNCELİKLİ BİLGİ NE DEMEKTİR? NASIL SEÇİLMELİDİR?
(ÇOCUKLARINA OSMANLICA OKUTMAYI VE YOĞUN DİN DERSİ ALDIRMAYI DÜŞÜNENLERE)
Prof. Dr. Ali Demirsoy1
Eğitimimizde bir türlü bitmeyen tartışma
Eğitildiğim 20, çocukları eğittiğim 45 yıl boyunca, eğitimin her
kademesinde Türkiye’nin gündeminde eğitimle ilgili tartışma hiç eksik
olmadı. Herkes ve her yönetim kendine göre bir yöntem ve yol haritası
çiziyordu. Bu nedenle eğitimimiz yaz-boz tahtasına döndü. Gerçekte “bir
insanın yetişmesinde, kazandırılması gereken asgari bilginin miktarı ve
çeşidi ne olmalıdır sorusuna yanıt bulmak gerçekten zor mudur?”
sorusuna verilecek yanıt: Eğer dogmaya ve dar bir dünya görüşüne
saplanmışsanız zor; evrensel düşünüyorsanız kolay.
Bilime ve ilime konu olan her alanın bilinmesi ve öğrenilmesi
saygıdeğerdir ve gereklidir. Fakat insan ömrü sınırlıdır ve özellikle eğitim
süreci içerisinde kişiye ve dolayısıyla topluma en yararlı bilginin
öğretilmesi için, önceliklerin doğru saptanması eğitim stratejisinin
başarısını belirler. Bu bilgiler, her ne kadar iç içe olsa da, öncelik sırasına
konduğunda, sırasıyla:
1)- Kişinin bireysel kimliğinin ve becerilerinin geliştirilmesine yönelik ve
bununla ilişkili olarak kendi sorunlarının doğru çözümüne yönelik, yani
kişiye, onun geleceğine, karşılaşacağı zorlukları gidermesine, sağlıklı bir
vücut ve düşünce yapısına sahip olmasını yönelik bilginin verilmesi; buna
bireysel sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesi de denebilir. Buna, bireyin
kendini gerçekleştirmesi de bireysel olarak ayakta kalma gücü de
1 Bu yazı, yazarın Son İmparatora Öğütler (Bilim Toplumu) adlı kitaptaki bilgilerin geliştirilmesi ile hazırlanmıştır.
2
diyebiliriz. İlk yardım, vücudun koruma, doğru beslenme, tehlikeyi
önceden algılama benzeri davranışların ve bilgilerin kazanılması örnek
olarak verilebilir.
2)- Evrensel sorunları çözmeye yönelik, evrenin her yerinde geçerli
olan temel kurallara ve temel bilgilere yönelik bilgi verilmesi; buna
toplumsal ya da ortak sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesine ilişkin
bilgi verilmesi de denebilir. Burada öngörülen bilgi, dünya her tarafındaki
insanların karşılaştığı sorunların çözümüne yönelik, herkesin şu ya da bu
şekilde karşılaşmaktan kaçınamayacağı ortak bilgi ve sorunları giderecek
bilgidir.
3)- Bulunduğu toplumu diğer toplumlardan ayıran, yani toplumlara
davranış, düşünce, inanç ve amaç bakımından farklılık kazandıran,
toplum (ortak) kimliğinin kazanılmasına yönelik bilgilerin verilmesi.
Buna, ait olduğu toplumda egemen olan dinini, edebiyatın, folklorun,
tarihin, gelenek ve göreneklerin ve benzer bilgi ve davranış biçimlerinin
öğretilmesi girer.
Gençliğini düşünen ve onlara en kısa ve en az zamanda en yararlı
bilgiyi öncelikle nasıl vereceğini düşünen, analiz ve kavrama yeteneği
olan toplum ve kurumların eğitime yönelik başarısını oluşturur.
Tanımı doğru yapmalıyız; bir devletin sorumluluğunun sınırlarını çizmeliyiz
Bireysel kişiliğin kazanılması, doğumdan başlar; ailenin, çevrenin ve
eğitici topluluğun etkinlikleriyle şekillenir. Önemlidir; fakat şimdilik
konumuzun dışındadır. Toplumsal kimliğin kazanılması ise biraz önce
değindiğimiz gibi, her topluma özgü, gelenek görenek, dini, sosyal ve
folklorik değerlerin öğretilmesidir. Bu bilgilerin örgün eğitimde ağırlıklı
3
olarak verilip verilmemesinin; eğer verilecekse hangi ölçülerde verilmesi
gerektiğinin; tek tip bir eğitimin yararlı olup olmadığının tartışılması yararlı
olacaktır.
En önemlisi, acaba, devletin temel eğitim görevleri arasında bu üç
kategoride toplanmış olanların yeri ve ağırlığı ne olmalıdır? Eğitim
sürecini bitirmiş bir kişi dünyanın neresine giderse gitsin, gittiği toplumda
gerek duyacağı bilgileri öncelikle edinmiş olmalıdır. Böyle bir eğitimin
içeriği bulunduğu toplumda ayrıcasız herkesin gerek duyduğu bilgiler ile
dünyanın herhangi bir toplumunda herkesin ayrıcalıksız gerek duyduğu
bilgiler olmalıdır. Bu bilgiler devletin desteği altında verilmelidir. Devletin
sorumluluğu bu sınırlar içinde olmalıdır.
Ancak bir bireyin bulunduğu toplumdaki her bireyin gerek duymadığı,
başka bir toplum içinde yaşamaya kalkıştığında da kullanmaya gerek
duymadığı bilgileri, biz buna ilmi öğreti diyelim (din öğretisi başta olmak
üzere örneğin azınlık geleneklerine yönelik eğitimin), mali giderleri aileleri
tarafından karşılanmak kaydıyla verilmesi doğru olacaktır. Böylece birinin
nasıl bir kimlikle yola devam edeceğine başka biri ya da devlet karar
vermemiş olur. Aksi takdirde eğitim süreci içerisinde devletin, daha
doğrusu egemen olan siyasi partinin dayatması ile tek tip kimlik
kazandırılır. Böylece farklı kimlik kazanmak isteyen karşılığını öder.
Evrensel bilginin kazandırılması ise devletin görevi olarak kalır.
Devletin görevi, bireyin kimliğini ve becerilerini geliştirme, kendini ve
evrenin yapısını anlamaya yönelik bilgileri öğretme, kendini ifade
edebilme yeteneğini geliştirme ve dünyanın neresinde olursa olsun,
hangi toplumla birlikte yaşarsa yaşasın, karşılaşacağı sorunları çözmeye
yönelik becerileri kazandırmak olmalıdır.
4
Öncelikli ve gerekli bilgi nedir?
Öncelikli ve gerekli bilgi, her yerde, aynı koşullarda, tekrarlandığında
aynı sonucu veren, toplumsal kimliğine bakılmaksızın herkesin
gereksinmesi olan ve en önemlisi, duruma göre ve yeni bilgilere göre
geliştirilebilecek bilgiye verilen addır. Öncelikli bilgi, kullanılan bilginin ve
becerinin hem temel taşını oluşturması hem de o bilgi ve becerilerin
geliştirilmesini sağlayabilmesi olduğuna göre bu bilginin eğitim süreci
içerisinde kazandırılması devletin aslı görevi olmalıdır.
Aslında çocuğunuza verilecek öncelikli ve gerekli bilginin ne olduğunu
şöyle bir sınama ile öğrenebiliriz. Diyelim ki birileri çocuğunuzun yakın bir
gelecekte farklı ve niteliği şu anda bilinmeyen bir ortamda yaşamını
sürdürmesi zorunda kalabileceğini söyledi; ona göre çocuğunuzu
hazırlayın diye öneride bulundu. Bu ortam bir çöl de olabilir, bir ada da
olabilir, vahşi bir orman da olabilir, sanatın ya da sosyal işlevlerin yoğun
olduğu bir ortam da olabilir, teknik bilginin geçerli olabileceği bir ortam da
olabilir. Bu durumda bu çocuğunuza öncelikle dini bilgiler, Osmanlıca,
hatta tarih ve geçmişinizde sık sık anlatılan öyküleri mi öncelikle
verirsiniz, yoksa yeni ortamda kendini kurtaracak bilgileri ve becerileri mi
verirsiniz? Birinci paketteki bilgiler şu anda bulunduğunuz toplumun
dışında size hiçbir yarar sağlamayacaktır. Bu nedenle tutucu toplumlar,
eğitimi kendi siyasi çıkarlarının manivelası olarak görenler, yandaş
yetiştirme peşinde olanlar (ve son zamanlarda görsel basında
Osmanlıcayı bildikleri için kendini aydın gibi gösterenlerin dünyasında)
evrensel kimlikli, yaratıcı, kendi sorunlarını çözebilecek, başka
toplumlara da yön verebilecek insanlar yetiştiremedi. Binlerce şarkı, türkü
ve tüm oyun havalarını öğretseniz bile son zamanlarda yoğun tartışılan
orta eğitimde verilen dini eğitimi ve yine eğitim dünyamıza yaygın olarak
5
sokulmaya çalışılan Osmanlıcayı iyice öğretseniz bile bu şarkı ve
türküleri söyleyen bir toplumun dışında kişi hiçbir şey yapamayacaktır.
Osmanlıcayı da kimseyle konuşamayacaktır. Ancak nota öğretirseniz,
nereye giderse gitsin müzik gündeme geldiğinde bir başkasına eşlik
edebilecektir. Buradaki evrensel bilgi şarkıların güftesi ve bestesi değil,
notanın kendisidir. Fizik, kimya, biyolojinin yasa ve ilkelerini, dili ve tarih
ya da diğer sosyal bilimlerin öykülerini değil de ilkelerini öğretirseniz o
kişi her ortamda ayakları üzerinde durabilecektir. Bu nedenle Osmanlıca
denen toplama dilin kelimelerini değil de, bir dilin nasıl öğretebileceğinin
yöntemini verirseniz, ona beceri kazandırırsınız. Kaç okulumuzda görsel
ve sesli dil öğreten dil laboratuvarımız var? Önce onu düşünün…
Buna mesleği lafazanlık olanlar tarafından şöyle bir karşılık verilebilir:
Efendim hem bizim dediklerimizi öğrensin hem de bunları. Bu şu
demektir: Siz zamanın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz ya da zamanı
doğru değerlendiremiyorsunuz. Çünkü birim zamanda birim bilgi edinilir.
Bir adım önde koşan da ödülü alır; üstünlüğü sağlar. Eğer siz gençlerinizi
dünyanın her yerinde geçerli olmayan bilgileri öncelikle vermeye
yönelmişseniz, onların ayağına pranga bağlamışsınız demektir. Korkarım
ki 4+4+4 eğitim sistemi, daha sonra gündemi değiştirme için olsa bile
Osmanlıcanın eğitim sistemine monte edilme çabalarına bakılırsa, bu,
gençliğin zamanından çalma gündemde demektir.
Hindistan İngiliz sömürgesi iken, çok önemlidir diye İngilizler, Hindistan
eğitimine, logaritma kitabındaki rakamları ezberleme çok yararlıdır
diyerek eğitim programını düzenlemişlerdir. Osmanlıca denen toplama
dilde, Türkçe kelimelerin oranı sadece %10 olduğu söylenmektedir.
Gerisi büyük ölçüde belli ki Arapça ve Farsçadır. Bugünkü konuşulan
Türkçeyi Arap harfleriyle (Osmanlının kullandığı) yazabiliriz; Latince
yazdığımız gibi. Cümle yapısı bakımından da bugünkü Türkçe’ ye benzer
6
olabilir. Bu, Osmanlıcanın Türkçe olduğu anlamı taşımaz. Çünkü
Osmanlının konuştuğu ve yazdığı kelimelerin %90’nı Türkçe değildi.
Kaldı ki Osmanlıcada sesli harflerin önemli bir kısmını verecek alfabe
yoktu. Dolayısıyla, Türkçeyi Osmanlıca alfabe ile öğrenme birçok
kelimenin ezberlenmesiyle mümkün olabiliyor. Çince de bu şekilde
ezbere dayanıyormuş. Zorlukları var mı? Öğrenebildiğimiz kadarıyla
çok…
Batı dünyası zamanını en verimli kullanan bir sistemi geliştirdiği için en
kısa zamanda en kusursuz biçimde öğrenilecek alfabelerden biri olan
Latinceyi dillerinin yazım biçimi olarak aldılar. Bu hem zamandan
tasarrufu sağlıyor hem de evrensel simgelerle okumanız kolaylaşıyor.
Okuma özürlü olan ve yeni yeni ki okuma yazma bilenlerin oranı
yükselmiş olan bir ülkede, bir zamanların %3-5 oranında halkını eğitmiş
bir imparatorluğun devşirilmiş yazım tarzını dayatmanın akılla
açıklanabilir bir tarafı bulunmamaktadır. Birçok bilimsel ve edebi eserin
yazılmış olduğu Latince bile batı dünyasının düzenli okutulan
derslerinden değildir. Kaldı ki Osmanlıca, tapu kayıtları, bazı tarihi
kayıtlar, çoğu yaltaklanmaya dönük edebi denen yazılar haricinde
bilimimize, ilmimize, becerimize, yaratıcılığımıza yönelik yayınlanmış
doğru dürüst eser yok gibidir. Olanların çok daha iyisini zamanın başka
dillerde bulabilirsiniz. Açıkça bugünkü Türk insanının bilgisini, becerisini
ve yeteneğini geliştirmesi için Osmanlıdan bir şey almaya gereksinmesi
yoktur. Sadece yaşanmış bir devrin çoğu bilim dışılıklarla yoğrulmuş
öyküleri ve askeri gücünün tarihe yön veren siyasi etkileri; en önemlisi de
tapu ve şeri mahkeme sicil defterlerinin içindeki ticari ve hukuksal
bilgilerin öğrenilmesidir. Zaten bunu şu anda üniversitelerin ilgili
bölümlerinde yapılan yüksek lisans ve doktora çalışmalarından anlıyoruz.
Yapılan tezler genellikle siyasi etki ve sicil kayıtları ile ilgilidir. Osmanlıda
7
astronomi, fizik, kimya, biyoloji hatta mühendislik ya da benzeri
konularda dünya bilimine etkileyecek bir akademik çalışma
yapılmamıştır. Çünkü kural olarak yoktu; bu nedenle çalışılmaya değer
bulunamıyor. Osmanlıda yakın zamana kadar okullarındaki hocalar bile
bir üçgenin iç açılarının toplamını bilmiyordu; mühendislik okulları için
toplama ve çıkarma yeterli; çarpma ve bölmeye gerek yoktur fetvası
verilmişti, otopsi yasaktı; gözlem evi topa tutulmuştu; matbaayı
mürekkebinin içinde domuz yağı var diye 300 yıl matbaa kullanmaktan
kaçınılmıştı. Böyle bir devrin nesini bu günkü kuşağa öğretmeye
kalkışıyorsunuz? Olsa olsa, başka dillerden devşirilmiş bizim konuşma
ses ahengine uymayan kelimeler olmalı…
Sonuç, bilimsel bir dil olmamış, Öztürk’çe kelimeler bakımından fakir,
yazılması ve okunması bugünkü dilimiz açısından en kötü seçeneklerden
biri olan Arap alfabesini kullanmaya kalkışmak ve bunun için birilerinin
elini sallayarak isteseniz de istemeseniz de biz bunu size öğreteceğiz
demesi bırakın kişilerin kendi yolun seçme özgürlüğüne saygıyı, bu
ülkenin gençlerinin kaderi ile oynamaktan başka bir şey değildir.
Burada şu hususu üzerine basarak vurgulamamızda yarar vardır.
Osmanlı toprakları (yönetimi olmasa bile) ve bu toprakların insanı bizim
geçmiş atamızdır. Çok sayıda ülkeyi ilgilendiren belgeyi bırakmış
olmaları da doğaldır. Bu belgelerin günümüz Türkçesine çevirisi de
kaçınılmaz görevimizdir. Bunun için yetenekli çok sayıda öğrenciye burs
ve destek sağlanarak yarım yırtık değil, çok farklı şekillerde yazılabilen
belgeleri doğru bir şekilde çeviren bir bilimsel ve uzmanlaşmış kadro
oluşturmak zorundayız. Bunun için devletin özel desteğiyle yüksek lisans
ve doktora eğitimleri yapılabileceği gibi, devlet desteğiyle kurslar da
açılabilir ve buradan çıkan insanlara iş olanakları sağlanabilir. Türkçe ve
tarih bölümlerinde verilmekte olan Osmanlıca dersleri güçlendirilebilir;
8
hatta tamamen bu adla yeni bölümler açılabilir. Sanat tarihi, imam hatip
okulları ve ilahiyat fakültelerinde hatta düz liselerde seçmeli ders olarak
da açılabilir. Bunu aklı başında herkes uygun görecektir.
O zaman verilmesi gereken öncelikli bilgi ne olmalıdır?
Anahtar yorumumuz şu olmalıdır: Günümüz dünyasında ve gelecekte, yaratıcı ve üretici bilgiyi önce yakalayan elmayı yer, geri kalan da çöpünü… Bunun anahtarı da eğitiminde saniyesini bile doğru değerlendiren ve gençlerine doğru bilgiyi yükleyen toplumlar olur. Dogmayı ve devri geçmiş bilgiyi öncelikli görenler ise bu yarışın nal toplayanları olur.
Bizim burada esas değinmek istediğimiz konu, bir insanın bireysel ve
toplumsal kimliğini geliştirebilmesi ve ileride karşılaşacağı sorunları
çözebilmesi için eğitim dediğimiz süreçte "evrensel bilgi olarak" nelerin
öncelikle öğretilmesi gerektiğidir? Bu öncelikli bilgilerin neler olduğu
verildikten sonra, bireysel kimlikten ve toplumsal kimlikten anlaşılması
gereken şeyleri ortaya koymak ve kimlikle ilgili yanlış uygulamaların
doğurabileceği sonuçlar konusunda bir yorum eklemek kaçınılmaz
olacaktır.
Hep geçerli olacak bilgiyle başlamalıyız
Bugünkü bilgilerimizin ışığı altında, birçok bulguyla da desteklenen
yaygın görüşe göre, bugünkü evrenin yapılanması, bundan yaklaşık 13,7
milyar önce, farklı madde parçacıklarının egemen olduğu ve farklı fizik
yasalarının geçerli olduğu, bugünkü kimya ilkelerinin henüz oluşmadığı
bir evrenden, başlıca proton, nötron ve elektrondan oluşan atomik
yapının egemen olduğu ve Newton doğal yasalarının (hız, zaman, kütle
9
ve enerji) geçerli olduğu evrene dönüşmesi ile olmuştur. Böylece bir cm3,
dünya koşullarında milyarlarca ton gelen ve sıcaklığı milyarlarca santigrat
derece olan bir ana kütle ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, büyük bir olasılıkla,
hiçbir canlının bir daha yaşayamayacağı böyle bir evren ötesinde fizik ve
kimya ilkelerinin oluşmadığı bir dönem olduğu ve canlı yapısını doğrudan
ilgilendirmediği için, bizim temel bilgi havuzumuzun içerisinde yer
almasına gerek yoktur. Bu evrede egemen olan oluşum ve yasaların
incelenmesi; ancak çok dar bir alanda uzmanlaşmış bilim adamlarının
yaklaşması gereken bir konudur. Bu ana kütlenin genişlemesini izleyen
ilk üç saniyede, ondan sonra oluşacak her canlının ya da cansızın temel
yapısını oluşturan fizik ve kimya yasaları oluşmuştur. O halde, evrenin
herhangi bir yerindeki bir yapıyı ya da olayı ya da bir kişinin tırnağının
ucuna kadar ortaya çıkan olay ve yapıları anlamak ve yorum yapabilmek
için bu yasaların öncelikle bilinmesi kaçınılmazdır. Bu yasaların neden
böyle olduğunu tartışmak da büyük bir anlam ifade etmeyebilir. Çünkü
var olan her şey, hatta düşünce sistemimiz, bu yasaların ürünü olarak
ortaya çıkmıştır. Tanımadığımız, bilmediğimiz ve bugün yorum dahi
getiremeyeceğimiz yasaların egemen olduğu bir yapılanma da olabilirdi;
o zaman da farklı oluşumlar ortaya çıkardı ve biz o günkü geçerli olan
yasalarla ortaya çıkmış olan yapılanmayla bugünkü durumumuzu yine
hiçbir zaman tam anlayamazdık; bugünkü yasaların egemen olduğu bir
evreni de kurgulayamazdık.
Bu durumda biz bu evrenin yasalarına tabi olduğumuz için öncelikle bu
evrenin yasalarını öğrenmekle yükümlüyüz. Irkı, inancı, yaşadığı yerin
coğrafik konumu, ait olduğu toplumun geçirmiş olduğu tarihsel süreci ne
olursa olsun her birey öncelikle bu doğal yasaları öğrenmelidir. Bunların
zamanla ve yönetimlerle değişir olmaları söz konusu değildir. Her zaman
herkesin bilmesi gereken bilgi ve kuralları içerir.
10
Güçlü olan sayıca kalabalık kitleler değil, eğitimli kitlelerdir (Kung-Fu-Tse =
Konfüçyüs).
Bir örnek ile gıpta ettiğimiz bir ülkedeki gözlemlerimle bu görüşümü
pekiştirmeliyim. 1984 yılında bir bursla Hamburg’da olduğum sürede, orta
eğitim ile ilgili gözlemlerimi geliştirmek istedim. Enstitü Müdürü etkili bir
adam olduğu için gerekli bağlantıları kurdu. Birlikte Einstein Lisesine
gittik. Her biri küçük bir okul büyüklüğünde olan bir salondan çıkıp başka
bir salona giriyorduk. Her salonda temel bilimler ile ilgili farklı alet ve
cihazlar vardı. Elektronik devre laboratuvarı anımsadığım kadarıyla en
büyüktü. Müdür: Bu laboratuvarlarda çocukları geleceğin bilimsel
üretimine hazırlıyoruz. Görerek, deneyerek, yapıp bozarak bizzat
öğreniyorlar. O tarihlerde bizimkiler din dersini öğretime zorunlu olarak
nasıl sokarızın peşindeydiler. Bu lisede öğrencilerin bir saniye boş vakti
yoktur, öğrenirken eğlenmeyi, eğlenirken öğrenmeyi öğretiriz onlara
diyerek müdür sözünü bağlamıştı. Belli ki dogma bu liseye
sokulmamıştı…
Osmanlıca hiçbir zaman geçerli (evrensel) bir dil olmamıştı. Bu
nedenle resmi belgelerinin üzerinde her zaman Fransızca açıklama
bulunurdu. Bu alışkanlık ya da daha kötü bir tanımla kendini değersiz
görme cumhuriyette de sürmüş olmalı ki evlenme cüzdanımızda hala
Fransızca açıklamayı kullanıyoruz. Ben 2006 yılında evlenince, evlilik
cüzdanımın üzerinde ve içinde her bilginin Fransızca açıklamasını
görünce doğrusu kahrolmuştum.
11
Bugün herkes çocuğuna İngilizce öğretmek istiyor. Niye? Çünkü yol
tarifinden tutun, ulaşımdaki anonslara, bilimsel toplantılara, aldığımız her
aletin ya da ilacın kullanım kılavuzuna kadar İngilizce açıklama yapılıyor
da ondan.
Matematik, fizik, kimya niye?
İlk üç saniyeden sonra, galaksilerin, yıldızların ve (eğer yaygınsa)
uydu sistemlerinin oluşumuyla ortaya çıkan bazı kural, ilke ve
genelleştirmelere tanık olmaktayız. Bu oluşumların her biri, bir canlının
12
dolayısıyla bir insanın oluşumuna şu ya da bu şekilde katkıda
bulunmuştur. Dünyaya kadar geldiğimizde, evrendeki her oluşumun,
canlıların ortaya çıkmasında ve özellikle bu şekilde ortaya çıkmasında,
yani sonucu etkileyecek biçimde katkıları olduğunu görürüz. Örneğin,
güneşimiz, disk şeklinde bir galakside yer almasaydı ya da bu büyüklükte
olmasaydı, örneğin dünyamız güneşten bu kadar uzakta olmasaydı ya
da bir Ay'ımız olmasaydı, bugünkü yapıda bir canlının oluşması mümkün
olamazdı. O halde düşünen bir canlı olarak, evrenin çocukları
olduğumuza göre, atalarımızı ve onu oluşturan güç ve yasaları
tanımamız kadar doğal bir şey olamaz. Bu nedenle astronominin temel
ilkelerini öncelikli bilgi olarak öğrenmeliyiz (hâlbuki bizim eğitim
sisteminden çıkarıldı).
Canlılığın dünyada oluşması, zaman içerisinde çeşitlenmesi ve
gelişmesi için var olan yasa ve işleyişlerin bilinmesi de, şu andaki yapı ve
davranış biçimimizin anlaşılması ve gelecek için sağlıklı yorumların
yapılması için kaçınılmazdır. Bu dünyanın kucağında oluşup geliştiğimize
göre, bu dünyayı oluşturan fiziksel ve kimyasal ilke ve genelleştirmeleri
tanımak ve onların soyut kavramlarla anlaşılmasını sağlayacak
matematik bilimini öğrenmek zorundayız. Bu bilgilerin öğrenilmesi, bir
kişinin anasını ve babasını tanımayla eş anlama gelir. Bu öğreti, bu
öğretiyi alan kişilere evrenin herhangi bir noktasında gerekli olan bilgilerin
edinilmesini sağlar. Bu nedenle matematik, fizik ve kimya evrensel bilgi
olarak "düşünen ve bilen insanım" diyen, sağlıklı yorum yapmak
isteyen herkesin bilmek zorunda olduğu öncelikli bilgilerdir (ne yazık ki bu
dersler gittikçe azaltılan saatleriyle orta eğitimde ders saati bakımından
sıradan bir ders hüviyetine büründürülmüştür). Bu bilgiler olmadan diğer
bilgilerin üretimi hemen hemen olanaksızdır. Bu bilgileri verecek
düzenlemeleri yapmak da devletin kaçınılmaz görevidir.
13
Biyoloji öğretisi niye öncelikli bilgi olmalıdır?
Bu fiziksel ve kimyasal yasaların denetimi altında, yalnız dünya
koşullarına bir uyum olarak ortaya çıktığı açıkça görülen, canlılık ve
bununla ilintili olarak insanın yapı ve işleyişini tanıma, belki birinci
dereceden öğrenilmesi gereken; fakat anlaşılabilmesi için daha temel
bilgilere (matematik, fizik, kimya ve jeolojiye) gerek gösteren canlı bilimi,
yani biyoloji, ikinci öncelikle öğretilmesi gereken bilgidir. Bu bilginin
alınması, bireyin kendini ve çevresini tanımasını, geçmişini bilmesini,
geleceğini tahmin etmesini sağlar.
Sosyal olaylarda birbirine taban tabana zıt görülen birçok
yapılaşmanın ya da akımın, dini öğretinin neden olduğu sorunların
haricindeki diğer birçok sorunun temelinde, biyoloji bilgisinin yoksunluğu
hemen göze çarpar. Çevre sorunlarından tutun gelir paylaşımına, göç
olgusundan tutun sağlık sorununa, yeteneksizler tarafından yönetilme
yakınmalarından tutun temel hak ve özgürlüklerin tanımına kadar hemen
tüm uyuşmazlıkların ve sorunların temelinde, bu kavramları topluma
yerleştirmeye ya da uygulamaya çalışanların biyoloji bilimindeki
yetersizliklerinden kaynaklanan yanlış yönlendirmelerin yattığı hemen
görülecektir. Biyolojideki en basit ilke ve bilgilerin kazanılmasıyla, bugüne
kadar kader ya da sosyal sürecin sonucu olarak oluştuğu varsayılan
olumsuzlukların ortadan kaldırılması zor olmayacaktır. İnsanlığın bugüne
kadar acılarla kıvranmasının kökünde neden biyoloji bilgisi eksikliğinin
yattığı düzgün bir eğitim sürecinde hemen anlaşılacaktır.
Neden biyoloji bilimi hep arkadan geliyor?
14
Biyolojinin yaygın öğretimde insanlığın hizmetine olması gereken
şekilde girememesinin iki temel nedeni vardır: Birincisi biyolojik olayların
açıklanmasında daha önce kazanılması gereken bilgi olarak, matematik
ve özellikle fizik ve kimyadaki gelişmelerin belirli düzeye ulaşamaması,
dolayısıyla, kolaya kaçmaya yatkınlık ilkesinin doğrultusunda, bu
karmaşık sistemin açıklanmasının meta-bilimlere (özellikle dini öğretilere)
devredilmesi; ikincisi ise biyolojideki öğretinin, insanları en kısa ve kolay
yoldan düşünmeye yönlendirmesi, yaratıcılık gücünü ve sorgulama
yeteneğini artırması nedeniyle, o güne kadar inanç duygusu üzerinde
sömürü düzeni kurmuşların çıkarlarının tehlikeye düşme korkusudur.
Dolayısıyla çağdaşlığa adım atma, düşünen ve sorunları çözme yeteneği
artırılmış insan yetiştirme, biyoloji eğitiminin doğrusal bir fonksiyonu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Birçok gelişmemiş ya da gelişmekte olan
ülkede (örneğin Hindistan, Pakistan vb) matematik ve fizik bilimlerinin
belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaştığını görmemize karşın, tutucu idari
sistemlerin baskısı ile biyolojideki gelişmeler istenen düzeyde olmamıştır.
Türk Milli Eğitim Bakanlığı'nın özellikle 1980 darbesinden sonra fizik,
kimya ve biyoloji derslerini örgün eğitimde seçmeli yapmasını, bilinen
hiçbir bilimsel mantıkla açıklamak mümkün değildir. Kaldı ki biyolojiye
ayrılan süre, din derslerinin bile gerisinde tutuldu. Bu uygulamanın,
çağdışı yönelmelere zemin hazırlaması kaçınılmaz olacaktı (öyle de
oluyor). Bu uygulamanın Türk insanının sorun çözme yeteneğini büyük
ölçüde düşüreceği biliniyordu (son 30 yıl içerisinde hangi sorunumuzu
çözdüğümüzü bir düşünün!). Daha lüks yaşama çözülen sorun olarak
düşünülüyorsa; “tatlı tatlı yemenin acı acı s… olur” özdeyişinin ne anlama
geldiğini bir süre sonra ne yazık ki anlayacağız.
15
Sonuç olarak bireye, kendini, çevresini, evrenin yapısını tanıtan,
evrenin ya da dünyanın herhangi bir noktasında karşılaştığı sorunları
çözmeye yardımcı olan, yeni durumlar karşısında çözüm üretmeyi
sağlayan, zaman içerisinde geliştirilebilen, yenilenebilen, üzerine ek
yapılabilen ve en önemlisi, inancı, dini, ırkı, dili, yapısı ne olursa olsun
diğer tüm insanlarla, düşünen varlıklarla ve hatta diğer canlılarla
iletişimde, uyuşmada ve anlaşmada ortak bir dil yapısı kazandıran her
öğretinin konusu "Öncelikli Bilgi" tanımı içine girer.
Bu öğretiden, yanlışlıkla, bugün sadece fen bilimleri denen bir bilgi
kümesi anlaşılmasın. Yazarın kendisi biyolog olduğu için, örnekler
özellikle fen bilimlerinden seçilmiştir.
Fen bilimlerinin dışındaki verilmesi gereken öncelikli bilgiler
Evrensel bilginin içine, doğanın temel yasaları içinde yer almamasına
karşın, örneğin, her türlü müziğin ortak bir dille anlaşılmasını sağlayan bir
nota bilgisi; ekonomideki bir arz-talep eğrisi ya da sosyal bilimlerin
tümünde veri toplama tekniği ve değerlendirme yöntemleri vs.de girer. Bu
bilgiler de her yerde ve her zaman aynı sonucu verecek şekilde
kullanılabilir, "yani evrensel bilgidir".
Evrensel bir yapı olarak tanımlanmamış olsa bile, bir insanın kendi
resmi ve ana dilinde, kendini en iyi ifade edebilecek, düşüncelerini en yalın şekilde yansıtabilecek, söyleneni ya da yazılanı anlayacak bir dil eğitimini edinmesi de devletin vermesi gereken öncelikli bilgi eğitimi içinde yer almalıdır. Hatta gittikçe küreselleşen dünyamızda
egemen olan diller başta olmak üzere her çeşit dil eğitiminin verilmesi de
kişinin ufkunu genişletmeye önemli katkılarda bulunacaktır.
16
Şu an ülkemizde geçmişte ve şimdiki eğitim uygulamaları ne yazık ki
bu anlatılanlara zaman zaman şeklen uymuş gibi görünse de özü
itibariyle hiç bir zaman uymamıştır. Toplum fen bilimleri açısından
neredeyse özürlü denecek kadar bilgiden yoksundur. Her gün bir yenisini
aldığımız alet edevatın arkasında, altında Volt, amper, om, watt gibi
yazıların bulunduğu delikler bulunmaktadır. Önce kendinize sonra
çevrenize sorunuz bu yazılar ne anlama geliyor diye… Gıdalarımızı artık
neredeyse hazır kutu ve şişelerde ya da paketlerde alıyoruz. Üzerlerinde
birçok yazı var. Televizyonlarda duyduğumuz birkaçının haricinde hangisi
hakkında bilgi sahibiyiz? Sokaklarda genel kültür üzerine yapılan bazı
röportajlar, toplumumuzun bilgi düzeyi açısından ürkütücüdür.
Durum böyle iken, 1982 Anayasası ile eğitim sistemimize sokuşturulan
mecburi din eğitimi ve daha sonra büyük tepkilere karşın yasalaşan
4+4+4 eğitim modeline monte edilmiş “Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin
Hayatı” adlı seçmeli-zorunlu iki ders ile eğitimdeki öncelikli bilgi
belirlenmiş gözükmektedir. Buna geldiğimiz son aşamada Osmanlıcayı
yaygın öğretme kararları da eşlik etmeye başlamıştır. Hatta kendini aydın
diye satan onu bunu azarlayan bazı medya sunucuları, benim hayalimde
Osmanlıca yarım asırdır hep vardı, öpe öpe bu dili size öğreteceğiz diye
hezeyanını dile getirmekten çekinmemiştir.
Algılama eşiği en düşük olan bir insana bile şu soruyu sorsak acaba
ne yanıt alırdık. Yarın sabah bu ülkenin insanlarının tümü ayrıcasız
Osmanlıcayı şakır şakır konuşsaydı, namaz başlarını, duaları hatta
Kuran’ı kusursuz şekilde ezbersiz öğrenmiş olsaydı; bu o kişiye ne
kazandıracaktı; örneğin Peru, Çin ya da Arjantin’de yaşamak zorunda
kalsaydı ona bir üstünlük sağlayacak mıydı ya da zorunlu olarak bir
yerlerde mahzur kalarak kendi yaşamını sürdürecek yaşamsal bilgileri
verecek miydi? Yanıtınız evet ise doğrusu bir doğa bilimci olarak bunların
17
ne olduğunu öğrenmek isterdim. Eğer evet vermekte zorlanıyor iseniz,
çoluğunuzun çocuğunuzun, torununuzun, ailenizin, çevrenizin ve
toplumunuzun değerli zamanının “siyasi ya da çıkarcı bazı mülahazalar
ile” bu şekilde heba edilmesine nasıl göz yumarsınız?
Yanlış tanımlanan şeyin doğru sonucu olmuyor
Aslında çarpıklık ta 1970’li yıllardan geliyor. İmam Hatip liseleri imam
yetiştirmek üzere 1924 yılında açılan 29 okulla eğitim dünyamıza giriyor.
Daha sonra bu okulların başına epeyi iş geliyor; sayıları ikiye kadar
düştüğü oluyor. Din istismarcılığının pirim yaptığı 1970’li yıllarda sayı
gereksinimin çok üstüne çıkarılıyor. O güne kadar ülkenin imam
gereksinmesini karşılamak üzere kurulmuş okullar olarak tanınıyor. 22
Mayıs 1972’de yayımlanan bir yönetmelikle, İmam Hatip Okulları
ortaokuldan sonra 4 yıl eğitim veren bir meslek okulu haline getirildi.
1973 yılında, o güne kadar İmam Hatip Okulları olarak anılan okullara
İmam Hatip Liseleri (İHL) adı verildi.
Doğrularınızı bir defa yanlış üzerine kurarsanız, çorap söküğü gibi
yanlışlar birbirini izlemeye başlar. Meslek dendiğinde dünyanın her
yerinde, herkesin gereksinmesi olan bir işi ustaca yapan bir iş alanı
olarak anlaşılır. Torna tesviyeci, elektronikçi, ağaç işleri, motor ustası,
elektrikçi ve onlarca meslek grubu dünyanın neresine gidilirse gidilsin
okuduğu okuldaki bilgisini ticari anlamda da, diğer toplumlara yardım
anlamında da kullanabilir. Pek ala böyle bir okuldan mezun bir imam
Müslüman ülkelerin haricinde (o da çok kuşkulu; birçok Müslüman ülke
bunları kesinlikle resmi olarak kabul etmeyecektir) nerede çalışabilir, iş
bulabilir ki onları meslek lisesi yaptık. Çarpıklık burada başlıyor. Çünkü
İmam Hatipler bizim arka bahçemizdir diyen zihniyet, kendi kalıbına göre
insan yetiştirmenin yolunun bu liselerin güçlendirilmesinden geçtiğini açık
18
açık beyan etmişlerdi. Sonuçta, 1997 muhtırası ile dini akımların önünü
kesebilmek için İmam Hatip Liselerini etkisiz hale getirelim derken,
meslek liselerini2 de aynı kategoriye sokarak sanayinin en çok
gereksinme duyduğu ara eleman yetiştirilen okulların da önünü kapattık.
Gözümüz aydın, yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Orta eğitimde
yeni düzenleme ile “güya seçmeli ders adı altında” verilecek derslerin
niteliği beyan edilince, 4+4+4 eğitim sisteminin ülkenin tümüne şamil
edilecek adı gizlenmiş imam hatip liseleri projesi olduğunu, ülkenin tümünün arka bahçeye çevrilmenin yolunun açıldığını çok yakında göreceğe benziyoruz… Cümlenin siyah yazılan son kısmı daha önce
yazılmış ve size gönderilmiş yazıya aittir. Bu benzeme, benzemeden çıktı
gerçek oldu. Bugün sınırlı sayıda tutulan liselere giremeyen öğrenciler
zorunlu olarak oturduğu yerden uzak da olsa İmam Hatip liselerine
gönderilmeye başlandı. Bu arada İmam Hatip liselerinin her gün sayılar
artırıldı, eski düz liselerin adı değiştirilerek İmam Hatip lisesi yapılmaya
başlandı.
Perşembenin gelişi çarşambadan belli olurmuş…
2012 Nisan 5 gününü 6 Nisana bağlayan saatlerde sunucu Mehmet
Ali Birand’ın Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ile bir televizyondaki
söyleşisinde yapılan açıklamalar birçok yönüyle ürkütücüydü denebilir.
Bakanın 4+4+4 eğitim sistemini ile ilgili açıklamaları, aslında arka
plandaki niyetleri beklenenden daha açık bir şekilde ortaya koydu. Bu
söyleşide zihinlerde kalan önemli noktaları bilmekte geleceğimiz
açısından yarar var (konuşmanın akışı bu yazıda bire bir
yansıtılamamıştır; bazı yerlerinin mealen verilmesi zorunlu olmuştur).
2 Milli Eğitim Bakanlığımız aslında Mesleki-Teknik Eğitimi özendirmekten hep uzak durmuştur (www.ulugbay.com/blog_hikmet/?p=266).
19
1. Bakan Ömer Dinçer’e göre ilk dört yıldan sonra öğrenciye seçme
şansı verilecekmiş (demokratik eğitimin gereğiymiş). Böylece
öğrencilerin geleceğine yön verecek en önemli bir kararı alacak
olgunluğa ulaştığı varsayılıyor. Hâlbuki yasalar bile –ne yaptığının
bilincine tam ulaşamadığını düşünerek- 18 yaşına kadar bir kişinin
işlediği suçları hemen hemen cezalandırmıyor ya da cezada indirim
uyguluyor ve vereceği kararları her zaman geçerli kabul etmiyor.
2. İkinci dörtlük dilimde zorunlu-seçmeli Kuranı Kerim ve
Peygamberimizin hayatı ders olarak okutulacakmış. Diğer seçmeli
dersler listeden kalksa bile, bu iki ders her nedense seçmeliler listesinde
hep kalacakmış. Demokratik bir eğitimde dersler seçilebilmeliymiş.
Acaba böyle bir mantıkla uygulama genişletilirse, matematik, fizik, kimya
ve biyolojiyi kaç kişi alır? Eğitimde herkesin keyfine bırakılamayacak
temel bilgilerin alınması esastır. Bunun demokrasiyle ya da insanın
özgürlüğüyle bir ilişkisi yoktur.
3. Mehmet Ali Birand: “Kuranı Kerim dersini kim nasıl okutacak “diye
soruyor. Bu kadar âlimin bir türlü anlamada zorlandığı Kuranı Kerimi bu
gençler hemen anlayabilecek mi? Türkçe mi okuyacaklar yoksa Arapça
mı? Bakan: Arapça dersini ayrıca isterse alabilir; ancak kuran okumak
için Arapça öğrenmesi gerekmiyor. 2014 Aralığına geldiğimizde bu geçişi
kolaylaştırmak için yaygın Osmanlıca öğretim projesi devre sokulmaya
başladı.
Bakan gözümüzün içeni bakarak pişkin bir şekilde açıklamaya devam
ediyor: Kuranı Kerimi anlamadan okuyacaklar (bir Eğitim Bakanının bir
dersi anlamadan öğretilmesini savunması belki de ilk defa bizde
gerçekleşti). Ezberci eğitime karşı çıkanlar demek ki bizi hep yanıtmışlar.
En iyi eğitim meğer ezber eğitimi olmalıymış. Bakan: Elif be ile
başlayacak ve Arapça harflerle anlamadan okuyacak. Birand soruyor:
20
Kuran okumanın koşulları vardır. Abdest alacaksınız, başınızı
örteceksiniz, şunu yapacaksınız bunu yapacaksınız. Bunlar da yapılacak
mı? Bakan: Başlangıçta gerek yok, çünkü ilk olarak okumayı sökecek;
ancak liseye geldiğinde gereğini yapacak. Yani bunun açılımı başını da
örtecek, abdest de alacak. Bakan: Şu anda aldığımız kesin bir karar yok.
Mehmet Ali Birand: Bu dersi almayanlar mahalle baskısı ve çevre
tarafından dinsizlikle suçlanmayacak mı? Bakan: Böyle bir tehlike var;
ancak alacağımız tedbirlerle bunu önlemeye çalışacağız (!!!). Şu anda
aldığımız bir karar yok.
3. Mehmet Birand soruyor: Bu kadar seçmeli ders yazıldı da verecek
adam var mı? Hıristiyanlar bile Protestanlık, Katoliklik, Ortodoksluk diye
birbirinden ayrılmış; ayrıca Süryanisi, Zerdüşti; Müslüman olmalarına
karşın temel farklılık gösteren Aleviler ayrı ders almak isteyecekler.
Bunları veren hocalar var mı, yetiştirdiniz mi? Bakan: Böyle bir kadro
yok, yetiştirilmeleri için uğraşacağız (sanki boyacı küpü, daldırıp
çıkaracaklar). Birand: Önerdiğiniz eğitim bu sene başlayacağına göre,
ülkenin her tarafına dağılmış olan bunca okula nasıl öğretmen
bulacaksınız? Bakan: Bulunmadığı zaman açılmış olanlara kayıt
olabilirler. Anlaşılıyor ki, şu anda yıllarca Sünni görüşe göre yetiştirilmiş
300.000 imam hatip ya da ilahiyat mezunu, bu öğretmenlikler için
önceden hazırlanmış. Cihada çıkma zamanı da gelmiş görünüyor.
Herkes Sünni inanca göre eğitime hazır olsun. Birand: Her okulda farklı
dinden sadece birkaç öğrenci varsa, bunların her birine öğretmen
vermeyi nasıl sağlayacaksınız? Yoksa hepsi zorunlu Müslümanlık eğitimi
mi görecek? Bakan: Böyle bir şey olamaz; ancak şu anda bir karar
vermiş de değiliz.
4. Mehmet Ali Birand: Çocuklar ayrı okullarda mı eğitim görecekler
yoksa birlikte karma mı okuyacaklar? Bakan: İlk eğitimde çocuklar
21
eşeysel olarak bir diğerinin cinsiyet olarak tam farkına varmadığı için
karma olabilir (olacaktır demiyor, olabilir diyor!!!); ancak liseye geldiğinde
eşeysel olarak farklılaştıkları için dini geleneğimiz gereği ayırmayı
düşünüyoruz. Şu anda bir karar vermiş durumda değiliz.
5. Mehmet Ali Brand: Dini eğitim uygulama da gerektirebilir. Bunun
için ne yapmayı düşünürsünüz? Bakan: Şu anda düşünmedik; ancak
gerekirse kutsal mekânları bu uygulama için düşünebiliriz.
6. Mehmet Ali Birand: Bu seçmeli derslerin içine oldukça geniş bir
kitleyi ilgilendiren Kürtçeyi neden zorunlu-seçmeli dersi koymadınız?
Bakan: Yasalarımız buna izin vermediği için koyamadık. Mehmet Ali
Birand: İyi de istediğiniz yasayı bir oturumda hemen çıkardığınıza göre,
bununla ilgili yasayı çıkaramaz mıydınız? Bakan: Cevap yok.
Mehmet Ali Birand üstü kapalı olarak bazı soruları sormaya devam
ediyor: 28 Şubat kararının acele alınmış ve alt yapısı hazırlanmamış bir
dayatma olduğunu hep söylüyorsunuz. Ancak üç dört ay sonra
başlayacak böyle bir eğitime, ek binası, eğitim programı en önemlisi
öğretmeni olmadan başlamanızın da 28 Şubat dayatmasından ne farkı
var?3 Birçok soruya daha karar vermedik, daha düşünmedik dediniz.
Bakan: Biz bunları hep düşündük, aksatmadan yapacağız (!!!).
Belli ki bazı şeyler aksatılmadan yerine getirilecek, ancak bu
çocuklarımızın eğitimi olmayacak.
Bu ülkenin önemli kurullarının aldığı kararlar, sonunda bir partimizin çarpıtması ile dayatma olarak politika dünyamıza sokuldu
3 28 Şubat kararının bir dayatma olmadığı, daha önce alınan kararların uygulamasını devreye sokmak için yapılan bir uyarı olduğu Milliğ Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Sayın Hikmet Uluğbay’ın yazılarında açıkça anlaşılmaktadır (www.ulugbay.com/blog_hikmet/?p=266).
22
Biraz önce değindiğimiz televizyon görüşmesinde, gerek sunucu
gerekse bakan 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu Kararını bir dayatma
olarak sundular. Hâlbuki kesintisiz eğitim için bu, bu ülkenin yetkili
makamları defalarca karar almıştı; hatta bunların içinde bugün AKP
partisinde milletvekili olarak çalışan ve geçmişte Milli Eğitim Bakanlığı
yapanlar bile var. Geçmişte kesintisiz 8 yıllık eğitimi sunanların, bugün
bunu darbe olarak nitelendirmeleri siyasilerimizin niteliklerini ortaya
koymaktadır. Şu andaki bakanın da bütün bunları bilmiyormuş gibi
konuşması ibret vericidir. Öyleki:
Aslında 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kararı bir dayatma değil, daha
önceki yıllarda defalarca alınmış kararların uygulamaya sokulması için
bir uyarıydı. Kesintisiz eğitimin geçmişi bir zamanlar Milli Eğitim
Bakanlığı yapmış ve önemli kararlara imza atmış Sayın Hikmet
Uluğbay’ın yazılarında çok iyi analiz edilmiştir
(www.ulugbay.com/blog_hikmet/?p=266). Uluğbay’ın yazılarından
anlaşıldığı kadarıyla:
Sekiz yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitimin ilk adımının, Millî Eğitim
Bakanı Hasan Âli Yücel döneminde (28 Aralık 1938 – 5 Ağustos 1946)
19 Haziran 1942 tarihinde çıkarılan 4247 sayılı Köy Okulları ve
Enstitüleri Teşkilatı Yasasına göre öğrenim süresi 8-9 yıla ulaşabilen 258
Köy Bölge Okulu açılması ile atıldığı söylenebilir. Anılan Yasa’nın 13
üncü maddesi şu hükmü içermekteydi; “Köylerde her yıl eylül ayının
sonuna kadar altı yaşını bitirmiş olanlar, ilkokula ve ilkokulu bitirdikten
sonra, daha yüksekokullara devam etmeyenlerden on altı yaşını
tamamlamamış bulunanlar varsa bunlar da birinci maddede yazılı
meslek kurslarına devama mecburdurlar.”
Diğer bir kaynakta da, “2-10 Aralık 1946 da toplanan III. Millî Eğitim
Şurasında, ortaokul öğretmen ihtiyacının karşılanması için Bakanlıkça
23
düşünülen yeni önlemler Şura gündeminin ana fikrini oluşturmuştur. Bu
Şurada, ilkokul ve ortaokul amaç ve görev bakımından bir bütünlük
içinde düşünülmesi gerektiği ve aynı pedagojik ilkelerin, uygun program
ve yöntemlerin benimsenmesi zorunluluğu savunulmuş, adeta ‘Sekiz
Yıllık Okul’ düşüncesi çoğunlukla kabul edilmiştir” ifadeleri yer almıştır.
Ocak 1961 tarihinde çıkarılan 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun getirdikleri:
1961 tarihli bu yasanın 3 üncü maddesi şöyle idi; “Mecburi ilköğretim çağı, çocuğun altı yaşını bitirdiği yılın Eylül ayında başlar, 14 yaşını bitirip 15 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.” Görüldüğü üzere, ilköğretimin 7-14 yaş arasındaki sekiz yılı
kapsayacağı yasa ile daha 1961 yılında, diğer bir deyişle 50 yıl önce
öngörülmüştü.
14 Haziran 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun getirdikleri: Bu yasa, 22 inci maddesi ile “Temel eğitim genel olarak 7-14 yaşlarındaki çocukların eğitimini kapsar.”
16 Haziran 1983 tarihinde çıkarılan 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanununun Bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkında kanunun getirdikleri: “İlköğretim, 6-14 yaşlarındaki çocukların eğitim ve öğretimini kapsar. İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır.” Yapılan değişiklikle
ilköğretime başlama yaşı 7 yaştan 6 yaşa inmiştir
(www.ulugbay.com/blog_hikmet/?p=266).
Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller’in Birinci
Hükümetinde Millî Eğitim Bakanı (24 Ekim 1993-5 Ekim 1995) olarak
görev yapan Bakan Ayaz’ın 21 Aralık 1993 tarihli bu Raporundan:
Zorunlu eğitim süresinin 8 yıla çıkarılması, okullaşma oranının plan
24
hedefleri doğrultusunda % 80 olarak gerçekleştirilebilmesi, okul yapımına
daha çok ödenek tahsisini zorunlu kılmaktadır.
20 Aralık 1994 günü TBMM’ne sunulan Rapor’da aynı Bakan şu
açıklamayı yapmıştır; “8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçebilmek
için yoğun bir çalışma başlatarak alt yapının hazırlanması amacıyla
ilköğretim okullarının yaygınlaştırılmasına önem ve öncelik verdik.
Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller’in İkinci ve
Üçüncü Hükümetlerinde Millî Eğitim Bakanı olarak görev yapan (5 Ekim
1996-28 Haziran 1996) Bakan Turhan Tayan’ın, Rapor’un sunuş
konuşması içinde, 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçebilmek için
yoğun bir çalışma başlatılmış, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasını öngören kanun tasarıları hazırlanmıştır.
AKP milletvekili olan bir zamanların Refah Partisi Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ın TBMM’ne sunduğu 1997 yılı Bütçe Raporunda (henüz 28 Şubat kararı alınmadan, TBMM’ne 16 Aralık
1996 günü) şu madde yer almaktadır: Öğrenim programları ile ders kitaplarını 8 yıllık bir bütünlük içerisinde soyut, gereksiz ve geçersiz
bilgilerden arındırarak bilime, çağa ve ülkemiz ihtiyaçlarına göre yeniden
düzenlemek gerekmektedir (www.ulugbay.com/blog_hikmet/?p=266).
Görüldüğü gibi birbirinden farklı hükümetlerin bakanları, hatta şu anda
AKP’nin köken aldığı Refah Partisinin yetkilileri, hatta şu anda AKP
içinde milletvekili olarak bulunan eski bir bakanın raporunda bile 8 yıllık
kesintisiz eğitim gündeme getirilmişti. Bu karar askerlerin kararı değildir;
eğitim kurumlarının çeşitli defalar almış olduğu bir karardır. Ancak bir
atasözümüz vardır: “Ben seni yiyeceğim; ama ne söyleyeyim de yiyeyim”
Evrensel olarak kullanılmayacak bilgi niye orta eğitimde verilir?
25
Bu yeni düzenlenen süreçte edinilen dini bilgilerin ve son olarak
gündeme getirilen Osmanlıcanın bizim dışımızdaki toplumlarda kullanma
şansı hiçbir zaman olmayacaktır. Yeni bir bilgi kazanılmasına da
yardımcı olmayacaktır. Din simsarlarının ve Cumhuriyeti düşman olarak
görenlerin önemli bir aracı olacaktır. Hele kininizi unutmayacaksınız diye
başlayan bir söylemle bu yönlendirme tezgâha konmuş ise yazık olacak
bu topluma.
Böyle bir öğretinin insanı evrensel doğrularla yoğuracağı fikri işleniyor.
Hatta vekillerimiz ateistlerden insana hayır gelmez diyerek –cahilliğini
sergilerken- son noktayı bile koyuyor4. Ancak bugün Nobel Ödülü
alanların yarıdan fazlasının, sanatkârların, önemli ticaret erbabının, bilim
dünyasına önemli katkıda bulunanların bizzat kendi ağızlarından Ateist
olduğuna ilişkin açıklamaları her nedense görmezlikten geliniyor. Şu
anda suç oranının en düşük olduğu ülkelerin başında gelen İsveç’te
Ateist olduğunu ilan eden insan sayısı toplam nüfusun %85’i, Japonya’da
ise %64’dür; bu rakam 2006 yılı itibariyle Türkiye’de %2,5-3’dür. Tarihte
Ateist olup da kitlesel katliam yapan birinin adını vermek hemen hemen
olanaksız; ancak din adına katliam yapanların sayısını kitaplar almaz.
Dinimizi daha iyi öğrenmek için bu dersler kondu deniyor. Hatta şu
andaki en yetkili yöneticimiz: “Bunlar duvarda torba içinde asılı duran
kitaptan korkuyorlar, açılmasını istemiyorlar” diyerek önemli
suçlamalarda bulundu.
Torbada duran kitap ile okunup da anlaşılmayan kitap aynı şeydir. Bu
çıkmazı ortadan kaldırmak, Kuran’ı anlaşılır bir kitap haline getirebilmek
için 1940’lı yıllarda ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Kuran’ın hızla
4 Çoğu kez “dinsizlik” olarak bilinse de ateizm dinsizlik ile bir bir aynı şey değildir. Ateizm, a-teizim’dir, yani dini olmayan anlamına gelir; hâlbuki dine karşı olma Anti-teizm’dir; dolayısıyla ateizm dine karşı bir tepki koyar anlamına gelmez. Yaratıcı ve müdahale edici tanrıya inanma Teizm, yaratıcı; ancak müdahale edici Tanrıyı kabul etme Deizm; evrenin Tanrının kendisi olduğuna inanma Panteizm; Tanrının hem evrenin kendisi hem de öbür dünyanın sahibi olduğuna inanma ise Panenteizm’dir. Bu bilgi yöneticilerimizin bundan böyle cahil cahil konuşmaması için eklenmiştir.
26
çevirisi yapılmaya çalışıldı. Ancak böyle bir aydınlanma, siyasi söylemi
din olan partiler için belli ki önemli bir tehdit olacaktı. Bu nedenle
Demokrat Parti 1950 yılında hükümetin başına geçer geçmez ilk icraatı
Ezan’ı Arapça okutmak oldu ve gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Aslında
birçok din bilimcisi, bizzat Kuran’ın ayetlerinde bile “bu kitabı okuyup
anlayasınız” diye indirdim dediğini söylemektedir. Açıkça bu kitabın
anlaşılması için araya bizzat kutsal kitabın kendisi bile birini koymamıştır.
Öncelikli bilgi olarak eğitimde kendi dilini iyi kullanan ve okuduğunu
anlayan bir nesil yetiştirdiğinizde hiç kimsenin açıklamasına gerek
duymadan bu insanlar dinlerini okuyarak öğreneceklerdir.
Aslında sorunun yanıtı açıktır: Bunca yıldır binlerce evliya, ermiş,
mürşit, şeyh, hoca, hacı yetiştirmiş, yüz binin üzerinde ücret verdiği
hocası, müftüsü, tefsircisi vs’si olan bir ülkede Kuran’ın yeterince
anlaşılmadığı sonucuna varılmışsa burada çok tehlikeli bir yanılma ya da
yanıltma vardır.
Açıkça burada öngörülen öncelik, Kuran’ın ya da Peygamberin
anlaşılması gerekçesi altına saklanmış, gelecek için beyinleri
formatlanmış bir gençlik yetiştirmedir.
Bu tarz verilmek istenen öncelikli bilginin başımıza neler açacağını
görmek için onlarca yıl beklemenize gerek kalmayacaktır. Yarım yüzyıldır
“laikliğe karşı” gittikçe dozu artırılan girişim ve söylemler, sonunda,
halkımızın, üniversitelerimizin, kolluk kuvvetlerimizin, partilerimizin,
adalet ve hukuk sistemimizi ve özellikle yöneticilerimizin stratejik yabancı
dostlarının teşvikleri ile uygulanmaya başlanmıştır.
Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikli bilginin, nasıl ve kime
hangi yoğunlukta verilebileceğini de gerekçeleri ile açıklamak gerekiyor.
Bunun için, önce, bireysel ya da kişisel kimlik ile toplumsal kimliğin ne
27
olduğunu, evrensel bilgi ışığı altında tanımlamak gerekir. Daha sonraki
yazılarımda bu konuyu işlemeye devam edeceğim.
Son ve bitirme cümlesi: Gençliğinin zamanını ve enerjisini en yararlı ve
verimli şekilde kullanamayan, kullandırmayan kurum ve yönetimler ihanet
içindedirler.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Sunuş yazısı
Değerli Kardeşlerim
Türk eğitiminin en önemli çıkmazı ve sıkıntısı, eğitmekle yükümlü
olduğu insanlara vereceği öncelikli bilginin seçimidir. Ne yazık ki kısa
vadeli çıkarlarımız için gençlerimizi evrensel insan olarak yetiştirmekten
uzaklaştırıyoruz. Özellikle son yıllarda yapılan düzenlemeler kuşkuları
daha da artırmıştır. Bunun acısını hem gençlerimiz hem de ülkemiz
çekiyor; gelecekte daha da çok çekecektir.
Bu yazıda uygarlaşmak ve küreselleşmek isteyen Türkiye’nin
eğitim sorunu masaya yatırılmıştır. İlginize…
Saygılarımla
15.12.2014