Upload
others
View
5
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Tanrı’nın Güneş Krallığına,
Kâinatın Göksel Varlıklarına,
Evliya Dudu Hatun’un Anısına,
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk
Ve Aziz Bekçilerin Ruhlarına İthafen!
ÖNSÖZ
Naacal Güncesi-Son Çoban;
Yaratılış mitlerini ve yaratılışa dair söylemleri, farklı bir kavramsal pencereden yola
çıkarak, yeniden ele alır. Dinler ve medeniyetler tarihinin pek çok unsurundan bize
kesitler sunar. Kitabın çıkış noktası, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk
Dili ve Türk Tarihi (Güneş Dil Teorisi) üzerine yaptığı çalışmalara dayanır.
Naacal Güncesi-Son Çoban;
İnanç düzlemini baz alarak, insanoğlunun evrimsel süreçlerine, haklı eleştirisini
açıkça ortaya koyar. Bilinenin aksine; kavramlara, yeni ve benzersiz yorumlar getirir.
Okuyucu sistematiğini göze alarak, inisiye (Mürşid-i Kamil) evrelerini, kitap içinde
bölümlere ayırır. Her bölüm, kendi içinde öğretisini ve mesajlarını barındırır. Kutsal ve
gizemli bir dünyanın kapılarını aralar.
Naacal Güncesi-Son Çoban;
Hikâye, masal, deneme, şiir gibi çeşitli yazın türlerini, tam bir ahenkle, bir araya
getirir. Bu bağlamda, okuyucuya, hem yazın türü hem de üslup açısından zenginlik
sunar.
Naacal Güncesi-Son Çoban;
Kutsal üçleme serisinin ilki olup, Şeytani düzene ve uşaklarına hem zihinsel hem de
ruhsal bir meydan okuma özelliği taşır. Dünyevi hayata uyum sağlayan; uykuda olan
zihinleri karanlık uykusundan uyandırmayı ve acı çekmekte olan ruhların ızdıraplarını
dindirmeyi kendine nihai amaç edinir.
İNİSİYE EVRELERİ
BÖLÜM - 1 TARİHÇE
BÖLÜM - 2 RİVAYET
BÖLÜM - 3 GÜNEŞ TEBLİĞİ
BÖLÜM - 4 GÜNEŞ TAPINAĞI
BÖLÜM - 5 BAKSI
BÖLÜM - 6 MİTOLOJİK YÖRÜNGE
BÖLÜM - 7 SÖZ ELBİSESİ
BÖLÜM - 1
( TARİHÇE )
Tarih, öyle ecdatları neşreder ki
Kardeş, kardeşi katleder.
Mezarlar yabancılaşır,
O’nlar, birbirlerine düşmandır.
O tarih ki bu dağılmış aileleri,
Olası sonuç diye önümüze sunar.
TARİHÇE “Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti
vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin
kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes'in oğlu
olan kişidir."
Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı
konuşmada, Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Bilinenlerin ve söylenenlerin aksine, engin bir
Türk tarihi söz konusuydu. 1930’larda, diplomat Tahsin Mayatepek’in Türk Tarih Tezine ilişkin sunduğu
ilginç dayanaklar, geçmişten günümüze kadar süre gelen bir tartışmanın fitilini ateşleyecekti. “Kayıp
Mu Kıtası” bir efsaneden öte bir şey olabilir miydi? Türkler tam 70 bin yıl önce, Pasifik’te batan bu
kıtadan dünyaya yayılmış olabilir miydi? Atatürk, bu iki sorunun cevabını açığa çıkarma ve tezlerine
bilimsel bir dayanak oluşturma arzusundaydı. Ona göre Türkler yalnız Orta Asya Kavimlerinin değil
Mayaların, Azteklerin, Kuzey Amerikalı Kızılderililerin de atası olması kuvvetle muhtemeldi. Bu, yeni bir
tarih anlayışı demekti. Atatürk, vakit kaybetmeden, devrim niteliğindeki bu tezin araştırılması için bilim
adamlarından oluşan bir grup kurmuştu. “ Kayıp Mu Kıtası” hakkında yapılan araştırmaları yakından
takip etmişti. Türk dili ve sembolleri ile Nven’in bulunduğu Naacal Tabletlerinin dili ve sembolleri
üzerine derinlemesine çalışmalarda bulunmuştu. “Kayıp Mu Kıtası” hakkında yapılan araştırmaları
incelemiş ve kendi kayıtlarını tutmuştu. Öyle ki, Afet İnan, Türk Tarih Kurumu’nun ikinci dil kurultayında
yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
“Arkadaşlar; asırlık işleri yıllara sığdıran Türk İnkılabı kendi mihrabının bizzat Güneş olduğunu
bulmuştur. Tarih yolculuğunda Güneş'in ilham izlerine en çok biz Türkler tesadüf ediyoruz. Türk ırkı
kültürünü öyle bir yerde buldu ki orada Güneş ona en verimli oldu. İlk yurttan ayrılmaya mecbur olan
Türkler başlıca göç yolları için yine Güneş'in kılavuzluğundan istifade etti. Doğu ve batı ellerine
yayıldılar; o geniş ülkelerde yüksek varlıklarının ebedi vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz Anadolu'nun
ilk kültürünü kuran cetlerimiz Güneş'i sembolize etti.”
Günümüzde “Kayıp Mu Kıtası” tezinin geçerliği hakkında çeşitli şüpheler söz konusu olsa da ortada bir
gerçek vardı. Asırlar önce bu uygarlık ve halkı tarihe notlar ( Naacal Tabletleri ) bırakarak esrarengiz
şekilde bir anda ortadan kaybolup gitmişti. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu,
zaman içeresinde tüm dünyada birçok koloniler ve imparatorluklar kurmuştu. Onlarınki, insanlık
tarihinin bilinen ilk uygarlığıydı. Bu uygarlık bir imparatorluktu. İmparatorun unvanı, güneşin oğlu da
denilen "Ramu" idi. Mu imparatorluğunun diğer bir adı da “Güneş Krallığıydı. ” İmparatorun altında,
hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunurdu ve yönetici sınıfı teşkil ederlerdi. Onlar:
“Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi ”, “Mu Dinini ” yaymakla görevli kişiydiler. "Mu Dini", belki de
insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller, Mu Dinini sıradan insanlara, anavatan ve koloniler
halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ederlerdi.
Sembollerin içrek anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ramu bilmekteydi.
15 bin yaşında oldukları bilinen Naacal Tabletleri, evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda
ayrıntılı bilgilere sahipti. Tabletlere göre, evrenin başlangıcında yalnızca ruh vardı. Daha sonra bu
ruhtan, bir kaosun hâkim olduğu uzay var oldu. Kaos, yerini giderek düzene bıraktı ve uzaydaki şekilsiz
ve dağınık gazlar bir araya geldi. Sonra bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için
katılaştı. Önce hava, sonra su oluştu. Dünya’yı sular kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu
ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu.
Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna - Dna) oluşturdu. İlk hayat
sudan çıktı ve yeryüzüne yayıldı.
Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrı’nın geometri ve mimarlık vasıflarına
düştüğünü öngörmekteydi. Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağza alınamazdı. Mutlaka bir
sembol vasıtasıyla, ifade edilirdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi. Güneş doğrudan
Tanrı’yı değil, onun birliğini, bilgeliğini ve hâkimiyetini simgelerdi. Sembollerin kullanılmasındaki diğer
bir amaç ise belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek, öğretinin kutsal sırlarını korumak ve
gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, Dinin bağnazlıktan ve doğmalardan
kurtulmasını sağlamaktı.
Mu Dininin dört temel kavramı vardı:
Tanrı, tektir. Her şey ondan var olmuştur ve ona dönecektir.
Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
Ruh, mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
Mükemmelliğe ulaşan ruh, Tanrıya döner ve onunla birleşir.
Naacal öğretisine göre, sevgi Tanrı merkezliydi. Tüm evren, o sevgi merkezinin üzerine kurulmuştu. Bu
evrensel sevgiye nail olan ruhlar ona geri dönebilecek ve onla bütünleşebilecek yeterlikteydi. Bu ancak
“Kutsal Sır Kardeşliği” üyesi olmak ve aydınlanma evrelerini eksiz bir şekilde tamamlamakla
mümkündü. Bunun içindir ki; öğretilerini yaydıkları ve yeni üyelerini inisiye ettikleri tapınaklar, kıtanın
her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Bu dev blok taşlardan yapılan tapınakların damları yoktu
ve bunlara “ Şeffaf Tapınaklar ” deniyordu. Güneş ışıklarının, inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için
mabetlere dam yapılmıyordu. Naacal mabetlerinde, Ay bir sembol olarak Güneş’in yanında yer alırdı.
Hem baba hem ana olan Tanrı’nın eril sembolü Güneş, dişil sembolü Ay’dı.
Türk Bayrağımız, Ay ve Yıldız sembolleri taşır. Buradaki yıldız, kapalı güneş sembolüdür.
(Güneş de bir yıldızdır) Kırmızı rengi, uğruna dökülen kanları betimler. Biz, bayrağımız uğruna
can verenleri “Şehitlik” mertebesine yükseltiriz. Bilinçaltımız, “ Türk Bayrağına” kutsiyet atfeder.
O’nun adına yapılan her savaş bir bakıma Tanrı adına yapılmış bir savaştır. “Bu savaşta can
verenlerin yeri, Tanrı’nın yeridir” görüşü halk içinde bu yüzden hâkimdir.
Mu dini sembollerinin en önde geleni, "Mu Kozmik Diyagramıydı”. Bu diyagramda, tam merkezdeki
daire Güneşin, “Ra’nın” yani tek Tanrının kolektif simgesiydi. Üçgen içindeki daire, Tanrı’nın gözünün
daima insanların üzerinde olduğunun, iç içe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün bir arada
bulunduğunun simgesiydi. Onların her biri, tek bir bütünün parçalarından ibaretti. Bu üçgenlerden
yukarı dönük olanı iyiye, sevginin merkezi olan Tanrı’ya ulaşmayı; aşağı dönük olanı ise yeniden
doğuş yasası gereğince geri dönüşü remzederdi. Bu iki üçgenin ortaklaşa oluşturduğu altı köşeli yıldız,
adaletin sembolüydü. Ayrıca bu yıldızın her bir ucu, ulaşılması gereken fazileti remzederdi çünkü insan
ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrı’ya ulaşması mümkündü. Faziletler, çember içine alınmış
vaziyetteydi. Altı köşeli yıldızın dışındaki bu çember, dünyanın dışında âlemlerin de bulunduğunu ve
çemberin üzerindeki on iki fisto ise, insanın uzak durması gereken on iki kötü eğilimi simgelerdi. Ruh
diğer âlemlere geçmeden önce, on iki kötü eğiliminden arınmak zorundaydı. Ve son olarak aşağı doğru
inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesiydi. Ruh,
en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele yani kâmil insana ulaşmak zorundaydı.
Naacal öğretisinin önemli diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört gücün kâinatı
kaostan düzene geçirmiş oldukları teorisiydi. Tanrı’nın kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört
temel güç: "dört büyük inşaatçı", “dört büyük mimar", “dört büyük geometri üstadı” olarak adlandırılırdı.
Bu ilahi dört temel eleman: ateş, su, hava ve topraktı.
Bu sıra dışı uygarlık, bilim adamları ve aynı zamanda din adamları da olarak bilinen Naacaller, askerler
ve yönetici sınıftan oluşmakta idi. Bu kutsal üçlüye imparator “ Ramu ” yani Tanrı’nın hükümdarı, onun
yeryüzündeki temsilcisi başkanlık ederdi. Bilimsel gelişme ve teknolojide insanoğlunun varabileceği en
üst sınıra çoktan varmışlardı. “Kutsal Sır Kardeşliği” üyesi olmayan sıradan halk, onlara göre yoldan
sapmış bir sürü gibi kontrol edilmeye ve güdülmeye layıktı. Bu yüzden onlara yazıyı yasakladılar. Uzun
bir süre, onları bilim ve teknolojiden mahrum bıraktılar. Günümüze kadar bir efsane olarak gelen
büyük felaketle sıra kadem bastılar. Bu felaketin adı: “Mahabharata “ efsanesiydi. Tarihin sisli
perdesinden bize şöyle seslendi: “ Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi
atıldı. Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden
bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda
kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Her yer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir
avuç kül kalmıştı"
Rivayet odur ki;
Kayıp Mu Kıtasının yok oluşundan sonra bile bu süreç devam etti. Dünyada var olan ve süre gelen
bütün sistemleri besledi. O’nların akıl öğretisi olmaktan vazgeçmedi. O’nlar: Tanrı’nın Düşünürleri ve
Yasaklı Yasanın tek hâkimiydiler. Tanrı’nın sonsuz hâkimiyetini, Naacal Tabletlerine işlediler. Hem iyi
( Bekçi) hem de kötü( Hasatçı ) idiler. Tanrı’nın her iki yüzünü de temsil ettiler.
BÖLÜM – 2
( RİVAYET )
“Söz gümüşse, sükût altındır. ”
Yalan! Her şey, yalan!
Ben, size yüzyıllardır dışlanan bakırın
Gerçek altın olduğunu sunuyorum.
Artık kalıplarınızı yıkın.
Siz işlemeli doğrular peşindesiniz.
Oysaki doğrular, gösteriş saltanatı sürmez.
Yıkın kalıplarınızı artık.
Çekinmeden, yüksek sesle tekrarlayın:
Bin yıla sarkan bu taş heykellerin bize öğrettikleri
Dilimizde küfürden başka bir şey değildir.
Yalan! Her şey, yalan!
O biri, dilimizi küfürden arındırmaya geldi.
RİVAYET
Rivayet odur ki;
Zaman bile yenik düştü akla.
Kudurmuş yıkıntılarını gömdü tapınağa.
Tohumları, lanetli bir lahittin kucağında
Geleceğini saçtı etrafa, eşsiz karanlıkta
Ve çürümüş zamanın dilinden
- Ortak oldu yaşama!
***
Rivayet o dur ki;
O’nlar, karanlığın süfli sefilleriydiler.
Lanetli Lahittin ’den feyiz alıp
Karanlık vakitleri müjdelediler.
Akıldan ve iradeden yoksundular.
Onlar, karanlığın sefil köleleri
Güneş’in isyankâr çocuklarıydılar.
***
Rivayet o dur ki;
Ramu, Tanrı’nın batmaz güneşiydi.
Bu lanetli kavme sonsuzdu öfkesi
O’nun derdi: Tanrı’nın yeni düzeni
Ve Krallığından çok uzaklarda
Terkedilmiş, yasaklı topraklarda
O, güneşten yoksun düşünceyi
Diri diri mezara gömmek istedi.
Lakin Ramu, yine de bağışlayandı.
“O’nlara son bir fırsat”, dedi.
Kutsal Öğretisini yaymakla görevli
Naacal Rahiplerini gönderdi.
***
Rivayet odur ki;
Naacal Rahibi,
Güneş Krallığının seçilmişiydi.
Ramu’nun hem bilim adamı
Hem de rahibiydi.
Kutsal Sır Kardeşliği üyesiydi
Ayaklı Ruhlar Meclisinin ferdiydi.
“Mu dinini” yaymakla görevliydi.
Şüphesiz, Ramu’nun mesajını iletti.
Lanetli Kavme, Güneş’i getirdi.
Kalplerindeki karanlığı lanetledi.
***
Rivayet odur ki;
Ramu, öfkesi örselenmiş bir Kraldı.
Merhameti, hiç batmayan bir güneşti.
O, Tanrı’nın bağışlayıcı bir sevgilisiydi.
Acımasız kuşaklara doğar,
İnsanlık tohumlarını ekerdi.
Lanetli kavme bile merhamet etti.
Öyle ki O’nlara, Aden’i bahşetti.
***
Rivayet odur ki;
Ramu, O’nlara şöyle seslendi:
Çılgın tohumlarınızla üreyin
Akıldan ve iradeden yoksun
Sizi, çılgınlar sizi.
Evet, ben bağışlayanım.
Dindi Tanrı’nın öfkesi,
Sizi de bağışladım.
İşte yeni evi çılgınlığın…
Gün gelir, sizi yakalarım.
Size, bir nefes kadar yakınım
Siz, siz olun, sakın ama sakın!
Asla, emirlerimi unutmayın.
O’nları tartışmaya açmayın.
Olur da yasaklarımı tatmayın.
Gün gelir, hesabını sorarım.
Dile gelir, saklı ne varsa
Kâinat şahittir zamana!
Zaman eşlik eder varlığa.
Ve siz üreyin zamanla!
Huzuruma çağırırım nasılsa,
Sizlere, hasat vaktini müjdelerim.
BÖLÜM - 3
( GÜNEŞ TEBLİĞİ )
Ey, ruhu karanlıkta kalanlar!
Güneş’e çıplak koşmak, bedeni kanser yapar.
Dökülür pulları bedenin, geride bir ruh kalır.
O da Güneş’e boyun eğer!
Karanlıktan kaçıp, ona sığınır.
Oysa en büyük karanlık bu güneştir.
Sizden dileğim,
Her güneşi aynı kefeye koymayın.
GÜNCEM
Yazmaların ziyaretçisi
- satırlarımın yolcusu…
Güncem tuzaksız, apaçık satırları
Okunur karanlık vakti
Öncüsü, Ayaklı Ruhlar Meclisi’nin
***
Yazmaların ziyaretçisi
- satırlarımın yolcusu…
Bil ki dalıp gittiğin anlam denizi
Aydınlık adımları, zihnine yakın
Yasaklı Yasa’nın incileri
***
Yazmaların ziyaretçisi
- satırlarımın yolcusu…
Zulmü sağırdır, duymaz kulakların
Yangın yeridir, duraksadığın yerin
Korkma yolcu! Durma, devam et.
Yolun doğruluktur;
Anlamı açık, eksiktir Cennet’in
***
Yazmaların ziyaretçisi,
- satırlarımın yolcusu.
O, Cennet’in büyülü sesi
O’ndan beş vakit öncesi,
Hecele yolcu!
Yüksek sesle hecele!
Güncem tuzaksız, sarsılmaz satırları
Anlamı açık, eksiktir Cennet’in
***
Yazmaların ziyaretçisi,
- satırlarımın yolcusu.
Bilgi, esaretini çözer ruhun
Sen, özgürlüğe adım adım.
Güncem, sessiz ve kimsesiz
İşte, Yasaklı Yasam!
O’nun başkaldıran satırları:
Korkma yolcu! Işığa gel!
Güncem “Özgürlük! ” der.
Bil ki O, bizdendir.
BÖLÜM - 4
( GÜNEŞ TAPINAĞI )
Oyun içinde oyun olursun.
Bu oyun için alt tarafı bir oyuncusun.
Sen istediğin sürece bu oyun bitmez.
İstemeyi bırak da bitsin bu oyun.
BOYACI TAPINAĞI
Naacal Rahibi “ Yasaklı üç kelimem var! ” dedi. Sonrası derin bir sessizlikti. O
sessizdi, zihnindeki sesleri dinlemeye sadık kalacak kadar sessiz... Ne var ki her şey
önem yitirmiş zamanın süzgecinden doğmak üzere bir anı kollar gibiydi. Zaman
yenik düşmüş, feri sönmüştü düşünce mutfağında... Ve bozguna uğradı sessizlik.
Yasaklı üç kelime dirildi tapınağın duvarlarında: Kirpik, boya ve duvar... Söz sırası
Naacal Rahibi’nindi. “ Ben, Tanrı’yı sonsuz günahlarımla da sevebilirim” dedi. Üç
yasağını kutsadı böylece, karanlığın içinden seslendi:
1. CELSE
Bir cümle kuruyorum ben:
- Alın terinin, kirpiklerinden boya olarak aktığına tanık oldum. Bu duvarlar, tam
bir sanat eseridir.
Bu cümleyle - ben merkezinden - çıkıyorum şimdi. Tanık olan benim. Peki, neye
tanığım ben?
- Alın terine, kirpiklerden akan boyaya ve sanat eseri duvarlara…
Her şeyin farkındayım. Bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten kaçınmalıyım.
Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.
Alın teri: Kirpiklerden akan boya
Sanat eseri: Duvarlar
İlk celse sona eriyor, şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıyorum. Dönüp dava tutanağına
bakıyorum defalarca - düşünce mutfağının notlarına. Yok! Yok, bir hata! Sonuç
olarak diyorum ki, “ Alın teri, bir sanat eseridir. ”
2. CELSE
Dava kaldığı yerden devam ediyor; kelimelerle oynuyorum ben. Yapmam gereken bir
hikâye kurgulamak yalnızca. Zaman belirsiz, başlangıç noktası koymuyorum O’na.
Ne zaman başladığı ve ne zaman sona ereceği hakkında bir fikrim yok daha. Ben
cümleme sadığım hala. Cümleme şöyle bir göz atıyorum. Tarıyorum O’nu baştan
sona... Geçmiş bir zaman, ama hangi zamanda geçtiği belirsiz. Ve birden zamansız
bir düşünce alıkoyuyor beni. Şunu fark ediyorum sonunda: Cümlemin vermek istediği
mesaj zamandan bağımsız. O’nu bağlayan mesajın önceden verildiği… Evet, geçmiş
bir zaman ama hangi zamanda geçtiği belirsiz. Oysa diyebilirdim ki, saat beşten ona
kadar geçen sürede ben bu olaya tanığım. O zaman, belirli bir süreci, bilinçli olarak
bu cümlede kullanmadım. Hikâyem de, tıpkı cümlem gibi zamandan bağımsız olmak
zorunda. Öyleyse, hikâyem sonsuz bir zamanda geçsin. Cümleme dönüyorum
yeniden. “ Bu duvarlar, tam bir sanat eseridir” derken, ben duvarların niteliğini ve
niceliğini tasvir etmediğimi fark ediyorum. Belki ben, duvarların nasıl olduğunu
bilmiyordum. Belki de anlatamayacağım güzellikteydi. Güzel olduklarını düşünüyorum
ki, O’nlara - sanat eseri- demişim. Bildiğim bir şey var elbette. Ben, o duvarları
gördüğümde, O’nlar vardı benden önce. Bir de, alın terini kirpiklerinden boya olarak
akıtan – o gizli özne : “ Muazzam Boyacı ”… Sanırım o da, benden önce vardı. Belki
duvarlar O’ndan önce; belki de O, duvarlardan önce. Mantık tuzağa sürüklüyor beni,
ikilem yaratıyor zihnimde. İkilemim şu:
- Boyacının varlığı söz konusu olduğunu göre; O’ndan önce boyanacak bir
duvar olmalıydı elbette.
- O duvar, boyacının varlığı yüzünden oluşturulmuş ise?
İkilemi bir kenara itiyorum. Ben bildiklerimle devam ediyorum. Bildiğim şey: Duvarın
ve boyacının kesin var olduğu gerçeği. İkinci adımı atıyorum, ben cümleme sadığım
hala. Atıflarda bulunuyorum O’na : “Alın terinin, kirpiklerinden boya olarak aktığına
tanık oldum. ‘ Duvarı, sanat eseri kılan ne? Üzerindeki saf boya mı; Boyaca’nın, O’na
karışan alın teri mi? Can alıcı bir soru daha: Ben, duvarda ne görüyorum? Boyayı
mı? Boyayla karışık alın terini mi? ( Boyacı’yı mı? )
Cümlemi irdelemeye devam ediyorum. İçindeki nesnelerle ve öznelerle oynuyorum.
O’nu özgür bırakma eğilimindeyim. Bu yaman uğraş içeresindeyken; bir şeyin daha
farkına varıyorum: Araç ve amaç arasındaki o ince detay, dikkatimi çekiyor benim.
Evet, cümlem amacına sadık! Amacı: sanat! Yöntemi: Sanat için alın teri dökmek.
Peki, araç? O’nu gizlediğini görüyorum. Alın teri, kirpiklerinden, boya olarak akıyor. O
kirpikler, evet işte O’nlar: gizli nesnemin ta kendisi, gözümün önünde duran saklı
fırçam... Anlıyorum ki, bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten kaçınmalıyım.
Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.
Boyacı: Duvar
Boya: Fırça
Basit ve sıradan metaforlarla yoluma devam ediyorum. Ben, o boyacıyı zihnimde
nasıl kurgulamışım? Acaba Boyacı, nasıl kullanmıştı fırçayı? Duvarlara dokunuşları
nasıldı? Boyayı yedirirken, kendinden geçmiş bir halde miydi? Yoksa tamamen
kendinde miydi? Bildiğim tek şey: Duvarları, boyayan kirpikleriydi (fırçasıydı ) Bu tam
bir delilikti. Boya, Boyacı ve Duvarlar sürecin yalnızca araçlarından biri miydi?
Nesnelerle, objeler yer değiştirebilir miydi? Değer yargılarım alt üst olmak üzereydi,
ben zihnimde fırçanın izlerini taşıyordum. Ben, kimi ya da neyi düşündüm? Fırçayı
mı, boyacıyı mı? İlginç bir ana tanık oluyordum. Ve dedim ki : “ Zihnimdeki fırça
darbeleri değil mi, Boyacı’yı düşünme kaynağım? O’nun kirpiklerinde boya olmasa,
ben O’nu düşünür müydüm? ” Merkeze bir adım daha yaklaştım. “ Tıpkı O’nun gibi
benim de kirpiklerimde boya olsa, O’nu düşünür müydüm? ” Elbette düşünmezdim.
Tek düşüncem duvar olurdu ve O’nu boyamak… Boyacı’ya yaklaşmıştım artık. Her
ikimizde duvarları düşünüyorduk. İkimizin de kirpiklerinde boyalar vardı. Düşüncemiz
bir alın teriydi. Fakat başlangıca yakın bir mevzide siper halindeydik. “Savaşa son
vermek gerek! Yaşasın barış” dedik, siperlerden çıktık.
3. CELSE
Bir şeyin farkındayım, hala hikâye yazmadık. Tüm süreci boyalı kirpiklerle, duvarlara
bakmakla tükettik. Hatasız, pürüzsüz ve güzel bir iş olmasını ölçüt aldık. Duvarlar
rengârenk, belli ki işimize son noktayı koyduk. Pürüzsüz, güzel bir iş... Tam bir sanat
eseri… Boya, Boyacı, Duvar ve Kirpikler ( Fırçalar) her birini ortak bir düzleme
yatırıyorum. “ Bu düzlem - Zaman - olmalı. ” diyorum. İçimde geçici bir cümle kurma
isteği doğuyor. Duvarlardan gözümü alamıyorum. Ağızım çıktığı kadar haykırıyorum.
- Alın terinin, kirpiklerinden Cennet’in boyası olarak aktığına tanık oldum. Bu
Cennet, tam bir sanat eseridir.
Bu cümleyle - ben merkezinden - çıkıyorum şimdi. Tanık olan benim… Peki, neye
tanığım ben?
- Alın terine, kirpiklerinden akan Cennet’in boyasına ve sanat eseri Cennet’e…
Her şeyin farkındayım. Bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten kaçınmalıyım.
Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.
Alın teri: Kirpiklerden akan Cennet’in boyası
Sanat eseri: Cennet
Üçüncü celse sona eriyor, şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıyorum. Dava tutanağına
bakıyorum defalarca - düşünce mutfağının notlarına… Yok! Yok, bir hata! Sonuç
olarak diyorum ki, “ Cennet, bir alın teridir. ”
4. CELSE
Dava kaldığı yerden devam ediyor; kelimelerle oynuyorum ben. Yapmam gereken bir
hikâye kurgulamak yalnızca. Zaman belirsiz, başlangıç noktası koymuyorum O’na.
Ne zaman başladığı ve ne zaman sona ereceği hakkında bir fikrim yok daha. Ben
cümleme sadığım hala. Cümleme şöyle bir göz atıyorum. Tarıyorum O’nu baştan
sona. Geçmiş bir zaman, ama hangi zamanda geçtiği belirsiz… Ve birden zamansız
bir düşünce alıyor beni. Şunu fark ediyorum sonunda: Cümlemin vermek istediği
mesaj zamandan bağımsız. O’nu bağlayan mesajın önceden verildiği… Evet, geçmiş
bir zaman ama hangi zamanda geçtiği belirsiz. Oysa diyebilirdim ki, saat beşten ona
kadar geçen sürede ben bu olaya tanığım. O zaman, belirli bir süreci, bilinçli olarak
bu cümlede kullanmadım. Hikâyem de tıpkı cümlem gibi zamandan bağımsız olmak
zorunda. Öyleyse, hikâyem sonsuz bir zamanda geçsin.
Cümleme dönüyorum. “Bu Cennet, tam bir sanat eseridir” derken, ben Cennet’in
niteliğini ve niceliğini tasvir etmediğimi fark ediyorum. Belki ben, Cennet’in nasıl
olduğunu bilmiyordum. Belki de anlatamayacağım güzellikteydi. Güzel olduğunu
düşünüyorum ki, O’na - sanat eseri- demişim. Bildiğim bir şey var elbette. Ben, o
Cennet’i gördüğümde, O vardı benden önce... Bir de alın terini, kirpiklerinden
Cennet’in boyası olarak akıtan – o gizli özne : “ Muazzam Boyacı ” Sanırım o da
benden önce vardı. Belki Cennet, O’ndan önce; belki de O, Cennet’ten önce… Beni
tuzağa sürüklüyor mantık, ikilem yaratıyor zihnimde. İkilemim şu:
- Boyacının varlığı söz konusu olduğunu göre; O’ndan önce boyanacak bir
Cennet olmalıydı elbette.
- Bu Cennet, Boyacı’nın varlığı yüzünden oluşturulmuş ise?
İkilemi kenara itiyorum. Ben bildiklerimle devam ediyorum. Bildiğim şey: Cennet’in ve
Boyacı’nın kesin var olduğu gerçeği. İkinci adımı atıyorum, ben cümleme sadığım
hala. Atıflarda bulunuyorum O’na : “Alın terinin, kirpiklerinden, Cennet’in boyası
olarak aktığına tanık oldum ” Cennet’i sanat eseri kılan ne? Üzerindeki saf boya mı;
Boyacı’nın, O’na karışan alın teri mi? Can alıcı bir soru daha: Ben, Cennet’te ne
görüyorum? Boyayı mı? Boyayla karışık alın terini mi?(Boyacı’yı mı? )
Cümlemi irdelemeye devam ediyorum. İçindeki nesnelerle ve öznelerle oynuyorum.
O’nu özgür bırakma eğilimindeyim. Bu yaman uğraş içeresindeyken; bir şeyin daha
farkına varıyorum: Araç ve amaç arasındaki o ince detay, dikkatimi çekiyor benim.
Evet, cümlem amacına sadık! Amacı: sanat! Yöntemi: Sanat için alın teri dökmek.
Peki, araç? O’nu gizlediğini görüyorum. Alın teri, kirpiklerinden, Cennet’in boyası
olarak akıyor. O kirpikler, evet işte O’nlar: gizli nesnemin ta kendisi, gözümün önünde
duran saklı fırçam... Anlıyorum ki, bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten
kaçınmalıyım. Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.