Upload
others
View
2
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
MÛRSELÂT SÛRESİ
27/11/2012
Nüzûl : 35
Mushaf: 77
MEKKİ BİR SUREDİR 50 AYETTİR.
Bu ders Kur‟an‟ın 114 burcundan yeni bir burcuna tırmanacağız inşallah. 114 sitesinden yepyeni bir
sitesine gireceğiz. O sitenin pasajlardan müteşekkil olan mahallelerini, ayetlerden müteşekkil olan
sokaklarını, kelimelerden müteşekkil olan evlerini, harflerden müteşekkil olan odalarını gezeceğiz,
teker teker inşallah. Ve bizi ne sürprizler karşılayacak. Rabbimizin oralarda bize hazırladığı lezzetler
var, bu gök sofrasına ait. Sınırsız lezzetler, dilimizin aldığı tat gibi değil, sınırsız. Bu burç Suretu‟l
Mûrselât. “Gönderilenler” anlamına gelen adını ilk âyetinden alır. 'Âdiyât, Zâriyât, Nâzi'ât ve Sâffât
süreleriyle isim ve giriş açısından benzerlik arzeder. İsmine ait rivayetler İbn Mes‟ud ve İbn
Abbasdan geliyor. İbn Mes'ud ilk Müslümanlardan. Mekke‟de zor zaman müslümanı.
Allahrasulünün yanında yetişen, ayetler indiğinde ilk duyanlardan. Sahabe hayattayken ilk hafız olan
4 kişiden biri. Dolayısıyla ilk tam Kur‟an öğretmenlerinden biri diye de düşünebiliriz. Onun içinde
onun sözleri mühimdir. İbn Mes‟ud söylüyorsa orada durulur. Sahabe içinde özel biri, Kabe de ilk
açıktan Kur‟an okuyan biridir, tabii sopayı yiyende. Kilo olarak cüsse olarak sahabenin en naif‟i.
Ama müşrik kodamanlar karşısında her şeyi göze alarak çıkanda o. Dolayısıyla imanla cüsse
arasında doğru orantı yok. Ebu Hanife‟nin silsilesinde, peygamberimize gelmeden evvelki, yani
sahabeden ilk hocası Ebu Hanifenin İbn Mes‟ud‟dur. Yani Ebu Hanife bizim imamımız ya, Ebu
Hanife‟nin imamı da İbn‟i Mes‟ud‟dur. Mezheb imamları sahabeden bir silsileye gelip dayanırlar,
aslında O sahabinin mezhebini sürdürürler. İşte O İbn Mes‟ud şöyle diyor; "Biz Mi-na'da bir
mağarada (gizlice) Rasulullah'la bir araya geliyorduk, bu sûre indi, Allahrasulü bize oracıkta okudu,
daha dudakları kurumadan oradaki deliklerden bir yılan çıktı ve üzerimize kalktı. Allah rasulü
uyardı, biz hemen korkut ve kalktık, yılan da korktu, kaçtı ve deliğine girdi." Böyle bir hadis var
Buhârî de. Bu davetin henüz yeni olduğu döneme tekabül eder, ayrıca müminler Mekke‟de
saklanıyorlarmış ve ilginç bir şey daha şehrin dışına eğitim için gidiyorlarmış. Mina‟da bir kayanın
gölgesinde, kovuğunda müminler Allahrasulünün etrafında bulunuyorlar. Demek ki böyle bir vakayı
da bu rivayetin içinde öğrenmiş oluyoruz. Bu rivayetin içinde surenin ismine ve'l-murselâ-ti 'urfen
diyor. (Buhârî ve Müslim). Yani surenin ismi böyle geçiyor, direk Mürselat diye geçmiyor. Başka
bir haber de İbn Abbas‟dan geliyor bu rivayet, Buhârî naklediyor; İbni Abbas‟ın rivayetinde de
surenin adı aynı ve'l-murselâ-ti 'urfen diye ilk ayeti ile geçiyor. Bu rivayet şöyle; ibn Abbas annesi
Ümmül Fadl, babası Abbas‟a da ebul Fadl derler. Demek ki ilk oğulları Fadl‟mış, Abbas (ra)‟ın. İlk
oğula nispetle künyesi anılıyor. İbn Abbas; Ümmül Fadl diyor benden bu sureyi dinlediğinde
ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki annem, niye ağlıyorsun dedim, şöyle dedi “Allahrasulünü
hatırladım da ona ağlıyorum. Çünkü benim Allahrasulünün dudaklarından, kendi sesinden son
dinlediğim sûre Mürselat sûresidir, son kıldırdığı namaz da akşam namazında dinlemiştim diyor.
Buradan da anlıyoruz ki sahabe hanımları Allahrasulünün arkasındalar. Ve Rasulallah‟la olan
hatıralarını unutmuyorlar. Biz yine buradan şunu da anlıyoruz, Allahrasulünün akşam namazında
Mürselat suresini okuduğunu. Yani akşam namazı gibi kısa bir namazda 1,5 sayfalık bir sure
okuduğunu. Yine İbn Mes'ud‟dan Ebu Davud‟dan gelen bir haberde Rasulullah'ın namazlarda bir
rekatta sûreleri eşleştirerek okuduğunu, anlamları yakın, birbirlerine nazire olan sureleri, bazen bir
rekatta Rahmân ile Necm'i okurdu. Diğer rekatta İkterabe (Enbiya) ile Hâkka'yı, bazen de Amme
Yetesaelûn yani Nebe sûresi ile Murse-lât'ı eşleştirdiğini söyler. Şimdi zaten insanımız Elemtere‟den
aşağısını biliyor insanımız. Bir ömür boyu böyle namaz kılınır mı? Yani kılınır, olur, bir beis yok
ama insanın her yıl üç, beş sûreyi eklemesi lazımdır. Çünkü her sûre şahittir, şahidi çoğaltması lazım.
Düşünün Rabbin huzurunuzdasınız, namaz sûreleri şahidiniz olacak topu topu gelmiş üç, beş sure en
azından ayıp olur. Ayrıca İbn Mesud‟dan gelen bu rivayetlerde eşleştirilen sûreler de sıra
gözetilmeden veya Mushaf sırasında öncelik sonralık gözetilmeden rivayet edilmesi aslında
imamlarımızdan birinin namazlarda Kur‟an‟da ki Mushaf sırasını bozmanın mekruh olduğunu
söylemesinin bir delili kalmıyor. Aksine zaten büyük çoğunluğun Mushaf sırasının sahabenin bir
kısmının görüşüne göre dizildiği kanaati yaygındır. Onun için bu konuda ki mekruh olduğunu
söyleyen görüşlerin bir tutarlılığı da yoktur. Aksine bir sıralama takip edilecekse Mushaf değil, iniş
sıralaması takip edilmelidir. O nedenle sıralama konusunda birilerinin işgüzarlık yapmaları doğru
değildir, buradan, bu rivayetten nasıl bakarsak bakalım buda çıkıyor. Bu rivayette surenin ismi
Mürselat diye anılıyor. İbn Mesud‟dan hem “ve'l-murselâ-ti 'urfen” hem de Mürselat diye geliyor.
Rivayetlerin lafzen değil de manen geldiğinin biliyoruz, ibn Mesud‟un dilinde bu ismi kazanmasa da
bu rivayetleri nakleden ravilerin dilinde Mürselat ismini kazanmış. Zaten Mushaflarla ilgili
kitaplarda da bu isimle kullanılıyor.
Mushafta insan sûresi ardından 77.sırada gelir. Gelelim zamanına; Mina‟da bir mağarada indiği
rivayetine göre de sûre Mekke'de inmiştir. Üslûp ve muhteva bunu doğrular. Takriben
peygamberliğin 4 veya 5. yılıdır. İlk tertiplerin tümünde Hümeze-Kâf arasında yer alması da
tercihimizi teyit eder.
4. Yılı unutmayalım, önemli, bir yıl. Gizli teşkilat açık davet diyoruz. Davet var ama bireysel, ama
müminlerin yapısı, teşkilatı gizli. Bu gizli dönemler de merkez Dar‟ul Erkam. Hatta hz. Ömer ne
diyor; Rasulallahı öldürmeyi kafasına koyduğunda safa taraflarında bir evde toplandıklarını duydum,
oraya gidiyorum diyor. Demek ki gizliyorlar ama kulaktan kulağa da bir söylenti yayılmış.
Dolayısıyla davetin böyle gizli bir dönemi var. İşte o dönemde indiğini tahmin ediyoruz surenin.
Surenin indiği dönemi aklımızdan çıkarmazsak manayı anlamamız daha kolaylaşır. Yani ayaklarını
bastığı yeri görürüz. Dolayısıyla ayaklarını görmeden başını anlayamayız. "Onlara Allah'ın
huzurunda eğilin denildiğinde eğilmezler" (48) âyetini namaza hamledip bunu da Medine'de indiği
yorumuna mesnet kılan rivayetler varsa da tutarlı değildir. Allahrasulü 48.ayeti namazdan muaflık
isteyen Sakif heyetine okuyor. Bu da veda Haccından sonra, Rasulallahın son yılında. Sakif heyetine
namaz kılmaları gerektiğini efendimiz söylediğinde, yiğidin alnı yere değmez diyorlar, tabi böyle
ahlaksızca demiyorlar. Diyorlar ki “kınanırız.” Cahiliye Arabı secde etmeyi onursuzluk sayıyor.
Onun için yalancı peygamberlerden birisi Tüleyha el Esedi olabilir. Özel bir namaz icat etmiş,
secdesiz namaz. Ve ona da gerekçe olarak bir ayet uydurmuş “Allah sizin kaba etlerinizi havaya
dikmenizi emretmez.” Hatta Necm sûresinin ilgili ayetleri indiğinde bir müşrik kodaman secdeye
gitmek nasıl zoruna gidiyorsa yerden toprağı alıp anlına koyuyormuş. Secde ne mübarek bir terbiye
değil mi? Allah‟ın huzurunda eğilmeyenlerin eşyanın önünde hiç doğrulmadıklarını gördük.
Konusu vahiy, yeniden diriliş ve hesap günüdür. Vahiy aklın ruhu, âhiret dünyanın ruhudur. Sûre bu
ikisine can veren âyetlerden oluşmaktadır. Son Saat, Kıyamet, yeniden diriliş, Hesap Günü, ödül ve
ceza gibi ayrıntılarıyla insanın ebedi istikbalini ele alır. Bu ele alış o kadar yoğundur ki, şu âyet tam
on kez, her biri bağlamıyla uyumlu bir vurguyla tekrarlanır: "O gün vay haline hakikati
yalanlayanların". Bu tekrarların bağlamla uyumlu olduğunu söylemek vurgularının farklı olduğunu
söylemektir.
Vahye dolaylı bir atıfla başlayan sûre, yine vahye atıfla son bulur: "Haydi (buna inanmadılar), iyi de,
bundan sonra hangi habere inanacaklar?"
KOVULMUġ, TAġLANMIġ ġEYTANIN ġERRĠNDEN ALLAHA SIĞINIRIM
- Matrut ve mel‟un şeytanın, şeytansıların, güdülerin, şeytani düşüncelerin, şeytani vesveselerin
içimizde damarlarımızda kan gibi gezen, içimizde bir takım vesveselere sebep olan o şeytani
vesveselerin şerrinden Allah‟a sığınırız. Nasıl ki böbrek kanı süzüyorsa ruhunda böbreği vardır. Eğer
ruhun böbrekleri iflas ederse diyaliz makinasına bağlanmak gerektir. İşte o makine, o böbrek
vahiydir. O vahiyle ruhun kanını süzmezsek, kanı bozulur. Ruh kanı bozulunca yaşayamaz. Onun
için “euzubillahi mineşşeytani racim” “festeız billâhi mineş şeytânir racîm” kovulmuş taşlanmış
şeytandan Allah‟a sığın. Nahl 98 “Fe izâ kare’tel kur’âne festeız billâhi mineş şeytânir racîm.”Kur‟an okumaya başlayacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah‟a sığın. Neden? Çünkü
Kur‟an‟ı anlamak için okur bir mü‟min. İnsan düşünce ve duygularını saptırmak için bir takım yanlış
sinyallerle insan düşüncesinin, insan zihninin, hedefini saptırmak içinde bazı sinyal bozucu güçler
vardır, dışardan müdahale eder. İşte Allah‟a sığın. Allah‟a sığınırsan dışardan zihninin istikametini
bozmak için zihnine yönelik saldırılara karşı Allah bir elektronik zırh, bir elektronik yalıtım sistemi
kurar sana. İstiaze bu yalıtım sisteminin şifresidir.
بسم اللو الرحن الرحيم RAHMAN RAHĠM ALLAH’IN ADINA
“özünde merhamet sahibi, iĢinde merhametli olan Allah adına.”
- Varlığa, kainata merhamet eden ve özelde kendisine güvenenlere çok özel merhamet eden Allah‟ın
adıyla. Özü itibariyle merhametin membağı özlerden özlere eksilmeyen, değişmeyen bir sonsuz
rahmet kaynağı ve işinde de merhametli olan, fiil olarak da fiillerin durumuna göre fazladan rahmet
eden Allah adına oku/ adıyla oku/ adını oku. Yani esmasını oku, esmasının tecellilerini fark et.
(1والمرسلت عرفا )
Velmurselati 'urfen.
“ġAHĠT olsun birbiri ardınca gönderilen (bu vahiyler)!”
- Yüksek bir belagatın ifadesi olan ilâhi yeminler, varlığı oluşturan her unsurun "şahitlik" vasfını ifade
eder. Tek sahip O'dur gerisi hep şahittir. İnsan da şahitler kervanına bilinçli olarak katılmalıdır.
- Kuran ihbar ve inşa ayetleri/surelerinden oluşur. Bazı ayet veya sureler bir şeyi haber verir, bazıları
da emirleriyle inşa eder. Kuran tümüyle inşa eder. Yeminlerde bir inşadır. Bu sure yemin vav‟ ı ile
başlayan 16 sureden biridir, tümü Mekki surelerin başında gelir. Vav aslen bağlaçtır. Yemin manası
asli değil arızidir. Vav yemine sonradan taşınmıştır. Vav Türkçede ki “ve” dir. Arapçadır, bağlaçtır,
cem ve tertib içindir. Tertib için olması tartışmalı, cem için olması ittifaktır. “Ahmet ve Mehmet
geldi” cümlesinde ikisi geldi cem, Ahmet önce geldi tertiptir. Kufe ve Basra ekolü arasında bu
konuda niza (ihtilaf) vardır. Bu içtihatlarına da yansımıştır. İmam Şafi vav‟ı tertib olarak almış ve
abdestin farzı 6 dır, 6.‟sı sırasıyla almaktır demiş. Kufe ekolüne göre İmamı Azam sıra gözetmez.
Vav‟a yemin manası vermek zımni bir manadır. Arap dilinde yeminler farklı farklıdır, vav ile yapılır,
ta ile yapılır, be ile yapılır. Vallahi , tallahi, billahi gibi. Yine uksimu ile yapılır. Yani bizzat kendi
kelimeleriyle yapılır, uksimu billahi gibi. Bu harflerde uksimu manasına gelir zaten. Fakat vallahi ile
tallahi arasında fark vardır. Yeminler arasında vurgu farkları vardır. Burada ki vav yemin vav‟ı,
Allah niye yemin eder, bunun bir çok sebebi var, birçok hikmeti var. Bu konuda müstakil eserlerde
yazılmış. Bu konuda İbn Kuteybe‟nin “Aksamül Kur‟an” diye bir cilt bir eseri var. Kur‟an‟da
yeminler diye koca bir cilt yazmış, daha başka eserlerde var tabii. Allah aslında şunun için yemin
eder; 1) Yemin edilen şeye dikkat çekmek için yemin eder, özellikle o şeyin insan için taşıdığı
öneme dikkat çeker. 2)yemin edilen şey bazen mecaz olut, bazen hakikat. Diyeceksiniz ki incir ve
zeytine de yemin ediyor, incir ve zeytinin neyine dikkat çekiyor? Şimdi arkasından iki mekan
geldiğine göre öndeki incir ve zeytinden başka bir şey olsa gerek. İşlemiştik vahiy alınan mekanlar
şahit tutuluyor demiştik. Vav kasemdir, fakat vav Arap dilinde cevap ister. Kasem cevap ister,
muksem, muksemun bih. Muksim; yemin eden Allah, muksemun bih; kendisiyle yemin edilen bu ve
Muksemun aleyh; üzerine yemin edilen yani el Mürselat, birbiri ardına gönderilenler. Birde cevap
lazım, cevabı nerede? 7. Ayettir demişler, bu bir yorumdur. Fakat bazı kasemlerin cevapsız
olduğunu görüyoruz Kur‟an‟da. Genellikle cevapsız kasemlerde yemin, yemin olarak değil de
üzerinde fikret, düşün, yoğunlaş, önemli bir şey söylüyorum vurgularıyla dikkat uyandırmak ve aklı
çalıştırmaya, düşünmeye zorlamak manasına gelir. Nedir? Vel Murselat; gönderilenleri düşün. Kim
bu gönderilenler? Sıfat var mevsuf yok. Sıfat el murselat; gönderilenler. Bu neyi tanımlamış o yok.
Kim ne diyor? Müfessirlerimiz öncelikle rüzgara gider diyorlar. Yani gönderilen rüzgarı düşün.
Bazıları vahiy meleğidir diyorlar, bazıları melaike diyorlar. Bazıları hem rüzgar hem melaike
diyorlar. Neden rüzgar? Çünkü bir sonraki ayet Fel'asıfati 'asfen;karıĢtırdıkça karıĢtıran, bir fırtna
gibi gelip patlayan, herĢeyi alt üst eden. Her Ģeyi yeniden karan manasına geliyor. Tabi buda
yorum. Yine VennaĢirat yaydıkça yayan. Bu rüzgar olabilir. Eğer rüzgarsa diyorlar birinci ayetteki
rüzgar normal rüzgar‟a denir, ikinci rüzgar fırtınaya denir, üçüncü rüzgarda bulutları sürükleyen
çünkü bulutları neşretmekte olduğu başka ayetlerde de söylenir. Taberi bunları nakletmiş. İlk ikisi
rüzgara sonraki üçü meleklere gider diyor. Bu mevsuf olmayan sıfatlara böyle denmiş. Fakat;
4) Felfarikat; seçip ayıran demektir nasıl anlayacağız? Rüzgar pek seçip ayırmaz, katıp karıştırır.
Seçip ayırması için burada mevsuf‟un değişmesi lazım o zaman melekler desek olur mu? Razi
tefsirinde üçüncü bir şık daha koyuyor vahiy diyor. 5. Ayet Felmulkıyati zikren; zikri tebliğ eden
diyebiliriz. Rüzgar zikri tebliğ etmez. Zikr vahyin sıfatıdır. Bakın Mürselat, asifat, naşirat, farikat,
mülkiyat 5 tane sıfat var mefsuf yok. Tanımlıyor, fakat tanımlanan şey yok. O zaman tefsire açık,
aslında buda bir hikmet. Kur‟an‟da buna benzer girişle başlayan 4 sure daha var olan 'Âdiyât,
Zâriyât, Nâzi'ât ve Sâffât‟. Bu beş sure aynı şekilde girer. Hikmeti şudur; ey muhatap sen bu
sıfatlardan yola çıkarak mevsufunu bul. Kendi çağında da bul. Üzerinde düşün, bazılarını da sen
tefekkür ederek bul. E fe lâ yetedebberûnel kur‟ân (Nisa 82.ayet) Kur‟an‟ı tedebbür etmezler mi?
Ayeti ışığında Kur‟an‟ı tefekkür etmek, tedebbür etmek her Müslümanın sorumluluğudur ey
Müslüman. Sorumluluğunu yerine getir. Böyle zımni bir emir olarak alıyoruz. Peki biz ne mana
vereceğiz, tercihimiz nasıl olacak? Kur‟an‟dır bu. İşte biz bu tefsirden yola çıkacağız.
- 'urf; Kıl üst üste bindiği, peşpeşe dizildiği için at yelesine 'urf denilmiştir. Atın ilk başta göze ilk
çarpan yeledir, birbiri ardına dizilir, güzelliğini yelesinden alır at. Horozun ibiğine „urf denir, üst üste
geldiği için. Maruf‟da aynı kökten gelir, ortak aklın doğru gördüğü şeye maruf denir. Niye bu kökten
getirmişler peşi peşine insanların bir çoğunun salim bir kafayla düşündüğünde doğru dedikleri şey
olduğu için münkerin karşıtı olarak maruf demişler. Maruf ortak doğru. İyi şeyler, iyilik maruftur.
Veya 'urfen mastarına mef'ul mânası vererek: "marufu (emretmek) için gönderilen". Maruf‟da aynı
kökten gelir, herkes tarafından görülüp, tanınıp bilindiği için. Peş peşe, dalga dalga manasını
verebiliriz. Velmurselati 'urfen; dalga dalga gönderilen‟e yemin olsun. Veya peş peşe gelen vahyi düşün, ardı
ardına gelen vahyi düşün. Veya “Şahit olsun birbiri ardınca gönderilen ayetler”. Veya 'urfen mastar
isimdir. Fakat mastarına ismi mef'ul mânası vererek maruf manasına gelebilir o zaman : "peşi
peşine marufu (emretmek) için gönderilen vahyin gönderilişini düşün, veya vahyin gönderilişi şahit
olsun". Açılımı bu mana olabilir.
(2فالعاصفات عصفا ) Fel'asıfati 'asfen.
“Ardından bir fırtına gibi ortalığı kasıp kavuranlar!” - Hala rüzgar, melaike demeye gerek var mı? Yani vahiy gelince insanların aklında nasıl fırtına
esmişti. Kalplerinde, toplumda, vahyin girdiği toplumlarda nasıl fırtına esmişti. Bu fırtınayı bir
düşünsenize! Hiç vahiyle tanışınca içinizde fırtınalar kopmadı mı? Benim içimde doğrularım vardı,
kıl beşini, gör işini, al maaşını gidiyorduk. Bazen kılma beşini, gör işini, al maaşını gidiyorduk. Yani
kendi kendimize doğrularımız vardı ve kendimizi iyi sayıyorduk. Kalbim temiz ya ona bak diyorduk.
Bir yol tutturmuş gidiyorduk. Vahiy bir geldi, nerden geldi bilmem, bir esti kafamı da, kalbimi de ne
varsa yerleşik tabiri caizse anasını ağlattı. Alabora etti hepsini. Kalbimin saraylarına koyduğum her
şeyi, sehpaları, büfeleri, koltuk kanepeleri hurda haş etti. Bir fırtına esti geçmişe dair neyim varsa alt
üst etti, aklıma girdi aklımı devirdi, aklımı. Ben aklımı seveyim derdim, repoya yatırırdım kazandım
derdim. Bir girdi fırtına gibi aklımı devirdi, kaybettin dedi. Ben kariyer planlıyordum 5 sene sonra,
15 sene sonra, 25 sene sonra plan yapıyordum. Zaten öleceğimi hiç düşünmem. Bir esti ayetler onu
da devirdi, ey insan öleceksin dedi. Getirdi kendi cesedimi yüreğimin ortasına koydu. Malımdı her
şeyim, malım için koştururdum, bir geldi sen Allah‟ın şaheserisin dedi, mal ile arama mesafe koydu.
Aldı beni bir salladı, bir salladı sonra yere vurdu paslarım döküldü. Altından Allah‟ın boyası çıktı.
Sıbgatallâh(sıbgatallâhi) ve men ahsenu minallâhi sıbgaten; Allahtan daha güzel boyası olan kim
vardır? Dolayısıyla Fel'asıfati 'asfen; fırtına gibi estikçe eseni düşün. Kur‟an‟la değişenlere bir
bakın. İnsan nasıl değişirmiş. Dünün peygamberi öldürmek için gelen Ömer‟ini alıyor, bir gün sonra
peygamber için ölen Ömer‟i getiriyor. Dünün eşkıyasını alıyor, bugünün evliyası yapıyor.
Etrafımızda her zaman görüyoruz. Allah bizim üstümüzden bu fırtınayı eksik etmesin.
(3والناشرات نشرا ) VennaĢirati neĢren.
“Ve (ilâhi mesajı) yaydıkça yayanlar!”
- Bu ilahi mesajı yaydıkça yayanlar şahit olsun. İkinci ayetin başında fe var. Takıbiyye fa‟sı. Bir ve
ikinci ayet onun için konu olarak mutlaka bütünsel biçimde anlamak lazım demişler müfessirlerimiz.
Bu ikisindeki sıfatların aynı mevsufa gittiği hakkında bir görüş bildirmişler. Fakat ilk beş ayette de
sıfat aynı mevsufa gidiyor. Ayırmamıza bir gerekçe yok.
- Neşren; naşirat, Türkçemize de girmiş, yayın demek. Neşriyat, yayın, yayma. Neşr yaymak, tay;
dürülmüş manasına geliyor. Yaydıkça yayanı düşün. Neyi yayıyor vahiy? Nur‟u yayıyor. Işığı
yayıyor. Karanlığı yeniyor, ışığı yayıyor. İyiliği yayıyor, tohumu yayıyor. Cenneti yayıyor, neyi
yayıyor Rahmeti yayıyor. Hepsinden önce rahmeti yayıyor. Çünkü vahiy Allah‟ın Rahmetinin bir
eseridir. Vahiy inmiş bir yürekle, inmemiş bir yüreği kıyaslasanıza. Aslında Vahiy inmiş bir hayatla
inmemiş bir hayatı kıyaslamak lazım.
(4فالفارقات ف رقا ) Felfarikati ferkan.
“PeĢinden (hak ile batılı) seçip ayıranlar!” - Birbirinden ayırdıkça ayıran, birbirinden ayrılışı düşün. Ferkan; tam bir fark ile ayrılmış olan, aslında
tekittir. Farkı tam yapma manasına geliyor. Birbirinden iyice ayrılmış olan. Ferkan; Furkan. Eğriyi
doğrudan ayıran demektir. Fark buradan geliyor. Faruk seçip ayıran demektir. Hz. Ömer‟e verilmiş
olan isimdir. İyiyi kötüden ayıran, güzeli çirkinden ayıran, dolayısıyla Kur‟an‟ın da ismi Furkan‟dır.
Hakkı batıldan ayıran, Vahiy gelirse içimizde öyle bir ayırım yapar ki vahiyden önce dost olanlar
vahiyden sonra düşmanlık safına geçerler. Vahiy gelmeden düşman olanlar vahiy geldikten sonra
dost olurlar. Vahiy imanın peşinden geliyor, iman lokomotifine takılıyor geliyor. Firavunun
sihirbazlarını hatırlamanın tam sırası; Firavun Musa‟yı mat etsinler diye sihirbazları çağırmış. Bunlar
ülkenin en değerli bilginleri. Sihirbazlar kimya bilginleri aynı zamanda. Gelmişler, onlara da büyük
şeyler vaat etmiş, makamlar, mevkiler. Onların yeneceğine kesin gözüyle baktığı içinde bayram
gününe denk getirmiş. Yani nasıl olsa ben kazanacağım, millet seyretsin, bende keyif alayım diye.
Tabii Allah yeniyor peygamberi eliyle. Fakat sihirbazlar Musa‟yı mat etsinler diye getirilen
sihirbazlar, firavunu mat ediyorlar. Ve arkasından diyorlar ki; “âmennâ bi Rabbi mûsâ ve
hârûn”(Taha 70) Biz iman ettik harun ve Musa‟nın Rabbine. Hemen oracıkta. Ama pazarlık yok.
Firavun dönüp diyor ki; benden izin almadan iman ettiniz ha. Firavunlar hep böyle, iman etmek için
izin alacaksınız, hatta %50 iman edeceksiniz derler, geçerseniz de aşırı, gerici derler. Bizim izin
verdiğimiz kadar iman edeceksiniz yani. Ve firavun şöyle devam eder; muhalefetinizden dolayı sizin
ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve topunuzu sallandıracağım diyor. Bu zatlarda dönüp Ey Musa
Allah elinde bu kadar kuvvet yaratan Allah, belli ki seni destekliyor. Bir rica et de, bizi de şu zalimin
elinden kurtarsın falan demiyorlar. Ne diyorlar; olsun, nasıl olsa Rabbimize dönecek değil miyiz?
İşte bu. Pazarlıksız iman budur. Kur‟an böyle farkı fark ettirir. Göz vahiy nuruyla cilalandığı zaman
gönül gözü görür; müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o Allah‟ın nuruyla bakar. Feraset; feresten
gelir, feres at demektir. Mümin eğer vahiyle cilalanırsa, at gibi görür. At gibi görmeyenler at
gözlüğüyle görürler. At gözlüğü, atın görüşünü kısıtlamak içindir. Çünkü at gözü mucizedir, arkayı
da görür. At gözlüğü takarlar ki sadece önünü görsün diye. Yani Allah mümin‟e öyle bir görüş
kazandırır. Allah‟ın nuruyla bakınca arkadan geleni de görür. Hani şeytan onlara önlerinden ve
arkalarından yaklaşacağım diyordu ya. Böyle bir şeytan varsa, önü de, arkayı da gören bir iman var.
(5فالملقيات ذكرا ) Felmulkıyati zikren.
“derken (insanı) tarifsiz (güzellikte) bir öğütle buluĢturanlar,”
- Mulkıyat; ilga eden. Tebliğ eden demiştik yukarıda. Gerçekten de uyuyor. Zikri tebliğ edeni düşün.
Zikrin tebliğ edilmesini düşün. Nedir bu? Zikr; vahyin sıfatıdır. Diğer vahiylerde zikr olarak anılır.
Zikr öncelikle Öğüt, hatırlatma demektir. Hatırlamaktan söz edilen bir yerde, unutmaktan söz
ediliyor demektir. “El insan yurafu bi nisyan” insan unutmakla bilinir der ibni Abbas ve insan
kelimesini nisyan kökünden türetir. Aslında etimolojik bir irtibat kurmaktır. Aslında unutmak bir
zaaf değil bir lütuftur. Hele ki unutuyoruz, yaşayamazdık. Unutmak bir nimettir aynı zamanda bir
zaaftır. Bu güdümüzü terbiye etmek içinde vahiy hatırlatıyor. Bazen fıtratımızı unuturuz, fıtratımıza
yazılanları hatırlamamız lazım. Onun için vahiy zikr dir. Ve burada zikri hatırlatıyor.
( 6عذرا أو نذرا )
'Uzren ev nuzren. “(o öğütle) imana yöneleni mazur addeden ve (tevbe için) uyarıda bulunanlar...”
- Yine bir öncekine bağlı düşünmemizi gerektiren bir yapıda gelmiş. Öyle bir zikir ki bu tebliğ edilen
zikr; Uzran; öğütle imana yöneleni mazur kılar. Nuzran; tevbe edeni‟de müjdeleyen ayetler şahit
olsun. Küfrü terk edipte imana yöneleni mazur kılar. İslam kendinden öncekini siler süpürür, götürür.
Yani Müslüman olan biri ilk doğduğu gün gibidir. Öncesinden Allah onu sorumlu tutmaz. Hz. Ömer
onun için; ben onu bir ur gibi kestim attım, siz bana cahiliyyemi mi hatırlatmak istiyorsunuz.
Cahiliyesinden bir anı anlatmasını istedikleri zaman yüzünün rengi atar ve böyle dermiş. Bazıları da
kesip atmazlar, karıştırırlar. Küfürden imana yöneleni mazur görür, tevbe eden kurtulmuştur.
- Ev nuzra; ya yoksa, yani tevbe etmemişse, O‟na da uyarıdır. Zikr tövbe eden ve imana yönelene bir
barış vaadidir, tövbe etmeyen imana yönelmeyen için de bir uyarıdır.
اق )إن عوون ل (7ا و
Ġnnema tu'adune levakı'un. “ELBETTE, tehdit edildiğiniz Ģey mutlaka gerçekleĢecektir:”
- Yepyeni bir pasaja girdik.
- Ġnnemâ , sünnete dayalı mushaf yazımı gereği mushaf içinde birleşik yazılsa da hasr belirten, yani
yalnızca manasına gelen innemâ edatı değil, inne ve mâ'dan oluşan iki ayrı edattır ve "elbette" ve
"şey" ile karşılanmıştır. İnne tekit edatıdır, güçlendirir, ma‟da mefsuledir, yani ilgi zamiridir. Kur‟an
yazısında ayırt edemiyoruz fakat manada ayırt ediyoruz. Bu açıklamadan sonra mana verelim “hiç
şühe yok ki, elbette muhakkak ve mutlaka vaat olunduğunuz şey kesinlikle gerçekleşecektir. Vakıa
burada kıyamete, son saate atıftır. Lam ve inne bir cümlede gelmişse muhatapların inkar ettiği bir
mesele vardır o anlatılıyordur.
م طمست ) (8فإذا النج Feizennucumu tumiset.
“Yıldızlar söndürüldüğü zaman,”
- Fa yine takıbiyye fası. Konu devam ediyor. İza zaman zarfı kendinden sonra geleni geleceğe
gönderir. Yıldızlar söndüğü zaman. Bu yine Allah‟tan başka bize kimsenin haber veremeyeceği bir
hadisedir. Yeryüzünün sonu hakkında bize kim konuşabilir. Bütünü gören konuşur. Yarabbi sen oluş
ve bozuluş aleminin alimisin. Kevn ve fesat‟ın alimisin. Allah bozar ve yapar. Yeniden yapar. Çekim
kuvveti ve merkez kaç kuvveti kainatı bir arada tutuyor. Allah bu kuvvetler arasına öyle yerleştirdi ki
hiçbir yıldız yörüngesini terk edemiyor. Sıratı müstakimine öyle yerleştirildi ki yörüngesinden
sapamıyor. Şu boşlukta milyarlarca yıldız bir arada duruyor. Ve hepsi hareket halinde, tavaf
halindedir. İşte bu işin sonundan bahsediyor. 15 yıl önce astrofizikçiler samanyolu galaksimizde
100milyar yıldız olduğunu söylüyorlardı. Bundan 7 sene önce 200‟e şimdi ise 400mailyara
çıkardılar. Bakalım 10 yıl sonra ne diyecekler. Ve bizim galaksimiz gibi tahmin edilen 400 milyar
galaksi. Bizim galaksimizin daha çapını bilmiyoruz, evrenler çiftliğinden bahsediyorlar. Bizim için
çok büyükte, Allah için çok küçük. İşte bu ayet bir sondan bahsediyor, önü olanın sonu olur. Mahluk
olan ölümlüdür. Aslında burada söylenen siz nasıl ölümlüyseniz dünya da ölümlüdür. Ve dünya basıl
ölecek; yıldızların ışığı söndüğü zaman. Yıldızlar söndüğü zaman da olabilir. Yıldızların ışığı daha
yeni biliniyor, daha önce güneşin ışığını yansıttığı söyleniyordu. 5 milyar ışık yılı uzakta bir yıldız
ışığını bize 5 milyar yılda getirebiliyor. Işık saniyede 300bin km yol alıyor ve 5 milyar yıl saniyede
300bin km ile giderseniz ulaşabiliyorsunuz. Yani yıldız bize bir mektup gönderiyor, risale
gönderiyor o risale bize ışık hızıyla 5 bin yılda geliyor. Bu şu demek olur; ışığı bize gelen yıldızlar
şu anda orada olmayabilirler. 5 milyar yıl diyoruz, kainatın ömrünün 14 milyar yıl olduğu
söyleniyor. Kıyamet, tehdit edildiğiniz şey ne zaman gerçekleşecektir? Yıldızlar söndüğü zaman. - Tümiset; aslında aynı zamanda kökünden silmeye de denir, “yıldızlar silindiği zaman.” Tabii
kıyamet kat kattır, tek kat değil. Onun için efendimiz (a.s) “zulmün yaygın olduğu bir toplumun
kıyametinin kopacağını söyler.” Aslında zulmün yaygın olduğu bir toplumda anarşi ve terör
toplumun kıyametidir. İnsanın ölümü kıyamettir, tabii dünyanın bir kıyameti vardır, hatta bölgesel
kıyametler vardır. Ama birde kozmik kıyamet vardır ki, kainatın kıyameti. Yani kainat teşbihinin
ipliğini bu tesbihi dizen bir koparıverirse yeniden dizeceğim diye hadi bakalım, cazibe kuvvetini bir
bırakırsa aman Allah‟ım. Kainatta çekim ve merkezkaç kuvveti gittiğinde yörünge diye bir şey
kalmaz, artık tavaf durur. Tavaftan çıkmış hacılar birbirlerine girerler. Düşünmek bile akla ziyan.
İşte kozmik kıyamettir. Bu ayetler kozmik kıyamete delalet ederse eğer tumiset‟i; yıldızlar kökten
kaydığı, söndüğü, yok olduğu zaman demek lazım. (9وإذا السماء فرجت )
Ve izessemau furicet.
“ve gök yarıldığı zaman” - İnşikak suresinde ki gibi. Bölünmesi, parçalanması. Furicet; yarık demektir, ferç oradan gelir. İki şey
arasında ki yarığa, oyuğa da denir. Sema; Kur‟an‟da üç tip kozmoloji vardır. Bir dünya seması, 2
güneş sisteminin seması, 3 kainat seması. Dünya seması 7 kattır, 7 rakamını rakam olarak değil,
katmanlı, çok katmanlı olarak anlıyoruz. Semavat derken atmosfer katmanlarını söylüyoruz. Güneş
sistemi için diyorsak eğer, gezegenleri sayıyoruz. Dünyayı Allah öyle bir yere yerleştirmiş ki diğer
gezegenler bizi koruyor. Önüne üç tane muhafız koymuş, 5 veya 6 tanede arkasına. Diğeri tüm
kainatı kaplayan semavat ki bilemiyoruz. Belki samanyolu, belki Kürsi‟ye kadar olan katlardır,
bilemiyoruz. Yani gök yarıldığı zaman açılmış bir gül gibi olur, Rahman 37.ayet Fe îzen şakkatis
semâu fe kânet verdeten keddihân. Uzayın dışından çekilen fotoğraflarda “açan bir gül gibi görünen”
süper novaları haber veren ayetler. Kimsenin haber veremeyeceği son saatten haber veriyor. Yani şu
milyarlarca yıllık göklerin ve yerin bir ömrü olsunda ey insan, ölümü olsunda ey insan, sen ölümsüz
gibi mi davranırsın? Senin ki nasıl iş? Demeye getiriyor.
- Bu ayetlerin hepsi atıf vav‟ı ile (7) Ġnnema tu'adune levakı'un ayetine döner.
01وإذا البال نسفت ) Ve izelcibalu nusifet.
“ve dağlar un ufak edildiği zaman,”
- Depremler küçük kıyametler gibidir. Bazıları 7 şiddetinde ki depremlerde gidiveriyor. 9 şiddetinde
bir depremde insan yapısı birçok bina yıkılıyor, 10 şiddetinde insan yapısı kalmıyor. 11 şiddetindeki
bir depremde yeryüzünün şekli değişiyor. 15 şiddetinde dağlar ve kıtalar yer değişiyor. 20 şiddetinde
yeryüzünün yeri değişiyor. Şiddetleri kim ayarlıyor. Kork Allah‟tan korkmayandan.
- Nusifet; kelıhnil menfuĢ diyordu ya Karia sûresi 5.ayetde. Atılmış yün, atılmış hallaç pamuğu gibi.
Bu mevsufsuz sıfatlarla başlayan surelerin başındaki ayetler vahiyden bahsediyordu. Bu ayetlerle
“Lev enzelna hazelkur'ane 'ala cebelin lereeytehu haşi'an mutesaddi 'an min haşyetillah”; “eğer biz
bu Kur‟anı bir dağa indirmiş olsaydık, dağın vahyin ağırlığı altında ezildiğini, Allah korkusundan toz
duman olduğunu görürdün” sanki böyle bir irtibat kurmamız isteniyor. Hatta şöyle bir sonuçta
çıkarabiliriz; eğer vahiyle şafağın atmazsa, kıyametle şafağın atacak. Vahiy sende şafak attırmazsa,
kıyamet sende şafak attıracak. Dahası; Kıyamet kıyamdır, kalkıştır. Biz namazda kıyamda dururuz.
Kıyamette tabiri caizse eşyanın namaza durmasıdır. Varlığın namaza durmasıdır. Kozmik namazdır
kıyamet. Allah konuşunca kainat kıyama kalkar. Buyur yarabbi demektir bu. Allah konuşuyor ey
insanoğlu, sen niye buyur demiyorsun. Allah emrederse kainat ayağa kalkar, Allah sana emrediyor
da aldırmıyorsun. O zaman kıyamette zaten kainatla ayağa kalkacaksın, şafağın atacak.
(11وإذا الرسل أق تت ) Ve izerrusulu ukketet.
“ve bütün elçiler (tanıklık) vaktinde toplandığı zaman...” - Veya: "Vakti geldiği zaman". Tercihimiz Ferrâ'nın tercihidir.
- Bütün peygamberler şahitlik yerinde ve zamanında toplandığı zaman. Peygamberler belirli bir vakitte
tolandıklarında.
- Ukketet aslında vukketet demektir, meçhuldür, vakitden türetilmiştir. Büyük otoritemiz Ferrâ cumiat
manası vermiş, toplanacakları vakit.
- Fe le nes‟elennellezîne ursile ileyhim ve le nes‟elennel murselîn;(A‟raf 6) And olsun, yemin olsun,
Allah‟lığıma yemin olsun ki kendilerine peygamber gönderilenleri hesaba çekeceğim, sonra dönüp
peygamberleri de hesaba çekeceğim; peygamber gönderilenlerin hesaba çekilmelerini anlıyoruz. Bu
peygamberler size geldi, Allah‟ın emirlerini size getirdi siz ne yaptınız. Veya bu peygamberler size
geldiğinde vazifelerini yaptılar mı? Peygamberleriniz hakkında rapor verin bakalım. Bunu anlıyoruz,
nereden anlıyoruz? Şahit ol YaRabb diyen Allah rasulünden anlıyoruz. Arafat‟da, müzdelife‟de,
mina‟da verdiği hutbelerin sonlarında yaşlı nebinin yanaklarında iki damla süzülürken bir taraftan da
“ya eyyühel nas, ela hel bella; ey insanlar, bakın tebliğ ettim mi?” yani bir telaş, bir telaş. Rabbine
hesap verecek. Hep bir ağızdan onlar da “tebliğ ettin ya Rasulallah, biz şahidiz, emanete sadık kaldın
Yarasulallah, ümmetine nasihat ettin ya Rasulallah biz şahidiz” dediklerinde ellerini ve gözlerini
kaldırdı “Rabbim sende şahit ol” diyordu. Beni Kur‟an ihtiyarlattı diyen Allahrasulü sorumluluğun
ağırlığını bize anlatıyor. Yine Allahrasulünün son sözlerinden biri olan “kızım Fatîma ağlama baban
bir daha acı çekmeyecek.” Bu ne demek aslında; baban hep acı çekti demek. Ara sıra “inni nebiyyi
ahsan” dermiş. Ben hüzünlerin peygamberiyim dermiş.
- Ve izerrusulu ukkitet; Elçiler, peygamberler, enbiya aleyhi müsselam ecmain, vakitlendiği, onlara
verilen randevu gerçekleştiği zaman belki.
- Elmalılı; "Elçiler". Bu elçilerin peygamberler olduğu açıktır. Bu kelime asıl itibariyle "tevkît"
kökünden türetilmiş olup aslı dir. Yani "peygamberlerin bekleye durdukları ve ümmetlerine karşı
şehadet edecekleri vakit ve vaad edilen güne erdirildikleri zaman, ki bu kıyamet günüdür."
م أجلت ) (21لي ي Lieyyi yevmin uccilet.
“Peki, bütün bunlar hangi gün gerçekleĢtirilecek?” - Bütün bunlar hangi gün gerçekleşecek miş? Veya bu hangi güne tecil olmuştur diye soracak
olursanız. Veya size hatip soracak olursa;
م الفصل ) (13لي
Liyevmilfasli. “(Ġyi ile kötü arasındaki) Ayrım Günü.”
- Fasl gününe tecil edilmiştir. Yani günahkarın mücrimin, muti‟den ayrıldığı, müminin kafirden
ayrıldığı. Sadık‟ın, kazipten ayrıldığı. İyinin kötüden ayrıldığı, ameli salih işleyenin, ameli facir ve
ameli fasık işleyenden ayrıldığı seçip ayrıldığı fasl gününde. Kötü ve iyi arasındaki ayrım günü
bütün bunlar gerçekleşecekmiş.
- Yine 4. Ayetle bağlantı var, Felfarikati ferkan- Liyevmilfasli. Yani Kur‟an‟da Fasl eder, Kıyamet de
Fark eder. Yani Kur‟an ile ayrılmazsanız, kıyamet sizi ayıracak. Kur‟an‟ın seçtiği iyiler arasında
olmazsanız, Kıyametin seçtiği kötüler arasında olursunuz.
- Yevmül Furkan, yine yevmüdin, din günü.
م الفصل ) (14وما أدراك ما ي Ve ma edrake ma yevmulfasli.
“Sahi, bu Ayrım Günü'nün dehĢetini sen nereden bileceksin?”
- Sen nerden bileceksin, yevmulfaslın ne olduğunu. Yani yevmulfaslı dirayetle bilemezsin, Allah‟tan
rivayet yoluyla öğren. Bu ibare aslında azamet ifade eder. Yani o fasl gününün azametini öncelikle
ilk muhataba “sen bile bilemezsin” demektir. Yani nasıl seçip ayırıyor. Bizim ilk aklımıza gelen
testiyi kıranla, suyu getirenlerin ayırımı. Hayır, suyu getirenlerde ayrılıyor. Allah öyle bir ayırıyor
ki? Ayrılanlarda ayrılıyor. Kimi çeşme suyu getirmiş, kimi damacanayla getirmiş, kimi kaynak suyu
getirmiş kimi de zemzem getirmiş. Namazlarda, ibadetlerde ayrılıyor.
بين ) مئذ للمكذ (51ويل ي
Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- O günü yalan sayanların vay haline. Bu sûre de, bu ayetten tam sekiz kez gelir.
- Belagat ta Veyl ile başlayan cümleler hangi sınıfa girer. Malumunuz Arap belagatın da cümle ikiye
ayrılır. İhbari ve İnşai cümle olarak ikiye ayrılır. İhbar cümlesi haber cümlesidir, yani haber verir.
İnşa cümlesi ise ya emir verir, ya yasak koyar, ya nida eder peki bu ayeti nasıl anlayacağız. Aslında
bu hem haber, hem inşa cümlesidir inşaya daha yakındır, çünkü veylün diyor. Aslında burada gizli
bir nida vardır. Yani ey yevmülfasl‟da cürufa çıkan, cevhere değil de. Aslında fasl günü bir potaya
atılma, ergitme günü. İnsanı o potaya döküyor, kıyamet dediğimiz şey. O potaya dökülünce kimisi
cürufa ayrılıyor, kimisi cevhere. Bakıyorsunuz bazıları som cevher, dünyada temizlenmiş. Dünyada
saflaşmış. Oruçla midesini saflaştırmış, namazla zihnini saflaştırmış, tefekkürle aklını saflaştırmış.
Yani ibadetlerle Allah‟ın verdiği o emanetleri saflaştırmış. Sevapla elini, hakkı ve hayrı gören
gözünü, Allah rızası için yürüyen ayaklarını saflaştırmış. Onun için potaya döküldüğünde cüruf yok.
Pırıl pırıl. Cüruf olmayınca ateşe atarlar mı? Cürufu yok ki hep cevher. Onun için burada ayrışmak
lazım, saflaşmak lazım. Belki rabbimizin bize verdiği emirlerde insanı cevher haline getirmek için.
Onun için “Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne” bu bir inşa cümlesi diyelim, ihbar‟a da delalet eder.
El Mukezzibiyn; Kur‟an da müşriklerin ve/veya kafirlerin vasfı olarak anılır. Hatta lakabı olarak
alınır. Biz buna yalan diyoruz. Ama burada Allah‟ı yalanlamaktır. Sırf yalan söylemek değil, Allah‟a
yalan söyledi demek. Ne dehşet bir şey. Peygamberi yalanlamak, Allah‟ı yalanlamaktır, çünkü elçiye
zeval olmaz. O nedenle mukezzibiyn o. Yalanlayanlar; hem hakikati yalanlayanlar, hem hakikatin
sahibini yalanlayanlar, hem hakikatin sahibinin elçisini yalanlayanlar. Tabi bunları yapan kendi
fıtratını da yalanlamış olur. Yalan söyleyen mükezzibiyn‟den olmuş olmaz. Bir Müslüman yalan
söyledi mesela, bu mükezzibiynden olmaz. Öyle olması için yalanı ahlak haline getirmiş olması ve
hakikati yalanlaması lazım.
(16أل ن هلك الولين ) Elem nuhlikil'evveliyne.
“Ne yani, Biz (o yalanlayanların) öncülerini helâk etmedik mi?”
- Öncülerini yok etmedik mi? Helak etmedik mi? Neye küstahlaşıyorlar, neye şımarıyorlar.
- El İhlak; hem bela sonucu ölüm, hem de normal ölüm e denir. Helak buradan gelir. Önceklileri helak
etmemiş miydik? Kimi? Ad‟ı, semud‟u, eyke‟yi, nuh kavmini, lut kavmini. Ad kavmi hadra mevt de
ölmüş yeşil demek, ölmüş çöl olmuş. Orada bu ad medeniyetinin kalıntılarını çölün 12 metre altında
daha yeni buldular. İrem; sütun sahibi irem diyor Kur‟an. Bağ bahçe yere yapılır bunlar sütunların
üzerine yapmış. Peki ne olmuş? Bela getiren buluta davul çalmışlar, bulut başlarına belayı boşaltmış.
Günahtan haz alanların durumu buna benzer. Onlardan geriye kalanlar ve etraftaki topluluklar
kuzeye göçmüşler. Şimdi “Medaini Salihin” diye bilinen gezenlere açık olan kuzey Arabistan da
Ürdün‟e yakın bir bölgeye yerleşmişler. Önceden çöle uygarlık kurmuştuk, altı kaya değildi, ne
yapalım “kayalara oyalım” bir daha başımıza felaket gelmesin diyerek kayalara uygarlık kurmuşlar.
Fakat sorunu yapı malzemesi zannettikleri için keşfedememişler. Yani yapı malzemesini iyi bulursak
Allah‟tan kurtuluruz sanmışlar. Oysa problem yapı malzemesi değil, Allah‟la olan ilişkiydi. Ama bu
sefer Allah onları hiç ummadıkları korkunç bir gürültüyle helak olmuşlardı. İşte ayetler oradan haber
veriyor çünkü ilk muhataplar bu olayları biliyor.
(17ث ن تبعهم الخرين )
Summe nutbi'uhumul'ahıriyne.
“Sonrakileri de onların peĢine diziveririz:” - Allah için bu zor mu? Sonrakileri de öncekilerin peşine takıvermek. Öncekiler gidip nereye vardıysa,
sonrakilerde oraya varacak. Firavunun izini izleyip de Musa‟nın vardığı yere varmak olur mu? Bu şu
demektir, kimin çizgisini izliyorsanız onun akıbetine uğrarsınız. Nemrut gibi yaşayıp İbrahim‟in
makamına geçmeyi beklemeyin. Nemrut gibi, firavun gibi, Mekkeli müşrikler gibi, çağımızın
zalimleri gibi yaşarsa onların akıbetine uğrar. Yani kimin akıbetini istiyorsanız onun izini takip edin
demektir zımnen. Buradaki summe; zamanda terahi içindir. Yani bir zaman sonra demektir. Ne kadar
zaman bilmiyoruz. Daha sonradan gelenler onların izinden yürüdü bizde peşlerine takıverdik,
takıveririz.
(18كذلك ن فعل بالمجرمين ) Kezalike nef'alu bilmucrimiyne.
“ iĢte günahı hayat tarzı haline getirenlere böyle davranırız.”
- Mücrim; günahı hayat tarzı haline getirmektir. Cerm; lugatta kesmek kökünden gelir. El ceram; kesb
manasına geliyormuş, mekayisi lugada böyle geçiyor. Kesb; kazanan. Nerde mücrim geliyorsa
belasını kendi eliyle kazanan manasına geliyor. Ne muhteşem bir vurgu; yani hiçbir mücrim kalkıp
da bana bela verdin, bana ceza verdin, beni gazaba uğrattın diyemez. Belasını elleriyle kazanıyor
çünkü. Bu kadar belaya uğramak için çok çalışan diyor yani. Onun için buradaki mücrimi böyle
anlayacağız, çok hoş bir etimolojisi var. İşte mücrimlere biz böyle muamele ederiz. Belasını kendi
elleriyle kazananlara.
بين ) مئذ للمكذ (19ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline bu hakikati yalanlayanların!”
- On kez tekrar ediliyor bu ayet. Hepsi birbirinin aynı mı? Hayır. Önceki 15. Ayette
yalanlayanların yalanladıkları 15. Ayettin üstündekilerdir. Yani Allah‟ın gönderdiği vahyi
yalanlayanlar, vahyin insanı dönüştürme gücünü yalanlayanlar. Vahye sırt dönenlerdir. Sen
vahye sırt dönmüşsün. Burada ki ayer kime yazıklar olsun diyor peki; vahyin bu uyarılarını,
yani aslında doğum varsa, ölümde var ey insanoğlu. Şöyle etrafına bir bak ey insanoğlu,
böylesine bir şahaser yaratsın da Allah bu şahaser‟e solucan muamelesi yapsın. Senin için
alıyor mu? Bu insana hakaret olmaz mı? İşte böyle düşünenlere veyl olsun. Böyle düşünen
yeniden dirilmeyeceğini, hesaba çekilmeyeceğini zannetti. Hesap günü olmasın demek
Allah insana solucan muamelesi yapsın demekle aynı şeydir. Burada ki yevmeizin; birleşik
bir isimdir. Hem yevm, hem izin o zaman ki gün, o günkü gün. Nekira gelmiş, o günü
aklınızda tahayyül edemezsiniz. Hiçbir aklın tahayyül ve tasavvur edemeyeceği gündür o
gün.
(22أل نلقكم من ماء مهين ) Elem nahlukkum min main mehiyn.
“Sizin yaratılıĢ sürecinizi basit ve zayıf bir sıvıdan baĢlatmadık mı?”
- Yine aslında sual yoluyla öğretmeye geçti vahiy. Sual yoluyla öğretme, öğretme
yöntemlerinden biridir. Hatta güzel bir yöntemdir. İyi öğretmenler bu yöntemi kullanırlar.
Talebeye soru sorarak öğretirler. Rabbimiz insan dilinin tüm imkanlarını vahiyle hakikati
bildirmede kullanıyor. Aslında bu cevabı kesin evet olan bir sualdir. Sizi küçük bir sudan
yaratmadık mı? Yalnız bu su “main” bizim bildiğimiz bir su değilmiş. Min main deyince
sıvı yani su değil. Meni‟ye delalet eder. Basit bir sıvıdan diyor. Aslında zihni intikal
isteniyor, basitten mürekkebe doğru. Tüme varım, yani basit bir sıvıdan başlayan süreç
halden hale geçerek karmaşık bir varlığa dönüşüyor. Anne karnındaki embriyolojik
süreçleri Kur‟an bize niye hatırlatır? Aslında bir sürecin parçadan bütüne gidişine
inanıyorsunuz da bütünden parçaya gelişine niye inanmıyorsunuz? Siz ne biçim
düşünüyorsunuz? Allah için parçadan bütüne ulaştırmak mümkünse, bütünden parçaya
ulaştırmak neden zor olsun ki?
- İnsan sûresinin girişinde ifade edilen hakikat, burada da farklı bir şekilde ifade edildi. Min
edatı, sürecin başlangıcına (ibtida) delalet eder, yani başlangıçtır. Ecnebiler start diyor ya odur. Bu
âyeti 79/Enbiya 30 ile birlikte okumak daha açıklayıcıdır: "(hareket edebilen) her canlıyı sudan var
ettik." Yani biz sizi bu yaratılış sürecinin başında basit bir sıvıdan başlatmadık mı? Aslında ne çok
şey söylüyor, yekûlu lehu kun fe yekûn; Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ona derki ol, bu
nedir, bu “kün” emri arkasından “fekan” değil, “fe yekûn” geliyor. Bu çok önemli bir hikmettir,
aslında eşyanın var oluş sırrını verir bize. “Kün fe yekûn” kün ile kanununu yaratır, çekirdeğini
yaratır, kanuna ol der, kanunu koyar. Ondan sonra “fe yekûn” fiili muzaridir, üç zamanı birden
kapsar. Hem şimdiki zaman, hem geniş zaman hem de gelecek zaman. Üç zamanı birden kapsar yani
o da peyderpey olur, oluş sürecine girer. Fille isim arasında fark vardır. İsim camittir, sabittir, fiilse
teceddüdü ifade eder, yenilenmeyi. Hatta tekamülü, onun için fiil değişkendir, isim sabittir. Fe yekûn
oluş sürecine girer. İnsana başla dedi ve çekirdeğini yarattı içine de programını koydu. Ondan sonra
fe yekûn.
(21فجعلناه ف ق رار مكين ) Fece'alnahu fiy kararin mekiynin.
“Ki Biz o sıvıyı (rahim gibi) sağlam bir karar mahallinde korumaya aldık,”
- Daha sonra onu sağlam bir yerde tuttuk. Yani rahimde o sıvıyı biz korumaya almıştık. “Anne rahmi,
Rahman‟dan bir daldır” diyor efendimiz. Sonsuz merhametin membağı, yarattığı insanı anne
rahminde de Rahmaniyetinin tecellisi olarak koruyor. Çünkü anne farklıdır. Buradan yola çıkarak
kadın rahminin her ay yenilenmesi neticesinde namaz kılmaması pis olduğu için değil, muaf olduğu
içindir. Aslında kadın bu halde ibadetli sayılır, çünkü kaza ile emr olunmamıştır. Efendimiz veda
haccında hz. Aişe yol arkadaşı yolda adet görüyor, başlıyor ağlamaya. Haccı yapamayacağını
düşünüyor. Ömründe Rasulallahla bir kere denk gelmiş. Bir daha ya olur ya olmaz. Buhari
naklediyor; ya Aişe niçin ağlıyorsun, o nasıl söz. Bu Allah‟ın Ademkızlarına yazdığı bir yazgıdır,
yani koyduğu bir kanundur. Tavaf dışında her şeyi yap demiştir.
م ) (22إل قور معل İla kaderin ma'lum.
“tabi ki önceden belirlenmiĢ bir süreye kadar...”
- Önceden belirlenmiş bir süreye kadar o‟nu rahimde biz muhafaza ettik. Yani bilinen bir kadere
kadar. Rabbimiz kanununu ayarlamış, 9 ay 10 gün. Öyle ilginç bir ayarlama ki; memeli canlıların her
birinin doğurma süresi farklı. Rabbimiz demek ki her birine ayrı ayrı bir zaman yerleştirmiş,
biyolojik zaman. Günü geldiğinden sonraya kalırsa da ölüyor, önce olursa da ya sakat kalıyor ya
ölüyor. Demek ki Allah‟ın takdir ettiği zaman gelene kadar sabr edeceksin, fakat o zamanda gelince
geçirmeyeceksin. Zaten zamanı gelince hiç bir şey dinlemiyor. Ecelde öyle değil mi?
(22ف قورنا فنعم القادرون )
Fekaderna feni'melkadirune.
“Bütün bunları Biz takdir ettik-- ve ne muhteĢemdir Bizim takdirimiz!”
- Fekaderna; birkaç manaya gelir; takdir ettik, süre koyduk, yasa koyduk, kudretimizle yaptık, ona güç
kudret verdik. 5.manaya dikkat. Biraz evvel ki min açıklamasını hatırlayın, iptida demiştik, “kün fe
yekûn” Allah emreder oluĢ baĢlar, oluĢun nasıl olacağına dair programlamayı yapar. Buna kader
diyoruz iĢte. O programlamayı içine koyar. Onu programlar. Bil kuvve olarak içine koyar,
ecnebiler potansiyel diyor bil kuvveye. O bil kuvveyi, bil fiile çevirmek içinde, kinetize etmek içinde
start verir, yani baĢla der. Ve o devam eder. Eğer iradede vermiĢse Allah’ın programına aykırı
davranabilir. O zaman yanar iĢte. Ġrade vermemiĢse aykırı davranmaz, davranamaz zaten. Ġrade
verdiğine dinamik kader, irade vermediğine statik kader diyoruz. Ġrade vermediğini otomatik
pilota bağlar. O yörüngeyi bilir. Ġrade verdiğinin kaderi de pilotun sürdüğü uçağa benzer. Götürür
de dağa çarpmak isterse o pilot, uçakta dağa çakılır. Kendini de, yolcuları da helak edersin.
- Feni‟melkadirun; Bütün bunları biz takdir ettik, biz ne güzel takdir ediciyiz. Biz bir kaderle
yapıyoruz, ölçüyle yapıyoruz, kadere iman Allah‟ın ölçüsüz iş yapmadığına imandır. Ey kul sen de
ölçüsüz iş yapma mesajı vardır burada. Biz demek azamet bildirir aslında, aslında esma’ya da iĢaret
vardır. Biz kudret sıfatımızla kudret verdik, halik sıfatımızla yarattık. Fatır sıfatımızla çıkardık,
kadir sıfatımızla takdir ettik. Aslında o biz’in içine tüm sıfatlar da giriyor.
- Yani: Kudretimizden bir kudret sayesinde, büyüyüp gelişmesini takdir ettik.
- (sanki buraya kadar olan kısımda; vahiy gönderildi, iyi kötü ayrıldı dünyada. Bu ayrılışta nasıl fırtınalar koptuğunu
düşünün. Kıyamet gününde, fasl gününde de yapılacak ayırımda tıpkı vahyin gönderilmesiyle yapılan ayrım gibi olacak.
Bütün bunlar Allah için basittir çünkü sizin ayrılmanız, tekrar diriltilmeniz ve hesaba çekilmeniz tıpkı sizi basit bir
sıvıdan yarattığımız gibi Allah için basittir.)
بين ) مئذ للمكذ (24ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!” - Mahza tekrar değil. Nedir? İnsanın yaratılışından dolayı Allah‟a borcu var bunu yalanlamış oluyor.
- Elmalılı tefsir;"O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunda
tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.
VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında
dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme
makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma
mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum,
helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl
ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.
Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay
haline!" diye tercüme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun
olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini
anlatmaktır.
"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre
düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı,
üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu,
ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.
(25أل نعل الرض كفاوا )
Elem nec'alil'arda kifaten.
“Değil mi ki yeryüzünü bir arada yaĢama alanı yaptık”
- Yeni bir pasaja girdik. Yine sual biçiminde geliyor. Elbette yarabbi. Yeryüzünü kifât yapmadık mı?
Kif; bir şeyin üzerinde toplandığı kab veya yer demektir. Yeryüzünü bir alan yapmadık mı?
- Veya kifâtın "çekim gücü"nü ifade ettiğinden yola çıkarak: "yeryüzünü cazibe merkezi yaptık".
Kifât, kefetten fiâl kalıbıyla gelmiş-farklı şeylerin bir araya gelmesi veya bu işin gerçekleştiği
alanın adı. Bir sonraki âyetin de delalet ettiği gibi, mü'min olsun kâfir olsun insanların bir arada
yaşamasının Allah'ın takdiri olduğunu ifade eder.
اوا ) (12أحياء وأم Ahyaen ve emvaten.
“(manen) diri (mü'min)ler ve ölü (kâfir)ler için”
- Tam manası; dirilik ve ölülük için. Hayat ve ölüm için. Belirsiz olması, "bildiğiniz ölüm ve hayat
değil" anlamını içerir. Çevirimizin gerekçesi budur. Bir önceki âyetin "Yeryüzünü cazibe merkezi
yaptık" şeklindeki alternatif mânasını tercih edersek, bu âyetin açılımı "bu yüzden dirileri de ölüleri
de kendine çekmektedir" şeklinde olur.
- Klasik tefsir şöyle düşünür; kıyamet mahşer ve mahşerde yerin altı, yerin üstü. Oysa bu sure vahiyle
ilgili başlıyor, dolayısıyla her ayetin altında vahiyle ilgili bir şey aramamız lazım. Tabii arayınca
bulunuyor. Burada da şu biz yeryüzünde küfürle ölmüş olanlarla imanla dirilmiş olanları yan yana
koyduğumuzda mana oturuyor. Yani manevi diriler, manevi ölüler. Yani kafirler ve müminler için
yeryüzünü bir arada yaşama alanı yapmadık mı? Müminde yeryüzünde yaşıyor, kafir de. Bu da bizim
takdirimizin bir gereğidir diyor. Ahya ve emva Kur‟an‟da mecazen kullanıldığı yerlerde imanlılığa
ve küfre delalet eder. Çünkü iman diriliştir, küfür ölümdür isterse yaşasın. Li yunzire men kâne
hayyen(Yasin 70) hay olanları diriltmesi için vahyi gönderdik. Bu ne demek? Yaşayanları diriltmek
için. Demek ki ölü olanlar varmış. Yaşayanları uyarmak için. Burada yaşayanlar nefes alanlar
manasına mı geliyor? Hayır. Buradaki diriler; Allah‟ın verdiği fıtratı öldürmeyenler. Allah‟ın içlerine
koyduğu fıtratı öldürmeyenler. Tıpkı İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun(Kaf 37) ayetine
benziyor. “muhakkak ki bunda bir öğüt vardır kesinlikle, kim için? “li men kâne lehu kalb” bir kalbi
olanlar için. Haydi buyrun. Hepsi bir kalbe sahip. Kan pompası olan kalp diye mi anlayacağız?
Akleden kalbi olanlar için diye anlayacağız. Bu ayette onun gibi. Fıtratını öldürmemiş olanlar için bir
uyarı. Onun için adam fıtratını öldürmüşse, ilahi formatına virüs sokmuşsa uyarı almıyor.
ناكم ماء ف راوا ) (12وجعلنا فيها رواسي شامات وأسقي Ve ce'alna fiyha revasiye Ģamihatin ve eskaynakum maen furaten.
“Ve baĢı yüce heybetli dağlar var ettik ve size billur gibi suları sebil ettik.” - Yine orada fiyha “ha” zamiri yeryüzüne gidiyor. El ard; müennesdir. Toprak anadır onun için.
Yağmur babadır. Allah çift çift yaratmıştır. Yani oraya gidiyor. revasiye Ģamihatin;
kalkmaz kımıldamaz dağlar var ettik. Ve ce‟alna; var ettik. Şamihatin; aslında heybetli,
azametli demektir. Revasiye; ra‟s‟in cemidir, baş demektir. Yani başı yüce, haşmetli dağlar
var ettik.
- Eskaynakum; size billur gibi sular sunduk. Aslında dağa inen sudur. Yani buluttan inen su.
Sekaytuhu"ona su sundum" anlamına gelirken, eskaytuhu "ona sudan bir pay verdim" anlamına
gelir (Furûk). Yine vahiyle bir ilişki var. Bu anlatılıyor. Yani onlara şarıl şarıl akan sular
bahşetmedik mi? Başı yüce haşmetli dağlar rahmet bulutlarının altına başını tutuyor da, şerefini
Allah'tan alan insan akleden kalbini neden vahyin rahmet bulutlarının altına tutmayıp hakikati
yalanlıyor? Dağlarda baş eğer. Vahiy bir dağa inseydi dağ haşyetten paramparça toz duman olurdu
(102/Haşr: 21). Fakat insana indiği halde insan neden vahye karşı taş kesilir? Bulut dağa nâzil olur
vahiy insana. Bulutu çeken dağ yeşile kavuşur, vahiy hakikatine yüreğini tutan insan cennete
kavuşur. Aksi halde dağ nasıl kıraç kalırsa, insan da cennetinden olur. cazibe Allah‟ın kainata
koyduğu Vedud isminin tecellisidir, dağda bulutu çeker. Cazibe olmasaydı, cazibe yasası olmasaydı
toprağa düşmüş tohum çimlenmezdi. Cazibe olmasaydı erkek tohumu yumurtayla buluşmazdı.
Cazibe olmasaydı anne yavrusunu kucağına almazdı. Cazibe olmasaydı yer insanı kabul etmezdi.
Cazibe olmasaydı ahiret olmazdı. Sevgi olmasaydı cazibe olmazdı. Vedud‟un vud‟du olmasaydı
cazibe olmazdı. Dolayısıyla dağ bulutu çeker, Allah‟ın koyduğu sevgi gereği. Cazibe olmasaydı
elktron atomun çekirdeği etrafında dönmezdi. Cazibe olmasaydı eşya füzyona uğrar çöker ve madde
olmazdı. O zaman suyu içemez, kumaşı kesemezdiniz. Cazibe olmasaydı yediğiniz gıdaların faydalı
olanları kan‟a karışmazdı. Cazibe olmasaydı, olmazdık. İnsan da vahyi çekmelidir, dağın bulutu
çektiği gibi. O zaman yeşerir. Eğer vahyi insan çekerse, vahyin manaları tıpkı dağın tepesinde
bulutların yoğunlaştığı gibi, vahyin manası da insanın içinde yoğunlaşır. Yoğunlaşmazsa ne olur?
çıplak kayalara dağlara döner. Kıraç, hiç bir şey yok. Kuraklık susuzluğu, susuzluk kuraklığı besler.
Onun içinde ormanlık cennetin yeryüzünde ki teşbihidir. İnsanın içine vahiy yağmuru yağarsa
cennetin tohumları biter. Eğer yağmazsa çöl olur. o zaman yakar ve yanar. Hafızan Allahuiyyakum,
Allah sizi de, bizi de öyle olmaktan korusun.
بين ) مئذ للمكذ (12ويل ي
Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne. “O gün vay haline hakikati yalanlayanların!”
- Yazıklar olsun Allah‟ın verdiği suyu içip de kuduranlara. Yalanı hayat tarzı haline getirenlere,
Yalanı ahlak haline getirenlere yazıklar olsun. Hakikati yalanlayanlara. Bu ayet yukarıdakilere bir
atıfdır.
ن ) ب ا إل ما كنتم بو وكذ (29انطلق Ġntaliku ila ma kuntum bihi tukezzebun.
“HAYDĠ artık, yalanlayıp durduğunuz (Hesap Günü'ne) doğru ilerleyin bakalım!”
- Yani kaçamazsınız. Herkes akıbetine doğru yürüyor, kafirde, müminde. Allah‟tan kaçış yok.
- Bu pasaj yeniden dirilişi inkar eden akla hitap ediyor. Yeniden dirilişi insan neden inkar eder?
Aslında bu insanın en büyük yanlışlardan biridir. Hattizatında bu dinle ilgili değil, insanın kendine
verdiği değerle ilgili değil mi? Dinden daha fazla insanın kendine verdiği değerle ilgilidir yeniden
dirilişi inkar. Yani bir insan kendisini sineklerle, böceklerle nasıl eşitler? Kainatın göz bebeği olan,
mahlukat ağacının tohumu olan, meyvesi olan insan şu böcekle eşit öyle mi? Bunu bir insana
söyleseniz kavga çıkar, sen böceksin, sineksin deseniz üstünüze yürür. İyide kendine neden sinek
muamelesi yapıyorsun be adam. Ahireti inkar bu anlama geliyor. Hatta arıların ortalama ömrü 60-65
gündür. Ortalama ömrü 60 gün olan arının dahi bir yaşama amacı olsun bal yapmak gibi de, şu insan
denilen kainat ağacının muhteşem meyvesinin bir maksadı olmasın öyle mi? İnsana yapılan bundan
büyük bir hakaret var mı? Ahireti inkar bir inanç problemi olmaktan öte bir değer problemidir.
İnsanın kendi kendisine hakaretidir. Ve tabii ki aslında adalet duygusunun yok olmasıdır. İnsanda
adalet duygusunun yok olması vicdanı köreltir. Zaten kör bir vicdanda adalet duygusu yok olur. Film
izlerken tanımadığınız oyuncuların bulunduğu ortamla sizin hiçbir alakanız yok. Ama iç dünyanızda
kötülere karşı hep iyilerin yanında olursunuz. Hatta film kötülerden yana bittiğinde içinizde bir
burukluk kalır. Aslında filmdir ama Allah insanın özüne adalet duygusunu koymuş. İçine yazmış,
fıtratta bu var. İnsan doğal olarak tarafını iyiden yana belirleyendir. Bir insan düşününki bu duygu
körelmiş, yok olmuş hatta bir yerde ölen ve öldüren varsa öldüreni destekliyor. Bir yerde mazlum ve
zalim varsa otomatikman zalimden yana oluyor. Böyle bir insanı tasavvur dahi edemiyoruz aslında.
Gasp eden biri bile izlediği filmde gasp edilen birinden yana olur ve bunun farkına bile varmaz.
Kendi çıkar çarpar ama filmde çarpılandan yana olur, acır çünkü. O acıyan yer fıtrattır işte. Onun
için Allah‟ın insanı fıtrat üzerine yarattığının en büyük delilidir. Dolayısıyla insan tabiat olarak
hayırdan yanadır. İnsan tabiat olarak iyidir. İnsanın iyiliğinin en büyük delili de budur. Hiçbir insan
kendisine kötülük yapılmasından lezzet almaz. Bu fıtrat delilidir. Onun için ahireti inkar eden bir
insan aslında fıtratını köreltmiş, öldürmüş olur. Aslında fıtrat bir tarladır, böyle teşbih yapalım.
Rabbimiz o tarlaya tohum ekmiştir. Fakat bu tohumu sularsanız tarlada tohum olduğunu görürsünüz.
Çünkü tarlanın içindedir tohum. Yüzeyde değil, derindedir. Eğer üstten yağmur inzal olursa, o tohum
çimlenir. İşte fıtrat alt yapı, yağmur üst yapıdır. Vahiy bu yağmuru, fıtratta alt yapıyı temsil eder.
Fıtrat insana verilmiĢ olan vahiy, vahiy insana indirilmiĢ olan fıtrattır. Biri sabittir, diğeri
değişken. Terbiyede budur. Aslında terbiye fıtrat tohumunu sulamaktır. Bazen fıtrat tarlası yanlış
sürülür, tohumlar zayi edilir. Hatta getirilir oraya zakkum ekilir. Hatta hiçbir şey ekmeseniz de
yabani ot biter o tarladan. Çünkü toprak çok verimlidir. Verimli olduğu için boş kalmaz. Siz
ekmediniz mi rüzgar getirir ekmek istemediğiniz her tohumu oraya eker. İnsana yararlı yer meyveye
insan eli değer, meyve vermesi için insanın elinin değmesi gerekir. Peygamberler bu elin değmesi
için gönderilir. Kitaplar bu elin değmesi için gönderilir. Yoksa o tarla sulanmadan içindeki tohum
nasıl filiz verecek? Ahiret, ahirete iman budur işte. Ahireti inkar ederek bir insan nasıl yaşar? Biz
ahireti bir an aklımızdan çıkaramayız. İnsanlar ölümü hatırlamadan bir ömür nasıl yaşarlar bir
Müslüman bunu anlayamaz. Sorumluluk bilinci, takva aslında ahireti unutmamaktır. İşte bu
terbiyenin sonucunda insanda ahiret bilinci gelişir. Bu iman insanda farklı farklıdır. Bazılarında
ilmen yakindir. Vahiylerden aldığı kadarıyla bilgi seviyesindedir. Veya ana babasından, hocalarından
aldığı bilgiler kadardır. Bazılarında ise ahiret bilgisi aynel yakindir. Ahiret görülmez ki? Görmek
sadece bu iki göze mi has sanıyoruz? İhsan neydi? El ihsan; Allah‟a onu görüyormuşsun gibi kulluk
etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor. Bu mühim bir şeydir. Allah‟a onu
görüyormuş gibi iman edenler, Allah‟ın var dediğini de görüyormuş gibi iman ederler. Hz. Ali onun
için diyordu ki; “perde kaldırılsaydı yakinim artmazdı.” Yarabbi ne olur bize de nasip et. İşte o
dünyadan haber veriyor. Başka hiçbir kaynak haber veremez. Kur‟an; lâ yunebbiuke mislu habîr; her
şeyden haberdar olanın verdiği haber gibi haber verecek hiçbir kaynak yoktur (Fâtır 14). Ancak
vahyin kapısına gelecek; Rabbim yarınımızdan sen bize haber ver, ne olacağız, nereye gideceğiz.
İnsanın varlık sorusudur bu. Modern hayat insana varlık sorusunu sordurmamak üzere
kurgulanmıştır. Işıltılıdır, parlaktır, cazibelidir fakat hoş ve boştur. İçi boştur. Günahlar neon
lambalarının altında işlenir, cıcılı bıcılıdır ama boştur. Onun için ahiretten bahseden tek kaynak
Kur‟an‟dır, Lebbeyk yarabbi demekten başka çare yok.
ا إل ظل ذي ثلث شعب ) (32انطلق Ġntaliku ila zıllin ziy selasi Ģu'ab.
“(Ġnsanın duygu, düĢünce ve eylemini kuĢatan) üç boyutlu gölgeye doğru ilerleyin!”
- İlerleyin, koşun, seyirtin, bir gölgeye ki ila zıllin. İla zılli değil, dehşet bir gölge, tarifsiz ve tanımsız
bir gölge demektir. Eğer olumlu bir şeyden bahsediliyorsa muhteşem bir gölge, olumsuz bir şeyden
söz ediliyorsa dehşet bir gölge manası veririz.
- Ziy selasi Ģu’abin; sadece burada gelen bir açıklamadır. Öyle bir gölge ki üç şubeli, üç unsurlu, üç
dallı bir gölge. Yani buna birazda üç boyutlu diyebiliriz. Şu‟ab doğrudan boyut manasına gelmez
ama dolaylı bu mana verilebilir. Müfessirlerimiz sadece yorum yapmışlar. Elmalılı; Haydin, burada
boşanın, üç çatallı bir gölgeye gidin, Yani Allah'ın birliğini tanıyan, onun tek olduğuna inanan müminlere
özgü koyu gölgede, Arş'ın gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin hakkınız yoktur. Siz
Allah'a inanmıyordunuz. Onun bir ortağı olduğunu; baba, oğul ve mukaddes ruh gibi üç parçadan oluştuğunu
zannediyordunuz. Şimdi onun bir olduğuna inanan müminler Arş'ın gölgesinde, o koyu gölgede
gölgelenirlerken siz inandığınız üç çatallı gölgeye sığınınız. Ata'dan rivayet edildiğine göre bu üç çatallı
gölge, cehennem dumanın gölgesi diye yorumlanmış, birçok tefsirci bu hitabı da öncekinin bir izahı gibi kabul
ederek bunu takip etmişler ve şöyle demişlerdir: Cehennem dumanı üç ayrı yerden yükselecek, kâfirler onu
ateşten korur zannederek koşacaklar ve onu en kötü bir halde bulacaklardır. Bu duruma göre bu âyette geçen
"zıll", yani gölge, "yalanlamakta olduğunuz şey"in bir açıklaması demek olur. Fakat Ebu Hayyan'ın
naklettiğine göre, İbnü Abbas şöyle demiştir: Bu hitap haça tapanlara söylenecektir. Müminler Allah
sayesinde Arş'ın gölgesinde korunacak, haça tapanlara da, "taptığınız haçın gölgesine gidin" denecek. Zira
haçın üç çatalı vardır. ŞU'AB, bir cisimden ayrılan çatallardır." Yani haçın bir kolu, gövdesi demek
olduğundan çatalları üçtür. Demek ki, "Üç çatallı bir gölge", hristiyanlığın teslis inancının, Allah'ı
oluşturduğuna inandıkları üç unsurun bir simgesidir. Haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve Ahireti
yalanlamıyor fakat en büyük kurtuluşu bu haçtan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Ahirette, o hüküm
günü müslümanlar inanmış oldukları o saf bir Allah inancı gölgesinde gölgelenirlerken, "Allah hem birdir,
hem üçtür" diye üç unsur ile teslis (üçlemey)e inananlara: "Haydin gidin, o "üç çatallı teslis gölgesine"
denecek. Fakat öyle bir üç çatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası
olabilir mi? Yani Yoruma açık. Burada ki gibi ibarelerin hakikatini ahirette göreceğiz. innemâ
ilmuhâ inde rabbî; İlim Allah katındadır A‟raf 187. Dolayısıyla görseydik ölürdük, onun için ölünce
göreceğiz.
- Cennetin gölgesi aşağıda gelecek, cennetin gölgesinde gölgelenmeye layık olmayanlar cehennemin
boyutlu dehşet gölgesinde olacaklar. Üç boyutlu gölge aslında şu; ceset, can, ruh. Ceset; bu dünyaya
ait olanı, can; cesede hareket veren unsuru, yani hayvanlarla ortak olduğumuz unsuru, ruh; bizi insan
yapan, akıl ve şuurun fıtratın içinde olduğu şeyi ifade eder. İnsan Allah‟ın verdiği emanete ihanet
ettiğinde bir tek şeye değil üç şeye ihanet etmiş oluyor. Üç nimete ihanet; bedene ihanet etmiş
oluyor, el, göz bir nimet, kulak bir nimet dil bir nimet. Cana ihanet etmiş oluyor, sadakat
göstermemiş oluyor. Ve ruha ihanet etmiş oluyor. Bu üç ihanetin karşılığı da orada üç boyutlu veya
üç dallı bir bela olarak geliyor. Veya yine üç boyut; insanın üç yeteneği akıl, kalp ve beden. Bu
üçüne ihanet. Duygu, düşünce ve eylemini kuşatan gölge diyebiliriz. Bunları temsilen kafa, bilek,
yürekte diyebiliriz. Yani insan üç boyutlu nereden bakarsak bakalım. Üç boyutla işlenmiş bir günah
ahirette üç boyutlu bir karşılık bulacak. Onun için ziy selasi Ģu'ab bu olsa gerek.
- Veya başka bir açılım şu olabilir; Cehennem dumanının yakıcı, boğucu ve kör edici gölgesine...
Zımnen: zira siz dünyadayken fıtrat, hilkat ve akleden kalbinizin üzerini küfür perdesiyle örterek
vahyin ışığından mahrum bırakmıştınız.
(31ل ظليل ول ي غن من اللهب ) La zaliylin ve la yuğniy minelleheb.
“Serinletmeyen ve ateĢin alevinden korumayan (acayip bir gölgeye)”
- Öyle bir gölge ki serinletmez ve ateşin alevinden asla korumaz. İlginç hem gölgeden bahsediyor 3
boyutlu gölgeden, hem de zaliylin diyor, gölgesi olmayan. Yani serinletmeyen gölge. Sanmayın ki
gölge serinletecek. İlk muhataplar ve o coğrafya için gölge aslında hayattır. Biz pek anlamıyoruz da,
oralara gidenler gölgenin ne kadar önemli olduğunu bilirler.
- Ve la yuğniy minelleheb; alevden korumayan gölge. Leheb aslında alev demek, ebu leheb alev
babası demektir. Ateş değil, ateşin alevi. Belki de alevli ateş. Tebbet suresinde Tebbet yeda ebiy
lehebiv ve tebb derken adamın künyesi bile bir kinaye gibi. Alevli ateşin babası, eli kurusun. Sanki
kendi ateşinde yansın der gibi bir şey. Kendi alevinde kavrulsun.
- Merhum şehidimiz Seyit Kutup‟un tefsirinin adı FĠZĠLALĠL KURAN „dır, Kur‟an‟ın gölgesinde.
Yani Kur‟an‟ın gölgesinde dünyada yaşamayanlar, cehennemin üç boyutlu gölgesinde yaşayacaklar.
Ata‟dan gelen bir rivayette cehennemin üç bacası der buna. Buda bir yorum. Tabii aklımızın
ermeyeceği kadar büyük bir dehşetten bahsedildiği açık.
(32إن ها و رمي بشرر كالقصر ) Ġnneha termiy biĢererin kelkasr.
“O (alevin ateĢi) dev yapılar gibi kıvılcımlar saçar” - Cehennem anlatılıyor, cehennemin korkunçluğu dile getiriliyor. Ke'l -kasr, çoğul olarak
anlaşılır. Zira el cins içindir.
- İnneha termiy; o gölge sanki mermi atar gibi sıkar, savurur, neyi; Bişererin; şerareyi, nedir?
Kıvılcım. Öyle bir kıvılcım saçar ki Kel Kasr dev binalar gibi. Kasr aslında köşk, o günün en büyük
binası. Gökdelenler gibi desek sanki bugüne daha iyi taşırız. Kuleler gibi tabiri caizse kıvılcım saçar.
Yani her bir kıvılcımı gökdelen kulesi gibi. Tabii mutlak olarak ahiretten bahseden her türlü ifade
mecaz olmak zorundadır. Çünkü gayba dair insanın anlayışı ancak bunu kaldırabilir. Kıvılcım
denince dünya kıvılcımı aklınıza gelmesin, ateş deyince dünya ateşi aklınıza gelmesin. Ama ya ne
gelsin? Onu da görmedik ki? En azından şunu bilelim; bu konuda cennetten ve cennet nimetlerinden
bahsedilirken saadetin uç noktası, tabiri caizse mutluluğun üretildiği merkez. Cehennemden de
bahsedilirken belanın, gazabın ve azabın uç noktası. Görmediğimiz ve aklımızın almadığı bir şey.
(33كأنو جالة صفر ) Keennehu cimaletun sufr.
“sanki akkordan halatlar gib i . ”
- Sanki o iyice kızarmış, sanki kızarmış bir demir. Çok yüksek derecede kızartılan bir demir sararır
değil mi? Sarı hal alır. Sarı renk aslında kırmızının bir ileri halidir. Önce ısıttığınız demir kırmızıya
döner sonra sararır. Onun için burada alevin önünde herhangi bir şeyin ergime noktasının hemen
önündeki aşamayı ifade eder. İşte buradaki sufr odur, sarı demektir. Cimale aslında burada cimaletun
geçiyor, cumâletun da okunmuş. Bazı kariler cumâletun okumuşlar, cumâlâtun da okunmuş. Mana
değişiyor onun için bu kıraâtlar zikrediliyor. Manaya katkısı yoksa zaten kıraâtı geçiyoruz.
Cimaletun deveden gelir diyenlere göre; “sanki o kızarmış, iyice erimek üzere olan bir deve” pek
uymuyor. Cumâletun okuyanlar halat diyor, gemilerin bağlandığı halat. O çok kalın halat. Bu daha
uyumlu gibi geliyor. O zaman cehennemin gölge içindeki o kıvılcımları gemilerin bağlandığı o bacak
kalınlığındaki halatlara benzetiliyor. Belki sütun gibi kalın halatlar.
بين ) مئذ للمكذ (43ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!” - Bu zımnen o günü yalanlamalarından dolayı yazıklar olsun. Yine zımnen o gün yalanladıkları için
yazıklar olsun. 10 tane gelir bu surede bu ayet. Fakat bu onu da eşdeğer vurguda değildir dedik. Yani
lafzen aynı ibaredir, fakat değer olarak aynı değildir, vurgu olarak aynı değildir. Bu ibarede
yalanlananlar hemen öncesinde geçen şu ahirete ilişkin tasvirlerdir. Yani bunları yalanlayanlara
yazık oldu veya yazıklar olsun.
ن ) م ل ي نطق (35ىذا ي 35. Haza yevmu la yentıkun.
“Bu, ağızlarını açamayacakları bir gündür” - Yani ağızlarını açıpta mazaret ileri süremezler. Benim küfür mazeretim şuydu, şunu peşine takıldım
böyle oldum diyemeyecekler. El yevme nahtimu alâ efvâhihim; o gün ağızlarını kapatırız, ve
tukellimunâ eydîhim; elleri bize konuşur, ve teşhedu erculuhum ayakları şahitlik yapar (Yasin 65).
Diller o gün susmuş adeta. Hiç kimse hiç kimseyi o gün temize çıkaramaz. Hiç kimse hiç kimseyi o
gün aklayamaz. Onun için ne konuşacak; dil aslında perdedir. Arifler “söz perdedir” derler. Bir
yerden baktığınızda söz ifadedir, kendinizi ifade edersiniz. Ama daha içerden baktığınızda söz
perdedir. Kendinizi ifade etmemek için konuşursunuz. Yani saklamak içinde konuşulur. İnsan
kendisini saklamak içinde konuşur. Hele karşınızdakinin basireti ta yüreğinize ulaşıyorsa. Onun için
derine inildikçe söz perde olur. Söz yüzeyde ifade olur, ama derine inildikçe söz perde olur. İşte
orada bazen yürek konuşur. Hani “dili yok kalbimin bilsen bundan ne kadar bizarım” diyordu ya
Akif. Yani dili yok kalbimin diyor ama kalbin dili var, kalp konuşur. Kalp konuşursa dil durur
aslında. Dilin ifadeden aciz kaldığı nice şeyi kalp söylemiştir. Gözüme bak anlarsın deriz bazen. İki
damla göz yaşının ifade ettiği gerçeği bazen hangi söz ifade edebilir. Onun içinde burada da söz
bitmiştir artık, söyleyecek bir şey yok. Konuşulmayan gün, hiç kimsenin ağzını açamadığı gün.
Çünkü lafa ihtiyaç yok. Çünkü eşya dile gelmiş, her organın dile gelmiş, ne diyeceksin? Ben
yapmadım de dur, elin orda. Bütün organların aslında Müslümandı doğduğunda, ama sen onları zorla
yoldan çıkardın ne diyebilirsin ki? Öyle bir mahkeme ki organlar kadar dağlar, nehirler, ağaçlar,
otlar, bulutlar var. Bulut ben gördüm YaRabbi dediğinde ne yapacaksınız? Onun için Allahrasulü bir
dağa çıktığında iki rekat şahadet namazı kılardı. Onun için müslümanlar mescitte namaz
kıldıklarında yerlerini değiştirirler. Bir orda namaza dururlar, bir burada. Bu eşyaya cansız
muamelesi yapmamaktır işte. Bu eşya ile interaktif bir ilişkiye girmektir. Etrafınıza bakarken
Allah‟ın bak dediği yerden bakmaktır. Bu bilinci Kur‟an verirse bir insana, o insan her anını Allah‟lı
yaşamaz mı? Zaten maksat o değil mi? İnsanı gafletten kurtarmak değil mi?
(23ول ي ؤذن لم ف ي عتذرون )
36. Ve la yu'zenu lehum feya'tezirun.
“(o gün) onlara özür dilemeleri için dâhi verilmez izin.”
- İzin verilmez. Onun için mazeret yok. Kıyamet suresinde Belil'insanu 'ala nefsihi basıyratun/ Ve lev
elka me'aziyra bilakis insan kendi üzerine bir gözlemcidir, harika bir gözlemci „ala nefsihi basiyra
kendi üzerine bir gözlemci. Yani sana gözlemci gerekmez ki, sen kendinin gözlemcisisin. Ve lev elka
me'aziyra isterse mazeret ileri sürsün. Sanki birbirinin tefsiri gibidir bu ayetler. Ve bağlamdan kopuk
olmayan yoruma göre devam edelim La tuharrik bihi lisaneke lita'cele bih dilini oynatma ey
insanoğlu, ağzını açma. Üstelik kitabını okumak içinde böyle oldu bittiye getirme lita'cele bih yani
aceleye getirip kimse duymasın falan yapma. İnne'aleyna cem'ahu ve kur'aneh onu bir araya
getirmek, senin hayatını, senin hayatının parçalarını bir araya getirmek ve okumak bize düşer. yani
üzerine yatamazsın. Feiza kare'nahu fettebı'kur'ane biz onu sana bir bir sayacağız, okuyacağız sen
onun okunuşuna uy. Yani sen tıpış tıpış seyret filmini, karneni.
مئذ لل بين )ويل ي (42مكذ Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- Yazıklar olsun o gün yalanı hayat tarzı haline getirenlere. Mukezzibiyn; yalanı hayat tarzı haline
getirmektir. Bu kalıpta geliyorsa, isim kalıbıyla geliyorsa eğer, yalanı hayat tarzı haline getirmektir.
Hakikati yalanlamayı hayat tarzı haline getirmektir. Tabii bu sadece dilde olmaz, bu yaşayışımızla da
olur. Unutmayalım ayetlerin muhatapları bizleriz. Bu ayetler bu hakikatleri yalanlamayın diyor, dil
ile yalanlamayın, tavrınızla yalanlamayın, yaşantınızla yalanlamayın. Çünkü biz sadece dilde
bunların yalan sayılacağını düşünüyoruz.
م الفصل جعناكم (33والولين )ىذا ي Haza yevmulfasli cema'nakum vel'evveliyne.
“ĠĢte bu, Ayrım Günü'dür. (Onlara denilecek ki): "Sizi ve öncekileri bir araya topladık:”
- İşte bu yevmulfasl‟dır. Hakkın batıldan, kafirin müminden, iyinin kötüden, doğrunun yanlıştan
ayrıldığı gündür. Yani suyu getirenle testiyi kıranın bir tutulmadığı gündür. Dikkatinizi çekiyor mu,
Kur‟an kendisi için “kavlül fasl” der. İnnehu le kavlun fasl (Tarık 13); yani hakkı batıldan seçip
ayıran, iyiyi kötüden ayıran söz demektir. Zaten Furkan da Kur‟an‟ın kendisine verdiği bir vasıfdır.
Tüm vahiylerin sıfatıdır, Faruk olmak. Burada ikisi arasında zihni bir intikal yapalım; kavlül fasl
dünyada eğer size bu yeteneği kazandırmakta yeterli olmazsa, yevmül fasl sizi orada ayırt etmeyi
bilir. Yani siz dünyada hakkı batıldan seçip ayıran bir akliyete kavuşmazsanız Allah orada sizi seçip
ayırır ve taşların içine atar, pirinçlerin değil. Çünkü cüruf olursunuz. Dünyada cevheriniz
cürufunuzdan ayrılmaz ve cevhere seçilmezseniz ahirette cürufa seçilirsiniz, bu bu demektir.
- cema'nakum vel'evveliyne; sizi ve öncekileri bir araya topladık. Bir araya getirdik. Bu nedir? Bu
şudur; şair öyle diyordu ya; oluklar çift, birinden nur akar birinden kir; siz nur akan olukta mısınız?
Kir akan olukta mı? Yani firavun gibi yaşayıp, Musa gibi akıbete ermek yok. Nemrut gibi yaşayıp
İbrahim‟in akıbetiyle akibetlenmek yok. Hz. Muhammed (a.s.) ın akıbetine eğer ulaşmak istiyorsanız
onun yolundan yürüyün. Musanın akıbetine ulaşmak istiyorsanız firavunun değil, Musa‟nın yolundan
yürüyün. Onun için kim gibi davranıyorsanız onun akıbetini paylaşırsınız. Bizim için dedemizin
zamanı bile çok uzun geliyor. Kaldı ki daha eskilerin yaşadığı zamanlar. Peki birde Allah için bunun
ne anlama geldiğini düşünün. Değil üçbin, değil üçyüzbin, değil üçmilyon üçmilyar yıl, tüm zaman
Allah‟ın kudret avcunda dürülmüştür. Ne kıymeti var. Önce ve sonra bizim için var, Allah için böyle
bir şey yok. Onun içinde Rabbimizin gör dediği yerden bakınca insanlığın tüm tarihi akan bir ırmak
gibi gözüküyor. İki ırmak, birinden nur akıyor birinden kir. Birinden lağım akıyor, birinden kevser.
Kevser cennete dökülüyor. Onun için nereye gidip nerde kürek çektiğimizin farkında olalım.
(39فإن كان لكم كيو فكيوون ) Fein kane lekum keydun fekiydun.
“Haydi, eğer elinizde bir kurtuluĢ planı varsa hemen onu uygulayın!"”
- Keyd; tuzak demek, plan demek. Kurtuluş için yapılan düzenek demek. Hile manasına da gelir. Ama
Allah‟a atfen de Kur‟an‟da kullanıldığı için Allah için hile manasında kullanılması edebe aykırıdır.
Onun için “onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzağını bozdu diye çeviririz.” İşte burada da
“elinizde bir plan varsa” fekiydun; o planı hadi uygulayın. Burada zımnen şöyle bir şey var. Dünyada
düzenler, düzenekler kurdunuz. Planlar yaptınız, Allah‟ı atlatırım sandınız, Allah size o yetkiyi verdi.
O iradeyi, o gücü verdi, size aklı verdi siz bu iradeyi ve gücü alıp Allah‟ı aldatmak için kullanmaya
kalktınız. yevmeizin eynelmeferr; bu gün nereye kaçmalı? Hadi burada da kurun o tuzağı. İşte burada
böyle zımni bir meydan okuma var.
بين ) مئذ للمكذ (01ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- O gün hakikati yalanlayanlara yazık, çünkü kendilerine yazık ettiler, yazıklar olsun. Hakikati
yalanlamayı hayat tarzı haline getirenlerin haline.
ن ) (32إن المتقين ف ظلل وعي
Ġnnelmuttekıyne fiy zılalin ve 'uyun.
“ġÜPHE YOK KĠ muttakiler (huzur veren) gölgeler altında ve (ebedi saadetin)
kaynağında bulunacaklar”
- Yani bir pasaja girdik.
- Muttakilere, İmanı takviyeli olup ta depremlerde yıkılmayanlar var ya, gölgelikler altında ve pınar
başlarında olacaklar. Canlarının istediği her şey onları neşe ve sevince boğacak. Muttakilere gelince;
Allah‟a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar, Allah‟a karşı, eşyaya karşı, insana karşı, kendine
karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar fiy zılalin; işte burada da o gölge geldi, cennet gölgesi.
Cennetin gölgesinin sebebi nedir; yukarıyı göremeyecek kadar yeşilliklerle kaplı olan demektir.
Cennet örtülmüş demektir. Cennet hem tabanı, hem de tavanı güzelliklerle örtülmüş demektir.
Güzellikler her tarafı kaplamış hiçbir şey görünmüyor demektir aslında. Cenne, cin, can, cenin
bunların hepsi aynı kökten gelir, görünmeyen örtülmüş korunmuş kök anlamlarına gelirler.
- Ve „uyun; 'Aynen: "Kaynak, göz, su, casus, kuyu" anlamındaki 'ayn'dan türemiştir. Gözlerin
başındadırlar. Aslında su gözleri, belki ırmak gözleri, belki artezyen gözleri. Belki daha başka gözler.
Nur gözleri belki. Neden yani hemen aklımıza h2o gelsin ki; belki bunlar mutluluğun gözleri desek
yanılmış olur muyuz? Asla, saadetin gözleri, huzur ırmağının çıktığı yer. „Ayn; İrfan ilminde
"muhabbet", burhan ilminde "cevher", beyan ilminde "kendi cinsi" mânasına gelir. Burada "Ebedi
saadetin kaynağı" vurgusunu taşır.
ن ) اكو ما يشت ه (22وف
Ve fevakihe mimma yeĢtehun.
“ve canlarının istediği her Ģey, onları neĢe ve zevke gark edecek-”
- Fevakih; aslında kelime anlamı olarak insana neşe, huzur ve refah veren şey demek. Ama yan anlamı
meyveler demek. Niye meyve anlamı o kökten gelmiş; fevakih, refah niye meyveye böyle bir kökten
isim verilmiş? Çünkü bir sofraya ekmek önce gelir, sonra et, pilav, yemek gelir. Sonra sütlü gelir,
tatlı gelir en son meyve gelir. Fevakih Arap dilinde kuruyemişi de kapsar, aslında meyvelerin yaşını
da kurusunu da kapsar. Şimdi yemeğin üstüne meyve de kuruyemiş de geldiyse sofranın zenginliğine
delalet eder. Bu aslında Rabbimizin insana ahirette hazırladığı sofranın noksansız olacağına delalet
eder. Hazin olma gönül zinhar kerim Allah‟ımız var/ daima eyle istiğfar kerim Allah‟ımız var. Yani
cömert Allah‟ımız var. Onun içinde onun cömertliklerinden bir buket sadece sunulanlar. Min
beyaniyye olarak alınmıştır. Usanç ve can sıkıntısına neden olan bir boşluk olmayacak (42/Fâtır: 35).
Fâkihûn'un (bir okuyuşta fekihûn) türetildiği fekih, "sevinç, sürur, neşe, refah" anlamlarına gelir
(Mekâyîs). Sonradan "meyve" anlamını kazanan fâkihe, sofranın son halkasını, dolayısıyla refahın
kemal düzeyini temsil eder. Aslında burada yaşarken canlarının istediği birçok şeyden Allah için vaz
geçtiler, canları çekiyordu Allah için vazgeçiyorlardı. Allah için yedim say diyorlar, onu tasadduk
ediyorlardı. Canları çekiyordu, haram diyorlardı, Allah haram koydu. Bazen helal olmasına, canı
çekse de onu veriyor, vazgeçiyordu. Hani Allahrasulü öyle yapardı ya; “neyi severse onu bağışlardı”
özelliklede şu ayet indikten sonra Ve lâ temuddenne ayneyk ilâ mâ mettâ‟nâ bihî ezvâcen minhum
zehretel hayâtid dunyâ li neftinehum fîh…(Ta-ha 131.ayet); onlara verdiğimiz nimetlere gözünü
dikip dikip durma. Bu ayet indikten sonra diyor Hz.Aişe Allahrasulü dünyaya ait bazı şeyleri severdi,
mesela yağız atlarla, kızıl develeri çok severdi, gördüğü zamanda seyrederdi diyor. Dünyaya gözünü
dikme ayeti indikten sonra sevdiği hiçbir şeye doyası bakamadı. Bir yağı at veya kızıl deve
gördüğünde sanki ayıp işlemiş gibi gözünü yere indirirdi. Nasıl terbiye ama, değil mi? Saffan bin
ümeyye huneyn savaşından sonra bir vadideki kıpkırmızı develer sürüsüne dudaklarını ısırarak
bakarken Rasulallah bunu fark edince “ha hiye lek” der, gördüğün senindir. Adam müşrik olarak
huneyn savaşına katılmış, “müellefeyi gulup” kontenjanından. Huneyn de Saffan gibi 300 tane var,
yenerse ganimet alırız, yenilirse karşıya geçeriz diyen. Ve tabi gördüğün senindir deyince
Allahrasulü adamın rengi atıyor, nutku duruyor. Bir müddet sonra dilinin bağı çözülüyor ve ilk
söylediği cümle şu “bunu ancak bir peygamber yapabilir” bitmiştir, yüreğini almışınızdır her şeyi
sizindir artık, öylede olmuştur.
ا ىنيئا با كنتم و ع ا واشرب ن )كل (22مل
Kulu veĢrebu heniy'en bima kuntum ta'melun.
“(onlara) "Yaptıklarınıza karĢılık olarak yiyin, için, afiyet olsun!" (deriz).”
- Yiyin için, afiyet olsun. Bu Allah‟ın bir ödülüdür denilecek. Yaptıklarınızın karşılığı değil,
yaptıklarınıza karşılık bir ödül olarak. Çünkü bir sonraki ayeti unutmadan buraya meal vermemiz
gerekiyor. Çünkü cennet yaptıklarının bedeli değil, insanın yaptıklarının ödülüdür.
(44إنا كذلك نزي المحسنين ) Ġnna kezalike necziylmuhsiniyn.
“Elbet Biz iyileri iĢte böyle ödüllendiririz!”
- İşte biz Allah‟ı görür gibi yaşayanları böyle ödüllendiririz. Muhsinleri böyle ödüllendiririz. Mel
ihsan sorusuna Allahrasulünun verdiği cevaptan yola çıkarak muhsiniyn‟i; ihsana ermiş olanlar, iyi
olanlar, iyiliğe ulaşmış olanlar, iyiliği hayat tarzı haline getirmiş olanlar. Burada muhsiniyn tam
olarak mukezzibiyn‟in zıttıdır. Mükezzibiyn Yalanı, günahı hayat tarzı getirenlere karşı, iyiliği,
hakikati, doğruyu, sevabı hayat tarzı getirenler muhsiniyn. İki hayat tarzı farklı bu doğru. Kavga
hayat tarzı kavgası bu doğru. Ama kimin hayat tarzını örnekleyeceğiz? Kim gibi yaşayacağız? Benim
gibi yaşa, benim gibi yaşamazsan öl diyenlere niye sizin gibi yaşayalım demek hakkımız değil mi?
Siz tek dünyalısınız, ben çift dünyalıyım demek hakkımız değil mi? Niye tek dünyalı gibi yaşayalım.
Sen hiç ömründe Allah rızası için bir şey verdin mi? Paylaştın mı? Benim servetimin içinde Allah
rızası için 40 ta bir var. Sen bunu bilebilir misin? Birde beni verirken görünce kırk yalan
uyduruyorsun, nerden geldi bu paralar falan. Vermemden neden rahatsızsın. Müslüman olmak baştan
aşağıya insanlık için sebil olmaktır. Ha değilsek o bizim kusurumuz onu söyleyelim. Baştan aşağıya
bizim görevimiz katma değer olmaktır.
بين ) مئذ للمكذ (45ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyn.
“(Ne ki) o gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- Bir tarafta ihsan, iyiliği hayat tarzı haline getirenler dururken, kötülerden olmayı tercih edenlere
yazıklar olsun denilecek.
ن ) ا قليل إنكم مرم ا وتت ع (04كل Kulu ve temette'u kaliylen innekum mucrimune.
“SĠZ de (dünyada) yiyip için ve geçici hazların sefasını sürün (ey yalanlayanlar)! Çünkü
siz, günahı hayat tarzı haline getirdiniz.”
- Temette‟u; aslında meta kökünden gelir. Kur‟an‟da sık geçen bir kavram. Geçtiği her yerde de
olumsuz manada gelir. Metâun kalîl bu az, aslında geçici, anlık, tadımlık lezzet demektir. Hayra
meta denmez. Ancak hazza meta denir. Meta‟nın üç olumsuz vasfı vardır; 1) kamil olmayandır, 2)
sabit olmayandır 3) daim olmayandır. Kamil olmayan, sabit olmayan, daim olmayana meta denir.
Meta tam değildir, noksandır. Bakın dünyada ne tamdır? Bir şey elde ettiğiniz zaman mutlaka
yanında bir dikeni olur, gülünüz olsa bile. Mal elde edersiniz ne yapacağım diye uykularınız kaçar.
Adam üç kuruş olsun diye uykuları kaçar, üç kuruşu olunca da ne yapacağım diye uykuları kaçar.
Nakısdır çünkü, kamil değildir. Geldi mi yanında problemini getirir. Sabit değildir gelip geçicidir.
Yeryüzünde çıplak gelip, Karun gibi olup sonrada tekrar çıplak gidenler yok mu? Elden ele döner
durur. Mal devlete benzer, elden ele döner. Daim de değildir, kim götürebiliyor ki? Fakat ahiret
nimeti naim; kamildir, sabittir, daimdir. Neyi öncelediğimizi iyi bilelim. - Kulu ve temette'u kaliylen; yiyin, az bir tadımlık lezzet tadın bakalım. Sizde tadın. Kaliylen birde azı
arkasından getirmiş, bu tekit içindir. Aslında temetteu‟nun içinde kaliyl vardır. Ama kaliylen tekit
için gelmiş, azında azı. innekum mucrimune; eninde geçinde siz mücrimsiniz. Mücrim; aslında kök
manası kesmek idi. El mücrim aslında kesilmiş demek. Neden kesilmiş? Hakikatten kesilmiş.
Allah‟ın rahmetinden kesilmiş, mağfiretten kesilmiş, fıtrattan kesilmiş. Yani siz belanızı
bulmuşsunuz. Geçici hazların peşindesiniz. Onun için efendimize Al-i imran suresinin sonunda 196.
ayette Lâ yegurranneke tekallubelluzîne keferû fîl bilâd kafirlerin yeryüzünde böbürlene böbürlene
gerine gerine, bir elleri yağda, bir elleri balda yedikleri önünde yemedikleri ardında böyle krallar gibi
yaşadığı seni aldatmasın. Ne kadar hoş bir uyarı. Nasıl aldatır bu, eğer servet insanın iyiliğine bir
delalet olsaydı iyiler servet sahibi olurdu. Servet sahibi olmanın iyilikle veya kötülükle bir alakası
yoktur. Bazıları terden bakıyor, servet sahibi ille kötü. Onun için peygamberler arasında sultanda
gelmiş hz. Davut gibi hz. Süleyman gibi. Yani serveti nasıl kullanıyorsanız servet sizin renginizi alır.
Kab sizsiniz servette sudur. Kabın içinde nasıl durduğu veya ne renk aldığı size bağlıdır.
بين ) مئذ للمكذ (04ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- Veyl olsun o gün hakikati yalanlamayı hayat tarzı haline getirenlere.
ن ) ا ل ي ركع (03وإذا قيل لم اركع Ve iza kıyle lehumurke'u la yerke'une.
“Zira onlara Allah'ın huzurunda saygıyla eğilin denildiğinde eğilmezler.”
- Kur‟an eliptik bir metin olduğu için açılımı kendilerine Allah‟ın huzurunda eğilin denildiğinde la
yerke‟un, eğilmezler. Allah‟tan başka herkesin önünde eğilenler, Allahın huzurunda eğilmemişlerdir.
Bu çok önemli, Allah‟ın huzurunda eğilenler Allahtan başkasının huzurunda eğilmesin diye
eğiliyoruz, maksat budur. Ruku ve secdemizin maksadı neymiş? Allah‟tan başkasına kul olmayalım,
buymuş. Ruku bir taat, secde bir aşk hareketidir. Rüku Allah‟a itaat ettiğimizin ifadesi, secde ise
rabbimize sevdiğimizin, rabbimize muhabbet ettiğimizin ifadesidir. Onun vedud isminin karşılığını
verdiğimizin ifadesidir. Anne karnına dönüşümüzün ifadesidir aynı zamanda secde. Rüku ise
tazimde insanın son haddidir. Aslında rükunun bir başka ifadesi de kainattaki koroya katıldım
demektir. Bakın kainatta canlı varlıklar, sular, ormanlar her şey ya ruku ya secde halindedir. Dağlar
kıyam halindedir. Canlılar rüku halindedir, sular secde halindedir de derler. Yani namaz aslında
kainatı oluşturan unsurların hallerinin tamamını ibadetin içinde toplamaktır. Ben kainatın ilahisini
söylüyorum demektir. Rüku burada bağımsız olarak Allah‟a inkıyatı, teslimiyeti ifade eder. Yani
onlar Allah‟a teslim olmazlar yerke‟un.
بين ) مئذ للمكذ (49ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyn.
“O gün vay haline hakikati yalanlayanların!”
- Veyl olsun o gün hakikati yalanlamayı hayat tarzı haline getirenlere.
ن ) (52فبأي حويث ب عوه ي ؤمنFebieyyi hadiysin ba'dehu yu'minun.
“Haydi (buna inanmadılar), iyi de, bundan böyle hangi habere inanacaklar!”
- Mürselat suresinin son ayeti böyle, hitam böyle. Hıtamuhu misk; bundan sonra buradaki sonralık bir
zamansal bir sonralık değil, makami bir sonralık. Ne demek? Bu Kur‟an‟ı da dinlemeyen neyi dinler?
Bu Kur‟an‟ın da sözünü tutmayan neyin sözünü tutar, O‟na kör ve sağır davrananın kulağını ve
gözünü ne açar? Onun için vahiy Rabbimizin insana indirdiği bir gök sofrası. Bu gök sofrasına sırtını
dönen ne büyük bir ihanet içindedir kendine karşı bir düşünsenize. Allah konuşuyor, Allah
konuşurken bile kulaklarını kapıyorsan kim konuşurken dinlersin ey insanoğlu. Allah Rasulü bu
âyeti okuyan birinden, "Allah'a ve O'nun indirdiğine iman ettim" demesini istermiş (İbn Kesir). Bu,
vahiyle diyaloğa girmenin vahyi canlı seslenen bir özne olarak görüp ona cevap vermenin güzel bir
örneğidir.
- Allah‟a da inanmadılarsa kimin haberine inanacaklar. Allah inanmayan kime inanır, Allah‟a
inanmayanın başkasına inanmasının ne yararı var. Allah‟a inanmamak gibi bir küstahlıktan Rabbim
hepimizi muhafaza buyursun. Rabbim sözüne yürek verenlerden etsin. Rabbim ayetlerin manalarını
tüm hücrelerimize tecelli ettirsin.
“ ve ahiru davana, en elhamdülilahi Rabbül Alemin.” İddiamızın, davamızın tüm hasılatı ve son sözümüz Alemlerin Rabbine Hamd‟dir.