Upload
others
View
5
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
-~,;_.-">'···-
Mevlana Halid-i Bağdadi
ve
Osmanlı Toplumunda
Halidilik
Çalıştay ve Paneli
(06-07 Kasım 2014)
Bildiriler EDİTÖR
Yrd. Doç. Dr. Abdulcebbar KA V AK
AGRI-2016
3
M. Latif BAKIŞ
Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi
İslami İlimler Fakültesi
HÂLİDÎ ÖĞRETİLERİN ANADOLU’DAKİ SOSYAL
VE
(Anadolu Kültürünün Temel Dinamiklerine Hâlidîliğin Harmanladığı
İslâmî entelektüel birikimi ihyâ etmenin yollarından biri de
Tasavvuf ilmidir. Kaynağını Kur’an’dan
risalet öncesinden başlayıp vefatına kadar ki
*Öğretim Görevlisi, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi56 Tasavvuf’un kaynağının olmayıp, kaynağın tamamen Kur’ânResülullah(sav) olduğuna dair geniş bilgi için bkz; Roger Garaudy, Cemal Aydın, Pınar Yayınları, İstanbul 1995, s.43
123
Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi
İslami İlimler Fakültesi
LİDÎ ÖĞRETİLERİN ANADOLU’DAKİ SOSYAL
VE KÜLTÜREL YAPIYA ETKİLERİ
Anadolu Kültürünün Temel Dinamiklerine Hâlidîliğin Harmanladığı
Maya’ya Hermeneutiksel Bir yaklaşım)
İslâmî entelektüel birikimi ihyâ etmenin yollarından biri de
Tasavvuf ilmidir. Kaynağını Kur’an’dan56 ve Hz. Peygamber(sav)’in
risalet öncesinden başlayıp vefatına kadar ki- yaşamından alan tasavvuf,
*Öğretim Görevlisi, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi Tasavvuf’un kaynağının –kimilerinin iddia ettikleri gibi- Hıristiyan Mistisizmi veya Hint Bilgeliği
nağın tamamen Kur’ân-ı Kerîm ve onun da bir bakıma mücessem hali olan Hz. Resülullah(sav) olduğuna dair geniş bilgi için bkz; Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği,Cemal Aydın, Pınar Yayınları, İstanbul 1995, s.43-55.
LİDÎ ÖĞRETİLERİN ANADOLU’DAKİ SOSYAL
KÜLTÜREL YAPIYA ETKİLERİ
Anadolu Kültürünün Temel Dinamiklerine Hâlidîliğin Harmanladığı
İslâmî entelektüel birikimi ihyâ etmenin yollarından biri de
ve Hz. Peygamber(sav)’in –
yaşamından alan tasavvuf,
Hıristiyan Mistisizmi veya Hint Bilgeliği
ı Kerîm ve onun da bir bakıma mücessem hali olan Hz. İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev.
124
sünnetin de ihyasının ve tatbikinin bir başka boyutu olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Evrensel emirleri ihtiva eden son şeriatın( Şeriat-ı
Muhammedî’nin (sav)), Hz. Âdem’den beri süregelen “İslâm Dini”
sürecinin57 ekmeliyetine58 vesile olmuş olması aynı zamanda mükerrem
olan insanın ahlâkî-fikrî ve amelî kemâle erişinin de sırlarını
içermektedir. O itibarla, Kur’anî emir olan “sıbğatallah(Allah’ın
boyasına boyanınız)”59ın en güzel ve müşahhaslaşmış hali(üsve-i
hasene)60 olarak Hz. Peygamber’in örnek alınması gayretleri, yeni bir
ilim olarak Tasavvuf’un ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Tasavvufta nebevî bir rol modelin me’haz alındığını ifade ederken
-bilerek veya bilmeyerek- tebliğin de örnek ve görev alınmış olduğunu
belirtmiş oluyoruz. Esâsen yükümlülük olmadan bir ahlâk kuralından söz
etmek61 de mümkün olmasa gerektir. Bu nedenle Ashâb-ı Suffe gibi,
57 “Var Olan İslâm Dini” dedik zira İslâm, Hz. Âdem(as)’den Hz. Muhammed(sav)’e kadar yani ilk insan ve ilk peygamberden son peygambere ve hatta yeryüzünde nefes alacak son insana kadar, insanlığa gönderilmiş yegâne dindir. Her peygamberle birlikte yeni bir din değil de, var olan bu dinin ihya ve tecdidi için Resüllerle yeni yeni şeriatler gönderildi. Fakat Hz. Muhammed(sav)’in şeriatiyle de bu din mükemmel haline kavuştuğu için(el yevme etmemtu lekum dinukum – bu gün sizin için dininizi tamamladım-(Maide, 3)ayeti ile bu iş açıkça ifade dilmiştir.) “İslâm” Son Peygamber(sav)’in dini olarak akıllarda kalmıştır. Oysa Yahudilik, Hristiyanlık vb isimlerle gönderilmiş dinler yoktur. Aslolan “Musevîlik”, “İsevilik”, “Muhammedilik” şeklinde ifade edilmesidir. Buna göre anlaşılmaktadır ki “İslâm Dini” zaten var olan tek-ilk-son dindir. Hz. Muhammed(sav) de bu dinin ekmeliyetine vesile ve mazhar olmuştur şeriatiyle. Bu itibarla biz de zaten var olan bu ‘İslâm Dini’nin Hz. Muhammed(sav)’in şeriatiyle kemale eren bir süreç olduğunu nazara vermek istedik. 58 Bkz;“İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”(Maide, 3) 59 “Allah'ın boyası (ile boyandık) . Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir? Biz O'na kulluk edenleriz.”(Bakara, 138); Buradaki “sıbğatallah” ifadesini emir(Allah’ın boyasına boyanınız)olarak anlamak da mümkündür. Bu da Üsve-i Hasene olan Efendimiz(sav)’in yaşam biçimini örnek almakla mümkün olacağından, bu dahi tasavvuf ilmine kaynaklık teşkil etmek durumundadır. 60“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlullâh’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (Ahzâb, 21) 61 M. Abdullah Draz, Kur’ân Ahlâkı, çev. Prof. Dr. Emrullah Yüksel- Prof. Dr. Ünver Günay, İz Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 31. Aslen Yahudi olan Fransız düşünür Henri Bergson, ahlâkî yükümlülük için iki kaynaktan söz eder: 1-Baskı Gücü, 2-Beşerî veya İlâhî Cazibe… detaylı bilgi için bkz; Henri Bergson, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı, çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2013.
125
edinilmiş olan edep-ilim ve ahlak’ın bütün dünyaya neşrine de
çalışılmıştır. Haliyle bu uğurda –yine Nebevî bir örnek olarak- zorunlu
hicretler yaşanmıştır. İslâmî tebliğin neşv-ü nemâ’ya erdiği ve cihana
yayıldığı güzide ve bahtlı coğrafyalardan biri olan Anadolu da bu etkiyi
bağrında yaşamıştır.
Dinî inançlar, mezhepler, tarikatlar, kültürler ve ilmî çalışmalar
bakımından oldukça renkli ve zengin bir dokuya sahip olan Anadolu, Hz.
Peygamber’in meşhur “Kostantiniyye” Hadis-i Şerif’lerinin62 de
farkındalık oluşturmasıyla meşhur sûfîlerin uğrak yeri olmuştur.
Kâdiriyye, Yeseviyye, Rifâiyye, Sühreverdiyye, Çiştiyye,
Şaziliyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desukiyye, Halvetiyye, Bayramiyye
vb. pek çok tarikat gibi Nakşbendiyye de Anadolu’da mâkes bulmuş,
muhibbanlar müridana dönüşmüş, Nakşîlik ilkeleri topluma mührünü
vurmuştur. Nakşîliğin Anadolu’ya etkisi ise –Müceddidîliğin devamı
olan- Hâlidilik ayağıyla olmuştur. Belki bu meyanda denebilir ki,
Anadolu’da Nakşilik’ten söz etmek -dolaylı veya doğrudan-
Hâlidîlik’ten söz etmektir. Şah-ı Nakşbend’in tasavvufî dergâhında pişen
huzur, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin tepsisinde Anadolu’ya sunulmuştur.
Tabir caizse Hâlidîlik, Nakşîliğin mayasına katılmış tuzdur, biberdir,
sudur. Nakşîliğin Mevlânâ Hâlid’in mürid, muhibban ve halifelerince
Anadolu’ya başka bir motifle dokunması ve işlenmesidir aslında.
Sonlarına doğru Osmanlı’da Yeniçeri Ocaklarıyla birlikte Bektaşî
tekkelerinin kapatılmasına ve keza Cumhuriyyet döneminde pek çok
Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu“ لتفتحن القسطنطینیة فلنعم األمیر أمیرھا ولنعم الجیش ذلك الجیش62fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.”(Hadis-i Şerif), bkz; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/335, no: 18977;Peygamber Efendimizin İstanbul’un fethiyle ilgili Hadis-i Kutsî’leri, başta Ahmed Bin Hanbel’in Müsned kitabı olmak üzere Buhari’nin Et-Tarihü’l Kebir ve Taberânî’nin El-Mûcemu’l Kebir adlı kitaplarında ve birçok hadis kaynağında da yer almaktadır.
126
tekke, zaviye ve dergâhın atıl hale gelip kapanmasına rağmen Nakşîlik
dinamik yapısıyla varlığını devam ettirmiş63; Mevlana Hâlid’in öğreti ve
uygulamalarıyla –adeta yeniden sunularak- devlet ricali tarafından da
muteber görülmüş, yaşanmış ve yaşatılmıştır. Kapatılan Bektaşî
dergâhlarının Hâlidî ekole mensup Nakşî şeyhlerine devredilmesi de
kayda değer bir durumdur. Bu itibarla Hâlidîliğin Anadolu’ya tesirlerini
anlatmak ihtiyacı bizce hâsıl olmuştur. Gerçi Hâlidîliğin Anadolu’ya
tesirleri çokça işlenmiştir ve de iyi bilinmektedir. Fakat bu çalışmalar
daha çok Mevlânâ Hâlid’in mürid ve halifelerinin Anadolu’daki önemli
şahsiyetlerle ve parlak zekâ sahipleriyle diyalog ve etkileşimleri
çerçevesinde işlenmiş olup, sosyal ve kültürel yapıya etkileri pek nazara
alınmamıştır. Biz de bu mütevazı çalışmamızın, Hâlidîlik ilkelerinin
Anadolu’nun sosyo-kültürel ve ahlaki yapısına tesirlerine dair daha ciddi
ve kapsamlı çalışmaların yapılmasına ilham olmasına vesile olması
ümidini taşımakla, mezkür konuyu birkaç başlık dâhilinde işleyeceğiz.
Ve pek tabii ki Hâlidîliğin Anadolu’ya tesirlerini üç-dört sayfalık bir
çalışmayla ve çalakalem ifade edilmesi mümkün değildir. Ancak çalışma
sahamızın sınırı dolayısıyla en belirgin birkaç düsturu ifade ile
yetinmeye çalışacağız. İşte Nakşîliğin Hâlidîlik yoluyla Anadolu’ya
sertâc olmuş ilkelerinden bir kaçı:
1-“Nazar Ber Kadem” Eylemek
Gözlerin çirkin/nâhoş şeylerden muhafaza edilerek
ayakucuna/yere dönük olması anlamına gelen bu ilke, adından da
63 Abdülcebbar Kavak, “Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu’daki İlmî ve Kültürel Hayata Katkıları”,Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslami İlimler (Uluslararası Sempozyum), Bingöl Üniversitesi, Bingöl Üniversitesi Yayınları, Bingöl 2013, c. 1, s. 267.
127
anlaşılabileceği gibi, bir ahlâk ilkesidir. Belki bu vesileyle “ahlâk”
kavramına dair kısa bir linguistik tahlil yaparak bu ilkenin izahına
girişmek daha isabetli olacaktır.
Davranışları belirleyen düşüncelerdir. Düşünceler ise kavramsal
olarak gelişir ve bu da fenomenâl âlemde(görüngüler âleminde)
gerçekleşir. Bu, “ahlâk”ın dilbilimsel açıdan ‘ne?’liğinin tahlil
edilmesini gerekli kılıyor. Ahlâk, Arapça’da ‘hulk(yaratılış)’tan
türemiştir. Buna göre ahlâk, yaratılışa(yani amacına) uygun eylem için
kullanılır. Ahlâksızlık ise bu ontolojik amacı unutmak veya inkâr
etmektir. Yani halk arasında ‘ahlâksızlık’ olarak tabir edilen ve İslâm
Felsefesi’nde de ‘rezîletler’64 olarak karşılık bulan davranışlar
‘ahlâksızlık’ değil, olumsuz ahlâk olarak değerlendirilmelidir. Yaratılışa
aykırı olan şey ‘var olanın inkâr edilmesi’ olduğundan, esas ahlâksızlık
inkârın ta kendisi olarak karşımıza çıkar. Nitekim Allah’ı inkâr
düşüncesiyle yola çıkarken, insanın ahlâkî bir varlık olduğu, ahlâkın
kaynağının insanüstü bir ilkeden geldiği/gelmesi gerektiği, bunun da
ancak Tanrı olabileceği çıkarımı üzerine, Allah’ın varlığına yeni bir
kanıt olarak “Ahlâk Delili”ni sistematize eden ünlü Alman düşünürü
Kant’a göre, ahlâk’ı inkâr etmeden Allah’ı inkâr mümkün
olamamaktadır. Yani inkâr ‘ahlâksızlık’ın ta kendisidir. Davranışsal
rezîletler ise ahlâkın negatif tarafıdır sadece; yani olumsuz ahlâktır.
Bunun için, sedd-i zerâi(kötülüğe giden yolu kapatmak) da tasavvufun
ana ilkelerinden ve amaçlarından olagelmiştir. Bu amacı
64 İslâm Felsefesinde, davranışsal olumsuz fiiller için ahlâksızlık tabiri değil, rezîlet tabiri kullanılır. Bu tabirin karşıtı ise Faziletler olarak adlandırılır, yani erdemler kavramıyla ifade edilmek istenen davranışlar. Bunu ilk kullanan Yahya İbn ‘Adî olmakla beraber Farabî ve sair İslâm Filozofları da kullanmuşlardır. Bkz; Macit Fahri, İslâm Ahlâk Teorileri, çev. Muammer İskenderoğlu-Atilla Arkan, Litera Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 147-151.
128
gerçekleştirmede kullanılan pek çok ilkeden biri de kuşkusuz “Nazar
ber-Kadem”dir.
“Nazar ber-Kadem” Anadolu kültürüne tesir eden Nakşî-Hâlidî
ilkelerden biri dir.
Tarikatte ilim ve irfandan evvel ilk öğretilen veya müridan ve
muhibbana kazandırılan değer edeptir. O nedenle,
“Girdim ilim meclisine eyledim kıldım taleb
İlim geri(ler)de (kaldı dediler), illa edeb illa edeb”
gibi, Yunus’a atfedilen ifadeyle, dikkatleri celbeden sözler ve beyitler
dillendirilmiştir. Keza, Şeyh Abdulkadir Geylânî hazretleri’ne atfedilen
“Edep bir taç imiş nur-i Hüdâ’dan, giy o tacı emin ol her türlü kaza ve
beladan” veciz sözüyle, kurtuluş ümidi ve iştiyaki ile dergâha yol tutmuş
kimselerin manevi yaralarına ilk merhemin veriliş gerekçesini ifade eder.
Sophokles de, “Korku nedir, utanma nedir bilen bir adam için daima bir
kurtuluş yolu vardır.” sözüyle adeta, tasavvufa meyyillenip edep
eğitimine başlayanların daha baştan necata erdiklerini haber veriyor.
‘Nazar ber kadem de kemal-i edeple bir duruşu ifade eder. Tasavvufta
Allah ve Resulüne vuslat eyleyip, huzurlarında olunduğu bilinciyle
yaşamaya dikkat etmeklik65 olduğundan; ona göre bir edep takınmak
65 Cibril Hadsi olarak da bilinen ve “iman nedir, İslâm nedir, İhsan nedir?” sorularına ceva veren Hz. Resülullah Efendimiz’in(sav), İhsan’ın tanımı olarak; “Sanki Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir ki her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir” buyurmalarındaki sır, tasavvufta takınılması öngörülen edebin de mihengidir. Konu için bkz; َكاَن یَْوًما بَاِرًزا ِللنَّاِس ِإْذ أَتَاهُ َرُجٌل یَْمِشى َفَقاَل یَا
ِ َما اِإلیَماُن َقاَل َرُسوَل ِ َوَمالَِئَكتِِھ « اَّ ِ َما اِإلْسالَُم َقاَل . » َوُرُسِلِھ َوِلقَائِِھ َوتُْؤِمَن بِاْلَبْعِث اآلِخِر اِإلیَماُن أَْن تُْؤِمَن بِاَّ قَاَل یَا َرُسوَل اََّكاةَ اْلَمْفُروَضةَ ،« الَةَ ، َوتُْؤِتَى الزَّ َ َوالَ تُْشِرَك بِِھ َشْیئًا ، َوتُِقیَم الصَّ ِ ، َما . » َوتَُصوَم َرَمَضاَن اِإلْسالَُم أَْن تَْعبُدَ اَّ قَاَل یَا َرُسوَل اَّ
َ َكأَنََّك تََراهُ ، فَِإْن َلْم تَُكْن تََراهُ فَِإنَّھُ َیَراَك « اِإلْحَساُن َقاَل ِ َمتَى السَّاَعةُ َقاَل . » اِإلْحَساُن أَْن تَْعبُدَ اَّ َما اْلَمْسئُوُل « قَاَل یَا َرُسوَل اَّثَُك َعْن أَْشَراِطَھا إِذَا َوَلدَِت اْلَمْرأَةُ َربَّتََھا ، فَذَاَك ِمْن أَْشَراِطَھا ، َوإِذَا َكاَعْنَھا بِأَْعَلَم ِمَن السَّاِئ َن اْلُحَفاةُ اْلعَُراةُ ُرُءوَس ِل ، َوَلِكْن َسأَُحدِّ
ُ َ ِعنْ ( النَّاِس فَذَاَك ِمْن أَْشَراِطَھا ِفى َخْمٍس ال َیْعَلُمُھنَّ إِالَّ اَّ ُل اْلَغْیَث َوَیْعَلُم َما ِفى األَْرَحاِم إِنَّ اَّ ثُمَّ اْنَصَرَف . » ) دَهُ ِعْلُم السَّاَعِة َویَُنّزُِجُل َفَقاَل َھذَا ِجْبِریُل َجاَء ِلیُعَّلَِم النَّاَس ِدینَُھمْ « َفَقاَل . َفأََخذُوا ِلَیُردُّوا فََلْم َیَرْوا َشْیئًا . » ُردُّوا َعَلىَّ « الرَّ Buhari, İman 37, no: 50;
Tefsir, 31/2, no: 4777;Müslim, İman 106, 108; Ahmed b. Hanbel, 1/27, 51, 162, 319; 2/107, 426; 4/114, 129, 164, 385.
129
elzemdir. Bu bağlamda, bu ilkeyi namazlarımızda kıyamda iken
gözlerin, alnın secdeye varacağı yere merbut olmasıyla da yaşadığımız
gibi- yolda yürürken bize ait olmayan belki nahoş ve gayri meşru
çirkinliklerden kat-ı nazar ederek66 akıl ve gönlün safiyetini korumaya
azami ihtimam göstermenin lüzumuna dikkatlerimiz celbedilmek
suretiyle de yaşarız bu ilkeyi.
Tasavvufî ve ilmî talepte bulunan kişiye ilimden önce edebe
riâyetin öğretilmesi; bu hususta istenilen kıvama kavuşmadan yeni bir
hikmetin öğretilmemesi oldukça önemsenmesi gereken ve hatta modern
eğitim yuvalarında(yükseköğretim ve ortaöğretimlerde) da olması arzu
edilen ama uygulanması neredeyse hayal kabul edilen bir ilke olarak
karşımıza çıkar. Kemâl-i edeple yetişmek Nakşî-Hâlidî dergâhlarında en
evvel tutulmuş bir düsturdur. İlimden evvel edep öğretiminin yapılması
bütün tasavvuf çevrelerinde ve dergâhlarında öncelikli tutulmuştur. Bu
ilkenin Anadolu topraklarında -başta tasavvuf, sonra da ilmiye
çevresinde- temel ve en öncelikli ilke olarak alınmış olması gösteriyor ki
Hâlidîlik Anadolu’da oldukça hüsn-ü kabul görmüştür. Bu ilke namazda
kıyam halinde iken gözlerin, alnın secdeye varacağı yere raptedilmesiyle
de Yüce Yaradan’a(En Sevgili’ye) karşı takınılacak tavrı ortaya
koymaktadır.67 Yani kaynağını Hz. Resülullah’ın miracdaki teslimiyet ve
‘Kab-ı Kavseyn’ mertebesindeki kurbiyeti ve edep dolu duruşu teşkil
etmektedir.
66 Hz. Peygamber(sav)’in, ilk bakışın bize ait olmadığı(yani iradî olmadığı için sorumluluğunu taşımadığımız) veya ilk bakışın bize ait olup sonrakilerin bize ait olmadığı(yani hakkımız olmayan sınırı ihlal olduğu)na dair Hadis-i Şerifleri’nden mülhem olarak bu ilke kabul edilir. Bkz; یا على ان لك
خرة كنزا من الجنة وانك ذو قرنیھا فال تتبع النظرة النظرة فإنما لك األولى ولیست لك اآل Ahmed b. Hanbel, 1/159 no:1373; ال تتبع النظرة النظرة فإنما لك األولى ولیست لك اآلخرةAhmed b. Hanbel, 5/351, 353, 357, no: 23024, 23041, 23071 67 Namazdaki her davranış ve hareketin ayrı ayrı pek çok manaları vardır. Tasavvufta secdenin neye karşılık geldiğine dair farklı bir perspektif için ayrıca bkz; Martin Lings, Tasavvuf Nedir?, çev. Veysel Sezigen, Vural Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 109-110.
130
Hâlid-i Bağdâdî’nin vurguladığı râbıta ve teveccüh68 de –kuvvetle
muhtemeldir ki- kaynağı miracdaki bu yakınlaşma ve bağlılık teşkil
etmekte olup, bu düstur –elest bezminde verilen söze sadakatin de bir tür
ifadesi olarak- namazda secde vesilesiyle ölümsüzleştirilmiştir.
Anadolu’daki eski(geleneksel) medrese taliminde talebe-müderris ve
yine tekke ve dergâhlarda mürid-şeyh bağlılık ve muhabbetlerinin de
devam şartı olarak bu ilke varlığını sürdürmüştür.
Gözün malayani ve süflî çirkinliklere bulaşıp beyin ve ruhun
safiyetine halel getirmemesi için de nazarların turabî bir vecihle kalbin
zikirle meşguliyetini inkıtaa uğratmaması önem arzeder. Teknolojik
çağın en büyük handikaplarından olan sübliminal telkin ve
manipülasyonların göze hitap yoluyla gerçekleştirilmesi de keza bu
ilkenin ne denli önem arzettiğini daha da iyi anlaşılır kılmaktadır. İlk
bakışın kişiye ait olmadığı Hadis’i69 ve halk arasında ‘gözlerin kalbin
aynası olduğu’ anlayışının belki bir önemli mesajı ve uyarısı da, nahoş
ve mülevves şeylerin bakışlarla kalbe iletilip, orada ciddi itikadî ve
ahlâkî tahribatlara yol açması gerçeğidir. Bundan imtinâ70Hâlidîlikte
temel ilkelerden olmuştur.
Hâlidîliğin Anadolu insanında karşılık bulan ahlâkî ilkelerinin
yanısıra, Anadolu’da kültür halini almış bir takım etkilerinden de söz
etmek mümkündür, Yabani Sedef Otu(Üzerlik) gibi!..
68Halil İbrahim ŞİMŞEK, “Hâlid Bağdâdî’nin Abdullah Mekkî Vasıtasıyla Anadolu Tasavvuf Hayatına Tesirleri”, Uluslar Arası Mevlana Hâlid-i Bağdâdî Sempozyumu, Yüzüncüyıl Üniversitesi-Van İl Müftülüğü, Ankara, 2012, s. 409 69 . Bkz; یا على ان لك كنزا من الجنة وانك ذو قرنیھا فال تتبع النظرة النظرة فإنما لك األولى ولیست لك اآلخرة Ahmed b. Hanbel, 1/159 no:1373; ال تتبع النظرة النظرة فإنما لك األولى ولیست لك اآلخرةAhmed b. Hanbel, 5/351, 353, 357, no: 23024, 23041, 23071 70 Sakıncalı konular ve faziletler hakkında bkz; Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Herkese Lâzım Olan Îmân, çev. Kemahlı Feyzullah, Hakikat Kitabevi Yayınları, İstanbul 2008, ‘Muhammed Aleyhisselâm’ın Fazîletleri’ başlıklı bölüm, s. 349-359 ve ‘Resulüllah’ın Güzel Ahlâk ve Adetleri’ başlıklı bölüm, s.360-367.
131
Annemarie Schimmel, bu gün bile Afganistan’da kimi yabani
sedefotu(üzerlik) satıcılarının, mallarını satarken Şah-ı Nakşbend’e duâ
ederek kem göze karşı ateşte yakılmasını öğütlediklerini71 aktarır.
Anadolu’da da üzerlik diye bilinen yabani sedefotunun toplanıp
kurutularak, kem nazarlara karşı ya ateşte yakılarak ya da süs eşyası gibi
evlerin duvarlarına asılması; nazarların kemliğinden sakınma veya nahoş
şeylerden nazarların korunmasının sembolik bir yansıması olarak da yine
Hâlidîliğin Anadolu kültürüne nasıl harmanlandığına en güzel
örneklerden birini oluşturur.
2- “Tekkeyi Bekleyen Çorbayı İçer” Deyimindeki Hâlidîlik
Esrârı
P. L. Berger, dinin üç toplumsal işlevinin olduğunu ifade eder.
Bunlardan birisi “Sembolik Bütünleştiricilik”tir.72 Toplumların bir takım
semboller etrafında bütünleşmeleri, daha sonra mistik yaşamlarında da
sembolik düsturları edinmelerine ve bu düsturların toplumları
şekillendirmelerine neden olmuştur.73 İslâm Düşünce Dünyası’nda da
‘tekke’ ve ‘çorba’ toplumsal bütünleşme ve paylaşımı, sevgi ve güveni
temsil eden iki önemli sembol olarak karşımıza çıkar.
71 Annemarie Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2012, s. 382 72 Dinin Toplumsal İşlevini Berger şöyle sıralar: a)Sembolik Bütünleştiricilik b)Toplumsal Kontrol c)Toplumsal Yapılandırma… Mezkür konu ile ilgili detaylı bilgi için bkz; Dr. Adil Çiftçi, Toplumbilimi Yazıları, P. L. Berger’in “Dini Kurumlar” başlıklı makalesi, Anadolu Yayınları, İzmir 1999, s. 80-88 73 Semboller sadece mistisizmde veya sufizmde kullanılmış olmayıp, tüm inanç biçimlerinde ve savaşçı toplumlarda dahi kullanılmıştır. Kaldı ki metafizik alanda semboller adeta vazgeçilmez olmuştur. Bkz; Julius Evola-Renê Guênon, Savaş Metafiziği ve Sembolik Silahlar, çev. Atilla Ataman, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, İsmail Taşpınar, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s.11 vd.
132
Tasavvufta “tekke” Hz. Resülullah’ın nazil olan ayetleri ashabıyla
ilk paylaşıp İslâmî tebliği gerçekleştirdiği Dârü’l- Erkam’ı temsil eder.
Orada kardeşlik ve muhabbet paylaşımı yapılır. Bilinç ve istişâre orada
gerçekleştirilir. Dünyaya İslam hakikatlerinin nasıl paylaşılıp hâkim
kılınacağının formülleri belirlenir. Ayrıca orası, nesebe dayalı
yalnızlıklara talim etmiş kimselerin “din kardeşliği” bağıyla sosyalleştiği
de güzide mekândır.
“İnsanlar içerisinden insanlar için çıkarılmış, iyiliği emreden ve
kötülüklerden sakındıran, aşırılıklardan uzak, orta halli(vasat) bir
toplum”74 veya örnek bireyler olma eğitiminin de içselleştirildiği bir
eğitim yuvasıdır Dârü’l-Erkam!.. Gelen bir demet vahiyle karşılanır ve
bir yudum sevgi sıcaklığını yüreğine akıtırdı. Böylece aklı bilgiye irfana;
ruhu ve kalbi huzur ve imana aç olarak Resülullah’ın rahle-i tedrisine
yolunu düşürmüş her kişi –eğer varsa imandan yana bir nasibi- nasibine
düşeni alır ve anlam zeminine oturmuş bir hayatın ikliminde kardeşler
edinirdi.
Dârü’l-Erkam ayrıca –niteliksel büyümenin yanısıra- davanın
emin adımlarla ikbale yürütülmesinde bir kuvvetin varlığı için niceliksel
büyümenin de önemini gözler önüne sermektedir. Bu da bir amaç/payda
etrafında haleleşmeyi mecbur kılar ki, bu yönüyle cemaatleşmeye de
işaret eder. Yani Müslümanlarların “lillah, fisebilillah, li-eclillâh, li-
vechillâh75” bir araya gelip cemaatleşmelerinin kaynağını dahi Dârü’l-
Erkam teşkil etmektedir.
74 Konu ile ilgili ayetler için bkz: Âl-i İmrân, 104; Tevbe, 71. ve 112.;, Hûd suresi, 116 75 Li-vechillâh teriminin mutluluk ve ahlâkî ifadelerine dair geniş bilgi için bkz; Hasan Hseyin Bircan, İslâm Felsefesi Üzerine, Bilge Adamlar, İstanbul 2009, s. 115-146; Said Nursi, Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul 1995,s. 18.
133
İşte Hz. Resülullah Efendimiz(sav)’den ilhamını alan tasavvufî
kurumlar olan dergâhların oluşumunda da aynı dava bilinci etrafında
kenetlenme düşüncesi yatmaktadır. Burada esas izzet-i ikram gönüllere
yapılır. Boş akıllar ilim, irfan ve edeple donatılırken; gönlü veya kalbi
boş olanlar da iman nuru ile aydınlanıp huzur ile tezyin olur.
Tasavvufî yaşamda ve düşünüşte semboller de önemli bir yer
teşkil eder. Çorba, sıcaklığı, dostane müşfikliği, zararsızlık ve emniyeti
ve paylaşımı temsil eder. Kendisine bir tas sıcak çorba ikram edilen kişi
kendisine zararın dokunamayacağını, ötekileştirilmediğini anlar.
Resülullah Efendimiz (sav)’in sohbetinde-meclisinde veya
yakınında bulunmuş olup da bundan nasipsiz kalmak ancak inâdî bir ruh
karanlığıyla olur. Yoksa ondan etkilenmeden, onun gül nefhalı
ikliminden nasipdar olmadan ayrılmak mümkün değildir. Kendi canına
kastetmek üzere gelenlere “emîn olma”yı öğreten Peygamber’in
müstesna tutumu, bundan esinlenen tekkelerin her gelene ikramda
bulunma geleneklerinden de mülhem olarak, Anadolu’da, “kapına gelen
düşmanın da olsa zulmetme, ona ikram ve ihtiramda kusur etme”
şeklinde bir düşüncenin kültürleşmesine vesile olmuştur. Anadolu
kültürünün ruha hoş gelen bütün motiflerinin temelinde bu tasavvufî
kaideleri görmek mümkündür. İşte, İslâmlaşmayla birlikte Anadolu’nun
tarikatler, tekke ve dergâhlar için münbit ve müstefid bir coğrafya haline
gelmesi, Nakşîliğin Hâlidîlik kanalıyla mâkes bulmasıyla zirve
yapmıştır.
Hâlen daha “tekkeyi bekleyen çorbayı içer”. İlim ve edep
dergâhına teveccüh etmiş ve karşılaştığı imtihanlara sabırla kararlılık
sergilemiş olanlar, beklenen kazanca vasıl olur. Misafire ikram ve
134
ihtiram edilir. Ortak noktalarda(paydada) buluşmaya dikkat edilir.
Kâdirî-Şâzilî olduğu bilinen Beddiüzzamân’ın “Allah’ımız bir,
peygamberimiz bir, kıblemiz bir…. Bir bir tâ bine kadar bir bir!..”76
diyerek Müslüman Anadolu evlatlarının her türlü tefrikacı fitne ve
tuzaklara karşı uyanışı sağlamak üzere ortak noktaların çokluğuna ve
uhuvvet düsturuna dikkat çekmesinde de Hâlidî bir nefhayı okumak zor
olmasa gerek. Ve derûnuna dalındığı zaman görülür ki Said-i Nursî
evvelen ve aslen Norşin Hâlidî Tekkesine ve Gümüşhanevî dergâhına
yakındır.77 Nitekim o da (yani Gümüşhanevî dergâhı da) Nakşî- Hâlidî
tarikatının bir uzantısıdır. Anadolu’nun çeşitli belde, ilçe ve illerinde bu
ilke hâlen daha yaşatılmaktadır. Gidenin çorba içmesi, aslında sevginin
tadının paylaşılmasıdır. Adıyaman Menzil, Kayseri Yahyalı gibi…
Anadolu’daki hanımların kendi aralarında düzenledikleri günlerde
hamur işi yiyecekler yerine çorba ikram etmeleri de bu gelenekten bir
etki iledir.
Misafire, onun yük olduğu düşüncesini izale etmek ve misafir
sayesinde haneye bereketin girdiğini nazara verip onun(konuğun) içini
ferahlatmak için de konuğun duyabileceği bir şekilde, latife olarak,
“Hanım! Çorbaya bir tas daha su ekle!” gibi, nezâket ve gönül
76 Tam metin için bkz; Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, Sözler Yayınevi, İstanbul 1994, s. 251-252; metin örneği “Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.” 77 Said Nursî’nin Çevşen’i Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’den almış olması, keza ilerde bahse konu olacağı gibi, Mevlana Halid’in cübbesinin Bediüzzaman’a teslim edilmesi de bu kurbiyeti ve ünsiyeti destekler.
135
zenginliğini ortaya koyan cümleler(veya ifadeler) de Anadolu’nun
kültürüne desen olarak nakşolmuştur.
Gelene ikram, ihtiram ve hoşgörü artık Anadolu’nun bağrından
sökülüp atılamaycak derecede içselleşmiştir.
3- İstişâre ve Hadis Sohbetleri
Dârü’l-Erkam demişken78, hemen hemen hiç hatırdan
çıkarılmaması gereken bir diğer düstur da kuşku yok ki İstişare ve Hadis
sohbetleridir. Ashab-ı güzin sadece vahyin muhataplığını
yaşamıyorlardı. Onlar aynı zamanda Hz. Resülullah Efendimizin
danıştığı ve önemli sorumlulukları yüklenen akiller heyetini de teşekkül
ettiriyorlardı. Kur’ân da Müslümanların vasfı olarak, onların işlerinin –
kendi aralarında- istişare(danışma) ile olduğu79nu beyan ediyordu. İşte
bu hakikat, sonraki asırlarda hem tasavvuf ve hem de ilmiye çevrelerinde
temel kaidelerden biri haline gelmeye başlamıştır. Öyle ki, bu gün Said-i
Nursî’nin eserleri(Risale-i Nurlar) etrafında toplanan bir gurubun –ki
Said Nursi’de Gümüşhanevî ve Norşin Medreseleri’nin etkilerini satır
arasında nazara vermiştik ve ayrıca aşağıda bilahare değinilecektir-
‘Meşveret’ adıyla tanınması da bunu doğrular. Darü’l-Erkam’da
başlayan bu istişare yapısı, Medine İslâm devletiyle de ‘Mescid-i
Nebevî’ hüviyetine bürünerek tarihe kaydolmuştur. Bu günkü modern
meclis yapıları dahi temelde böyle bir fonksiyonu(istişareyi) icra etmek
için vardır. 78 Bkz; sayfa 7’de Dâru’l-Erkam hakkında kısa bir hermenetik bilgi verildiğinden, paragrafa da “Dâru’l-Erkam demişken….” İbaresiyle başlamış bulunuyoruz. 79 Âl-i İmrân, 159; Şûrâ, 38
136
Peygamber Efendimizin(sav) sohbet meclisinde bulunanlar orada
hazır olmayanlara da duyduklarını paylaşır ve Resülullah’dan sadır olan
sözlerin hafızaya kazınmasına, böylece unutulmamasına vesile
oluyorlardı. Hatta Hz. Ömer(ra) idari işlerin yoğunluğundan katılamadığı
sohbetlerden istifade etmek için vekâleten bir başkasını gönderir, onun
vasıtasıyla Hz. Peygamber’den Hadis ve dini emirleri takip ederdi.. Bu
usül, Hadis ilmi literatürüne “münavebe usulü”80 diye de geçmiştir.
Hâlidîliğin Anadolu’ya mayaladığı bir diğer güzel haslet de işte bu
Hadis sohbetlerinin akdedilmesi geleneğidir. Kaynağını Kur’ân’dan ve
onun mücessem hali olan Hz. Peygamber’in hayatı ve ilkelerinden
aldığını ifade etmiş olduğumuz tasavvufta esas gaye Allâh rızası81
olduğuna göre, o gayeye matuf bir düsturu baş tacı edinmemek
düşünülemezdi. “(Resûlüm)De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana hemen
tabi olun ki Allah da sizi sevsin…”82 mealindeki ayet-i kerimesi, Rızayı
Bârî’nin şifresini veriyordu. Peygamber’in, söz ve fiilleriyle Kur’ân’ın
açıklayıcısı ve anlaşılır kılıcısı olduğu nazara alındığında, Dîn-i Mübîn-i
İslâm’ın ihyâsı için Hadîs bilincini oluşturucu ders ve sohbetlerinin ve
Hadis taliminin ne denli önem arzettiği daha iyi anlaşılacaktır.
Müceddidî Hâlidî şeyhlerinden olan Ahmed Ziyâeddin el-
Gümüşhanevî’nin özellikle taallüm edip uğraştığı ve yaşatmaya çalıştığı
Hadis sohbetleri kültürü, daha sonra postnişinliği devralan Muhammed
80 Bkz; Prof. Dr. Ali Yardım, Hadis I-II, Damla Yayınevi, c. I, İstanbul 1997, s. 108 81 Hz. Aişe(r.ha) validemizin, bazı geceler uzun uzun namaz kılan(ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı da vakidir. Onedenle[ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamber’in, gözleri şişinceye kadar uyuyan ümmetiyiz] şeklinde uyarıcı ve özeleştirisel değerlendirmeler de yapılmıştır)Hz. Peygamber(sav)’e “Ya Resülullah! Sen ki bütün günahları bağışlanmış bir Peygambersin. Neden kendine eziyet ediyorsun?” mealindeki sorusuna verdiği karşılık, gerçek amacı veya hedefi bizlere oldukça net bir biçimde izhar eder, “Ey Aişe! Ben dde Rabbimin razı olduğu bir kul olmayayım mı?”. Bkz; أََفالَ أَُكوُن َعْبدًا َشُكوًرا Buhari, Tehecccüd 11, no: 1130; Tefsir, Feth 2, no: 4836;Rikak 20, no: 6471; Müslim, Münafikin 79, Ahmed b. Hanbel, 2/435; 4/251. 82 Âl-i İmrân, 31
137
Zahid Kotku ve sonrasında da Muhammed Esad Coşan tarafından
yürütülmüştür. Bu uygulama bu gün de mezkûr zevâtın bağlılarınca
devam ettirilmektedir. Sevginin şiddeti sevgiliye benzemek şeklinde
tezahür eder. İşte rol model olarak alınan Hz. Resülullah’a olan samimi
muhabbet, onun sözlerinin etrafında bir araya gelmeyi de –aynı sebeple-
mecbur kılar.
4- Nakşîliğin “Yâr Olup Bâr Olmamak; Gül-i Gülzâr Olup
Hâr Olmamak” Düsturunun “Hücre” Geleneğiyle Özdeşleşerek
Anadolu’da Kökleşmesi
Hâlidî şeyhlerin Anadolu’ya kazandırdıkları ve kadim bir kültür
haline gelmiş bulunan ilkelerden biri de “Hücre”83 geleneğidir.
Alışılmışın aksine olarak Hâlidî dervişler en ucrâ köylere, en
münzevi mekânlara kadar uzanarak tasavvufî adâbı ve ilmî tefekkürü
Anadolu’nun her kıtasına mayalamaya çalışmışlardır. Halkın dergâha
gelip hakikatleri öğrenmelerini beklemek yerine, terk-i diyar eyleyerek
halkın ayağına gitmiş84 ve hidayete vesile olmaya çalışmışlardır. Zira
“Mehdilik” inancı, bir kişinin gelip bizi içinde bulunduğumuz
çaresizlikten kurtarması ataleti olmayıp, her Müslümanın doğru olana
yönlendirme, doğru olanı buldurma misyonunu yüklenmek suretiyle,
içten gelen bireysel bir ruhî uyanış ve inkişaf ile aktive olmasıdır. İşte
Hâlidî’liğin Anadolu’nun her sathında kabul görmüş ve muhibbanlarının
83 Burada, hapishanelerin bir unsuru olan tevkif mekânları değil; Camilerin içinde ayrı bir oda gibi duran mekânlar kastedilmektedir. 84 Abdülcebbar Kavak, “Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu’daki İlmî ve Kültürel Hayata Katkıları”, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslamî İlimler(Uluslararası Sempozyum), Bingöl Üniversitesi Yayınları, Bingöl 2013 c. 1, s. 268, 283.
138
artarak varlığının devam etmiş olmasının en önemli özelliklerinden biri
de bu olsa gerektir.
Camilerin içinde ayrı bir oda gibi duran “Hücre”ler, esâsen mürid
veya mürşidin barındığı; irşad ve ilim faaliyetleri sürdürülürken kimseye
yük olmamaya da özen gösterildiği ve belki de “Suffe” ashabının
hayatının da örnek alındığı, oldukça bereketli ve de anlamlı mekânlardır.
Hem, camiye dâhil olması da keza Mescid-i Nebevî’ye bitişik olan
“Suffe”85leri çağrıştırmakla, Hâlidî ritüellerin Anadolu’yu nasıl bir ruhla
mayalamaya çalıştığını oldukça iyi izhar ediyor gibidir. Hatta bir
zamanlar köylerde kurulmuş olan ve de kültürleşmede önemli bir
misyona sahip bulunan Köy Enstitülerinin temeli bu “Hücre” geleneğine
dayanıyor desek abartmış olmayız.
Buralarda sadece edep-âdâp ve dinî ilimler öğretilmez; bilakis fen,
felsefe ve mantık ilmi yanısıra, ihtiyaca cevap teşkil edecek oranda
tababet ilmi de verilirdi. Buna bir nevi ilk yardım eğitimi de demek
mümkündür. Zira her köyde -tabir yerindeyse “kuş uçmaz kervan
geçmez” denecek derecede ucrâ maahallerde, köylerde ve beldelerde-
okul, sağlık ocağı ve kışla bulmak her zaman mümkün olmadığı veya
olamayacağı için, bu yerlere irşad faaliyeti için gönderilen Hâlidî
neferler, halkın bu alanda husule gelecek olan/husule gelen maruzatlarını
karşılamaları da ön görülmüş ve bu bilinç ile donatılmışlardır. Bilhassa
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki köylerde “Hücre Oda”
geleneği halen daha yaşatılmaktadır. Şehirlerde ise imam ve müezzin
85 Suffa, ilk İslâm Üniversitesidir(bkz; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, Yani Şafak Kültür Armağanı, c. II, Ankara 2003, s. 768.); Mescid-i Nebevî’ye bitişik olmasıyla da hem tedrisat ve hem de irşad faaliyetlerinin yürütüldüğü ‘Cami-Hücre’ modeline örneklik teşkil eder.
139
kayyımların tebdil-i kıyafet etmek ve dinlenmek için kullandıkları odalar
olarak modernize edilmiş bir vaziyetle mevcudiyetini sürdürür.
Yük olmamak, minnet altına girip onursuz bir yaşam sürmek
durumunda kalmamak için de “hücre” geleneği çok isabetli bir yol
olmuştur.
“Yâr olup bar olmamak, gül-i gülzâr olup hâr olmamak”
şeklindeki Nakşî ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalındığına emareler içeren bu
uygulama da Hâlidîliğin tesirini ve bu etkinin devamlılığını ortaya
koyuyor.
5- Tesbihatlardaki Duâ’da Hâlidîlik Mührü
Hâlidîliğin Anadolu’ya tesirlerinden biri de, namazlardan sonra
yapılan (tesbihatlerde okunan) “bi külli dâin ve devâin ve barik salli ve
sellim aleyhim kesira..” şeklindeki duâdır. Bu dua Mevlânâ Hâlid’in
duâsıdır86. Ama bu gün Anadolu’nun hemen her yerinde
duyabileceğimiz bu müstesna duâ, Kürtlerin ve de Şafii Mezhebine
mensup olanların bulunduğu yerlerde ve ayrıca Bediüzzaman Said
Nursî’nin eserleri etrafında kümelenen camia tarafından bilhassa
86Abdülcebbar Kavak, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve Hâlidî Tasavvuf Geleneğinin Tarihi Gelişim
Süreci, Basılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2013, s.
410; duanın orijinali şöyledir:
ِجیم اُعوذبِاِ مَن الشَّیَطاِن الرَّ
ِحیمِ ْحمِن الرَّ بِْسِم هللاِ الرَّ
.اِنَّ هللاَ َوَملِئكتَھُ یَُصلُّوَن َعلى النَِّبّىِ یَا اَیُّھا اّلذیَن آَمنُوا َصلُّوا َعَلیِھ َوَسّلُِموا تَْسِلیًما
ٍد ِبَع د وَعلى آِل َسّیِِدنا ُمَحمَّ دَِد ُكّلِ داٍء َودَواٍء َوباِرْك َوَسّلِم َعلْیِھ َوَعلْیِھْم َكِثیًراالّلُھمَّ َصّلِ َعلى َسّیِِدنا ُمَحمَّ
Bu dua üç kere tekrar edilir. Üçüncüde (َكثِیًرا) iki defa söylenir ve devamla
اْلعاَلمِ َوَصّلِ َوَسّلِْم َعلى َجِمیعِ االْنبِیاِء َوالُمْرَسِلیَن َوآِل ُكّلٍ اْجَمِعیَن َوالَحْمدُ ِ©ِ َربِّ
Okunur.
140
okunması, vird haline getirilmiş olması da keza Hâlidî’liğin etki alanını
bir kez daha izhar eden türdendir.
Başlangıçta Nakşîlik Türkmenler veya Türkler arasında yaygın idi,
Kürtler arasında ise Kâdirilik daha yaygındı. Nakşîliğin Anadolu’ya –
aslen Kürt olan- Mevlana Hâlid’in mürid ve halifeleriyle girmesi ve
yayılmasıyla birlikte, Kürdistan’da Hâlidîlik Kâdirîliğin yerini almış ve
bunun üzerine ilmî ve tasavvufî çevrelerde daha da revaç bulmuş ve
yayılmıştır.87 Seyyid Taha-i Hakkarî ve müridleri gibi, Norşin
medreselerinin seyda ve şeyhleri de keza -MevlânâHâlid-i Bağdâdî’nin
kendisinde içselleştirdiği ve mezcettiği- Nakşî ilkelerin geniş bir
coğrafyaya nüfuzuna vesile olmuşlardır.
6- Sûfî Müzikte Hâlidîliğin İzleri
Anadolu’nun köklü geleneklerinden biri de hiç kuşkusuz, duygu
ve düşüncelerin ilahi, şiir, destan, türkü, mani, koşma vb. tarzlarda ifade
edilmesidir.
Kalbin ritmik atışı, med-cezirler yaşanan duygu dünyasının doğal
bir neticesi olarak, ritimsel söz ipliğinin dışa tezahür etmesine neden
olur. Zaten coşkun duygu denizi olan Anadolu’da –kimi çevrelerce
meşruiyeti ve helalliği tartışma konusu edilen- müziğin, zikrullah için
farklı bir vecihle kullanılması, dergâh veya sûfî müziğin
yaygınlaşmasına da zemin hazırlamıştır.
87 Türkler ve Kürtler arasında Nakşîlik, Halidilik ve Kadirilik’in Anadolu ve Asya’da, Türkler ve Kürtler arasında yayılışı hakkında geniş bilgi için bkz; Hamid Algar, Nakşîbendilik, çev. Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Koltaş, İnsan Yayınları, İstanbul 2012, s. 354-374; Doç. Dr. Ekrem Demirli, Anadolu, İslâm İrfanının Ulaştığı Her Yerdir, Anasolu’yu Mayalayanlar, Sadık Yalsızuçanlar-Mukaddes Mut, H Yayınları, İstanbul 2010, s.51 vd.; Abdurrahman Memiş, Hâlidî Bağdâdî ve Anadoluda Hâlidilik, Kitabevi, İstanbul 2000, s. 211-213
141
Esasen Nakişbendî eğitimin temeli, diğer tarikatlarda musıkî
eşliğinde yapılan ve kitleleri cezbeden cehrî(sesli) zikrin karşıtı olan
hafî(gizli/sessiz) zikirdir.88 Schimmel’in ifadesiyle, ‘Nakşbendiyye,
özellikle musıkî ve semâ gibi sanatsal icraatlardan kaçınan ağırbaşlı bir
tarikattır. Bununla birlikte, Herat sarayının önde gelen sanatçıları bu
tarikate mensuptu; bunların arasında, gazelleri genel olarak
Nakşbendiyye ile ilişkisini pek belli etmese de, şiirlerinden
birini(Tuhfetü’l-Ahrâr[Hürlerin Armağanı]) Ubeydullâh Ahrâr’a
adanmış olan Câmî de vardır’.89
İlmin ciddiyet ve vakarına yakışmadığı gerekçesiyle şiir ile
uğraşmaktan imtina edilirken,90 Mevlânâ Hâlid’in “Divân” oluşturacak
kadar, beyitlerle mesajlarını ve ilkelerini anlatmayı tercih etmiş olması
da91 Hâlidîliğin Anadolu’da bir değer olarak sertâc edilmesinde önemli
bir rol oynadığı kanaatindeyim.
Der sohan perveriyem ayb cuz în nist ki nist
Câm der Câm u Buhara u Semerkand u Kamar 88 Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s. 383. 89 Schimmel, a.g.e., s. 382 90 İmam Şafii’nin(ra) çok iyi şiir yazabildiği, ancak yukarıda zikredilen sebeple şairlik yönünü akim bıraktığı bilinir. Hz. Peygamber(sav) Efendimize de müşrikler tarafından “mecnun”, “kahin” vb. yakıştırmalarda bulunulurken, Hz. Resülullah’ın sözlerindeki incelik ve ma’şeri vicdana hitap eden ikna kabiliyetini de hesap ederek “sihirbaz” dediler. Kendilerince isabet etmeye daha yakın gördükleri bir yakıştırma da O’nun(sav) “şair” olduğu şeklindeki iftira idi. Ve şiirsel bir edebî lisana sahip olan Kur’an-ı Kerîm de O’nun(sav) şiirlerinden müteşekkil idi… Bkz; Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Mekke Dönemi ve İşkence, Beyan Yayınları, İstanbul 1997, s. 51; Ahmed Cevdet Paşa, Peygamber Efendimiz(sav). Çev. Muallim Mahir İz, Hediye Kitaplar, İstanbul 2004, S.59-61; Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB Yayınları, Ankara 2004, s.74-75; Oysa Hz. Peygamber şiir bilmediği gibi –kaldı ki Kureyş’in erkek ve kadınları iyi şiir okurlardı- Allah da O’nu şiirden tenzih etmiş gibi “Biz Muhammed’e şiir öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi”(Yasin, 69) mealindeki ayet ile de Habibini korumuştur. İşte bu husus, ilim ehlince şiire eğilmenin uygun olmayacağı şeklinde değerlendirmelere dayanak olmuştur. 91 Mevlânâ Hâlid’in beyitleri üzerine pek çok –yerli ve yabancı- çalışmalar yapılmış olmakla beraber, bu konuda ‘Tam Metin’li ve en kapsamlı çalışma Abdülcebbar Kavak’a aittir. Bkz; Abdülcebbar Kavak, Divân-I Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî, Ensar Yayıncılık, Konya 2009; Ayrıca Kavak’ın “Mevlana Halid-i Bağdadî’nin Divânı” konulu makalesi de bulunmaktadır. Konu hakkında teferruatlı bilgi için bkz; Abdülcebbar Kavak, “Mevlana Halid-i Bağdadî’nin Divânı”, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, s. 279-290.
142
(Şairlikte şu husustan başka kusurum yoktur ki: -doğup
büyüdüğüm- yer, Cam, Buhara, Semerkant ve Kamar şehirleri(nden biri)
değildir.)92 beyitinden de onun şairlik yönü ve duygu dünyasının
zenginliğini anlamak kabil-i imkândır. İslâm Peygamberi(sav), şiir ve
söz sanatlarının gelişkin olduğu bir ortamda doğmuş ve büyümüştür.
İslâm’ın şiire bakışını hem bunu nazara alarak ve hem de Kur’ân’ın
edebî sanatına93 bakarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım
olacaktır.
Hz. Musa’nın ‘kavli leyyin’ ile tebliğ ve inzârda bulunmasının
emredilmesi94; Hz. Peygamber(sav)’in, kendi ashabına ve sair
muhataplarına güzel ve yumuşak davrandığı için etrafındakilerin dağılıp
gitmediklerinin, aksi bir tutum veya tavır içinde bulunmuş olsaydı
etrafındakilerin dağılmış olacağının95 Kur’ân tarafından thaber verilmesi,
Kur’ân’ın edebî yapısını nazara verdiği gibi; Kur’ân’da geçen sûre ve
ayetler arasındaki anlam bütünlüğünün nazım, kafiye ve ölçü ile
tezahürü de Kur’ân’ın şiirsel yönüne dikkatleri çeken bir başka husustur.
Bilhassa Şems ve Rahman Sûreleri bu konuda ilk akla gelen
sûrelerdendir. Bu anlatım tarzı, şiirdeki hem göze ve hem de kulağa
ikisine birden hitap etme özelliklerinin en güzide örnekleri olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Anlaşılması istenen konunun en etkili yöntemlerinden olan tahkiye
de Kur’ân’da oldukça bol işlenmiştir. Bu yöntem İstiklal Şairimiz
Mehmed Akif Ersoy tarafından da ilham alınıp oldukça güzel ve etkili
92 Abdülcebbar Kavak, Dîvân-ı Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî, s. 221. 93 Bkz. Abdülmuteal es-SA’ÎDÎ, En Edebî Mesaj KUR’ÂN, çev. Hüseyin Elmalı, Çağlayan Yayınları, İzmir 1997, s. 49-55 94 Bkz. Taha, 44 95 Bkz. Âl-i İmrân, 159; Nahl, 25
143
şiirlerin kaleme alınmasına vesile olmuş bir esin teşkil eder. Merhum
şairin ‘Küfe’ şiiri bu tarzın en güzel örneklerindendir. Kur’ân’da bu
yöntem özellikle cennet ve cehennemle ilgili teşbihler kadar, evvelki
kavimler ve onlara gönderilmiş olan peygamberlerin(Nuh, Lut, İbrahim,
Yusuf, Musa, İsa, Ad, Semud vb.) kıssalarının canlılığını ve kalıcılığını
sağlamak için de tercih edilmiş bir anlatım yöntemi olarak ortaya çıkar.
Şuarâ Sûresi’nin sonlarında şairler hakkında “Şairler(e gelince),
onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide başıboş dolaştıklarını ve
gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?”96 mealindeki
ayetlere ve keza Yasin Suresi’nde geçen “Biz Muhammed’e şiir
öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi.”97 Mealindeki ayetlere istinaden
İslam’da şiire hoş gözle bakılmadığı, şiirin İslam’da yerinin olmadığı
şeklinde görüş ve düşünceler belirmiş olsa da; Şuara Suresi’ndeki
mezkür ayetin hemen devamında geçen “Ancak iman edip iyi işler
yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında
kendilerini savunanlar başkadır.”98 Mealindeki ayetten, şiirin sır şiir
olduğu için ve şair de sır şiir karaladığı için yerilip övülmediğini; bu
sanatın hak veya haksızlık; iman veya inkâr için bir metot olarak
benimsendiği ölçüde ve amacına göre bir değerlendirilmeye tabi
tutulduğunu anlayabiliriz.
Kırk yaşına kadar okuma yazma bilmeyen, şiir ve nesirle
uğraşmayan, çok iyi tanıdıkları ümmî bir zattan insanüstü edebî
parlaklığa sahip Kur’ân ayetlerinin karşısında, Velid, Lebîd, A’şa ve
Ka’b b. Züheyr99 gibi Arap belağat üstatlarının takdirlerini ortaya
96 Şuara, 224-226 97 Yasin, 69 98 Şuara, 227 99 Mustafa Yıldırım, İslam Sanatı ve Estetiğinin Temelleri, Başak Matbaacılık, Ankara 2012, s. 48
144
koymaları Kur’ân’daki bu şiirsel yapı ile olmuştur. Muallakât-ı Seb’â
adıyla bilinen ve Kâbe’nin duvarlarına asılan, İmru’l-Kays, Tarafa b.
Abd, Kâ’b b. Züheyr, Amr b. Külsüm gibi şairlerin şiirlerinin Kur’ân
ayetleriyle mukayese edildiğinde sönük100 hükmünde kabul edilmesi de
yine Kur’ân’daki edebî sanatın gücünü ortaya koyar.
Nitekim Hz. Peygamber de şairlere özel bir önem vermiştir.
Kendisine yapılan sözlü sataşmalara layık olan karşılığı vermesi için
devrin usulüne uygun olarak yanında Hassan b. Sabit’i
bulundurmuştur.101 Yine, af dilemek ve Müslüman olmak isteğini konu
alan meşhur Kasîde-i Bürde şiirinin tamamını dinleyen Hz. Peygamber,
şiirin tamamını dinlemekle yetinmemiş, Şairi Ka’b b. Züheyr’i affetmiş
ve çıkarıp hırkasını ona vermiştir.102 Bunlar göstermektedir ki,
kimilerinin iddia veya zan ettikleri gibi İslâm şiire ve şaire karşı değildir
ve de olmamıştır. Bilakis, İslâm kültür ve tarihinde şiir ve musıkî tebliğ
vasıtası olarak kullanılagelmiştir. Yunus Emre’nin şiirlerinin ezgi ve
ilahi olarak dilendirilmeleri, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât
isimli Mevlid’inin yüzlerce yıldan beri camilerde ve evlerde bir ibadet ve
tören havasında okunup dinlenmesi;103 bu kıymetli eserin Türkçe,
Arapça, Farsça, Arnavutça, Boşnakça ve Rumca104 olan ve her biri Fatih,
Laleli, Süleymaniye, Saliha Hatun, Millet, Nuruosmaniye ve Köprülü
kütüphanelerinde muhafaza edilen birçok yazma nüshası105 ve bu
100A.g.e., s. 48 101 Nusret Çam, İslamda Sanat Sanatta İslam, Akçağ Yayınları, Ankara 2012, s. 26 102A.g.e., s. 26 103A.g.e., s. 26 104 Muhtelif dillerde yazılan mevlitlerle ilgili geniş bilgi için bkz. M. Tayyip Okiç, “Çeşitli Dillerde Mevlitler”, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, Erzurum 1976, sy. I, s. 17-24 105 Soner Akdağ, “Süleyman Çelebi’nin Mevlidi Üzerine”, TAED, sy. 36, Erzurum 2008, s. 82
145
nüshalardan istifade ile yazılmış pek çok modern neşrin bulunması106 da,
şiir ve musıkînin tebliğdeki yeri ve önemini ortaya koyar gibidir.
Kaldı ki, şairlik, duygu okyanusunu damla damla söz ipliğine
dizme sanatı olduğundan, bu yeteneği kendinde farkeden her kişi
muhakkak surette, gönlündeki coşkunluğun suskunluğuna dil olabilecek
birini veya birilerini arayan kimselerin de gönlünde taht kurar. Bu
coşkunluk hali bir de zikir coşkusunun hoşluğuyla buluşunca, En
Sevgili’ye(Allah’a) daha bir aşkla bağlanılacaktır. Nitekim “Hatme-i
Hâcegân”larda, kalbin Allah’ın zikri ile sarhoşluğunu arttırmak için
zâkirlere ilahilerle eşlik edilmesi, kalbin hub ve nuru ile tezyin olmasını,
yani kalbin daha da nefsanî malayani arzulardan arınıp cilalanmasını
arttırır. Nakşbendiyye’nin107 linguistik olarak anlamına da pek uygun
düşer bu uygulama. “Sonsuz’a ulaşma isteği ve hırsı olarak
tanımlanabilen”108 tasavvufta aşk ve cezbe, ilahi ilham ile vuslata ermeye
bir vesiledir. Nitekim Yesevilik ilkesinne göre de Allah’a ancak aşk ile
ulaşılabilir.
7- Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile Bediüzzaman Said-i Nursî Arasındaki
Ortak Noktalar ve Etkileşimler
Belki daha fazla örnekler mevcut iken sadece çok zahir olan bir
kaçını ifade etmekle yetinmek durumunda kaldık. Çalışma alanı ve
zamanının kısıtlılığı daha fazla konu ve ilkeyi irdelemeye müsaade
etmediğinden, konuyu –sözü de edilmişken- Mevlânâ Hâlid’in Said
106A.g.e., s. 82 107 "Nâkış yapan" anlamına gelen Nakşbend; Nakşbendi mürşidlerinin, kalbi dünyadan âhirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır. Kalbin Allah’a bağlanması ve O’nun zikri ile süslenmesi ise öngörülen onbir ilke ile gerçekleştirilir. Nakşîliğin onbir esası için bkz; Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2000, s. 256-259. 108 Macit Fahri, İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, çev. Şahin Filiz, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 103.
146
Nursi’ye ve dolaylı olarak da (Said Nursî’nin de hem Anadolu
coğrafyasına ve hem de –eserleriyle- dünyanın pek çok kara parçasına
tesirini nazara alarak) Anadolu’ya tesirine birkaç misal vererek konuyu
nihayete erdirmek istiyoruz.
Sultan Alparslan’ın, “Biz, bid’at ve hurafenin anlamını bilmeyen
saf Sünnileriz. Biz Allah ne dediyse onu yaparız.”109 sözlerinde
derinleşen mana, Hâlidî’liğin ilkeleri ışığında Anadolu’da yeterince
karşılık bulmuş gibidir.
Mevlânâ Hâlid’in Anadolu’daki etkilerini, devrinin âlim ve
müceddidi olarak kabuledilen Bediüzzaman Said Nursî’de de müşahede
etmek mümkündür. Zülcenâheyn(yani hem âlim hem de mutasavvıf)110
olan Mevlânâ Hâlid gibi, Said Nursî de zülcenaheyndir. Şu farkla ki o,
Kâdirî-Şâzilî’dir.111 “Her yüzyılın başında muhakkak ki Allah bu ümmet
için kendisiyle dinini yenileyeceği birini(müceddid) gönderir”112
mealindeki hadisin bir gereği olarak ikisi arasındaki etkileşimi
değerlendirdiğimiz zaman, bir asır önce yaşamış olan Mevlânâ Hâlid’in
109 Bu sözün alıntılandığı yer için bkz; Dr. Emin Işık, “Selçuklu’nun Abdest Takunyası Sana Gerdanlık Olur”, Anadolu’yu Mayalayanlar, s. 67. 110 Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden olan Şamlı Hafız Tevfik, bu iki zat ile ilgili kıyası yaparken, “zülcenaheyn” kavramını iki tarike bağlı olmak anlamında kullanıyor. Bkz; Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Şamlı Hafız Tevfik’in Fıkrası, s.15; Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Tasavvuf Cephesi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1994, s.18-19; fakat tasavvuf ilmi ile akdemik düzeyde uğraşanlara göre ise birden fazla tarike bağlı olan veya mensubiyeti bulunanlara ”Câmiu’t-turuk” denir. Buna göre zülcenaheyn ifadesi pek çok ilmi(Kelam, Hadis, Fıkıh, Tefsir, Felsefe, Mantık vb. dinî ve pozitif ilimleri) uhdesinde bulunduran kimseler için kullanılır. Bu özelliklere sahip olanlara ise “Mevlânâ” diye lakap verilir. Mevlânâ Hâlid de Delhi’de Abdullah Dıhlevî ile görüşerek ona intisap etti. Nakşbendiyye’nin seyr-ü sülük mertebelerini katedip şeyhinden icazet alarak Süleymâniye’ye geri dönen Bağdâdî’ye, Nakşiyye’nin yanısıra Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çiştî tarikatlarından da irşad için izin verildi. Bkz; Hamid Algar, Hâlidiyye, İslâm Ansiklopedisi, İSAM, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997, c. 15, s. 284 111 Mevlana Halid ‘Kadirî-Nakşî’dir. 112 Ebû Dâvud’un “Sünen”indeki “Kitabu’l-Melâhim” şu Hadisle başlar: “Allah her yüzyılın başında(döneminde) din yenileyecek bir kişiyi(yahut kişileri) bu ümmete gönderecektir”. “Alâ re’s” “sonunda”(at the end) veya “dönümünde” demektir. Bkz. El-Azimâbâdî, 11/387,389; Ebû Dâvud, Sünen, 4/156; ayrıca bu Hadis hakkında yapılmış tedaylı bir inceleme için bkz. Ella Landau-Tasseron, “Periyodik Reform: Müceddid Hadisi Hakkında Bir İnceleme”(The “Cyclical Reform”: A Study of The Mujaddid Tradition), çev. İ. Hakkı Ünal, İslami Araştırmalar Dergisi, C. 6, Sy. 4, s. 261-278
147
bir asır sonra gelen Said Nursi’ye tesirleri muhakkaktır. Devlet ricalinin
ilim ve irfanın üzerinde bir değerinin olmadığı mesajını her ikisinin de
yaşayışında görmek mümkündür. Onların ıslahları için dua etmek ve
vatan birliği için seferber olmak ve ümmetin imanının selametini düstur
edinmek de keza aynı cümledendir. İkisi de hediye kabul etmez, nefsani
isteklere iltifat etmezlerdi. Nebevî bir meslek olan hicreti (edep-adap,
iman ve ilim neşri için) hayat haline getirmeleri; medreselerde dînî ve
fennî ilimleri iyi tahmin edip, neşrine çalışmaları da bu benzerlikle
birlikte etkilenime delalet eder.
Kur’ânî düsturların etrafında İslâm ümmetinin beraberlik ve
dirliğini tesis etmeyi amaç edinip, bu uğurda fırkacılık ve her türlüsüyle
tefrikadan ictinab etmeleri de yine Hâlidî ilkelerin Anadolu’daki
medreseler kanalıyla, eğitim ve ahlâki etkilerine güzel örneklikler teşkil
etmektedirler.
Mevlânâ Hâlid gibi Bediüzzaman Said-i Nursî de hediye kabul
etmemek, ilmin ve imanın vakarına halel getirmemek, yalnızlıkla derin
tefekküre dalmak, devlet ricalinden payelenmeyip ıslahları için dua
etmek ve onların nüfuzunu irşad kuvveti için kullanabilmek, yalnızlıkta
derin tefekküre dalıp vird etmek, iman tecdidi ve inkişafı için talebe veya
müridleri vazifelendirip her yere göndermek ve bilgisini yazıyla
ölümsüzleştirip daha fazla kitlelere ulaştırmak gibi düsturları ilke
edinmiştir.
Osmanlı –Rus Harbi esnasında Hâlidî şeyh ve müridanın vatan
savunmasında şehadet özlemiyle mücadeleleri113 de keza,
113 Buhara Nakşbendi şeyhlerinden icazet alan Şeyh Zeynullah 1870’de İstanbul’a uğrayıp Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’den icazet alır; Tatar ulemasının engellemelerine rağmen Troysk şehrinde medrese kurar, Kazak ve Sibirya Müslümanları için de Halidiliğin inkişafına vesile olur. Öncesinde
148
Bediüzzaman’ın oluşturduğu gönüllü milis alaylarınca Bitlis ve şark
vilayetlerinin savunmasını yapmaları, bu uğurda şehitler verilirken esaret
de yaşaması114 bir diğer benzer özellikleri olarak zikredilebilir.
Kâdirî-Şazili olan Bediüzzaman’ın, Norşindeki Hâlidî
medresesinin şeyh ve mollalarından ilmî ve ahlâkî dersler aldığı115 göz
önünde bulundurulduğunda, Said Nursî’de Hâlidîliğin tesirinin
olmadığını söylemek büyük bir iddia olur. Bu etkinin en bariz
delillerinden biri, daha önce de zikredildiği gibi, namazlardan sonra
okunanve Risale-i Nur camiasının da daimi virdi haline gelmiş bulunan
“bi külli dain ve devain…” şeklinde devam eden Mevlana Hâlid’in
duasıdır. Ayrıca cevşen’in Bediüzzaman’a Ahmed Ziyaeddin
Gümüşhanevi vesilesiyle geçmiş olması da zikredilebilir. Belki en kayda
değer olanı da Mevlânâ Hâlid’in cübbesinin Bediüzzaman’a teslim
edilmesi hadisesidir. Şöyle ki; Mevlânâ Hâlid’in ‘Küçük Âşık’ namında
bir talebesinin neslinden mübarek bir hanım(Asiye)116 çok senelerden
beridir yanında muhafaza ettiği Mevlânâ Hâlid’in cübbesini, bir
Ramazân-ı Şerif’te, Feyzi isimli Risale-i Nur talebesi vesilesiyle Said
Nursî’ye gönderir. Hiç hediye kabul etmeyen Said-i Nursî’nin bunu alıp
yıkatması ve şükretmesi, aralarında tam bir asırlık zaman bulunan
Nursî’nin, dinin tecdidinde Mevlânâ Hâlid tarafından adeta halef olarak
takdir edilmiş olduğuna işaret eder. Bu vesileyle denebilir ki, Risale-i
Nur’ların tesir ettiği her alanda veya coğrafyada Hâlidî’liğin de dolaylı
olarak tesiri vardır.
ise Gazi Muhammed ve Şeyh Şamil’in(ki Halidî tarikata mensupturlar) Ruslar’a karşı mücadelelerini unutmamak gerek. Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz; Hamid Algar, Hâlidiyye, DİA, c. 15, s. 295 114 Bkz; Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, Sözler Neşriyat, İstanbul 1994, ‘İlk Hayatı’, s. 31 vd. ; harb esnasında meşhur tefsir kitabı “İşaratü’ı-İ’caz”ı yamıştır. Bkz, Said Nursi, İşaratü’ı-İ’câz, Sözler Yayınevi, İstanbul 1997 115 Bkz; Algar, Hâlidiyye, a.g.e., c. 15, s. 298; Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 31 vd. 116 Konu ile ilgili detay bilgi için bkz; Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 302
149
Zamanın ihtiyaç ve özellikleri hesap edilerek, tavizsiz ve
kararlılıkla bir davanın güç kazanarak varlığını sürdürmesi gerekliliği,
Kritik Analitik Düşünme’yi de vaz geçilmez kılmıştır. Mevlânâ Hâlid’in
öğretileri ışığında ve ondan fezeyan eden(yani ilhamını onun
ilkelerinden alan) bir yaklaşım biçimi olarak, bu “KAD(Kritik Analitik
Düşünme)” adı altında evrensel düşünme taliminin yapıldığı yerlerde de
Hâlidî’liğin dinamizminin etkilerini görmek bizce mümkündür.
Hülâsa; ihyâ hareketinin ilmî ve mistik silsilesinin önemli
halkalarından biri olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin, İslâm’ın neşv-ü
nemaya ermesi için uygun zeminlerden biri olan Anadolu coğrafyasına
tesir etmemesi düşünülemez.
İslâm toplumlarının bilinçlerinde tecdide vesile olduğu için
Mevlânâ Hâlid’e vefa borcumuzun bir gereği olarak, onu tanımak-
tanıtmak, düsturlarını rehber edinmek, bu günün dinamik ve şuurlu
Müslüman gençlerine rehber olarak hatırlatmak gerekir. Mevlâna
Hâlid’in ilkeleri ve yaşam tarzı, modern dünyanın bunalımlarından berat
formüllerini de içermektedir diye düşünüyorum. Okumak, yazmak,
yaşamak, düşünmek, uzlet ve zikir halinde nefsi terbiye ve tezkiye etmek
bu gün de en çok muhtaç olunan değerler olarak karşımızda durmaktadır.
Müceddid olmak tam da düşünce monotonluğunda ruhi bir inkılab
oluşturma ile gerçekleştiğinden, Mevlânâ Hâlid’in dinamik öğreti sistemi
bizler için ve halen de önem arz etmektedir.
KAYNAKÇA
Ahmed b. Hanbel,Müsned, 4/335, no: 18977; 1/27, 51, 162, 319;
2/107, 426; 4/114, 129, 164, 385; 1/159 no:1373; 5/351, 353, 357, no:
23024, 23041, 23071; 2/435; 4/251.
150
Ahmed Cevdet Paşa, Peygamber Efendimiz(sav). Çev. Muallim
Mahir İz, Hediye Kitaplar, İstanbul 2004
Akdağ, Soner, “Süleyman Çelebi’nin Mevlidi Üzerine”, A.Ü.
Türkiye Araştırmaları Dergisi(TAED), sy. 36, Erzurum 2008
Algar, Hamid, Nakşîbendilik, çev. Cüneyd Köksal, Ethem
Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev,
Nurullah Koltaş, Zeynep Koltaş, İnsan Yayınları, İstanbul 2012
--------------------------, Hâlidiyye, İslâm Ansiklopedisi, İSAM,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997
Azimâbâdî, el-Azîmâbâdî: Muhammed Şemsu’l-Hakk el-
Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bud Şerhu Sünen-i Ebi Davud, Medine
1389/1696,11/387, 389
Bağdâdî, Mevlânâ Hâlid, Herkese Lâzım Olan Îmân, çev.
Kemahlı Feyzullah, Hakikat Kitabevi Yayınları, İstanbul 2008
Bergson, Henri, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı, çev. M. Mukadder
Yakupoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2013
Bircan, Hasan Hseyin, İslâm Felsefesi Üzerine, Bilge Adamlar,
İstanbul 2009
Buhari, İman 37, no: 50; Tefsir, 31/2, no: 4777; Tehecccüd 11,
no: 1130; Tefsir, Feth 2, no: 4836;Rikak 20, no: 6471.
Çam, Nusret, İslamda Sanat Sanatta İslam, Akçağ Yayınları,
Ankara 2012
Çiftçi, Dr. Adil, Toplumbilimi Yazıları, P. L. Berger’in “Dini
Kurumlar” başlıklı makalesi, Anadolu Yayınları, İzmir 1999
151
Draz, M. Abdullah, Kur’ân Ahlâkı, çev. Prof. Dr. Emrullah
Yüksel- Prof. Dr. Ünver Günay, İz Yayıncılık, İstanbul 2002
Evola, Julius-Guênon, Renê, Savaş Metafiziği ve Sembolik
Silahlar, çev. Atilla Ataman, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, İsmail Taşpınar,
İnsan Yayınları, İstanbul 2000
Fahri, Macit, İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, çev.
Şahin Filiz, İnsan Yayınları, İstanbul 2002
-----------------, İslâm Ahlâk Teorileri, çev. Muammer
İskenderoğlu-Atilla Arkan, Litera Yayıncılık, İstanbul 2004
Garaudy, Roger, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın,
Pınar Yayınları, İstanbul 1995
Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Prof.
Dr. Salih Tuğ, Yani Şafak Kültür Armağanı, c. II, Ankara 2003
Kavak,Abdülcebbar, Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu’daki İlmî ve
Kültürel Hayata Katkıları, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İSLÂMÎ
İLİMLER(Uluslararası Sempozyum), Bingöl Üniversitesi, Bingöl
Üniversitesi Yayınları, Bingöl 2013, c. 1, s. 267
-------------------------------, Mevlana Halid-i Bağdadî’nin Divânı, Uluslar
Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Yüzüncüyıl Üniversitesi-
Van İl Müftülüğü, s. 279-290.
-------------------------------, Abdülcebbar Kavak, Divân-I Mevlânâ Hâlidi
Bağdâdî, Ensar Yayıncılık, Konya 2009
152
-----------------------------, 1Abdülcebbar Kavak, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
ve Hâlidî Tasavvuf Geleneğinin Tarihi Gelişim Süreci, Basılmamış
Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum
2013
Landau, Ella-Tasseron, “Periyodik Reform: Müceddid Hadisi
Hakkında Bir İnceleme”(The “Cyclical Reform”: A Study of The
Mujaddid Tradition), çev. İ. Hakkı Ünal, İslami Araştırmalar Dergisi, C.
6, Sy. 4, s. 261-278
Lings, Martin, Tasavvuf Nedir?, çev. Veysel Sezigen, Vural
Yayıncılık, İstanbul 2007
Memiş, Abdurrahman, Hâlidî Bağdâdî ve Anadoluda Hâlidilik,
Kitabevi, İstanbul 2000
Müslim, İman 106, 108; Münafikin 79.
Nursî, Said, Bediüzzaman, Mektubat, Sözler Neşriyat, İstanbul
1994
--------------------------------, Tarihçe-i Hayatı, , ‘İlk Hayatı’,Sözler
Neşriyat, İstanbul 1994
--------------------------------, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler
Neşriyat, İstanbul 1994
-------------------------------, Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul
1995
Okiç, M. Tayyip, “Çeşitli Dillerde Mevlitler”, Atatürk
Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, Erzurum 1976, sy. I, s. 17-
24
153
SA’ÎDÎ, Abdülmuteal, Prof. Dr., En Edebî Mesaj KUR’ÂN, çev.
Doç. Dr. Hüseyin Elmalı, Çağlayan Yayınları, İzmir 1997
Sarıçam, Prof. Dr. İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
DİB Yayınları, Ankara 2004
Schimmel, ,Annemarie, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun
Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2012
Sırma, Prof. Dr. İhsan Süreyya, Mekke Dönemi ve İşkence, Beyan
Yayınları, İstanbul 1997
Şimşek, Halil İbrahim, Hâlid Bağdâdî’nin Abdullah Mekkî
Vasıtasıyla Anadolu Tasavvuf Hayatına Tesirleri, Uluslar Arası Mevlana
Hâlid-i Bağdâdî Sempozyumu, Yüzüncüyıl Üniversitesi-Van İl
Müftülüğü, Ankara 2012
Yalsızuçanlar, Sadık–Mut, Mukaddes, Anadolu’yu
Mayalayanlar, H Yayınları, İstanbul 2010
Yardım, Prof. Dr. Ali, Hadis I-II, Damla Yayınevi, c. I, İstanbul
1997
Yıldırım, Mustafa, İslam Sanatı ve Estetiğinin Temelleri, Başak
Matbaacılık, Ankara 2012
Yılmaz, Prof. Dr. H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar,
Ensar Neşriyat, İstanbul 2000