Upload
others
View
17
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN TOPLUMSAL VE SİYASAL GÖRÜŞLERİ
Doktora Tezi
Tabip GÜLBAY
Ankara-2008
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN TOPLUMSAL VE SİYASAL GÖRÜŞLERİ
Doktora Tezi
Tabip GÜLBAY
Tez Danışmanı Prof. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları
Ankara-2008
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN TOPLUMSAL VE SİYASAL GÖRÜŞLERİ
Doktora Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
Prof. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları ..................................
Prof. Dr. Ömür Sezgin .......................................
Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı ........................................
Prof. Dr. Ahmet Çiğdem .........................................
Doç. Dr. Mehmet Yetiş .........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
i
“İş zengin olmak değil, memleketi zengin etmektir.”
Memduh Şevket Esendal
Önsöz
Tezin son şeklini almasında yaptıkları yapıcı eleştiri ve katkılarından dolayı
tez danışmanı Prof. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları’na ve tez jürisi üyeleri Prof. Dr.
Ömür Sezgin, Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı, Prof. Dr. Ahmet Çiğdem ve Doç. Dr.
Mehmet Yetiş’e teşekkür ederim. Hem tezin her aşamasında teşvik, eleştiri ve
katkılarından dolayı hem de tezi yazmam sürecinde karşılaştığım her türlü zorlukları
aşmam hususunda bana yardımcı olan Tanıl Bora’ya ise ayrıca teşekkür etmenin bir
borç olduğunu bilirim. Tezin yazımı aşamasında bana yardımcı olan Maliye
Bakanlığı Muhasebat Genel Müdürlüğü memurlarından Şehriban Doğanay’a da
teşekkür ederim. Bütün bu uzun süreçte bana sabır göstererek yardımcı olan eşime ve
kızıma ise teşekkür etmenin yeterli olmayacağının bilincindeyim.
ii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ....................................................................................................................................İ
İÇİNDEKİLER ..................................................................................................................... İİ
GİRİŞ ...................................................................................................................................... 1
I. BÖLÜM:.............................................................................................................................. 7
DÖNEMİN SOSYO-EKONOMİK, SİYASAL VE DÜŞÜNSEL ORTAMI..................... 7
A) ESENDAL’IN DÜŞÜNCESİNİN OLUŞMASINDA VE GELİŞMESİNDE ETKİLİ OLAN
DÖNEMİN TOPLUMSAL, SİYASAL VE EKONOMİK SORUNLARI .............................. 8 B) ESENDAL’IN DÜŞÜNCESİNİN OLUŞMASINDA VE GELİŞMESİNDE ETKİLİ OLAN
DÜŞÜNCELER ..................................................................................................... 47 aa) “Mesleki Temsilcilik” ............................................................................................. 47 bb) Muhafazakârlık ....................................................................................................... 58 cc) Anadoluculuk .......................................................................................................... 70
II. BÖLÜM:.......................................................................................................................... 79
ESENDAL’IN TOPLUMSAL VE EKONOMİK GÖRÜŞLERİ..................................... 79
A) EĞİTİM ............................................................................................................... 79 B) AİLE ................................................................................................................... 82 C) KADIN ................................................................................................................ 86 D) CİNSELLİK .......................................................................................................... 91 E) ÇOCUK / ÇOCUKLUK / GENÇLİK ......................................................................... 94 F) DİL ..................................................................................................................... 97 G) EDEBİYAT (SANAT) .......................................................................................... 100 H) DİN VE AHLAK ................................................................................................. 103 I) EKONOMİ (EMEK / ÜRETİM) .............................................................................. 107
III. BÖLÜM: ...................................................................................................................... 116
ESENDAL’IN SİYASAL GÖRÜŞLERİ.......................................................................... 116
A) AYDIN .............................................................................................................. 116 B) BÜROKRASİ ...................................................................................................... 123 C) DEVLET ............................................................................................................ 130 D) HALKÇILIK ....................................................................................................... 138 E) TÜRKÇÜLÜK ..................................................................................................... 143 F) BATI SORUNU ................................................................................................... 151 H) MUHAFAZAKÂRLIĞI VE “ANADOLUCULUK” DÜŞÜNCESİ İLE OLAN İLİŞKİSİ .... 159 I) ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞTE ROLÜ ................................................... 171 J) “AMUDÎ MEDENİYET” / “UFKÎ MEDENİYET” AYRIMI ........................................ 181
SONUÇ ............................................................................................................................... 191
KAYNAKÇA...................................................................................................................... 197
ÖZET .................................................................................................................................. 213
ABSTRACT........................................................................................................................ 216
Giriş
Büyük bir toplumsal değişmenin bireyler ve kurumlar üzerindeki etkisini ve
bu değişmenin yarattığı değerler karmaşasını (Kür, 1983: 9) en iyi anlatmış ve/veya
değerlendirmiş yazarlarımızdan biri olan Esendal’ı incelemeye çalışacağımız bu
çalışmanın amacı, Esendal’ın toplumsal ve siyasal fikirlerini çözümlemeye
çalışmaktır.
20. Yüzyıl Türk hikâyeciliğinin adı ilk sırada anılması gereken birkaç
yazarından birisi olan ve hikâyeciliğimizde yeni bir tarzın ilk ve en önemli
temsilcilerinden biri olan Esendal’ın toplumsal ve siyasal fikirlerini çözümlemek için
öncelikle Esendal’ın kendi eserleri, kendisiyle yapılan söyleşiler ve hatıratları sonra
da Esendal hakkında yazılan yazılar ve yapılan çalışmalar değerlendirilmeye
çalışılacaktır.
Sıradanmış gibi görünen hayatları, toplumsal sorunları ve günlük yaşamı
yalın bir anlatımla öyküleştiren ve yazdıklarıyla kendi deyimi ile “topluma ayna
tutmuş” olan Esendal hakkında İsmail Çetişli’nin 1989 yılında yaptığı “Memduh
Şevket Esendal -İnsan ve Eser-” adlı doktora tezi, Sevim Gözcü’nün 2004 yılında
çalıştığı “Ayaşlı ile Kiracıları’nda Anlatıcı Sorunsalı” adlı yüksek lisans tezi ve
birkaç bitirme tezi dışında pek çalışma yapılmamıştır. Hakkında pek bir çalışma
yapılmamış olması ve sanayileşmeye (daha doğrusu Batı Medeniyeti’ne) şüpheyle
yaklaşıp, bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını toprağa dayalı bir hayatta
2
görmesi (Türkeş, 2002b: 241) ve bu tutumuyla Tek Parti eliti içinde ayrıksı bir
portreye sahip olması bizi böyle bir çalışma yapmaya yöneltmiştir.
İçinde yer aldıkları toplumun toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlarından
bağımsız ele alınamayan ve bu sorunları etkileyen ve/veya bu sorunlardan etkilenen
düşünceler, bu sorunlara yanıt arama çabaları olarak değerlendirilebilir.
Osmanlı/Türk modernleşme sürecindeki düşünce hayatı da dönemin siyasal,
toplumsal ve ekonomik sorunlarıyla yakından ilişkilidir ve bu sorunlara yanıt verme
çabasındadır (Alkan, 2004: 17). Zürcher’in ifadesiyle (2005: 12), modern
Türkiye’nin doğuşunun ilk evresinin yaşandığı 19. yüzyıl bir yandan Avrupa’nın
Osmanlı İmparatorluğu üzerinde nüfuzunun git gide arttığı diğer yandan da bu
nüfuza Osmanlı Devleti’nde tepkilerin oluşmaya başlandığı bir yüzyıldır.
Kendisini doğrudan doğruya siyasi düşüncelerle ifade etmeyen, bunun yerine
hikâye ve romanlarına bu düşüncelerini/görüşlerini serpiştiren yazarlarımızdan birisi
olan Esendal’ın, bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını toprağa dayalı bir
hayatta görmesini (Türkeş, 2002b: 241), sanayileşmeye/endüstrileşmeye şüpheyle
yaklaşmasını ve Batı Medeniyeti’ni amuda kalkmış bir medeniyet olarak
değerlendirerek bir amudî medeniyet ve ufki medeniyet ayrımı yapmasını,
modernleşme sürecinde ortaya çıkmış olan sorunlara yanıt verme çabalarının veya
Osmanlı Devleti’nde oluşmuş olan bu tepkilerin bir örneğini oluşturduğunu
söyleyebiliriz.
Muhafazakârlığın doğuşunun zorunlu tarihsel ve sosyolojik şartlarını
yaratacak bazı faktörlerin birlikte ortaya çıkması gerekliliğine işaret eden ve yarı
bilinçli gelenekselcilikten bilinçli siyasal muhafazakârlığa geçişi sınıf temelli
kapitalist toplumun ortaya çıkışının bir sonucu olarak gören Mannheim’e göre (1959:
94-5, 100-1), kendine özgü geleneklere, yapıya ve biçime sahip olan muhafazakârlık,
özgül tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür. Bizde, Mannheim’in sözünü ettiği
anlamda bir muhafazakârlığı doğuracak bir toplumsal bağlamın, ne içsel öğelerin
gelişimi ile ne de dışsal etmenlerin zorlamasıyla oluşmadığını, toplumun “sınıfsal”
olarak bölünmesi ve farklılaşmasının engellendiğini ve neticede bu bölünme ve
3
farklılığın söylemsel bir karşıtlığının bulunmadığını belirten Çiğdem’e göre (2004:
18), Türk muhafazakârlığı kendisini bir siyasi düşünce olarak konumlamamış;
muhafazakâr eleştiri bir kurulu düzen eleştirisine evrilmemiştir.
Muhafazakârlığın siyasal yorumunun bu yorumu taşıyacak toplumsal sınıfa
ihtiyaç duyduğunu, kültürel yorumunun ise seçkinler düzeyinde yürütebilecek bir
proje olduğunu belirten Çiğdem’e göre (2004: 19), Türk muhafazakârlığı esas olarak
kültürel bir muhafazakârlıktır ve bu nedenle toplumsal ve siyasal kategorileri,
kültürel kategorilere dönüştürür ve böylece kendisini kültürel olanda temellendirir.
Toplumsal ve siyasal fikirlerini çözümlemeye çalışacağımız Esendal da,
geleneksel değerlerden kopmadan da ilerlemenin mümkün olduğuna inanması,
sanayileşmeye (daha doğrusu Batı Medeniyeti’ne) şüpheyle yaklaşması, bireysel ve
toplumsal mutluluğun kaynağını toprağa dayalı bir hayatta görmesi (Türkeş, 2002b:
241) ve bu tutumuyla Tek Parti eliti içinde ayrıksı bir portreye sahip olması
nedeniyle muhafazakâr düşünce içinde konumlandırılabilir.
Her zaman için “küçük insan”dan yana tavır alan, hikâyelerini gündelik
yaşamın en sıradan, hiçbir abartı içermeyen olaylarından yola çıkarak yazan (Oktay,
1993: 660) ve bu hikâyelerde basit gibi görünen ama aslında derin toplumsal
sorunlara dönük konuları işleyen (Uyguner, 1991: 52) Esendal’ın muhafazakârlığı,
kültürel muhafazakârlık içinde -kimi zaman kültürel muhafazakârlığı aşan boyutlar
içerse de- değerlendirilebilir.
Esendal’ın muhafazakârlığı, ‘bir zamanlar biz neydik, ne olduk’ şeklinde
özetlenebilecek olan ‘geçmişteki güçlü devletin varlığını arayan ve bu güçlü devleti
yücelten bir muhafazakârlık’tan çok, eserlerinde “çalışkan, dürüst, kanaatkâr, nikbin,
hayat ve cemiyetle uyum halinde, küçük mutluluklarla yetinmesini bilen” (Çetişli,
2004: 120) “küçük insan”ın sade hayatını arayan ve bu hayatı yücelten, modern
yaşama biçiminin ürkütücü karışıklığını değil, basit bir yaşama biçiminin sadeliğini
güzelleyen bir muhafazakârlıktır.
4
Bu çalışmanın aşağıdaki soruları cevaplandırmayı amaçladığını
söyleyebiliriz:
- Türk toplumun bir çözülme ve yozlaşma sürecini yaşamakta
olduğuna inanan (Çetişli, 1990: 47) Esendal’ın, bu sürece karşı
çözümü nedir?
- Eserlerinde “[b]ir şeyler üreten[lerle], iyi bir hayatı çalışarak
kuranlarla üretmeden tüketenler[i] karşı karşıya” sunan (Çelik,
2005: 4), tüketim ve israf karşıtı mistik bir yaklaşımla kanaatkârlığı
ve sadeliği savunan, modernleşmenin tüketimle özdeşleştirilmesine
ve ilerlemenin “lüks tüketim” ölçütüyle değerlendirilmesine karşı
çıkan, kısaca üretmeden tüketmeye tepki gösteren (Çınar, 2007:
195) Esendal’ın, ekonomik görüşü nedir ve/veya nasıl bir ekonomik
yapı önermektedir?
- Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile
getiren, sınıfların çatışmasının değil, mesleklerin tesanüdünün
hâkim olduğu bir toplumsal düzeni dillendirmeye çalışan Esendal,
nasıl bir siyasal yapıyı düşlemektedir?
- Esendal, “küçük insan”ın / köylünün hayatının nasıl
iyileştirilebileceği konusunda neler düşünmektedir?
- Tanzimat ile birlikte hızlanan Batı’ya açılmanın yerli sanayiyi
olduğu kadar esnaf teşkilatlarını ve el emeğine dayalı bütün küçük
işletmeleri muattal (kullanılmaz) hale getirdiğine inanan, II.
Meşrutiyet yıllarında siyasi parti çekişmelerinin açtığı derin yaraları
gören ve memleket yönetimini bu Batı usulü gidişten çekip
kurtarmak isteyen “mesleki temsilciler”den biri olan (Turinay,
1996: 93-4) Esendal, Batı’yı ve/veya Batılılaşmayı nasıl
değerlendirmektedir?
- Geleneksel değerlerden kopmadan da ilerlemenin mümkün
olduğuna inanan Esendal, muhafazakâr olarak değerlendirilebilir
mi, eğer muhafazakâr olarak değerlendirilebilir ise, Esendal’ın
muhafazakârlığı nasıl bir muhafazakârlıktır?
5
- Eserlerinde bu toprağa (Anadolu’ya), bu toprağın insanına, bu
toprağın sorunlarına değinen (Onaran, 1975: 38) ve Anadolu
hakkında ne düşündüğü sorulunca, “Anadolu bir hazinedir, ...”
(aktaran Barlok, 2008: 1) diyen Esendal ile “Anadoluculuk”
düşüncesi ve/veya Anadolucular arasında bir bağ var mıdır?
- Çok partili siyasi hayata geçişin hemen öncesinde Cumhuriyet Halk
Partisi genel sekreteri olan Esendal’ın çok partili siyasi hayata
geçişte önemli sayılabilecek bir rol oynamış mıdır?
- İnsanlar arasında ümit tohumlarını yeşertebilmek için yazan
Esendal, bir ütopyacı mıdır, eğer bir ütopyacı ise bu ütopyasını nasıl
temellendirmiş ve bu ütopyada aydınlara nasıl bir yer vermiştir?
- Esendal’ın siyasi görüşü açıklanırken kullanılan “devlete hizmet”
ibaresinden ne anlaşılması gerekir?
Böyle bir çalışmanın muhtemelen en büyük sorunu, hayatının büyük bir
kısmını siyasi mücadeleler ve bürokratik görevlerle geçirmesine, hatta 1942 yılından
1945 yılına kadar üç yıldan fazla bir süreyle (3 yıl 25 gün) Cumhuriyet Halk
Partisi’nin genel sekreterliği görevini yürütmesine ve 1947 yılında otoriter eğilimli
Recep Peker Hükümeti’nin düşürülmesiyle neticelen ve siyasi tarihe “Otuzbeşler
Olayı” diye geçen olayda büyük bir rol oynamasına rağmen birkaç istisna dışında
Esendal’ın siyasi görüşlerini yansıtan metinler bırakmamış olması olacaktır.
Tezimiz bir monografi çalışması olduğundan Esendal’ın tüm eserleri analitik
bir okumaya tabi tutulacak ve tez boyunca bu okumalardan elde edilen verilerin
çözümlenmesi ve yorumlanması yapılmaya çalışılacaktır. Çözümlemeler yapılırken
metinlerin tarihsel bağlamından koparılmamasına özellikle dikkat edilecektir. Tezde
ağırlıklı olarak, siyaset bilimi disiplini temel alınsa da iktisat, sosyoloji, edebiyat ve
tarih gibi disiplinlerin çözümlemelerinden de yararlanılmaya çalışılacaktır.
Dış dünyaya (topluma), sanatçıya, esere ve okura dönük eleştiri
yöntemlerinin her birinin esere kendine göre bir açıdan baktığını ve belirli noktalar
üzerine eğildiğini belirten ve genellikle eleştirmenin kendi bilgisine, yeteneklerine,
6
sanat anlayışına en uygun yöntemi esas yöntemi olarak benimsediğini ve
diğerlerinden de yararlandığını belirten Moran’a göre (2000: 299), hangi yöntemi
kullanırsa kullansın bir eleştirmenin söylediklerini kabaca üç kategoriye ayırabiliriz:
Betimleyici, açıklayıcı (yorumlayıcı) ve değerlendirici. Bu çalışmada da söylenenler
bu üç kategori içinde değerlendirilebilir.
Çalışmamızın birinci bölümde; Esendal’ın düşüncesinin oluşmasında ve
gelişmesinde etkili olan dönemin toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunları ve
düşünceleri, ikinci bölümde; Esendal’ın toplumsal ve ekonomik görüşleri, üçüncü
bölümde ise; Esendal’ın siyasal görüşleri değerlendirilmeye çalışılacaktır.
I. Bölüm:
Dönemin Sosyo-ekonomik, Siyasal ve Düşünsel Ortamı
Bu bölümde, önce Esendal’ın düşüncesinin oluşmasında ve gelişmesinde
etkili olan istibdat döneminden çok partili siyasi hayata kadar uzanan dönemin1
toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunları ile Esendal’ın hayatı bir ‘gelgitlik’
içerisinde anlatılmaya çalışılacaktır. Başka bir deyişle, bir imparatorluğun çöküşüne
ve bir ulus devletin kuruluşuna tanıklık eden2 Esendal’ın düşüncesinin oluşmasında
ve gelişmesinde etkili olan dönemin (istibdat, II. Meşrutiyet, Milli Mücadele, tek
partili ve çok partili yılların) “arka planı” ve bu “arka plan” içindeki Esendal’ın
hayatı özetlenmeye çalışılacaktır3. Sonra da düşüncesinin ilk evresinde “mesleki
temsilcilik” düşüncesinden (özellikle bu düşüncenin teorisyeni olarak
sayabileceğimiz (Kör) Ali İhsan (İloğlu)’nun düşüncelerinden) etkilendiği ve ömrü
boyunca “mesleki temsilcilik” düşüncesine sadık kaldığı söylene gelen, CHP içinde
siyaset yapan muhafazakâr politikacılardan biri olan ve Anadolucu düşüncenin temel
izleklerine benzer şeyler düşünen (Çınar, 2007: 195) Esendal’ı (daha doğrusu
Esendal’ın düşüncesini) anlayabilmek için mutlaka bu üç düşünceye (“mesleki
1 Boratav (1998: 7), sözkonusu dönemi, dönemlendirmede kullandığı ölçütlerin iktisadi olduğunu
belirterek şu şekilde dönemlendirmiştir: 1908-1922: Devrim ve savaş yılları; 1923-1929: Açık
ekonomi koşullarında yeniden inşa; 1930-1939: Korumacı-devletçi sanayileşme; 1940-1945: Bir
kesinti -II. Dünya Savaşı-; 1946-1953: Dünya ekonomisi ile farklı bir eklemlenme denemesi. Zürcher
(2005: 16) ise, aynı dönemi şu şekilde dönemlendirmiştir: 1908-1913: İmparatorluğu çekişen bir takım
ideolojilere ve siyasal programlara göre canlandırma yollarının arandığı dönem; 1913-1918: İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin tek parti yönetimi ve Türk milliyetçiliğinin zafer dönemi; 1918-1922: Jön
Türkler’in başarılı bir bağımsızlık savaşı sayesinde yeniden yönetime geçtikleri ve ulusal direniş
hareketinin giderek kendine mahsus belirgin bir nitelik almaya başladığı dönem; 1922-1926: Devletin
yapısının değiştiği ve bir kez daha tek parti devletinin kurulduğu dönem; 1926-1945: Kemalizm’in
altın çağı; 1945-1950: Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidardan barışçı şekilde indirilişiyle sonuçlanan
demokrasiye derece derece geçiş dönemi. 2 “Şimdi bu zaman, eski âdetlerin, eski ahlakın gittiği, yenisinin de henüz daha gelmediği karışık bir
zamandır” (Esendal, 2003d: 384). 3 Nesimi’ye göre (1952: 83), Esendal’ın hayatı, yaşadığı dönemin politik ve sosyal tarihinin aksinden
(yankısından) başka bir şey değildir.
8
temsilcilik”, muhafazakârlık ve anadoluculuk) değinilmesi gerektiğinden bu üç
düşünceye değinilecektir.
Burada, “milli karakteri kutsal bir varlık gibi gören, onu her fesattan
korumak isteyen bir milliyetçi, bir Türkçü” (Barkın, 2008: 1) olduğu söylenen
Esendal’ı daha iyi anlayabilmek için milliyetçilik (Türkçülük) düşüncesine de
değinilebilirdi. Ancak hem Anadoluculuk düşüncesinin zaten coğrafyayı/toprağı
temel alan bir milliyetçilik ideolojisi olması hem de Anadoluculuk düşüncesine
değinirken ister istemez Türkçülük/Turancılık düşüncesine değindiğimizden bu
düşünceye ayrıca değinmeyi gerekli görmedik.
A) Esendal’ın Düşüncesinin Oluşmasında ve Gelişmesinde Etkili Olan
Dönemin Toplumsal, Siyasal ve Ekonomik Sorunları
İlk Osmanlı anayasası olan “Kanûn-i Esasî”, II. Abdülhamit tarafından 23
Aralık 1876’da ilan edilmiş ve “Heyet-i Ayan” ve “Heyeti Mebusan”dan oluşan
“Meclis-i Umumi” adını taşıyan parlamento ise, padişahın bir nutkuyla 19 Mart
1877’de açılmıştı. Görünüşte anayasal bir monarşi (meşrutiyet yönetimi) kurmuş
olan bu anayasa, bir tür toplumsal sözleşmenin resmi ifadesi niteliğinde olmayıp,
esas itibariyle padişahın tek taraflı bağışının bir ürünüydü. Bu nedenle, padişah
tarafından her zaman geri alınabilir -ki öyle de olmuştur- idi (Erdoğan, 1999: 27-8).
Bu ilk parlamento 28 Haziran 1877’de, ikinci parlamento ise, Osmanlı-Rus Savaşı
bahane edilerek süresiz olarak 14 Şubat 1878’de, II. Abdülhamit tarafından
kapatılmış ve böylece ilk meşrutiyet denemesi sona ermiş ve Osmanlı İmparatorluğu,
II. Meşrutiyetin ilanına (23 Temmuz 1908) kadar sürecek olan yeni bir istibdat
dönemine girmişti.
II. Abdülhamit’in iktidarıyla birlikte, Tanzimat döneminde (1839-1876)
“Babıâli”ye geçen iktidar merkezi “Saray”a geri dönmüş ve 1908 Meşrutiyet
Devrimi’ne kadar “Saray” yeniden iktidar merkezi olarak “Babıâli”nin yerini almıştı.
9
Hürriyetçi ve meşrutiyetçi fikirlere şiddetle karşı olan II. Abdülhamit’in hem
Osmanlı İmparatorluğu‘nu hem de devlet içinde kendi mevkiini kuvvetlendirme
araçları olarak gördüğü Batılılaşmaya ve reformlara tamamen karşı olmadığını ve
özellikle saltanatının ilk yıllarında daha önce başlatılmış veya tasarlanmış olan pek
çok şeyin bu dönemde tamamlandığını belirten Lewis’e göre (2000: 176-7), bu
dönemde, idari yapı, yargı, eğitim, haberleşme, ulaştırma gibi alanlarda yapılan
reformların zirveye eriştiği bile söylenebilir4.
Özellikle eğitim alanında yapılan reformlar sonucunda okur-yazarlık oranının
artması ve basının gelişmesi II. Abdülhamit için “kaderin cilvesi” denilebilecek bir
sonuç yaratmıştır. Çünkü okur-yazarlık oranının artması ve basının gelişmesiyle
birlikte II. Abdülhamit’e karşı olan siyasi muhalefet de gelişmiştir. II. Abdülhamit,
gelişen bu siyasi muhalefeti kontrol etmek için basına karşı sert tedbirler almış ve
yaygın bir sansür mekanizmasını devreye sokmuştur5. Ayrıca, bu dönemde, bir
taraftan II. Abdülhamit’in himayesinde jurnalcilik adeta kurumsallaşırken ve geniş
bir hafiye örgütü kurulurken diğer taraftan da II. Abdülhamit, anayasal yetkisini
kullanarak kendisine muhalefet eden aydınları etkisiz hale getirmeye çalışmıştır
(Erdoğan, 1999: 32).
Öte yandan, 16 Ağustos 1838’de imzalanan ticaret anlaşması ile çöküş
dönemi başlayan, ilk resmi borçlanmasını 1854 yılında Rusya ile yapılan Kırım
Savaşı nedeniyle yapan ve bu tarihten itibaren yavaş yavaş mali açıdan iflasa doğru
sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu’nda 1875 ile 1881 yılları arasında devletin iflası
tartışılmış ve sonunda Düyun-u Umimiye İdaresi kurulmuştu6 (Keyder, 2004: 59).
4 Öyle ki, Tanzimat ıslahatlarının ana teması olan idari merkezleşme, ancak II. Abdülhamit döneminde
İmparatorluktaki haberleşme araçlarındaki çarpıcı gelişme sayesinde gerçekleştirilebilmiştir (Zürcher,
2005: 117). 5 Zürcher’in ifadesiyle (2005: 119), basın, özellikle 1888’den itibaren, siyasal konuların, özellikle de
liberalizm, milliyetçilik ve meşrutiyetçilik ile ilgili her hangi bir konunun tartışılmasını yasaklayan
çok sert bir sansür tarafından iğdiş edilmiştir. 6 1881 yılında “Muharrem Kararnamesi” ile elinde Osmanlı devlet tahvilleri bulunan Avrupalıların
haklarını korumak amacıyla kurulan Düyun-u Umimiye İdaresi, borç geri ödemeleri için ayrılan
birtakım resimlerin, tuz vergisinin, ipek öşrünün ve tütün ticaretinin de dâhil olduğu bazı gelirleri
10
Asıl adı Mustafa Memduh -ki bu isimlerden Mustafa, peygamberin
isimlerinden biri olması Memduh ise, dedesinin mahlası olması hasebiyle (Uyguner,
1991: 9) konulmuştur- olan Esendal, Rumeli’den göç eden çiftçi bir ailenin çocuğu
olarak (Türkeş, 2002b: 238) 28 Mart 1884’te bir taşra kasabası olan Çorlu’nun
(Tekirdağ) o zamanki adıyla Papayani Mahallesinde İzmarada adında bir Rum’un
kiralık evinde7 doğmuştur (aktaran Çetişli, 2004: 15).
“Ben büyük Türk-Rus muhaberesinden (1877-78) beş yıl kadar sonra, (...)
Çorlu’da (...) doğmuşum” (aktaran Çetişli, 2004: 15) diyerek kendi doğumu
hakkında bilgi veren Esendal8, on altı yaşına kadar kullandığı Mustafa’yı, sonradan
bırakmış; buna karşılık babasının adına istinaden Şevket’i ikinci isim olarak
benimsemiştir9 (Çetişli, 2004: 16).
Esendal ailesinin, Esendal’ın doğduğu bu evden sonra, önce bir Yahudi
evinde, sonra Çorlu’da Fırınönü denilen yerde bir Ermeni evinde, daha sonra Küçük
Eyüp Ağaların konağında, İstanbul’a taşınılıp tekrar Çorlu’ya dönüldükten sonra da
uzunca bir süre yeni yaptırdıkları kendi evlerinde oturdukları anlaşılmaktadır
(Uyguner, 1991: 12).
yönetecekti. Düyun-u Umimiye İdaresi, kısa bir süre sonra hem işlev ve hem de teşkilat bakımdan
genişleyecek ve İmparatorluğun toplam kamu gelirlerinin yaklaşık üçte-birini kontrol eder hale
gelecekti (Keyder, 2004: 59-60). 7 O yıllarda “Rus İstilası”ndan yeni kurtulmuş olan Çorlu’da, birçok ev artık kullanılamaz hale
geldiğinden Esendal, “Rus İstilası” sırasında Ruslar tarafından hastane olarak kullanılan bu binada
doğmuştur (Uyguner, 1991: 9). 8 Soyadı olan Esendal’ı almadan önce birçok ad üzerine duran -ki bunlar “Şu Soyadı Konusu” adlı
öyküsünde de yankısını bulmuştur- (Uyguner 1991: 22), tasarladığı birçok soyadından bir seçim
yapamayan ve “eski Türklerin yaptıkları gibi (...) büyüklerden birinden bir ad isteye”n Esendal’a,
“Esendal” soyadını İsmet İnönü (1884-1973) vermiştir (Esendal, 2005a: 32; 2003d: 126). 9 “Benim adımı babam Mustafa Memduh koymuş. Ben senin [oğlu Mehmet Suat] yaşına geldiğim
zaman bu ismi beğenmedim, o zaman modasına göre babamın adını ilave edip adımı Memduh Şevket
koydum” (Esendal, 2003d: 368).
11
Çorlu’da, bu yıllarda (I. Meşrutiyet yıllarında), Esendal’ın babası ve amcaları,
kendilerine miras kalan Avlanbey, İmrallı ve Çevrimkaya adlı üç çiftlikte tarımla
uğraşmışlardır. Babalarının (Esendal’ın dedesi) ölümü üzerine kardeşler arasında
uzun süre miras kavgalarına sebep olan sözkonusu çiftliklerden Avlanbey Esendal’ın
babasına intikal etmiştir10 (Çetişli, 2004: 17).
Kendi ifadesiyle “küçük burjuva bir ailenin” üç erkek çocuğundan ikincisi
olarak dünyaya gelen Esendal (2005: 7), ailelerinin geçiminin, yukarıda belirtilen
sözkonusu çiftliklerden elde edilen gelirlerle sağlandığını ve bu geçinişin pek dar
olduğu için gençlik yıllarının yoksulluk içinde geçtiğini belirtmektedir11.
Balkan Savaşları (1912-1913), binlerce Türk ailesi gibi, Esendal’ın ailesi
içinde bir felakettir12. Bu savaşlar nedeniyle ailenin tümü (Esendal, 1908’de İttihat ve
Terakki Cemiyeti tarafından İstanbul’a çağrıldığından daha önceden gitmiştir.) el
konulan çiftliklerini geride bırakarak İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Balkan
Savaşları’ndan sonra Tekrar Çorlu’ya dönülmüşse de (Çetişli, 2004: 21), I. Dünya
Savaşı’nın (1914-1918) başlamasıyla birlikte ailenin toprakları askeri tarıma ayrılmış
(“Esendal, Memduh Şevket”, 2003: 400) ve tekrar İstanbul’a dönülmüştür13.
10 Çetişli (2004: 17), Esendal’ın “Miras” adlı romanındaki bazı hususların dedesi Fatin Bey’in ölümü
üzerine babası ve amcaları arasında uzun süre devam eden miras kavgalarından mülhem olabileceğini
belirtir. 11 Esendal’ın bir yandan ailesini “küçük bir burjuva” olarak nitelendirmesi diğer yandan da
çiftliklerden elde edilen geçinişin pek dar olduğu için gençlik yıllarının yoksulluk içinde geçtiğini,
Çorlu’nun soğuk kışlarında paltosuz gezdiğini ve İstanbul’a gidecek kadar bile parasının olmadığını
(2003d: 532, 533) söylemesi bir çelişki olarak görülmemelidir. Gerçekten de Esendal, “küçük bir
burjuva ailenin” bir ferdi olarak dünyaya gelmiştir. Ancak hem bu yılların savaş yılları olması hem de
sözkonusu çiftliklerin sonraki yıllarda miras nedeniyle bölünmesi ve elden çıkması Esendal’ın gençlik
yıllarının yoksulluk içinde geçmesine neden olmuştur. 12 Balkan Savaşlarının (ve I. Dünya Savaşı’nın) sebep olduğu göç hadisesi ve bunun çevresindeki
felaketler zinciri sonradan Esendal’ın bazı hikâyelerine ve “Miras” adlı romanına konu olacaktır
(Çetişli, 2004: 21). 13 15 Aralık 1924 - 1 Eylül 1925 tarihleri arasında İstanbul’da yayımlanan haftalık “Meslek”
gazetesinde tefrika edilmiş olduğundan Esendal’ın yayımlanan ilk romanı olarak kabul edeceğimiz
(Uyguner, 2003: 7) “Miras” adlı romanının konusu da bu döneme (Osmanlı İmparatorluğu’nun son
12
Esendal’ın babasının adı Mehmet Şevket, annesinin ise, Emine Şadiye’dir. İki
kola ayrılan baba soyunun ilki Nişastacızâdeler’e, ikinci kolu ise, Karakahyalar’a
dayanmaktadır. Nişastacızâdeler’den Ahmet Necip Fatin Bey’in (Esendal’ın dedesi),
Karakahya İbrahim Ağanın oğlu Ahmet Efendinin kızı Emine Saffet Hanım
(Esendal’ın babaannesi) ile evlenmesiyle birlikte iki aile birleşmiştir. Ahmet Necip
Fatin Bey’in içgüveyi olarak kayınpederinin evine yerleşmesi, Esendal ailesinin
Çorlu’da “Kahyabeyler” olarak tanınmasına sebep olmuştur (Çetişli, 2004: 16).
Annesi Emine Şadiye Hanım ise, Yanık Hüseyin Kaptan soyundan
gelmektedir. Esendal’ın 18 Ocak 1908’de evlendiği eşi Ayşe Faide Hanım (1890-
1985) da anne soyuna mensuptur ve dayısının kızıdır (Çetişli, 2004: 16, 21). Bu
evlilikten Mehmet Suat (1912) ve Ahmet (1915) adında iki erkek, Emine (1923)
adında da bir kız çocukları dünyaya gelmiştir (Uyguner, 1991: 16).
Esendal, hayatının birçok yönü önemli ölçüde karanlıkta kalmış ve bugüne
kadar da yeterince aydınlatılamamış yazarlarımızdan biridir. Sözkonusu yönlerden
ilki, tahsil hayatında karşımıza çıkar. Onun nerede, ne zaman, ne kadar ve hangi
mekteplerde okuduğuna dair yeterli ve sağlıklı bilgi edinebilmek bir hayli zordur.
İleride doktor olmayı isteyen14 Esendal, Mülkiye Mektebi’nin (lise kısmı) ikinci
sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen çeşitli nedenlerle düzenli ve sürekli bir
mektep tahsili görme imkânı bulamamıştır15 (Çetişli, 2004: 18).
dönemine) dairdir. Sözkonusu romanda Esendal, geçmişe yönelik bir siyasal eleştiri ya da güzelleme
yapmak yoluna sapmadan 1900’lerin başlarındaki İstanbul ve İstanbul’un yakın çevresindeki hayatı,
insan ilişkilerini, değişen ahlak ve değerler sistemini, gayri müslimlerin ekonomik alanda güç
kazanmalarını gerçekçi bir biçimde ve her zamanki sade diliyle (Çetişli (2004: 168), sözkonusu
romanın dilinin sade olduğu görüşüne katılmamaktadır.) anlatır (Türkeş, 2002b: 240). 14 “[B]en çocukluğumda hekim olmak isterdim. İsteğim olmadı. O harbler, muhacirlik, yıllarca süren
yoksulluk, sıkıntı, şu, bu, olmadı işte” (aktaran Arısoy, 1952: 7). 15 “Ben rüştiyeyi bitirmedim. Sınavlara birkaç ay kala, ailemin işleri dolayısıyla okulu bıraktım”
(Esendal, 2003a: 202).
13
Nesimi’ye göre (1952: 83), Esendal, klasik mektep merhalelerinden
geçmeden kendi kendini yetiştirmiştir. Esendal da, eğitimi ile ilgili olarak Arısoy
(1952: 7)’a şunları söylemiştir: “Ben ilk mektep de dâhil olmak üzere hiçbir
mektepten mezun değilim. Alaylı’yım! (...) Bende hocalık hakkı yoktur.”
Daha on dört yaşında iken babasının kendisine yönelttiği, “sen ne olacaksın?”
soruna, “[b]en, anlaşılan önceden bu işi kendimce düşünmüş ve kestirmiş olacağım
ki, hiç durmadan, ‘Ben yazıcı olacağım’ dedim, arkasından da ‘Mithat Efendi gibi!’
diye ekledim” (Uyguner, 1991: 24) diyerek karşılık veren Esendal, demek ki o
yıllarda Ahmet Mithat Efendi’nin yapıtlarını okumuş ve bu yolda bir eğilim
göstermiştir (Uyguner, 1991: 24).
Esendal’ı böyle bir karara götüren sebepleri tespit etmek zordur. Yetiştiği aile
ortamına ya da arkadaş çevresine baktığımızda elverişli bir ortama sahip olduğunu
söylemek mümkün değildir16. Ancak şu söylenebilir ki, 1890’lı yılların Çorlu’su
kahvehane ve sohbet meclisleriyle bir taşra kasabasının sahip olabileceği kültür ve
sanat atmosferinden biraz daha fazlasına sahiptir (Çetişli, 2004: 37).
Çok genç yaşlarda gizli politika işleriyle uğraşmaya ve gizli kurumlara girip
çıkmaya başlayan Esendal (2005: 8)’ın siyasi hayatı17 o gün için gizli bir teşkilat olan
İTC’ye18 genç sayılabilecek bir yaşta 1905 (bazı kaynaklarda 1906) yılında girişi19
16 Esendal’ın düşünce dünyasına esas teşkil edecek temeller, bir taşta kasabası olan Çorlu’da çiftlik,
kahvehane, esnaf dükkânları gibi mekânların sahip oldukları fikir atmosferi çevresinde şekillenmiştir.
Çorlu’dan çıkıştan sonra düşünce dünyasını şekillendiren düşünce kaynakları zenginleşen ve belirli bir
dünya görüşü ile tanışması İttihat Terakki Cemiyeti’ne (bundan İTC) girmekle başlayan Esendal’ın
dünya görüşü İTC içinde şekillenip olgunlaşmıştır (Çetişli, 2004: 60-1). 17 İTC ile başlayan ve -bir takım kesintilerle birlikte- ölümüne kadar devam eden Esendal’ın aktif
siyasi hayatı, bir yığın iniş-çıkışlarla doludur. Zira Esendal, çoğu zaman kendisine kuşkuyla bakılan,
kendisinden çekinilen bir politikacı olmuş; bunun için de mümkün mertebe hükümet merkezi ve idarî
kademelerden uzak tutulmuştur (Çetişli, 2004: 22). 18 II. Abdülhamit’in parlamentoyu, 14 Şubat 1878’de, süresiz olarak kapatması ve dolayısıyla
“Kanûn-i Esasî”yi yürürlülükten kaldırması üzerine, önce Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde
sonra da, dış memleketlerde gizli cemiyetler kurulmuştur. Bu cemiyetlerin başlıca amaçları II.
Abdülhamit’in istibdadına son vermek ve “Kanûn-i Esasî”yi tekrar yürürlüğe koydurmaktı (Karpat,
14
ile başlar20: “Ben 1905’ten 1918’e kadar İttihat ve Terakki’de çalışmış ve fırkacılık
etmiştim” (Esendal, 2003d: 452).
İTC’ye girdiği tarihte ‘Kanûn-i Esasî’yi dahi okumamış olan21 ve parlamenter
rejimin ne demek olduğunu bilmeyen (Nesimi, 1952: 84) Esendal’ın, ne memleketin
içinde bulunduğu durum hakkında ne de İTC’nin ideolojisi ve amaçları hakkında
işlenip geliştirilmiş bir düşünceye veya belli bir görüşe sahip olduğunu söylemek
mümkün değildir22 (Çetişli, 2004: 22). Başka bir ifadeyle, ‘Kanûn-i Esasî’yi
1996: 36-7). Yakın tarihimize egemen olmuş ilk ve en büyük siyasal örgüt olan (Dönemin ikinci
büyük siyasal örgütü, İTC’ye muhalif olan bireylerin ve derneklerin bir araya gelmesiyle 21 Kasım
1911’de kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’dır.) ve Ahmet Rıza Bey tarafından Paris’te 1889 yılında
kurulan İTC de, bu cemiyetlerden biriydi (Tunaya, 2000: 27, 29). 19 “Bu giriş benim hayatımın ihtilalidir” (Esendal, 2003d: 469). 20 Esendal’ın Mülkiye Mektebindeki (lise kısmı) öğrencilik yıllarına rastlaması kuvvetle muhtemel
olan İTC’ye girişi (Çetişli, 2004: 22), siyasi hayatında hocalarından biri olan Kara Kemal’in (1868-
1926) rehberliği altında gerçekleşmiştir (Tekeli ve İlkin, 1977: 286). Esendal’ın siyasi hayatındaki bir
diğer hocası ise özellikle dünya görüşünün şekillenmesinde etkisi olan (Kör) Ali İhsan (İloğlu) (1870-
1942)’dur. 21 “İttihat ve Terakki komitasına giren adamlar 1293 Kanuni Esâsine bağlı kalacaklarına yemin
verirlerdi. Bu yemini veren adamlar içinde kaç kişi bu kanunu okumuş ve onun üstünde kafa yormuş,
(...) İnanın ki hemen hiç. Okumamış olanlardan biri de ben!” (Esendal, 2003d: 186). 22 Çetişli’ye göre (2004: 22), “Miras” adlı romanındaki “Asım” tipi, bu dönemin Esendal’ından
önemli izler taşır. Adı geçen kahraman tesadüflerin sevkiyle kendini politik faaliyetlerin içinde
bulduğu zaman ‘Kanûn-i Esasî’yi bile okumamıştır. Sözkonusu romanda, Asım için “Asım, henüz ne
istemediğini, niçin istemediğini, pek iyi bilmiyordu (...), padişahı istemiyorlardı. Neden? Bu ciheti, o
kadar düşünülmüş, o kadar ince hesap olunmuş bir şey değildi. Niçin istemiyordu? Meşrutiyeti istiyor
muydu? Meşrutiyet nedir? Hiç düşünmemişti” (Esendal, 2003c: 146). “Ferruh Bey, ona politikadan
bahsediyordu. (...) Ferruh Bey’le sanki onun gözünün önünde[ki] perdeler düşüyordu. Ferruh Bey,
onu, bir başka âleme sürüklüyordu” (Esendal, 2003c: 122) gibi ifadeler kullanılmıştır. “Tirâzîzade
Sadullah Efendi Konağı” adlı hikâyedeki ‘doktor’ tipi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Sözkonusu
hikâyede, ‘doktor’ için de “Doktor, (...) siyasetle uğraşırdı. Gizli teşekkül etmiş cemiyetlere girer, gizli
müzakerelerde bulunur, gazete dağıtır, karakolların kapılarına yafta yapıştırır, sokaklara beyanname
atar, (...)” (Esendal, 1993: 199). “Bu idareyi devirip yeni bir hükümet, yeni bir idare tesisi mümkün
mü? Doktor, bunları çok etraflı düşünmüştür, denilemez. Müphem surette Avrupa hükümetlerinin
hürriyet taraftarlarını himaye edeceği, onda bir ümit gibidir” (Esendal, 1993: 200) gibi ifadeler
kullanılmıştır.
15
yürürlüğe koymak üzere İTC gizli merkezinde yemin ettiğinde hayatını neye
vakfettiğini kendi de bilmiyordu (Nesimi, 1977: 245).
Babası Mehmet Şevket Bey’in ölümü (1907) üzerine, tahsilini yarıda
bırakarak Çorlu’ya dönen ve ailenin sorumluluğunu üstlenen ve ailesini
geçindirebilmek için çiftçilikle uğraşan Esendal, bu sıralarda, bir kaynağa göre,
Küçük Eyüp Ağaların evinde yan yana oturdukları reji memurunun, bir başka
kaynağa göre de, Beşiktaşlı dernek arkadaşlarının yardımıyla Reji İdaresi’nde23,
Beşiktaş Muhafaza Müdürlüğü’nde ilk memuriyetine başlamıştır24 (Uyguner, 1991:
15).
II. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908’de, “Kanûn-i Esasî”yi yeniden yürürlüğe
koymak zorunda kalmış ve yeni “Meclis-i Umumi”, 17 Aralık 1908’de, padişahın bir
nutkuyla açılmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, önce 27 Nisan 1909’da, II.
Abdülhamit “31 Mart Olayı”25 sonrasında tahttan indirilmiş26 sonra da, 8 Ağustos
23 1883 yılında tütün geliri, Osmanlı dış borçlarına karşılık olmak üzere, Düyun-u Umumiye İdaresi
ile yapılan anlaşmalarla tekel işletmesi olarak kurulan Reji İdaresi’ne verilmişti (Akpınar, 1999: 608). 24 “1908 inkılabı oldu, İttihat ve Terakki beni işe çağırdı. (...) [B]ana Tütün Reisi memurluk teklif etti,
hemen kabul ettim (...) İttihat ve Terakki’ye giriş, sonra İttihat ve Terakki’nin memuru oluş (Bu
cemiyetin benden evvel aylık verdiği memuru yoktu), sonra bu hizmette şahsi menfaati ayak altına
alarak kalış, benim hayatımın ihtilalleri oldu” (Esendal, 2003d: 469). 25 Bir karşıdevrim olarak da nitelendirilebilecek olan sözkonusu olayı şu şekilde özetleyebiliriz:
Vahdeti adında bir Bektaşi dervişinin öncülüğünde yayınlanan “Volkan” gazetesi etrafında
kümelenen aşırı dinciler ve bunlara katılan bazı asker, molla ve medrese öğrencileri, Jön Türklerin
dünyevi ve/veya dindışı siyasi yaklaşımlarına karşı, 13 Nisan 1909 (31 Mart 1325) tarihinde,
İstanbul’da şeriatın geri getirilmesi için ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmayı bastırmak için 3. Ordu
Komutanı Mahmut Şevket Paşa komutasında Makedonya’dan hareket eden “Hareket Ordusu”, 24
Nisan 1909 tarihinde, fazla bir direnişle karşılaşmadan isyanı bastırmış ve aralarında Derviş
Vahdeti’nin de bulunduğu çok sayıda isyancı idam edilmiştir (Tunaya 2000: 492; Zürcher, 2005: 143-
6; Lewis, 2000: 214-5). 26 Esendal (1997a: 33), II. Abdülhamit’in tahtan indirilişini “Eski Kına Gecesi” adlı hikâyede
hikâyenin kahramanlarından biri olan Rıza Bey aracılığı ile, “[o]tuz üç senelik devr-i menhus-ı
istibdadın korkunç, karanlık ve kanlı bulutları üzerimizden kalkmıştır” diyerek dile getirmiştir.
16
1909’da, “Kanûn-i Esasî”de, yapılan bir dizi değişiklikle parlamenter monarşi için
uygun bir anayasal çerçeve27 sağlanmıştır28 (Erdoğan, 1999: 36).
Lewis’e göre (2000: 212), ideolojilere ve her derde deva sosyal formüllere
pek fazla ilgi göstermeyen29 Jön Türkler’i/İTC’yi ilgilendiren esas sorun, Osmanlı
İmparatorluğu’nun bekası sorunu, esas soru ise, “bu devlet nasıl kurtarılabilir”
sorusuydu. Tunaya’ya göre (1984: 9) de iktisadi ve siyasi bağımsızlığını büyük
ölçüde yitirmiş bir ülkede iktidara gelen Jön Türkler’in amaçları, en büyük kaygıları,
düşüncelerinin başlangıcı ve sonu “devleti kurtarmak”tı. Zaten II. Meşrutiyet
dönemi, devletin nasıl kurtarılabileceğine ilişkin olan büyük soruya cevap
verilebileceği umuduyla başlamıştı.
II. Abdülhamit’in istibdadına son verildiği ve baskı ve sansür ortamından
uzaklaşıldığı bu yıllar (II. Meşrutiyet döneminin ilk yılları) her çeşit siyasal ve
toplumsal meselenin toplum önünde tartışıldığı (Zürcher, 2005: 186) ve muhalefetin
yavaş yavaş geliştiği yıllar olmuştur. Lewis’in ifadesiyle (2000: 212), II.
Abdülhamit’in istibdadının sona ermesini izleyen birkaç yıl içinde, ülke daha önce
hiçbir zaman tanık olmadığı bir “tartışma” ve “deneme” dönemine tanıklık etmiş,
27 Gerçekte, ne anayasal bir rejimden ne de sivil ve siyasi özgürlüklerin fiilen işlemesinden yana olan
İTC, iktidarı tamamen ele geçirdikten sonra anayasayı ve özgürlükleri askıya alacak, muhalefeti sert
yöntemlerle sindirecek (Erdoğan, 1999: 36) ve hatta yapılan değişikliklerle demokratik bir meşruti
monarşi anayasası haline getirilen 1876 Anayasası, İTC’nin uyguladığı diktatörlüğü gizlemeye
yarayan bir perde haline getirilecekti (Özbudun, 1993: 4-5). 28 “Kanûn-i Esasî”nin yeniden yürürlüğe konulmasına, yeni “Meclis-i Umumi”nin açılmasına ve
“Kanûn-i Esasî”nin yapılan bir dizi değişiklikle parlamenter monarşi için uygun hale getirilmiş
olmasına rağmen Nesimi’ye göre (1952: 84-5), “parlamenter demokrasi”nin bizdeki tezahürleri
Esendal’ı memnun etmemeye başlamış ve hatta “1908 demokrasisi”nin siyasi nüfuz ve iktidarı ele
geçirmek ve devam ettirmek için her türlü tertip, tezvir (söze yalan karıştırma), isnat ve iftiraları
mübah gördüğü ve hatta masum ve faziletli vatandaşları öldürmeyi dahi tecviz (caiz görme) ettiğini
gören Esendal da “parlamenter demokrasi”ye karşı bir istikrah (tiksinme) hissi uyanmıştır. 29 Zürcher (2005: 15) ise Jön Türkler’i, 1890’larda etkinleşmeye başlayan, modern eğitim görmüş
bürokrat ve subaylardan oluşan ve devlet ile toplumu pozitivist ve milliyetçi düşüncelere göre
modernleştirmek ve güçlendirmek için 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni gerçekleştiren kişiler olarak
değerlendirmiştir.
17
“tartışmalar” sükûtla, “denemeler” de diktatörlükle sona ermiş olmasına rağmen,
yeni ümitler ve yeni istekler yaratılmıştır. Karpat’ın deyişiyle (1996: 49), İTC’nin
iktidara geçişinin ilk altı ayında kendini gösteren ve halkın hafızasına yerleşen
hürriyet daha sonraki hürriyet ve demokrasi mücadelelerinin ilham kaynağı olmuştur.
İdeolojik tartışmaların belirginleştiği bu dönemde, Zürcher (2005: 186) ve
Erdoğan (1999: 41), başlıca üç siyasi ideolojinin30 belirginleştiğini, birbiriyle rekabet
etmeye başlar hale geldiğini ve bu üç siyasi ideolojinin de Osmanlıcılık (İttihad-ı
Osmani)31, İslamcılık (İttihad-ı İslam)32 ve Türkçülük (milliyetçilik)33 olduğunu ifade
ederken, bu dönemin en ilginç yönünün Osmanlı tarihinde ilk kez düşünen bir
toplum manzarası gösterdiği bir dönem olduğunu belirten Tunaya (1984: 9-12) ise,
bu dönemde beş fikir cereyanın belirginleştiğini ve bunların da Garpçılık
30 Zürcher (2005: 186), kimi yazarların dönemin düşünce iklimine dördüncü bir ideolojiyi de
eklediklerini bunun da Batıcılık olduğunu belirtmektedir. 31 Bir tür imparatorluk milliyetçiliği arayışının sonucu olarak ortaya çıkan, Osmanlı
İmparatorluğu’nun ‘ilk siyasi doktrin’i olarak kabul edilen ve Tanzimat döneminin hakim siyasi
akımı, hatta “resmi ideolojisi” durumunda olan Osmanlıcılık düşüncesinin temel iki unsuru, din ve ırk
farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasının eşit olduğu düşüncesi ve siyasi dağarcımıza bu
ideolojinin armağanı olarak giren “vatan” fikriydi (Türköne, 1994: 262-3; 1995: 80, 82-3). 32 ‘Yeni Osmanlılar’ın meşrutiyet veya hürriyet davalarını İslam’ın fikri ve siyasi geleneğinde
temellendirme çabalarının sonucu olarak ortaya çıkan ve bu dönemin en etkin ideolojilerinden biri
olan (Tunaya, 1984: 10) İslamcılık çağdaş anlamda bir siyasi ideolojidir (Türköne, 1994: 246).
Türköne’ye göre (1995: 85), İslamcılık, aslında “milliyetçi” bir ideolojidir ve bu ideolojinin tam
karşılığı “İslam milliyetçiliği”dir. 33 Önceleri kültürel alanda sonraları ise azınlıklar arasında yayılan ayrılıkçı hareketlere karşı bir tepki
olarak siyasal alanda kendini gösteren (Karpat, 1996: 43) ve Osmanlıcılık ve İslamcılık
ideolojilerinden daha sonra, özellikle Rusya çıkışlı Türk aydınlarının öncülüğünde ortaya çıkan
Türkçülük (milliyetçilik), Türkî halkları Osmanlı bayrağı altında birleştirmeyi amaçlıyor, başka bir
deyişle, Pantürkizm’i -Türkleri ve Türkî halkların birliğini- savunuyor (Zürcher, 2005: 186) ve yeni
bir ideolojik bileşimle (Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim) “yeni bir
hayat” vaat ediyordu (Tunaya, 1984: 10). Türköne’ye göre (1994: 256, 269), Türkçülük
(milliyetçilik), parçalanmakta olan imparatorluğu bir arada tutmak için bir millet ideali geliştirme
ihtiyacı içinde Osmanlı aydınlarının İslam dininden milliyetçi bir ideoloji çıkarma çabalarının sonucu
olarak ortaya çıkmıştır.
18
(Batıcılık)34, İslamcılık, Türkçülük, Meslekçilik (Meslek-i Temsilcilik)35 ve
Sosyalizm36 olduğunu belirtmektedir37.
Bununla birlikte, aslında birçok noktada içiçe geçen, birbirleriyle kesişen
yönlere sahip olan bu ideolojilerin birbirlerinden tamamen kopuk ve iç tutarlığa sahip
ideolojiler olduğunu düşünmek de doğru değildir. Nitekim Zürcher (2005: 187),
Osmanlıcılığı akılcı bir şekilde savunan birçok Jön Türkün, aynı zamanda romantik
bir Türkçü (milliyetçi) ve milliyetçiliğine güçlü duygularla bağlanan dindar bir
34 Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan, Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni boyutlar kazanan ve Batı’nın
toplumsal ve fikirsel bileşimini erişilmesi gereken bir hedef olarak gören Batıcılık, bazen ılımlı bir
biçimde -uygarlığın teknik ve “gerçek” uygarlık olarak iki çeşit olduğu, Batı’nın teknik uygarlığın
zirvesine ulaştığı ancak “gerçek” uygarlığa erişmediği ve hiçbir zaman da erişemeyeceği anlamında-
ortaya çıkmış ve bazen de aşırı bir biçimde -çözümün daha az değil daha çok Batılılaşmakta olduğu,
Batılılaşmanın bir tercih meselesi değil, bir beka meselesi olduğu ve bir ikinci medeniyetin olmadığı,
tek bir medeniyetin olduğu, onun da Batı Medeniyeti olduğu anlamında- ortaya çıkmıştır. Ancak,
Batıcılık, daha çok Batı’yı her hususta örnek almak isteyenlerin yaklaşımlarını adlandırmak için
kullanılmıştır. İmparatorluğun gerilemeye başlamasıyla, niçin gerilediği sorusu, önce devlet
yönetiminin bozukluğu ileri sürülerek, daha sonra belki de yüzeyselleşen bir tutumla Batı’nın askeri
üstünlüğü gösterilerek cevaplandırılmış ve daha 18. yüzyıl’ın başlarında, Batı’nın askeri kurumlarının
İmparatorluğa nasıl getirilebileceği önemli bir devlet sorunu haline getirilmişti (Mardin, 1999b: 9-10;
Lewis, 2000: 234-5). 35 II. Meşrutiyet’in siyasal, ekonomik ve toplumsal kargaşa ortamında yeşeren, klasik iktisattan
esinlenen Osmanlı liberalizmine tepki olarak doğan ve yüzyılların fütüvvet ve lonca geleneği ile o
günlerde Osmanlı düşüncesinde etkinlik kazanan ve Fransız korporatizminin sosyo-psikolojik temelini
oluşturan dayanışmacı, solidarist yaklaşımın bir bireşimi olan (Toprak, 1999: 574) Meslek-i
Temsilcilik üzerinde bir sonraki kısımda ayrıntılı olarak değinilecektir. 36 Bu dönem, örgütlü sosyalist faaliyetin Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez ortaya çıkışına da sahne
olmuştur. Ancak, sosyalizm dönemin en zayıf ideolojisidir. İttihatçıların 1908 Devrimi sonrasında
sendikaları ve grev eylemlerini yasaklamalarına karşı çıkan (Zürcher, 2005: 151) ve tutarlı ve devamlı
bir fikri bütünlüğe sahip olmayan Osmanlı sosyalistlerine göre, Batılılaşma sorununun “esasını”
oluşturan Batı’daki insan hakları dokunulmazlığının Türklerde de tanınması, ancak sosyalizmin
gerçekleşmesi ile mümkün olabilirdi (Tunaya, 1984: 12). 37 Görüldüğü gibi, Esendal’ın önemli temsilcilerinden biri olduğu dönemin toplumsal çöküntüsüne
çözüm arayışının bir sonucu olarak doğan “mesleki temsilcilik” düşüncesi de, II. Meşrutiyet
döneminde tartışılan düşüncelerden veya ideolojilerden biridir.
19
Müslüman olduğunu belirtirken Türköne (1994: 270) de, Osmancılığı ve İslamcılığı
birer milliyetçi ideoloji olarak değerlendirmektedir.
Başlıca amaçlarından biri Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküntüden kurtarmak
ve onun parçalanmasını önlemek olan İTC, bu amacını gerçekleştirmek için
iktidarının ilk yıllarında Osmanlıcılık politikasını izlemiş, ancak bu politikanın
azınlıklar arasında yayılan ayrılıkçı hareketlerden38 dolayı mümkün olmadığını
anladıktan sonra39, özellikle Balkan Savaşları’yla birlikte, Türkçülük (milliyetçilik)
politikasına yönelmiştir40.
II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında uygulanan ve burjuva ideolojisinin iktisat
politikalarına yansıyan iki kolundan biri olan liberal okulun, Osmanlı
İmparatorluğu’nun iktisadi sorunlarına çözüm olamayacağı zaman içinde anlaşılmış
ve bu politikalar terk edilmeye başlanılmıştır. Gayri müslim unsurlardan oluşan
burjuvazinin ülkeyi kalkındıramayacağını ve Müslüman Türklerden oluşan bir milli
burjuvazinin yaratılmasının modernleşme ve kalkınma için kaçınılmaz olduğunu
gören41 İTC, burjuva ideolojisinin iktisat politikalarına yansıyan diğer kolu olan milli
iktisat okuluna yönelmiştir42 (Toprak, 1982: 19, 56).
38 “Evrepidi, Sarayköy Rumlarının en hararetli milliyetperverlerindendir. Gözlerinde her vakit derin
bir gurur ve itimat vardı. Elbette buraları bir gün olup Yunanlıların olacaktı, bunda şüphe yoktu.
Yalnız Evrepidi değil, Sarayköy’ün bütün Rumları bu itikadı taşıyorlar ve istikbale ümit ile meşbu
[dolu] bu nazarla bakıyorlardı” (Esendal, 2003c: 48) gibi ifadelerde görüldüğü gibi, yerel
milliyetçilikler doğmaya, ayrılıkçı duygular güç kazanmaya başlamıştı (Timur, 1991: 228). 39 Ülkenin, çeşitli etnik ve dini gruplar arasında eşitlik ve federasyon temelinde yönetilebileceğini
ifade eden Osmanlıcılığın safdil biçimi, ayrılıkçılık gerçeği ile ve (görünüşte yabancıların ve
azınlıkların çıkarlarını korumaya yönelik) Avrupa müdahalesiyle karşılaşır karşılaşmaz sone ermişti
(Zürcher, 2005: 85). 40 Bu yılların (II. Meşrutiyet yılları) milliyetçiliğin ve milli iktisat düşüncesinin dünyada yükselişe
geçtiği yıllar olduğunu belirten Yılmaz’a göre (2005: 15), İTC, esas karakterini milliyetçiliğin ve milli
iktisat düşüncesinin çizdiği bir partidir. 41 “Binaenaleyh sair memalik-i mütemeddinede olduğu gibi memleketimizde de bir burjuva sınıfı
meydana getirerek İTC’nin bu sınıf sayesinde idame-i mevcudiyetine çalışmak icap etmektedir” (İTC
İstanbul Murahhası Kemal Bey’den aktaran Toprak, 1982: 3). “Osmanlı saltanatında Türk burjuvazisi
hemen hemen yok gibiydi. Osmanlı yalnız sipahi ve memurdu. Hâlbuki zamanımız devletlerinin temeli
20
“Babıâli Baskını”ndan43 sonra, devletin tamamen İTC’nin kontrolü altına
girdiğini, devletin ekonomiye daha etkin bir şekilde müdahale etmeye başladığını ve
sonraki yıllarda bu yeni eğilimin 19. yüzyıl Alman sanayileşmesinin örnek alındığı
milli iktisat politikalarına dönüştüğünü ifade eden Zürcher’e göre (2005: 179, 182-
183), İTC, devrimin anlamlı sonuçlar verebilmesinin ancak ekonomik bağımsızlığa
ulaşmakla ve ülkeyi Avrupa’ya bağımlı konumda tutan kapitülasyonların
kaldırılmasıyla44 mümkün olabileceğinin bilincindeydi45.
burjuvazidir; muasır büyük devletler, sanatkâr, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs
etmiştir” (Akçuraoğlu Yusuf’tan aktaran Toprak, 1982: 17). 42 Her ikisi de birer Alman düşünür olan Adam Muller ve onun izinden yürüyerek daha sistematik bir
ekonomik düzen önerisinde bulunan ve 1840’larda serbest ticaretin sanayisi gelişmiş ülkelerin
çıkarına, korumacı gümrük duvarlarının ise geri sanayi ülkelerinin çıkarına uygun olduğunu söyleyen
Friedrich List’in çalışmalarından ortaya çıkan milli iktisat okulu, korumacı sanayileşmeye yönelik ve
devlet teşvik ve müdahaleleri ile bir milli sanayi burjuvazisinin “yetiştirilebileceğini” savunuyordu.
Sanayileşmeyi kalkınmanın anayolu olarak gören ve daha sonraları yine Almanya’da tarihçi okul
olarak adlandırılan okula öncülük etmiş olan milli iktisat okulu I. Dünya Savaşı’yla birlikte
uygulanma fırsatını yakalamıştı. Çünkü bu savaş, İTC’nin özlemini duyduğu Müslüman Türk “iş
adamı”nın oluşması için gerekli ortamı sağlayacaktı (Boratav, 1998: 17; Toprak, 1982: 57). 43 İTC’nin yönetime fiilen el koymasına giden yolu açan sözkonusu baskını şu şekilde özetleyebiliriz:
Babıâli, 23 Ocak 1913’te, başlarında İTC’nin önde gelen isimlerinden biri olan Enver Paşa’nın
bulunduğu bir grup tarafından basılmış ve baskında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa, İTC’nin
tetikçilerinden Yakup Cemil tarafından öldürülmüştür. Daha sonra Sadrazam Kamil Paşa’nın
makamını basan Enver Paşa ve adamları sadrazamı silah zoruyla istifa ettirmişlerdir (Lewis, 2000:
224; Tunaya, 2000: 515). 44 I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle bu fırsatın yakalandığı düşünülerek gizli Osmanlı-Alman
antlaşmasının imzalanmasının hemen ardından, 2 Ağustos 1914’te, dış borçların ödenmesinin geçici
olarak durdurulduğu, Eylül 1914’te de, kapitülasyonların 1 Ekim 1914’ten itibaren tek taraflı olarak
kaldırılacağı duyurulmuştu. 45 Oysa Lewis (2000: 228), İTC’nin/Jön Türkler’in kendilerinden önceki hükümetlerin çoğu gibi,
iktisadi sorunlara, siyasi ve idari sorunlardan daha az önem verdiğini belirtirken Mardin (1999a: 248)
ise, İTC’nin/Jön Türkler’in anlamakta en çok zorluk çektikleri sürecin iktisadi süreç olduğunu ifade
etmektedir.
21
Bu dönem aynı zamanda toplumsal ve kültürel alanda daha önceleri başlamış
olan devlet eliyle modernleş(tir)menin devam ettiği; idari yapı, ordu, yargı, eğitim
gibi alanlarda reformların yapılmasına devam edildiği bir dönem olmuştur.
İTC’nin 1908’de devraldığı Osmanlı ekonomisini bir yarı sömürge ekonomisi
olarak değerlendiren ve 1908-1922 dönemini, devrim ve savaş yılları olarak
adlandıran ve bu dönemin, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dizi savaş, ihtilal, darbe
ve ayaklanma sonunda tarihe karıştığı yıllar olarak bütünlük taşıdığını belirten
Boratav’a göre (1998: 11, 13), bu yıllara iktisadi bir perspektifle bakılırsa, sözkonusu
dönem, “eksik kalmış bir burjuva demokratik devrimi” veya “ulusal bir kapitalizm
doğrultusunda atılan ilk ve çekingen adımlar” ifadeleriyle nitelendirilebilir46.
Toprak (1982: 67; 1999: 586), II. Meşrutiyet dönemini, uluslaşma süreci
içinde olan bir toplumun sermaye birikimi sorununa çözüm arayış yılları olarak
değerlendirirken ve Türkiye’de sanayileşme bilincinin bu yıllarda oluştuğunu, bu
yıllarda sanayileşme yönünde çabaların gösterildiğini ve sanayi toplumu olma
özleminin bu yıllarda doğduğunu ifade ederken Tunaya (2000: 445) ise, bu sınırlı
çabalarının sonuçsuz kaldığını ve İTC’nin iktisadi savaştan da yenik çıktığını
belirtmektedir. Bu yıllar Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak kadrolar için iktisadi ve
siyasi “laboratuar yılları” olarak değerlendirilebilir. Zürcher’in ifadesiyle (2005:
46 Ulusal nitelikte bir kapitalizme yönelişin karşısına çıkan en çetin nesnel engelin belki de, Türk
burjuvazisinin cılızlığından kaynaklandığını, bir Osmanlı burjuvazisinin şüphesiz ki var olduğunu ve
ancak bu sınıfın üç belirgin niteliğinin, sanayide değil ticarette (ve özellikle dış ticarette) gelişmiş
olması; buna bağlı olarak komprador bir özellik taşıması ve büyük ölçüde gayri müslim (Rum,
Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşması olduğunu belirten Boratav’a göre (1998: 15), bu
özellikleri taşıyan bir sınıfın ulusal nitelikli bir burjuva devrimini sürüklemesi elbette beklenemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, kapitalizmle bütünleşme süreci içinde gerilediğini ve çeşitli milliyetçi
ayrılık hareketlerinin başarıya ulaşması sonucu parçalandığını belirten Keyder’e göre (2004: 9) ise,
Osmanlı İmparatorluğu parçalanırken yeni bir ulus devleti kurup bu devleti modernleştirmeye koyulan
burjuvazi değil, geleneksel bürokrasidir. Ancak, kapitalizmle bütünleşme, bu geleneksel bürokrasiye
rakip bir burjuva sınıfını ortaya çıkarmış ve gelişen burjuvazi, otoriter rejimi gittikçe daha çok tehdit
eder hale gelmiştir.
22
227), bu yıllar, Jön Türklerin kendileri sahneden çekildikten sonra ortaya çıkacak
olan yeni Türkiye’ye yol hazırladığı yıllardır47.
İTC’nin Enver, Cemal ve Talat üçlüsü tarafından yönetildiğinin
söylenegeldiğini ve kuşkusuz her üçünün de güçlü kişiler olduğunu belirten
Zürcher’e göre (2005: 163), gerçekte İTC, bir takım hiziplere mensup yaklaşık elli
kişilik bir iç kadro tarafından yönetilmekteydi. İTC’de tek merkezin olmadığını
belirten Tunaya’ya göre (1977: 357) ise, İTC’ye koalisyoncu bir yapı hâkimdi.
Mardin (1999a: 22) de, bünyesinde çok çeşitli hatta birbirine zıt akım ve kişiler
barındıran İTC’nin, “monist” bir siyasi ve sosyal düşünceye sahip olduğunu
söylemenin doğru olmayacağını vurgularken Tekeli ve İlkin (1977: 284) de, İTC
içinde pek çok fikir çevresinin bir arada yer aldığını ve her birinin değişik
derecelerde uygulamaya etki ettiğini belirtmektedirler.
Esendal, (Kör) Ali İhsan (İloğlu)48 ve Kara Kemal üçlüsünün temsil ettiğini
söyleyebileceğimiz, “mesleki temsilciler” grubu da İTC içerisinde teşekkül etmiş
olan bu gruplardan biriydi49.
II. Meşrutiyet döneminde50, Tanzimat döneminde kaldırılmış olan lonca
teşkilatı51, bozulmuş bir şekilde, esnaf kâhyalığı olarak devam etmekteydi. İTC, 1909
47 Cumhuriyet devrinde Jön Türklerin bu öncü hizmetlerinden pek fazla bahsedilmediğinden yakınan
Karpat (1996: 48-9), siyasal bir okul vazifesi gören Jön Türk hareketinin, Türkiye Cumhuriyeti
önderleri için mükemmel bir deneme olduğunu söylerken Lewis (2000: 212) de, II. Meşrutiyet
döneminin yaşattığı hayal kırıklıklarına ve tüm başarısızlıklarına rağmen, bu dönemin modern
Türkiye’nin oluşmasında ve gelişmesinde önemli bir rol oynadığını vurgulamaktadır. 48 (Kör) Ali İhsan (İloğlu)’nun Esendal’ın sosyal ve siyasal şahsiyetinin oluşumunda önemli bir rol
oynadığını belirten Nesimi’ye göre (1952: 85), Esendal’ı anlamak için (Kör) Ali İhsan (İloğlu)’nu
bilmek gerekir. 49 Taner’e göre (1983: 2), Esendal, siyasette stajını İTC’de, Kara Kemal, Muhittin Birgen, Sadık
Vicdani gibi kişilerin yanında yapmıştır. 50 Esendal, “Köye Düşmüş” adlı hikâyede, Meşrutiyet dönemindeki alt-üst oluşun sancılarını yaşayan
kahramanının iç dünyasındaki sarsıntıları (Aydın, 2003: 35) şu sözlerle anlatır: “[P]ekâlâ
memleketimizde oturuyorduk. Nasıl bu Meşrutiyet çıktı, altüst olduk. Bir ağız tadı ile oturup da, bir
“oh” diyemedik. Yevmülbeter” (Esendal, 2001b: 90)!..
23
yılında esnafları örgütlemeye karar vermiş ve esnaf odaları (cemiyetleri) kurmuştu52.
Böylece, küçük iş sahipleri örgütlendirilerek bir kamu kuruluşu olarak tanınıyor ve
denetimi belediyeye veriliyordu. Esnaf odalarının örgütlenmesinde Esendal, (Kör)
Ali İhsan (İloğlu) ve Kara Kemal üçlüsünün etkin bir rol oynaması ve bu
örgütlenmede başarılı olmaları53, bir yandan bu grubun İTC içindeki gücünü
arttırmış54 diğer yandan da, bu gruba karşı olan başka grupların oluşmasına neden
olmuştu55. Gözlerindeki arızanın da etkisiyle olsa gerek (Kör) Ali İhsan (İloğlu) bu
hareketin kuramcısı olarak geride kalırken esnaf birliklerini kurma işiyle
görevlendirilen (Nesimi, 1977: 245) ve örgütlenmede aktif olarak çalışan Esendal,
51 Kapitalizm öncesi toplumların kurumlarından biri olan loncaların durağan bir ekonominin ve
kontrollü bir üretimin en önemli unsurunu oluşturduğunu belirten Kansu’ya göre (2002: 254), lonca
sistemi, ustalık-çıraklık ilişkilerinin egemen olduğu, istihdamı, üretimi, işçilik ücretlerini ve satış
fiyatlarını denetim altında tutan, kapitalist üretim metotlarına ters bir mantıkla çalışan ve serbest
piyasa koşullarına taban tabana zıt olan bir sistemdi. 52 Esendal’ın İTC tarafından muhtelif mesleki birliklerin kurulması ve bu birlikler arasında bir birlik
kurulması işi ile görevlendirildiğini belirten Nesimi’ye göre (1952: 86), bu teşekküllere o zaman esnaf
odaları adı verilse de, gerçekte bu teşekküller, birer oda olmaktan ziyade, bir meslekteki işverenlerle
işçileri bir araya getiren sendikalardı. 53 Nesimi’nin ifadesiyle (1977: 246), esnaf örgütleri, İTC’ye, Meclis-i Mebusan’a ve bürokrasiye etki
yapacak bir duruma gelmişlerdi. 54 Kapitalistleşme süreci içinde kaybeden gruplar olan esnaf ve küçük girişimcilerinin böyle bir
önderlikle yönlendirilmeye hazır olduklarını belirten Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 287), bu grup,
İstanbul içinde çok büyük bir kitle teşkil ettiğinden bunları kontrol edenlerin parti içinde güçlenmesi
kadar doğal bir şey yoktu. 55 Esnaf ve küçük girişimciler grubunun çıkarları ile dış ticaretle uğraşan güçlü ticaret sermayesi
grubunun çıkarlarının -ki bu grubun çıkarlarının savunuculuğunu liberal ekonomi kuramına dayanarak
Cavit Bey - Emmanuel Karasu grubu yapıyordu- çatışması, tüm İTC dönemi süresince kendini
göstermiş ve bu iki grup birbirini siyaset sahnesinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. I. Dünya savaşı ile
birlikte gerek ordunun gerekse büyük şehirlerin -özellikle İstanbul’un- iaşesinin sağlanması hem
büyük bir sorun ve hem de en kârlı iş olmuştu. Savaş koşullarında iaşe sorununun önem kazanması bir
yandan üretimin azalması diğer yandan da ulaştırma olanaklarının sınırlı oluşu yüzündendi. İaşe
yönetimi ve vagon tahsisleri İTC içinde temel yarışma alanlarından biri olmuş ve iaşe kontrolünün el
değiştirmesi İTC içinde güçler dengesinin bir göstergesi haline gelmişti. O kadar ki, (Kör) Ali İhsan
(İloğlu), daha sonraları, Merkez-i Umumi ile görüş ayrılıklarının kendilerini I. Dünya Savaşı sırasında
İTC’den ayrılarak yeni bir fırka kurmak istemeye kadar götürdüğünü söyleyecekti (Tekeli ve İlkin,
1977: 287, 289, 293; Nesimi, 1977: 246-7).
24
İTC’nin Esnaf Odaları Mümessili, Kara Kemal de, esnaf cemiyetlerindeki gücüne
dayanarak İTC’nin yerel örgütünü kontrol etmiş ve İTC’nin İstanbul Müfettişi
olmuştu (Tekeli ve İlkin, 1977: 286-7).
İTC’nin yönetimi ele geçirmesiyle birlikte, politikadaki yıldızı parlamaya
başlayan Esendal56, önce İTC’nin İstanbul Heyet-i Merkeziyesi’ne (Merkez
Kuruluna) aza seçilmiş, ardından da -yukarıda belirtildiği gibi- Esnaf Odaları
Mümessili olmuştur. Aynı yıllarda -1918’lere kadar devam edecek olan- İTC’nin
Anadolu Vilayetleri Müfettişi sıfatına da sahip olan Esendal (Çetişli, 2004: 23), bu
vesile ile Anadolu ve Trakya’yı dolaşmış ve böylece Anadolu insanıyla,
Anadolu’nun gerçekleriyle tanışmıştır (Karaömerlioğlu, 2006: 173).
I. Dünya Savaşı yıllarında, bir yandan Parti Komiseri olarak görev yapan
Esendal, bir yandan da, bu yıllarda, önemli bir sorun olarak ortaya çıkan İstanbul’un
iaşesi57 konusunda58 Kara Kemal’in yardımcısı olarak (diğer yardımcısı (Kör) Ali
İhsan (İloğlu)) görev yapmıştır59.
56 İTC içinde bir işbölümü yapılmış ve ilgililere bu işbölümünün gereklerine göre hareket etmeleri sıkı
sıkıya tembih edilmişti. İTC içinde esas görevi halk hikâyesi yazmak olan Esendal, katiyen siyasi
makale yazmayacaktı. Esendal’a bu yönde tembih edilmesine rağmen günün birinde siyasi makale
yazdığında Talat Paşa kendisini çağırmış ve görevini hatırlatmıştı (Çam, 1977: 360). 57 “Bu Harbi Umumi de, (...) hepsinin üstüne tüy dikti. (...) O çamur gibi ekmek elbette
hatırıâlinizdedir. Geçinmeye imkân kalmadı. Küflü bulgurdan refika hastalandı” (Esendal, 2001b:
94). 58 I. Dünya Savaşı’nın, Batı’dan İstanbul’a ulaşan ticaret yollarını büyük ölçüde tıkadığını, bunun da
İstanbul’un ağır bir beslenme sorunu ile karşı karşıya kalmasına neden olduğunu ve bu sorunun
mevcut ulaşım şebekesinin sonuna kadar kullanılarak Anadolu çiftçisinin ulusal piyasa için üretmeye
başlamasıyla çözülmeye çalışıldığını belirten Boratav’a göre (1998: 19), sorunun böyle çözülmeye
çalışılması, Osmanlı ekonomisinin modern anlamda bir ulusal ekonomi haline dönüşmesi
doğrultusunda önemli bir rol oynamıştır. 59 Savaş yıllarında İstanbul’un iaşesinin, çözülmesi gereken en öncelikli sorunlardan biri olarak ortaya
çıktığını belirten Boratav (1998: 19), Kara Kemal’in yönetiminde çok değişik, çoğu kez çelişkili ve
yetersiz yöntemler denenerek bu sorun çözülmeye çalışıldığını iddia ederken Tunaya (200: 408-9) ise,
Kara Kemal’in bir teorisyen olmamakla beraber savaş ekonomisinin ve azgelişmişliğin hastalıklarıyla
mücadelede izlenebilecek yöntemleri ararken isabetli sayılabilecek reçeteler yazdığını iddia etmekte
ve bu reçetelerin temelinin pratik tedbirlere dayandığını belirtmektedir.
25
İTC’nin “gölge adam”larından biri olan Esendal (Onaran, 1975: 34), İTC
içinde aldığı önemli görevlerden başka, siyasi tarihimiz açısından önemli olaylar
olarak değerlendirilebilecek iki olayda adından bahsettirmiştir. Bunlardan biri, siyasi
tarihimize “Yakup Cemil Olayı”60 diye geçen ve Yakup Cemil’in idam edilmesiyle
neticelenen61 olay öncesinde, Yakup Cemil’in “münferit sulh” girişimlerini ve
bunların arkasında bulunanları açığa çıkarmak üzere, Esendal’ın hem Talat Paşa’nın
hem de Kara Kemal bilgisi dahilinde Yakup Cemil ile ilişki kurmasıdır62 (Tekeli ve
İlkin, 1977: 293; Esatlı, 1975: 472-3; Tansu, 1960: 337).
İTC içinde yer alan gruplar arasında yaşanan çatışmaya bir örnek olarak da
gösterilebilecek “Yakup Cemil Olayı”ndan sonra Cavit Bey - Emmanuel Karasu
grubu Esendal’ı tasfiye etmeye çalışmıştır63. Talat Paşa’nın müdahalesi ile idam
60 İTC içindeki görünmeyen iç çatışmaları su yüzüne çıkaran ve tasfiyelere neden olan sözkonusu
olayı şu şekilde özetleyebiliriz: İTC içinde çekişmelere ve var olan çekişmelerin gün yüzüne
çıkmasına neden olan etkenlerden biri de, I. Dünya Savaşı yıllarında yayılan “münferit sulh”
sorunlarıdır. İstediği terfiyi alamayan, bu nedenle Enver Paşa ile arası açılan, savaşın iyi
yönetilmediğini ve cephelerde durumun iyi olmadığını ileri süren ve bu sıralarda Sapancalı Hakkı
Bey’den İtilaf Devletleri’nin “münferit sulh” önerilerinde bulunduklarını öğrenen Yakup Cemil’in
hükümeti devirme girişimi de bunlardan biridir. Her önüne gelene “münferit sulh” olanağından
bahseden ve etrafında topladığı adamlarla ikinci bir “Babıâli Baskını” planlayan ve etrafı sarılı olduğu
halde harekete geçmeyi düşünen Yakup Cemil’in girişimi, Sapancalı Hakkı Bey’in ikna etmesi sonucu
önlenmiştir (Tunaya, 2000: 280-2; Esatlı, 1975: 462-5; Tansu, 1957: 138-9). 61 Büyük devletlerin karşılarındaki ulusu içerden parçalayacak yollar aradıklarını, I. Dünya Savaşı’nda
da İngilizler’in iki üç kere bizi bozmayı denediklerini ve İTC’nin kendi adamlarını bulup onları
kandırmak istediklerini belirten Esendal’a göre (2003d: 174), Yakup Cemil’in “kurşuna dizilmesinin
kökü bu”dur. 62 Esendal’ın getirdiği haberlerin Kara Kemal tarafından Talat Paşa’ya iletilmesi üzerine Talat Paşa,
Yakup Cemil ve arkadaşlarının bir hükümet darbesi hazırlığı içinde olduklarının ortaya çıkarılması
için çalışmalar yapılmasını istemiştir (Tekeli ve İlkin, 1977: 293; Esatlı, 1975: 474; Tansu, 1960: 338-
9). 63 Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 294), Esendal’ın İstanbul’dan uzaklaştırılmasını “Yakup Cemil
Olayı”ndan çok 1917 yılında hazırlanan “Mesleki Temsil Programı”na bağlamak gerekir.
26
edilmekten kurtulan64 Esendal, ancak esnaf odaları mümessilliğinden
uzaklaştırılmaktan kurtulamamıştır65 (Nesimi, 1952: 87).
Esendal’ın adından bahsettirdiği bir diğer olay ise, Yakup Cemil
başkanlığında, Kafkasya’ya giden66 “Teşkilat-ı Mahsusa”67 adamları arasında yer
almış olması, hatta Yakup Cemil yardımcılarından biri olmasıdır (Uyguner, 1991:
17; Tansu, 1957: 131-2).
I. Dünya Savaşı’nda sonunda 31 Ekim 1918’de imzalan Mondros Mütarekesi,
İTC’nin kendini feshedip önde gelen şahsiyetlerin yurt dışına kaçması68, memleketin
büyük ölçüde işgal edilişi gibi peş peşe gelen hadiseler, diğer İTC mensupları gibi,
64 Esendal, daha sonra hayatını iki kişiye -ki bunlardan biri Talat Paşa, diğeri ise İsmet Paşa idi-
borçlu olduğunu söyleyecekti (Nesimi, 1977: 247). 65 Yerine Cavit Bey’in güvendiği kişi olan Sami Bey’in getirildiğini belirten Esendal, örgütün
kendisini tanığı için Sami Bey’in gelişinin örgütte esaslı bir değişiklik yaratmadığını dile getirmiştir
(aktaran Nesimi, 1977: 246). 66 I. Dünya Savaşı başlar başlamaz Kafkasya’ya, yaklaşık iki bin kişilik “Teşkilat-ı Mahsusa” üyesi
gönderilmiş ve Ardahan ve Batum geri alınmıştı (Tunaya, 2000: 280; Tansu, 1957: 132). 67 İTC içerisinde, 1908 devrimi öncesinden beri fedailer diye bilinegelen bir subay topluluğundan
oluşan, İTC’nin -siyasal cinayetler gibi- kirli işlerini yapan ve bunalım zamanlarında İTC’yi
savunmak için bir araya gelen İttihatçı saldırı taburları -ki bunlar Edirne’nin kurtuluşunda önemli bir
rol oynamışlardı- oluşturulmuştu. İTC’nin komiteci, eylemci, “fedai” ve hayalci yönünü simgeleyen
bu kuruluşun, ordunun görevini kolaylaştırmak, bilgi toplamak (istihbarat), düşmanı içinden
çökertmek, gerilla hareketlerine girişmek gibi görevleri vardı (Zürcher, 2005: 161-2; Tunaya 2000:
339, 344). 68 I. Dünya Savaşı’nın kaybedildiği anlaşıldıktan sonra toplanan ve İTC’nin bütün önde gelen
liderlerinin katıldığı son kongrede Kara Kemal’in önerisi ile İTC’nin birinci derecede önderlerinin
yurt dışına gitmesi kararlaştırılmıştır. 2 Kasım 1918 gecesi, Cemal Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa,
Bahaettin Şakir, Dr. Nazım ve üç kişi Ermenilere karşı olan muamelelerinden sorumlu tutulacaklarını
düşünerek bir Alman denizaltısına binerek Odessa’ya -Ukrayna’nın güneybatısında yer alan bir liman
kenti- kaçmışlardır (Zürcher, 2005: 195; Tekeli ve İlkin, 1977: 298). Nesimi’ye göre (1977: 247-8), I.
Dünya Savaşı’nın sonunda İTC’nin önde gelen şahsiyetlerinin yurt dışına kaçması üzerine gerek
İTC’nin ve gerekse Türkiye’nin kaderi, (Kör) Ali İhsan (İloğlu) ve arkadaşlarının yani “mesleki
temsilciler” grubunun eline geçmiştir.
27
Esendal’ı da zor durumda bırakmıştır. Hakkındaki tutuklama kararı üzerine69 bir süre
İstanbul’da saklanan Esendal, sonunda birkaç arkadaşıyla birlikte memleketten
kaçmak zorunda kalmıştır. “Tadla” adındaki bir İtalyan gemisi ile İtalya’ya kaçan
Esendal, Milli Mücadele yıllarının ilk günlerinde yurda dönmüş ve bazı İTC
mensupları ile birlikte doğrudan doğruya Ankara’ya geçerek Mustafa Kemal’in
yanında yer almıştır70 (Çetişli, 2004: 23).
(Kör) Ali İhsan (İloğlu), Esendal ve bunların bazı arkadaşları Celal Bayar’ın
aracılığı ile Mustafa Kemal ile buluşup71, Mustafa Kemal’e görüşlerini açıklamak
istemişlerdir72. Celal Bayar konuyla ilgili olarak hatıralarında şunları nakleder:
“...Ali İhsan Beyle Memduh Şevket (Esendal) Bey, arkadaşlarıyla birlikte
Ankara’ya geçtiklerinde, ilk önce toplu halde yaşıyor... toplu halde yemek pişiriyor
idiler... hatta maddi vaziyetlerinin bozukluğundan, bu sırada gelir sağlamak amacıyla,
hamam bile işletmeye kalmışlardı. Bana geldiler... Mustafa Kemal ile temas
edemiyoruz bize delâlet et, dediler...” (aktaran Tekeli ve İlkin, 1977: 302-3).
Celal Bayar, bu teklifi Mustafa Kemal’e götürmüş ve Mustafa Kemal’den bu
grubu dinlemesini rica etmiştir. Görüşme teklifinin Mustafa Kemal tarafından olumlu
karşılanması üzerine, görüşme Mustafa Kemal’in istasyondaki evinde
gerçekleşmiştir. Görüşmede hazır bulunan Celal Bayar görüşme hakkında şunları
söylemektedir73: 69 İTC’nin önde gelen liderlerinin kaçmasından kısa bir süre sonra, 29 Ocak 1919 gecesi, Kara Kemal
de dâhil olmak üzere hemen hemen tüm tanınmış İttihatçılar tutuklanarak divan-ı harbe verilmiş ve
daha sonra da Malta’ya sürülmüşlerdir (Tekeli ve İlkin, 1977: 298-299; Akşin, 1992: 153). 70 Türkeş (2002b: 239), Mustafa Kemal’in ekibine katılmak için Anadolu’ya geçen Esendal’ın Milli
Mücadele’nin başlaması ile birlikte İttihatçı kimliğinden sıyrıldığını belirtirken Kemal (1980b: 5) ise,
Esendal’ın İTC’nin göçmeye yüz tutmaya başlamasıyla birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın buyruğu
altına girdiğini belirtmiştir. 71 İtilaf Devletleri’nin 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal etmesi ve Meclis-i Mebusan’ı basması üzerine
(Kör) Ali İhsan (İloğlu), bazı Meclis-i Mebusan üyeleri ile birlikte Ankara geçmiştir (Tekeli ve İlkin,
1977: 302). 72 Esendal’ın “Murat Ali” adlı hikâyesindeki bazı bölümler bu dönemin hayatından bazı izler
taşımaktadır (Çetişli, 2004: 24). 73 Bozdağ’a göre (1977: 361-2), görüşme Mustafa Kemal’in bir çeşit ret cevabıyla neticelenmiştir.
28
“[O]nlar esnaf teşkilatının önemini ve bilhassa seçimin “temsil-i mesleki”
şeklinde olmasını istediler ... (Mustafa Kemal) onları dikkatle dinledi. Doğru yahut
yanlış düşünüyorsunuz demedi... sadece icap ederse tekrar konuşuruz dedi.
Onlar gittikten sonra yüzüme baktı, korkarım sen de o fikir de olmayasın,
dedi...” (aktaran Tekeli ve İlkin, 1977: 303).
Mondros Mütarekesi’yle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan ve
Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında paylaştırılmasını öngören ağır şartlar
ülkede yaygın bir huzursuzluk havası yaratmış ve birçok yerde ulusal veya bölgesel
hakların korunması için temsile dayalı yerel kongreler ve direniş örgütlenmeleri
ortaya çıkmıştı (Erdoğan, 1999: 47). Halkın destek ve katılımını sağlayarak
gerçekleştirilen bu örgütlenmelerin en özgün yanı devletten bağımsız oluşu idi. Bu
örgütlenmede önderleri yurt dışına kaçmış, İstanbul’da iktidardan uzaklaştırılmış
olsalar da Anadolu’daki etkinlikleri büyük ölçüde süren İttihatçılar önemli bir rol
oynamıştı74 (Demirel, 1995: 55).
Talat Paşa’nın direktifi ile amacı savaş sonrası ortamda İTC mensuplarını
korumak ve İstanbul’dan yetenekli insan, para, silah, erzak ve gereç göndermek
suretiyle Anadolu ve Kafkasya’daki direnişi desteklemek olan -ki asli kurucuları
Miralay Kara Vasıf ile Kara Kemal idi- ve Zürcher’e göre (2005: 198), İttihatçı lider
takımının savaş bitmeden önce attığı en önemli adım olan “Karakol” kurulmuştu.
“Karakol”, Kasım 1918 ile Mart 1920 arasında hatırı sayılır sayıdaki İttihatçı
subayı Anadolu’ya gizlice kaçırmayı başarmış ve Anadolu’daki gelişmekte olan
74 Daha sonra Anadolu’daki bu direniş hareketlerini tek bir merkezin yönetimi altında toparlayacak
olan Mustafa Kemal de, başından beri bir İTC üyesiydi ve İTC içinde Cemal Paşa hizbine mensuptu.
Bu hizip içinde, sözü geçen bir İttihatçı subay olan ve Enver Paşa’nın rakibi durumunda olan Ali Fethi
(Okyar)’a yakın duruyordu (Zürcher, 2005: 207). Bu örgütlenmeler ile İttihatçılar arasındaki ilişkiyi
Cemal Kutay, Esendal’ın ağzından şöyle dile getirmektedir: “Esendal’dan dinledim. Anadolu’nun
işgal dışı kalabilmiş 197 kasabasından 163’ü, üzerlerinde Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti yazan
levhaları silmişler, aynı insanlar, aynı düşüncüler, aynı felsefe ile Mudafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni
yazmışlar. Kök, böylesine ve bu nispette aynı idi” (aktaran Demirel, 1995: 55).
29
direniş hareketine İtilaf Devletleri’nin denetimi altındaki Osmanlı depolarından
çalınmış büyük miktarlarda silah, erzak, gereç ve cephanelik sağlamıştı. Bu
eylemlerde eski “Teşkilat-ı Mahsusa” ajanlarından başka -halen Kara Kemal’in
denetiminde olan- hamal ve kayıkçı esnaflarının ve Harbiye Nezareti ile telgraf
idaresindeki İttihatçı memurların büyük rolleri olmuştu. Osmanlı bürokrasisinin
Anadolu’daki milliyetçilerle olan işbirliğinin büyüklüğünün anlaşılması, İngilizlerin
1920’de İstanbul’u resmen işgalinin başlıca nedeni idi (Zürcher, 2005: 206-7).
8 Mart 1920’de “İtilaf Yüksek Konseyi”nin İstanbul’un işgalini pekiştirmeye
karar vermesi üzerine (Lewis, 2000: 251) İttihatçıların üzerindeki baskı
yoğunlaşmaya başlamış, giderek çok sayıda önde gelen İttihatçı tutuklanmış ve
tutuklananların birçoğu (Kara Kemal dâhil) Malta’ya sürülmüştür (Zürcher, 2005:
201).
23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nin türdeş olmaması ve
dolayısıyla Millet Meclisi’nin kararlarının önceden tahmin edilebilir olmaması
Mustafa Kemal’in 10 Mayıs 1921’de “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu”nu (Birinci Grup) oluşturmasına yol açarken75 Yunan tehdidi sırasında geçici
olarak sessiz kalan, bu tehdidin nispi olarak savuşturulmasından sonra yeniden
örgütlenen ve 1921 yılının sonunda Malta’dan dönen sürgünlerin76 bir kısmının
kendilerine katılmasıyla güçlenen muhalefet ise, 1922 yılının Temmuzunda “İkinci
Grup”u kurmuştu (Zürcher, 2005: 232).
Başkomutanlık Meydan Savaşı’ndan (26-30 Ağustos 1922) sonra konumu
daha da güçlenen Mustafa Kemal, yalnız “İkinci Grup” muhalefetini ortadan
kaldırmak için değil (Tekeli ve İlkin, 1977: 329), aynı zamanda tasarladığı reformları
75 9 Eylül 1923’te, “Halk Fırkası” adını alarak partileşen “Birinci Grup”, daha sonraları önce
“Cumhuriyet Halk Fırkası” sonra da “Cumhuriyet Halk Partisi” adını alacaktır. 76 Malta’dan dönen sürgünlerin bir kısmı, siyasetten bütünüyle el etek çekmiş ve mesleki faaliyetlerini
yürüterek hayatlarını devam ettirmişler; diğer bir kısmı, Mustafa Kemal’in ekibine katılmış ve siyaseti
Cumhuriyet Halk Fırkası saflarında sürdürerek milletvekili, bakan, üst düzey bürokrat gibi önemli
görevleri üstlenmişler; diğer bir başka kısmı ise, İttihatçı kimliklerini terk etmeyip Mustafa Kemal’e
muhalif kalmışlardır.
30
daha kolay yapabilmek ve daha rahat hareket edebilmek için 1 Nisan 1923’te Millet
Meclisi’nin erken seçim kararı almasını sağlamış77 (Erdoğan, 1999: 58), aday
listelerini Mustafa Kemal’in bizzat belirlediği 1923 yılının Haziran-Temmuz-
Ağustos aylarında iki dereceli olarak yapılan seçimler sonucunda “İkinci Grup”tan
hiçbir kimse Millet Meclisi’ne girememiş (Demirel, 1995: 584) ve böylece tek parti
sistemine gidişin kapısı aralanmıştır.
Cumhuriyetin ilanı78 (29 Ekim 1923) ve halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924)
gibi, köklü değişikliklere ve Mustafa Kemal’in kişisel yükselişine muhalif olanlar -ki
bunlar Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele) ve Kazım Karabekir gibi
“Milli Mücadele”nin ta başından beri Mustafa Kemal’in yanında yer almış olan
kişilerdi- sonunda Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan (bundan sonra CHF veya CHP)
ayrılmış ve 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (bundan sonra TCF)
adı altında yeni bir siyasi parti kurmuşlardı (Karpat, 1996: 59; Lewis, 2000: 265).
Şubat 1925’te ortaya çıkan ve iktidar seçkinlerinin genel siyasi durum
hakkındaki kaygılarını artıran “Şeyh Sait İsyanı”nı bastırabilmek için 4 Mart 1925’te
çıkarılan ve hükümete iki yıl için (1927 yılında yürürlülük süresi uzatılan bu Kanun
ancak 4 Mart 1929 yılında yürürlülükten kaldırılmıştır.) olağanüstü yetkiler veren
(Lewis, 2000: 265) Takrir-i Sükûn Kanunu, izleyen iki yıl içinde siyasal muhalefetin
ve basının tümüyle susturulması, başka bir ifadeyle, Kemalist çevre dışındaki bütün
potansiyel iktidar rakiplerinin ortadan kaldırılması politikalarının yasal dayanağını
oluşturmuştur79 (Zürcher, 1992: 114). Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulanmaya
konulmasıyla birlikte ülkede tek parti yönetimi yerleşmeye başlamış (Erdoğan, 1999:
77 Ankara’da bunlar olurken, İstanbul’da ise, İTC, Kara Kemal tarafından kongreye çağrılmış ve
Mustafa Kemal’e İTC’nin liderliği önerilmişti. Mustafa Kemal ise, bu onurlandırmayı nazikçe geri
çevirecekti (Zürcher, 2005: 233). 78 Zürcher’e göre (2005: 243-5), TCF’liler Cumhuriyetin ilanına değil, ilan edilme şekline karşı
çıkmış ve bu kararı zamansız bulup, devleti bir cumhuriyet olarak adlandırmanın özgürlük
getirmediğini ve ister bir cumhuriyet yönetiminde olsun ister bir monarşi yönetiminde olsun asıl
farklılığın istibdat ile demokrasi arasında olduğunu vurgulamışlardır. 79 Açıkça ispat edilemediği halde “İstiklal Mahkemesi” tarafından “Şeyh Sait İsyanı” ile ilişkili
bulunan TCF de, 5 Haziran 1925’te kapatılmıştır (Karpat, 1996: 60).
31
66), ülkedeki bütün muhalefet -askeri, dini, siyasi- susturulmuş ve her bakımdan bir
iktidar tekeli kurulmuştur.
1926 yılının Mayıs ve Haziran aylarında yurt gezisine çıkmış olan Mustafa
Kemal’in bu yurt gezisi sırasında İzmir’e varmak üzereyken kendisine karşı
düzenlenen bir suikast tertibi ortaya çıkarılmış, eski mebus ve “Müdafaa-i Hukuk
Grubu” kâtibi olan ve halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkmış olan Ziya Hurşit
tarafından yönetilen küçük bir kiralık katil çetesi oldukları anlaşılan tertipçilerin
yakalanmasıyla ve hem hayatta kalan ünlü İttihatçıların hemen hemen tamamının
hem de Millet Meclisi’ndeki kapatılan TCF’nin o sırada yurt dışında olan Rauf
(Orbay) ve Adnan (Adıvar) dışında kalan üyelerinin tutuklanmasıyla neticelenen bu
suikast tertibi, TCF önderlerinin siyasi hayatının sona erdirilmesini sağlayan
yargılamaların başlamasına neden olmuştu80 (Zürcher, 1992: 122-3; 2005: 254).
Milli Mücadele yıllarında Ankara Hükümeti’nin yanında yer alan Esendal’ın
ilk görevi (ve Ankara Hükümeti’nin ilk dış temsilciliği olan) Bakû mümessilliğidir81.
Ankara yakınlarında bir köyde bulunan Esendal, bir gün Mustafa Kemal’den bir
telgraf alır82. Sözkonusu telgrafta Mustafa Kemal kendi el yazısı ile şunları
yazmıştır: “Ruslar benden avâmdan yetişmiş bir temsilci istediler. Aklıma sen geldin.
Görüşmek üzere Ankara’ya bekliyorum” (Onaran, 1975: 34). Kendisi ise bu olayı
80 Suikast tertibi nedeniyle tutuklananların pek çoğu eski İttihatçı ve Esendal’ın yakın arkadaşları
(Kara Kemal, (Kör) Ali İhsan (İloğlu), Dr. Nazım, Cavit Bey, İsmail Canbulat, Ziya Hurşit, Laz
İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi) idi (Çetişli, 2004: 26). Yargılamalar sonucunda suikast girişiminin
ardındaki beyin olarak görülen ve hakkında idam kararı verilen Kara Kemal, İstanbul’da saklandığı
yer ortaya çıkarılınca kendini vurmuş (Zürcher, 2005: 255), hakkında beraat kararı verilen ancak bu
olaydan sonra ne bir resmi iş edinebilen ne de politik bir faaliyette bulunabilen (Kör) Ali İhsan
(İloğlu) ise, 1942 yılında Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’nde vefat etmiştir (Tekeli ve İlkin,
1977: 340). Aşağıda da belirtileceği gibi, sonradan bu suikast tertibine karışmadığı anlaşılacak olan
Esendal’ın da adı bu suikast tertibine karışmış ancak tutuklanmamıştır. 81 Esendal, 12 Ağustos 1920’te başladığı hariciye görevini aradaki bazı kesintilerle birlikte 31 Ekim
1941’e kadar sürdürmüştür. Bozdağ’a göre (1977: 362), bu görevlendirme, Mustafa Kemal’in İTC
içindeki bir cepheyi yarmasından başka bir şey değildir. 82 “Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa, Kazım Karabekir Paşa’ya bir telgraf çekerek [Esendal’ın], Eylül
1920’de yapılacak Şark Milletleri Kongresine yetiştirilmesini rica etmiştir” (Saray, 1995: 11).
32
şöyle anlatır83: “Ben Ankara yakınında bir köyde istirahat ediyordum. Bir telgraf
geldi. “Avâm”dan birini istiyorlar, seni tayin ettik diyorlardı. Pek hoşuma gitmişti
“avâm”dan biri olmam” (aktaran Arısoy, 1952: 7).
12 Ağustos 1920’te başlayan84 ve 31 Mart 1924’e kadar süren Esendal’ın
Bakû mümessilliğinin85 Esendal için en önemli tarafının sanat hayatında dönüm
noktasını teşkil edecek olan Rus yazarı Anton Pavloviç Çehov’u (1860-1904) tanımış
olması olduğunu ve Esendal’ın hikâyeciliğinin iki devreye ayrılması gerektiğini
belirten Çetişli’ye göre (2004: 26, 87), Esendal’ın birinci devre hikâyeleri
Maupassant (Fransız öykü ve roman yazarı Guy de Maupassant (1850-1893)) tarzı,
ikinci devre hikâyeleri ise Çehov (Rus öykü ve oyun yazarı) tarzı hikâyelerden
oluşmaktadır86.
83 Kendisinin de belirttiği gibi, Esendal, “Cumhuriyet Hükümetinin harice gönderdiği ilk resmi memur
olmak şerefine ermiş”tir (aktaran Arısoy, 1952: 7). 84 Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bolşevikler tarafından sona erdirilmesinden sonra Moskova’ya
bağlı olarak kurulan Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti hükümeti ilişki kurmak isteyen Mustafa Kemal,
Esendal’dan Azerbaycan’da kurulan yeni hükümetin gerçekte hangi şartlar dahilinde görev yaptığını,
hükümette görev alan kimselerin hangi siyasi fikirde olduklarını, Azerbaycan, Gürcistan ve
Ermenistan arasında mevcut sorunların nelerden ibaret olduğunu, hatta Güney Azerbaycan’daki
Türklerle Kuzey Azerbaycan’daki Türkler arasındaki ilişkilerin ne durumda olduğunu tespit edip
bildirmesini istemiştir. Ayrıca Esendal’dan Türkistan’daki Türklerle alakalı alınacak bilgileri de
rapora eklemesini isteyen (Saray, 1995: 10) Mustafa Kemal, Esendal’ı tüm bu bilgilerin Sovyet
yetkililerin dikkatini ve kuşkusunu çekmeyecek şekilde temin edilmesi yönünde uyarmıştır (Ulusoy,
2003: 1). 85 Mustafa Kemal’in Azerbaycan’ın bütünlüğü ve menfaatleri için gösterdiği titizliğin ve Kazım
Karabekir Paşa’nın Ermenilere karşı elde ettiği zaferin Azerbaycan’ın Moskova tesirindeki Hükümeti
üzerinde müspet tesirler bıraktığını belirten Saray’a göre (1995: 13), “bu iyi tesirler ve [Esendal’ın]
gayret ve tavsiyeleri ile Azerbaycan Sovyet Hükümeti Türkiye’de bir büyükelçilik açmaya karar
vermiştir.” 86 Esendal’ı hikâyeciliğimizde yepyeni bir çizginin temsilcisi ve Türk Edebiyatının öncü
hikâyecilerinden biri olarak gören Turinay (1996: 86-7, 90-1) ise, Esendal ile Çehov arasında sürekli
olarak bir ilginin kurulmasını ve Türk hikâyeciliğinde Çehov’un temsilcisi olarak görülmesini
yadırgar ve Esendal’ın hikâyelerinde bidayetinden beri aynı çizginin hâkim olduğunu ve bu çizgide
herhangi bir değişmenin olmadığını belirtir.
33
Bir ara Ankara kulislerinde Esendal için “Bolşevik oldu” dedikoduları
yayılması üzerine, Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılarak kendisiyle
görüşülmüş87 (Onaran, 1975: 34; Türkeş, 2002b: 239), dedikoduların asılsız olduğu
anlaşılınca da tekrar görevine gönderilmiştir88. Sözkonusu dedikoduların kaynağının
aynı düşünceyi paylaştıkları (Kör) Ali İhsan (İloğlu) olduğu kanaati yaygındır.
Nitekim bu hadiseden sonra diğer İttihatçılarla bağlantısını devam ettiren Esendal
(Kör) Ali İhsan (İloğlu) ile olan bağlantısını koparmıştır89 (Çetişli, 2004: 25).
Bakû’den yurda döndüğü tarihten (31 Mart 1924) Tahran Büyükelçiliği ile
görevlendirildiği tarihe (6 Ekim 1925) kadar geçen süre zarfında ekonomik açıdan
sıkıntılı günler yaşayan Esendal, sonunda birden fazla okulda öğretmen olarak
görevlendirilerek bu sıkıntıdan kurtarılmıştır (Çetişli, 2004: 26; Uyguner, 1991: 18).
Bu tarihlerde Esendal ve arkadaşları muhalif bir gazete olarak
nitelendirilebilecek olan (Turinay, 1996: 85) ve “mesleki temsilcilik” düşüncesini
87 Nesimi’ye göre (1977: 249), Kurtuluş Savaşı’ndan sonra (Kör) Ali İhsan (İloğlu) ile Cavit Bey ve
ekibi bir anlaşmaya varmış ve buna göre Türkiye, biri vatandaşları temsil eden millet meclisi, diğeri
üretici güçleri yani meslekleri temsil eden korporatif meclisi olmak üzere iki meclisle yönetilecek ve
bunu gerçekleştirmek üzere bir siyasal parti kurulacaktı. Bu anlaşmanın içeriği daha sonra bir iftar
yemeği vesile edilerek bir araya gelinen bir toplantıda dile getirilmiş ve toplantıya katılanların bir
kısmı politik hayattan çekildiklerini ve bir siyasal partiye girmeyeceklerini, diğer bir kısmı ayrıca bir
parti kurmayıp toptan CHP’ye girilmesi ve CHP’nin yönlendirilmesi gerektiğini -ki Esendal bu
görüşteydi-, diğer bir kısmı da parti kurulması fikrine katıldıklarını dile getirmişlerdir. 88 Nesimi’ye göre (1977: 248), -ki bu bilgilerin doğruluğu diğer kaynaklar tarafından desteklenmiş
değildir- Çerkez Ethem hareketinin ve diğer komünist hareketlerin gelişmesi üzerine Ankara
Hükümeti, bu hareketlerin Bolşevik Partisi ile ilişkili olduğu kuşkusuna kapılmış ve Esendal’ı geniş
yetkilerle bu hususları incelemek üzere 1921’de Moskova’ya göndermiştir. Esendal’ın yapmış olduğu
görüşmeler sonuncunda -ki Nesimi Esendal’ın Stalin ile de görüştüğünü belirtmektedir- bu
hareketlerin, Bolşevik Partisiyle bir ilişkisi olmadığı anlaşılmış ve bu hareketlerin tasfiyesi
gerçekleştirilmiştir. Yine Nesimi’nin belirttiğine göre, Esendal, Moskova’da Bolşevik mesleki
birliklerini incelemiş ve “mesleki temsilcilik” düşüncesine yeni bir biçim vermeye çalışmıştır. 89 Tekeli ve İlkin (1977: 340) ise, Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen suikast tertibinden sonra
Esendal’ın tutuklanmamasını, Esendal’ın eski İttihatçı gruptan koptuğunun bir delili olarak
göstermektedirler.
34
Cumhuriyet dönemine taşıyan “Meslek”90 adlı haftalık bir gazete çıkarmış ve bu
gazetede Esendal’ın hikâyeleri, karikatür-resimleri ve “Miras” adlı romanı
neşredilmiştir. Bu gazetede çıkan bazı karikatür-resimler yüzünden takibata
uğrayan91 ve daha da önemlisi Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen suikast tertibine
adı karışan ancak eski İttihatçı arkadaşlarının aksine tutuklanmayan Esendal, bir
hayli sıkıntılı günler yaşadıktan sonra92 suikast tertibine karışmadığı anlaşılmış ve
böylece bu sıkıntılı günlerden kurtulmuştur (Çetişli, 2004: 26). Karaömerlioğlu’na
göre (2006: 173), İTC’nin çekirdek kadrosundan olmayışı ve yeni rejimle işbirliği
yapmaya istekli oluşu Esendal’ın büyük bir ceza almasını engellemiştir.
Esendal’ın ikinci yurt dışı görevi olan Tahran Büyükelçiliği, 6 Ekim 1925’te
başlamış93 ve “Ağrı İsyanı”94 sırasında Türk ordusunun İran topraklarına girmesine
90 Haftalık Resimli Gazete, İstanbul, Başmuharriri: Muhittin (Birgen), (15 Aralık 1924 - 1 Eylül
1925). “Mesleki temsilcilik” düşüncesinin Meşrutiyet sonrası temsilcilerinin Cumhuriyet sonrası
dönemde yeniden örgütlenmelerine aracılık eden sözkonusu gazete, Tekeli ve İlkin’e göre (1977:
336), (Kör) Ali İhsan (İloğlu)’nun etkisi altında olmaktan çok Esendal’ın etkisi altında idi. 91 Nesimi’nin ifadesiyle (1952: 89), fütüvvete dayanan idari mekanizmada siyasi parti, mesleki birlik
ve Devlet icra organından mürekkep üçlü bir idareyi ve her mesleğin birer ‘legislative’ (yasama
meclisinin olmasının gerekliliğini savunan, Karaömerlioğlu’nun ifadesiyle (2006: 173) ise, meslek
grupları etrafında örgütlenmiş zümrelerce yönetilen bir toplum tahayyülünü savunan korporatist bir
anlayışın propagandasını yapan bu gazetenin CHF tarafından hoş karşılanmadığını belirten Tekeli ve
İlkin’e göre (1977: 340-1), 6 Ekim 1925’te Tahran Büyükelçiliğine gönderilen Esendal, böylece
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan önce “zoraki diplomat” olmuştu. Aslında sorun gazetenin
savunduğu ideolojiden çok gazeteyi çıkaranların siyasi kimlikleridir -ki bunlar yeni rejimin iktidar
seçkinlerinin rakipleri olan eski İttihatçılardır- (Karaömerlioğlu, 2006: 173). 92 Oğlu Mehmet Suat Esendal, babası ile ilgili anılarında, Kel Ali diye bilinen ve İstiklal Mahkemesi
Başkanlığı da yapmış olan Ali Çetinkaya’nın Esendal’ı da, Kara Kemal’in adamı diye yargılayıp
öldürtmek istediğini ve hatta bu düşüncesini bir akşam yemeğinde Mustafa Kemal’e açıkladığını
ancak Mustafa Kemal’in bunu engellediğini açıkça dile getirmiştir (Uyguner, 1991: 19; Onaran, 1975:
34). Nesimi (1977: 250) ise, bu konuda Esendal’ın asıl borçlu olduğu kişinin İsmet Paşa olduğunu
belirtmiştir. 93 Türkeş’e göre (2002b: 239), Esendal, yaşamının bundan sonraki bölümünü sadık bir Kemalist
olarak tamamlamıştır. 94 Şubat 1925’te başlayan ve kısa sürede bastırılan “Şeyh Sait İsyanı”nın aksine 1926 yılında başlayan
bu isyan, ancak dört yılda bastırılabilmiştir.
35
duyduğu hoşnutsuzluk üzerine üstlendiği görevden affını istemesine kadar (31
Ağustos 1930) sürmüştür (Çetişli, 2004: 27; Uyguner, 1991: 19).
1930 yılına gelindiğinde, bir taraftan CHF’nin tek parti yönetiminin baskı
politikalarının diğer taraftan da kapitalist dünya ekonomisini derinden sarsan “Büyük
Buhran”ın her alanda yarattığı toplumsal hoşnutsuzluklar, Cumhurbaşkanı ve CHF
lideri Mustafa Kemal’i yeni bir arayışa itmiş ve büyükelçi olarak görevli olduğu
Fransa’dan yeni dönmüş olan eski arkadaşı ve Başbakanı olan Ali Fethi (Okyar)’dan
bir muhalif parti kurmasını istemiştir. Birkaç yıl öncesinde yaşananları unutmamış
olan Ali Fethi (Okyar) başlangıçta tereddüt etmiş ancak Mustafa Kemal’in kendisine
güvence vermesi üzerine 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (bundan
sonra SCF) kurmuştur (Erdoğan, 1999: 67; Karpat, 1996: 73).
Zürcher (2005: 260), bu partiyi Mustafa Kemal’in toplumsal hoşnutsuzluğu
belli bir yöne yönlendirmek için kurdurduğu sadık bir muhalefet partisi olarak
değerlendirirken Erdoğan’a göre (1999: 67), böyle bir partinin kurulmasının nedeni,
çok partili bir siyasi rejime geçmeye ilişkin samimi bir istekten çok, tek parti
otoriterizminin yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk ve muhalefeti “icazetli” bir parti
aracılığı ile denetim altında tutmaktı.
SCF’yi gerçek bir muhalefet partisi olarak algılayan geniş halk kesimlerinin
SCF’ye büyük bir ilgi göstermeleri ve SCF’nin hızla büyümesinden kaygılanan CHF
seçkinlerinin başlangıçta parti çekişmelerinde tarafsız olduğunu belirten Mustafa
Kemal’i kendilerini desteklemesi ve SCF’nin aleyhine tavır alması için ikna etmeleri
(Böylece SCF ileri gelenleri Mustafa Kemal’e karşı gelmek durumu ile karşı karşıya
bırakılmıştı.) SCF ileri gelenlerinin 17 Kasım 1930’da SCF’yi kapatmasına yol
açmıştır (Erdoğan, 1999: 68; Karpat, 1996: 74).
36
SCF’nin kapatılmasından sonra diğer başka partiler de, “Türk Ocakları” gibi
toplumsal ve kültürel örgütler de kapatılmış ya da kurulmasına izin verilmemiş95 ve
böylece ülkenin tüm kültürel ve düşünsel yaşamı denetim altına alınmıştır (Erdoğan,
1999: 69). 10 Mayıs 1931 yılında yapılan CHF Kongresi’nde Türkiye’nin siyasal
sisteminin tek parti sistemi olduğu kabul edilirken (Zürcher, 2005: 257), 9 Mayıs
1935 yılında yapılan CHP Kurultayı’nda ise, parti genel sekreterinin içişleri bakanı,
valilerin de il parti başkanı olması ve bütün milletin partinin üyesi sayılması
kararlaştırılarak (Tunaya, 1995: 572) parti ile devlet bütünleştirilmiştir96.
Hükümetin II. Dünya Savaşı (1939-1945) sırasında enflasyonla mücadele
etmek için toprak ürünlerini suni şekilde düşük fiyatlandırma siyaseti, Toprak
Mahsulleri Vergisi ve özellikle Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu büyük toprak
sahiplerinin hükümetten soğumasına neden olmuş ve Cumhurbaşkanı İnönü
tarafından kuvvetle desteklenen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, savaş sonrasında
Türkiye’de siyasal muhalefetin doğuşunda hayati bir rol oynamıştır (Zürcher, 2005:
301-2).
Millet Meclisi’ne Mayıs 1945’te sunulan bu yasa, kullanılmayan devlet
arazilerini, dini vakıf arazilerini, tarıma elverişli hale getirilmiş arazileri, mülkiyeti
belli olmayan arazileri ve 500 dönümden fazlasına sahip olan toprak sahiplerinden
istimlâk edilecek arazileri dağıtmak suretiyle, hiç toprağı olmayan ya da çok az olan
çiftçilere yeterli toprak temin etmeyi ve böylece ülke topraklarının sürekli olarak
işlenmesini sağlamayı amaçlamaktaydı. Yasayla yoğun nüfusu olan bölgelerde, 200
dönümden fazlasına sahip olan çiftçilerin arazisinin dörtte üçüne kadarı
95 Parti dışındaki varlığı ve sahip olduğu güçlü örgüt görüntüsü nedeniyle CHF’ye karşı potansiyel bir
rakip imajı yarattığı için (Öz, 1992: 110) 1931 yılında kapatılan “Türk Ocakları”nın yerine, partiye
bağımlı bir propaganda örgütü olarak 1932 yılında “Halkevleri” kurulmuştur (Erdoğan, 1999: 69). 96 Bu dönemde Türkiye’de görülen yönetim biçimi Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde
görülen yönetim biçimlerine bazı yönlerden benziyor bazı yönlerden de farklılık arz ediyordu.
Konumuz açısından en önemli farklılık, Türkiye’deki yönetim biçimi, kültürel ve dinsel açıdan
muhafazakâr değil, aksine muhafazakâr şekilde dindar olan bir toplumda geniş kapsamlı kültürel bir
devrime girişmiş bulunuyordu (Zürcher, 2005: 270).
37
kamulaştırılabilecek ve köylülere 20 yıllık faizsiz borç verilecekti (Zürcher 2005:
305; Lewis, 2000: 468; Karpat, 1996: 112).
Millet Meclisi’nde hükümetin ilk kez açıktan açığa ve şiddetle eleştirilmesine
neden olmuş bu yasaya muhalefet edenler ya yakınları ya da kendileri toprak sahibi
olan milletvekilleri (Bunların sözcüsü kendisi de büyük bir toprak sahibi olan Adnan
Menderes idi.) idi (Zürcher, 2005: 305-6).
Sonunda yasa sert tartışmalara rağmen oybirliği ile kabul edilmiş97 ancak bir
gün sonra, 12 Haziran 1945’te, Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve
Fuat Köprülü, CHP grubuna anayasanın tam uygulanmasını ve demokrasinin
kurulmasını isteyen bir önerge sunmuştu. “Dörtlü Takrir” diye bilinen ve bir
muhalefet partisinin kurulmasından çok CHP’de bir reformu amaçlar gözüken bu
önerge, II. Dünya Savaşı sonrasındaki örgütlü siyasal muhalefetin başlangıcı
olmuştur. Öneri CHP grubu tarafından reddedilmiş ancak öneri sahipleri bu öneriden
dolayı herhangi bir şekilde cezalandırılmamış, bu durum hükümetin siyasal ortamda
belirli bir yumuşamaya izin vermeye hazır olduğunun bir işareti olarak yorumlanmış,
sonunda 7 Ocak 1946’da Celal Bayar’ın liderliğinde Demokrat Parti (bundan sonra
DP) resmen kurulmuş ve böylece Türkiye’de çok partili döneme geçilmiştir
(Zürcher, 2005: 306; Lewis, 2000: 303-4).
Çok partili dönemin ilk genel seçimi olan 21 Temmuz 1946 seçiminden sonra
hükümeti kurmakla görevlendirilen Recep Peker’in güttüğü siyaset, CHP’de hürriyet
ve siyasi partiler konusunda görüşleri birbirinden çok farklı iki grubun var olduğunu
ortaya çıkarmıştı. Çoğunluğu eski partililerden oluşan birinci grup otoriter usullere
bağlıydı ve hükümete karşı yapılacak herhangi bir tenkidi rejime karşı gerici bir
tepkinin başlangıcı sayabiliyordu. Çoğunluğu yeni partililerden oluşan ikinci grup
ise çok partili sistem, tartışma hürriyeti ve demokratik hürriyetler taraftarıydı. Birinci
97 11 Haziran 1945’te meclisten geçip yürürlüğe giren ve en çok korkanları ağalar veya toprak
sahipleri olan bu Kanun Lewis’e göre (2000: 315), CHP’ye köylünün gönlünü kazandırma noktasında
hiçbir işe yaramamış ve köylüler köy liderlerinin (ağalar, toprak sahipleri gibi) etkisi altında CHP’ye
karşı oy kullanmışlardır.
38
grubun liderliğini Başbakan Recep Peker yaparken (Karpat, 1996: 149-50),
çoğunluğu Esendal’ın özel gayreti ile Millet Meclisi’ne girmiş olan gençlerden
oluşan ikinci grubun liderliğini ise, bu tarihten sonra İnönü’nün gözdesi olacak olan
Nihat Erim yapıyordu (Uran, 1959: 476-7). İkinci grup üyeleri, ekonomi, toplum ve
siyaset gibi alanlarda farklı görüşlere sahip insanları barındıran CHP’nin artık
imtiyazlarından vazgeçip başka siyasi partilere de hak tanındığına göre, önce kendi
içyapısında gerekli ayarlamaları yapması gerektiğine inanıyordu (Karpat, 1996: 169).
CHP’de bir yandan parti içinde bu gelişmeler yaşanırken diğer yandan parti
dışında DP ile olan ilişkilerde kopma aşamasına gelinmiş, tam bu aşamada
Cumhurbaşkanı İnönü araya girmiş ve 12 Temmuz 1947’de, kendisinin tarafsızlığını
ilan ettiği, devlet yönetiminden de tarafsız olunmasını ve her iki partiye de adil
davranılmasını istediği “12 Temmuz Beyannamesi”ni yayınlamıştır (Zürcher, 2005:
311). Bu beyanname, muhalefetin varlığını meşrulaştırarak demokrasiye geçişin
akamete uğramasını önleyen bir beyanname idi (Erdoğan, 1999: 81).
İnönü’nün bu tavrı Türkiye’de parlamenter hükümetin işlemesine yardım
etmiş, fakat aynı zamanda CHP içindeki bunalımı da çabuklaştırmıştı. İnönü’nün
desteğini arkasına alarak gittikçe kuvvet kazanan ikinci grup, 26 Ağustos 1947’de
yapılan bir meclis grubu toplantısında muhalefetini açıkça belli etmiş ve saatler süren
hararetli bir tartışmadan sonra Peker’in istemek zorunda kaldığı güvenoyu, oybirliği
ile değil, oyçokluğu ile verilmişti. Çünkü bu oylamada çoğunluğu Esendal tarafından
Millet Meclisi’ne sokulan genç mebuslar Peker’e güvensizlik oyu vermişti98 (Lewis,
2000: 306-7; Bila, 1987: 169).
İç politikadaki gelişmelerin hızlandığı bir dönemde (31 Ağustos 1930) yurda
dönen ve son derece hareketli bir siyasi atmosferle karşılaşan Esendal, kısa sürede
Ankara kulislerinde adından bahsettirmeyi başarmıştır (Çetişli, 2004: 27).
98 Esendal’ın büyük rol oynadığı ve siyasi tarihimize “Otuzbeşler Olayı” diye geçecek olan bu olay
“12 Temmuz Beyannamesi” ile başlayan Peker’i istifaya götüren süreci hızlandırmış ve Peker 10
Eylül 1947’de istifa etmiştir.
39
SCF ileri gelenlerinin 17 Kasım 1930’da SCF’yi kapatmasından sonra
teşkilatına çeki düzen verilmek istenen CHF’nin Merkez İdare Heyeti sayısı 40’a
çıkarılmış (Bila, 1987: 89) ve Esendal, mebus olmadığı halde Mustafa Kemal’in
direktifi ile Merkez İdare Heyetine alınan iki kişiden biri olmuştu99 (Başar, 1945:
23). Yine aynı günlerde, daha önceden tasarlanan büyük yurt gezisine çıkan Mustafa
Kemal’in resmi yetkililerin dışında yanına aldığı iki danışmandan birisi olan100
(diğeri Ahmet Hamdi Başar) Esendal101 (Başar, 1945: 19), bu vesile ile görüşlerini
Mustafa Kemal’e arz etme imkânı bulmuştur.
Bu büyük yurt gezisinde birlikte bulunduğu Esendal’a dair hatıralarında
Esendal’ın o dönemde de, İTC zamanında olduğu gibi “mesleki temsilcilik”
düşüncesini savunduğunu söyleyen Başar (1945: 19), konuyla ilgili olarak şunları
söylemektedir:
“Memduh Şevket [B]ey mesleki temsil taraftarıydı. Halkın, halk tarafından
idare olunmasını, halk ve meslek teşekkülleri meydana getirilmesini, bunlara
dayanmış bir idare kurulmasını isterdi. Bu hususta, İttihat ve Terakki zamanında
olduğu gibi, şimdi de fikirlerini söyler, müdafaa ederdi. Seyahate müşavir olarak
alınması, hem kendi fikirlerinden istifade edilmek, hem de Halk Fırkasına yeni
verilecek veçhede kendisinden ne dereceye kadar istifade mümkün olduğunu anlamak
içindi.”
Mustafa Kemal ile yapılan bu yurt gezisinden hemen sonra (4 Nisan 1931)
Elazığ mebusu olarak ilk defa TBMM’ye giren, siyasi hayattaki yıldızı süratle
parlamakta olan ve 10 Mayıs 1931’de yapılan CHF Kongresi’nde CHF Yönetim
99 Mebus olmadığı halde Mustafa Kemal’in direktifi ile Merkez İdare Heyetine alınan iki kişiden bir
diğeri olan Başar’a göre (1945: 23), bu kırk kişilik heyetin kırk günlük bile ömrü olmamıştır. 100 “Gazi Hazretleri emir buyurmuşlar ki, seyahatlerinde ben de birlikte bulunayım” (Esendal, 2003d:
421). 101 Tekeli ve İlkin’e göre, Mustafa Kemal’in tek parti rejimine geçmesi arifesinde çıkılan büyük yurt
gezisine çok partili sistemi eleştiren bir fikir akımının (“mesleki temsilcilik” düşüncesinin) temsilcisi
olarak Esendal’ı çağırması salt bir rastlantı değildir.
40
Kurulu üyeliğine seçilen (Bila, 1987: 88) Esendal’ın bu mebusluğu her nedense fazla
sürmemiş ve Kâbil Büyükelçiliğine tayin edilmiştir102 (Çetişli, 2004: 30).
Esendal’ın üçüncü ve son yurt dışı görevi olan Kâbil Büyükelçiliği, 11
Haziran 1933’te başlamış ve kendi isteği ile döndüğü tarih olan 31 Ekim 1941’e
kadar sürmüştür (Çetişli, 2004: 27).
Esendal’ın Kâbil Büyükelçisiyken Ankara’ya komünist rejimin baskısıyla
Afganistan’a kaçarak öğretmen okulları ya da askeri okullarda okuyan Türkmen
çocuklarının Rusya’nın baskısıyla eğitimlerine son verilmek istendiğini rapor etmesi
üzerine Atatürk, önce 1936 daha sonra 1938’de iki kafile halinde buradaki
öğrencilerin bir kısmının Türkiye’ye getirilerek eğitilmesi talimatını vermiştir103
(Uğur, 2004: 1).
Oğlu Mehmet Suat Esendal, anılarında Rauf Orbay’ın Esendal’ın Kâbil
Büyükelçiliği hakkında şu değerlendirmeyi yaptığını belirtmektedir104: “Baban
Afgan’da sefir değil müşavirüddevledir; kimse sözünden çıkmaz, derviş adamdır”
(Uyguner 1991: 23).
Hayatının on yedi yıllık105 bir dönemini kapsamış olan yurt dışı görevlerinden
pek de memnun olmayan106 Esendal, bu yurt dışı görevleri nedeniyle politikadan
102 Türkeş (2002b: 240), birilerinin gözünde hâlâ şüpheli bir kişilik olan Esendal’ın böylece
Ankara’dan uzaklaştırılmış olduğunu belirtirken Uğur (2004: 1) ise, Esendal’ın Orta Asya’daki Türk
topluluklarıyla irtibat halinde olmayı önemseyen Mustafa Kemal tarafından Afganistan elçisi olarak
tayin edildiğini ve Türk topluluklarıyla ilişkilerin kurulmasında ve bu ilişkilerin sağlıklı bir şekilde
yürütülmesinde yıllarca kilit bir rol oynadığını belirtmektedir. 103 Bu gençlerin birçoğu devletin üst düzey bürokratları tarafından manevi evlat olarak kabul
edilmiştir. Esendal da, Bekin adındaki bir genci ‘manevi evlat’ olarak kabul etmişti (Uğur, 2004: 1). 104 Atatürk’ün, yapay bir ülke olan Afganistan’a karşı ilgisinin onun uzak görüşlülüğünün bir kanıtı ve
Kabil’e gönderilen Türkiye büyükelçisi Esendal’ın neredeyse “eyalet valisi” denecek kadar etkin
olduğunu belirten Mete (2003: 698) de, Esendal’ın bilinmeyen bir nedenle İnönü tarafından geri
çekildiğini ve bundan sonra da Afganistan’da Türkiye’nin esamesinin bile okunmadığını vurgular. 105 Yurt dışı görevlerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni başarıyla temsil eden Esendal, tam olarak 16 yıl 11
ay 5 gün hariciye görevinde bulunmuştur (Çetişli, 1991: 11; 2004: 27).
41
bütünüyle uzaklaşmış değildir. Bu yurt dışı görevleri onun siyasi hayatındaki inkıta
devreleridir (Çetişli, 2004: 28, 30).
Kabil Büyükelçiliğinden affını isteyip yurda dönmesinden hemen sonra (1
Kasım 1941) Bilecik mebusu olarak ikinci defa TBMM’ye giren Esendal’ın bu
mebusluğu 14 Mayıs 1950’deki seçimlere kadar kesintisiz olarak devam etmiştir
(Çetişli, 2004: 31).
Esendal, ikinci defa TBMM’ye girişinden kısa bir süre sonra Faik Öztrak’ın
sağlık nedeniyle istifası üzerine İçişleri Bakanlığı teklifi almış ancak sözkonusu
bakanlık teklifini, “[b]en İçişleri Bakanlığı için hazırlıklı bir adam değilim.
Başkaları gibi, Başbakanın sırtına binerek çayı geçmek istemem” (Kemal, 1980c: 10)
diyerek reddetmiştir107. Sözkonusu bakanlığa CHP Genel Sekreteri Ahmet Fikri
Tüzer’in atanması üzerine onun boşalttığı genel sekreterlik koltuğu Esendal’a teklif
edilmiş, İçişleri Bakanlığı teklifini reddeden Esendal bu teklifi kabul etmiştir108. CHP
Genel Sekreteri olduğu tarihten (7 Mayıs 1942) itibaren daha aktif bir şekilde politik
106 9 Nisan 1928’de, Tahran’da yazdığı “Gurbetten Dönerken” adlı hikâyesinde bu
memnuniyetsizliği bütün acılığı ile dile getirmiştir. Zaten Esendal’ın hariciye görevleri büyük ölçüde
“zoraki diplomat”lık niteliği taşımaktadır. Özellikle Tahran ve Kabil Büyükelçilikleri böyle bir
yoruma çok daha müsaittir. Zira sözkonusu görevleri hiçbir zaman istemiş değildir. Tayin edilir ve
böylece bir anlamda bir “emr-i vaki” ile karşı karşıya kalmış olur (Çetişli, 2004: 22, 28). Esendal’ın
eski bir İttihatçı olmasının çoğu zaman kendisine kuşkuyla bakılmasına, kendisinden çekinilmesine ve
mümkün mertebe hükümet merkezi ve idarî kademelerden uzak tutulmasına neden olduğu
söylenebilir. 107 Sevük, Esendal’ın bakanlık önerisini kabul etmemesini ondaki İttihatçılık dayanışmasına
bağlamaktadır: “Meğer Cumhurbaşkanı onu Dahiliye Vekâletine getirmek istemiş. Kabul
edemiyeceğini şöyle anlatır: “Ben hep İttihadcı arkadaşlarla çalıştım. Öyle mühim bir Vekâlette tabii
güvendiğim arkadaşlarla çalışmam lâzımdır. O zaman da başına İttihadcıları topladı” derler. İnönü
de hak verdiği için Parti Genel sekreterliğine getirilir” (Sevük, 2008: 1). 108 Türkeş (2002b: 241), Esendal’ın CHP’ye Genel Sekreter olmasında II. Dünya Savaşı’nın bütün
hızıyla sürdüğü bir dönemde böylesine önemli bir göreve getirilmesinde, hassas dengeleri gözeten
sakin ve uyumlu yapısı, örgütçü niteliği, devlete ve Milli Şef’e olan bağlılığı ve baştan beri
Almanya’nın mağlup olacağına ilişkin sarsılmaz inancı etkili olduğunu söylerken Ağaoğlu (1992: 25)
ise, Esendal’ın CHP’ye Genel Sekreter olmasının o yıllarda çeşitli yollarla yeniden hızla yayılmaya
başlayan “koyu solculuğa” karşı bir tepki olarak karşılandığını belirtmektedir.
42
çekişmelerin içine giren (Çetişli, 2004: 31) ve bu dönemde düşüncelerinin hiç
olmazsa bir kısmını gerçekleştirme imkânı bulan Esendal, yakaladığı bu imkânı iyi
bir şekilde kullanmak için hummalı bir çalışma içine girmiştir.
Esendal’ın bütün gayretlerine rağmen genel sekreterliği döneminde de
gerçekleştirmeyi düşündüğü şeyleri tam manasıyla gerçekleştirdiği söylenemez.
Çünkü daha önceki yıllarda olduğu gibi, Esendal’a hala eski İttihatçı gözü ile
bakılmakta ve Esendal’ın istediği gibi hareket etmesine izin verilmemektedir (Çetişli,
2004: 32).
Oğluna yazdığı 8 Mayıs 1944 tarihli mektupta, “bizim genel sekreterliğin
ikinci yılı bitti. Paşa’dan, artık çekilmek için izin istedim, “Öyle şey olmaz” dedi,
dinlemedi. Usanmışım. (...) İçimde dedikodu ile boğuşmak isteği kalmamış” diye
yazan Esendal (2003d: 332), Şengil’e göre (1991: 62-3), Ticaret Bakanlığına
atanacak kişi hususunda İnönü ile anlaşamaması, Barlas’a göre (2008: 1), hükümetin
parti tarafından murakabesini istemesi, Onaran’a göre (1975: 35), CHP’yi düşün
düzeyinde yenilemek isteyen Esendal’ın CHP’nin değil yenilenmek, devrimci
çizgiden uzaklaşmakta olduğunu görmesi ve zorlamalı adam seçmenin gereksizliğine
inanması, Deliorman (1989a: 14-5) ve Uyguner’e göre (1991: 20), Halkevlerindeki
yaptığı çalışmalarından rahatsızlık duyulması109, Barutçu’ya göre (1977: 292-9) ise,
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 17. maddesinin değiştirilmesinin tartışıldığı
109 Esendal’ın CHP Genel Sekreteri olmasından bir süre sonra “Halkevleri Yüksek Danışma
Kurulu” adı altında bir kurulun oluşturulduğunu belirten Deliorman’a göre (1989a: 14-5), bu kurulun
çalışmalarından rahatsız olan bazı çevreler -çünkü bu çevrelere göre bu eski İttihatçı çevresine
topladığı gençlerle bir gün Milli Şef’in karşısına çıkabilirdi- Esendal’ı rahat bırakmamış ve Esendal
istifa etmek zorunda kalmıştır. Esendal’ın Anadolucularla (Esendal’ın Anadolucularla olan ilişkisine
aşağıda değinilecektir.) birlikte Halkevi’nde verdiği konferansların İnönü’yü kuşkulandırdığını
belirten Banguoğlu (1986b: 5) ise bu konuda şunları söylemiştir: “O kış Ankara Halkevi’nde
konferanslar tertip ettik. Memduh Şevket Esendal, “eski loncalar”, Reşat Şemsettin Sirer
“Türkiye’nin Jeopolotiği”, ben de “Türk kavimleri” üzerine birer konferans verdik. (...) Bizim
konferanslar “Memduh Şevket’in Irkçılık Dersleri” diye Çankaya sofrasına götürülmüştür. Esendal,
beni çağırdı “konferanslar kalsın” dedi. (...) [T]ezvirciler Şükrü Saraçoğlu’nu da önlerine katarak
Paşa’yı doldurmuşlardı. Esendal istifa etti. (...) Besbelli Milli Şef, bu eski İttihatçı’nın bir gün genç
bir takımla karşısına çıkabileceğini düşünmüştü.”
43
günlerde Alaeddin Tiritoğlu’nun tavırlarının Esendal’ı rahatsız etmesi ve bu duruma
İnönü’nün seyirci kalması ve aynı günlerde yapılan bütçe görüşmeleri sırasında
Parti’nin kendisine yardım etmemesinden rahatsızlık duyan ve bunu da Esendal’a
açıkça söyleyen Başbakan Saraçoğlu yüzünden genel sekreterlikten istifa etmiştir110.
Hâlbuki aynı günlerde adı müstakbel başbakan adayları arasındadır (Deliorman,
1989a: 17).
Esendal istifa sürecini Nesimi’ye (1977: 214-5) şöyle özetlemiştir: “İsmet
Paşa’ya dünyanın yeni koşulları içinde çok partili hayata geçme zorunludur. Fakat
bu geçiş dönemi için hiç olmazsa bir güdümlü seçim dönemine ihtiyaç vardır. Bu
dönemde de işçi sendikaları, mesleki birlikler, ko-operatif olarak geliştirilecek ve
partiler bu sosyal kuruluşlara dayanacaklardır. Ancak bundan sonra dürüst ve tek
dereceli düzenli seçimlere imkan olabilir” dedim. Bunun üzerine İsmet Paşa bana
‘Dünya koşulları nedeniyle bunu beklemeye zamanımız yok, hemen çok partili hayata
geçmek zorundayız’ dedi. Ben de ona “(...) toprak ve orman konularını
çözümleyelim, topraksız ya da az topraklı köylüyü topraklandıralım, orman köylerine
yaşama olanakları tanıyalım, böylelikle topraksız ya da az topraklı köylüler ile
orman köylülerini partimize bağlayalım. (...) Böylelikle seçimlerde yoksul köylüye
reformlarımızla size sağlanan haklarınızı korumak istiyorsanız oyunuzu bize verin
diyebilecek duruma geliriz. Karşımızdaki partileri de seçimlerde yeneriz” dedim.
Bunun üzerine İsmet Paşa ‘Yok, sen bunları programına al. Köylüye eğer oyunuzu
bize verirseniz bunları yapacağız dersiniz’ dedi. Bunun üzerine ben İsmet Paşa’ya
“Paşam, partinin taşra örgütü topraksız köylü değil, topraklı köylüdür. Seçimlerden
önce ben bunu söylersem partim dağılır. Partimden bunu söyleyecek insan bulamam.
Bu şartlarda da CHP’yi yönetemem” dedim. Kısa bir süre sonra İsmet Paşa, ‘Bu
koşullarda CHP’yi yönetecek kişiler vardır’ haberini yolladı. [Bunun üzerine] [b]en
ve benim gibi düşünenler CHP yönetim kurulundan istifa ettiler111.” 110 Esendal’ın CHP Genel Sekreterliğinden ayrılışı “Ulus” gazetesinin 1 Haziran 1945 nüshasında
birinci sayfadan “Ticaret Bakanlığında ve CHP Genel Sekreterliğinde değişiklik oldu” başlığı ile
veriliyor ve Esendal’ın sıhhi sebebe binaen genel sekreterlikten çekildiği belirtiliyordu (Ulus, 1945:
1). 111 Barutçu (1977: 298-9), istifa sonrası yaşananları şöyle özetlemiştir: “Ertesi gün [Esendal], Partiye
gelerek, toplantı odasında Genel Yönetim Kurulu üyeleriyle müfettişlere bir ayrılış sohbeti yaptı. (...)
44
Bir taraftan DP ile ilişkilerin diğer taraftan parti içi muhalefetin CHP’yi
sarstığı bir dönemde, Esendal (2003d: 558), oğlu Mehmet Suat Esendal’a 29 Mayıs
1946 tarihli bir mektubunda iki parti arasındaki çekişmelerden duyduğu endişeyi
şöyle dile getirmiştir (Çetişli, 2004: 32-3): “Siyasi işler benim görüşümle, çok iyi
değil! İstanbul’da şişirdikleri kadar da kötü değil. Yazık ki benim görüşlerim doğru
çıkıyor. İki tarafta işi sert tutmağa doğru gidiyorlar.”
Daha sonra iki parti arasında yaşananlar Esendal’ı haklı çıkarmış, kopma
noktasına gelen iki parti arasındaki ilişkiler ancak İnönü’nün araya girmesiyle (12
Temmuz (1947) Beyannamesi) ile normalleşmiş ve böylece demokrasiye geçişin
akamete uğraması önlenilmiştir.
Genel sekreterlik istifasından sonra 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlere
kadar mebus olarak kalan Esendal, aşağıda ayrıntılarıyla değinilecek olan, Başbakan
Recep Peker’in istifasıyla sonuçlanan ve siyasi tarihimize “Otuzbeşler Olayı” diye
geçecek olan olayda büyük bir rol oynamıştır112. Daha sonraki dönemlerde aktif
politik mücadelelerden biraz uzak duran113 ve oğlu Mehmet Suat’a yazdığı 9 Mart
[D]üşünce çevresinden sözetti ve (...) dedi ki: İster burada olsun, ister alacağınız başka bir görevde
[olsun] önce çevre yapmayı unutmayınız. Çalışmalar kişisel olursa, verimsiz ve süreksiz olur. Önce
çevrenizdekilerin düşüncelerini bir araya getirip, bir küme oluşturarak, o kümenin toplumsal değer
taşıyan varlığı ile çalışmak yöntemi, başarının esaslı ve sürekli olmasını sağlar. (...) daha sonra
[Esendal], [Milli] Şef’in çevresinde tek beden olmanın vatan borcu olduğunu; bunu, gözümüzü
yumarak yapmanın ödevimiz (...) [olduğunu] [Milli] Şef’in ülkemiz için bir nimet olduğunu belirtti.
Uzun konuştu, tatlı konuştu, özellikle erdemden sözetti. Deney[im] sahibi tutkusuz, geniş kültürlü bir
adamın, bir değerin son dersiydi bu. Bekir Kaleli, tümümüzün duygularını dile getiren bir içtenlikle
(...) şunları söyledi: (...) [S]iz üç yıl önce burada bir okul açtınız. Biz bu okulun öğrencileriydik. O
okulu bugün kapatıyorsunuz. Biz o okuldan geniş bilgi almış, erdem dersi almış insanlarız. (...) Bu
türde, daha birkaç cümle söyledi, hepimizin duygularını coşturdu, çoğumuzu ağlattı.” 112 “1947’de biz CHP içinde 35’ler hareketini yaptığımız zaman, Esendal en kuvvetli
dayanaklarımızdan biri oldu” (Erim, 1952: 38). 113 Nesimi’nin (1977: 240-2) “Esendal’ın gerek dünya politikası ve gerekse de Türkiye iç politikasında
geniş bir tecrübe ve bilgisi vardı. (...) [Esendal ile] bir durum değerlendirmesi yaptık. CHP’nin tutarlı
bir sol politika izlediği takdirde bütün bir muhalefeti temsil edebileceği ve iktidara gelebileceği
45
1934 tarihli mektupta, “[b]en 1905’ten 1918’e kadar İttihat ve Terakki’de çalışmış ve
fırkacılık etmiştim. Eğer bu komitacılık mesleğinde ısrar etmiş olsaydım çoktan
ölmüş bulunurdum114. (...) [O] yaşta boyumdan büyük bir yükün altına girdim ve bu
yük bana uyanıklık ve dört yanı dinleyip yürümeği öğretmiş olsa gerektir” (2003d:
452, 532) diyen, eserleri gibi hayatı da engin bir insan sevgisi ile dolu olan115 ve
ölümden değil, insanların sevgisini kaybetmekten korktuğunu söyleyen Esendal’ın
ömrü 16-17 Mayıs 1952 gecesi sabaha karşı Ankara’da son bulmuştur (Çetişli, 2004:
34).
sonucuna vardık. Bunun da CHP’nin bir Sosyalist Halk Partisine dönüşmesiyle mümkün olduğu
kanısına vardık. [Esendal], [e]sasen 1950 seçimlerinden önce (...) CHP’de bu doğrultuda bir eğilim
belirdiğini, (...) bir komisyon kurulup çalışmalara geçtiğini, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Belge ve
İsmail Hüsrev Tökin’in bu komisyonda görev aldığını (...) [ve] 14 Mayıs 1950 seçimleri sonunda
komisyonun dağıldığını (...) söyledi. Bu suretle CHP içinde sol kanadın sahipsiz bir halde
bulunduğunu, küçük bir çabayla, bir yayın organıyla CHP’ye istenilen yönün verilebileceğini de
sözlerine ekledi. (...) O dönemlerde CHP genel sekreterliğini Kasım Gülek yürütüyordu. (...)
[Esendal], “bu düşündüklerimizi Kasım yoluyla CHP de uygulayabiliriz. Mesele İsmet Paşa’yı bu
fikre çekmedir. İsmet Paşa kabul ederse bu işe olmuş gözüyle bakabilirsin” dedi. (...) [S]ol bir yayın
için CHP’nin mali imkânlarından faydalanma konusunu görüşmeye başladık. (...) Esendal, İnönü’nün
kendisine “partinin ideolojik bir mücadeleye girişmesini doğru bulmadığını, DP’nin iktidara ideolojik
bir mücadeleyle değil, dış politik konjonktür gereği geldiğini, iktidarı DP’nin almayıp kendilerinin
ona verdiğini” söylediğini belirtti. İnönü daha sonra “[y]ine dış politik konjonktürün gereği iktidarın,
iktidarı kendilerine devredeceğini” sözlerine eklemiş. (...) Esendal şöyle devam etti: “İsmet Paşa
yanılıyor. Esasen paşa demokrasinin nasıl işlediğini tam kavrayamamıştır. Demokraside baskı
gruplarının etkenliğini görememiştir.” ifadelerini aktarması, kendisinin ise, kızına yazdığı 17 Şubat
1951 tarihli mektupta, “aşağılık bir demokrat gazatası” ifadesini kullanması (Esendal, 2001a: 607),
oğluna yazdığı 8 Ocak 1951 tarihli mektupta ise, “Bu adamcıklar da bütçe yapabilmiş değillerdir. Bir
yandan Meclis’e bir bütçe vermişler o konuşuluyor, bir yandan da Maliye harıl harıl bütçe hazırlıyor!
Bu iş nasıl oluyor anlamadım” (Esendal, 2003d: 572) demesi, bu uzak durmanın hiçbir biçimde
politikaya karışmamak anlamına gelmediğini göstermektedir. 114 Oğlu Ahmet Şevket’e yazdığı 26 Ekim 1936 tarihli mektupta ise, “komitacı bir adam” olduğunu ve
komitecilik yaptığını kabul etmeyen ve “[b]irçokları beni “[k]omitacı adam” [diye] tanırlar hatta
biraz Atatürk bile! (...) Halbuki yeryüzünde ben bir şey [yapmadıysam] o da komiteciliktir” diye yazan
Esendal (2003d: 139) kendi kendisiyle çelişmektedir. 115 Dursun K.’ya göre (1983: 49), Esendal “Haşmet Gülkokan” adlı hikâyesinin kahramanı Haşmet
Gülkokan benzeri bir çelebi idi.
46
Esendal hakkında tartışılan konuların başında hiç şüphesiz hatıraları gelir.
Esendal’ın bizzat kendisi hatıralarını yazdığını belirttiği gibi116, Esendal’ı yakından
tanıyan birçok kişi de Esendal’ın hatıralarını yazdığı veya yazmakta olduğu ve
vefatından otuz yıl sonra da yayımlayacağı fikrinde birleşirler (Çetişli, 2004: 50).
Şengil (1991: 64) bu konuda “[h]er ne kadar anılarının ölümünden otuz yıl
sonra yayınlanmasını istediğini kaç kez bana söyledi ise de, otuz üç yılı geçti, henüz
bir yerden çıkmadı” ifadelerini kullanırken Nesimi (1977: 242) ise, şunları
söylemektedir: “Rahmetli Esendal özel konuşmalarımızda anılarını yazdığını,
bunları kızı Emine Hanıma bırakacağını, kendisinin ölümünden otuz yıl sonra
basılmasını vasiyet ettiğini ve gelirini de tamamıyle Emine Hanıma bıraktığını
söylemişti.”
Esendal’ın Türkistan’dan getirterek kendi öz oğlu gibi sahip çıktığı bir Türk
olan Mehmet Rıza Bekin de Esendal’ın çok ilginç anıları olduğunu ve ölümünden
otuz yıl sonra yayımlanacağını söylemiştir (Onaran, 1975: 38).
Ölümünden kısa bir süre önce söylenen bu sözlere rağmen bugüne kadar
sözkonusu hatıralar bulunabilmiş değildir117. Çocukları böyle bir şey bırakmadığını,
müsveddeleri arasında çıkmadığını, emanet edebileceği kişi veya kuruluşlardaki
ısrarlı aramalarına rağmen herhangi bir şey bulamadıklarını belirtmişlerdir118 (Çetişli,
2004: 50).
116 “Hatıralarımı yazdım. Ama onlar, ben öldükten otuz sene sonra neşredilecektir. Öyle vasiyet
edeceğim çocuklarıma. Eğlencelidir ama benim hatıralarım” (aktaran Arısoy, 1952: 8). “Kendi
başından geçenleri de yazmıştır” (Esendal, 2005d: 8). “Bunlar benim hatıralarımda da yazılacağı için
(...)” (Esendal, 2003d: 203) gibi örneklerde görüldüğü gibi. 117 Onaran’a göre (1975: 38), “Geçmiş Yıllar”dan kısaltma notunu düşerek yazdığı “Rüştiye”
(Esendal, 2003a: 189-203) adlı yazısı anılarının bir parçası olabilir. 118 Esendal’ın, Nesimi’ye (1977: 243) anılarının yayınlanmasının Türkiye’nin hem iç, hem de dış
politikasına olumsuz etki edeceğini söylemesi bu anılara ne olduğu hususunda bizlere ipucu
vermektedir.
47
B) Esendal’ın Düşüncesinin Oluşmasında ve Gelişmesinde Etkili Olan
Düşünceler
aa) “Mesleki Temsilcilik”119
II. Meşrutiyet yıllarında dönemin toplumsal çöküntüsüne çözüm arayışının bir
sonucu olarak doğan “mesleki temsilcilik” düşüncesi, 1908-1926 yıllarında tartışılan
düşüncelerden veya ideolojilerden biridir.
Bir geçiş dönemi düşüncesi veya ideolojisi olan ve dönemin arayışlarına karşı
teklif edilmiş bir programa sahip olan “mesleki temsilcilik”, Toprak’a göre (1977a:
16), toplumsal sınıfları yadsıyan, yerine meslek zümrelerini koyan120, solidarist
(tesanütçü, dayanışmacı), politik iktidara mesleki temsille yansıtılmış korporatif bir
sistemdir121.
II. Meşrutiyet’in siyasal, ekonomik ve toplumsal kargaşa ortamında yeşeren,
klasik iktisattan esinlenen Osmanlı liberalizmine tepki olarak doğan ve yüzyılların
fütüvvet ve lonca geleneği ile o günlerde Osmanlı düşüncesinde etkinlik kazanan ve
Fransız korporatizminin sosyo-psikolojik temelini oluşturan solidarist yaklaşımın bir
119 “Mesleki temsilcilik”, her ne kadar bugüne kadar bu isimle anılagelse de, bu isimlendirme, aslında
düşüncenin kendisini değil, bu düşüncenin önerdiği seçim sisteminin adıdır. İsimlendirmenin böyle
olmasında, bu düşüncenin en belirgin ve en çarpıcı tarafının önerdiği seçim sisteminde tezahür etmiş
olmasının büyük rolü vardır (Çetişli, 2004: 63). 120 Parla (2001: 86), “Toplumsal İşbölümü” (1893) adlı kitabının ikinci baskısında (1902) Emile
Durkheim’in (1858-1917) meslek gruplarının çağdaş toplumsal düzende oynayacağı rolün önemini
önceden gördüğünü belirtir. 121 Korporatif bir toplum tasavvurunun temelinde yatan fikrin toplumun serbest iradelerin “kaotik”
etkisine terk edilerek değil, zorunlu ya da doğal üyeliğe dayanan bir takım örgütler aracılığıyla
yönetilmesi gerekliliği olduğunu belirten Kansu (2002: 258-9), korporatist siyasal yapılanmanın
Türkiye’de “mesleki temsil” olarak bilinegeldiği söylerken Tekeli ve İlkin (1977: 284) ise, “mesleki
temsilcilik” düşüncesinin korporatif devlet anlayışının tarihsel kökenini oluşturduğunu belirtir.
48
bireşimi olan (Toprak, 1999: 574) “mesleki temsilcilik”, Nesimi’ye göre (1952: 85),
yeni dünya şartlarına intibak ettirilmiş bir fütüvvet nizamıdır122.
“Mesleki temsilcilik” düşüncesine muasır ilmin en yeni fütuhatı nazariyle
bakan ve bunu neşriyat programının ilk maddesi olarak kabul eden (aktaran Tekeli ve
İlkin, 1977: 333), “Meslek” gazetesinde123 imzasız bir yazıda yapılan daha basit bir
tanımlama ise şöyledir: “[M]esleki temsil, Millet Meclisine intihap olacak azanın
birer mesleği temsilen intihap olunmasını ve diğer bir tabir ile memleket işlerini iş
sahiplerinin düşünüp halledebilmelerine müsait olacak bir meclis teşkilinden
ibarettir” (aktaran Çetişli, 2004: 64).
Muhittin (Birgen)’nin (1885-1951) ifadesiyle, (Kör) Ali İhsan (İloğlu)
tarafından bulunup geliştirilen (aktaran Tekeli ve İlkin, 1977: 335), Kansu’nun
ifadesiyle (2002: 258) ise, ilk defa olarak (Kör) Ali İhsan (İloğlu) tarafından ortaya
atılan “mesleki temsilcilik” düşüncesi, Çetişli’ye göre (2004: 62-3), II. Meşrutiyet ile
birlikte büyük ümitlerle kurulmaya çalışılan parlamenter sistemin sosyal bünyede
açmış olduğu yaralara veya bünyesinde barındırmış olduğu çarpıklıklara tepki olarak
doğmuştur124.
122 “Mesleki temsilciler”in Tanzimat ile birlikte hızlanan Batı’ya açılmanın yerli sanayiyi olduğu
kadar esnaf teşkilatlarını ve el emeğine dayalı bütün küçük işletmeleri muattal (kullanılmaz) hale
getirdiğine inandığını belirten Turinay’a göre (1996: 94) de, “mesleki temsilcilik”, eski fütüvvet
teşkilatının ihyasından başka bir şey değildir. 123 Bir yandan “Meslek” gazetesinin (Kör) Ali İhsan (İloğlu)’nun etkisi altında olmaktan çok
Esendal’ın etkisi altında olduğunu diğer yandan da 1919 yılında (Kör) Ali İhsan (İloğlu) ile birlikte
“Temsil-i Mesleki Programı”nı hazırlayanlardan biri olan Esendal’ın bu gazetenin edebiyat sütunları
dışında ne derece faydalı olduğunun saptanamadığını söyleyen Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 336-7),
“Meslek” gazetesi, “mesleki temsilcilik” düşüncesinin Meşrutiyet sonrası temsilcilerinin Cumhuriyet
sonrası dönemde yeniden örgütlenmesine aracı olmuştur. 124 Siyasi partilerin halk arasında iç çatışmaları artırmaktan başka bir işe yaramadığına ve bu partilerin
dayanağı olan içtimai sınıfların bizde teşekkül etmediğine inanan “mesleki temsilciler”, aşağıda da
görüleceği gibi, asıl tezadın halk ile halkın aleyhine gelişen memur sınıfı (bürokrasi) arasında
olduğunu iddia ediyorlardı (Turinay, 1996: 93).
49
Başka bir ifadeyle, II. Meşrutiyet yıllarında siyasi parti çekişmelerinin açtığı
derin yaraları gören ve memleket yönetimini bu Batı usulü gidişten çekip kurtarmak
isteyen “mesleki temsilciler”e göre, ülkedeki bütün üretici birimler teşkilatlanmalı ve
bunların seçeceği temsilciler yeni parlamentoyu oluşturmalı idi (Turinay, 1996: 93-
4).
“Mesleki temsilcilik” düşüncesinin siyasal partilerin ve parlamentonun
reddedildiği, esnaf derneklerinin kurulduğu ve bu derneklere ‘legislative’ yetki
(kanun yapma) verilmesinin istendiği 1912-1915 yılları arasında önem kazandığını125
belirten Nesimi’ye göre, “mesleki temsilcilik” düşüncesinin bu yıllarda önem
kazanması, parti mücadelelerinin orduyu ikiye bölünmüş düşman unsurlar haline
getirmesinin126, Balkan Savaşları’nın (1912-1913) yol açtığı faciaların (Yenilgi iki
partili siyasi yapıya dayandırılıyordu.) ve parlamentonun bir karar organı gibi değil
de, bir tescil organı gibi çalışmasının doğal bir sonucuydu127 (aktaran Tekeli ve İlkin,
1977: 342).
İdeal cemiyeti, istihsale bağlı insan topluluklarının politik devlet nüfuzu
dışında kendilerini serbestçe idare edebilmeleri olan (Nesimi, 1952: 85; Kemal,
1980c: 10) ve 1917 yılında Esendal ile birlikte ayrıntılarına aşağıda değinilecek olan
“Temsil-i Mesleki Programı”nı hazırlayan (Tekeli ve İlkin, 1977: 336) (Kör) Ali
İhsan (İloğlu)’nun ekonomik ve siyasal yapının korporasyonlar esasına dayanarak
125 1919-1921 yılları arasında ise, “mesleki temsilcilik” düşüncesinin uluslararası bir nitelik
kazandığını, bu dönemde “parti” mi, “sendika” mı tartışmalarının “mesleki temsilcilik” düşüncesini ve
kooperatif devleti anlayışını ön plana çıkardığını ve Sovyetler’de 1919 Weimar Anayasasının iktisadi
konseylere yer vermesinin “mesleki temsilcilik” düşüncesini dolaylı olarak evrenselleştirdiğini
belirten Nesimi (aktaran Tekeli ve İlkin, 1977: 342), daha sonra Sovyetler’de yapılan “parti” mi,
“sendika” mı anketinden “parti”nin çıktığını belirtmektedir. 126 “[A]caba fırka düşerse ne olacak, bizi asacaklar mı, kesecekler mi? Biz Meşrutiyetten evvel böyle
mi idik” (Esendal, 2001b: 91-2). 127 Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 343) de, siyasal partilerin aleyhine gelişmelerin yaşandığı bu yıllarda
siyasal partileri ortadan kaldırmaya dönük tesanütçü bir çözüm olan “mesleki temsilcilik”
düşüncesinin önem kazanması kadar doğal bir şey yoktur.
50
yeniden örgütlenmesini içeren görüşleri128, İTC yöneticileri tarafından
değerlendirilmeye değer bulunmamış ve (Kör) Ali İhsan (İloğlu) İTC yönetimince
dışlanmıştır (Kansu, 2002: 258).
Daha sonraları, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Büyük Millet Meclisi’nde
müzakereleri sırasında büyük tartışmalara yol açan ve Kansu’ya göre (2002: 258-9),
korporatif yapıya dayanan bir anayasal düzen kurulmasını hedefleyen129 “mesleki
temsilcilik”, 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nca da
benimsenmemiştir130.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Büyük Millet Meclisi’nde müzakereleri
sırasında “mesleki temsilcilik” düşüncesini savunanlardan biri olan131, Batı’da
olduğu gibi bizde fırkaların olmadığını, bu fırkaların zararlarını en iyi yaşayanlardan
biri olduğumuzu ve Ankara’da halen fırka yokken bu fırsattan yararlanmak ve
“temsil-i mesleki”yi kurmak gerektiğini belirten Yunus Nadi’ye göre, halkın fırkaları
değil, mesail-i maişeti (geçim sorunları) vardı ve mesail-i maişet fırkalar gibi değildi,
bir diğeri ile cidal etmez ve böylece tesanüt sağlanırdı (aktaran Tekeli ve İlkin, 1977:
314).
128 Kansu’ya göre (2002: 258), Batı’daki korporatist düşüncelerden aktarılan bu görüşler, liberal ve
sosyalist düşüncede varlığı doğal kabul edilen çıkar çatışmasını ve çıkarların çok partili sistemde
olduğu gibi serbestçe temsil edildiği bir sistemi reddediyor, iş kollarını kendi içinde ayrı ayrı
örgütleyen, aynı iş dalında çalışan işçi ve işverenleri tek bir çatı altında toplayan ve mesleki çıkarların
bir uzlaşma ortamı içinde korunmasını hedefleyen bir sistem öneriyordu. 129 Tasarlanan siyasal yapının temel taşını korporatist bir meclisin oluşturacağını ve bu meclisteki
siyasal temsilin partiler aracılığı ile değil ülke genelindeki iş kollarını temsil eden loncalar aracılı ile
yürütüleceğini belirten Kansu’ya göre (2002: 259), bu yeni yapıda değişik çıkarlar etrafında
örgütlenmiş siyasal partilere ve bu partilerin girip yarışacağı seçimlere gerek kalmıyor ve ya hiçbir
partinin olmadığı ya da tek partinin olduğu bir sistem tasavvur ediliyordu. 130 Toprak’a göre (1977a: 18), Büyük Millet Meclisi’nde “mesleki temsil esası” benimsenmese de,
toplumsal sınıf kavramını gündem dışı bırakacak “meslek zümreleri görüşü” tüm tek parti dönemi
toplum felsefesinde ağırlığını korumuştur. Hatta İnsel’e göre (2002: 18), ulusu homojen bir organik
bütünlük içinde tasarlayan Kemalizm’in en yakın durduğu siyasal düşünce akımı korporatizmdir. 131 Uyar’a göre (2002: 216), Büyük Millet Meclisi’nde “mesleki temsilcilik” düşüncesini savunanlar
genellikle ılımlı sosyalist kişiler idi.
51
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Büyük Millet Meclisi’nde müzakereleri
sırasında “mesleki temsilcilik” düşüncesini savunanlardan bir diğer kişi olan Mahmut
Esat Bozkurt’a göre132, ekonomik bağımsızlığın ve ulusal kalkınmanın önemli bir
öğesi olacak olan “mesleki temsilcilik” aynı zamanda ülke ekonomisini temsil eden
grupların Meclis’e yansımasını sağlayacaktı (Uyar, 2002: 216).
Yeni devletin örgütlenmesinde “mesleki temsil”in esas alınmasını savunan
(Çoker, 1996: 203) Esendal, Bakü’den Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta Büyük
Millet Meclisi’nde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu müzakerelerinin nasıl geliştiğinden
haberi olmaksızın “mesleki temsil esasını” savunmak da ve şöyle demektedir:
“Meslekler üzerinde intihabın kabulü kuvvetle muhtemeldir. Ankara’nın bugün en
kuvvetli fikridir. Ve burada aldığım haberlere bakılırsa, gittikçe kuvvetini
artırmaktadır” (aktaran Yalçın, 1945: 3).
Bürokrasiyi ve memur devleti geleneğini ve zihniyetini şiddetle reddeden,
bürokratların halkın sırtında asalak olarak yaşadıklarını ve bürokratlarca kurulan
keyfi bir yönetimin halka zulmettiğini iddia eden133 (Çetişli, 2004: 65-6) “mesleki
temsilciler”, İsmail Suphi Soysallı’nın ifadesiyle, “memûrîn şekl-i idare-i hazırasına
resmen ilan-ı harp” etmişlerdi (aktaran Çetişli, 2004: 66).
132 Bu tartışmalar sırasında loncaların ihyasını gereği üzerinde duran (Kansu, 2002: 259) Bozkurt,
Fransız sosyolog Saint Simon’un sözlerini kullanmak suretiyle “[a]rkadaşlar bu memlekette
padişahlar gitse, şunlar gitse, bunlar gitse ne olur? Hiçbir şey olmaz, ama yüz tane işçi ölse, yüz tane
marangoz gitse memleketin iktisadiyatı sarsılır” diyerek büyük bir heyecanla “mesleki temsilcilik”
düşüncesini savunuyordu (Tunaya, 1977: 358-9). 133 Devletin bürokratik yapısı korporatist (mesleki temsilcilik) görüşlerine zıt olan ve meslek
gruplarının sıkı bir biçimde katıldığı bir siyasî hayat hayal eden Esendal da, aşağıda ayrıntılı olarak
üzerinde durulduğu gibi, hikâyelerinde bürokratlar ile hükümet yetkililerini sıradan insanlara sorun
yarattıkları için sık sık eleştirmiştir (Karaömerlioğlu, 2006: 176-7).
52
Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 324), kooperatifler ve sendikalar yoluyla örgütlü
bir toplumu hedefleyen134 ve yabancı sermayeye karşı olmamakla birlikte yabancı
sermayenin bankacılık sektörünü kontrol etmesine karşı olan “mesleki temsilcilik”,
hem yasama hem de yürütme yetkilerine sahip olan devrimci dönemlere özgü bir
meclis hükümeti önermektedir.
Siyasal partilere ve parlamenter rejime karşı olan ve parlamenter sistemin
iflas ettiğine inanan “mesleki temsilciler”, parlamenter sistemde, halkın, yönetimde
söz sahibi olmasının imkânsız olduğunu iddia ederler135. Devlet ile birey arasında
meslek kuruluşlarının geliştirilmesini öneren ve mesleki örgütlenme
gerçekleşmedikçe egemenliğin belirli çevrelerin denetiminde kalacağına inanan
“mesleki temsilciler”e göre, halk, mesleklere göre sınıflandırılmadıkça ve
demokratik seçim sistemi yerine mesleki temsil sistemi koymadıkça egemenlik
gerçekten halkın olmayacaktır136 (Toprak, 1999: 577-8; 1977a: 17). “Meslek”
gazetesinde çıkan bir yazıda da belirtildiği gibi, “parlamento kürsülerini dolduran
parlak sözler ve yaldızlı mefkûre edebiyatının altında gayet âşikâr bir fırka
hâkimiyeti yaşar: Hâkim olan millet değil, siyasi fırkalardır ve memleketi idare eden
134 Tekeli ve İlkin (1977: 333), kooperatifler, işçi ve işveren sendikaları, ticaret ve sanayi odaları gibi
iktisadi örgütlenmelerin “Meslek” gazetesinin ısrarla üzerinde durduğu konular olduğunu söylerken
Nesimi (1952: 89) ise, Esendal’ın partizanlık faaliyetlerine umumiyetle bigane kaldığını ve sendikalar
kurulup geliştirilmedikçe siyasi partilerin ciddi bir istinatgâha sahip olamayacağını iddia ettiğini
belirtmiştir. 135 Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle esnaf teşkilatının yıkılışına ve “kapıkulu” diye adlandırdığı
bürokratik yapının kuvvetlenmesinin doğurduğu sakıncalara dikkat çeken (Kör) Ali İhsan (İloğlu),
özünde “memurların giriştikleri bir ıslâhat hareketi... olarak gördüğü, Tanzimat’ın da beklenen
neticeyi sağlıyamamış olmasını “halka dayanmamış” olmasında bulmaktadır” (aktaran Tekeli ve
İlkin, 1977: 305). 136 “Bizim halkın hayatında partiler yok, muhtelif mesleklerde çalışan insanlar vardır ve bu insanlar
birbirleriyle mücadele etmiyorlar, birbirlerini tamamlıyorlar. Rençber ekiyor, marangoz ambarı,
çilingir arabayı yapıyor, hamal taşıyor, fırıncı pişiriyor, terzi dikiyor” diyen, amaçlarının “bütün
insanları belli ve sayılı mesleklere irca etmek (sokmak) ve seçimleri en âdil nisbetlerde bu esas
dahilinde yaparak hayatı meclise taşımak” olduğunu söyleyen, halk hükümeti demenin demokrasi
demek olmadığını belirten ve halk hükümetinin ancak “mesleki temsil esası”na göre belirlenmiş bir
meclisin ürünü olabileceğini ileri süren Yunus Nadi’ye göre, “mesleki temsilciler”, halkı, teoride
değil, pratik de hâkim kılacaklardır (Toprak, 1999: 578; 1977a: 17).
53
kuvvetler, halk kuvvetlerinin idareleri değil, sadece bir politikacılar sınıfının siyasi
oyunlarıdır” (aktaran Çetişli, 2004: 65).
“Mesleki temsilciler”, seçimlerin demokratik seçim sistemine alternatif olarak
geliştirilen (Toprak, 1999: 577) “mesleki temsil esası”na göre, daha açık bir ifadeyle,
bilfiil çalışan insanların mesleklerine ve bu mesleklerin temsili esasına göre
yapılmasını önerirler137. Mesleği olanların veya bilfiil çalışanların seçme ve seçilme
haklarının olacağı, mesleği olmayanların veya bilfiil çalışmayanların ise, seçme ve
seçilme haklarının olmayacağı “mesleki temsil esası”na göre138, her meslek kolu
mensuplarının sayısı oranında temsilci seçecek ve böylece meclis, ülke genelinde
varlığını sürdüren mesleklerin temsilcisi durumundaki mebuslardan teşekkül
edecektir139 (Çetişli, 2004: 65; Toprak, 1977a: 17).
“Hakimiyeti Milliye” gazetesinde140 çıkan bir yazıda da belirtildiği gibi,
“Mesleki Temsil’in gayesi memleketin bütün idaresini münhasıran erbâb-ı sa’ye,
yani emekçiye vermektir” (aktaran Çetişli, 2004: 65).
“Mesleki temsilcilik” düşüncesinin ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için
(Kör) Ali İhsan (İloğlu) tarafından hazırlanan “Temsil-i Mesleki Programı”na
bakmak gerekir. Bu Program, “Hakk-ı hükümet ve hakimiyet bilâ kayd-ü şart millete
racidir. Bu itibar ile kudret-i icra ve selâhiyeti teş’ri milletin mümessili hakikisi olan
meclis-i umumi-i milletde tecelli eyler” Temsil-i Mesleki Programı, Madde 1, (Tekeli 137 Bu sistemde her mesleğin işvereni ile işçisi bir birlik etrafında toplanarak kendilerini temsil edecek
mebusu seçeceklerdir (Nesimi, 1952: 86). 138 Uyar’ın ifadesiyle (2002: 216), emeği temel alan “mesleki temsilcilik” sisteminde emekçi
olmayanın seçim hakkı olmayacak ve seçim hakkının kullanımı da sendikalar aracılı ile olacağından
emekçilerin çalıştıkları meslek dallarında sendikalar kurmaları zorunlu olacaktı. 139 Ferdi temsil (vilayetlerin temsili) yerine menfaatlerin temsilini (mesleklerin temsilini) öneren (Kör)
Ali İhsan (İloğlu)’nun dediği gibi, parlamento, Ankara mebusu, İzmir mebusu gibi parlamenterlerden
değil; şoförler mebusu, marangozlar mebusu gibi parlamenterlerden oluşacaktı (Nesimi, 1952: 85;
Kemal, 1980c: 10). 140 10 Ocak 1920’de Mustafa Kemal’in önderliğinde Ankara’da yayım hayatına atılan, yalnız haber
vermekle yetinmeyip aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın ideolojik kılavuzluğunu da yapan, daha sonra
CHP’nin resmi yayın organı olacak olan ve sonradan ismi “Ulus” olacak olan gazete.
54
ve İlkin, 1977: 346) diyerek, “hâkimiyet kayıtsız ve şartsız millete aittir” ilkesini
benimsediği gibi, “yeni bir Türkiye te’sis edebilmek için yalnız bir çare vardır ki o da
idareyi halk idaresi şeklinde tebdil (...) eylemektir” Temsil-i Mesleki Programı,
Mukaddime, (Tekeli ve İlkin, 1977: 345) diyerek de, yeni bir Türkiye için tek yolun
“halk idaresi” olduğunu da benimsemiştir141.
Türkiye burjuva devriminin bir oluşum içinde bulunduğu 1908-1926
döneminde toplumdaki küçük üreticilerin özlemlerine dönük bir akım olarak ortaya
çıkan, Kurtuluş Savaşı sırasında ileri sürülen programlardan biri olan, önce142 biri
demokratik seçimlerle oluşan öteki meslek temsilcilerinden oluşan iki meclisli143
“karma korporatif sistemi”, sonra sırf meslek temsilcilerinden oluşan tek meclisli
“saf korporatif sistemi” öngören144, ancak siyasal olarak yeterli desteği bulamadığı
için etkinliğini kaybetmiş olan “Temsil-i Mesleki Programı”, küçük girişimci
özlemleri etrafında şekillenen anti-bürokratik bir programdı145 (Tekeli ve İlkin, 1977:
284, 294, 305, 344; Toprak, 1977a: 17).
Tarihsel çöküşümüzün yegâne kaynağının “kapıkulu” (bürokrasi) olduğunu
söyleyen Muhittin (Birgen)’e göre, bu “kapıkulu”dan kurtulmak ve halkı işbaşına
geçirmek gerekir. Bu ise, ancak hakkı çalışana vermekle, çalışan halkı, işlerin hâkimi
141 Yunus Nadi’ye göre de, “mesleki temsilcilik”, şimdiye kadar cari olan hükümetin hâkimiyeti
zihniyeti yerine halkın hâkimiyeti zihniyetini koymaktan başka bir şey değildir (aktaran Çetişli, 2004:
64). 142 Tekeli ve İlkin (1977: 343), Program’ın hazırlandığı ilk yılın 1917 yılı olabileceğini
belirtmektedirler. 143 Meslek temsilcilerinden oluşan ve toplumdaki iş bölümünün veya dayanışmanın simgesi olan
ikinci meclis, çiftçiler ve çobanlar, tüccarlar, denizciler, madenciler, ırgatlar, serbest meslek sahipleri,
sanatkârlar, memurlar ve askerler olmak üzere toplam dokuz meslek grubundan oluşur (Toprak, 1999:
577; 1977a: 17). 144 “Mesleki temsilcilik” düşüncesinin uygulamaya yansımasının biri, siyasi partileri ortadan kaldıran
ve dolayısıyla parlamenter sistemi tamamen yadsıyan “tek meclisli”, diğeri, meclislerden birinin genel
oy esasına, diğerinin ise mesleki temsil esasına göre belirlendiği “iki meclisli” olmak üzere iki şekilde
olduğu söylenebilir (Tekeli ve İlkin, 1977: 294). 145 Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 323-4), bürokrasinin ezici bir güç olmasına karşı olan “mesleki
temsilcilik” düşüncesinin toplumdaki saygınlığı bu anti-bürokratik tutumdan kaynaklanmaktadır.
55
kılmakla mümkündür. İşte “Temsil-i Mesleki Programı” da bu tür gelişmelere
yardımcı olacak çerçeveyi hazırlamayı amaçlamaktadır (aktaran Tekeli ve İlkin,
1977: 307).
Mahalli idarelere önemli yetkiler veren ve her yönetim ünitesinde (vilayet,
kaza ve nahiyelerde) “mesleki temsil esası”na göre belirlenmiş bir meclisin
bulunmasını öneren “Temsil-i Mesleki Programı”, mahalli idarelerde memurların
seçimini de halka bırakma eğilimindedir (Tekeli ve İlkin, 1977: 323-4).
Kendi kendine “Kör Ali İhsan Bey’in programı küçük girişimciliğin ötesinde
öneriler getirebilir miydi?” diye soran İlkin (1977: 363) bu soruyu şöyle
cevaplandırır: “Bu nokta programın yapısında açık değil fakat Memduh Şevket
Esendal’ın daha sonraki önerilerinden bir miktar ortaya çıkar kanısındayım.”
Kara Kemal’in 1915-1919 yılları arasındaki uygulamalarına bakmak da
“mesleki temsilcilik” düşüncesini daha iyi anlamamıza yardım edecektir.
Bu yıllarda, Osmanlı’nın geleceğini sermaye birikiminde ve teşkilatlanmada
gören, küçük üreticiyi örgütleyerek ülke ekonomisinde etkin kılmayı amaçlayan146,
“milli iktisat”a küçük üreticilikle çözüm getirilemeyeceğine inanan Kara Kemal’in
öncülüğünde (Toprak, 1999: 575), anonim şirket statüsünde ve hisse senetlerinin %
51’i vakıflarda kalmak şartıyla halka açılan ve Tunaya’ya göre (1977: 359), iaşe
bakımından çok önemli işler gören şirketler147 kurulmuştu. Bu şirketler esnafla
yarışan değil, onları örgütleyen ve onların varlıklarını sürdürmelerine yardımcı olan
“halk şirketleri” idi (Tekeli ve İlkin, 1977: 291, 297).
Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 343), Kara Kemal’in bu uygulamaları,
kapitalistleşme sürecinde kaybetmekte olan küçük girişimcilerin özlemlerinden
146 Toprak’a göre (1999: 574-5), ülke yönetimini küçük üretici orta tabakalara dayayan “mesleki
temsilcilik”, her şeyden önce küçük üreticiliğin korunmasından yanadır. 147 Ziya Gökalp’a bu şirketler hakkında ne düşündüğü sorulunca “bunlar gayet vatanperverane
şeylerdir, keşke yapılsa” demiştir (Tunaya, 1977: 358).
56
hareket etmekte, vakıflar etrafında kurulan şirketlerle küçük girişimciler
örgütlendirilerek varlıkları korunmaya çalışılmakta ve bu nedenle de anti-kapitalist
ve anti-emperyalist bir özellik taşımaktadırlar.
“Mesleki temsilcilik” düşüncesini savunan dönemin etkin ideologlarından biri
olan, Cumhuriyet’in ilk seçimlerde Büyük Millet Meclisi’ne elli adet mesleki
mebusun gönderilmesini öneren ve meclis önerisi “karma bir korporatif model” olan
Ziya Gökalp (1876-1924)148, toplumların evriminde “sınıflı toplum” aşamasından
sonra “meslek devri” aşamasına gelineceğini iddia eder149 (Toprak, 1999: 576, 578;
Parla, 2001: 164).
Tekeli ve İlkin’nin deyişiyle (1977: 332) meslek teşekkülleri ve mesleki
temsil yoluyla “tesanütçü bir sistem” oluşturmaya çalışan, Toprak’ın deyişiyle (1999:
575) ise, meslek örgütlerine dayanan korporatif bir düzen öneren Gökalp150, Toprak
(1977b: 115)’a göre, toplumsal sınıfları reddederek Osmanlı esnaf geleneğine ters
düşmeyen meslek zümrelerini toplumsal doku olarak benimsemişti.
148 Gökalp, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun “mesleki temsil esası”nı benimsememesinden sonra,
doğrudan Meclis’in seçim şeklini değiştirmesini değil, işbölümünü ve bunun neticesi olarak meslek
teşkilatının güçlendirilmesini savunmuştur (Tekeli ve İlkin, 1977: 331). 149 Sınıflı toplumların ayırıcı, parçalayıcı, sürekli çelişen toplumsal sınıfları içerdiğini ve bu
toplumların giderek yok olacağını belirten Gökalp’e göre, bu toplumlar yerlerini toplumsal dokusu
meslek zümreleri olan meslek toplumlarına bırakacaktı (Toprak, 1977a: 14). 150 Türklerin hürriyet ve istiklâli sevdiğini, bundan dolayı iştirakçi olamayacaklarını ve müsavatperver
olduklarından dolayı da fertçi de kalamayacaklarını belirten Gökalp’e göre (1975: 150), Türk harsına
en uygun olan sistem solidarizm, yani tesanütçülüktür ve ferdi mülkiyet ancak içtimai tesanüde hâdim
bulunmak şartıyla meşrudur.
57
“Mesleki temsilcilik” düşüncesinin korporatist151 bir dünya görüşü olduğunu
belirten Toprak (1999: 574, 579), bu düşüncenin halkçılık152 ve tesanütçülükle153
birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurgularken, Gökalp ise, bir toplumda
tabakaların ya da sınıfların bulunmasının o toplumda halkçılığın bulunmadığı
anlamına geldiğini ve halkçılığın toplumdaki tabaka ve sınıf farklılıklarını ortadan
kaldırarak o toplumun farklı zümrelerini yalnız işbölümünün doğurduğu meslek
zümrelerine indirgediğini belirtir154 (Toprak, 1999: 579; 1977a: 14).
151 19. yüzyıl’ın ortalarından itibaren Avrupa’da muhafazakâr düşüncenin yeni bir dalı olarak gelişen,
I. Dünya Savaşı sonrasında küçümsenemeyecek bir siyasal etkinliğe ulaşan, kapitalizm ve sosyalizm
dışında bir “üçüncü yol” projesi olan, ekonomik düzlemde kapitalizme ve kapitalizmin getirdiği tüm
ilişkiler ağına, siyasal ve toplumsal düzlemde ise özgürleşmeye ve bireyselleşmeye temelden karşı
olan (Kansu, 2002: 253-4), toplumu meslek zümrelerinden oluşan bir organizma olarak gören ve hem
liberalizmin bireyciliğini hem de sosyal sınıfların varlığını, sınıf çatışmasını, emek-sermaye çelişkisini
reddeden (Parla, 2001: 7-8) korporatizm, Kansu’ya göre (2002: 254), dini ideolojinin egemen olduğu
ve gerekçeleyerek desteklediği Ortaçağ toplumsal düzeninin yeni -kapitalist- koşullar altında ihyası
olarak okunabilir. 152 Çelik (2002: 76), halkçılığın Türk aydınının bağlandığı ilk düşünce sistemlerinden biri olduğunu ve
Jön Türkler’den beri pozitivist bilimsel ilerleme düşüncesi üzerine temellenen toplum projelerinin
kurucu ögesi olduğunu belirtirken Tekeli ve İlkin (1977: 287) ise, halkçılığın İTC içinde değişik
çevrelerde ve zamanlarda farklı yorumlandığını ve “mesleki temsilcilik” düşüncesini savunanların
halkçılığının ise esnaf ve küçük girişimci özlemlerini içerdiğini ifade eder. İlk kez Ziya Gökalp
tarafından kullanılan (Toprak, 2004: 322) halkçılığın en yaygın tanımının kapitalizmin gelişmesiyle
varlık temelleri aşınan küçük üreticilerin geliştirdiği anti-kapitalist bir karşı çıkış olduğunu ve bu
tanımın sınıf-indirgemeci bir tanım olduğunu belirten Karaömerlioğlu (2006: 23), böylesi bir yaklaşım
yerine, halkçılığın gelişmesini belirli bir ‘aydın’ türünün ortaya çıkmasıyla ilişkilendiren bir tanımın
daha aydınlatıcı olduğunu ifade eder. 153 Solidarizm (tesanütçülük), Avrupa’da bireycilik fikriyle topluma karşı sorumluluk fikrinin
sentezini meydana getirmek için yapılan çalışmaların ilk meyvelerinden biri olan (Mardin, 1999a:
162), 19. yüzyıl liberal ve sosyalist öğretilerin toplumsal sorunu saptamalarına rağmen tutarlı bir
çözüm getiremediklerini iddia eden, her iki öğretinin de sakıncalarını gidermeyi ve adaletle özgürlüğü
aynı potada bağdaştırmayı vaad eden, toplumsal yaşamda sınıf çatışmasının gereksizliğine inanan,
toplumsal örgütlenme aşamasında meslekçi bir yapıya dönüşen ve Tek Parti Türkiye’sine açılımı olan
bir toplumsal öğretidir (Toprak, 1977b: 94-5; 1999: 571, 574). 154 Gökalp, halkçılığı şu düsturla özetler: “Sınıf yok, meslek var” (Toprak, 1999: 579; 1977a: 14).
58
Esendal’ın düşünce yapısını derinden etkileyen “mesleki temsilcilik”
düşüncesi, Tekeli ve İlkin’e göre (1977: 325, 339), Mustafa Kemal’e karşı
düzenlenmiş olan suikast tertibinin ortaya çıkarılmasından sonra, 1921 -1926 yılları
arasında örgütlenmeye çalışan, kurulmakta olan yeni yönetime karşı çıkan ve hatta
bu yeni yönetimi ele geçirmeye çalışan muhalif İttihatçı grubun bu hadiseden
yararlanılarak ortadan kaldırılmasıyla birlikte siyasal gündemden çıkmıştır.
bb) Muhafazakârlık
18. yüzyılın ikinci yarısından sonra önce İngiltere’de sonra da Fransa’da
gerçekleşen devrimler (Sanayi ve Fransız Devrimi) ile birlikte geleneksel toplum
düzeni temelinden sarsılmış, toplumlar geleneksel bağlarından kopma noktasına
gelmiş ve ekonomik, sosyal ve siyasal yapılar çok hızlı bir değişim veya dönüşüm
sürecine girmiştir.
Bir taraftan ‘ancien régime’ olarak adlandırılan devrim öncesi toplumsal
ilişkileri ayakta tutan birçok yapı gerçekleşen bu devrimlerle sarsılırken ve önemli
bir bölümü yıkılırken diğer taraftan da bu değişime veya dönüşüme tepki duyanlarca
‘ancien régime’e geri dönülmesi veya geçmişin yeniden ihya edilmesi yönünde
‘yeni’ fikirler üretilmeye başlanılmıştır (aktaran Kansu, 2002: 253).
Bir tutum olarak başlangıcı insanlık tarihinin bilinebilir ilk dönemlerine kadar
götürülebilen muhafazakârlığın, siyasi bir doktrin ve spesifik bir ideoloji olarak
başlangıcı Aydınlanma’nın ve Aydınlanma’yı izleyen büyük sosyal, siyasi ve iktisadi
alt üst oluşların eleştirisiyle başlatılabilir155 ve bu alt üst oluşlar arasında özel bir
öneme sahip olan Fransız Devrimi ise bu başlangıcın siyasi şartlarını sağlayan bir
155 Muhafazakârlığın sıklıkla Aydınlanma karşıtı bir akım olarak tanımlansa da, aslında ikisi arasında
kesin bir çizgi çekmenin mümkün görünmediğini belirten Özipek’e göre (2004b: 83),
muhafazakârların çoğunun Aydınlanma’yı açıkça mahkûm etmiş olmaları, David Hume (1711-1776)
gibi hem Aydınlanma’nın hem de muhafazakârlığın içinde adı geçen düşünürlerin varlığı gerçeğini
değiştirmemektedir.
59
dönüm noktası olarak değerlendirilebilir156 (Özipek, 2004b: 66; 2004a: 4-5). Tarihsel
oluşum itibariyle 17. yüzyıl Akıl Çağı ile 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin bir
birleşimi olarak ortaya çıkan liberalizme karşı bir tepkiyi dile getiren
muhafazakârlık, Fransız Devrimi’nin düşünsel temellerine (Aydınlanma
Felsefesi’ne) ve özellikle ‘Jacobin’ pratiğine karşı oluşan bir tepki biçiminde ortaya
çıkmıştır (Köker, 1992: 82).
Bir ‘kopuş ve başlangıç anı’ olarak devrime yöneltilen muhafazakâr tepkinin
başlıca iki biçimde kendisini gösterdiğini belirten Özipek’e göre157 (2004b: 67, 83;
2004a: 7-8), bunların birincisi, Joseph de Maistre (1753-1821) ve Bonald gibi
muhafazakârlarca temsil edilen, özellikle Kıta Avrupa’sında belirginleşen biçimiyle
Aydınlanma’yı ve devrimi bütün sonuçlarıyla birlikte reddeden, devrim öncesi yapıyı
olduğu gibi geri getirmeyi amaçlayan, ancak devrimsel dönüşümün kurumlarının
oturmasının sonra bir anlamda tarih dışı kalan tepkici muhafazakârlık; diğeri ise,
önce İngiltere’de beliren, sonra Amerika’da belirginleşen, ilk ve en somut ifadesini
Edmund Burke’ün (1729-1797) Fransız Devrimi’nin rasyonalist ve devrimci
niteliğinin eleştirisinde bulan, tedrici değişimden yana olan, muhafazakarlık
dendiğinde daha çok kendisinin anlaşıldığı ana çizgiyi ifade eden, Anglo-Amerikan
dünyasının evrimci, ampirist, nispeten bireyci olan ılımlı muhafazakârlıktır158.
156 Louis de Bonald’a (1754-1840) göre, Fransız Devrimi, Aydınlanma’nın dolaysız sonucu ve
Tanrı’nın Aydınlanma’ya lanetidir (Nisbet, ?: 103). 157 Viereck’in ayrımıyla, Burke’e dayanan ılımlı, evrimci, anayasal ve sıklıkla parlamenter
yönetimden yana olan muhafazakârlık ve Maistre’e dayanan aşırı, karşı-devrimci, geleneksel elitin
otoritesini savunması bakımından kısmen otoriteryen olan ve çoğunlukla ‘muhafazakâr’ değil,
‘tepkici’ olarak adlandırılan muhafazakârlık. Her iki muhafazakârlığın da Fransız Devrimi’nin
yeniliklerine karşı geleneği savunduğunu ama geleneklerinin farklı olduğunu belirten Viereck’e göre,
birincisi geleneksel özgürlükler uğruna ikincisi ise, geleneksel otorite adına savaşmıştır (1956: 11). 158 Ilımlı muhafazakârlık da ‘klasik’ muhafazakârlık ve ‘liberal’ muhafazakârlık olmak üzere başlıca
iki ana kola ayrılır: Birincisi, daha dayanışmacı ve cemaatçi, Russell Kirk (1913-1996) örneğinde
olduğu gibi, liberal siyasi ve ekonomik modele itirazları olan bir muhafazakârlıktır, diğeri ise, bireysel
özgürlüğe, serbest teşebbüse ve özel mülkiyete sempatiyle bakan, Frank Meyer örneğinde olduğu gibi,
liberalizme yatkın olan bir muhafazakârlıktır (Özipek, 2004a: 9-10).
60
Sonradan muhafazakârlığın kurucusu olarak kabul edilecek olan Burke (1955:
21), Aydınlanma’nın iyimserliğini taşıyanlar için daha insani bir dünyanın
başlangıcını müjdeleyen Fransız Devrimi’ni açıkça mahkûm ediyor (Özipek, 2004b:
66-7) ve Devrim’in dünya tarihinde daha önce benzeri yaşanmamış ve sadece
Fransa’yı değil, tüm Avrupa’yı, belki Avrupa’dan da daha fazlasını içine alabilecek
bir ‘krizi’ ifade ettiği iddia ediyordu. Başka bir ifadeyle, modern siyasal ve toplumsal
muhafazakârlığın öncüsü olan Burke’e göre, tarihteki bütün siyasal devrimlerden tek
bir ulusu değil, bütün insanlığı hedef almasıyla ayrılan Fransız Devrimi, özgürlüğü
değil, yıkıcı, baskıcı ve mutlak bir iktidarı işaret ediyordu (Nisbet, ?: 99).
Devrime yöneltilen muhafazakâr karşı çıkışın tetikleyicisi devrimin
Fransa’daki pratiği olsa da, bu düşünce geleneğinde devrimin reddi, ister Burke ve
Bonald gibi dindar birer Hıristiyan muhafazakârın isterse de onların ardından gelen
A. Sullivan ve M. Eastman gibi ateist muhafazakârların mükemmel olmayan bir
varlık olan insanın evreni salt aklına dayanarak değiştirebilmesinin mümkün
olmadığı inancından kaynaklanıyordu159 (Özipek, 2004b: 68-9).
Modernliğin diğer başat ideolojilerinden farklı olarak değişik toplumsal
formasyonlarda farklı görünümlerde ortaya çıkabildiğinden ve içinde oluştuğu
toplumların özgünlüğünü, hatta biricikliğini vurgulamak gibi genel bir tavır alışla
belirlendiği için tutarlı ve sistematik bir siyasi ideoloji niteliği göstermediğinden,
başka bir ifadeyle, evrenselleştirilebilir ilkelerle temellendirilmediğinden kolaylıkla
159 Muller’e göre, ister ‘aklın kötüye kullanılması’ (Burke) veya ‘siyasette rasyonalizm’ (Oakeshott)
olarak terimleştirilsin, isterse de ‘kuruculuk’ (Hayek) olarak terimleşsin liberal ve radikal düşünceye
yöneltilen muhafazakâr suçlama temelde aynı şeyi, liberallerin ve radikallerin dönüştürmek istedikleri
kurumların karmaşıklığını ve kendisine özgü özelliklerini hesaba katmakta yetersiz olan sistematik,
indirgemeci ve evrenselci bir akıl yürütmeye bağlı olduklarını söylemekte idi (aktaran Özipek, 2004b:
70). Muhafazakârlara göre, insanın kusurlarının giderilmesi onu kuşatan ve tek tek bireylerin icadı
olmayan din, gelenek, tarih, tecrübe gibi kurum ve değerlerle mümkün olabilirdi. İnsan doğasına
ilişkin liberal ve sosyalist iyimserliği reddeden muhafazakârlara göre, insanın ve toplumun, tarihten,
tecrübeden, dinden, gelenekten bağımsız olarak salt akla dayanarak mükemmelleştirilmesi imkânsız,
uygarlığı var eden bu kurum ve değerleri bir kenara iterek, salt akıldan hareketle toplumu yeniden
kurmaya çalışmak yanlıştı (Özipek, 2004b: 69).
61
tanımlanamayan160 muhafazakârlık, çok daha genel düzeyde, örneğin gelenekçilik,
toplumsal / siyasal değişimin kontrol edilebilirliğini ve düzenliliğini sağlaması
beklenen bir ‘mutlak bilgi’nin olmaması anlamında kuşkuculuk161, toplumun doğal
veya yaradılış gereği olarak organik bir bütünsellik arz ettiği gibi bazı özelliklerle
tanımlanabilmektedir (aktaran Köker, 2004: 275).
Muhafazakârlık, Aydınlanma’ya, onun akıl anlayışına, bu aklın ürünü olan
siyasi projelere ve bu siyasi projeler doğrultusunda toplumun dönüştürülmesine
ilişkin öneri ve uygulamalara muhalif olarak ortaya çıkan, rasyonalist siyaseti
sınırlamayı ve toplumu bu tür devrimci dönüşüm proje(ci)lerinden korumayı
amaçlayan bir siyasi felsefe, bir düşünce geleneği ve zaman içinde bunlardan
türetilen bir siyasi ideoloji olarak ya da toplumu bir organizma olarak kabul eden,
onu oluşturan din, aile, gelenek gibi temel kurumların korunmasını öngören, radikal
160 Köker’e göre (2004: 275), muhafazakârlığın mahiyetinden kaynaklanan bu anlam belirleme
güçlüğü sözcüğün gündelik kullanımından -ki muhafazakârlık gündelik olarak her tür statüko
savunuculuğunu veya değişim karşıtlığını anlatmak üzere kullanılmaktadır- ya da daha akademik
çevrelerce “bürokratik”, “siyasi”, “sosyalist” ve hatta “devrimci” gibi muhtelif sıfatlarla birlikte
kullanılmasından kaynaklanan bir diğer nedenle daha da artmaktadır. Muhafazakârlığın başlı başına
bir ideolojik tutum olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığını, bir ütopyadan ve belirgin bir
ideolojik omurgadan yoksun olduğunu, bir düşünce üslubu olarak kolaylıkla diğer ideolojilere
eklemlenebileceğini, olsa olsa karşı ideoloji olarak kavramsallaştırılabileceğini, ancak bu karşıtlığın
da mutlak bir yadsıyıcılık olarak değerlendirilemeyeceğini, modernle ilişki içerisinde (modernliğe tam
olarak karşıt olmayan ama) her zaman modernliğe göre konumlanan bir tutum, bir düşünce üslubu
olarak tanımlanabileceğini, bunun belki de muhafazakârlığın yegâne evrensel karakteristiği olarak
gösterilebileceğini belirten Bora ve Onaran’a göre (2004: 234) de, modernizmin sürekli yeniden
tanımlanan bir kavram/durum/akım olması ve farklı modernliklerin varlığı muhafazakârlığın tanımını
zorlaştırmaktadır. Bizce muhafazakârlık kısa ve öz olarak endüstrileşmeye veya modernliğe karşı
derin endişeleri dile getiren bir düşünüş olarak özetlenebilir. 161 İnsan doğasına, köksüz ve sınanmamış yeniliklere yönelik güvensizlik ile kopuşsuz tarihsel
sürekliliğe ve insan doğasını evcilleştirecek birtakım geleneksel çerçevelere duyulan güvenin
(Viereck, 1956: 15) muhafazakârlığın alâmeti farikaları olduğunu belirten Gökmen’e göre (2004: 133-
4), muhafazakârların siyasal bilgiye karşı duydukları kuşku onların insan hakları gibi evrensel nitelik
taşıyan soyut ilkeleri reddetmelerine yol açmıştır.
62
ve devrimci değişim önerilerine karşı tedrici değişimi tercih eden162, tarihten,
tecrübeden bağımsız akıl yürütmeye dayalı rasyonalist siyaseti ve onunla ilişkili
olarak toplum mühendisliğini reddeden bir düşünce geleneği ve bir ideoloji olarak
tanımlanabilir (Özipek, 2004a: 6; 2004b: 67-8).
Kirk (1978: 7-8) muhafazakârlığın altı temel ilkesinin -ki bunlar; vicdanı
olduğu kadar toplumu da yöneten bir aşkın düzen inancı, insani deneyimin büyüyen
çeşitliliği ve gizemine tutkunluk, sınıfsız toplum nosyonuna karşıt olarak medeni
toplumunun mevkileri ve sınıfları gerektirdiği inancı, özgürlük ile mülkiyetin sıkı bir
biçimde birbirine bağlı olduğu kanısı, geleneğe inanç, değişimin sağlıklı reform
olmayabileceği kabulü- olduğunu ifade ederken163, Nisbet (?: 112-9) ise,
muhafazakârlığın yedi baskın temasının veya ilkesinin olduğunu -ki bunlar;
toplumsal olanın önceliği, toplumsal unsurların işlevsel karşılıklı bağımlılığı, kutsal
olanın gerekliliği, aracı cemiyetler, hiyerarşi, toplumsal düzensizlik hayaleti ve
tarihsicilik- belirtmiştir.
Toplumun kendisini meydana getiren bireylerden ayrı, bağımsız bir varlık
olduğuna inanan (Köker, 1992: 89), Aydınlanma’nın bireyciliğini eleştiren164,
162 Muhafazakârlığı değişme karşısında bir tutum olarak nitelendiren ve muhafazakârlığın karşı
olduğu değişmenin katı değişme olduğunu vurgulayan Hayek, muhafazakârların değişmenin ölçülü ve
yavaş olmasını istemekle yetinmeyeceklerini ve değişme korkusu ve yeni olan şeye güvensizliğin,
muhafazakârları, değişmeyi durdurmak veya en azından azaltmak için devlet güçlerini kullanmaya
sevk edeceğini belirtirken (aktaran Erdoğan, 1991: 50), muhafazakârlığın değişmeye değil, tanımları
gereği geçmişle bağları koparan devrimlere (Hobsbawm, 2006: 2) karşı olduğunun belirten Köker
(1992: 88) ise, muhafazakârlığın, aşama aşama gerçekleştirilen, toplumun bütünlüğünü, geleneklerini
ve kurumlarını tahrip etmeyen bir ilerlemeye karşı olmadığını, aksine bu anlamda değişmeyi
destekleyici bir ideoloji olduğunu ifade etmektedir. 163 Kalb’a göre, bu ilkelerin birincisi (vicdanı olduğu kadar toplumu da yöneten bir aşkın düzen
inancı) muhafazakâr zihniyetin temelinde yer alan ‘teorik’ anlayıştır; diğer ilkeler ise muhafazakâr
zihniyetin pratik ifadeleri gibi görülebilir. Başka bir ifadeyle, Kalb’a göre, muhafazakârlığın
temelinde evrensel nitelik taşıyan bir aşkın düzen fikri vardır (aktaran Argın, 2004: 470). 164 Batı toplumunda yaşanan bunalımın kökenlerinin reformun devreye soktuğu ve Akıl Çağı ile
Aydınlanma’nın bunalım noktasına getirdiği bireycilikte -ki Comte, bireyciliği ‘Batı dünyasının illeti’
63
toplumsal olanın önceliğinin temel alındığı bir toplum formüle etmeye çalışan165 ve
soyut anlamda insandan değil, somut anlamda insandan bahseden muhafazakârlara
göre, tarihin, zamanın ve mekânın kendisine verdiği kimlikten soyutlanmış olarak
düşünülen soyut insan Batı toplumlarının yaşadığı korkunç çözülmenin de
sorumlusudur166 (Nisbet, ?: 98, 112-3). Bireylerin varsayılan haklarından ya da
rasyonel sözleşme yaparak bir siyasal düzeni gerçekleştirebileceği varsayılan
yetilerinden kaynaklanan bir toplumsal düzen kurmaya çalışmanın ahlaka olduğu
kadar akla da aykırı olduğunu belirten Burke’e göre, eğer bir sözleşme varsa, bu
sözleşme, kurumların tarihsel gelişiminden ayrılamaz olan ve bütün zamanlar için
geçerli olan bir sözleşmedir (Nisbet, ?: 113). Doğa hali diye bir şeyin hiçbir zaman
olmadığını, toplumun insan var olduktan bu yana var olduğunu ve toplumsal
sözleşme diye bir şeyin hiçbir zaman olmadığını belirten Bonald’a göre, insan
toplumu yaratmaz; insanı yaratan toplumdur167 (Nisbet, ?: 113).
Sadece insanı -aile, köy ve kiliseyle başlayan ama toplumsal sınıf ve diğer
küçük bir araya gelme biçimlerini de içeren- ilksel toplumsal bağlamlarından ayırma
eğilimi gösteren bireycilik biçimlerine değil, yeni ekonomik yaşam biçimine (yeni
ekonomik düzenin -toplumsal düzendeki eski statü ve otorite esaslarının yerine
olarak isimlendirir- yattığını belirten Comte’e göre, muhafazakârlar, Batı toplumunun üstüne çöken
bunalımın gerçek mahiyetini ilk olarak değerlendirenlerdir (Nisbet, ?: 107, 119-120). 165 Tarihsel ve toplumsal olanın yerine evrensel olanın öne çıkarılmasına karşı bir tepkiyi ifade eden,
başka bir deyişle, deneme yanılma yoluyla doğruluğu -iyiliği- kanıtlanmış gelenek ve kurumların
yerine evrensel doğal insan tipinden hareketle geliştirilmek istenen yeniliklerin karşısında olan
muhafazakârlığın (Köker, 1992: 89), asli siyasal bağlılık nesnesinin liberalizmde olduğu gibi ‘soyut
bir insanlık’ ya da sosyalizmde olduğu gibi ‘özgül bir sınıf’ değil, millet olduğunu belirten Quinton’a
göre (aktaran Argın, 2004: 471), liberalizm ile sosyalizm enternasyonalist ve evrenselci bir tutuma
sahipken muhafazakârlık milliyetçi ve yerelci bir siyasal konum işgal etmeye eğilimlidir. 166 Gökmen’in çevirisi ile (2004: 134-5), muhafazakârlara göre, Aydınlanma’nın tarih, zaman ve
mekânın kendisine verdiği kimliğinden arındırılmış soyut insana yaptığı vurgu toplumsal
örgütsüzlüğün sebebidir. 167 Doğal haklar fikrinin asılsız olduğunu ve devletin otoritesinin doğa halindeki bireyler arasında
yapılan bir sözleşmeden kaynaklandığını söylemenin mantık bakımından saçma olduğu kadar tarihsel
kayıtlar bakımından da temelsiz olduğunu belirten Bonald’a göre, devletin otoritesinin kaynağı tek
başına dünyanın egemeni olan Tanrı’dır (Nisbet, ?: 105).
64
giderek para, kredi, hisse senedi gibi parasal konumun geçmesi gibi- diğer
dışavurumlarına) de karşı çıkan muhafazakârlara göre, kapitalizm, demokrasinin
ekonomik yüzünden başka bir şey değildir ve her ikisi de (kapitalizm ve demokrasi)
geleneksel toplumu bozmakta, bölmekte ve parçalamaktadır (Nisbet, ?: 104-5).
İnsanların tek tek, içinde yetiştikleri toplumsal kurum ve pratiklerden
bağımsız olarak bir bütünlük arz etmediğine ve toplumun mekanik olarak bir arada
tutulan atomistik parçalardan ibaret olmadığına inanan muhafazakârlara göre,
toplum, doğal bir biçimde organik olarak derin tarihsel köklerden beslenerek varolan
bir bütündür (aktaran Gökmen, 2004: 135). Bütün toplumsal öğelerinin birbirleriyle
ilintili olduğuna inanan -ve bu anlamda organizmacı bir bakış açısına sahip olan-
(Nisbet, ?: 113) muhafazakârlar, ortak tarihsel deneyimlerin, dinin, ülkülerin, saygı,
işbirliği, sadakat gibi hislerin toplumu organik bir bütün kıldığına inanırlar (aktaran
Gökmen, 2004: 135). Materyalizm, sınıf savaşı, laisser-faire iktisadı, açgözlü
vurgunculuk, aşırı analitik entelektüellik, vazifelerin öncesinde haklara yapılan vurgu
gibi temaların toplumu atomistik kılan unsurlar olduğuna inanan (aktaran Gökmen,
2004: 135) muhafazakârlara göre, Fransız Devrimi, lonca gibi bazı kurumları tasfiye
ederek, aile gibi bazı kurumları ise devletin müdahalesine açarak toplumu yaşayan
bir organizma gibi bir arada tutan ve birey için bir sığınak olan bu ara kurumları yok
etmiştir168 (Özipek, 2004b: 69).
Hem dünyayı anlamlandıran bir ideoloji, hem de denetimi sağlayan bir kurum
olarak, Devrim öncesi toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşantıyı düzenlemesi
açısından son derece önemli işlevlere sahip olan (Kansu, 2004: 118) dinin yapısal ve
simgesel öğelerine karşı büyük bir ilgi duyan, Reform’un bireysel imanı dinsel
cemaat ve otoritenin destekleyici bağlarından koparıp aldığını (bireysel imanı
yalıttığını) düşünen ve Protestanların bireyi kilise disiplininden koparmasının
modern siyasal despotizme yol açtığına inanan muhafazakârlara göre, hükmeden bir
kutsal duygusu olmaksızın toplumun olması, toplum olmaksızın da kutsal olan
168 Bu kurumların ve normların boşalttığı yeri devletin dolduracak olması başka bir tehlikeyi ifade
ediyor ve zaten Burke de, bu boşluğun ‘devletin yeni silahları’ ile doldurulacağı (Nisbet, 1986: 11)
uyarısında bulunuyordu (Özipek, 2004b: 69).
65
duygusunun kalıcılığı mümkün değildi169. Birçok tarihçinin belirttiği gibi,
Aydınlanma’nın özünün dine karşı sistematik bir saldırı olduğu söylemek abartı
değilse, muhafazakârlığın özünün hiçbir toplum, cemaat veya grubun dinden ayrı
olarak varolmayacağı inancı olduğunu söylemek de abartı değildi (Nisbet, ?: 114).
Muhafazakârlara göre, bireysel özgürlüğü kısıtladığı düşünülen, gerçekte ise
birey ile toplum arasında dolayımı sağlayan, dolayısıyla toplumsal bütünlüğü
sağlayan (Köker, 1992: 90), Burke’e göre, insan ruhunun ‘hanları ve dinlenme
yerleri’ olan ve aile170, geleneksel köy, manastır, kilise, lonca gibi kurumlardan
oluşan aracı cemiyetlerin ortadan kaldırılması, bir yandan atomize yığınların diğer
yandan da giderek merkezileşen siyasal iktidar biçimlerinin yaratılmasından başka
bir şeyi ifade etmiyordu171 (Nisbet, ?: 115). Fransız Devrimi ile birey ile devlet
arasında aracılık yapan bu cemiyetlerin ortadan kalktığını ve bu tür aracı
cemiyetlerin siyasal iktidarı sınırladığını belirten Bonald’a göre, insan ile devlet
arasında bu tür aracı cemiyetler olmadığı takdirde yasal, yani meşru bir toplumun da
var olması imkansızdı172 (Nisbet, ?: 108).
Toplum içindeki sınıf farlılıklarını kabul eden muhafazakârlara göre,
toplumsal varlığın istikrarlı bir biçimde devam etmesi ancak bu farklılıklara saygı
göstermekle mümkün olabilmekte idi (Köker, 1992: 90). Muhafazakâr düşüncede
eşitlik düşüncesinin izinin bile bulunmadığını vurgulayan, gerçek toplumsal karşılıklı
bağımlılığın yatay değil, dikey olduğunu ve bunun ödün verilemez bir muhafazakâr 169 Devletin dini tesis etmesinin eşyanın tabiatına aykırı olduğunu belirten Bonald’a göre, devleti din
tesis etmelidir. Eğitimin düşünsel olduğu kadar ahlaki olması gereğini sadece kilise yerine
getirdiğinden tek eğitim aracının kilise olması gerektiğini belirten Bonald’a göre, din toplum
biçiminin ta kendisidir (Nisbet, ?: 109). 170 Toplumum molekülünün birey değil, aile olduğunu belirten Bonald’a göre, Protestanlık boşanmayı
meşrulaştırarak aileyi ve böylelikle toplumu zayıflatmış ve Reform’un başlattığı bu zayıflama süreci
önce Aydınlanma ile sonra da Fransız Devrimi ile sürmüştür (Nisbet, ?: 110). 171 Muhafazakârlara göre, dayanışmacı, cemaatçi ve hiyerarşiye dayalı bir toplum olan geleneksel
toplumlar, toplumsal ve ahlaki bağların aile, dini cemaat ve mesleki zümreler gibi aracı cemiyetlerle
korunduğu, uyumlu ve düzenli toplumlardı (Erdoğan, 1991: 51). 172 Toplumsal yaşamın temel amacının bireysel özgürlük değil, otorite olduğunu belirten Bonald’a
göre, ancak aile, yerel cemaat, kilise ve loncanın otoritesi altında refaha ulaşılabilirdi (Nisbet, ?: 105).
66
ilke olduğunu belirten Nisbet’e göre (?: 116), muhafazakârlar, yasal eşitliğe veya
herkese açık olan mesleklerde yetenekli kimselerin eşitliği olarak bilinen şeye bile
itibar etmezlerdi173.
Modern tarihin ilerleme değil, gerileme sinyalleri verdiğine, Rönesans,
Reform ve Akıl Çağı’nın bu gerilemedeki adım ya da evrelerden başka bir şey
olmadığına inanan muhafazakârlara göre, Fransız Devrimi, Batı Avrupa’da Ortaçağ
sonlarından başlayarak sahneye çıkan düzen bozucu güçlerin dramatik, dehşet dolu
sonucundan başka bir şey değildi174. Hısımlık bağlarının kökünden sökülüp atılması,
cemaatlerin çözülüşü, sınıfların ve tabakaların sarsılması ve ahlaki değerlerin yıkılışı
aydınlanma liberalizminin ve devrim demokrasisinin sonuçları olduğuna inanan
muhafazakârlara göre, ailenin, cemaatin, sınıfın ve kutsal olanın kargaşaya düşmesi
(yaşanan tüm düzensizlikler) modernliği savunanların talep ettikleri her şeyin (kent,
endüstri, teknoloji, demokrasi ve eşitlik) ayrılmaz yoldaşıydı (Nisbet, ?: 117).
Toplumun belirli bir tarihsel oluşumun ürünü olduğuna (Köker, 1992: 90) ve
toplumsal reform ve toplumsal yeniden yapılanma bakımından geçmişin önemli
olduğuna inanan (adeta kutsayan) muhafazakârlara göre, geçmiş ile şimdi ek yeri
olmayan bir örgüdür ve bizler esas olarak tarihsel geleneğin ürününden başka bir şey
değilizdir (Nisbet, ?: 118-9). Toplumun geçmişte yaşadığı tecrübelerin bugünkü
istikrarın temelini oluşturduğuna inanan muhafazakârlara göre, bu tecrübeler,
toplumsal sorunlar karşısında başvurulacak engin bir hazineydi (Erdoğan, 1991: 52).
Gelenek, gelenekçilik, reaksiyonerlik175, ‘yeni’ muhafazakârlık gibi
kavramlara değinmemiz muhafazakârlığı daha iyi anlamamız için faydalı
olacağından burada bu kavramlara kısaca değinilecektir.
173 Toplumsal bağın özünün hiyerarşi olduğunu belirten Bonald’a göre, eşitlikten söz etmek aylaklıktı,
günahkârlıktı (Nisbet, ?: 105). 174 Muhafazakârlara göre, yaşamın, mülkiyetin, yetkenin (otoritenin) ve adil özgürlüğün kuvvet
yoluyla ilga edildiği ‘Terör Dönemi’ Devrim’in özeti idi (Nisbet, ?: 103). 175 Fransız Devrimi’nin muhafazakârlara en aykırı gelen tarafının rasyonalist bir siyaset projesine
dayanması olduğunu ve bu projenin özünde ise, toplumsal ve siyasal düzenin insan aklının ve
bireylerin özgür iradelerinin eseri olduğu düşüncesi yattığını belirten Erdoğan’a göre (1991: 51),
67
Gelenek ile modernliği birbirine karşıt toplumsal örüntüler olarak
konumlandıran ve aşılması hayli vakit almış olan bir anlayışla gelenek, geçmişle ve
geçmişe ait yaşanmışlıklarla eşitlenerek bugünü yaşamak ve geleceği inşa etmek
yolunda terk edilmesi gereken bir ‘ayak bağı’ olarak değerlendirilmiştir (Atay, 2004:
155). O kadar ki, kavramsal olarak tarımsallık, kırsallık, pasiflik, tarihdışılık gibi
özelliklerle çerçevelenen gelenek, 18. yüzyıldan beri yürürlülükteki modern
toplumun ‘negatif’i olmuştur (Laroui, 1993: 64). Buna mukabil geleneği, kültürel
anlamda bir tarihsel süreklilik olarak anlayıp (aktaran Atay, 2004: 155) modernliğin
bir tamamlayıcısı veya yapıtaşı olarak daha muteber kılan bir kavrayış da her daim
var olmuş, ancak modernleşme paradigmasının hâkim düşünsel ikliminde revaç
bulamamıştır. Oysa sosyal kültürel değişme üzerinde kuramsal tartışmalarda
‘değişme içinde süreklilik’ veya ‘süreklilik içinde değişme’nin eşyanın doğası
olduğu hep ifade edile gelmiştir (Atay, 2004: 155). Öte yandan ‘eski’ gibi görülen ya
da öyle olduğu iddia edilen geleneklerin kökenlerinin genellikle yakın geçmişe
dayandığını belirten Hobsbawm’e göre (2006:1), bazı durumda gelenekler, ‘doğal
yapı’lar olmayıp ‘bugün’ için ihtiyaç duyulan tarihsel sürekliliği sağlamak amacıyla
‘icat edilmiş yapıt’lardır. Burada sözkonusu olanın içerisinde ‘kopuş’un yaşandığı bir
‘bugün’ü geçmişe bağlamak, ona bir kök aramak olduğunu, icat edilmiş geleneklerin
yeni durumlara eski durumlara göndermede bulunarak getirilen karşılıklar olduğunu
ve gelenek icadının modern ulus (millet) ve onunla ilgili olgular (milliyetçilik, milli
devlet, milli semboller, tarihler vs.) açısından büyük önem ve işlerlik arz ettiğini
belirten Hobsbawm ve Ranger’e göre, ‘icat edilmiş gelenek’, tarihi, ulus devleti
yaratan eylemin meşrulaştırıcısı ve ortaya çıkan topluluğun (ulusun) çimentosu
olarak kullanır (aktaran Atay, 2004: 158).
Muhafazakârlığın doğuşunun zorunlu tarihsel ve sosyolojik şartlarını
yaratacak bazı faktörlerin birlikte ortaya çıkması gerekliliğine işaret eden, yarı
bilinçli gelenekselcilikten bilinçli siyasal muhafazakârlığa geçişi sınıf temelli
muhafazakârlık esasen Akıl Çağı ve Aydınlanma’nın keskin din karşıtlığına bir tepki olarak
doğmuştur ve muhafazakârlığın uzun süre gericilik olarak nitelendirilmesi onun hem bu özelliğinden
hem de Devrim öncesi ‘Eski Düzen’in ihyasını istemesinden kaynaklanmakta idi.
68
kapitalist toplumun ortaya çıkışının bir sonucu olarak gören ve muhafazakârlılığı
aslen bir ‘düşünce üslubu’ olarak tarif eden176 Mannheim (1959: 74, 94-5, 100-1), az
çok evrensel olan, Cecil tarafından ‘doğal muhafazakârlık’ olarak tarif edilen
(aktaran Mannheim, 1959: 94) gelenekselcilikle, kendine özgü geleneklere, yapıya
ve biçime sahip olan ve özgül tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olan
muhafazakârlığın birbirinden ayrı olgular olduğuna işaret eder. Mannheim’e göre
(1959: 98), gelenekselci davranış basitçe biçimsel, yarı-gerici doğasından ötürü
izlenebilir bir tarihe sahip değilken, muhafazakâr davranış somut koşullara bağlı
olarak doğup gelişen belirgin bir tarihsel ve toplumsal sürekliliğe sahiptir. Bora ve
Onaran’a göre (2004: 234) de, muhafazakâr düşüncenin modernizm karşısındaki
‘şuurlu’ tutumu, genellikle, ilk ve refleks olarak geleneksel toplum içinden verilmiş
olan tepkinin biçimlendirilmiş, hedefe yöneltilmiş ve işlenmiş bir türüdür.
Muhafazakârın değişimi bütünüyle reddetmediğini ve ‘mutedil’ bir değişimi
kabul ettiğini, reaksiyonerin ise, kendi döneminde yaşanan değişimlerin şahidi
olmanın mutsuz bilinciyle kendisini öz yurdunda sürgün hissettiğini belirten Taşkın’a
göre (2004: 187-8), özellikle gelenekselci tutumlardan beslenen (geleneğin
muhafazası arzusundan doğan) reaksiyonerlik -ki bu reaksiyonerlik, restorasyoncu-
muhafazakâr bir yönlendirmeyle soğurulabilir- ve restorasyoncu-muhafazakâr
güçleri karşısına alabilen köktenci-devrimci reaksiyonerlik olmak üzere
reaksiyonerliğin iki türünden bahsedilebilir ve köktenci-devrimci reaksiyonerlik,
geleneğin yaşayan hallerinden çok onun tahayyül edilmesine ve geçmişin bir yeniden
doğuş kaynağı olarak yüceltilmesine önem verir. Çiğdem’e göre (1997: 33-4), tarihi
gerçekten tersine çevirmeye çalışan, verili bir tarihsel momente yapışıp kalan
reaksiyonerliktir177. Viereck’in ifadesiyle, her şeyi bilinçsizce korumaya çalışan
176 Bu üslup Aydınlanma’ya ve ondan önce de 19. yüzyıl’daki akıl çağına egemen olan düşünce
üslubunun tam karşı yüzüdür (Nisbet, ?: 98). 177 Muhafazakârlığın ülkemizde sıkça kendisinden söz edilen ama ‘ne’ olduğuna ilişkin yeterince bilgi
sahibi olunmayan bir düşünce geleneği ve bir siyasi ideoloji olduğunu (Popüler kullanımıyla dindar
olmayı ve geleneksel dinin belirlediği siyasi tutum alışları ifade eder.) belirten Özipek’e göre (2004a:
1), kavrama ilişkin bu bilgisizlik durumu, onun kolaylıkla değişime karşı olmak veya statükonun gözü
kapalı savunuculuğunu yapmakla özdeşleştirilmesine, bir siyasi ideolojiden çok bir tutum olarak
algılanmasına ve dilimize yanlış bir biçimde ‘tutuculuk’ olarak çevrilmesine neden olmuştur.
69
gericilikle, bazı şeyleri bilinçli bir şekilde korumak isteyen muhafazakârlık
arasındaki çelişki, muhafazakârlığın tarihsel sürekliliğe teslimiyetinden doğar.
Muhafazakârlığın esas olarak statükonun yanında yer almak anlamına gelen
konformizmden ayırt edilmesi gerektiğini belirten Argın’a göre (2004: 469),
muhafazakâr, reaksiyonerin tersine geçmişe değil, geleneğe yani, düne değil, dünün
bu gündeki haline bağlıdır ve muhafazakârı düne tutkun olan reaksiyonerden ve
bugüne bağlı olan konformistten ayıran da budur.
Modern toplum esas itibariyle laik ve demokratik-çoğulcu bir sanayi toplumu
karakteri gösterdiğinden; muhafazakâr öğreti, günümüzde, din üzerindeki aşırı
vurgusunu yumuşatmış, eskiden Tanrısal bir vergi gibi kabul ettiği sınıflı toplumun
hiyerarşisinden demokrasi lehine bir ölçüde vazgeçmiş, cemaatçi dayanışmacılığını
ise ‘bireysellik’e kısmi de olsa değer vererek değişikliğe uğratmıştır (Erdoğan, 1991:
53).
Modern toplumla uyum arayışının sonucu olarak ‘geleneksel’ toplumsal
formasyonlar üzerindeki vurgusunu hafifleten ve bazı modern kurumları kendi
öğretisine -yeniden biçimlendirerek- dâhil eden, ‘bireysel özgürlüğe’ bir değer olarak
yer veren, serbest piyasa ekonomisine ve sınırlı devlete bağlılıkta belirginleşen
(Buradaki sınırlı devlet sadece piyasa açısından geçerli olduğu ve bu alanın dışında
devletin toplumsal hatta ahlaki işlevlerin devam etmesi gerektiğinin düşünüldüğü
unutulmamalıdır.), çağdaş liberal demokrasiyi veri olarak alan (Erdoğan, 1991: 53-
4), Habermas tarafından modernliğin siyasal, ekonomik ve toplumsal sonuçlarının
kabul edilmesi buna karşılık düşünsel ve kültürel sonuçlarının reddedilmesi olarak
değerlendirilen (Çiğdem, 2004: 19) ve ‘eski’ muhafazakârlığın toplumsal
eşitsizlikleri ve hiyerarşileri (en tepede de devleti) olumlayan boyutları ile klasik
liberalizmin (kötürüm edilmiş) doğal -tarihsiz- bireysel özgürlük fikrini
sentezlemeye çalışan ‘yeni’ muhafazakârlık, özellikle II. Dünya Savaşı’nın sona
erdiği yıl olan 1945 yılından sonra gelişmiştir (Köker, 1992: 5, 94).
Özipek’e göre (2004a: 2), muhafazakârlığın değişime karşı direnç göstermeyi ifade eden ‘tutuculuk’
ile özdeşleştirilmesi onun gelişmenin engeli olarak algılanmasına yol açmıştır.
70
cc) Anadoluculuk
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde yaşanan krizlere çözüm olarak
sunulan ideolojilerden biri olan, içinden çıktığı Turancılık/Türkçülük akımının
hayalci ve kurgusal tasarımına bir tepki olarak doğan178, yaşanan mekânsal
küçülmenin sonucunda “daralmanın ideolojisi” (Alver, 1996: 22) olarak ortaya çıkan
Anadoluculuk, ulus-devletin ve milletin kurucu unsurlarının başında gelen
coğrafyayı/toprağı temel alan bir milliyetçilik ideolojisidir179 (Çınar, 2007: 1).
İmparatorluk sınırlarının daralarak Anadolu’ya çekilmesi, Misak-ı Milli’nin
kabulü, başkent İstanbul’un işgali, yeni Meclis’in Ankara’da açılması ve Milli
Mücadele’nin gittikçe hızlanan ivmesi Anadolu coğrafyasının önemini ister istemez
artırmıştır. Yoklukların, acıların, mahrumiyetin bir mekanı olarak ele alındığı gibi,
saflığın, masumiyetin bir merkezi olarak da ele alınan Anadolu, saflığı ile içinde
bulunulan çıkmazdan kurtuluşu sağlayacak bir mekan olarak kurgulanmıştır (Çınar,
2007: 36, 37, 51).
Anadoluculuk akımı, biri mavi (hümanist) Anadoluculuk ve diğeri
muhafazakâr Anadoluculuk olmak üzere iki kola ayrılmaktadır180. Burada önce
muhafazakâr Anadoluculuğa sonra da mavi Anadoluculuğa değinilecektir.
178 Bu düşünceyi anlatırken Anadoluculuk kavramını değil, memleketçilik kavramını kullanan Ülken,
bu düşüncenin sadece Turancılık ideolojisine değil, aynı zamanda Osmancılık ve İslamcılık
ideolojilerine de tepki olarak doğduğunu belirtirken (1966: 796), Öğün (1992: 15) ise,
Anadoluculuğun ağırlıklı olarak Ziya Gökalp’in tezlerinin eleştirilmesi çerçevesinde ortaya çıktığını
belirtmiştir. 179 Anadolucular, Dergâh (1921-1923), Anadolu Mecmuası (1924-1925), Dönüm (1932-1936; 1939-
1940), Hareket (1939-1943; 1947-1949), Millet (1942-1944) ve Dikmen (1941-1945) gibi dergiler
çıkarmışlardır. Bu dergilerin çoğunun çıkarılmasına öncülük edenler; Remzi Oğuz Arık, Şevket Raşit
Hatipoğlu ve Nurettin Topçu’dur. 180 Anadoluculuk düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen sona erdiği ve yeni bir oluşumun
tartışıldığı bir dönemde ortaya çıktığını belirten Atabay’a göre (2003: 515), ortaya çıkışı sırasında
Anadoluculuk düşüncesinin etrafında toplananların farklı dünya görüşlerine sahip olmaları bu akımın
değişik kollarda ilerlemesine sebep olmuştur.
71
Bora’ya göre (1999b: 122-3), vatana (Anadolu’ya) ve vatandaki tarihsel milli
oluşa verilen merkezi önem, bu milli oluşta dine verilen ağırlıklı yer, gelenekçi
mistisizm ve sosyalizan bir ‘kerim devlet’ anlayışı Anadoluculuğun ideolojik esasları
olarak sayılabilir. Anadoluculuğun nasıl bir ideoloji olduğunu daha iyi
açıklayabilmek için mutlaka Turancılık/Türkçülük-Anadoluculuk tartışmalarına
değinmemiz gerekecektir. Ancak bu tartışmalardan önce, bu ideolojinin vatan olarak
Anadolu’yu kabul eden bir başka ideoloji ile, Kemalizm ile arasındaki farklılığına
değinmemiz doğru olacaktır.
I. Dünya Savaşı’nın ardından, Kemalist Kuvay-i Milliye hareketi daha
başlangıçta Misak-ı Milli’yi kabul ederek Türk milliyetçiliğinin fiziki dayanağı
olarak Anadolu’yu kabul ediyor181 ve Türk milliyetçiliğini sınırları tanımlanmış bir
vatan ekseninde yeniden tanımlanıyordu (Öğün, 1992: 22).
Milli uyanış olarak gördükleri Anadolu Hareketi’nin başarıya ulaştığını gören
ve bu zaferi kemiyete karşı keyfiyetin, mekanizme karşı yaratıcı hamlenin zaferi
olarak değerlendiren Anadolucular ile Kemalistler arasında milliyetçiliği coğrafi bir
gerçekliğe oturtmanın dışında ortak hiç bir düşüncenin olmadığını belirten Öğün’e
göre (1992: 27, 44-5), Kemalizm Anadolu’yu yani vatanı Batılılaştırma amacında idi
ve bu nedenle Kurtuluş Savaşı yıllarında kullanılan dinsel temalar bağımsızlık
sonrasında aşama aşama terk edilmişti. Anadolucular ise, bu temaları kullanarak,
milliyetçiliği yeniden yorumlayarak mistik bir vatan anlayışını savunmuşlardır.
Anadolucular ile Kemalistler arasındaki bu mücadelenin gerçekte bir
modernizm-gelenekçilik tartışması olduğunu belirten Öğün’e göre (1992: 45),
Kemalizm’de vatan kavramı pozitivist anlamda bir toplumsal ilerlemeyi nitelerken,
Anadoluculukta ise aynı kavram, yerel, tarihsel, kültürel değerlerin pozitivizm
karşısında savunulmasını, korunulmasını ifade eder. Kemalizm’in her ne kadar kırsal
181 Oysa Anadoluculuk ve Kemalizm aksine “gerek duygu gerek doktrin olarak Türkçülüğün sınırları
hiçbir zaman kesinlikle saptanmamış ve siyasal olayların gösterdiği gelişmeye ve çizdiği ümit
grafiğine göre genişlemiş ya da daralmıştır” (Kaymaz, 1977: 440).
72
değerleri okşayan ve savunan bir söyleme sahip olsa da özde kentsel bir ideoloji
olduğunu, Kemalizm’in kırsal hayatı ve onun değerlerini ülküleştirmediğini ve
Kemalizm’de amacın kırsal hayatın çağdaş koşullara kavuşturulması olduğunu
belirten Öğün’e göre (1992: 45-6), Anadoluculuk ise kırsal hayatı ülküleştirir.
Anadoluculukta kırsal mekân pozitivizm karşısında kolektif ruhun direndiği bir
mekân olarak değerlendirilir.
Anadoluculuk ile Kemalizm arasındaki farklılığa değindikten sonra artık
Turancılık/Türkçülük-Anadoluculuk tartışmalarına geçebiliriz. Burada her şeyden
önce vurgulamamız gereken husus Turancı/Türkçü çevrelerde Anadolu’nun tümden
dışlanmış olmadığıdır. Türkçülük de Anadolu’ya vurgu yapmıştır, ancak bu
vurgulama, ikincil derecede önem taşır. Türkçülüğün ağırlıklı olarak üzerinde
durduğu husus Turan Birliği’dir182 (Öğün, 1992: 22).
Öğün’e göre (1992: 21), Turan, en mistik anlamını Ziya Gökalp’te bulur.
Gökalp’e göre (1977: 25, 27), uzak (esas) amacımız; Turan namı altında birleşen
Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları dilde, edebiyatta, kültürde
birleştirmektir. Turanlılar, Türkçe konuşan milletlerdir ve Turan, Türklerin geçmişte
ve belki de gelecekte bir gerçek olan büyük vatanıdır.
Her bunalım çağının mistik eğilimlerin yoğunlaştığı arayışları doğuran zaman
dilimleri olduğunu belirten Öğün’e göre (1992: 25), Anadoluculuk da, Turancılığın
uğradığı bozgunun ve mütareke yıllarının işgallerle dolu acı tecrübelerinin yarattığı
bunalımların ürünüdür. Anadoluculuk bilincinin Türk milliyetçiliğinin Turancı
kanadında olduğu gibi saldırganlığa değil, mazlumiyete ve savunmaya dönük
olduğunu belirten Öğün’e göre (1992: 23), Anadoluculuk, mütareke yıllarında daha
açık bir biçimde gelişmiştir. Bu gelişim evresinin başında Turancı tarihçilik ile
hesaplaşmanın yattığını belirten Öğün’e göre (1992: 23), Anadolucu tarihçilik sadece
182 Oysa Anadoluculuğa göre, Turancılık, Türkü, Anadolu’dan, vatandan ‘soğutmak’tadır.
73
Turancının/Türkçülerin egemen olduğu bir milli tarih anlayışını radikal bir eleştiriye
tabi tutmuştur183.
Anadolucu tarihçi anlayışının başat bir figürünü oluşturan Mükrimin Halil
Yınanç hem geleneksel Osmanlı tarihçiliğini hem de Türkçü tarihçiliği eleştirir. Ona
göre geleneksel Osmanlı tarihçiliği, 1071’den bu yana süreklilik gösteren Anadolu
Türk tarihini yapay parçalara ayırmış, bir kısmına Selçuklu bir kısmına da Osmanlı
tarihi demiştir. Türçkü tarihçilik ise, Türk tarihi adı altında Anadolu tarihi dışında
kalan bir tarihe milli tarih deme hatasına düşmüştür. Yınanç, tarihimizin sadece
Anadolu Türkleri Tarihi olarak kavranması gerektiğinde ısrar etmiş, Selçuklulardan
itibaren vatan ve dinle yoğrulan Türkmenlerin diğer Türklerden ayrı, müstakil bir
millet olarak Anadolu Türklüğünü var ettiğini belirtmiştir (1969: 11-8). Milli tarihin
ırk tarihinden ayrı tutulması gerektiğine inanan ve Türklerin Orta Asya’daki
geçmişlerini soğuk karşılayan Anadoluculara göre, İslam tarihi dışında bir milli
tarihten söz etmek mümkün değildir184 (Öğün, 1992: 23, 33-4).
Milli birlik için ırkın özelliklerinin ortaya çıkarılmasının kendi başına yeterli
olduğunu düşünen Turancılara göre, şuur sonradan sağlanabilirdi. ‘Vatan’ın
coğrafyadan öte bir anlam taşıdığına inanan Anadoluculara göre ise, vatan, tarihsel
kader birliğini ifade etmekte ve mistik bir özellik taşımakta idi185. Anadoluculara
göre, bir millet realitesinin en önemli unsuru olan tarihsel kader birliğinin
Sibirya’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada mümkün olabileceğini düşünmek
anlamlı değildi (Öğün, 1992: 23-4, 25).
Anadolu’yu gezmenin, görmenin, tanımanın, Anadolu’yla bütünleşmenin,
Anadolu’ya hayran olmanın ve Anadolu’nun ızdırabını paylaşmanın, millet olmanın,
‘Coğrafyadan Vatana’ geçmenin ön şartı olduğuna inanan Anadolucular, Gökalpçi 183 Anadoluculuğun öncü isimlerinden biri olan Remzi Oğuz Arık’a göre, tarih, bir kader birliği
etrafında yaşayan milli topluluğun hafızası idi (1969: 12). 184 Topçu’ya göre de Türk milleti tarihinin başlangıcı 1071 yılıdır. Bunun nedeni ise; Türklerin bu
yılda göçebe bir yaşantıdan yerleşik bir yaşantıya geçmiş olmalarıdır (Öğün, 1992: 85). 185 Arık’a göre, vatan, “[k]endimize madde olarak menfaat temin etmediği zaman bile yolunca can
verilecek toprak”tı (1969: 11).
74
teorisizme ve sentetikliğe karşı ‘milli oluş’un doğallığını ve kendiliğindenliğini
vurgulamışlardır (Bora, 1999a: 79; 1999b: 123). Anadoluculuğun vatan ekseninde
tarihsel-kuşaksal bir sürekliliğe dayanan akım olduğunu belirten Öğün’e göre (1992:
24), Anadolucular, Turancıları, bu süreklilik bağlamında reel olarak zaten var olan
millet’i yok saymakla, yaşayan bir millet şuurunu görmemekle ve bunun yerine
aradıkları tarihsel bağların hemen hemen hiç olmadığı topluluklara milli şuur
götürmeye çalışmakla eleştirmişlerdir186. Arık, ‘kurgulanan’ millet tasarımları
karşısında ‘zaten olan’ milleti mistifiye etmiş ve bunun için ‘somut’ vatana yani
Anadolu’ya bilhassa köye tutkuyla bakmak gerektiğini vurgulamıştır (Bora, 1999a:
78; 1999b: 123).
Türkiye nüfusunun % 75’inin köylü olduğunu vurgulayan, bu nedenle lise ve
yüksek okullara nazaran köy okullarına öncelik verilmesi gerektiğini savunan
(Atabay, 2003: 519) Anadoluculara göre, Anadolu’nun kurtuluşu ancak Anadolu
köylüsünün üretici zümre olarak bir sınıf haline getirilmesiyle mümkündür (Atabay,
2003: 518). Sanayileşme ve tekniğin tarıma ve köye dayalı toplumsal ve ekonomik
yapıda varolan göreli dengeleri bozacağına inanan (Çınar, 2007: 184) ve millet
ekonomisinin temel unsuru olan tarımı sadece “teknik bir iştigal” olarak görmeyen
Anadoluculara göre, “ziraat iktisat hayatımızın aslıdır ve cemiyet hayatımızın da
hemen hemen (...) kendisidir” ([Hatipoğlu], 1933: 2).
Anadolucu görüşün temel izleği toprak esaslı milliyetçilik anlayışında yatar.
Üstünde yaşanılan toprağa bağlılık, ‘toprakla özdeşleşme’ (Copeaux, 1998: 266)
anlayışına dayanan bu yaklaşımda, Anadolu toprağı, 1071 miladından sonra adım
adım ve günümüze kadar gelen bir süreklilikle ‘millet’i oluşturmuştur (Çınar, 2007:
179). Bir başka ifadeyle, Malazgirt’ten Sakarya’ya kadar kutsal toprağa canlarını
vermiş olanların emaneti olan Anadolu, toprağıyla, ahlakıyla, imanıyla, kaderiyle ve
gerçek iradesiyle Anadolu Türk ulusunu oluşturmuştur187 (Yınanç, 1969: 17-8).
186 Anadolucular için Malazgirt Savaşı, Ergenekon Efsanesi’nden daha gerçek, daha yakın ve daha
‘yerli’ idi. Bu bağlamda ‘millet inşası’na da gerek yoktu (Çınar, 2007: 180). 187 Köyü, kültürün ve geleneğin saf kaynağı olarak gören, muhafazakâr yaşayışını örnek alan, etnik
simasını hemen hemen bozulmamış bir mekan olarak değerlendiren Anadolucular da, zaman zaman
75
Aydınlanmanın getirdiği evrenselci ve ilerlemeci modernizme karşı çıkan ve
Türk Devrimi’nin radikalizmi ve hızı hakkındaki çekincelerini, Aydınlanma karşıtı,
ruhçu ve mistik bir felsefi dil ile ortaya koyan188 Anadolucular, tedrici bir
tekâmülden yanadırlar (Çınar, 2007: 181). Anadoluculara göre, ‘hayat sonu gelmez
inkılaplardan ibaret değildir” (Arık, 1943: 31) ve “[i]nkılâp olsun diye inkılâp
yapmak, fanteziler uğruna bizim varlığımızın temellerini teşkil eden müesseseleri
yıkmak cinnetten başka bir şey değildir” (Kaplan, 1948: 3).
Türkiye’deki çağdaşlaşma sürecinin yukarıdan aşağıya doğru bir gelişme
çizgisi izlediğini, yani topluma rağmen toplumu çağdaşlaştırmak ekseninde varlık
bulduğunu, bu nedenle milliyetçiliğin, kendisini toplumu çağdaşlaştırmak misyonu
ile donanmış olarak gören merkezin (bürokrasinin) ideolojisi olarak karşımıza
çıktığını belirten Öğün’e göre (1992: 13-4), yukarıdan aşağıya çağdaşlaştırma
politikalarının, gelenekselliği savunan çevreler üzerinde yarattığı rahatsızlıkların dile
getirilmesinde İslamcı radikalizmin yanısıra, İslam dininin değerlerlerini
milliyetçiliğin kodlarına uygunlaştıran sentezci bir görüşün (Türk-İslam sentezine
dayanan bir milliyetçiliğin) de varlığı muhakkaktır. Burada milliyetçilik
çağdaşlaşmaya karşı bir işlev kazanmaktadır ve Anadolucu milliyetçilik de bunlardan
biridir.
Anadolucu milliyetçi çevrelerde çağdaşlaşma politikalarının yargılanması,
İslam’a uygunluk taşıyıp taşımadıkları ekseninde değil, İslami yaşayışında içinde yer
aldığı geleneksel, toplumsal hayata getirdiği tehditler bağlamında yapıldığını belirten
Öğün’e göre (1992: 14), burada din, sosyolojik bir kategoridir ve gelenekselliğin
içinde değerlendirilmektedir.
‘ırk’ ve ‘kan’ ölçütlerini de işin içine katarak kültürel milliyetçi yaklaşımlarıyla çelişen konumlara da
ulaşmışlardır (Çınar, 2007: 184). “Şehirlerin alacalı insanlarına mukabil köylü halis Türktür. Oğuz
kütleleri Anadolu’ya hangi kanla gelmişlerse, bugünkü Türk köylüsü de aynı kanı taşır” (B.T., 1948:
3) örneğinde görüldüğü gibi. 188 Aklın bütün toplumsal dinamikleri kavrayamayacağı tezinden hareketle halkı aşkın bir değer olarak
yüceltirken mistisizmin olanaklarından yararlanan Anadoluculara göre, halk, irrasyonel bir özdür, akıl
ile kavranamaz (İrem, 1999: 175).
76
Türk-İslam sentezine dayanan milliyetçi muhalefetin, radikal İslamcı
muhalefete nazaran, göreli olarak daha tarihsel düşünebildiğini, iddialarını soyut
kılmaktan kurtararak somut bir toplumsal çerçeveye taşıyabildiğini ifade eden
Öğün’e göre (1992: 14), asr-ı saadeti, müslüman toplumların tarihinden soyutlayıp,
ülküleştiren, bu tarihleri birer bozulma ve sapmalar manzumesi olarak algılayan
radikal İslamcı görüşün tarihsellik dışı bakışı karşısında Anadolucu görüşün farkı
burada yatmaktadır. Anadolucular soyut bir İslam’dan değil, Anadolu’da Türk
soyunun gelenekleri ile ‘yetkinleşmiş’, milli bir İslam’dan söz etmektedirler. Başka
bir ifade ile, dini de yerlileştirme gayreti içinde olan Anadoluculara göre, dinler de
coğrafyaya, tarihe ve ırka ve toplumsal koşullara bağlıdır (Çınar, 2007: 185).
Milletimizi kuran iki kuvvet olduğunu, bunların da Anadolu’ya gelen Oğuzlara yeni
bir ruh ve hayat vermiş olan İslam dini ile vaktiyle Etilerin bu kıtada yaşattıkları ve
buraya gelenlere miras bıraktıkları ziraat tekniği olduğunu belirten Topçu (1978: 83;
1972: 138) da soydan ve vatandan ayrı İslamcılık sevdasını eleştirir ve İslamcıları
“bu memleket çocuğunu yetiştiren emek ve toprağın hakkını inkâr et”mekle suçlar.
Modernleşmeyi, başarılacak bir iş olarak değil, alt edilmesi gereken bir
musibet olarak değerlendiren, Türkiye’de toplumsal ve siyasal düşüncede örneği zor
bulunur tutarlılıkta, köktenci bir modernizm, kapitalizm ve sanayileşme eleştirisi
yapan ve politik-ideolojik bağları gevşek bir entelektüel akım olarak kalan
Anadoluculuk akımının en ağırlıklı ve uzun soluklu düşünürü olan (Bora, 1999a: 90;
1999b: 122-3) Topçu, sanayileşmeyi ve kalkınma projelerini radikal bir şekilde
eleştirmiş, medeniyetin (teknolojik gelişim) eşitsizlikleri derinleştiren bağımlılık
ilişkilerine yol açacağına inanmış ve insanlığı birleştirecek olan şeyin teknoloji
(medeniyet) değil, ahlak ile özdeş olan, evrensel olan ve kaynağı insanlık davası olan
kültür olduğunu belirtmiştir (Öğün, 2000: 392-5). Medeniyete karşı kültürü ve bu
kültür ile uygun bir teknolojiyi savunan Topçu (Öğün, 1992: 114), teknoloji ve
müspet ilimle özdeşleştirilen ‘maddi’ medeniyetin süzülerek, ayıklanarak
devralınmasına da karşıdır189 (Bora, 1999a: 90).
189 “[B]iz Batı’nın (...) iki yüzünü tersinden gördük: İlmini ve ahlâkını. Batılılaşmak isterken onun
ilmini alıp, ahlâkını almamak kararını verdik. İlimle ahlâkın aynı köklerden çıktıklarını bilemedik”
77
Topçu’ya göre, ne ahlak ne de ondan bağımsız olarak görmediği din ve ne de
millet tarımsal hayatın dışında bir anlama sahip değildir (Öğün, 1992: 190).
Topçu’ya göre, müslümanca yaşayışı mümkün kılacak biricik hayat tarzı kır (köy)
hayatıdır. Sabanı aşan bir teknoloji, ister istemez milli kültürün en temel unsuru olan
İslami yaşayışı da zaafa uğratacaktır (Öğün, 2000: 391). Topçu, kırsal hayatı sadece
olumlamakla kalmamış, onu ülküleştirmiş ve ihyasını sağlayacak yollar ve yöntemler
üzerinde düşünmüştür190 (Öğün, 1992: 109).
Anadoluculuk akımının iki kolundan bir diğeri olan mavi (hümanist)
Anadoluculuk koluna gelince, burada ilk söylememiz gereken husus, mavi
Anadoluculuğun Türk düşüncesinde hümanist akım denince ilk akla gelecek
akımlardan biri olmasıdır (Deren, 2003: 539).
Cevat Şakir (Kabaağaçlı) (Halikarnas Balıkçısı), Azra Erhat, Sabahattin
Eyuboğlu gibi aydınlarların öncülüğünde Hitit ve İyon kültürüne kadar uzanan bir
Anadolu kimliğini ön plana çıkaran (Atabay, 2003: 532), Batı medeniyetinin kökeni
sayılan Yunan medeniyetinin kaynağının (dolayısıyla Batı medeniyetinin
kaynağının) Anadolu olduğunu iddia eden, Batı medeniyetini bu topraklara
bağlayarak ona dahil olma iddiası güden (Akyıldız ve Karacasu, 1999, 41), ‘Anadolu
olmasaydı hiçbir şey olmazdı’ (Erhat, 1976: 207) ifadesinde görüldüğü gibi her şeyin
temeline Anadolu kültürünü koyan ve “[d]insel göndermelerden kendini
sakındırarak ilerleyen bir Türk milliyetçil[i]ği için verimli bir toprak olan”
(Karacasu, 2002: 335, 342) mavi Anadoluculuk, kendine özgü bir milliyetçilik
düşüncesidir191.
(Topçu, 1970: 23-4). “Garbın kafası, garplı denilen şey, onun edebiyatı, musikisi, ahlâkı ve aile
hayatıdır ve bunları Garbın tekniğinden ayırmak kabil değildir” (Topçu, 1978: 80) örneklerinde
görüldüğü gibi. 190 Atabay’a göre (2003: 532), İslami Anadoluculuğu savunan Topçu’nun muhafazakar
Anadoluculuğu, milliyetçi-muhafazakar eğilimlerle eklemlenerek günümüze kadar taşınmıştır. 191 Belge’ye göre (1998: 278), Mavi Anadoluculuk düşüncesinin uzun erimli ve derinlikli bir biçimde
düşünsel yaşamımızda etkisi olmamıştır.
78
Bu özgün milliyetçilik türünde ne Türklerle Rumlar ne de Müslümanlarla
Hıristiyanlar arasında düşmanlık sözkonusudur. Burası Anadolu’dur, dillerin,
dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu, halkların uyum içerisinde yaşadığı, tarihin
en büyük uygarlıklarının beşiğidir (Türkeş, 2003: 822).
Bu hareketin iki önemli bileşenin bulunduğunu, ilkinin Batı kültürüyle bir
bütünleşmeyi sağlayıp hümanist bir yeniden yapılanmayı sağlamak amacıyla ortaya
konulan eğitim ya da kültür tasarısı, ikincisinin ise, ortak bir tarih bilincinin
oluşturulmasına yönelik ortaya atılan tarih tasarısı olduğunu belirten Karacasu’ya
göre (2002: 334-5, 342), “[k]endini Osmanlı’dan bütünüyle ayrık bir biçimde
tanımlamak isteyen, “milli kültür”ü olan yepyeni bir ulus inşa etmenin peşinde olan
yeni devlet Osmanlılığın dışında bir Türklük tasarlamış, bunun temellendirilmesi
içinde “gerekli çalışmaları” yapmaya girişmiştir. Bu çalışmalar kapsamında ortaya
çıkan yeni tarih tasarımı, eğitim ve kültür politikaları gerçekte hümanist Mavi
Anadolu düşüncesinin belkemiğini oluşturan yaklaşımlarla kolaylıkla bir arada
yürüyebilecek ya da bunlardan beslenecek türden girişimler olmuştur.” Bir başka
ifadeyle, Anadolu hümanistleri olarak adlandırabileceğimiz bu insanların
oluşturmaya çalıştıkları ulus ve ulusal kültür anlayışları bazı yönleriyle yeni
Cumhuriyetin ideolojisi olan Kemalizm ile uyuşmakta idi.
II. Bölüm:
Esendal’ın Toplumsal ve Ekonomik Görüşleri
Burada, Esendal’ın eğitim, aile, kadın, cinsellik, çocuk/çocukluk/gençlik, dil,
edebiyat, din ve ahlak ve ekonomi (emek/üretim) hakkında neler söylediğine, neler
düşündüğüne değinilecektir. Esendal’ın toplumsal ve ekonomik görüşlerini en iyi
şekilde yansıtabilmek için bu temalar üzerinden gitmemiz gerektiğine
inandığımızdan özellikle bu temaları seçmeyi tercih ettik.
A) Eğitim
Kızına yazdığı 26 Eylül 1938 tarihli mektupta, “[ö]ğreniş, bir gün, herhangi
bir şeyi öğrenmek isteyip de kitap karıştırdığın ve soruşturduğun gün olacak. (...)
Asıl öğrenmek böyle olur” diye yazan Esendal’ın (2001a: 203) üzerinde durduğu en
önemli konulardan biri eğitimdir.
Kendi ifadesi ile bir “alaylı” olan Esendal, “mektebi neden bıraktınız?”
sorusuna daha sonra yazılarında eleştirilecek olan eğitim sisteminin o günkü
durumunu özetleyerek şöyle cevap vermiştir:
“[B]izim Kadri Efendi adında bir hocamız vardı. Ayağı topal bir adam. Hani
siz duymuşsunuzdur ya, eti senin kemiği benim diye, hakikattir o. Çocuklar öyle
teslim edilirdi mektebe. Bu Kadri Efendi de, çocukların etini alıp kemiğini bırakan
cinsinden bir adamdı. Bir gün, sebebini bilmiyorum, bir çocuğu dövdü. Çok fena
dövdü ama. (...) Bıraktım mektebi (aktaran Arısoy, 1952: 7).
“Geçmiş Yıllar”dan kısaltma notunu düşerek yazdığı “Rüştiye” adlı
yazısında -ki Alangu’ya göre (1959: 129), bu yazı, anılarının bir parçasıdır- ezbere
dayanan eğitim sistemini eleştiren ve “[b]unları ezberledik de ne oldu? Hiç! (...) Bu
kadar yıl Arapça okuduk. (...) Biraz olsun Arapça konuşamam, (...) Yalnız ben değil,
bütün arkadaşlarım!” diyen Esendal’a göre (2003a: 195; 2001a: 146), “kabahat
mekteplerde değil, usulde, okutma t[ö]resinde” idi.
80
Oğluna yazdığı 12 Nisan 1928 tarihli mektupta, esasen eğitimciliğin güç bir iş
olduğunu ve ahlakı, yaradılışı, meşrebi, terbiyesi birbirine benzemeyen birçok
çocuğa hayatta lazım olacak bilgileri öğretmenin kolay bir iş olmadığını belirten
Esendal’a göre (2003d: 388, 277), “[o]kumak ve anlamak okul ile [ilgili] değildir.
Bir adam kendi bilmediği bir şeyi düşünüp bilmek isteyip, kitapları karıştırmağa
başlayınca, öğrenmek de başlar.”
“Seni Kahve Paklar” adlı hikâyesinde “çocukların ancak dayakla
okuyabileceklerine inanmış. Bilmiyorsa, döversin, öğrenir; okuyamıyorsa, döversin,
oku, diye düşün”en Orman Kâtibi Enver Efendi’nin şahsında bilinçsiz eğitici ve
dayağa dayalı eğitim anlayışı tenkit eden192 Esendal (2001b: 175; 1999c: 118),
“Çamur Ahmet’in Çıkışları” adlı hikâyesinde, iyi bir eğitim için yapılması gereken
ilk şeyi hikâyenin kahramanının ağzından şu cümleyle özetler: “Tahta başına geçip,
[çocuklarla] birlikte çalışacaksın! Bu yumurcaklara [dersi] (...) sevdireceksin.”
“Hırsız - Polis” adlı hikâyesinde de, eğitimin yasaklama esasına değil,
sevdirme ve uygulama esasına dayandırılması gerektiğini vurgulayan193 (Çetişli,
2004: 122) Esendal (1999c: 126), “Çamur Ahmet’in Çıkışları” adlı hikâyesinde
ise, “[b]ir mesele için yeni bir hal bulana, (...) cebinden altın saatini çıkarıp ver”en
Süleyman Bey adlı eğiticiden bahsederek eğitimde ödülün önemini vurgulamıştır.
“Çalışmak için (...) çocuklara istek verilm”esi gerektiğini ve çalışmak için de
“[n]e olmak istediğini bil”mek ve “kendisini ona göre hazırlamağa çalış”mak
gerektiğini belirten Esendal’a göre (2003d: 113), çalışmak iyi bir eğitim almak için
olmazsa olmaz şartlardan biridir.
192 Esendal, aynı hikâyede, komşu kadının başarısız çocuğunun zihni açılsın diye muska yazdırmak
istemesi -“Hoca Hüseyin Efendiden bir muska al” (Esendal, 2001b: 174) diye yazması- eğitimdeki
başka bir yanlışlık olarak değerlendirir (Çetişli, 2004: 122). 193 “Yeni geçtiğimiz sınıfta eline düştüğümüz hesap hocası (...) [n]asıl yaptı? Bizi tahta başına çekti
(...) Biz de dersi ister istemez, bellemeye başladık. Ben farkında olmadan hesabı öğrendim” (Esendal,
2005a: 144).
81
“Çamur Ahmet’in Çıkışları” adlı hikâyesinde, ‘anlatıcı’nın aracılığı ile
“[m]uavinin adı Gevher Bey! Pudralı, kokulu, saçları dalgalı, burnundan sıkmalı
gözlüklü, süzük bir bey! (...) Herif kırnak oğlan eskisi. Mis gibi lavanta kokuyor.
Veletler bundan kırıtma öğrensinler diye mi buraya getirmişler?” diye soran
Esendal’a göre (1999c: 111), her yönüyle örnek olan bir eğiticinin varlığı iyi bir
eğitim için bir başka şarttır.
Oğluna yazdığı 7 Ocak 1935 tarihli mektupta, düşünmenin herhangi bir işi
işlemekten daha kolay olmadığını belirten ve “[o]kulların içinde en iyisi çocukları
bir işi düşünmeğe alıştıran bir okuldur. (...) Birçok adamlar görürsün ki mektep
görmediklerine bakmayarak hayatta, (...) yer tutarlar. (...) Okuldan çıktıkları, eyi de
numara aldıklarına bakmayarak (...) silinen adamlar bil ki düşüncelerini
işletemeyenlerdir. Adam yalnız, muhitsiz, çevresiz kalır ise karışık düşünmeği
bırakıyor ve (...) kısa düşünüyor” diye yazan Esendal (2003d: 101-2, 63)’a göre,
insan durup dururken kâmil bir insan olmaz; kâmil bir insan olak için düşünmek -ki
düşünmek de ya kitapla ya konuşmakla yahut da seyretmekle olur- ve kendi kendini
oldurmak gerekir.
Çocuklarına yazdığı mektuplarda onları yetiştirme gayreti içinde olan ve bu
yüzden mektuplarının ana konusu eğitim olan Esendal (2003d: 469) için “[o]kumak,
(...) bir takım şeyler öğrenmekle beraber kafasını işletmek ve tasnif etmek için
olmalı”dır.
Kızına yazdığı 7 Ağustos 1940 tarihli mektupta “[b]en, bu mekteplerin, bu
sınavların işe yarar şeyler olduğuna inanmıyorum” diye yazarak Cumhuriyet sonrası
eğitim sistemini de eleştiren Esendal (2001a: 284), eğitim sisteminin nasıl olması
gerektiği hususunda şunları söylemiştir: “Bak nasıl olmalı: Lise olmalı, bu dersler de
olmalı, bu derslerin sınavları da olmalı, numara da verilmeli ama dönmek [kalmak]
olmamalı. On bir yıl okuyana bir kâğıt vermeli; bu kâğıtta kaç yıl kaç gün okumuş,
derslerden kaçar numara almış olduğu yazılı olmalı. Ama üniversiteye, yahut başka
bir okula yahut bir işe girecek olursa bir doktora sınavı geçirmeli. (...) Bu yapılacak
sınav, herkesin gireceği mektebe göre olmalı.”
82
Görüldüğü gibi, hem Cumhuriyet öncesi hem de Cumhuriyet sonrası eğitim
sistemini eleştiren Esendal, sadece eleştirmekle kalmamış, sağlıklı bir eğitim
sisteminin nasıl olması gerektiği hususunda çeşitli öneriler getirmiştir.
B) Aile
Esendal’ın üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de aile194 veya
evliliktir195. “Donna Alvonza’nın Söylevi” adlı ‘hikâye’nin kadın kahramanı
aracılığı ile hayatın “[k]arı-koca arasında geçim ve aile saadeti” demek olduğunu
dile getiren Esendal’ın (2005c: 36) hikâyelerinin birçoğunun ve her üç romanın olay
örgülerinin aile ekseni etrafında vücut bulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Örneğin, “Gençlik” ve “Komiser” adlı hikâyeleri sevgi teması ekseninde
mutlu aile veya evlilik örneklerinin en güzel hikâyeleridir. “Gençlik” adlı hikâyenin
son paragrafı, “Hayriye kanapenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak,
hayatlarının o çağında idiler ki, biri ötekinin dizine başını koyduktan sonra uyumak
olmazdı!” (Esendal, 2001b: 36) ifadesi, genç çiftin sevgilerini dile getirmenin en
güzel ifadesidir. “Komiser” adlı hikâyede, işgüzar bir polis memurunun karakola
getirdiği genç evli çiftin evli olduklarını öğrenen komiserin delikanlıya “[s]en bu kızı
öptükten sonra bağrına basıp, yüzünü yüzüne sürerek, “sen benim karım değil
canımsın!” dedin mi?” diye sorması ve genç kocanın da “[d]emedim” demesi üzerine
“[de]meliydin. Değil mi memur efendi?” demesi ve komiserin genç çift için
söylediği; “[b]unlar memleketin temeli[dir]” (Esendal, 1996: 95-6) hükmü,
Esendal’ın aileye, özellikle mutlu bir aileye verdiği önemi göstermektedir (Çetişli,
2004: 113-4).
194 Aşağıda ayrıntıları ile değinileceği üzere, bir ütopyacı olan ve ütopyasını “ufkî medeniyet” /
“toprak medeniyeti” / “yatay medeniyet” olarak adlandıran Esendal, inandığı “ufkî medeniyet”in
merkezine aile kurumunu yerleştirir. 195 Kızına yazdığı 8 Ağustos 1938 tarihli mektupta, yeryüzünde evlenmelerin iki türlü olduğunu,
bunların da aşk ve tutkunluk evlenmeleri ile hesap ve mantık evlenmeleri olduğunu belirten Esendal’a
göre (2001a: 190), aşk ve tutkunluk evlenmeleri belirli bir süre sonra hesap ve mantık evlenmelerine
dönüşür.
83
Burada eleştirel bir itirazın yapılabileceğini, eğer genç çift evli olmasa idi
komiserin aynı sevecenlikle davranmayabileceğini belirten Oktay (1993: 666),
hoşgörünün ancak egemen ideoloji çerçevesinde ve bağlamında geçerli olduğunu
ifade etse de, komiserin “[b]iz gece gündüz bu sokakları bekliyoruz ki kimse bunları
rahatsız etmesin! Ama karısı kocasını öpmüş. Yahut karısı değil de komşu kızı”
(Esendal, 1996: 96) demesi, komiserin sevecenliğinin sadece genç çiftin evli
olmalarıyla açıklanamayacağını göstermektedir.
“Berrin’in Evliliği” adlı hikâyede, ailenin memleketin temeli olduğu,
hikâyenin kahramanlarından biri olan ve yurt dışında eğitimini tamamlayarak
“ekonomi bilgileri doktoru” olan Selim Halil’in evlilik kurumuna alternatif olarak
ileri sürdüğü ‘birleşmeler’in196 bu büyük kuruma bir alternatif olamayacağının
anlaşılmasıyla197 bir kez daha gösterilir.
Her üç romanında (“Miras”, “Ayaşlı ile Kiracıları” ve “Vassaf Bey”) da,
Türk toplumunun 20. yüzyılın ilk 30-40 yılında yaşadığı geçiş dönemi sancıları ile
yeniden yapılanma gayretlerini dikkatlere sunmaya çalışan198 Esendal, bu
romanlarda, Türk toplumunun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik
hayatına ait değer yargılarındaki bozulma, çözülme veya değişme sürecini (büyük
aileden çekirdek aileye geçişi, konak hayatından apartman hayatına geçişi gibi) ele
almakta ve bu sürecin kişi, aile ve toplum hayatına yansıyan sonuçlarını tahlil
etmektedir (Çetişli, 1990: 45; 2004: 160).
Bir aile romanı olan ve ahlâkî değer yargılarındaki bozulmaların aile
müessesesine getirdiği huzursuzlukları ele alan “Miras” adlı romanın olay
196 “Doktora kalırsa evlenmeler kalkmalı, yerine bu birleşmeler konulmalı imiş...” (Esendal, 1999c:
174). 197 “Ne budalalık ettim de böyle dedim. Sizinle evlenelim, demeli idim!” (Esendal, 1999c: 200). 198 Çetişli’ye göre (2004: 161), Esendal, dikkatini imparatorluk ile cumhuriyet arasındaki geçiş
toplumu sancıları üzerine yoğunlaştırmış bir romancıdır.
84
örgüsünün kurulduğu üç temel “çatışma”dan biri199 de ailenin iç yapısını dikkatlere
sunacak olan karı-koca veya kadın-erkek ilişkisi çevresinde cereyan eden
çatışmalardır. Asıl olarak Türk ailesindeki çözülmeyi irdeleyen ve dağılan bu büyük
ailenin yeniden kurulması hedefleyen sözkonusu roman, eğer bitirilebilmiş olsaydı,
(Bilindiği gibi roman yarım kalmıştır.) Asım ile Salime’nin evliliği ile bu hedefin
gerçekleştiğini bizlere gösterebilirdi (Çetişli, 2004: 139-143). Sözkonusu romanın
kadın kahramanlarından biri olan Atiye Hanım hakkında, “Asım, [Atiye Hanım’a]
ummadığı bir saadeti getirmişti. (...) Atiye Hanım, (...) Asım’la Salime arasında bir
münasebet olduğunu işittiği gün fevkalade memnun olmuştu. Sevincinden gençleşmiş
sanılırdı. Onları birbirine verecek, evini, malını, her ne varsa hepsini onların üstüne
edecek, bu vesile olacak, tekrar bütün ailesiyle barışacak. Tazeden doğacak[tı]” diye
yazan Esendal (2003c: 165), Atiye Hanım şahsında dağılan büyük ailenin yeniden
doğuşunu müjdeliyordu200.
Bir apartmanın dokuz odalı katında -ki biz buraya pansiyon diyebiliriz-
yaşayan kişilerin ve tanık olunan olayların anlatıldığı201 “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı
romanda202 üzerinde yoğunlaşılan iki temadan biri kadın-erkek veya karı-koca
ilişkileri ile ailedir -diğeri, bürokraside yaşanan sorunlardır-. Alangu (1959: 136),
sözkonusu romanı değerlendirirken Esendal’ın toplumun en küçük biriminin birey
199 Diğerleri; ekonomik çıkar ve siyasi düşünceler etrafında yaşanan çatışmalardır. Siyasi düşünceler
etrafında yaşanan çatışmalar işlenirken ailenin içinde bulunduğu toplumun sosyal ve siyasi durumu
dikkatlere sunulmakta, başka bir ifadeyle 1908 öncesi Türk toplumunun panoraması çizilmeye
çalışılmaktadır (Çetişli, 2004: 144). 200 Esendal’ın “Miras” adlı romanının ‘iyi’ kahramanlarından biri olan Salime’nin evlilik üzerine
düşünürken ‘hangi adamla daha rahat bir hayat sürebilirim’ anlayışı içinde -bir nevi çıkar hesabı
içinde- olduğunu belirten Çelik’e göre (1999: 1) ise, Salime gibi, bencil olmayan, çalışkan, kendi
halindeki genç bir kadın bile eş seçiminde bu tür ‘çıkar hesapları’ peşinde ise, artık evliliğin
kutsallığından söz etmek pek mümkün değildir. 201 O zamanlar “[e]ski kent dokusunun yenilenme sürecinde yüksek talebin yarattığı yapı tipi” olan
apartmanlar oda oda kiraya verilmekteydi (Aktüre, 2001: 59). Dolayısıyla sözkonusu romanın işlediği
konulardan birinin de konut sorunu olduğunu rahatlıkla söyleyebiriz. 202 “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı roman, Turgut Yasalar’ın uyarlaması ve Tunca Yönder’in
yönetmeliğinde dizi film haline getirilerek “yerli drama” adı altında 8 Ocak - 12 Şubat 1989 tarihleri
arasında TV-1’de altı bölüm halinde yayımlanmıştır (Çetişli, 2004: 146).
85
değil, aile olduğuna inandığını ve oluşacak yeni toplumun çalışkan, yurtsever, saygılı
ve ölçülü gençlerin kuracakları yeni ailelere dayanacağını tasavvur ettiğini dile
getirirken203 Oktay (1993: 664) ise, sözkonusu romanda ‘anlatıcı’nın mutlu bir evlilik
yaparak pansiyondan ayrılmasının bunun bir göstergesi olduğunu belirtir.
Esendal’ın tamamlanamayan bir başka romanı olan “Vassaf Bey”, ideal bir
toplumun çekirdeğini teşkil edecek dolayısıyla hem ferdin hem de toplumun
saadetine zemin hazırlayacak olan sağlam ve sağlıklı bir ‘çekirdek aile’nin kuruluş
hikâyesidir204 (Çetişli, 2004: 156).
“Bir Kadının Mektubu” adlı ‘hikâye’de, “[b]u yeni evi kurmak için önümde
tuttuğum örnek, anamın, babamın kurmuş (...) oldukları evdi. Bu evde
başlangıcından bitimine kadar dirlik, düzenlik hiç bozulmamıştır. Bu evde
yetişen[lerin] (...) [h]epsi[nin] yüreklerinde ana, baba, kardeş, yurt, ulus saygısı
taşıyan kimseler oldular. Sırası gelince kendi paylarına düşen can borcunu da
ödediler. Yiğitçe öldüler. Bu ev, ancak geçinecek kadar kazanabilen bir araba
yapıcısının evi idi ama, ekmeklerini alınlarının teriyle kazanan; yalan dolan
bilmeyen, yürekleri doğru, gönülleri geniş insanlar yetiştiriyordu” diye yazan ve
“[b]izim evimizde babam, evin büyüğü idi. Hayri de bu evin büyüğü olacak. Anam
babamı nasıl saydı ise, ben de, kocamı öyle sayacağım. (...) Her eve bir baş ister, o
baş da erkek olur. Yaradılışın töresi böyledir” diye düşünen ‘hikâye’nin kadın
kahramanı aracılığı ile mutlu bir evliliğin yolunun çok çalışıp az kazanmaktan, alın
teri ile ekmek yemekten ve bununla övünmekten geçtiğini belirten, “Donna
Alvonza’nın Söylevi” adlı ‘hikâye’de ise, mutlu bir ailenin / evliliğin ancak karı-
kocadan her birinin aksiliklerinden birazını bırakması, eşinin aksiliklerinin birazına
katlanması ile kurulabileceğine inanan Esendal (2001b: 100-1, 106; 2005c: 37),
203 Alangu’nun kendi ifadesiyle (1959: 136), Esendal’ın umudu, “[k]orkulu bir düş gibi geçmişte
kalacak baskılardan, alçaltıcı yaşama şartlarından sıyrılmış, güçlü, aydın-devrimci, duygu ve
düşünceleri sağlam, eşit ve özgür gençlerin kuracakları yeni ailelerde”dir. 204 Çetişli (1990: 46), Esendal’ın sadece vaka zamanı 1908 öncesi olan “Miras” adlı romanda “büyük
aile”den bahsettiğini, vaka zamanları 1930 ve 1940 yılları olan diğer romanlarda ise, esas olanın
“çekirdek aile” olduğunu belirtir. Önceleri büyük aileden sonraları ise çekirdek aileden yana bir tavır
alan Esendal’ın bu tutumunun aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.
86
ailenin yeniden ama çok daha sağlam ve sağlıklı temeller üzerine inşa edilmesi
gerektiğini vurgular205. Sevginin esas olduğu206 ve bahçe içindeki tek katlı evlerde207
yaşayacak olan bu aileler Türk toplumunun yüzyıllardır yaşaya geldiği değer
yargıları çerçevesinde teşekkül edecektir (Çetişli, 2004: 114-5, 161).
Görüldüğü gibi, Esendal’ın, ailenin dolayısıyla Türk toplumun yaşamakta
olduğu çözülme ve yozlaşma süreci karşısındaki çözümü yine ailedir. Ama bu aile,
sağlam ve sağlıklı temeller üzerine inşa edilen bir aile olacaktır (Çetişli, 1990: 47).
C) Kadın
“Hayat kadınlar hakkında çok merhametsiz, çok zalimdir. Kadın tez ihtiyar
oluyor ve geç ölüyor” diye yazan Esendal (1983: 80)’ın üzerinde durduğu en önemli
konulardan biri de kadın veya kadın-erkek ilişkisidir208.
Eserlerinde değer yargılarına bağlı, görevlerinin şuurunda, iradeli, güçlü,
çalışkan ev kadınlarını209 olumlayan Esendal, yozlaşmış, tembel, tüketici salon
205 Esendal’ın ya tuttuğunu koparan, mücadeleci, çalışarak kazanan, kısacası, kendisine çizilen
çerçevenin dışına çıkmak isteyen kadınları anlattığını ya da kadınların hepsinin böyle olamamalarına
neden olan aile ve evlilik kurumunun radikal bir eleştirisini yaptığını (Esendal’ın bu tutumunun da
aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.) vurgulayan Çelik’e göre (1999: 1), bu
eleştirinin radikalliği, Esendal’ın önermelerinin radikalliğinden değil, kadının kendisine dayatılan her
türlü kalıba karşı çıkmasıyla aile kurumunun dönüşeceğini duyurmasından kaynaklanır. 206 “İşte Nazlı, çocuğu kucağında, evinde yalnız oturuyor. Doğrusunu istersen kocasını da sevmiyor ve
beğenmiyor. Bu aile mi? (...) [B]u ailelerle istenilen milleti kurabilir misin?” (Esendal, 1993: 106). 207 “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda, ‘anlatıcı’nın dikkatini çeken ve bizce pansiyonda yaşayan
kişilerle bir karşıtlık oluşturmak için ele alınmış olan bir hukuk reisinin, eşinin gelmesiyle birlikte
pansiyondan ayrılması da, pansiyondaki yaşamın ‘aile değerleri’ ile bağdaşamayacağı (Gözcü, 2004:
34) şeklinde okunabilir. Bir başka ifade ile, Esendal, apartman ve apartman dairelerinin yeni
kurulacak aileler için uygun yerler olmadığını düşünmektedir. Çünkü o, bir veya iki katlı, bahçeli,
kırmızı kiremitli ve yeşillikler içindeki evlerin özlemi içindedir (Çetişli, 1990: 47). 208 Çelik’e göre (1999: 1), Esendal’ın “Miras” adlı romanı 19. yüzyıl’da Osmanlı toplumundaki
kadının ve aydının romanıdır.
87
kadınlarını210 ise tenkit etmiştir211 (Çetişli, 2004: 115). Rahat bir yaşam sürme
amacıyla evlenmek istemeyen kadınlar, başka bir ifadeyle, evlenme gibi sorumluluk
duygusunun ağır bastığı ilişkilerden kaçan kadınlar (Gözcü, 2004: 47) da Esendal’ın
tenkit ettiği kadınlar arasındadır.
“Nerede bulacaksın o gönlü coşkun, o hovarda kızı ki: “Biz çok çalışır, az
para alırız” diye övünmek isteyen heriflerin karısı olmak istesin!” (Esendal, 1997a:
211) diye soran Esendal’ın idealindeki kadınlar; kadınlığını ortada sergilemeyen ve
‘sadelik’, ‘sağlıklı oluş’ ve ‘beceriklilik’ bakımından pansiyonda yaşayan kadınların
209 Arkadaşlarının “ne kadar iyi olursa olsun bir ustabaşıya varma”, “[g]idip istasyonda oturacaksın,
orada sinema var mı?”, “[b]ir yüksek sosyeteye bir ustabaşıyı, kocam diye nasıl çıkaracaksın?”,
“[s]ınıf değiştiriyorsun. Bir inkılaptır. Cemiyet bunu istemez. Senin üstüne az yahut çok bir baskı
yapar” gibi şeyler demesine rağmen arkadaşı Müeyyet’e yazdığı mektupta “doğru gördüğüm bir
yoldan sapayım mı?” (Esendal, 2001b: 127-8) diye soran ve sonunda ustabaşı ile evlenen Behin gibi
veya “[k]ocamın simsarlık edip para kazanmasına dayanamam. (...) Tenceresinde pişirip kapağında
yerim” (Esendal, 2003b: 145) diyen Berrin gibi veyahut “Müeyyet (...) [e]ski kadınlar gibi kocasına
ayağa kalkıyor, yer veriyor. O söylerken başkasını dinlemiyor” (Esendal, 2001b: 119) gibi cümlelerle
nitelenen kadınları. 210 “[E]vde oturup kocamı bekleyeceğim? Uyuzun biri gelecek, beni isteyecek. Anam, babam beni
verecekler. Güzelliğimi bu adama verip hiçbir şey görmeden kanımı emen sülükler doğuracağım.
Bunlar beni soldurup kocakarılaştıracaklar” (Esendal, 1993: 42). “Ev kadını olmak, çocuk doğurmak,
çocukları büyütmek benim işim değildir” (Esendal, 1993: 100) gibi cümleleri kullanan veya “[b]u
hanımların hiçbiri ev kadını değillerdi, yama yamamayı [dahi] öğrenmemişlerdi” (Esendal, 1993:
229), “[h]anımlar, taravetlerinin [tazeliklerinin] bozulmasından, gençliklerinin zevalinden [yok
olmasından, bozulmasından] korkuyorlar” (Esendal, 1988: 20) gibi cümlelerle nitelenen kadınları.
Diğer yandan, bedenen güçlü, karakter itibariyle sağlam, değerlerine bağlı, çalışkan, hayatı seven,
karısını idare edebilme beceri ve ruh derinliğine sahip erkekleri olumlayan Esendal, yozlaşmış, cılız,
dalkavuk, tembel, kumarbaz, rüşvetçi, değerlerinden uzak ve karısı tarafından idare edilmeyi bekleyen
erkekleri ise tenkit eder (Çetişli, 2004: 115). 211 Esendal’ın çağdaşı olan ve “Aşk, Lüks ve Kapitalizm” adlı kitabında, kadınların, özellikle de
gayri meşru aşk yaşayan kadınların, yeni bir toplumun kurucu etmeni olarak nitelediği ‘kurtizan’ın
(metres, yüksek düzeyde fahişe, aşüfte, kokot) lüks tüketimi körükleyerek kültürel kodları ve
ekonomik yapıyı değiştirdiğini (Şişman, 2002: 1) iddia eden (kendi ifadesiyle, “gayri meşru aşkın
meşru çocuğu olan lüks, (...) kapitalizmi var etmiştir”) Werner Sombart (1863-1941) da, alımlı
kurtizanlardan doğru dürüst kadınların -namuslu kadınların- da kokotluk yönünde etkilendiğini ifade
etmiştir (1998: 84, 224).
88
tam tersi olan Selime212 (Ayaşlı ile Kiracıları), ‘anlatıcı’nın gelecekteki Selime ile
benzerlik kurduğu (Gözcü, 2004: 62) ve “[e]v kadını, çocuklarının anası olmayı
kendine yakıştırmış, genç görünmekten, süslenmekten, boyanmaktan kurtulmuş bir
hanımdır” (Esendal, 2005b: 109) diye betimlediği banka müdürünün karısı (Ayaşlı
ile Kiracıları), acısını içine akıtan, sabırla kocasını yola getirmesini bilen Saide
(Saide, Mendil Altında) (Onaran, 1975: 39) gibi kadınlardır213. Esendal, “Ayaşlı ile
Kiracıları” adlı romanda, ‘anlatıcı’ aracılığı ile kadın kimliğinin anne kimliğiyle
örtüşmesi gerektiğini savunarak (Gözcü, 2004: 62) nasıl bir kadın tahayyül ettiğini
ortaya koymuştur214.
“Hayatın yarısını evlerde esirliğe mahkûm bırakmak bilmem daha ne zaman
kendi devresini bitirecek ve erkek sözüne kadınlar da karışacak?” diye soran Esendal
(1999a: 91; 1996: 53), “Bir Cinayet” adlı hikâyenin kahramı aracılığı ile şunları
söylemiştir: “[B]izde hayat yalnız erkeklere göre tanzim olunmuştur, kadın tarafı
yoktur. Halbuki hayatta kadın da vardır. Demek oluyor ki, bizim memleketin hayat-ı
içtimaiyesindeki tealinin noksanı, yarım memleketin felce uğratılmış olmasındandır.
Bu noksan uzvu ancak kadınlar itmam edecek ve memleketi kurtaracaklardır.”
Esendal, eserlerinde Cumhuriyet ile birlikte değişen ve yenilenen bir yaşama
uymada kadınların kişiliğindeki saygı duyulan değişmeyi veya gelişmeyi de dile
getirmiştir215. Örneğin “Şimdilik Dursun” adlı hikâyede, geçimini sağlamak için bir
212 Gözcü’ye göre (2004: 63), Selime’nin iyi piyano çalan ve yabancı dil bilen bir kişi olması ve o
dönemin saygın meslek dallarından biri olan öğretmenlik yapmak istemesi, Selime’nin ideal kadın,
ideal eş ve ideal anne özelliklerini tamamlar. 213 “Ne iyidir o hanımlar ki, kocası evde olmayınca yatağına yatar da, uykusu tutmaz” (Esendal,
1999c: 94). 214 Esendal’ın kadın kahramanlarının okuyucuya yeni bir yaşam biçiminin kurulabileceği umudunu
sezdirdiğini belirten Çelik’e göre (2005: 5), Esendal’ın toplumsal hayatta pek az yer aldıkları bir
dönemde kadınlara verdiği bu rol, onları kurulacak yeni toplumsal hayatın kurucu özneleri olarak
görmesinin (Esendal’ın bu tutumunun da aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.)
bir sonucudur. 215 Cumhuriyet’in modern aile ve kadın tasavvuruna uygun bir biçimde kızının yüksek eğitim yapması
ve yabancı dil öğrenmesi hususunda ona destek veren (Türkeş, 2002b: 243) ve “Ben seni düşündükçe,
her nedense her seferinde bir tiyatro ve hikâye yazıcısı (...) bir büyük tenkitçi (...) [p]olitika işlerine
89
erkekle evlenmeyi düşünen İsmet Hanım, “elbette bir koca bulmalı, koca, elbette,
genç olsa, güzel olsa daha iyi; fakat olmazsa... Olmazsa da ziyan yok, yeter ki yalnız
kendisi adam olsun, eli para tutsun!” diye düşünürken (Esendal, 1983: 33) sonradan
bu düşüncesini değiştirerek; evlenmeğe can attığı adam kendisini istediği zaman,
“bakalım!” (Esendal, 1983: 37) diye cevap verir (Onaran, 1975: 39).
Esendal’ın “Kızımız” adlı hikâyesi ise, aşağıdaki alıntıdan da anlaşılacağı
üzere, sözkonusu değişime başka bir örnektir:
“Ben korkardım ki bizim kız, evine bakmasın. Burada da işsiz oturup
sıkıntıdan kocasına balta olsun! Boşuna korkmuşum. Her yerin kendine göre yaşayışı
var. Kız, tertemiz, tertipli bir ev yaptı. Anasının kurduğu bunca yıllık evden daha
tertipli, daha düzenli. Buna şaştım. Şunun için ki: Bizim kızımız küçük yaşta iş
terbiyesi görmedi. (...) Yeni yaşayışımızı sindirememiş olan ablam işten kaçtı, kızını
da kaçırdı. “Erkekler yaparlar olur da, kadınlar niçin yapmazlar?” diye yeni bir
terbiye yolu tutturdu. Her gün ağzında dolaştırdığı bu sözler, bizim kızı baştankara,
bir bataklığa sokabilirdi. (...) Kızın okuduğu ve bitirdiği lise de, para kazanmak için
açılmış okullardan biriydi. Çocuklara orada ne terbiye verildi, bilmem. Belki de bu
okul, terbiye işleri ile hiç uğraşmadı. Yalnız okuttu ve bu mahallelerde oturan zengin,
türedi, biraz da “snop” ailelerin çocuklarını biraraya topladı. Burada çocuklar,
birbirlerinden görerek terbiye aldılar. Bizim kızın boyaları, yolunmaları, moda gülü
olmaya uğraşmaları bu okuldan başlar. (...) Bizim kız boyalı, yapma suratlı, moda
konuşur, sinema konuşur, dans bilir bir salon kadını olmak istedi, onu da oldu. (...)
Ankara’ya gelmekle o çevreden çıkmış oluyor. Ben onun, evinde çalışmaya
başlayacağını, üç ay içinde Halkevi’ne sokulacağını, üstüne iş alacağını, doğrusu hiç
ummazdım. (...) Bununla beraber, bu geçen üçayın bu kızı büsbütün değiştirdiğini
söyleyemem. Kız gene eskisi gibi boyanır. Gene tırnakları tavuk tırnağı kadar
uzundur. Gene başına, suratını küçülten ve göze batacak kadar biçimsiz bir şapka
giyer. (...) Bakalım daha kaç ay sonra Ankara bizim kızın suratını silip yurdumuzun
temiz yüzlü kadınları arasına karıştıracak!” (Esendal, 2004: 144-5).
girip çalışmanı (...) düşündüm”, “Emine güzel ve büyük bir kritik olabilir” diye yazan Esendal (2001a:
299; 2003d: 263), kızını yazar (eleştirmen) ya da siyasetçi yapmak istemiştir. Diğer taraftan
Esendal’ın bu tutumunun aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği söylenebilir.
90
Sözkonusu hikâyede kadın kahramanlardan birinin216 aracılığıyla “[b]izim
aklımız yokmuş, çekmişiz, şimdiki çocuklar çekmiyorlar. Kafalarına vura vura
kocalarına her istediklerini yaptırıyorlar. Ooh, canları sağ olsun! Onlar yaptıkça
benim içim açılıyor” diyen Esendal (2004: 134), kadın kahramanın bu sözleriyle,
geçmiş yüzyıllarda erkeklerden aşağı tutulmuş, evlere kapatılmış, erkeklerin
hesaplarına göre yaşatılmış, gençliklerinde kocalarına kul, yaşlanınca torunlarına
dadı olmuş bütün kadınların öçlerini almak ister gibi olduğunu belirtmiştir.
Alangu’nun ifadesiyle (1959: 134), ezilmiş, geri atılmış, hakları verilmemiş, hor
görülmüş kadınların koruyucusu, çalışkanlıklarının hayranı olan Esendal, kadını,
bedeni ve ruhi bir gerilik açısından gören ve onu erkeğin zevkinin vasıtası sayan
telakkilerin tersine kadının bütün özgürlüğü ile erkeğin yanında yer alması
gerektiğini vurgular.
“Şimdilik Dursun” adlı hikâyede, “hayat da bunları böyle istiyor, zaruri
böyle olacaktır. Her sınıf halk, bulunduğu tabakada buna gidecek. Bir zaman olacak
ki, İstanbul mahallelerinde birbirine sabah kahvesine giden ve ev işi diye sabahtan
akşama kadar ufacık, temizlenmek ihtimali bulunmayan evler içinde uğraşıp gece ölü
gibi yatan kadınlara tesadüf olunmayacak” diyerek bir yandan ekonomik ve
toplumsal değişim ile birlikte yaygınlaşacak olan çalışan kadınlara dikkat çeken
Esendal (1983: 36; 2003b: 183), diğer yandan “çalışan kadınların çoğu[nun] (...)
[e]rkekleşmeseler bile kadınlıktan uzaklaş”makta olduklarına dikkat çekmiştir.
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda, Ayaşlı’nın üvey kızı Faika’nın
kaynanası kadının fiziksel görünümünün değişmesi konusunda şunları söyler: “Bir
kadınların kıyafetlerine baksınlar (...) [B]en hiçbirini beğenmiyorum. Zurafa
kadınlar gibi hepsi saçlarını kesmişler. Bizim zamanımızda zurafa kadınlar saçlarını
keserlerdi. Saç kadının ziynetidir. Ben ona şaşmıyorum: Birtakım benim gibi
216 Esendal, eserlerinde “[a]blam gençliğinde, o yılların töresince, evin çok işlerini görür, dikişini
dikerdi. Yemeğin en iyisini de pişirir. Tavla, kâğıt oyunlarını bilmezdi. Tütün içilen odadan da
kaçardı. Şimdi iş görmüyor, kızına da gördürmüyor. Cıgarayı da hiç söndürmüyor. Kumar için de can
veriyor. Her gün yahut iki günde bir ya bizde ya komşularda bir yerde poker oynanıyor. Yenilirse
kızıyor. Başı tutuyor, komşu doktorun hizmetçisini çağırtıp ensesini ovduruyor” (Esendal, 2004: 135)
diye nitelediği sözkonusu kahraman gibi olumsuz anlamda değişmelere de örnek vermiştir.
91
kocakarılar da saçlarını kesiyorlar da... (...) O tazeleri sorma. Hepsi (...) boya
güzeli” (Esendal, 2005b: 16).
Aynı yaşlı kadın, kadının artık kamusal alana dâhil olmasını ise şöyle
eleştirir: “Bana sorsanız, ben artık kadın kalmadı diyorum. Niçin mi? Şimdiki
kadınların hepsi birer erkek Fatma! Sokak bunlar için, kalem bunlar için, tiyatro,
sinema bunların. Gitmedikleri neresi var? Amma kabahat kimde? Gene erkeklerde.
Bizim zamanımızda bir kadın dar çarşafla sokağa çıksa, polisler çarşafını
yırtarlardı. Bir kadın, bir erkek, bir arabaya binemezlerdi” (Esendal, 2005b: 17).
Erkeğin değişiminde kadının önemli bir rol oynadığını217, ancak kadınların
idare etmekten değil, idare olunmaktan hoşlandığını, idareyi düşünmenin kadınlara
ağır geldiğini ve kadınların her zaman kendilerini idare edecek bir erkek aradıklarını
belirten Esendal (2005b: 146; 2001a: 191)’a göre, kadının erkekten istediği şey
emniyettir.
Görüldüğü gibi, eserlerinde değer yargılarına bağlı, görevlerinin şuurunda,
iradeli, güçlü, çalışkan ev kadınlarını olumlayan, yozlaşmış, tembel, tüketici salon
kadınlarını ise tenkit eden (Çetişli, 2004: 115) Esendal’ın idealindeki kadınlar;
kadınlığını ortada sergilemeyen, ‘sade’, ‘sağlıklı’ ve ‘becerikli’ olan ve kadın kimliği
ile anne kimliğini örtüşmesini bilen (Gözcü, 2004: 62) kadınlardır.
D) Cinsellik
“Bir Akşam Üstü” adlı hikâyede kadın kahramanaracılığı ile “erkek olur da
bu kadar söyledikten sonra ileri gitmez olur mu?” diye soran, yine aynı hikâyede
kadın kahramanın kocası için “kadın için nasıl acıktığını, nasıl sokulduğunu, nasıl
217 “Ablası, Baha’ya hiçbir şey yapmamış, yalnız onu oldukça tanınmış, güzel bir kızla evlendirmişti”
(Esendal, 2003a: 152).
92
acele ettiğini” düşündüğünü anlatan218, “Bir Genç Efendinin Defterinden” adlı
hikâyede erkek bir kahraman aracılığı ile “[b]ütün ahlâki kaideler bir tarafa ... genç
bir kadın tarafından beğenilmek, onun size malikiyyetini duymak ne kadar lezzetlidir.
... sonra fırsat olursa yeniden tutuşan kalpleri söndürmek... Nekadar tatlıdır!...”
ifadelerini kullanan, “Bir Karı Koca” adlı hikâyede ise, sinema yıldızı olmak için
kocasını terk eden, “bir takım sarhoşların etlerini mıncıklamalarına katlan”an ve
“[e]n iğrenç yataklara uzan”an kadın kahramanı anlatan ve “Ayaşlı ile Kiracıları”
adlı romanda romanın geçtiği apartman veya pansiyon için “bu evin biraz çürük olan
havası” ifadesini kullanan Esendal’ın (1983: 84, 86; 1996: 46; 1993: 36; 2005b:
131), kimi zaman üstü kapalı da olsa üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de
cinselliktir219.
Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanın ele aldığı konulardan bazıları şunlardır:
Kadın-erkek ilişkilerinde gevşeklik, metres yaşamı ve cinsel yoldan kapılan
hastalıklar. Romanın kahramanlarından biri olan Turan sayesinde, kadın-erkek
ilişkilerinin niteliği değişmeye başlamış ve bir süre sonra Turan’ın cazibesine kapılan
‘anlatıcı’ Turan’la cinsel ilişki yaşamaya başlamıştır (Gözcü, 2004: 18, 23).
Romanda kadınlarla erkeklerin sınır tanımadan girdikleri ilişkiler evli ya da
bekâr olmalarıyla bağlantılı değildir. Romanda hizmetçiler de dahil olmak üzere
pansiyonda yaşayan çoğu kişi, rahatlıkla istediği ilişkiye girebilmektedir. Faika’nın
kocasının başka bir kadınla metres yaşamı sürmesi, Hâki’nin gözü önünde kendisini
aldatan karısına aldırmaması, Abdülkerim’in, karısı İffet’in Cevat’la birlikte oluşuna
izin vermesi ya da Abdülkerim’in hizmetçi Ziynet’le birlikte oluşu, pansiyonda
görülen alışılmış ilişki tarzlarıdır. Halide ile Rasim, Feyyaz ile Cemile, Faika’nın
218 Sözkonusu kahraman, yakışık almayan yerlere giden, kocasının olmadığı günlerde genç kâtipleri
evine toplayan, hiç kimsenin, kendisinin bile ummadığı bir adamın koynuna giren bir kahramandır
(Esendal, 1983: 87). 219 Çelik’e göre (1999: 1), Esendal’ın bu konudaki mahcubiyetini, “Miras” adlı romanın
başkahramanı olan Asım’ın duygularına benzetebiliriz: “Kendi kendine bile itiraf etmek istemediği
fena hissiyat onu bazen istila ediyor ve böyle dakikalarında esasen perhizkarane geçen gençliğinin
bütün mahrumiyetlerinin onda çılgınca hevesler uyandırdığı dakikalar oluyor ve çirkin şeyler
düşünmekten kendini güçlükle menedebiliyordu” (Esendal, 2003c: 177).
93
ablası ile ‘hatırlı’ bir kişi ve Cavide ile evli bir erkek, bu yaşam tarzını benimseyen
diğer karakterlerdir (Gözcü, 2004: 40-1, 78).
Romanda, evli çiftlerin yaşadıkları kaçamak ilişkileri birbirlerinden
saklamamaları ayrıca dikkate değerdir. Gözcü’nün (2004: 41) de belirttiği gibi,
‘anlatıcı’nın evli bir kadın olan Turan’la yaşadığı ilişki, kadının kocasından
saklamadığı bir cinsel özgürlük uygulaması gibidir. Bu konuda ‘anlatıcı’ ile Hasan
Bey arasında geçen şu diyalog dikkat çekicidir:
– “[B]öyle kocasının gözü önünde, doğrusu utanırım! Bana ayıp geliyor..
– Kocası razı olduktan sonra sana söz düşmez; herifin haberi olmasa o zaman
sana ağır olur. Karı kocasına aldırmıyor, kocası da karısına bakmıyor!” (Esendal,
2005b: 94).
Hatta Turan, kocasıyla ilgili şöyle demektedir: “[G]ece gündüz tepemde
nöbet beklese daha mı iyi? Sonra onu boşamaya kalkarım!” (Esendal, 2005b: 154).
Birçok karakterin metres hayatı yaşadığı romanda220 yaşanan keyfi ilişkilere
bağlı olarak çeşitli kişiler cinsel yollardan bulaşan hastalığa yakalanmıştır. Bu
gerçeği romanın bir başka kahramanı olan Fahri, pansiyonda yaşayanları kastederek
şöyle dile getirir: “Allah cezasını versin, hepsi hasta!” (Esendal, 2005b: 123).
Gözcü’nün (2004: 62-3) de belirttiği gibi, sözkonusu romanda pansiyon
halkını oluşturan kişiler arasındaki kadın-erkek ilişkilerinde kıskançlık neredeyse
yok gibidir. Oysa, Selime için “kocaya giderse ben kıskanırım! Bu kız başkasının
olursa çekemem! Ben onu kimseye veremem” (Esendal, 2005b: 191) diyen ‘anlatıcı’,
pansiyonda yaşanan yozlaşmış ilişkileri benimsemediğini göstermiştir. Aynı şekilde,
220 Çetişli’nin ifadesiyle (1990: 46), “[m]etres hayatı veya yasak ilişki, neredeyse tabiî addedilir
olmuştur. Toplumda karısını başka erkeklere peşkeş çekebilecek veya yasak ilişkisine göz yumabilecek
“karnı geniş” bir koca tipi, gözüne kestirdiği her erkekle ilişkiye girebilen, sabahtan akşama kumar
masasında oturmaktan bir tek çocuğuna bile bakamayan, sonradan görme, moda düşkünü kadın
yanyanadır.”
94
Selime ile evlenmeden önce onunla cinsel bir ilişki yaşamayan ve “nikâhımız olduğu
günün gecesi, otelde odalarımızı birleştirmeye sözleştik. O güne kadar ayrı
kalacağız! Selime öyle istedi. İstediği gibi de oldu” (Esendal, 2005b: 243) diyen
‘anlatıcı’, “havası biraz çürük olan” (Esendal, 2005b: 131) pansiyondaki ilişkilerin
dışındaki bir yaşam biçimini benimsediğini göstermiştir221.
“Miras” adlı romanda okuyanın ilgisini çekecek konulardan birinin de
eşcinsellik olduğunu belirten Çelik’e göre (1999: 1), romanın kahramanlarından olan
Atiye Hanım’ın Turra ve Fahriye ile, Fahriye’nin Nazire ve Aliye ile olan
ilişkilerinin niteliğini açıkça vermeyen, ama bu ilişkileri romanın öbür
kahramanlarında uyandırdığı iğrenme gibi duygular aracılığıyla adını koymadan ifşa
eden Esendal’ın cinselliği, hele sapkın sayılan cinselliği o yıllarda (1920’li yıllar)
daha açık anlatması imkânsızdı. Bu konuyu, o yıllarda üstü kapalı olarak sorunsal
edinen Nahid Sırrı Örik’in (1895-1960) bile ‘eti çekiyordu’ gibisinden imalarla
konuya değindiğini belirten Çelik’e göre (1999: 1), Esendal’ın bu konuya değinişi,
Örik’ten biraz daha gizli imalarla olmuştur222.
E) Çocuk / Çocukluk / Gençlik
“Çocuklar neşedir, sevinçtir. Hayatın manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür.
Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk doludur” diye yazan Esendal’ın (1988:
20), üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de çocuk / çocukluk / gençliktir223.
221 Ayrıca, pansiyondaki kadınların tersine ‘anlatıcı’ ile evlenmeden önce cinsel bir ilişki yaşamak
istemeyen Selime de, ideal kadın, ideal eş ve ideal anne tipinin bir temsilcisi olarak değerlendirilebilir
(Gözcü, 2004: 79). 222 Bu alt başlık altında anlatılanların ve özellikle sapkın sayılan cinselliği konu edinmesinin aşağıda
anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır. 223 Aşağıda da belirtileceği gibi, Esendal, genel sekreterliği sırasında da gençlere imkân tanınması ve
Meclis’te genç bir milletvekili grubunun oluşması için çabalamış ve bunda da bir hayli başarılı
olmuştur.
95
Çocuklara üç şey öğrenmek isteği ve sevgisi verilmesinin gerektiğini,
bunların da birinin hayvan beslemek ve yetiştirmek; ikincisinin ağaç yetiştirmek ve
yaşadığı yeri şenlendirmek; üçüncüsünün de makinaları kullanmak olduğunu belirten
ve çocukların kötü bir iş yapsalar da doğruyu söylemeleri gerektiğini düşünen
Esendal’a göre (2001a: 196; 2003d: 20-1), mektep yaşındaki çocuklar tatlı yaramaz
olabilir, asıl mesele ahlaksızlık etmemektir. Çünkü ahlak sirayet eder.
Gençlere saadeti öğretmenin ne kadar güç olduğunu söyleyen Esendal’a göre
(1993: 34; 1996: 136), dönemin en önemli ve etkili iletişim araçlarından biri olan
sinema gençlerin yalan yanlış birçok şeyler öğrendiği bir yerdir224.
Gençliğin soğukkanlı ve çalışkan olmayı öğrenmesi gerektiğini belirten ve
ağırbaşlı, güler yüzlü225, tez kızmayan, karşılığı ağır veren, söylemekten çok sormak
isteyen, kendi düşüncelerini gülerek ve ihtiyatlı söyleyen gençlerle karşılaştıkça çok
sevindiğini söyleyen Esendal’a göre (2003d: 251), “[b]ir evin olgunlaştıramadığı
yahut yoksulluğun terbiye edip yetiştiremediği gençler, yalnız üniversite bilgileri ile
boşturlar.”
Üniversitelerde okuyan gençlerin biraz da politika ile uğraştıklarını söyleyen
ve “[e]ğer millet olgun olursa bu politikacılık onları bozmaz, (...) Onları yetiştirir,
olgunlaştırır. Yarına çiğ bir kafa ile girmiş olmazlar” diye düşünen Esendal (2003d:
171), Atatürk’ü hatırlamak için Türk tarihinin her anının 19 Mayıs olduğunu
vurguladığı 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle yaptığı açış konuşmasında
(Ulus, 1942: 2) ise, gençlere “[s]ize bakarken Türk milletinin sizin gibi güzel
224 Esendal (1993: 36, 33-4, 37), sinema yıldızı olmak için kocasını terk eden, bir takım sarhoşların
etlerini mıncıklamalarına katlanan ve en iğrenç yataklara uzanan kadın kahraman için kadın
kahramanın ağabeyinin ağzından “[m]ektepte yaşamayı öğrenemedi. Ev öğütlemeleri de eskisi kadar
derin değil. Kızlar yaşamak, evlenmek için ne öğrenirlerse sinemalardan öğreniyorlar” ifadesini
kullanırken terk edilen koca için “[b]unun ilk kocası, Edirneli bir kız almış. Bu da onun kadar okumuş
bir kız. Ancak, sinema olmayan bir yerde büyümüş. Kocasına sarılmış, onunla oturmak, onunla
yaşamak istiyor” ifadesini kullanmaktadır. 225 “Ben gençleri şen, şuh, latifeci, güler yüzlü görmek isterim. Ancak, ismeti [dürüstlüğü] olmayanı
hoş göremem” (Esendal, 2003d: 421).
96
yarınlarını, sizin gibi bahtiyar geleceklerini görüyoruz. Bu güven verici vasıfları
ahlâkınızla, çalışmanızla, ruhta ve bedende sağlamlığınızla, kazanıp devam
ettireceksiniz” diye hitap etmiştir.
Çocukların “Turan Hanımın odasında açılan yeni yaşayışın en büyük engeli”
olarak görüldüğü226 (Esendal, 2005b: 66) “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı roman, ailenin
parçalanmasında en büyük zararı görenlerin -sürekli ağlayan çocuk örneğinde
görüldüğü gibi- çocuklar olduğunu gözler önüne serdiği gibi, salt ‘haz’ peşinde
koşan gençlerin ‘geleceğin emanetçileri’ olamayacağını da gözler önüne sermiştir
(Gözcü, 2004: 49-50). “Caz ve plaj gençliği” diye adlandırdığı gençlerle bir millet
yapılamayacağını, bu kafadaki adamlara güvenilemeyeceğini dile getiren Esendal’a
göre (2001a: 213), bizim ihtiyacımız olan gençlik çalışkan, şen, ağır bir gençliktir.
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanın sonunda ‘anlatıcı’ ile evlenen, kısa bir
süre sonra çocuk giysileri dikmeye başlayan ve ‘anlatıcı’nın, “[s]abahlara kadar
ağlamaya başlarsa, ne yaparsın” sorusuna; şefkatini ve ilgisini gösteren bir üslupla,
“[h]asta olmazsa, ağlamaz. Ben bilirim” (Esendal, 2005b: 251) diye cevap veren
Selime, dağılan aileyi toparlayacak ve geleceğin emanetçisi olacak bir kişi (genç)
olarak romanda yerini almıştır.
Gülek’in ifadesiyle (1952: 58), gençleri yetiştirmekten zevk alan ve CHP
Genel Sekreterliği sırasında en büyük hizmeti gençlere önem vermesi olan227,
Tecer’in ifadesiyle (1952: 23-4) ise, “hayatın fidanlığı, gelecek nesillerin yatağı olan
226 “Çocuk aradan çıkınca bu karı-koca daha (...) rahat ediyorlardı. İkisi de kendilerini istedikleri gibi
kumara verebiliyorlar, geceleri sabaha kadar oturup, gündüz de akşama kadar yatıyorlardı”
(Esendal, 2005b: 67). 227 Atatürk’ün insanlığın yetiştirdiği en büyük adamlardan biri olduğunu ve eğer Atatürk’ün bıraktığı
izler üstünde yürüyecek olursak örnek bir ülke ve millet olacağımızı belirten Esendal’a göre (2003d:
284-5), “[e]ğer bizim gençlikte “biz, bilgice herkesten üstün olacağız” kafası varsa, Atatürk,
üniversiteye girmiş demektir.”
97
“[g]ençlik” davası üzerinde daima ilgi ile dur”an228 Esendal, oluşacak yeni
toplumun çalışkan, yurtsever, saygılı ve ölçülü gençlerin kuracakları yeni ailelere
dayanacağını düşünmüştür (Alangu, 1959: 136).
F) Dil
1908-1952 tarihleri arasında eserler veren Esendal’ın dilinin üç merhaleden
geçmiş olduğunu belirten Çetişli’ye göre (2004: 168, 170, 173), bu merhalelerin
birincisi “sokağın anahtarı”nın keşfedilmediği, sokak veya konuşma dilinin esas
alınmadığı ve “kitabilik” dilinin esas olduğu merhale, ikincisi hızla tabii dile
özellikle konuşma diline evrildiği merhale ve üçüncüsü konuşma ve sohbet dilinde
zirveye ulaşıldığı merhaledir.
Kısacası; Esendal’ın dili, 1908-1952 yılları arasında sürekli değişip
gelişmiş229 ve her geçen gün biraz daha yaşayan Türkçe’ye, konuşma Türkçe’sine
yaklaşmıştır (Çetişli, 2004: 175).
Tarancı’nın ifadesiyle (1952: 67), anlatacağı şeyi sigara içer gibi şaşılacak bir
tabiilikle anlatan, Alangu’ya göre (1959: 133), en belirgin özelliği dilinin ve
anlatımının duruluğu ve Halk Türkçesine bağlılığı olan, Ataç’a göre (1952: 17) ise,
dilimizin arınmasına ve yazı dilimizi konuşma dilimize yaklaştırmaya çalışan
Esendal’ın, hikâyeye getirdiği en büyük yenilik sadeliktir230 (Alangu, 1959: 130).
228 “Gençliği (...) yetiştirmek için elden geleni yapmalıyız. Hatta çocuk[luk]tan işe başlamak lazımdır.
Bu işte de erkekten çok kadının, annenin rolü büyüktür. Esendal’ın hikâyelerinde gençliğin ve
kadınlığın çok geniş bir yer almasının sırrı budur” (Tecer, 1952: 24). 229 Böyle gelişim süreci olmakla birlikte, Ağustos 1912 yılında yazılan “El Malının Tasası” adlı
hikâyede (Bu hikâyenin önceki ismi “Vapur Davası”dır.) bile, günümüz hikâyecilerinde bile zor
rastlanılacak kadar yalın bir dil kullanan (Dursun K., 1983: 50), bu yıllarda yazdığı hikâyelerde bile
“onulmaz”, “tezce”, “yolsuz”, “ilkin”, “yılışık” gibi Türkçe sözcükler kullanan Esendal’ın,
Cumhuriyetten önce bile Türkçe’nin yalınlaştırılmasından yana olduğunu söyleyebiliriz (Birsel, 1989:
20). 230 Arap edebiyat ve dilinin kalıplarını kullanmanın aleyhinde olanların modernci olduklarını
söylemenin bunun simetriğinin de doğru olduğu -Türkçecilerin siyasi bakımdan liberal oldukları-
98
Hikâyelerin arınmış bir dil, sade ve akıcı bir ifade ile yazıldığı hatırlatılınca,
“o benim marifetsizliğimden. Edebiyatı bilmediğimden. Bilsem, öyle düpedüz yazar
mıyım hiç? (...) Marifetli insanlar öyle yapmazlar” (aktaran Arısoy, 1952: 8) dese de,
marifet göstermek olarak kabul ettiği edebi sanatlarla yüklü, süslü, karmaşık,
dolambaçlı, sanatkârane söyleyişin gerçek hayata uymadığına inanan231 (Çetişli,
2004: 193) ve “[a]slını sorarsanız, marifet, hayatın içinde hayata uymıyan bir
şeydir!” (aktaran Arısoy, 1952: 8) diyen Esendal “olan”ı, abartmadan, değiştirmeden
ve süslemeden gerçeğe en yakın şekilde dikkatlere sunma gayreti içindedir232
(Çetişli, 2004: 190).
Eserlerini gündelik yaşamın en sıradan, hiçbir abartı içermeyen olaylarından
yola çıkarak yazan (Oktay, 1993: 660), kahramanları sıradan, düz, alçakgönüllü,
küçük sorunları için endişelenen “küçük insan”lar olan ve eserleriyle “küçük
insan”ın günlük hayatını dikkatlere sunmayı amaçlayan233 Esendal, dilini de bu
şeklinde anlaşılmaması gerektiğini belirten Mardin’e göre (1999a: 50), dilde sadeliği destekleyen
fakat siyasi bakımdan muhafazakâr olan Ahmet Mithat Efendi bunun aksini ispat eder. Bizce Esendal
da bu duruma başka bir örnektir. 231 Akbal’a göre (1983: 2), “yalınlık, açıklık, kısalık gerçek yazın adamlarının ulaşmak istedikleri bir
düzeydir. (...) Esendal’ın öykülerinin başarısı, kalıcı yanı, ölümsüz güzelliği, onun da Çehov gibi
“Denizin rengi mavidir” diyebilecek kadar süslerden uzak bir dille yazmasıydı.” 232 Hikâyeleri, genellikle yaşamdan alınan bir ‘dilim’ / bir ‘kesit’ / bir ‘an’ olan (Dursun K, 1983: 48),
başka bir anlatımla, hikâyelerinde vaka olarak çoğunlukla hayatın herhangi bir anından alınmış küçük
bir “kesit”ini kullanan (Çetişli, 2004: 105) Esendal’ın (2003d: 232), “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı
romanı için “[b]u, bir aralık bir memlekette yaşanılan hayattan bir parçasının kopyasıdır. (...) Hiç
bozmadan bir yaşayış parçası kopya edilmek istenilmiştir” demesi, sözkonusu durumun kendi
ağzından ifadesidir. 233 1925 tarihinin Amerika’da “In Our Time” adlı eseri ile Ernest Miller Hemingway’in (1899-1961)
ortaya çıktığı tarih olduğunu ve Hemingway’in o yıllarda yazdığı ve bütün dünya edebiyat
çevrelerinde büyük tepkiler uyandıran eserlerinin başlıca hususiyetinin alelâde insanların alelâde
yaşayışını alelâde görünen fakat aslında çok usta bir sanatkârlıkla edebiyata sokmuş olmak olduğunu
belirten Taner’e göre (2008: 1), bütün dünyanın dikkat nazarını Amerika’ya çeken bir cereyanın aynı
devirde bizdeki paralelini Esendal teşkil ediyordu. Hatta belki de takaddüm hakkı bizim Esendal’da
idi.
99
“küçük insan”ın dünyasından seçer ve özellikle konuşma dilinde ısrar eder234
(Çetişli, 2004: 171).
“Müslümanlık eski törelerimizi, eskiden kalma hikâye[lerimizi] (...) olduğu
gibi, dilimizin işlenmesini de durdurmuştur” diyen (Esendal, 1999a: 144), oğluna
yazdığı 18 Mayıs 1928 tarihli mektupta, Ankara Hükümeti’ni kastederek “Latin
harflerini kabul ederlerse bence münasip olur” diye yazan (2003d: 37) ve Nazif
(1952: 60) ve Dursunoğlu’na göre (1952: 555), Harf İnkılâbı’ndan (1 Kasım 1928)
sonra Arap harfleri ile tek bir satır bile yazmayan Esendal, Karaömerlioğlu’na göre
(2006: 176), 1930’lu yıllarda devletin ön ayak olduğu dilde sadeleşmeyi hedefleyen
hareketin öncülerinden biri olmuştur235.
Dursunoğlu’na göre (1952: 555), Türk diline vurgun olan, 7 Aralık 1934
tarihli mektupta, “memleketten aldığım gazata ve kitaplarda dilimizi temizlemek için
şeflerin çalışmakta olduğunu okuyorum ve çok hoşuma gidiyor. (...) Zaten çok yıllar
var ki dilimiz kendi kendini temizlemeğe, arınmağa başlamış idi. (...) Kimse “Milli”
demeyecek “Ulusal” diyecek. Kimse “Millet” demeyecek “Ulus” deyecek” diye
yazan, 28 Aralık 1936 tarihli mektupta, “Türklerin ilerlemek için yaptıkları atılışlara
ve bugünün gidişine bakılırsa kolay anlaşılır ki bu dil, kendini yabancı sözlerden bir
gün olup kurtaracaktır. (...) [B]en, arasıra işlenmemiş sözlerde kullanacağım. Bu
belki benim yazılarımı biraz sıkıntı ile okunur yazılar sırasına koyacak, (...) ancak,
katlanacağım” diye yazan, 25 Mart 1940 tarihli mektupta, “[b]en gittikçe
Türkçeleşiyorum. (...) Kendi dilimle konuşmak bana hoş geliyor. (...) Her sözün
Türkçesi vardır ve olabilirdi, ama işletilmemiştir. (...) Benim bu yazımda da (...)
“eğer” gibi, “her” gibi Farsça sözler; “ki” gibi, “ve” gibi edatlar vardır ancak ben
kendimi biraz yorsam bunlarsız da yazarım” diye yazan, 12 Ocak 1935 tarihli
mektupta ise, “[b]en bu yazı ile Türkçe yazdıkça seviniyor ve yeni Türkçe sözleri ne 234 Esendal’ın “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanı için “[d]ili de konuşma dilidir” (Esendal, 2003d:
232) demesi, sözkonusu durumun kendi ağzından ifadesidir. 235 Oğluna yazdığı 22 Mayıs 1938 tarihli mektupta, “[b]ana Dil Kongresi zabıtlarını ve tezlerini
yolladılar, okudum. Çok değerli buldum. (...) Atatürk’ün yapmak istediği çok büyük bir iştir” diye
yazan Esendal (2003d: 539, 569), daha sonraları 3 Şubat 1950 tarihli mektubunda da belirttiği gibi
Türk Dil Kurumu Bilim Heyeti Başkanı olmuştur.
100
kadar beğeniyorum” diye yazan Esendal (2003d: 91-2; 160; 302-3; 492), “iveğen”,
“ivedi”, “ayıttım”, “yahşırak”, “betik”, “eslemek” gibi örneklerde de görüldüğü gibi
bazen ‘arı dil’ de kullanmış ancak, bu ‘arı dil’ kullanma hususunda da aşırıya
gitmemiştir236.
G) Edebiyat (Sanat)
Ardında azımsanamayacak sayıda eser bırakan237 Esendal’ın edebi fikirleri
hakkında fazla bir şey söyleyebilmek oldukça zordur. Yarım asra yaklaşan bir
dönemde bilfiil sanatın, edebiyatın içinde bulunmasına238 rağmen, sanat ve edebiyat
konularına dair pek fazla bir fikir beyan etmemiştir (Çetişli, 2004: 54).
Esendal, ne zaman sanat ve edebiyat meselelerine dair bir soru ile karşılaşsa,
hemen bu mesele hakkında bir şey bilmediğini, konuyla alakalı bir fikri olmadığını
söylemiştir239 (Çetişli, 2004: 55). Hem de şu cümleleri kullanacak kadar şaşırtıcı bir
biçimde:
“Edebiyatı, sanatı bilmem. Alâkam yok bunlarla. Edebiyatı bilmek iştir. Hiç
mi hiç meşgul olmadım bunlarla. Usulünü, kaidesini doğru dürüst beceremem. 236 “Ben sanıyorum ki biz dilimizi temizlersek, yuğar, arıtırsak bu dilin içinde kendimizi daha rahat
bulacağız” diye düşünen Esendal’a göre (2003d: 491; 1983; 127), “[h]er lisan, diğer lisanlardan
kelimeler alır. Dünyada belki hiçbir saf, sâde lisan gösterilemez; ancak, kelimeler intikal ettiği yeni
lisanın şivesine, ihtiyacına göre bir tebeddül [değişme] yap[malı], o lisana göre bir letâfet, bir mevki
al[malıd]ır.” 237 Görevi gereği uzun yıllar evinden, eşinden, çocuklarından uzakta yaşamak zorunda kalan,
dolayısıyla en çok yalnızlık duygusunu tadan, 27 Temmuz 1936 tarihli mektubunda zamanla
duygularının ve acılarının arttığını dile getiren Esendal (2003d: 507), bütün yazdıklarının çektiği bu
acıların birer ifadesi olduğunu belirtir. 238 Esendal’ın, sanat hayatındaki önemli hadiselerden biri de, “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanının
CHP roman armağanı yarışmasında (1942) beşincilik derecesi almış olmasıdır. Bu derece, hem
yazarın hem de romanın Türk edebiyatındaki şöhretini perçinlemesi açısından önemlidir (Çetişli,
2004: 43). 239 Çetişli’ye göre (2004: 55), Esendal’ın bu sözleri onun bütün hayatına hâkim olan ‘mütevazi’liği
veya ‘gölge adam’lığı ile açıklanabilir.
101
Meselâ, teşbih, istiare neye derler, derseniz cevap veremem. Okuduğum bir roman
veya hikâye, romantik midir, realist midir, natüralist midir, hangisidir ayırt edemem.
Bilmem bunları, nasıl olursa romantiktir, nasıl olursa realisttir, haberim bile yoktur”
(aktaran Arısoy, 1952: 7). “[B]en hikâye sanatı hakkında söz söyliyebilecek birisi
değilim” (Özçelik, 1951: 10).
Edebiyatın, en azından kendi sanat faaliyetinin, öncelikle kendini ifade
etmenin, ‘iç sıkıntıları’ gidermenin, yaşamanın, güzeli araştırıp yakalamanın, bunun
zevkini tatmanın ve okuyucuya tattırmanın bir aracı olduğuna inanan240 Esendal,
edebiyata toplumsal bir işlev de yükleyerek edebiyatın bir ‘iş’ olduğunu241 belirtir
(Çetişli, 2004: 56). Esendal’a göre, “[h]ikâyeciler bu yurdun içli, duygulu
evlâtlarıdır, ... Onlar nasıl bir yurt özlediklerini söylüyorlar, kendilerine dokunan
hâdiseleri ortaya döküyorlar, bir iş görüyorlar, iş” (Bener, 1952: 19).
“Ben öyle sanıyorum ki kendi ulusuma en büyük hizmetimi, aldığım devlet
işleri ile değil yazdığım beş-on tiple, beş-on hikâye ile edeceğim” diyen Esendal
(2003d: 510), Alangu’ya göre (1959: 132), yurdumuzun bütün insanlarına yayılacak
ve ayrılıkları, anlaşmazlıkları, kinleri ortadan kaldıracak bir sevgiyi sanatının
temeline koymuştur.
Arısoy’un (1952: 8) “[t]oplum meseleleri karşısında sanatçının durumu ve
tavrı ne olmalıdır?” sorusunu cevaplandırırken sanatın toplumsal fonksiyonunu çok
daha ileri götüren (Çetişli, 2004: 57) Esendal’a göre, iki türlü sanatkâr vardır: Bunlar
da “cemaatin önünde giden” ve “cemaati arkasından takip eden” sanatkârlardır.
Esendal’a göre, sanat ve edebiyat topluma “yeni bir dünya görüşü” sunup
şartlarını tespit ettiği yeni bir “nizam” kurabilir242. Hatta toplumun nasıl yaşaması
240 “[B]enim yazıcılığım olmasa, bütün bu yaşayış bana ne kadar ağır gelirdi! Bu elli altmış yılı nasıl
yaşar, geçirirdim. Şimdi, iç sıkıntıları ile geçecek bütün saatleri, yazı örtüyor” (Esendal, 2001a: 275). 241 Okuyucuya belli bir dünya görüşünü sezdirme; özlediği dünyayı, rahatsız olduğu çarpıklıkları onun
adına dikkatlere sunma; hayatın mana ve güzelliğini hissettirme ‘iş’i (Çetişli, 2004: 56). 242 Sanat ve edebiyatın topluma “yeni bir dünya görüşü” sunup yeni bir “nizam” kurmasından
bahseden Esendal’ın bu görüşlerinin aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.
102
gerektiğini bile söyleyebilir243. En azından toplumun hayatına ayna tutup244 nasıl bir
yaşayışı olduğuna dair, tarihe realist müşahedeler bırakır245 (Çetişli, 2004: 58).
Esendal, sanatın toplumsal işlevine inanmakla birlikte, bütünüyle herhangi bir
ideolojinin emrinde kullanılmasına veya açık açık ideoloji borazanlığı yapmasına
karşıdır246. “Kara hikâye” olarak nitelendirdiği, 1930’lu yıllardan itibaren yaygın bir
hâl alan tenkitçi sosyal gerçekçilik veya sosyalist gerçekçilik adına ortaya konan
edebiyattan hoşlanmaması, bu tavrın açık bir delilidir247. Sanat eseri, okuyucuyu
gerilime sokmadan, kışkırtmadan yaşama zevki ve ümit vermelidir (Çetişli, 2004:
59).
Yazmanın hayatın anlamı olduğuna inanan248 (Çetişli, 2004: 53), “[y]azı
herkes için dar günlerde bir genişliktir” diye düşünen (Esendal, 2003d: 80), sanatın
243 “Cemaatin önünde giden sanatkâr, o cemaate yeni bir dünya görüşü getirir. Bir cemiyet nizamı
kur[a]r. Şartlarını tespit eder. Cemaate eserleriyle nasıl yaşamaları, nasıl çalışmaları gerektiğini
söyler” (aktaran Arısoy, 1952: 8). 244 Sanatı bir yansıtma olarak görmenin yüzyıllardır devam eden ve günümüze kadar gelmiş olan bir
kuram olduğunu belirten Moran (2000: 10, 17) da, yansıtma kuramına inananların, sanatı sanat yapan
özellikleri eserin dış dünya ile ilişkilerinde bulduklarını ve sanat eserini insanı, hayatı, toplumu
yansıtan bir aynaya benzettiklerini ifade eder. 245 “Cemaati arkadan takip eden sanatkâr, “olan”ı tespit eder. Cemiyete ayna tutar. Cemiyetin nasıl
bir gidişi, yaşayışı olduğunu gösterir, tarihe de, o cemiyet hakkında tespit edilmiş müşahedeler
bırakır. Bu da bir iştir” (aktaran Arısoy, 1952: 8). 246 Esendal’ın hikâyeciliğinin iki devreye ayrılması gerektiğini belirten Çetişli’ye göre (2004: 99),
Esendal’ın ikinci devre hikâyelerinde verilmek istenilen mesaj son derece gizli tutulmuş, metnin
içinde eritilmiştir. 247 “Hikâyecilik bakımından, (...) bizim gençlerimiz ikiye ayrılı[rlar]. Birincileri kara hikâye
yazıyorlar. Anasını, babasını öldürüyor, açlıktan, sefaletten, hastalıktan bahsediyor, önce insanı
yoğrulmuş mutfak paçavrasına çeviriyor, sonra da çalış diyor. Ben böyle hikâyeleri sevmem. Benim
sevdiğim hikâyeler, ikinci tip hikâyeler, hayat veren, neşe veren, ışık veren hikâyelerdir” (Özçelik,
1951: 11). 248 Asıl yazmak istediği hikâyeyi yazamadığını söyleyen (aktaran Arısoy, 1952: 8), “[o]rijinal bir şey
yumurtlamak isterim. Yeryüzünde yazılmamış bir şey yazmak isterim” diyen Esendal’a göre (2003d:
211; 2001a: 199), “[y]aşayış ve ölüm korkacak şeyler değildir”, korkulacak şey, “bu yeryüzünde bir
eser bırakmadan geçip gitmiş olmak”tır.
103
gelişebilmesi için ülke genelinde huzurlu bir ortamın varlığının şart olduğunu
belirten249 Esendal’a göre (2003d: 263, 292), sadece edebiyat ve tiyatronun değil,
ülkemizde birçok şeyin değişmesi veya düzelmesi büyük bir kritikçinin (aydının)
yetişmesini beklemektedir.
H) Din ve Ahlak
“Rüştiye” adlı yazısında, “[b]ana hangi millettensin? diye sorsalar,
Müslüman olduğumu söyler, din nedir, millet nedir bilmezdim (...) Bize “İlmihal”den
başka din dersi okutmadılar. Dini sevdirecek, dine bağlılık uyandıracak hiçbir söz de
söylemediler” diye yazan250, Çorlu’nun insanları adlı yazısında ise, “[e]zan sesinin
hüzünlü nağmeleri beni fena halde üzer. Ben, ruhaniyetten hoşlanmam. Camilerde,
kiliselerde görülen o ağır, hüzünlü hâl bana mezar kokar. (...) Dinî her şey, her
okuyuş, (...) bana ağır bir ümitsizlik ve yeis getirir. Yaşım ilerledikçe bu ikrah bende
artıyor. En korkuncu da sabah ezanıdır. Ben, uyanık bulunur sabah ezanı duyarım
diye içimde bir korku, titrediğimi bilirim. Ruhani edası olan musikiden de nefret
ederim. (...) [B]u din kitapları, bu semavi kitaplar (...) baştanbaşa gam ve hüzündür”
diye yazan Esendal (2003a: 198, 200; 1999a: 94-5), eserlerinde dine ve dinin toplum
içindeki yarattığı kurallara da değinmiştir.
“Çolak” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’nın aracılığı ile; “[b]irtakımı da halkı dinci
gösterip bundan faydalanmak ister” diyen, din adamları hakkında “hayatlarını
safdiller ile günahkârlara medyûn [borçlu] olan ruhanîlerden nefret ettim. Onlar
ahret tacirleridir. Edyân [dinler] onları istememiş; fakat beşer, günahkâr ve korkak
oldukça, ahret namına kabil-i temas bir muhatap aramış ve bu sınıfı icat etmiştir”
249 “Sanat faaliyetlerinin artması (...) huzur ister. (...) Memleketimizin başından hele şu Rus belâsı bir
kalksın, bakın o zaman bu toprak neler verecek” (Özçelik, 1951: 16). 250 Yukarıda da belirtildiği gibi, Mustafa Kemal, SCF’nin kapatılmasından (17 Kasım 1930) sonra
büyük yurt gezisine çıkmış ve resmi yetkililerin dışında yanına iki danışman (Esendal ve Ahmet
Hamdi Başar) almıştı. Başar (1945: 51), bu büyük yurt gezisinde sırasında kendisine nazaran İslam’a
daha yakın tanıdığı Esendal’ın bile laiklik konusunu açmadığını, mürteci, dindar gözükmemek için
herkes gibi Esendal’ın da elinden geleni yaptığını belirtmiştir.
104
diye yazan251 Esendal (1997b: 90; 1983: 137), 4 Ocak 1937 tarihli mektubunda
mezheplere ve hatta bu mezheplerin nasıl ortaya çıktığına dahi değinmiştir252.
Eserlerinde, yobaz bir babanın kızına bilinçsiz bir biçimde Kur’an öğretmeye
çalışması253 (Seni Kahve Paklar), kadın kahramanın, kızının sürekli hasta olmasını
kocası ile arasında dini nikâhın olmamasına bağlaması254 (Sofu Adamın Kızı), dinin
şahsi menfaatler doğrultusunda kullanılması255 (Bizim Nesibe), din adamı olma
yolunun dini bir eğitimden değil de, türbeden, sarıktan, cübbeden ve yatırdan
geçmesi256 (Bir Mübahase, Cami Duvarı Kenarında), başarısız bir çocuk için zihni
açılsın diye muska yazdırılmak istenmesi257 (Seni Kahve Paklar), çok ağlayan bir
çocuğun doktora değil de, hocaya götürülmesi258 (Ayaşlı ile Kiracıları) gibi çok
çeşitli bir biçimde dine ve din adamlarına değinen259 Esendal (2003b: 70), bu tür
insanların dinciliklerinin kendisini dinden uzaklaştırdığını dile getirmiştir.
251 Aynı düşünceleri başka bir yerde şu cümlelerle ifade etmiştir: “Yeryüzünde bütün dinlerin
başlangıcında bu hoca, molla sınıfı yoktur. Adamoğlu bunu sonradan başına çıkarıyor. Hoca çıkıyor,
adamoğlunun başına bela oluyor değil. Bunu, adamoğlunun duyguları, istekleri ortaya çıkarıyor”
(Esendal, 1999a: 138). 252 “Bu oyunlar ilkin Ömer düşmanlığı, Ali dostluğu ile başlar” (Esendal, 2003d: 164). 253 “Kuran okutacağım diye,çocuğu dövüp duruyor” (Esendal, 2001b: 173). 254 “Kadının küçük kızı çocukluğundan beri hastalıklıdır. Kadın inanıyor ki, bu kızı doğurduğu
yıllarda kocasıyla nikâhları yoktu. (...) Yeryüzünde kız ne çekiyor ise, her ne çekecek ise hepsi bu
nikâhsızlığın uğursuzluğudur” (Esendal, 1993: 179). 255 “Onu tanıyanlar (...) eve gelip veriyorlar. Anasından eli vardır: Baş ağrısına, göz ağrısına,
sıkıntıya okur. Bu ayıp mı?” (Esendal, 1997a: 20). 256 “Bir türbe, bir yeşil sarık, arkasına bir cübbe geçirmekle kendi kafilelerine kolayca iltihak etmiş”
(Esendal, 1983: 17). “[N]ereden düşündü ise, “Rüyamda gördüm,” diye kendi evinin bahçesinde
kerpiçten tuğladan bir sin, bir mezar düzeltip burada “Sultan Baba” adında bir yatır olduğunu
söylemeye başladı” (Esendal, 1999c: 161 ). 257 “Hoca Hüseyin Efendiden bir muska al” (Esendal, 2001b: 174). 258 “Çocuğa bakan hizmetçi kadın onu götürmüş bir hocaya okutmuş, tespihten geçirmiş” (Esendal,
2005b: 51). 259 Esendal, bu konuda sadece “olumsuz” örnekler vermemiş “[i]çlerinden biri de ince, hazin, nalekâr
bir sesle yavaş yavaş Kuran okuyordu” örneğinde görüldüğü gibi “olumlu” örnekler de vermiştir.
105
Eserlerinde ahlak ve ahlakın toplum içindeki yarattığı kurallara da değinen260
Esendal’a göre (2003d: 28), “[a]hlakın bir adamdan diğerine tabii bir hastalık geçer
gibi sirayet ettiğinde şüphe yoktur.”
Ahlakın iyisinin de, kötüsünün de bulaştığını belirttikten sonra kendi kendine
‘fena ahlak nedir, fena ahlaklı kime derler’ diye soran Esendal, bu soruları şöyle
cevaplandırır: “Fena ahlaklı diye, bir suretle yanında bulunan arkadaşlara ve içinde
bulunduğu muhite zarar ve rahatsızlık veren adama derler. Fena ahlak, içinde
yaşadığı insanların rahatını bozacak surette düşünmek ve hareket etmektir” (2003d:
28).
“Bayan Nermin” adlı hikâyede, Nermin’in aracılığı ile, “[b]en, çocuk gibi
saf, iyi yürekli, doğru, işini benden çok seven, yorulan, (...) bir mühendise varmak
istedim. Bu, adi hırsızın biri. Buna inek gibi bir kadın ister ki ne memleketi olsun ne
hırsızlığa aldırsın, ne yediği paranın hangi emekle kazanıldığını düşünsün, bunun
ekmeğini yesin, giydirdiğini giysin, “hırsız karısıdır” deseler aldırmasın. (...) Ben,
kocamın haşarı olmasına aldırmam, (...) Yeter ki koca olacak adamın bir ahlakı
olsun, karısı olduğunu bilsin, memleketi olsun, kafasında bir takım ölçüleri
bulunsun!” diyen Esendal’a göre (1993: 21; 2003d: 26), borçlanmak kadar dünyada
insan ahlakını bozan başka bir şey yoktur.
İnsanların şuurlu veya şuuruz çektikleri işkence ve üzüntüleri susturmak ve
uyutmak için rakı, tütün gibi şeyler içtiğini belirten Esendal’a göre (2003d: 82), bu
gibi şeyler bugünkü yaşayıştaki vicdan tenkidini öldürmek için içilen şeylerdir.
Esendal’ın değer verdiği insanların “şahsiyet” sahibi insanlar olduğunu, onun
için şahsiyet demek gönülden adam olmak demek olduğunu, bundan dolayı şahsiyet
sahibi insanlar için “bir adam” dediğini ve onun her işte “bir adam” aradığını belirten
Tecer’e göre (1952: 22), onun felsefesinde gönül, her işte insanın insan ölçüsünde
260 Örneğin, “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda, ailedeki çözülmenin başını alıp gittiğine, resmî
veya dinî nikâhın maddî ve manevî bağlayıcılığının kalmadığına ve metres hayatının veya yasak
ilişkinin neredeyse tabii addedilir olduğuna değinilmiştir (Çetişli, 1990: 46).
106
kalması; şahsiyet ise, insanın kabiliyetlerinin insan ölçüsünde ahenkli bir şekilde
gelişmiş olmasıdır. Esendal’ın felsefesinin özünün bu olduğunu ve bu anlayışta derin
bir ahlaklılık sezmemenin mümkün olmadığını belirten Tecer (1952: 22), Esendal’ın
eskilerin “hikmet”ini yeniden ele aldığını ve Esendal’ın aile, cemiyet ve devlet
hakkındaki telakkileri hep bu kaynaktan doğduğunu dile getirir.
Rus yazar ve düşünür Tolstoy’un ahlak ve adalet anlayışı üzerine de görüş
beyan eden Esendal’a göre (2003d: 80), “yalnız bir neslin okuyup geçtiği
yazıcılardan” biri olmayan Tolstoy’un “vardığı mertebeye Arap-İslam dilinde
“âlemlere rahmet olmak” mertebesi derler ki oraya, yeryüzünde sayılı insan
çıkabilmiş”tir.
Dinleri “menfi dinler” ve “müsbet dinler” olarak ikiye ayıran ve “menfi
dinler”e inananların yeryüzünde sürüp giden haksızlıkları kaldırarak insanları
rahatlatmak istediğini ifade eden Esendal’a göre (2003d: 81), “muktedir ve güçlü ol,
elinden geleni yap” diyen “müsbet dinler”e inananların ise, “[e]ğer bunlar kötülük
ise insan bunları tabiatın dışında bir yerden bulup getirmedi ya! Bu yaşayışı insana
veren tabiattır ve bunda hiçbir kötülük yoktur. (...) Kim kuvvetli, bileği sağlam ise
hak onundur” diye düşündüklerini dile getirir.
Tolstoy’un “menfi dinler zümresinden Hıristiyanlık felsefesine benzer bir
felsefesi olan bir din sahibi” olduğunu -“Burada sözü edilen Hıristiyanlık, İsa’nın
getirmek istediği eski Hıristiyanlıktır ki Suriye’de, Roma yumruğu altındaki
Yahudiler arasında doğmuş ve Roma’da esirler arasında genişlemiş, sonra Roma
zenginleri arasında yayılınca, Roma’da yerleşmiş olan hukuk sistemine girerek
müsbet dinlerden ol”an Hıristiyanlık’tır.- belirten Esendal’a göre (2003d: 80-1),
Tolstoy, “kendi dinini şöyle hülasa” etmektedir: “[S]ize yapıldığını istemediğiniz
şeyleri başkalarına yapmayınız.”
Tolstoy’un bu kısa sözlerinin yeryüzünde uygulamaya çalışıldığında ne
hükümetlerin ne orduların ne de bugünkü ailenin kalacağını, çünkü filan devlet falan
devlete balta olacağı gün ‘bunu bana yaptıklarını istemem, öyle ise ben de
107
başkalarına yapmamalıyım’ diye düşüneceğini belirten Esendal’a göre (2003d: 81),
“[b]ugünkü bütün insanlık, bütün kanunlar ve hükümetler “kendime yapıldığını
istemediğim şeyleri başkasına yapmak” temeli üzerine kurulmuştur.”
Kendi ifadesiyle bir “menfi din” taraftarı olan Esendal’ın asıl ve belki de tek
amacının yeryüzünde sürüp giden haksızlıkların ortadan kaldırılması ve insanların
daha doğrusu tüm canlıların huzur içinde yaşamalarının sağlanması olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.
I) Ekonomi (Emek / Üretim)
Oğluna yazdığı 9 Kasım 1934 tarihli mektupta, “bizim bir zaman[lar]
“mesleki temsil” d[i]ye anlatmak istediğimiz iktisadi devlet sistemi o kadar yeni
şey[di] ki belki bu[nu] gelecek nesil (...) tatbik edebilecek[tir]” diye yazan Esendal
(2003d: 483), “mesleki temsilcilik” düşüncesinin her şeyden önce iktisadi yönünün
olduğunu göstermiştir.
20 Kasım 1942 tarihinde oğluna yazdığı mektupta; “İngiltere’de Adam
[Smith]’in (...) koyduğu serbest ticaret ve serbest sanayi ölçüsüz ve hesapsız
büyütüldü. (...) Alıcı da alma gücü kalmadı. Yeryüzünün hammaddesi de az gelmeğe
başladı. Bunun için idi ki 1918’den sonra Amerika’da otuz milyon, Almanya’da
dokuz milyon, İngiltere’de on milyon işsiz adam görüldü. (...) Bu işsizliğin gene
savaşlar doğuracağını kestirmek de bizler için güç bir şey değildir” diye yazan
Esendal’a göre (2003d: 550-1), bu savaşlardan ve bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu,
bu sanayi mallarına alıcı bulmaktır. Alıcı bulmak için de iki şeyin yapılması
gerektiğini belirten Esendal’a göre (2003d: 550-1), bunlardan “[b]irincisi
uğraşılmalıdır ki alıcı zengin olsun. İkincisi de satılan şeye alıcının ihtiyacı olsun.
Yazı yazmayı bilmeyen bir kimse kalem satın almaz. Demek oluyor ki sanayii
olmayan sömürgeler ve yarı sömürgeler halkını medenileştirmek gerekir. Bunu
yapmak için (...) [f]abrikaları azaltmalı, kimin nereye mal satacağını belli etmeli,
işçiye toprak vermeli[dir].”
108
Avrupalıların bütün bunları yapmasının mümkün olmadığı dolayısıyla
savaşların da kaçınılmaz olduğunu dile getiren Esendal’a göre (2003d: 551),
“Avrupa’ya yaşayışı değiştirecek, sadeleştirecek, ucuzlatacak yeni bir yaşayış görüşü
ister. (...) [B]u Avrupa medeniyeti, insanlığa ne getirdi? Bu Avrupa’nın getirdiği
yalnız kalın ve ağır sanayidir. Bu ağır sanayi yok iken insanlık gene yaşıyordu.
Bugün olduğundan daha da rahatsız değildi. Uçak yapıldı, denizaltı yapıldı insanlık
daha çok mu rahat etti? Kalın endüstrinin insanlığa getirdiği tek nesne “söz galip
olanın!” nazariyesidir. Bunu da insanlık çok önceden biliyordu.”
Savaşabilmek için kalın endüstrinin gittikçe kalınlaştırıldığını belirten
Esendal’a göre (2003d: 550, 339), “yarın bu savaşlar bitince insanların barışa
kavuşmuş olacaklarına ve bu barışın sürekli olacağına inanmak da doğru değildir.
Dünya iç ve dış pazarları, dünya sanayiini doyurabilecek zenginlikte değildir. Sanayi
küçük ve sömürgeler zengin iken elde edilmiş olan muvazene bugün yoktur.”
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, Esendal, Smith ile başlayan
modern ekonomiyi kıyasıya eleştirmiştir261. Çam (1977: 360), Esendal’ın ekonomik
görüşünün tutucu olduğunu ve onun bir el tezgâhçısı savunucusu olduğunu
belirtirken Özkırımlı (2004: 496) ise, Esendal’ın ekonomik görüşünün el sanatları ile
küçük esnafa dayalı, toprağın küçük birimler halinde işlenmesini öngördüğünü dile
getirmiştir. “İhtiyar Çilingir” adlı hikâyeden aldığımız aşağıdaki alıntı bizi daha
anlaşılır kılacaktır:
“[E]ski binalarda gördüğümüz o müzeyyen [süslenmiş] edevat, böyle
dükkânlarda, bu nezaketle, bu ihtimamla, bu kanaat ve feragatla işlenir, yapılırdı.
Sanata böyle bir merbutiyyet-i dindarâne [dindarca bağlılık] vardı. Her şeyi inkâr
eden küfür devresi gelmemiş olsaydı, şüphesiz bu güzel şeyler sönüp gitmeyecekti.
Lanet olsun o zamana ki, bütün mukaddesatı inkâr ettirmiş, kanaatleri öldürmüş,
huzur ve rahatı söndürmüş, demiri kaldırmış, yerine tenekeyi doldurmuştur.
261 Esendal, “[b]iz kendi toplarımızı kendimiz yapmağa başladığımız gün (...)” (2003d: 211), “[s]en,
Türkiye’nin ağır çaplı ağır topları kendi yapabildiği günü bekle!” (2003d: 489) gibi örneklerde de
görüldüğü gibi, kimi zaman bu eleştirilere ters (kendi ifadesiyle kalın endüstriyi gittikçe
kalınlaştıracak) yaklaşımlar içerisinde de olmuştur.
109
Ben oradayken, gençten bir adam geldi. Elinde bir değnek vardı. Demirciye
uzattı. Bu değneğin ucuna beş-on halka geçirilecek. (...)
Demirci (...) duvardan üç-beş halka aldı, sanatına vakıf bir adam sükûnetiyle
değneğe taktı. Lakin genç adam, usul hilafına değneğin yan tarafına bir halka daha
taktırmak istiyordu. (...) Çilingir, “Olmaz,” dedi, “bunun usulü böyledir.”
Delikanlı usulü bozmakta ısrar ediyordu.
- Canım sen tak. Nene lazım...
- Takılmaz evladım... Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim.
- Canım, parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karışma!
İhtiyar, belki ısrar etmeyip takacaktı, ancak “parasıyla” sözüne fena halde
içerledi, daha ziyade bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski
taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra;
- Biz para âşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır, dedi.
Düşündüm kaldım. Para için işlemediğini iddia eden bu fakir ihtiyar, şüphesiz,
sanatının âşığıydı. (...) Onun nazarında filan şey filan şekilde yapılır, başka türlüsü
sanata saygısızlık olurdu. Bunu yıllarca, belki asırlarca ustalar böyle yapmışlar; (...)
Dükkânlarını hâlıka [yaratıcıya] ibadet eder gibi açıp kapamışlardı. Sanat, onlara
bahşolunmuş bir kerametti” (Esendal, 2003a: 57-9).
“Ev Ona Yakıştı” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanı emekli Binbaşı Ali
Köse’nin aracılığı ile, “[b]ak, dedi, biz girdiğimiz gün nasıldı, şimdi çıkarken nasıl!..
Emeğine acıma. Görenler, “Burada adamlar oturmuşlar” demelidirler. Hadi çekici
al da perdeleri sök. Usulca çıkar ki duvarlar bozulmasın” diyen, “Falanca Bey” adlı
hikâyede ise, ‘anlatıcı’nın aracılığı ile, “[b]u beylerin hepsi, yurdumuzun ağır
hizmetlerinden birini üstlerine almış adamlar. Aralarında mühendisler var, doktorlar
var, iktisat profesörleri var. Çalışıyorlar. Bereket versin ki gençlikleri var; iş
görmeye, yurda hizmetler etmeye, adlarını andırmaya istekleri var. Yoksa çektikleri
ağır sıkıntı, gördükleri ağır hizmetler, para ile çekilir şeyler değildir. Sabahleyin
110
hepsi bir daireye kapanır, büyük kararlar verip büyük işleri bitirmeye kendilerini
ödevli, borçlu bilirler. İşler biter gibi değildir” diyen Esendal (2001b: 186-7; 1999c:
92), görüldüğü gibi eserlerinde emek veya üretim ile emeğiyle geçinen kişilere de
değinmiştir262. “[Y]enilikleri onlar yapıyorlar da biz niçin yapamıyoruz?” diye soran,
“ilerlemek için emek ve düşüncelerin toplanması gerekti”ğini düşünen Esendal
(2003d: 528; aktaran Uyguner, 1991: 50; 2001a: 264), insanoğluna düşen başlıca
ödevin toplumun iyiliğine çalışmak olduğunu dile getirir263.
Eserlerinde “[b]ir şeyler üreten[lerle], iyi bir hayatı çalışarak kuranlarla
üretmeden tüketenler[i] karşı karşıya” sunan (Çelik, 2005: 4), tüketim ve israf
karşıtı mistik bir yaklaşımla kanaatkârlığı ve sadeliği savunan Esendal,
modernleşmenin tüketimle özdeşleştirilmesine ve ilerlemenin “lüks tüketim”
ölçütüyle değerlendirilmesine karşı çıkar264, üretmeden tüketmeye tepki gösterir265
(Çınar, 2007: 195).
262 O kadar ki, Esendal’a göre (2001a: 168-9), “[a]damoğlu için spor, iş sporudur. (...) Ev işleri,
toprak işleri değerli sporlardır. (...) İş sporları yapanlar ne kadar sağlam olurlarsa, moda sporlar
yapanlar da o kadar çürük olur.” 263 Çelik’e göre (1999: 1; 2005: 6), çalışma odaklı, korporatif bir toplumsal yaşam biçimini savunan
Esendal’ın çalışma tutku ve savunusu, kalkınma ideolojisinin yaydığı, Paul Lafargue’un “Tembellik
Hakkı” adlı kitabında karşı çıktığı, insanı robotlaştıran, emeğe yabancılaşan bir çalışma değil,
alaveresiz herkesin çalıştığı, doğal yaşama dönük, tarımsal üretimden yana bir çalışma tutku ve
savunusudur. 264 “Ben uçmaktan o kadar hoşlanmıyorum. Şunun için ki (...) yeryüzünü küçültüyor. Bu
demiryollarından da hoşlanmıyorum. Bunlar da bizim genişliklerimizi, geniş ovalarımızı elimizden
alıyor. (...) Düşün Ankara’ya at üstünde kervan ile gitmenin sevincini. Her gece yorgun bir hana
ineceksin. Her gece başka adamlar, yolcular, köylüler, hancılar göreceksin. (...) Uçaklar ileri gittikçe
yeryüzü, içinden çıkamadığımız daracık bir kafes olup kalacak” (Esendal, 2001a: 133) ifadelerinden
de anlaşılacağı üzere, aşırı ve lüks tüketim kadar teknolojik gelişmenin sağladığı konforun ve hızın
kaçınılmaz olarak yabancılaşmaya neden olduğunu belirten Esendal’a göre, teknolojik gelişme
insanlığı adeta bir “demir kafes”e tıkacaktır (Çınar, 2007: 196). 265 “Bizimkilerde “ileri gidiyoruz,” deye bir sevinç var. “İleri gitmek nedir?” deye sorsan diyecekler
ki: “İşte, kübik evler yapılmıyor mu?”, “İşte, bizde de plajlar yok mu?” (Esendal, 2001b: 213)
örneğinde görüldüğü gibi. Yukarıda da belirtildiği gibi, Sombart (1998: 224) ise, daha da ileriye
giderek, lüks tüketiminin kültürel kodları ve ekonomik yapıyı değiştirdiğini kendi ifadesiyle, “gayri
meşru aşkın meşru çocuğu olan lüks[ün], (...) kapitalizmi var et”tiğini iddia etmiştir.
111
“Bir Aile Hayatı Üzerine Etüt” adlı hikâyede, “Yerli Malları Koruma
Derneği”nden ve yerli malı kullanılmasından bahseden, “Turan Hanım” adlı
hikâyede, Turan Hanım aracılığı ile “[s]iz, yerli mallar giyilmesine taraftar değil
misiniz? Avrupa terakki etti ise, nasıl etti?” ve 28 Mart 1937 tarihinde oğluna yazdığı
mektupta ise, “[o]tomobile bindiğim [zaman] “başkaları yapıyor, biz ancak
biniyoruz” diye otomobil kıçımı yakar oldu” diyen Esendal (1988: 140; 2005a: 204;
2003d: 212) yerli üretimden yanadır.
Oğluna yazdığı 14 Haziran 1934 tarihli mektupta, “[e]n büyük saadet sağ
olup kendine iş bulabilmektedir” diye yazan, Kızına yazdığı 12 Haziran 1940 tarihli
mektupta ise, “[t]asa, kaygu ve işkencenin büyüğü (...) işsizliktedir” ifadelerini
kullanan, “Haşmet Gülkokan” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanı Haşmet
Gülkokan’ın aracılığı ile, “Fatma Hala, paraları hazırla! Kaput bezini alacağım,
kâğıdını getirdiler. Perşembeye hazır” diyen, “Bay Özarıer” adlı hikâyede ise,
hikâyenin kahramanlarından biri olan Mesrure’nin aracılığı ile, “[g]eçen sefer de
herkes pamuklu aldı, biz alamadık” diyen Esendal (2003d: 463; 2001a: 273; 2004:
90; 2003a: 211)’ın işlediği konulardan biri de üretimdeki bunalımdır (Dursun K.,
1983: 49).
“Mesleki temsilcilik” düşüncesine sahip olmanın doğal bir sonucu olarak
eserlerinde emek veya üretim ile emeğiyle geçinen kişilere değinmekle266
yetinmeyen Esendal, çalışan insanların (üretime katkısı olan toplulukların)
yönetimde söz sahibi olmaları için, Taner’in ifadesiyle (1983: 2), “emekleri ile yurdu
266 “[Esendal]’ın hikâyeleri, onun toplum ve siyaset alanındaki görüşleriyle ilgilidir; denebilir ki,
hemen hepsi o görüşlerin üzerine oturtulmuştur” (Kudret, 1967: 342). “Siyaset hayatında, kafasındaki
hayal ülkeyi (ütopya’yı) gerçekleştirememişse de, yazılarında hep o ülkenin insanlarını, emekleriyle
yurdu kuran, koruyan ve yaşatan küçük insanları ele almış[tır]” (Kudret, 1967: 343-4) gibi ifadelerde
görüldüğü gibi. Kudret de, Esendal’ın hep çalışan “küçük insanlar”ı konu edinmesinde, yoksul
kesimlere yönelmesinde ve bürokrasiyi eleştirmesinde daha İTC içinde edindiği siyasi görüşünün
(“mesleki temsilcilik” düşüncesinin) etkin olduğunu vurgulamaktadır.
112
kuran, koruyan ve yaşatan küçük insanların ülkenin yazgısında” rol oynamaları için
çalışmıştır267.
Esendal’ın hikâyelerinde en fazla anlattığı kişilerin yurdu ayakta tuttuğuna
inandığı esnaf zümreleri ile rüşvetçi, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen,
yükselme hırsı içinde, kişiliklerini yitirmiş memurlar olduğuna dikkat çeken268
Turinay’a göre (1996: 92-3), bu hikâyelerde esnaf zümrelerinin, alnının terini yiyen
bu insanların gösterişsiz yaşayışları, iç huzurları imrenilerek anlatılır.
“İki Kadın” adlı hikâyede, mutluğu, işinin eri olmayan, sabahlara dek kumar
oynayan bir mühendisten boşanarak bir ustabaşıyla evlenmede bulan Behin’in
aracılığı ile;
“[b]en bir mühendisin, canlı bir adamın karısı olmak istedim. Yüzü güneşte
yanmış olsun. Eve yorgun argın gelsin, bir iş yapmış olduğuna inansın. Yemek
istesin. Yaramaz çocuklar gibi gürültü etsin. Evde, bir iş odası olsun, orada resim
çizerken ıslık çalsın. Ayağına iri kunduralar giysin. Baş açık, ceketsiz sokağa çıksın.
Bir işler görsün, adı duyulsun. Bu yurdu, bu yerleri, bu ağaçları, bu sokakları, bu
insanları benimsesin. Sokakta giderken genç kadınların, kızların gözlerinin ona
kaydığını göreyim. Bir utanması olsun, yüreği temiz adam olsun. Benden çok da
işlerini düşünsün” (Esendal, 2001b: 114)
diyen Esendal, çalışmanın, iş yapmanın, memlekete faydalı olmanın, alın terini
yemenin ve bunlarla mutlu olabilmenin önemini vurgulamıştır. “Bayan Nermin”
adlı hikâyede ise, mutluğu, rüşvet yiyen, yolsuzluk yapan, bazı şirketleri haraca
267 Örneğin, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İTC’ye hâkim olan Esendal ve arkadaşları (“mesleki
temsilciler”), zamanında kurdukları esnaf odalarına dayanarak “mesleki temsil esası” üzerinden
İTC’yi yeniden organize etmeye çalışmışlar ve mütareke yıllarında her türlü baskıdan uzak olarak
yapılan İstanbul seçimlerinde Esendal’ın yeni teşkilatı sayesinde bir işçi, Zeytinburnu fabrikasında
Usta Numan Sabit, İstanbul mebusu seçilmiştir (Nesimi, 1952: 87-8). 268 Özkırımlı (2004: 496) ise, Esendal’ın hikâyelerinde, “[e]l sanatları ile küçük esnafa dayalı,
toprağın küçük birimler halinde işlenmesini öngören ekonomi görüşü[nün] sonucu olarak (...)
‘emekleriyle yurdu kuran, koruyan ve yaşatan küçük insanları’ ele al”dığını belirtir.
113
bağlayan, geç saatlere kadar oyun oynayan Dip. İn. Kadri Erdesin’den boşanarak bir
makine mühendisi ile evlenmede bulan269 Nermin’in aracılığı ile;
“[b]en, çocuk gibi saf, iyi yürekli, doğru, işini benden çok seven, yorulan,
akşam yorgun eve gelip yemek isteyen, boş günlerinde yanımda oturup kitabını
okuyan bir mühendise varmak istedim. Bu, adi hırsızın biri. Buna inek gibi bir kadın
ister ki ne memleketi olsun ne hırsızlığa aldırsın, ne yediği paranın hangi emekle
kazanıldığını düşünsün, bunun ekmeğini yesin, giydirdiğini giysin, “hırsız karısıdır”
derlerse aldırmasın” (Esendal, 1993: 21)
diyen Esendal, yine aynı şekilde, çalışmanın, iş yapmanın, memlekete faydalı
olmanın, alın terini yemenin ve bunlarla mutlu olabilmenin önemini vurgulamıştır.
“Vassaf Bey” adlı romanda, romanın kahramanlarından biri olan Perihan aracılığı
ile, “[b]en onun maden mühendisi olmasını istiyorum. (...) Ben her işten para
çıkaran bezirgân, becerikli adamlardan hoşlanmam” diyen Esendal (1999b: 185),
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda, çalışmadan veya hak etmeden para
kazanılmasını, “Miras” adlı romanda270 ise, çalışmamayı ve böylece toplum için bir
“asalak” olmayı271 eleştirmiştir. “Kızımız” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’nın ağzından
üretime katkıda bulunmayanları (asalak bir şekilde yaşayanları) zavallılar olarak
nitelendiren ve “[n]e biliyorlar, yahut ortaya ne iş koyuyorlar? (...) [P]iyano, keman
çalan, yahut resim yapan var mı? Yahut ne bileyim, örme bilen, işleme bilen, iyi dikiş
diken, elinden bir iş gelen var mı?” diye sorup bütün bu soruların cevabının olumsuz
olduğunu bildiğini söyleyen Esendal (2004: 142), bu gibi kimselerin sözlerinin hiçbir
değerinin olamayacağını belirtir.
269 “Bir buçuk yıl sonra da Nermin, bir makine mühendisine vardı. Sırtına tulum giyen, kendi kendine
bir şeyler yapmaya çalıştığı günler eve kir içinde, yağ içinde gelen, evdeki iş odasında ıslık çalıp
resim çizmeye çalışan bir mühendis” (Esendal, 1993: 22). 270 Esendal’ın “Miras” adlı romanında olay örgüsünün kurulduğu üç temel “çatışma”dan biri de
ekonomik çıkar çatışmalarıdır. Sözkonusu romanın adının bile bu durumun açık bir göstergesi olması
bir yana, romana konu olan ailenin çözülüp dağılışının ekonomik çıkar çatışmasına bağlanması da bu
durumun başka bir göstergesidir (Çetişli, 2004: 141). 271 “Şimdiye kadar hazır yiyor” (Esendal, 2003c: 196). “Asım mustaripti. Hazır yiyici olmaktan
kurtulamamıştı” (Esendal, 2003c: 199) gibi örneklerde görüldüğü gibi.
114
Kendisi bir memur olmasına rağmen çocuklarının değerli birer sanat
öğrenmelerini ve cemiyetin sırtına ne kadar elden gelirse o kadar az parazit
olmalarını isteyen ve oğluna yazdığı 9 Mart 1934 tarihli mektupta, “[s]en mümtaz
sınıfa (...) girmek varken onu bıraktın, gittin mümtaz olmayan istihsal sınıflarından
birine girdin” diye yazan Esendal (2003d: 124, 451), bunun “parazit bir hayattan
istihsali bir hizmete geçiş” olduğunu dile getirmiştir.
Devletçiliği birtakım ticaret ve sanat işlerini hükümetin yapması olarak
tanımlayan, devletçilikten hoşlanmadığını ve devlet eli ile iktisadi hayata
müdahaleden çok çekindiğini belirten272, ancak ‘Ben Fethi Bey’in liberalizminden de
anlamam, devlet de bir şeylere karışacak, neye, nasıl karışacak ben onu bilmem’
diyen273 Esendal (2003d: 187; Başar, 1945: 57; 1993: 84), “İsmail Sabih Beyin
Gazetesi” adlı hikâyede, Sadi Bey aracılığı ile “[m]emleketimiz bir ziraat memleketi
olup her kabza-i hâki altın olduğunu unutmamalı ve ahalimiz de her şeyi hükümetten
beklemeyerek kendileri teşebbüs-i şahsi ile kendilerine birer faaliyet sahnesi
açmalıdır” ifadelerini kullanarak sanki bir ‘karma ekonomi modeli’nden bahseder
gibidir274.
272 “[T]ütün ve içki inhisarlarından devletin para çıkarmağa çalışması da pek doğru olmasa gerektir.
(...) [B]u gibi işlere (...) hükümetlerin el atmalarının ne dereceye kadar doğru olacağının
düşünülmesini doğru bulurum” (Esendal, 2001a: 233) örneğinde görüldüğü gibi. 273 Başar’a göre (1945: 57-8), Esendal’ın devleti kurmak hususunda bağlandığı ‘mesleki temsil
esası’na göre, her meslek erbabı, kendi aralarında birleşecek, bu birleşmeden doğacak kuvvet de
birleşecek ve böylece devlet iktidarı meydana gelmiş olacaktı. Parlamentonun da böyle kurulması ile
devlet ve millet ayrılığı ortadan kalkmış olacaktı. Böyle bir parlamentonun oluşmasından sonra
parlamento toplanır, devletçiliğe mi karar verir, fertçiliğe mi karar verir o parlamentonun bileceği iş
idi. 274 Kızına yazdığı 24 Ekim 1938 tarihli mektupta ise, “[m]emleketimizde eyi işler, (...) olmaktadır. (...)
[E]n iyi tarafı, bir de zengin ordusu yetişmemesidir. Zenginler parayı toplar, birtakım adamlar da
onlara köle olarak çalışırlar. Bizde para devletin, bütün büyük işler devletin!.. Bu yepyeni bir devlet
tipidir” diye yazan Esendal (2001a: 213-4; 2003d: 284-5), oğluna yazdığı 27 Ekim 1938 tarihli
mektupta ise, ülkemizde kapitalistin (özel sektörün) kaldırılmakta, bütün işlerin devletleştirilmekte,
ülkemizin bir işçi ülkesi olmakta ve gürültüsüz, patırtısız temiz bir sosyalist ülke kurulmakta
olduğunu yazmaktadır.
115
Çok yerde hükümetlerin mali ve ticari grupların elinde olduğunu, çeşitli
meslek ve menfaat gruplarının hükümetlere yön verdiğini, bizde de hükümetin
memur sınıfının elinde olduğunu, hükümete bu sınıfın yön verdiğini ve kazanan
sınıfların (çalışanların) menfaatleri ile alakadar olmadığını dile getiren Esendal’ın
(2004: 175), anti-kapitalist görüşlerinin, korporatif yaklaşımlarının ve meslek
teşekkülleri oluşturma çabalarının bazı çevrelerde onun “sosyalist” olarak
algılanmasına yol açtığını belirten275 Çınar’a göre (2007: 192), Esendal’ın keskin
anti-kapitalist söylemi ve bölüşüm ilişkilerinde toplumsal yapılanmanın alt
tabakalarında yer alan insanların sıkıntılarını sorunsallaştırması onun toplumcu
yönlerini öne çıkarmakla birlikte, üretim ilişkilerinden kopuk idealleri Esendal’ı
ütopik bir konuma itmektedir. Esendal’ın üretimden ziyade bölüşüm açısından
toplumcu bir bakış açısına sahip olduğunu vurgulayan Çınar’a göre (2007: 192-3),
oğluna yazdığı 7 Aralık 1943 tarihli mektupta, “[b]ugünün garp medeniyeti ki ağır
sanayi ve onun doğurduğu kalabalık şehirler ve o şehirlerde yaşanan fikir hayatı ve
onun hastalıklarıdır, rekabetten başka dümeni olmayan bir mücadele ekonomisinden
doğmuştur. Bu rekabet, sanayii ölçüsüz ve hesapsız büyütmüş, alıcı az ve yoksul
kalmış, böylece mücadele sistemi iflas etmiştir. Bunun çaresi sanayii küçültüp alıcı
ile muvazeneye getirmektir. İş bir muvazeneye göre yapılır, herkes ne yapacağını
bilir, ne kadar yapacağını, nereye ve kaça yapacağını bilirse, herkes rahatlayacak,
yiyecek ekmek bulacak ve bu kargaşalık ortadan kalkmış olacaktır” (2003d: 326-7)
ifadelerini kullanan Esendal, kapitalist piyasa yapısının belirsizliğinden ve rekabetin
acımasızlığından ürkerek, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin belli kurallara bağlandığı,
dayanışmacı ve daha eşitlikçi basit bir ekonomik yapı önermektedir.
275 Örneğin, Esendal’ın “Meslek” mecmuasını çıkararak yarı sosyalist fikirleri aşılamakla uğraştığını
belirten Ağaoğlu’na göre (1969: 114; 1965: 47), Esendal, “yarı mistik, yarı derviş, bir yüzü feylesof,
bir yüzü sosyalist, ruhu tam şarklı bir insandı.” Oğlu Ahmet Esendal’a göre ise, Esendal, sosyalist
biri olan ve memlekette de sosyalist bir yaşantı kurulmasını isteyen ancak sola da kesin bir meyil
göstermeyen biriydi (Çetişli, 1999: 56). Barlas (2008: 1) ise, Esendal’ı, “siyasi görüş itibariyle
kooperatifçi bir sosyalist” olarak niteler. Esendal’ın toplumsal ve ekonomik düzen tahayyülünün
sanayi ve teknolojinin getirdiği yeni oluşum ve biçimleri yadsıyarak kapitalizm öncesi toplum
örgütlenmeleri olan lonca sistemini ve ahilik kurumlarını yeniden ihdas etme arzusunu güttüğünü
belirten Çınar’a göre (2007: 193), bu anakronik yaklaşımın sosyalizmin modernlik tahayyülleriyle
çeliştiği açıktır.
III. Bölüm:
Esendal’ın Siyasal Görüşleri
Burada, Esendal’ın aydın, bürokrasi, devlet, halkçılık, Türkçülük ve Batı
Sorunu hakkında neler düşündüğüne, muhafazakârlığına ve “Anadoluculuk”
düşüncesi ile olan ilişkisine, çok partili siyasi hayata geçişteki rolüne ve “amudî
medeniyet” / “ufkî medeniyet” ayrımına değinilecektir. Esendal’ın siyasal görüşlerini
en iyi şekilde yansıtabilmek için bu temalar ve tartışmalar üzerinden gitmemiz
gerektiğine inandığımızdan özellikle bu temaları ve tartışmaları seçmeyi tercih ettik.
A) Aydın
Esendal’ın aydın kavramı etrafında yazdıklarını tartışmadan önce çeşitli aydın
teorilerine kısaca değinilmesinin faydalı olacağını düşündüğümüz için burada önce
bu teorilere değinilecektir.
Aydının toplumsal ilişkiler bütünlüğündeki bireysel ya da sınıfsal konumu ve
işlevine operasyonel tanımlama girişimlerinde tikelci ve evrenselci eğilimlerin
belirginleştirilebileceğini belirten Yetiş’e göre (2002: 51, 52), tikelci eğilim, aydını
kendine özgü nitelikleriyle (muhalefet, farlılık, politika dışındalık, özgünlük, tarz
vb.) kısmî bir varoluş biçimi sergileyen değişik bir “özel figür” olarak betimlemeye
yönelmektedir. Evrenselci tasarımının aydını ise, bireysel varoluşundan ziyade
kolektif öznelerle (örneğin sınıflar) ilişkileri bağlamında ve toplumsal yapılanma
içerisinde yerine getirdiği siyasal, kültürel ve ideolojik işlevlere göre biçimlenen bir
“kamusal figür”dür.
Geleneksel aydın çözümlemelerindeki normatif ve/veya analitik
transandantalizmi aşmamın bir yolunun sınıf sorunsalını merkezi bir konuma
yerleştirmek olduğunu belirten Yetiş’e göre (2002: 52), böyle bir bakış açısının
egemen olduğu bir çözümlemede tikelci yaklaşımlarda uygulananın tersine, tekil
aydın ve aydın kategorileri, içinde yer aldıkları toplumsal formasyon bağlamında ve
sınıf oluşumlarıyla birlikte incelenir. Entelektüel etkinliği sınıf kategorisiyle
117
açıklama girişimleri, kuramsal alanda çelişkili ve değişik yönlerde ilerleyen modeller
çerçevesinde ortaya çıktığını belirten Yetiş’e göre (2002: 52-3), sözkonusu modeller
arasında karakteristik çözümleme modellerini temsil etmeleri nedeniyle diğerlerinden
kolaylıkla ayırt edilebilecek ve tikelci yaklaşımlar karşısında evrenselci perspektifin
belirleyici yönlerini açığa çıkarmakta işlevsel olan üç kuramsal yaklaşım
sözkonusudur. Birinci yaklaşım, toplumsal yapı bütünlüğündeki konumları
dolayısıyla aydınların ayrı bir sınıf oluşturduklarını ileri sürmektedir. Bu yaklaşımın
kuramsal alandaki temsilcileri arasında Alwin W. Gouldner, George Konrád ve Ivan
Szelényi sayılabilir. İkinci yaklaşım, aydınların sınıflar karşısındaki konumunu
saptamaya yöneldiğinde “görece sınıfsızlık” terimiyle karakterize edilebilecek olan
bir çözümleme tarzına dayanır. Karl Mannheim’ın “toplumsal olarak bağlantısız
entelijensiya” kavramı etrafında geliştirdiği kuramsal model ikinci yaklaşımın tipik
bir örneği olarak alınabilir. Üçüncü yaklaşım ise, aydınlar ile sınıflar arasındaki
“organik” ilişkileri, geleneksel aydın tasarımından köktenci bir biçimde uzaklaşarak,
daha geniş ve diyalektik bir bağlama yerleştiren Antonio Gramsci’nin kuramsal
modelidir.
Aydın kavramından en geniş anlamıyla “örgütsel bir işlev” gören bütün bir
toplumsal katmanın anlaşılması gerektiğini vurgulayan ve kendi kendine “aydınlar
özerk ve bağımsız bir toplumsal grup mudur, yoksa her toplumsal grubun kendine
özgü uzmanlaşmış aydınlar kategorisi mi vardır” sorusunu soran Gramsci’ye göre
(1971: 5, 97), aydınlar, üretim sürecindeki konumları dolayısıyla diğer sınıf ya da
sınıf kesimlerinden farlılaşarak ortaya çıkan ayrı bir toplumsal sınıf ya da grup
değildir, ama temel sınıflar (kapitalist toplumda burjuvazi ve işçi sınıfı) organik
olarak kendi aydın kategorilerini yaratırlar (Yetiş, 2002: 80).
Arısoy’un (1952: 8) “[t]oplum meseleleri karşısında sanatçının durumu ve
tavrı ne olmalıdır?” sorusuna karşılık iki türlü sanatkârın (aydının) olduğunu belirten
Esendal, bunların da; “cemaatin önünde giden” ve “cemaati arkasından takip eden”
sanatkârlar olduğunu ifade eder. Şengil (1991: 56), hatıralarına dayanarak276,
276 “Şengil, üç tür yazar vardır. Toplum gerisinde kalan, ortasında giden, bir de önünde olanlar.
Toplumun önünde gidenlerin zamanında anlaşılması çok ender yazara nasip olmuştur. Yazarlığın en
118
sözkonusu sanatkâr tipini üçe çıkarır ve yukarıdakilere, “ortada giden” sanatkâr
tipini de ilave eder277. Esendal, bu konuda Arısoy’a (1952: 8) şunları söylemiştir:
“Cemaatin önünde giden sanatkâr, o cemaate yeni bir dünya görüşü getirir. Bir
cemiyet nizamı kur[a]r. Şartlarını tespit eder. Cemaate eserleriyle nasıl yaşamaları,
nasıl çalışmaları gerektiğini söyler. Bu iş, aynı zamanda bir mütefekkir işidir de. (...)
Bu çeşit sanatkârlar az yetişir, güç yetişir. İşi zordur. Bir sanatkârın yeni idealler, yeni
görüşlerle ortaya çıkması, cemaatin önünde gidebilmesi, büyük iştir.
Cemaati arkadan takip eden sanatkâr, “olan”ı tespit eder. Cemiyete ayna tutar.
Cemiyetin nasıl bir gidişi, yaşayışı olduğunu gösterir, tarihe de, o cemiyet hakkında
tespit edilmiş müşahedeler bırakır. Bu da bir iştir.
Ama, sanatkâr cemaatin önünde mi gitmelidir, ardında mı? Bunun için bir şey
söylenemez. O, sanatkârın bileceği bir iş. Sanatkârın gücüne bağlı. (...)
Meselâ, Halit Ziya Bey merhum, “Aşk-ı Memnu”da önde giden adamdır. O,
şöyle bir koklayışta solup, sararacak çiçekler gibi, genç, taze, narin, nazenin kızlar
tahayyül etmiş, onları yaşatmıştı eserlerinde. Halbuki o devirde böyle, bir koklayışta
solup sararacak kızlar yoktu, ama şimdi var!”
“İsmail Sabih Beyin Gazetesi” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’nın aracılığı ile
gazetecilerin (aydınların) vazifesinin topluma yol göstermek olduğunu dile getiren278
hası da budur. Alkışı geride ve ortada olanlar toplar genellikle. Ama gene de kısa bir süre sonra
unutulup yitmeleri engellenemez” (Şengil, 1991: 56). 277 Esendal’ın kullanmış olduğu sanatkâr ifadesini rahatlıkla aydın olarak okuyabileceğimizden bu
çalışmada “sanatçı aydın mıdır, değil midir” tartışmalarına değinilmemiştir. 278 “Hâmid İçin Bir Yazı” adlı hikâyesinde, hikâyenin kahramanları arasında “[g]azetecilik bu
oğlum, eğri, doğru yazılıp çıkmalı, biz edebiyat yapmıyoruz, gazetecilik ediyoruz. Modern
gazetecilik!” “Hay aslanım modern gazeteci! “Biz üşeniriz, hiçbir işi doğru dürüst yapamayız”
desene!” şeklinde bir diyaloga yer veren Esendal (1996: 86), böylece, ‘modern gazetecilik’ denilen
yeni medya anlayışını da eleştirmiştir.
119
Esendal’a göre (1993: 84; 2003d: 292), ülkemizde birçok şeyin değişmesi veya
düzelmesi büyük bir kritikçinin (aydının) yetişmesini beklemektedir279.
Asıl isteği cemaatin önünde gidebilecek bir Türk sanatkârının (aydınının)
yetişmesi ve bu sanatkârın (aydının) kendi “ütopya”sı olan “Toprak Medeniyeti”ni
topluma benimsetmesi olan Esendal280, kendisini her ne kadar “cemaatin arkasından
giden sanatkâr” grubuna dâhil etmişse de, bu görüntünün arkasında asıl ulaşmak
istediği şey “cemaatin önünde giden sanatkâr” olabilmektir281 (Çetişli, 2004: 58-9).
Bir çöküş dönemini yaşayan ancak düşünsel ve yazınsal kaygıları / eğilimleri
bir doğuş / kuruluş döneminde biçimlenen, örtük bir biçimde de olsa İTC’den tevarüs
ettiği bir ‘kurtarıcılık misyonu’na sahip olan ve Kemalizm’e böylesi bir duyguya
279 Esendal (2003d: 219), Ziya Gökalp’i her ne kadar büyük bir aydın (kritikçi) olarak
değerlendirmese de Gökalp hakkında şunları söylemektedir: “Bize son yıllarda Avrupa’nın en sistemli
bilgisini getirmiş ve bu yıllar üzerinde en çok izler bırakmış olan Ziya Gökalp, (...) ” 280 Esendal’a göre, “Atatürk, cemaatin önünde giden adamdır. Bir mütefekkirdir. Onun birçok
fikirleri, sözleri tahlil edilmemiştir. (...) Atatürk’ün bir vecizesi vardır, bilirsiniz: Türk, öğün, çalış,
güven! Düşündünüz mü hiç bu ne demektir? Atatürk ne söylemek istiyor? Ben, bunda yeni Türk
cemiyetinin hayat istikametini bulurum. Atatürk, bizi taklidî ilimden kurtarmak, tecrübî ilme
kavuşturmak istiyordu. “Öğün” budur. “Çalış”, bir ölçüdür. Çalışmıyanlar cemiyetimiz için makbul
değildir. Kadın, minder veya [külkedisi] gibi kalamaz. Cemiyet içindeki hakiki yerini işgal etmeli,
vazifesini yapmalıdır. “Çalış” budur! “Güven” bizlere bu muhit-i coğrafi içinde bir milliyetçilik
hududu çizer. O, yaşadığımız bu muhit-i coğrafya içinde, kendimize mahsus, kendi geleneğimize
uygun, tecrübî ilme dayanan, bir medeniyet kurabiliriz ve bunun yüküne de katlanabiliriz, diyordu. Bu
hakikate inanmamızı, “güven”memizi istiyordu” (aktaran Arısoy, 1952: 8). Esendal’ın Atatürk’ten
bahsederken onun kendimize mahsus, kendi geleneğimize uygun, tecrübî ilme dayanan bir medeniyet
kurmak istediğini söyleyerek onu desteklemesinin aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile
çeliştiği açıktır. 281 “Şu geçen yirmi beş yıldan beri ne kadar değiştik. Çok adamlar eğer muhafazakâr olurlar ise
haklıdırlar. Yeryüzünde hiçbir ulusta böyle büyük değişiklik, böyle büyük bir kaynaşma görülmüş ve
işitilmiş değildir. (...) Bu gibi hızlı değişikliklerde birtakım insanlar öne düşerler, (...) Ben, öncülerden
olamaz isem, öncü arkası olmak ve bilerek öncülerin arkalarından yürümek isterim” (Esendal, 2003d:
484). “İnsan bulunduğu memleketin irfanı ve kültürü üzerinde bir tesir yapmak ister” (Esendal, 2003d:
452) gibi cümleler, bizim bu yargımızı doğrular niteliktedir. Diğer taraftan Esendal’ın bu görüşlerinin
aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.
120
sahip olarak bağlanmış olan Esendal, Oktay’a göre (1993: 660, 658), “cemaati
arkasından takip eden” sanatkârlardan (aydınlardan) biriydi ve siyasal tezler
içermeyen, anlık gözlemlere dayanan yalın anlatımlı öykülerinde yine de bir amaç
gütmekteydi: “Tarihe, cemiyet hakkında tespit edilmiş müşahedeler bırakmak.”
Eserlerinde Kür’ün (1983: 9) ifadesiyle, Cumhuriyete geçiş yıllarının
sarsıntısını, büyük bir toplumsal değişmenin bireyler ve kurumlar üstündeki etkisini,
yarattığı değerler karmaşasını, Dursun K.’nın (1983: 50) ifadesiyle ise, bir ülkedeki
değişimi veya dönüşümü, eski düzenle yeni düzenin suyun altına indirilmiş
çekişmesini, kuruluş sırasındaki kargaşa ortamını, siyasal insan tavrını,
alışkanlıklarla alışmazlıkları, çatlayan gelenekleri ve ortaya çıkma çabasındaki yeni
ülkenin yeni insanının doğuş kavgasını başarıyla anlatan282 ve nerede bulunuyorsa
orada bir muhit yaratmaya çalışan Esendal’a göre, insan zekâsı ancak bir muhit
içinde orijinal eser verebilirdi283 (Barkın, 2008: 1).
Esendal, “avam”dan biri olmaktan büyük bir haz duyacak kadar veya “köylü
bir ailenin çocuğu olmayı fena bir şey bulmuyorum” (Esendal, 1988: 143)
diyebilecek kadar yerli ve içimizden biridir. “Korkunç” olarak nitelenebilecek olan
müşahede kabiliyeti sayesinde dünü ve bugünü ile insanımızı yakından tanıyan284 ve
bariz vasıflarından biri ‘sohbet adamlığı’ olan285 (Tecer, 1952: 21) Esendal’ın, en
büyük zevki; kahvehanelerde, esnaf dükkânlarında, sohbet meclislerinde halkla iç içe
282 Esendal’ın Anadolu’ya kaçarken kendi evlerinde gizlendiğini ve babasının bu yüzden idama
mahkûm olduğunu belirten Altan (1983: 9), Esendal hakkında şunları söylemiştir: “Bizde genellikle
yazarların başarısı muhalefetteyken yükselir. Esendal bunun tersini ispatlamış bir yazardır. CHP
Genel Sekreteri, yani iktidarda [iken] toplumun sorunlarını derinden kavrayıcı hikâyeler yaz[mıştır].” 283 Esendal, bu muhiti, hem büyükelçiliği sırasında Kâbil’de hem de Cumhuriyet Halk Partisi Genel
Sekreterliği sırasında Ankara’da kurmaya çalışmıştır (Barkın, 2008: 1). 284 Veli (1982: 139), Esendal’ın hikâyelerinin acı veya tatlı her yanıyla toplumsal hayatımızı aksettiren
birer ayna olduğunu belirtirken Dursun K. (1983: 50) ise, “müşahede” ve “topluma ayna tutma”nın
Esendal’da bir kaygı olduğunu vurgular. 285 Konuşma ve sohbetin eski edebi geleneğimizin esas malzemesini teşkil ettiğini belirten Turinay’a
göre (1996: 90), Esendal’ın hikâyelerinde işte bu geleneğin izlerinin yakalanması mümkündü.
121
olmaktı286. Esendal, hiçbir zaman yarı aydın hafifliğine, taklitçiliğine ve
köksüzlüğüne düşmemiş; bilakis bunlardan nefret etmiştir287 (Çetişli, 2004: 70).
“Kaptan Boryat” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’nın aracılığı ile “[b]u kokmuş aristokratlık
ve Avrupalılık beni kızdırıyor. (...) Anlaşılmaz bir şeydir; nasıl oluyor da bir takım
adamlar kendilerini başkalarından üstün görüyorlar” diyen Esendal (1997a: 194),
bu tavrını açıkça ortaya koymuştur. Esendal’ın “Miras” adlı romanının 19. yüzyılda
Osmanlı toplumundaki aydının ve kadının romanı olduğunu belirten Çelik’e göre
(1999: 1), ne yaptığını ve yapacağını bilmeyen, çoğu varlıklı ailelerden gelme
kimseler olan, en büyük zevkleri siyasi dedikodular ve söylentiler olan, risk almadan
muhalefet eden, daha doğrusu ettiğini zanneden, çalışmadan geçinen, hiçbir şey
yapmadıkları için canları sıkılan ve sıkıntılarını “siyasicilik” oynayarak geçirmeye
çalışan aydınlara karşı Esendal’ın kalemi oldukça acımasızdır288.
Turinay’a göre (1996: 93), Esendal’ın hikâyelerinde memurlar ile aydınlar
Batılılaşmanın yarattığı sun’i ve türedi bir sınıf olarak resmedilir. Bu hikâyelerde
dikkati çeken ilk hususun -ister imparatorluk, ister Cumhuriyet döneminde olsun-
yönetici-aydın veya bürokrat-memurun halka, halkın meselelerine, bakış tarzı ve
zihniyet yapısında önemli bir değişikliğin olmadığını belirten Çetişli’ye göre (2004:
116-7), bu hikâyelerde, “bilmiyorum” diyebilme haysiyetini gösterememek, düpedüz
cahil olmak, beylik laflar, parlak nutuklar ve demagojilerle büyük adam rolünü
oynamasını çok iyi becerebilmek, işbaşında tembel ve idare-i maslahatçı olmak,
Anadolu ve Anadolu insanını satıhtan tanınmış Batı’nın değerleriyle değerlendirmek,
dolayısıyla memleketini ve milletini tanımamak ve ona yabancı olmak gibi sıfatlarla
286 “[O]nun yalnız sanat hayatında değil, şahsî, içtimaî, siyasî hayatına da hâkim olan prensip, hemen
hemen bir dikkat ve meslek hâlinde, alçak gönüllülüktü” (Tarus, 1952: 41). 287 Hatta Karaömerlioğlu’na göre (2006: 181), Esendal da aydın karşıtlığının izlerini bile görebiliriz.
Ona göre, Esendal, eserlerinde ülkenin gerçeklerini anlamaktan uzak, sorun çözmekten çok sorun
üreten bencil insanlar olarak resmettiği aydınlara karşı düşmanlığını belli etmiştir. Turinay’a göre
(1996: 93) de, Esendal, hikâyelerinde Batılılaşmanın yarattığı sun’i ve türedi bir sınıf olarak resmettiği
memurlar ile aydınlara karşıdır. 288 Sözkonusu romanın kahramanı olan Asım’ın kişisel hayatlarını doğru dürüst yönetemeyenlerin
ülke yönetmedeki heveslerine şaşarken ki (Çelik, 1999: 1) durumu aslında Esendal’ı özetler
niteliktedir.
122
tanımlanan yönetici-aydın veya bürokrat-memurun, cahil, geri kafalı, gayri medeni
olarak gördüğü halkın, jandarmaya, dayağa ve “Bekirağa Bölüğü”ne layık olduğuna
inandığı ve Anadolu’ya yapılmış küçük yatırımcılar için harcanan paraların boşa
gittiğine hayıflandığı gözler önüne serilir.
“Söylüyor” adlı hikâyede, kendisini “Muharririn-i Osmaniyye”den diye
tanıtan, “[n]asıl buluyorsunuz, Anadolu’yu?” diye söze başlayıp, “şimdi bu Anadolu
evlerini görünce İstanbul’a bin şükür ediyorum. Tevekkeli [boşuna] değil ecdadımız
İstanbul’a rağbet etmemişler! Anadolu, Anadolu dediler, ben de bir şey zannettim.
Ne yapıp yapmalı, İstanbul’a dikkatli bakmalı. (...) İstanbul’un ne kadar
leblebicileri, turşucuları, helvacıları, kalemisyağı, karanfil yağı satan hafız
bozuntularına kadar ne kadar esnaf, ayak takımı varsa, toplanmışlar, al sana
Anadolu olmuş... (...) Memurin takımından başka bir tane de adama benzer adam
görmedim ki... (...) Buralara dökülen paralara yazık... (...) [B]uralara bu kadar para
döküp yol yaptıracak ne vardı” (Esendal, 2001b: 154, 156-7) diye devam eden
hikâyenin kahramanı, bu tip aydınların güzel bir örneğidir.
“Binnaz Enver Hanımın Çayları ve Kocası” adlı hikâyede, “bir zamanlar
devletin parlak adamı sayılmış sonra memleketin geçirdiği inkılâplara ayak
uyduramayıp geride kalmış, (...) Türklerin yarım vahşi bir millet olup bir Avrupalı
millet tarafından idare olunmaya ve terbiye edilmeye muhtaç olduklarını ispat için
Frenkçe bir kitap da yazmış münevver” (Esendal, 2005c: 71) diye bahsettiği aydın289
ile “Sokakta” adlı hikâyede, “[o]nun, köylüye, fukaraya satacak sözü yoktu. Onlarla
ne konuşabilirdi? Onun bir kıymeti varsa bu münevveran sınıfı içinde vardı. Bir
köylü, onun âli iktisat nazariyyatına kaç para verir?” (Esendal, 2003b: 133) diye
bahsettiği aydın da bu tip aydınların bir başka örnekleridir.
“İkisinin Arasında” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’ tarafından “[m]emleketini
başkalarından çok aşağıda, milletini çok geride gördüğü için bu hal onda kendi
289 Esendal’ın sözkonusu aydından bahsederken “memleketin geçirdiği inkılâplara ayak uyduramayıp
geride kalmış” biri diyerek eleştirmesinin aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.
123
soyuna, kendi milletine karşı bir kayıtsızlık uyandırmıştır” (Esendal, 2003a: 14)
şeklinde tanıtılan kişi de bu tip aydınların bir başka örneğidir290.
Nesimi’ye (1977: 205) yazdığı mektupta komünist veya başka bir öğretiye
sahip olmanın bir vatandaş hakkı olduğunu belirten ve oğluna yazdığı 20 Ocak 1937
tarihli mektupta ise, içimizdeki (yerli) komünistlerden bu memlekete zarar
gelmeyeceğini belirterek içimizdeki komünist politikacılarından değil, dışardan gelen
propaganda mallarından korkulması gerektiğini dile getiren Esendal’a göre (2003d:
174-5), aydın (sanatkâr) sanatıyla (kalemiyle) geçinebilmeli, geçim derdine düşüp
ikinci bir işle uğraşmak mecburiyetinde kalmamalıdır291.
Esendal’ın yukarıda açıklanan aydın teorilerinden hangisini benimsediği
hakkında söz söylemek ve Gramsci’nin (1971: 5) “aydınlar özerk ve bağımsız bir
toplumsal grup mudur, yoksa her toplumsal grubun kendine özgü uzmanlaşmış
aydınlar kategorisi mi vardır” sorusunun cevabını Esendal’da bulmak kolay değildir.
Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getiren, sınıfların
çatışmasının değil, mesleklerin tesanüdünün hâkim olduğu bir toplumsal düzeni
dillendirmeye çalışan “mesleki temsilcilik” düşüncesinin savunucularından biri olan
Esendal’ın aydınları bir sınıf olarak görmesi mümkün olmamakla birlikte, “cemaatin
önünde giden”, “cemaati arkasından takip eden” ve “ortada giden” aydınlardan
(sanatkârlardan) bahseden kişinin de Esendal olduğu unutulmamalıdır.
B) Bürokrasi
“Mesleki temsilcilik” düşüncesine sahip olmanın doğal bir sonucu olarak
bürokrasiyi ve memur devleti geleneğini ve zihniyetini şiddetle eleştiren Esendal’ın
290 Esendal, “Ben yetişkinlikte İngilizlerin tutumlarını çok beğenirim” (Esendal, 2003d: 268-9), “Bizim
İngilizlerden öğreneceğimiz ağırlık ve soğukkanlılıktır. İstanbul’un Greko-Romen, yaygaracı ve
kavgacı ahlakını bırakmalı, milletimizi ağırlaştırmalıyız” (Esendal, 2003d: 537) cümlelerde de
görüldüğü gibi, bu söylenenlere ters yaklaşımlar içerisinde de olmuştur. 291 “Bizde, yazı insanı geçindirebilseydi, ne eyi olurdu” (Esendal, 2001a: 275).
124
üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de yöneten-yönetilen ilişkisidir292. Bu
konuda Türk hikâyesinde “nev’i şahsına münhasır” bir mevkie sahip olan Esendal,
devlet yönetimi ve bürokrasinin hemen her basamağı, her meselesi üzerine eğilmeye
(yöneten-yönetilen ilişkilerinin bütün yönlerine değinmeye) çalışmış, yumuşak ve
yer yer mizahî üslûbuyla aksaklıkları, yanlışlıkları ve çarpıklıkları dikkatlere
sunmaya çalışmıştır293 (Çetişli, 2004: 116). Başka bir ifadeyle, mesleklerin yeniden
canlandırılması gerektiğini düşünerek (Kudret, 1967: 343) ve bu mesleklere göre
temsilciler seçmenin gerekliliğini savunarak (Onaran, 1975: 35) meslek gruplarının
güçlü bir biçimde katıldığı bir siyasi hayat hayal eden294 Esendal, eserlerinde
292 Kendisi bir memur olmasına rağmen çocuklarının değerli birer sanat öğrenmelerini ve cemiyetin
sırtına ne kadar elden gelirse o kadar az parazit olmalarını isteyen Esendal’ın (2003d: 124) bu
eleştirileri, Çetişli’ye göre (2004: 119), eserlerinde metnin bütünlüğü içerisinde eritilmiş ve “mesleki
temsilcilik” düşüncesi son derece gizli tutulmuştur. Timuroğlu (1983: 9), Esendal’ın hikâyelerinde
öğretisini kullanan hikâyecilerden biri olduğunu söylerken Timur (1991: 299) ise, Esendal’ın “tezli
roman” yazarı olmadığını dile getirmiştir. Çelik’e göre (2005: 3, 5) ise, Esendal, “tezli” ama
“tez”lerini dolaylı olarak -diğer hikâyelerinden farklı olarak hikâyeden çok denemeyi andıran ve diğer
hikâyelerinde alışık olmadığımız bir üslupla kaleme alınan “Bir Mektup” adlı hikâyesi ile “İki
Kadın” adlı hikâyesi (“Bir Mektup” adlı hikâyede olduğu kadar olmasa da) dışında- ifade eden bir
yazardır. 293 Kaynağını Esendal’ın düşünce dünyası ve içinde yaşanılan sosyal hayatın müşahedesinden alan bu
hikâyelerde üzerine yoğunlaşılan noktalar şu noktalardır: Yönetici-aydın veya bürokrat-memurun
memleket ve millet meselelerine bakışı ile bu bakışı şekillendiren zihniyeti; bu zihniyetin hâkim
olduğu yönetim basamaklarındaki bürokratik çarpıklıklar ve yöneten-yönetilen ve amir-memur
ilişkileri (Çetişli, 2004: 116). 294 Parlamentonun çeşitli mesleklerin mümessillerinden oluşması gerektiğini düşünen (Başar, 1945:
61) Esendal’ın hayatının sonuna kadar “mesleki temsilcilik” düşüncesinden vazgeçmediği iddia
edilmiştir. Kudret’in ifadesiyle (1967: 343), “bütün siyaset hayatında, küçük zanaat sahiplerine kendi
aralarında örgütlendirip birtakım meslek kuruluşları (eskiden olduğu gibi, bir çeşit “lonca”lar;
bugünkü anlamda, “sendika”lar) içinde birleştirmeğe; başka topluluklara karşı kendi çıkarlarını
kendilerinin koyabilmeleri için de, onları, seçimlerde söz sahibi olan birer siyasal güç haline
getirmeğe çalışmıştır.” Esendal’ın partizanlık faaliyetlerine umumiyetle bigâne kaldığını ve sendikalar
kurulup geliştirilmedikçe partilerin ciddi bir istinatgâh olamayacağına inandığını belirten Nesimi
(1952: 89) de Esendal’ın hayatının sonuna kadar “mesleki temsilcilik” düşüncesini savunduğunu iddia
edenler arasındadır.
125
bürokratlar ile hükümet yetkilileri sıradan insanlara sorun yarattıkları için sık sık
eleştirmiştir295 (Karaömerlioğlu, 2006: 176-7).
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda üzerinde yoğunlaşılan iki temadan biri
bürokraside yaşanan sorunlardır. Naci’ye göre (1981: 209), sözkonusu roman
‘düzen’e değilse bile bürokrasiye yönelik eleştiriler getirmiş olmakla dikkat
çekmektedir296. Sözkonusu romanda ‘Hasan Bey’ ve ‘Hüseyin Bey’ adlı
kahramanların ‘anlatıcı’ tarafından ele alınmalarının temel nedeni yaşadıkları
bürokratik sorunlardır297 (Gözcü, 2004: 31). Romanda hizmetçi Raife’nin güveyinin
posta memuru olarak çalışırken arkası yok diye işten çıkarılması, bunun üzerine
tahsildar Arif Bey’in “[b]ir ağır yerden basarsanız, hemen alırlar” demesi, Raife’nin
“[ş]imdi hatırlı bir yerden bir arkası olmazsa kimseye bir iş vermiyorlar” (Esendal,
2005b: 98) cümlesini kullanması, Avrupa’ya gönderilen Haki Bey’in orada
unutulması (Esendal, 2005b: 70), ‘anlatıcı’nın “[m]emurlar amirlerinin ve
arkadaşlarının zayıf taraflarını bilmezlerse, yerlerinde emniyetle oturamazlar”
(Esendal, 2005b: 71) cümlesini kullanması gibi sözler veya hadiseler Esendal’ın
bürokrasiye nasıl baktığını özetlemektedir.
Basit bir telgrafa verilmesi gereken soru karşısında sırf kendilerine bir
sorumluluk gelmemesi için yöneticinin/yönetici aydının korkaklığının, idare-i
maslahatçılığının ve dalkavukluğunun anlatıldığı (Çetişli, 2004: 118) “Mülahazat
Hanesi” adlı hikâyede298, hikâyenin kahramanlarından biri olan müsteşarın halka 295 Esendal, hükümetin kırsal kesimdeki iktidarı sözkonusu olduğunda hükümet yetkililerini sıradan
köylülerin aleyhine hem ekonomik hem de siyasi nüfuz sahibi yerel sivil iktidar odaklarıyla işbirliği
yapan kişiler olarak resmeder (Karaömerlioğlu, 2006: 181-2). 296 Kudret’e göre (1967: 363), sözkonusu roman “siyasal birtakım düşüncelerle, (...) bir bölümü
çıkarıl”arak yayınlanmıştır. 297 “Hüseyin Bey’in işi on, on iki yıldan beri sürünen, bu adamı da süründüren bir iş” (Esendal,
2005b: 77). 298 Sözkonusu hikâyede, Esendal, hikâyenin kahramanlarından biri olan müdür hakkında “müdür
Allah bilir ne vakit gelir. Bir hastalıktır çıkardı, ikide birde, ne var, hastayım. Yalan, ne hasta, ne bir
şey. Dayamış kıçını... “Cemiyet”e diyecekti, (...)” diye yazarken, hikâyenin kahramanlarından bir
diğeri olan nazır hakkında ise, “Nazır, küçük bir memur iken inkılâp dolayısıyla, bugünkü hükümette
kuvvetli bir adam. Sıra, saygı kovarak yetişmiş bütün efendiler, Türkiye’nin bütün Avrupa görmüşleri
126
bakışını; “[a]vam malumuâlinizdir. Bunları şımartmaya gelmez. Bendenize kalırsa
vermemeli derim. Çünkü, emr-i hükümeti mantık-i avama göre keyfemâyeşâ [canı
nasıl isterse] tebdil etmiş oluruz” sözleri ile özetleyen Esendal’a göre (2001b: 84-5;
2003d: 216), “[m]emurlarda (...) kendilerini cemiyet için değil, cemiyeti kendileri
için yetiştirilmiş sanmak hastalığı vardır.” Esendal’a göre, böyle bir zihniyetin
yaşanan sorunlara çözüm bulması imkânsız ve hatta böyle bir zihniyet, milletin refah
ve mutluluğu önündeki tek engeldir (Çetişli, 2004: 118).
Osmanlı bürokrasisinin dağ gibi sorunlarından bir kaçının ele alındığı,
kırtasiyecilik, rüşvetçilik gibi bürokratik çarpıklıkların ve bu çarpıklıklar karşısında
yetkililerin vurdumduymazlığının ustaca sergilendiği299 (Çetişli, 2004: 117) “Geçmiş
Günler” adlı hikâyede Esendal, bir Osmanlı nazırını şöyle konuşturur:
Ne yapacaksın? Teftiş edin, dersin. Müsteşarın adamıdır, ayak sürerler. Sen
teftiş oluyor sanırsın, öğrenirsin ki hiçbir şey yapılmamış. Efendim nenize lazım,
sonra size baş ağrısı olur, diye müfettiş gelip bana akıl öğretir. Atın şu kokuşmuş
herifleri, getirin gençlerden kimse yok mu, desen, ilkin Mecliste sizler başlarsınız,
‘İyi adamdı, işten çıkarmış. O dairenin direğiydi, şimdi orası da yıkılacak...’ dersiniz.
Bizde on beş yıldır teftiş görmemiş daireler var” (Esendal, 2005a: 40).
“Sorumlu” adlı hikâyede, sırf ‘üst düzey bürokratlara bir sorumlu göstermek
gerekir’ diye suçsuz bir müdürün sorumlu olarak gösterilmesini ve haksız yere işten
el çektirilmesini anlatan300, “İki Müsteşar” adlı hikâyede ise, hikâyenin
kahramanları olan müsteşarlardan birinin aracılığı ile, “[b]endeniz, bakınız üç
senedir şurada müsteşarlık ediyorum, daha dairenin bir memurin meselesinin
ona kızar, onu küçük düşürmeye çalışır, ancak karşısına çıkınca fırka arkadaşlarından daha uslu,
daha yumuşak olur; hoş görünmek için ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını bilmezlerdi” diye
yazmıştır (Esendal, 2001b: 80, 86). 299 “Nazır (...) az daha, “Yeni nazır olmuşsun, yerini ısıtmaya bakacaksın, yüzyıllardır düzelmemiş
işleri düzeltecek değilsin ya!” diyecekti, kendini tuttu” (Esendal, 2005a: 40). 300 Sözkonusu hikâyenin kahramanların biri olan başmüdür yardımcısı “[ö]te yandan herifin
hırsızlığını el ile tutarsın, verirsin mahkemeye, yahut Danıştay’a; kâğıdın yarısını gösterirler, yarısını
saklarlar. Alır beraatını çıkar dışarı. (...) İşten anlayanın değeri var mı? Testiyi kıran da bir, suyu
getiren de...” diyerek bürokrasinin içler acısı halini bizlere özetler (Esendal, 2003a: 171).
127
intizama konulduğunu görmedim” diyen Esendal (1988: 125; 2004: 180), “Kuvvetli
Hükümet” adlı hikâyede, bir parlamento toplantısından sonra bir mebusun başka bir
mebusa şöyle dediğini aktararak bu tür toplantıları ve genel olarak bürokrasiyi
özetlemiştir: “Yeni gördüğün bir şey değil ya! Eski oyun (...) Ortalığı avutuyorlar!”
Bir süre köyde yaşamak zorunda kalan ve köylülerden ve köyden nefret eden
eski bir hükümet yetkilisinin anlatıldığı “Köye Düşmüş” adlı hikâyede, hükümet
yetkilisinin tek derdi biran önce o köyden kurtulmaktır. Hükümet yetkililerini
eleştirdiği hikâyelerinin başka bir örneği olan “Müdürün Züğürdü” adlı hikâyede
Esendal, nüfuz sahibi yerel bir ağanın da desteğini arkasına alarak zavallı
köylülerden zorla para toplayan bir memurun yozlaşmış ilişkilerini anlatır. “İane”
adlı hikâyesinde yetkililerin iktidarlarını kötüye kullanmaları teması işleyen Esendal,
“Yirmi Kuruş” adlı hikâyesinde, fakir köylüyü iliklerine kadar sömüren zengin köy
ağalarının köylülere ne kadar kötü davrandığını, “Aptal Sen de!” adlı hikâyesinde
ise, belediye memurunun esnafı nasıl sömürdüğünü anlatır. Esendal’ın “İşin Bitti”
adlı hikâyesi ise, şu şekilde özetlenebilir: Kendisinden kasabaya gelmesi istenen,
kasabaya yürüyerek ancak saatler sonra varabilen ve kasabaya vardığında kendisini
kasabaya çağıran yetkililer tarafından hiçbir sebep göstermeksizin saatlerce
bekletilen bir köy muhtarından sonunda köylerindeki bir kişinin hayatta olup
olmadığı sorulur. Sırf bu basit soruya yanıt almak için toprağında çalışarak
geçireceği bir günlük zamanı ondan çalan yetkililer köy muhtarına zulmetmekten
başka bir iş yapmamışlardır301. Hükümet yetkililerin bu tavırları köylülerin / “küçük
insan”ların devlete güvenmemesine, sonuçta mahkemeye başvurmak yerine adaleti
kendi usulleriyle aramalarına, sözgelimi Esendal’ın “Keleş” ve “Dursun Hacı” adlı
hikâyelerinde de anlatıldığı gibi, düşmanları öldürmelerine yol açmaktadır
(Karaömerlioğlu, 2006: 177-8; Onaran, 1975: 40).
301 Esendal’ın, köylülerin başında bir bela olan ağalara ve jandarmalara yönelik eleştirilerinin çok da
sert olmadığını belirten Karaömerlioğlu’na göre (2006: 178), Esendal’ın bu tutumunun nedeni onun
kişiliğinde, edebiyat üslûbunda ve siyasi ideolojisinde gizlidir. Her şeyden önce Esendal’ın insanlarla
sürtüşmek yerine onlarla uzlaşmayı, onları anlamayı yeğleyen, alçakgönüllü, bütün hayatı boyunca her
türlü aşırılıktan uzak durmuş bir kişiliği vardır.
128
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda, kendisi de bir bürokrat olmasına karşın
bürokraside yaşanan keyfiliğe açıktan karşı çıkan ‘anlatıcı’ aracılığı ile bir
politikacının verdiği siyasî nutku alaycı bir tonla (Gözcü, 2004: 57); “[o]dalardan
birinde şişmanca, esmerce bir bey elinde kadeh nutuk söylüyordu. “Düğünde bu gece
esen sıcak ve samimî karşılıklı sevgi ve saygı havasından tutturarak cumhuriyet
hükümetinin bu ulu millete verdiği yüksek açılma ve genişlemeyi kutlayan” siyasi bir
nutuk... Politika böyledir; her fırsattan istifade!” şeklinde aktaran, “Monte Nuvare
Belediye Başkanı” adlı hikâyede, belediye başkanı olduğu ilk günlerde belediye
kurulu önünde eski başkanın aldığı temsil tahsisatını almayacağını ve başkanlara
verilen konakta oturmayacağını söyleyen ancak, tahsisatı almak bir yana, seçimin
üstünden bir yıl geçmeden kurula verdiği bir takrirle tahsisatının artırılmasını isteyen
Don Diyego Ferenza’nın şahsında politikacıların yüzsüzlüğünü ve menfaatçiliğini
gözler önüne seren, “Yol ve Işık Birliği” adlı hikâyede ise, “[Berrin’i] bozdular.
Politikaya soktular! Bir daha aklı başına gelmedi” diye yazan Esendal (2005b: 244;
2003a: 96; 2003b: 193; 2003d: 558), oğluna yazdığı 29 Mayıs 1946 tarihli mektupta,
“[b]enim, sevindiğim bir şey varsa o da yurdumuzda, halkımız arasında particilik
etmeğe hevesin azalmış olmasıdır” ifadelerini kullanarak politikaya ve politikacıya
nasıl baktığını özetlemiştir302.
Karaömerlioğlu’na göre (2006: 176-7, 182), bürokratlar ile hükümet
yetkililerini “küçük insan”ların hayatına müdahale eden ‘dışarıdan’ insanlar olarak
302 “Bomba” adlı hikâyede, “[b]ilmem dünyanın hangi bucağında oturan bir politikacı, bir zarif
adam(!), üstü başı süslü, serin bir yerde oturuyor, buzlu şurubunu, buzlu içkisini içiyor ve diğer bir
politikacıyı sıkıştırmak, onu güç bir duruma sokmak için yer arıyor, birçok paralar veriyor, birçok
yalanlar söylüyor” ifadelerini kullanan, 1947 yılında yazdığı “Sahan Külbastısı” adlı hikâyede,
‘anlatıcı’nın aracılığı ile, “bu arkadaşın, bu son yılda esen kara politika yeline paçasını kaptırmamış
olmasına seviniyorum. Ya politikacılığa başlamış olsaydı!.. Bu kalıp, bu kıyafet, bu gür sesle:
Demokratik bir idare... Hürriyet istiyoruz... Söz milletindir... diye gümbürdeseydi!” diyen, aynı
hikâyede, hikâyenin başka bir kahramanı aracılığı ile ise, “Bu ne zavallılık, (...) biri birinden farkı
olmayan iki parti... (...) Ölmeden şu sandalyeye bir de ben oturayım partisi!” diyerek ve oğluna
yazdığı 29 Mayıs 1946 tarihli mektupta, “[i]ş böyle giderse Atatürk’ün kurtarıcı ana partisi de
vasıflarını kaybederek adi bir politika partisi olacaktır” ifadelerini kullanarak her iki partiyi (CHP ve
DP) de eleştiren Esendal (2003a: 28-9; 1983: 92; 2003d: 558), aslında politika ve politikacıya değil,
“kara politika” dediği politikacılığa karşıdır.
129
değerlendiren303 ve yozlaşmış hükümet yetkililerinin gereksiz müdahaleleri olmasa
içkin olarak huzurlu bir öz taşıyan toplumun doğal yollardan bir bütün olarak
evrimin bir üst aşamasına geçebileceğine inanan Esendal, meslek gruplarının güçlü
bir biçimde katıldığı bir siyasi yapının sistemi daha katılımcı kılacağını304 ve
bürokratlar ile hükümet yetkilileri gibi asalak öğelerin sayısını da önemli ölçüde
azaltacağını düşünmektedir. Buradan hareketle, Esendal’ın, meslek gruplarını,
“küçük insan”ın / “birey”in devlet karşısında kendini ifade etmesinin bir aracı olarak
değerlendirdiğini söyleyebiliriz.
“Kendisi banka işlerini iyi bilir. Bankanın işlerini bozmamak için kendi
yerini bile tehlikeye koyarak karşı geldiği vardır. Tavsiye mektuplarına, hatırlı
adamların iltimaslarına aldırmaz. (...) [B]enim uykumu kaçıracak kadar çetin işleri
gülerek karşılar” diye betimlediği banka müdürü örneğinde görüldüğü gibi çok az da
olsa olumlu yönleri ağır basan bürokratlara (iyi yöneticilere) da yer vermiş olan ve
“baş işlerse, her iş yolunda gider” diye düşünen Esendal (2005b: 108; 1999c: 133),
bir anlamda iyi yönetici/kötü yönetici ayrımı yapmış ve seçkin bir topluluğun (iyi
yöneticilerin) dünyayı değiştirebileceğine inanmıştır (Karaömerlioğlu, 2006: 178).
Yaşanan aksaklıkları dile getirmiş olmasına, içinden çıkılmaz sorunlarını
gözler önüne sermiş olmasına rağmen yeniye olan inancı ve iyimser bakışı305
303 Memurlarla idare deyince gözümüzün önüne maliye memurları, jandarma neferi, tahsildar gibi
bugünkü idare elemanları, onların usulleri ve zihniyeti geldiğini belirten Başar (1945: 85), bunları
düşündükçe, Esendal’ın ‘ben dememdin mi’ diyen çehresini gördüğünü dile getirir. 304 Karaömerlioğlu’na göre (2006: 177), meslek gruplarının güçlü bir biçimde katıldığı bir siyasi
yapının sistemi daha katılımcı kılacak olması, “mesleki temsil” düşüncesini savunan Esendal’ın çok
partili bir demokrasiden yana olduğu anlamına gelmez. Bu konuya aşağıda ayrıntılı olarak
değineceğimizden burada bu tartışmaya girmemeyi uygun bulduk. 305 Karaömerlioğlu’na göre (2006: 178), ilerleme fikrine gönülden bağlı olan ve insan doğasının içkin
bir biçimde iyi olduğuna dair naif aydınlanma inancına sahip olan Esendal’ın bu inancına, seçkin bir
topluluğun (iyi yöneticilerin) dünyayı değiştirebileceğine, halka neyin iyi, neyin kötü olduğunu
öğretebileceğine dair İTC’deki deneyimlerinden kalma bir inanç da eklenince, sonuçta sarsılmaz bir
iyimserlik ortaya çıkar.
130
nedeniyle306 toplumsal düzene hiçbir zaman köktenci bir eleştiri getirmeyen (Türkeş,
2002b: 243) Esendal’a göre, parti ve devlet aygıtındaki düzelmeler köylünün /
“küçük insan”ın / “birey”in içinde bulunduğu şartları da iyileştirecektir307. Başka bir
ifadeyle, toplumun uyumlu uzuvlardan oluştuğuna inanan ve toplumsal gruplar,
sınıflar arasındaki çelişkileri göz ardı eden Esendal, bütün sorunların hükümet
yetkililerinin ellerindeki gücü kötüye kullanmalarından kaynaklandığına, bunun
önlenilmesi halinde toplumsal barışın sağlanabileceğine inanmıştır308
(Karaömerlioğlu, 2006: 179, 182).
Esendal’ın bütün bu olumsuzlukların temelinde iki unsurun olduğuna
inandığını, bunlarında insan (yönetici-aydın veya bürokrat-memur) ve sistem
(insanın eseri olan yönetim biçimi) olduğunu belirten Çetişli’nin (2004: 118-9)
ifadesiyle, Esendal’a göre, hükümet yetkililerinin ellerindeki gücü kötüye
kullanmaları engellense (kötü yöneticilerin yerine iyi yöneticiler başa geçse) ve
üretime destek olmayan, tersine köstek olan bürokrasinin yerine de “mesleki
temsilcilik” düşüncesi yönetime hâkim olsa tüm sorunlar çözülmüş olacaktır.
C) Devlet
Kemalizm’in “kuvvetler birliği” ilkesinden anladığı veya beklediği yapının
seçmen iradesinin de devletin aslî güçlerine tâbi olduğu, otoriter devlet anlayışına
daha çok yatkın olduğunu belirten İnsel (2002: 19-20), Atatürk’ün hayatında fiilen
yürürlülükte olan “kuvvetler birliği” ilkesinin onun ölümün ardından Milli Şef
306 Karaömerlioğlu (2006: 179) ise, bu tutumunun toplumda uyuma öncelik veren korporatist dünya
görüşünden, her türlü aşırılığa karşı duyduğu nefretten kaynaklanabileceğini belirtir. 307 “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanın kahramanlarından biri olan ve bürokratik sorunlar yaşayan
Hüseyin Bey’in ifadesiyle, “[b]u memleket boş değil, elbet bir gün beni anlayacak biri çıkar (...)”
(Esendal, 2005b: 80). 308 Bu inançtan hareketle devlet ve parti aygıtını iyileştirmeyi kendine görev sayan Esendal, CHP
genel sekreterliği sırasında bu amacını gerçekleştirmeye çalışmıştır (Karaömerlioğlu, 2006: 179).
131
kurumunun yaratılmasıyla devam ettiğini ifade ederken, o tarihlerde309 CHP Genel
Sekreteri olan Esendal ise, tek parti yönetiminin sona ermesine çok az bir süre kala
(ancak bunu bu tarihte henüz hiç kimse bilmiyor ve öngörmüyordu bile), 1944
yılında, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na310 bu şeflik sistemini şöyle tanımlıyordu311
(Koçak, 2002: 121):
“Siz hukuk profesörüsünüz. Bilirsiniz ki, bazı memleketlerin anayasaları
yazılmış, bazılarınki ise yazılmamıştır. (...) Bizim ise iki anayasamız vardır: Yazılmış
ve yazılmamış. Bunlardan yazılmış olanı, senin kitapta okuduğun Teşkilâtı Esasiye
Kanunu [1924 Anayasa]’dur. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiili durumumuz, yani
Şef sistemimizdir. Bu sistem, kuvvetini CHP’den alır. Yazılmamış Anayasa’nın
lüzum ve zaruretini, Türk inkılâbının ve Cumhuriyetin, başından beri birbirini tâkip
eden çeşitli hadiselere ve nihayet o sırada içinde bulunduğumuz İkinci Cihan
Harbi’ne bağlayarak, uzun uzun izah ettikten sonra: ‘Mamafih elbette bir gün
gelecek, yazılı Anayasamız harfi harfine tatbik olunacaktır’ dedi” (Velidedeoğlu,
1974: 469).
Mustafa Kemal’in siyasal örgütlenme tercihinin kuvvetler birliği ilkesinden
yana olduğunu ve 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’na açık biçimde hâkim olan bu
anlayışın daha sonra 1924 Anayasası’na rağmen fiilen yürürlülükte kaldığını belirten
İnsel (2002: 19), CHP Genel Sekreteri Esendal’ın bu sözlerinin fiili durumun bir
özeti olduğunu belirtirken Velidedeoğlu ise, sözkonusu sözleri şöyle
değerlendiriyordu (aktaran Koçak, 2002: 122): “Esendal, bir parti ideologu, siyasi
bir düşünür olarak, ‘Milli Şeflik Sistemi’nin sanki ideolojisini yapıyordu.”
309 Yukarıda da belirtildiği gibi, Esendal, 7 Mayıs 1942’de, CHP genel sekreterliğine, yani partinin
ideolojisinden sorumlu bölümünün başına (Karaömerlioğlu, 2002: 297) getirilmişti. 310 O zamanlar CHP İstanbul Vilayeti İdare Heyeti Üyesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Medeni Hukuk Profesörü olan Velidedeoğlu’na göre (1974: 468), Esendal, “[i]lme ve tarihi
incelemelere meraklı, vaktiyle yurt dışında memleketimizi liyakatle temsil etmiş muhterem bir[iydi].” 311 Ki bu ifadeler Velidedeoğlu’nun “müreffeh ve demokratik bir cemiyetin kurulması için içtimai,
iktisadi ve siyasi birçok şartlar lâzım değil mi? Her şeyden önce Anayasa’nın hakkiyle tatbiki icap
etmez mi?” diye sorması üzerine söylenmiştir (Velidedeoğlu, 1974: 468-9).
132
Bu sözleri ile otoriter bir devlet anlayışına sahip olduğunu söyleyebilecek
olan312 Esendal’ın sözünü ettiği şeflik sistemi, kendisinin de belirttiği gibi, sadece
gücünü değil, ama yegâne siyasi meşruluk kaynağını da CHP’nin tüzüğünden
alıyordu313 (Koçak, 2002: 122).
Devlet yönetimine ideolojilerden arınmış teknik bir mesele gibi yaklaşan314
Esendal’ın siyasi görüşünün “devlete hizmet” biçiminde özetlenebileceğini söyleyen
Türkeş’e göre (2002b: 243), bu anlamda Esendal’ın siyasi görüşü, Kemalizm’in ve
CHP’nin “ne nazizm ne komünizm” şiarına; eğitime, yabancı dile, Türkçe’nin
gelişmesine ve edebiyata olan inancı ile de aydınlanmacı ideolojisine uyumludur.
Türkeş’e göre (2002a: 432), Cumhuriyet’in ilanından 1940’lara kadar geçen
sürede devrimlerin siyasal ya da toplumsal getirisini ve gündelik hayattaki
değişiklikleri bir edebi düzey tutturarak işleyip varlıklarını bu güne kadar
koruyabilmiş romanlardan biri olan -bir diğeri Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun
312 Esendal (2004: 172, 178), belki de bu yüzden “Kuvvetli Hükümet” adlı hikâyede, bir mebus
aracılığı ile, “her şey kanuni olmalıdır; ancak o kanunlar da memleketlerin asrî ihtiyaçlarını
örtmelidir. Diğer taraftan; ihtiyacât her an tahavvül ve tebeddül eder. (...) Geç kalan ve ihtiyacı
tatmin etmeyen hususlarda hükümetin “elastique ve large” olması, bu noksanı tazmin ve telafi eder”
dedikten sonra, başka bir mebus aracılığı ile, “Eğer kuvvetli bir hükümet olmazsa, kanunları kim tatbik
edecek? Bu sebeple bendeniz, hükümetin kanuni olmadan evvel kuvvetli olmasını zaruri görürüm”
diyebilmiştir. 313 Şarktan ya da garptan gelmiş fikirlerine inanmanın ya da onları taklit etmenin bir çözüm yolu
olmadığını, bu yanlış inanışın böyle kaldığı müddetçe yurdumuzda olan gerçekleri görmenin ve bu
gerçekleri anlamanın mümkün olmadığını belirten Esendal’a göre (1944: 19), Parti’yi (CHP’yi)
anlamak için Avrupa parlamentolarında doğmuş ‘sağ’lık, ‘sol’luk ve merkez ölçüler içine uydurmaya
çalışmak doğru değildir. Bizim bu ölçüler içine sokulması kabil olmayan ayrı ve başlı başına bir
sistemimiz vardır. 314 Türkeş’e göre (2002b: 241-2), II. Dünya Savaşı’na yaklaşımı da bir ideolojik bağlanmışlığın
izlerini taşımayan, bu konuda da bütünüyle pragmatik olan Esendal, savaş sonrası Avrupa’da gelişen
komünizmden de ideolojik bir nedenle değil, pragmatik bir nedenle, Türkiye’nin ulusal ve uluslar
arası çıkarlarının tehlikeye düşeceği endişesiyle rahatsızlık duyar.
133
“Ankara” adlı romanı- “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı roman315, o yılların Ankara’sını
oluşturan neredeyse bütün toplumsal yapının -işçi sınıfı dışında- devletle ve birbiri
ile ilişkileri içinde anlatıldığı bir romandır316.
Sözkonusu romanı yazdığı yıllarda Cumhuriyet ideallerine ve Kemalizm’e
sıkı sıkıya bağlı olan Esendal’ın romandaki Ankara’sının farklı toplumsal kesimden
insanlara göre bölünmüş değil, bir anlamda, sınıfsız ve imtiyazsız tek bir zümrenin
(Bilindiği gibi, Kemalizm ideal toplumu da sınıfsız, kaynaşmış yekpare bir
toplumdur.) mekânı olduğunu belirten Türkeş’e göre (2002b: 240; 2002a: 433),
apartman dairesindeki çeşitlilik, insanların kökenleri ne olursa olsun bir arada
yaşayabildiği bir toplumu, yani Cumhuriyet ideolojisini eksiksiz yansıtır.
İnkılaplara candan bağlı olan317 (Dursunoğlu, 1952: 555), “hak yok, vazife
vardır”, “esası fazilet olmayan bir idare payidar olamaz” diye düşünen Esendal
(2003d: 356, 515; 1988: 136), eğitim, sağlık gibi hizmetlerin ücretsiz olarak devlet
tarafından karşılandığı ‘sosyal devlet’ gibi bir devlet hayal ediyordu318.
“Çolak” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’ aracılığı ile, “halkın bir başı olması, bir
rahatlıktır. Ortalığı rahatsız eden şeylerin en ağırı bir başsızlık, sözün ayağa
düşmesi[dir]” diyerek ve oğluna yazdığı 24 Temmuz 1944 tarihli bir mektupta,
“[b]ir milletin (...) nüfusu olması, sanayii ileri olması, teşkilatı eyi yapılmış olması,
eyi dövüşebilmesi yetmiyor. Eyi bir baş olmayınca hepsi yalan oluyor” diye yazarak
315 Türkeş’e göre (2002a: 432), Esendal da Karaosmanoğlu da kendileri gibi küçük burjuva kökenli
olan seçkinci bürokrasinin iktidarını ve Cumhuriyet ideolojisini benimsediğinden her iki roman da
Cumhuriyet rejiminin önündeki sorunların giderileceği umuduyla yazılmıştı. 316 Esendal, “Ayaşlı ile Kiracıları” hakkında farklı değerlendirilmelerde bulunur. Mektubunun
birinde “bugünkü cemiyetimizin şiddetli bir tenkididir” (Esendal, 2003d: 66) derken; bir diğerinde ise,
“bir aralık bir memlekette yaşanılan hayattan bir parçasının kopyasıdır. İleri sürdüğü bir tezi de
yoktur” (Esendal, 2003d: 232) demektedir. 317 “Memleket çoktan beri hazırlandığı ve muhtaç olduğu bir inkılap devresi geçiriyor. (...) [C]ihanın
bugünkü hayatına uymayan fikirleri bırakıp yerine yeni fikir ve kaideler koymağa uğraşıyor”
(Esendal, 2003d: 367). 318 “[O]kutmak gibi bedava olması lazım gelen sağlık bakımı işleri de (...)” (Esendal, 2003d: 356).
134
bizim gibi toplumlar için liderin varlığının vazgeçilmez olduğunu vurgulayan
Esendal’ın (1997b: 89; 2003d: 346) devlet / hükümet teorisini / kuramını şu şekilde
özetleyebiliriz:
Herhangi bir siyasi meslek319 ile bu mesleği yürütmek için yapılan komitaları
-örneğin komünistlik ile bu komünistliği işbaşına getirmek ve getirdikten sonra da
işleyebilmesi için yapılan komitacılığı- birbirine karıştırmamak gerektiğini belirten
Esendal’a göre (2003d: 177), olgun, işleri düzgün, ileri milletler ve cemiyetler
arasında komitecilik az görülür, görülse bile çok yaşamaz.
Böyle komitaların eline geçen hükümetlerin idarelerinin, iş tutuşlarının hep
aynı olduğunu, bu bakımdan bugünkü (1937) Rusya ile Almanya ve İtalya arasında
hiçbir farkın olmadığını, yalnız yapılmak istenilen şeylerin birbirinden farklı
olduğunu belirten Esendal (2003d: 177), kendi kendine “ileri memleketlerin idare
sistemleri ile komitalarca idare olunan memleketlerin idare sistemleri arasında ne
fark var?” sorusunu sorup şöyle yanıtlamaktadır:
“İleri ve işleri kurumlu olan memleketlerde hükümetler, yapacakları işlerin
direktifini, işlerin gelişinden, işlerin elverişinden alır; komita hükümetleri ise bu
işleri, iş sahiplerinden sormaz, kendi komitalarının idealinden alır.
Komita hükümetleri niçin iş sahibinden soramıyorlar? Şunun için ki o
memlekette iş bozulmuştur. (...) İş aslından bataktır. Yahut da bizde olduğu gibi hiç
kurulmamıştır.”
Esendal (2003d: 178), ileri memleketlerin idare sistemleri ile komitalarca
idare olunan memleketlerin idare sistemleri arasında farkı başka bir yerde şu şekilde
belirtmektedir:
“Olgun milletlerin hükümetleri yapacakları iş direktifini, işten alıyorlar. İş neyi
elveriyorsa, onu yapıyorlar. (...) Bunu yapabilmek için işin ne istediğini söyleyecek
319 Oğluna yazdığı 23 Mart 1944 tarihli mektupta da görüldüğü gibi, Esendal’ın “meslek” tabirinden
kastettiği şey ideolojidir.
135
kurumları vardır ve iş sahipleri vardır. (...) İş bozulmuş yahut iş hiç düzelmemiş,
millet onu düzeltecek kadar olgunlaşmamış ise, buralarda komita hükümetleri
çıkıyor, devleti ele alıyor ve işleri kendi ideali direktiflerine göre götürmeye
çalışıyor.”
Bizde işbaşına gelen her adamın kendi başına bir şeyler yaptığını, o gidince
yerine gelenin başka bir yol tutturduğunu, iş ve çalışmanın toplanmadığını, birinin
yaptığını ötekinin bozduğunu, imparatorluğun yüzyıllarca işin verdiği direktiflerden
uzak bir yolda yol aldığını ve gerilediğini dile getiren320 Esendal’a göre (2003d:
178), Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin başlıca sebebi, halkın işi ile devlet
kullanmayı birbirinden ayrı gören birtakım idealist idareciler elinde kalmış olmasıdır.
İmparatorlukta bu idareye karşı birçok komitalar kurulup idarenin baştan
atılmasına çalışılsa da Yeniçeri’nin bu ihtilalleri bastırdığını, Yeniçeri’nin
kaldırılmasından sonra Yeniçeri’nin memur sınıfı kalıbına girdiğini ve yine işin
başında kaldığını belirten Esendal’a göre (2003d: 178), bu memur sınıfına karşı da
bir takım komitalar çıkmıştır -ki bunlardan biri de İTC’dir-.
“[M]emleket düşman ayağı altında kalırsa, o günde de birtakım çürük
adamlar ortaya çıkarlar ve: “Düşmana kendimiz bırakalım, uğraşmayalım!” deye
tuttururlar. Eğer o yerde yaşamak için can kalmış ise, bu çürük adamların yanında
idealistler de çıkar ve memleketin sağlam adamları ile bu idealistler bir komita
yapar, memleketi kurtarmak için çalışırlar” diye yazan Esendal’a göre (2003d: 183-
4), örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı olan Vahidettin’in etrafında
toplanıp “yabancı devletlere uşaklık edelim deye çalışanların içinden çokları bu
gevşeklerdendi [çürük adamlardandı]. Komitalara girmek isteyen komünist yahut
faşist olan yahut ona özenenler [ise], yaşamağa daha elverişli [olan] adamlardı.”
“Geri kalmış bir milleti ileri atmak, başka milletlere yetiştirmek için koşturup
yoracaksın. Eğer millet kendi anlayıp kendi koşsa zaten geri kalmış millet olmaz.
Milleti kendi anlamadığı bir yolda koşturmak, yormak, onlardan düşündüklerini
320 “Bütün noksan, bu memlekette hükümetlerin sabit bir siyaset koymayı bilmemelerindendir”
(Esendal, 2004: 177).
136
sorarak olmaz. Bunu ancak idealist bir komite yapabilir” diyen Esendal’a göre
(2003d: 180), dar ve ağır günlerde bu gibi komitaları çıkarabilmek bir milletin
yaşayabileceğini gösterir.
Esendal’a göre (2003d: 181), hükümetler a) İngiltere, İsveç, Norveç,
Danimarka, Finlandiya gibi iş kurumlarından direktif alan hükümetler b) Rusya,
Almanya, İtalya, Polonya gibi idealden direktif alan komite hükümetleri c) İşin
icaplarını, neden elverdiğini anlamak için birer meclis kuran, ancak bu meclislerin
zamanla iş sahiplerinin vekillerinden ziyade politikayı kendilerine meslek edinmiş
kimselerden oluşmasına engel olamayan Fransa ve Belçika gibi tek bir komiteden
değil, ufak ufak birçok komitaların aralarındaki kombinezonlardan direktif alan
hükümetler d) İspanya, Meksika, Çin, Portekiz gibi komita hükümetlerini
sürdüremeyerek ihtilal ve muharebelerle sık sık el değiştiren ve her hükümet
değişmesinde general kavgaları yapan hükümetler e) Yarı esir ve manda altında
hükümetler olmak üzere beşe ayrılır.
Hükümetlerin bu tasnifinin hiçbir yerde bulunamayacağını ancak bu tasnifin
doğru olduğunu belirten Esendal’a göre (2003d: 182-3), bugün (1937] bile
mekteplerde hükümet biçimleri “mutlak hükümetler”, “meşruti hükümetler”,
“cumhuri hükümetler” diye tasnif edilmektedir. Ancak, bu tasnif hiç de doğru
değildir. İngiltere de meşruti hükümettir, Belçika da. Fransa da cumhuri hükümettir,
Rusya da, Amerika da. Ancak bunlar hiç birbirine benzememektedir.
Yapmış olduğu bu tasnif arasında geçişlerin de mümkün olduğunu belirten
Esendal (2003d: 183) bu durumu şöyle açıklar: “[B]ir yerde işler bozulunca orada
işten direktif alma işi de bozulur; karışıklıklar çıkar; birtakım idealistler yetişir;
komita hükümetleri kurulur. (...) [B]ir yerde komita hükümetleri varken işler yavaş
yavaş düzelirse, komita hükümeti de yavaş yavaş kendini değiştir, üstünden değil,
işten direktif alan hükümetler oluşuna girer.”
İş başına gelmiş idealci, ülkücü toplulukların (komitaların) başlıca iki türlü
olduğunu, bunlarında birincisinin idealleri memleket halkının yaşayışı ve düşünüşüne
137
çok uzak düşmeyen; ikincisinin ise idealleri hemen her noktada halkın yaşayışına ve
düşünüşüne çok uzak düşen komitalar olduğunu belirten Esendal’a göre (2003d: 186-
7), “[b]u iki tür komitanın sınırlarını çok kesin hatlarla göstermek [de] kolay
değildir. Eğer bu iki idealciliğe örnek istenirse Türkiye ile Rusya gösterilebilir.
Düşmanın gelip Türkiye’yi tutması üzerine ortaya çıkan Atatürk’ün ortaya koyduğu
ilk ideal nedir? Memleketi kurtarmak321. Buna, memlekette karşı gelenler bile
“Yapma” demiyor, “Yapamazsın, daha kötü olur” diyorlar. Sonra işlerin açılması
ile Atatürk’ün ortaya çıkardığı yeni işler de, işin sanki kendi gelişinden doğmuş
şeylerdir; hilafeti kaldırıyor. (...) Şapka giydiriyor, yazıyı değiştiriyor, kanunları
değiştiriyor. (...) [B]ütün bunları, işbaşına geldiği gün yapmıyor. (...) [İ]ş getirdikçe,
işin gelişine göre halkı, kendi idealine doğru çekiyor.322 Bu takım ideal hükümetler
için, gün geçtikçe işin kendisinden direktif alan hükümet şekli demek de mümkündür.
(...) Direktiflerini işten alan hükümetler ile bugün Atatürk’ün kurduğu ideal hükümeti
arasında ayrılık bulmak güçtür. Bu gibi komita hükümetlerine (...) “realist ideal
hükümetler” [de denilebilir].”
Hükümete karşı bir takım insanların komitacılık yapmasını -ki yazı 3 Şubat
1937 tarihlidir-; ‘eğer yerli ise bizim bir varlığımız sayılır, komünistliğe inanmış
adamlarımızın olmasında hiçbir kötülük yoktur’ diye değerlendiren Esendal’a göre
(2003d: 188, 195), ülkemizde, zamanla komite hükümetleri yerini işten direktif alır
hükümetlere bırakacaktır.
Bu yazının yazıldığı yıl olan 1937 yılından bu yana yaklaşık 70 yıl geçmiş
olmasına rağmen Esendal’ın ‘ülkemizde zamanla komite hükümetlerinin yerini işten
direktif alır hükümetlere bırakacağı’ öngörüsünün belirli bir aşama kaydedilmekle
beraber gerçekleşmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
321 “Bir cemiyet kurmak, bir devlet yapıp yönetebilmek, böyle içinde ateşi olan ve ateşlenebilen
adamlarla olur” (Esendal, 2003d: 517). 322 “Eyi aranırsa görülür ki büyük ihtilalciler, kendi çevrelerinin onlara verdiği yerden hoşlanmayan
ve o yaşayışa katlanmak istemeyen adamlardan olur” (Esendal, 2003d: 185).
138
D) Halkçılık323
Karaömerlioğlu (2006: 176), Esendal’ın yalın bir dil kullandığını, yalın bir dil
kullanmanın daha çok halkçı olmak ve daha az seçkinci olmak anlamına geldiğine
inandığını ve bu tavrıyla seçkinciliği zımnen eleştirmiş olduğunu vurgularken
Esendal’ın hikâyeye getirdiği en büyük yeniliğin yalınlık (sadelik) olduğunu belirten
Alangu (1959: 130) ise, sanat eserlerinin sadeleştirilmesinin, düşüncelerin
dolambaçsız bir yoldan söylenmesinin, halka doğru yönelen geniş bir yolun açılması
anlamına geldiğini ifade etmiştir324.
Karaömerlioğlu (2006: 175), Esendal’ın dönemin en alçakgönüllü
siyasetçilerinden veya aydınlarından biri olduğunu belirtirken325, Alangu (1959: 132)
ise, “onun eriştiği yüksek mevkilerde bulunanlar arasında halka bu kadar inebileni
görülmemiştir. Halkın çeşitli tabakalarının yaşamlarına imrenircesine onları candan
severek yazdığı hikâyeleri derhal göze çarpar” ifadelerini kullanıyordu. Tarus (1952:
41) ise, bu konuda şunları söylüyordu: “[Esendal’ın] yalnız sanat hayatına değil,
şahsi, içtimai, siyasi hayatına da hâkim olan prensip, hemen hemen bir dikkat ve bir
meslek halinde, alçak gönüllülüktü. (...) Genel Sekreter odasında nasıl iğreti
oturduğunu gözlerimle görmüşümdür: Masa ve koltuk, boş dururdu. Bir köşede, bir
tahta sandalye üzerinde, pineklerdi.”
323 Zürcher (2005: 265), halkçılığı ulusal dayanışma ve bütün ulusun çıkarlarını topluluk ya da sınıf
çıkarlarının üstünde tutma düşüncesi -dolayısıyla sınıf çıkarlarının inkârı- olarak özetleyebileceğimizi
söylerken Tekeli ve İlkin (1977: 287) ise, yukarıda da belirtildiği gibi, halkçılığın İTC içinde değişik
çevrelerde ve zamanlarda farklı yorumlandığını, “mesleki temsilcilik” düşüncesini savunanların
halkçılığının ise esnaf ve küçük girişimci özlemlerini içerdiğini ifade eder. 324 Esendal’ın edebiyatı halka götüren sadelik yolunun, sanatın gereklerinden, karışık konular,
meseleler ve ruh analizlerinden vazgeçmek anlamına gelmediğini belirten Alangu’ya göre (1959:
130), Esendal, en karışık ve dolambaçlı meseleleri bile sadelik ilkelerinden vazgeçmeden anlatabilen
bir hikâyecimizdir. 325 Türkeş (2002b: 243) ise, hikâye ve roman kahramanlarına karşı sevecen, sıradan ve yoksul
insanlara karşı duyarlı olan hikâyeci Esendal ile halktan bütünüyle kopmuş, bürokrat ve seçkinci Halk
Partisi genel sekreteri Esendal arasında bir bağ kurmanın mümkün olmadığını söylerken Yavuz (1983:
9) ise, resmi kimliğiyle iktidar seçkinleri arasında yer alan Esendal’ın yazınsal kimliğiyle yönetilenler
arasında yer aldığını belirtmiştir.
139
Milli Mücadele yıllarında Ankara Hükümeti’nin ilk dış temsilciliği ve
Esendal’ın ilk görev yeri olan Bakû mümessilliği, İTC’den beri ‘halktan biri’ olarak
tanımlanan (Gözcü, 2004: 8) Esendal’ın bu ‘halk’tan gelen kişi olması ile alakalıdır.
Böyle bir kıstasla seçilişini hep bir onur kaynağı olarak anan (Karaömerlioğlu, 2006:
176) Esendal, yapay olarak değil, yaradılıştan toplumcu aydınların, halk aydınlarının
ülkemize yararlı olacağına inanır ve halkı kazanmak için önce onu sevmek
gerektiğini düşünürdü326 (Onaran, 1975: 35).
İTC’de başka görevler yanında Anadolu Vilayetleri Müfettişi sıfatına da sahip
olan (Çetişli, 2004: 23) ve bu vesile ile Anadolu ve Trakya’yı dolaşmış ve böylece
Anadolu insanıyla, Anadolu’nun gerçekleriyle tanışan (Karaömerlioğlu, 2006: 173)
Esendal, öykülerinde, “çalışkan, dürüst, kanaatk[â]r, nikbin, hayat ve cemiyetle
uyum halinde, küçük mutluluklarla yetinmesini bilen” (Çetişli, 2004: 120) “birisi
olarak güzelle[diği] (Bora ve Erdoğan, 2004: 643) ve “[h]er şey[in] yerli yerinde,
hayat[ın] her vakit olduğu gibi” (Çetişli, 1999: 154) “olmasının göstergesi ve
teminatı olan” (Bora ve Erdoğan, 2004: 643) “küçük insan”ın hayatını tabii akışı
içinde anlatmıştır327.
326 Esendal’ın CHP Genel Sekreteri iken bu inancı benimseyen kişilerle partiyi güçlendirmek
istediğini, başka bir deyişle CHP’yi düşün düzeyinde yenilemek istediğini belirten Onaran’a göre
(1975: 35), CHP’nin değil yenilenmek, devrimci çizgiden uzaklaşmakta olduğunu gören Esendal, bu
zorlamalı adam seçmenin gereksizliğini anlamış ve genel sekreterlikten ayrılmıştı. 327 Esendal, eserlerinde “küçük insan”ı en iyi şekilde temsil ettiğine inandığımız “köylüler”e de -ki
yaşadığı dönemde, kırsal kesimin nüfusunun yaklaşık yüzde seksenini oluşturduğu bir toplumda
sokaktaki insanı köylülerden daha iyi kimse temsil edemezdi- yer vermiştir. Esendal’ın köylülere olan
ilgisinin sokaktaki sıradan, basit insanları eserlerine taşıma isteğinden kaynaklandığını belirten
Karaömerlioğlu’na göre (2006: 152, 172, 180, 182), doğrudan köycülüğe inanan ya da köycülükten
bire bir esinlenen yazarlarımızdan biri olmasa da, köylüyü ve kırsal Türkiye’nin sorunlarını eserlerine
yansıtma gereğini duymuş yazarlarımızdan biri olan Esendal, Cumhuriyet dönemi ‘köycü’
aydınlarının aksine, köy hayatına, köylülere ilişkin gerçekçi olmayan, idealleştirilmiş romantik
betimlemelerden kaçınmıştır. Alangu’nun ifadesiyle (1959: 131), “[a]ydın zümreler ve
sanatçılarımızın köylüyü tanımadan idealize etme yerine, o, (...) köylüyü doğru çizgilerle anlatan ilk
yazarlarımız arasında yer alır.”
140
Alangu (1959: 134), Esendal’ın, hikâyelerinde, vefalı, çalışkan, evine, işine,
yurduna bağlı küçük insanları anlattığını belirtirken Taşer (1952: 67) ise, Esendal’ın
“küçük insan”ın hayat dramını kendine iş edinmiş usta bir hikâyeci olduğunu dile
getirmiştir328. Çetişli (2004: 119-20) ise, bu konuda şunları söylemiştir:
“Esendal denince akla gelecek ilk özelliklerden biri, “küçük insanlar”ın
hikâyecisi, olacaktır. (...) Küçük insan veya onunla ilgili konular, yazarın
hikâyelerinin özünü teşkil etmektedir. (...) [H]ikâyeleri, tek bir ana eksen etrafında
vücut bulmuşlardır. Sözkonusu ana eksen de “küçük insan”dır.
“Küçük insan”, toplumun büyük bir kesimini teşkil etmiş olduğu halde
kendine yönetimde söz hakkı tanınmamış, yönetici-aydın veya bürokrat-memur
tarafından yüzyıllardır itilip kakılmış, horlanmış, hakları elinden alınmış sessiz
milyonların adıdır. Kendi küçük ve mütevazı dünyalarında yaşayıp giden bu insanlar,
sürekli olarak üretici olmuş, emeklerinin karşılığı ile geçimlerini temin etmişlerdir.
Onların dünyalarında büyük aşklar, kıskançlıklar, ruh burkuntuları ve metafizik
endişeler yaşanmaz. Büyük heyecanlar, entrikalar ve olaylar görülmez. (...) [K]üçük
mutluluklarla yetinmesini bil[irler.]
(...) Küçük insanın yaşama sevinci, mutluluğu, ümitleri, hayalleri, batıl
inançları, saflığı, küçük şeylerle mutlu olabilme kanaatkârlığı, sabrı, çalışkanlığı,
becerikliliği, hoşgörüsü, sohbet severliği, kiracılık derdi, hikâyelerde ele alınan
başlıca konulardır.”
Her zaman için “küçük insan”dan yana tavır alan329 ve hikâyelerini gündelik
yaşamın en sıradan, hiçbir abartı içermeyen olaylarından yola çıkarak yazan (Oktay,
1993: 660), başka bir ifadeyle, “olan”ı, abartmadan, değiştirmeden ve süslemeden
328 “Bu zavallıların günden güne adetlerinin çoğaldığı görülmüyor. Sanki merhamet, kapılarını bu
biçarelerin yüzlerine kapamış idi” (Esendal, 1997b: 16). “Hanımım bunun beteri nedir? Bunun beteri
ölüm... O da rahatlıktır. Haydi tutalım babasının bir günahı vardı, çekti. Beni de bir tarafa bırak!.. Ya
şunun ne taksiratı vardı acaba? Bize ölüm ne devlet!.. Rabbim onu bile çok görüyor!” (Esendal,
1997b: 17) gibi örneklerde görüldüğü gibi. 329 Huyugüzel’in ifadesiyle (2008: 1), Esendal, ülkenin büyük sorunlarına ancak geri planda yer veren,
buna karşılık küçük, sıradan insanların duygu ve düşüncelerini, yaşama sevincini iddiasız bir
gerçekçilik içinde anlatmayı tercih eden bir hikâyecidir.
141
gerçeğe en yakın şekilde dikkatlere sunma gayreti içinde olan (Çetişli, 2004: 190) ve
hikâyelerin arınmış bir dil, sade ve akıcı bir ifade ile yazıldığı hatırlatılınca da, “o
benim marifetsizliğimden. Edebiyatı bilmediğimden. Bilsem, öyle düpedüz yazar
mıyım hiç? Köylü, bir şeyi söylerken dikine, olduğu gibi söyler. Neden? Süslemesini
bilmez, benzetmesini bilmez, anlatmasını bilmez de ondan” (aktaran Arısoy, 1952: 8)
diye cevap veren Esendal, hikâyelerinde, günlük yaşamın gösterişiz yanlarını, basit
gibi görünen ama aslında derin toplumsal sorunlara dönük konuları işlemiştir330
(Uyguner, 1991: 52).
Hükümetin insanlar arasında sınıf farklılıklarını hatıra getirdiğine inandığı
“Paşalık”, “Beylik” gibi unvanları kaldırmasına olumlu bakan ancak “[b]iz de bu
sınıflar varsa bunları kaldırmalı, adlar kendi kendilerine kalkar. Bizde yok ise adı
olmuş, ne çıkar” diyen Esendal’a göre (2003d: 97-8), asıl önemli olan şey, -eğer var
ise- sınıfları ortadan kaldırmaktır331.
Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getiren332,
sınıfların çatışmasının değil, mesleklerin tesanüdünün hâkim olduğu bir toplumsal
düzeni dillendirmeye çalışan, Karaömerlioğlu’nun ifadesiyle (2006: 179), toplumun
uyumlu uzuvlardan oluştuğuna inanarak toplumsal gruplar (sınıflar) arasındaki
çelişkileri göz ardı eden333 ve toplumsal sınıfları yadsıyan, yerine meslek zümrelerini
330 Karaömerlioğlu’na göre (2006: 175), aşırı olan hiçbir şeye prim vermeyen Esendal, böylece
dikkatini “küçük insan”lar üzerinde yoğunlaştırmıştır. 331 Esendal’ın (1983: 9) “İane” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanlarından biri olan kumandan
aracılığı ile “Zaten bir milletin kanını emen hep sizin gibi mütegallibe değil mi? Ne kadar böyle
mütegallibe eşraf varsa kafasını koparmalı ki, bu millet kurtulsun” demesi bu duruma bir örnek olarak
gösterilebilir. 332 Karaömerlioğlu’na göre (2006: 180-1), Ortaçağ’dan kalma loncalardan oluşan bir toplumsal
örgütlenmenin özlemini duyan Esendal’ın eserleri, durağan ve farklılaşmamış bir toplumsal
örgütlenme anlayışının veya yaklaşımının izlerini taşır. 333 Örneğin, Esendal’ın “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romandaki Ankara’sı, farklı toplumsal kesimden
insanlara göre bölünmüş değil, bir anlamda, sınıfsız ve imtiyazsız tek bir zümrenin mekânıdır (Türkeş,
2002a: 433).
142
koyan “mesleki temsilcilik” düşüncesinin savunucularından biri olan334 Esendal,
“Kuvvetli Hükümet” adlı hikâyede, “[ç]ok yerde hükümetler mali ve ticari
grupların ellerindedir. Muhtelif meslek ve menfaatlerin muhassalası, hükümetlere
ve[ç]he [yön] verir. Bizde de hükümet bir sınıf elindedir ve hükümete bu sınıf direktif
verir. (...) [B]u sınıf memur [sınıfıdır]” diyerek bu sınıfların varlığını da
görmezlikten gelememiştir (2004: 175).
“Hâmid İçin Bir Yazı” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanları arasında;
“Kabahat sizde değil sizleri bir adam sanıp da okuyanlarda!” “Bizi adam sandıkları
için mi okuyorlar sanıyorsun? Dedikoduyu, ortalığa çamurlaşmayı biraz gevşetelim,
görürsün bak, satış ne oluyor!” şeklinde bir diyaloga yer veren, “Hanende Hayım”
adlı hikâyede, birbirini dolandırarak, birbirini aldatarak geçinen halktan bahseden,
“Demokratik Seçimler” adlı hikâyede, Kişgillerin İhsan adlı kahramanın şahsında,
“Hürriyet Gelirken” adlı hikâyede ise, hâkim efendiden telgraf memuruna,
gümrükçüden liman çavuşuna kadar birçok kişinin şahsında siyasal bilinçsizliğin
hangi seviyelerde olduğunu gösteren335, “Monte Nuvare Belediye Başkanı” adlı
hikâyede ise, başkanın iyi günlerinde yanında olanların işlerin kötüye gitmesi üzerine
ortadan kaybolduğunu belirterek halkın (yönetilenlerin) vefasızlığını ve
menfaatçiliğini gözler önüne seren Esendal (1996: 86, 157; 1988: 127; 2003a: 37,
102-3), böylece halkı da eleştirmeyi unutmadığını göstermiştir.
334 Esendal’ın yeni bir düzenin, yeni bir toplumun, yeni bir kuşağın öncüleri arasında yer almış bir
siyasa adamı olduğunu belirten Güngör (1983: 9) de, Esendal’da, bu felsefe ve eylemin izlerini
bulmanın mümkün olduğunu yalnız bir şeyi bulmanın mümkün olmadığını onun da yeni düzenin
temelinde var olan sınıf gerçeği olduğunu belirtmiştir. 335 “Ben partiden niçin çıkmış olayım, dedim, gittim öbür partiye de yazıldım. Onlar da bizim buranın
adamı değiller mi?” (Esendal, 1988: 129). “Sen hangi tarafa çalışacaksın? diye sordu. Ben, dedim,
taraf bilmem. Ben mebus olmak istiyorum, işte bu kadar. Sizin aranız açılmış, ben ona karışmam!”
(Esendal, 1988: 129). “Hürriyet olmuş! Bu ne demek? Herhalde iyi bir şey olmuş, çünkü tebrik
ediyorlardı. (...) “Allahı âlem bir şenlik olsa gerek,” diye söylendi” (Esendal, 2003a: 37). “Bu hürriyet
neredeymiş? Nereden gelmiş? (...) Burada işsizlikten patlayan esnaf, hele birkaç memur bir eğlence
çıktığına seviniyorlardı” (Esendal, 2003a: 39) gibi örneklerde görüldüğü gibi.
143
E) Türkçülük
Alangu’nun ifadesiyle (1959: 132), bu topraklar üstünde yaşayan insanların
yaşayışlarında, duyuşlarında, dillerinde, sanatlarında bir yücelik olduğuna inanan
Esendal, hikâyelerinde ve romanlarında 1877-1952 yılları arasında cereyan eden
önemli gelişmeleri (Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Milli
Mücadele; Türk toplumunun bu savaşlarda çektiği sıkıntı ve acılar; Osmanlı
İmparatorluğu’nun dağılışı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu; II. Meşrutiyet ve
Cumhuriyetin ilanı, inkılâplar ve çok partili hayat geçiş; Cumhuriyet öncesi ve
sonrası yönetim tarzı ve bürokrasi; sosyal, ekonomik, kültürel, politik hayattaki
çözülme, bozulma ve dağılmalar ile yeniden yapılanma gayretleri; birtakım
değerlerin yitirilişi, yeni değerlerin teşekkülü vb.) ele almıştır (Çetişli, 2004: 110-
11).
Örneğin, “Baba Halil” adlı hikâye336, Esendal’ın Bulgar zulmünü337 anlattığı
hikâyelerden biridir. Sözkonusu hikâyede hikâyenin kahramanı Kolacıoğlu İbrahim,
Balkan Savaşı esnasında Bulgar zulmüne maruz kalmış yüz binlerden sadece
birisidir338. Bulgarlar, çocuğunu, anasını geride bırakıp savaşa katılan ve Edirne’nin
işgali sırasında esir düşen İbrahim’i ve diğer esirleri aç bırakarak ölüme terk ederler;
hem de kendi mezarlarını kendi elleriyle kazdırarak. İbrahim’in geride bıraktığı
oğlunu besleyip büyütmekte olan kahraman anlatıcının çocuğa hitaben yazdığı
mektup, galeyan halindeki milli bir kin ve intikam duygusu ile yüklüdür (Çetişli,
2004: 91-2): “[B]abana kendi eli ile mezarını kazdıran bir düşmanı affetme... Seni
yalnız bunun için yetiştirdim, bu intikam için besledim. (...) Sen, yüz binlerce mazlum
şehit kanının hesabını sormak için yetiştirildin, sana verilen bir lokma ekmek bunun
336 Sözkonusu hikâyede, Esendal (1988: 84), Bulgarları ve Sırpları Avrupa’nın kör baltası olarak
niteler. 337 “[B]u, öyle bir felakettir ki, analara evlatlarını çamurlar içine arttırır, (...) ahlak, namus, din her
şey susar. (...) Avrupa bunları şanlı medeniyet tarihine yazsın!” (Esendal, 1988: 86). 338 “Nihayet bir gün zavallı Edirne düştü. Bütün Müslümanların kalbine büyük bir bezginlik, bir yeis
çökmüştü. (...) Hayatın bu kadar fena, bu kadar karanlık olduğu bir başka zamana tesadüf etmedim,
ömrümün on yılı birden gitti” (Esendal, 1988: 87-8).
144
için verilmiştir, sen onu helal ettirecek adamsın. (...) Sen mazlumların ahını, (...)
[y]erde koma, intikamını alıcı ol” (Esendal, 1988: 89).
“Bütün işler onların ellerindeydi, servet, itibar! En büyük şeylerden en
küçüklerine kadar hepsini onlar yapıyorlardı. Onlara muhtaç olmayarak buralarda
yaşamaya imkân yoktu. Buna mukabil Müslümanlar günden güne kuvvetlerini
kaybediyorlardı. Hükümet feci bir surette bozuk ve gülünçtü. (...) Müslümanlar
arasında (...) okumuş adamlar (...) nadirdi; (...) onlar, hükümetin mühimce dairelerini
idare ediyorlardı. (...) Asım, çayını içerken bu adamların ne kadar refah içinde
yaşadıklarını düşündü. Sarayköy beylerinin içinde hiçbiri onlar derecesinde refah
görmüyorlardı. (...) Bütün Sarayköy beyleri ve köylüleri birer Rumun veya Ermeninin
borçlusu idiler. Onların oturdukları mahalleler şendi, aydınlıktı. (...) Müslüman
mahallelerinde kum yollar, bütün sokak boyunca kerpiç duvarlar uzanıp gidiyor ve
güneş batar batmaz bu sokakları derin bir sessizlik ve zulmet örtüyordu” (Esendal,
2003c: 48-9). “Onların bir milletleri vardı, milletleri namına mutalebatta bulunuyorlar
ve ne istediklerini pek güzel biliyorlardı. Asım’da bunların hiçbiri yoktu” (Esendal,
2003c: 199). “Kendi kendine düşündüğü vakit, görebildiği şey, Türkiye’de oturan
Hıristiyanların Müslümanlardan çok yüksek mevkide bulunduklarıydı. (...)
Sarayköy’ün İslam cemaatını bir yere, birkaç fikir etrafına toplamak kabil değildi.
Toplu hiçbir şey yapamıyorlardı. (...) İstanbul içinde Hıristiyanlar ve ecnebiler
yaşıyorlardı. Onların yanında bizim mevkiimiz yoktu. İslamlar artık korkunç
olmaktan, zavallı ve gülünç olmak mevkiilerine düşmüş bulunuyorlardı ve İslamların
okumuşları, münevverleri, Hıristiyanların hele Avrupalıların yanında âdeta kendi
milliyetlerini inkâr edecek derecede zayıf ve bozulmuş bir halde bulunuyorlardı.
Herkes, mensup olduğu cemaatı müdafaa kaydında olduğu halde bizde bu vazifeyi
ancak az okumuş veya hiç okumamış olanlar yapıyorlardı” (Esendal, 2003c: 202-3).
145
gibi örneklerde görüldüğü gibi, Türk toplumu-azınlıklar mukayesesini339 “Miras”
adlı romanda geri planda bir fon olarak -kullanılan diğer bir fon 1908 öncesi yönetim
aleyhine gelişmekte olan siyasi faaliyetlerdir- kullanan340 (Çetişli, 2004: 139), CHP
genel sekreteri olduktan kısa bir süre sonra (12 Kasım 1942) yürürlüğe giren ve
Musevi vatandaşları hedef alan Varlık Vergisi’nin341 mucidi CHP ile ters düşmeyen
Esendal342, Türkeş’e göre (2002b: 242-3), ırkçı bir milliyetçi değil, Cumhuriyet’in
Türk kimliğinden yana olan bir milliyetçi idi343.
Oğluna yazdığı 7 Mayıs 1934 tarihli mektupta, “Yahudi ticaret edecek, iş
yapacak, para kazanacak uzun muharebeler ister mi? Yahudi için Alamanya ile
İngiltere’nin, Fransa’nın ne farkı var. Alamanya ortadan kalksa da yerine Fransa
339 “Rüştiye” adlı yazısında, “[h]er bakımdan bir gönül düşkünlüğü, bir küskünlük içinde idik.
Başkalarının [diğer din mensuplarının] bizden daha iyi yaşadıklarını, daha güçlü, daha üstün
olduklarını görüyorduk” diye yazan, “Çorlu’nun İnsanları” adlı yazısında ise, “[o] zaman bizim
gözümüzde Ermenilerin paraları var, sanatları var, cemaatleri var, işleri geniş. Bizim bir
hükümetimiz var. Ama ne hükümet! (...) İşte bu Gölcük Meydanı’nın bir köşesinde de o hükümet!
Kaymakamları, kadıları, candarma zabitleri, malmüdürleri ile hepsi birden bir yüz karası.
Cemaatimiz dağınık. Derin bir uykuda. Hiçbir şeyden haberi yok. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin
karşısında her gün Türkler biraz daha alçalıyorlardı. Bu, her gün damla damla yutulan zehrin
acılığını, o hayatı yaşamalı da bilmeli!” diye yazan Esendal (2003a: 200; 1999a: 90-1), bu
karşılaştırmayı ‘anıları sayılabilecek’ yazılarında da yapmıştır. 340 “Osmanlı’nın son döneminde Musevi ve Hıristiyan cemaatlerin Müslümanlar aleyhine gelişen
ekonomik güçlerini[n] işle”ndiği, başka bir ifadeyle, milliyetçi ya da ırkçı-şoven bir tarzda olmamakla
birlikte Musevi ve Hıristiyan kesiminin maddi ve kültürel gelişimlerinin Trakya’daki Müslümanların
düştükleri zavallı ve gülünç durumla karşıtlık içerisinde işlendiği (Türkeş, 2002b: 240, 242)
sözkonusu roman için Timur (1991: 229), “Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılmış [bu] (...) romanda,
XX. yüzyıl başları Trakya’sının bu kadar nötr, bu kadar şoven duygulardan uzak bir şekilde verilmesi
Türk romanı hesabına onur verici bir tablodur” ifadesini kullanır. 341 Aslında, Türk burjuvazisinin geneli için huzursuzluğa neden olmuş olan Varlık Vergisi’nin asıl
kurbanları gayri Müslim iş çevresi olmuştur (Zürcher, 2005: 301). 342 Esendal, “Beyhan’a süt veren bu Yahudi karısının insanlığına hayranım” (Esendal, 2001a: 499)
cümlesinde görüldüğü gibi, bu genel eğilimine ters yaklaşımlar içerinde de olmuştur. 343 “Biraz sonra da, (...) Türk bayrağını gördüm. (...) [B]u narçiçeği al bayrağı görünce yüreğim
çırpındı. İçimde tapmak isteği duydum. Nasıl da alıcı bir güzelliği var!.. (...) Yaşadıkça duyulan türlü
acılar, ağrılar, yürek sızıları, birikip kalmış üzüntüler sanki birden omuzlarımdan kalktı, içimde bir
sevinç belirdi” (Esendal, 1988: 151) ifadelerinde görüldüğü gibi.
146
gelse Yahudiye ne olur? Her yerde de sosyalistler Yahudilerden olur. Sosyalistlerin
bütün kodamanları Yahudi’dir” diye yazan, kızına yazdığı 26 Ekim 1936 tarihli
mektupta, “[s]en Bedros’tan numara almak istersen (...) Herife “Mösyö” de. Bir şey
de sorarsan Fransızca sor. Ermenidir, koltuğa gelir. Onu firenk ettin mi,
dayanamaz!” diye yazan, 18 Temmuz 1938 tarihli mektupta, “[b]u uğursuz Yahudi
mektebine bilmem nereden tutunduk” diye yazan, 1 Aralık 1941 tarihli mektupta ise,
“[b]izim Haşmet bana, bir Yahudi evinde, bir oda bulmuştu. (...) Ben gitmek
istemedim. Bir Yahudi ailesi ile iç içe oturmak biçimsiz bir iş. Bu herifler adamı
yolarlar” diye yazan344 Esendal’a göre (2003d: 461; 2001a: 101, 186, 340), insanın
benliği milli karakter demekti (Barkın, 2008: 1). Bu benlik bozulursa o insanlardan
öğünülecek eser ve böyle insanların topluluğundan da bir medeniyet çıkamayacağına
inanan Esendal, Barkın’a göre (2008: 1), “milli karakteri kutsal bir varlık gibi gören,
onu her fesattan korumak isteyen bir milliyetçi, bir Türkçü idi”345
Müslümanlığın eski törelerimizi, eskiden kalma hikâyelerimizi ve dilimizin
işlenmesini durdurduğunu belirten Esendal’ın (1999a: 144; 1999b: 186; 1997b: 87-8)
milliyetçiliği, “Vassaf Bey” adlı romanda romanın kahramanlarından biri olan
Perihan’ın aracılığı ile, “[b]izim evimizin içinde bir kadın açlıktan, pislikten ölecek,
biz de hiç aldırmayacağız! İnayet Hanım da bana bu kadının bir Hıristiyan kadını
olduğunu birkaç keredir söylüyor. İşitmezliğe geliyorum. Bu durumda insanın
Hıristiyanı ile İslamı olur mu?” diye sorabilen ve Kurtuluş Savaşı yılları
Ankara’sının anlatıldığı “Çolak” adlı hikâyede ise, hikâyenin kahramanı Çolak’ın
344 Esendal (1999c: 194-5), “Berrin Evliliği” adlı hikâyede ise şöyle bir Yahudi tiplemesi
çizmektedir: “Şerif adındaki adam (...) bütün düşüncesi, varlığı, para kazanmak olan kimselerden biri
idi. (...) Yahudi idi. Her dili bilir, konuşur, yazar. İşten başka lakırdı etmez, iş için gelir, işi bitince de
çıkar giderdi. Sokakta görünce, söyleyecek bir sözü yoksa selam bile vermeden geçen bir adam.” 345 Barkın’a göre (2008: 1), “[Esendal’ın] ufki medeniyet nazariyesi bu ana düşüncelerden doğmuştur.
O, bu düşüncesini yaymak için esaslı teşebbüslere girişmedi. Zaten bu yol üzerinde olduğumuza, Türk
Milletinin ve onun cemiyetinin p[a]yidarlığına (kalıcılığına) inanmıştı. Onu anlamak fırsatını
bulamayanlar uzaktan kulaklarına değişerek gelen bu düşünceleri mistik bir havaya bürünmüş bir
nevi gerilik belirtileri gibi görmüşlerdi.”
147
aracılığı ile, “Müslümandan hayır gelse, bize Arabistan’da gelirdi, bizi arkamızdan
vurdular!” diyen bir milliyetçiliktir346.
Ağaoğlu’nun (1992: 26, 29) aktardığına göre, CHP Genel Sekreteri olduktan
sonra Ankara Halkevi’nde milliyetçilik, milli gelenekler, Türklere özel medeniyet
üzerinde uzun uzun konuşan, hatta bazıları partinin prensiplerine aykırı fikirler ileri
süren Esendal, 28 Şubat 1943’te yapılan seçimlerde, coğrafyayı/toprağı temel alan
bir milliyetçilik ideolojisi olan (Çınar, 2007: 1) Anadoluculuk düşüncesinin öncü
isimlerinden biri olan Şevket Raşit Hatiboğlu -ki siyasi tarihimize “Otuzbeşler
Olayı” diye geçecek olan oylamada Peker’e güvensizlik oyu verenlerden biri
olacaktı- gibi birçok kişinin milletvekili olmasında önemli bir rol oynamış ve bu
durum en fazla Dil, Tarih ve Edebiyat Fakültesi’nde yuvalanmış komünist fikir
zümresine karşı milliyetçilerin bir zaferi olarak algılanmıştır.
Reha Oğuz Türkkan347 gibi milliyetçi gençlerin tutuklanmaları348 üzerine
İnönü’ye giderek, bu gençlerin samimi olduklarını belirten ve eğer tutuklanma
346 “Korku” adlı hikâyede, Türklerin eline esir düşen bir kadın kahraman aracılığı ile, “[b]ir kibrit
parladı. Bir dakika içinde genç, parlak gözlü bir Türk zabitiyle göz göze geldik. (...) Karanlık bir
ormanın içinde dağ kadar, kırk senelik bir karaağaç kadar iri bir Türk neferiyle beraber gidiyorduk.
Şimdi sen bunları okurken benim ziyan olduğumu, bütün dünyanın nefret edeceği bir hakaret
gördüğümü düşünürsün, değil mi? Hayır Velikam! Bu adam bana elini bile sürmek istemiyordu. (...)
Hele böyle dağ başında, ben onun esiri iken, bu kadar kendini koruyabilen, kendini saklayan bu genç
erkeğe bugün gönlümde bir hürmet, bir saygı var” diyen Esendal (2003a: 21, 23, 15), “İkisinin
Arasında” adlı hikâyede ise, ‘anlatıcı’nın ağzından hikâyenin kahramanlarından birini tanıtırken
“[k]uvvetiyle kendini tanıtmış bir milletin [Türk Milletinin] evladından olduğuna pek memnundur;
iftihar eder, övünür” ifadelerini kullanır. 347 Türkkan tutuklanmasından iki ay önce Esendal’ın kendisine 9 sayfalık bir mektup yazarak
uyarılarda bulunduğunu belirtmektedir (Türkkan, 2002: 35). 348 Zeki Velidi Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve Reha Oğuz Türkkan gibi
milliyetçiler, Hüseyin Nihal Atsız’ın Sabahattin Ali gibi kişileri vatan haini komünistler olarak ilan
etmesi ve Maarif Bakanlığı’nı da olan bitene göz yummakla suçlaması ardından gelişen olaylarla
başlayan ve 7 Eylül 1944’te başlayıp 29 Mart 1945’te sonuçlanan davada -ki dava tarihe “Irkçılık-
Turancılık Davası” diye geçmiştir- yargılanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.
148
kararında ısrar edilecekse kendisinin de milliyetçi olduğunu349, dolayısıyla kendisinin
de tutuklanması gerektiğini söyleyen350 (Ağaoğlu, 1972: 105) Esendal, Ağaoğlu’na
göre (1992: 25), yarı sosyalist, koyu milliyetçi diye tanınmış eski bir İttihatçı idi351.
Esendal’ın ölümünden sonra sevenlerinin onun bazı iyiliklerini anlatan
yazılar yazdığını ama bildiğine göre onun hayatındaki iyiliklerinin en mühiminin
Türklüğe yaptığı hizmetler olduğunu belirten352 Buğra (1952: 6), Esendal hakkında
349 Oğluna yazdığı 14 Ekim 1937 tarihli mektupta, “[d]işin ağrırsa, her yer sana karanlık olur. (...)
Milletin dişi ağrırsa gene [öyle ol]ur” diye yazan, 15 Temmuz 1940 tarihli mektupta ise, “[b]izi (...)
sımsıkı bir birlik kurtarır. (...) Biz birlik olursak bizi hiç kimse yıkamaz. (...) En yanlış birlik de
ayrılıktan eyidir” ifadelerini kullanan Esendal’a göre (2003d: 236; 309, 340), “[k]ötü günde en büyük
düşman milli birliği bozandır.” 350 Esendal’ın bu sözleri üzerine İnönü, “[o]nların hedefi milliyetçiliği telkin değil, bizim yerimize
geçmektir. Gözleri koltuklarımızda!” diye bağırmıştır (Ağaoğlu, 1972: 105). Ağaoğlu’na göre (1969:
116), Esendal’ın bu tutumundan sonra terör halini almak üzere olan ve neticeleri yalnız memleket için
değil, şahıslar için de çok fena olabilecek tutuklamalardan vazgeçilmiştir. “Irkçılık-Turancılık
meselesi dolayisiyle Parti teşkilâtına yaptıkları 7-VI-1944 tarih ve 3/2526 sayılı tamim”de ise Esendal
(1944: 19), bu kapsamdaki girişimleri “hıyanet” olarak değerlendirmiştir: “Bizi ırkçılık gibi müphem
ve dağıtıcı, Turancılık gibi karanlık ve çıkmaz yollara sürüklemek isteyiş ve çocuklarımızı sokak
politikasına sürükleyiş yalnız akılsızlık ile izah edilemez, bunu milletimize karşı hiyanet olarak telâkki
etmeğe mecburuz.” Bekin (2002: 53) ise, Esendal’ın önceliğin Türkiye’nin güçlenmesine verilmesi
gerektiğini düşünmesine ve güçlü bir Türkiye’nin dışarıdaki Türklerin sorunlarını çözeceğine
inanmasına rağmen hapse girenlere dostları vasıtasıyla yardımcı olduğunu belirtmiştir. 351 Oğlu Ahmet Esendal ile yapılan bir özel mülakatta Ahmet Esendal’ın söylediğine göre, sosyalist
biri olan ve memlekette de sosyalist bir yaşantı kurulmasını isteyen ancak sola kesin bir meyil
göstermeyen Esendal, “Rusya’ya gönderilip beyinleri yıkanan gençleri kurtarmak için çok
uğraşmıştır” (Çetişli, 1999: 56). 352 Bekin (2002: 53), Esendal’ın Türklüğe yaptığını hizmetleri şu şekilde sıralar: “Dış Türklerle
ilgilenen her kuruma ve kişiye manevi ve maddi katkılarda bulunan Esendal’ın “özellikle Azerbaycan
Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resulzade’ye, büyük yardımları olmuştur. Her bakımdan onlara destek
vermiştir. Bu şahıslar Esendal’ı kurtarıcı bir insan olarak görmekteydiler. Dertleri olduğunda
Küçükyalı’daki evine, Ankara’daki makamına gelerek dertleşirlerdi. Esendal’ın evi, Türkçü âlimlerin
bir ziyaretgâhı haline gelmişti. Onlara Türkiye’nin iç politikası hakkında bilgiler verir, moral depolar
ve çalışmalarına kitap olarak, doküman olarak destek verirdi.”
149
şu değerlendirmelerde bulunur353: “[Esendal], Türklük için yaptığı hizmetlerini sessiz
sedasız yapardı. O, Türkçülüğün yükselmesi yolunda kendisini unutmuş, bu konuda
şöhret kazanmağı hatırına bile getirmemiş bir fedakârdı. (...) Esendal’ın tetkik
etmediği hiçbir Türk oymağı yoktur. Her oymağı dili, tarihi, kültürü ve her şeyini
gayet iyi bilirdi. Her bir Türk ilinin hayatta kalma, yükselme yollarının ne olduğunu
yapıcı bir bakışla biliyordu. Her fırsattan faydalanarak bu yolda elinden gelen her
işi yapardı. (...) Esendal’ın tezi: ‘Hiçbir Türk mahvolmasın, her Türk mümkün olan
yolu takip ederek dirilsin’den ibaretti. (...) Esendal Turancılık, Pantürkistlik
nazariyelerini reddederdi. Çünkü bu nazariyenin müspet cephesi olmadığına kani idi.
Türk ilinin kendi siyasî, iktisadî, coğrafî imkânlarına göre kurtulma yollarını
aramaları gerektiğini ileri sürerdi”354.
30 Kasım 1934’te yazdığı mektupta, yeni neslin Osmanlı İmparatorluğu
içinden kendine bir Türk Devleti çıkardığını, Atatürk’ün bu milletin fizyonomisini,
yazısını, dünya görüşünü değiştirdiğini belirten355 ve “[h]angi millet bugün Türkler
353 Buğra (1952: 6), Esendal’ın kendisi için ne kadar önemli olduğunu şu ifadelerle özetlemektedir:
“Tecrübesiz bir silâhşörlükten değişmez bir idealistliğe yükselmem, yalnız Esendal’ın altı yıl süren
yorulmak bilmiyen terbiyesine medyundur.” 354 Barutçu’nun (2001: 637) aktardığına göre, Esendal, 8 Kasım 1943 tarihinde yapılan Umumî İdare
Heyeti toplantısında, “bütün dünya Türklerine şamil İrredentiste [anayurt dışında kalmış dil ve töre
bakımından aynı halkın yaşadığı toprakları anayurda katmayı hedefleyen milliyetçilik] bir Türkçülük”
izlenmesini isteyen Kütahya milletvekili Alaettin Tiritoğlu’na böyle bir Türkçülüğün tehlikeli
olduğunu anlatmaya çalışmış ve şunları söylemiştir: “Serseri bir ırkçılık 18 milyonluk mevcudiyetin
kaldıracağı bir dava değildir. Bir milletin hakim bir harsı olmadıkça toplayıcı varlık olamaz.
Lisanımızı, kültürümüzü yükselteceğiz ve civanmert bir millet olarak bütün Türklüğün toplayıcısı
olacağız. Milliyetperverlik milletin büyüklüğüne ve kudretine inanmaktır.” Turancılığı/Türkçülüğü
reddettiği söylenen Esendal’ın “[l]isanımızı, kültürümüzü yükselteceğiz ve civanmert bir millet olarak
bütün Türklüğün toplayıcısı olacağız” ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Turancılığı/Türkçülüğü tam
olarak da reddetmediği anlaşılmaktadır. 355 Atatürk’ün insanlığın yetiştirdiği en büyük adamlardan biri olduğunu, bütün fırsatları kullanarak,
on beş yıl içinde bir milletin bahtını değiştirdiğini, eğer Atatürk’ün bıraktığı izler üstünde yürüyecek
olursak örnek bir ülke ve millet olacağımızı belirten (Esendal, 2003d: 284-5) ve “[h]angi ana
evladını, hangi çocuk babasını, hangi sevgili gönüllüsünü Türk milletinin onu sevdiği kadar sevebilir”
(Ulus, 1942: 2) diye soran Esendal’a göre, Atatürk’ün yaşayan ve yaşayacak olan bütün Türklerin ruh
ve mana halindeki idealleridir.
150
kadar çalışıyor” diye soran Esendal’a göre (2003d: 88), “şu geçen yirmi beş yıl
içinde Türk nesli kadar geleceği eyi gören ve işin çıkarını eyi hesap eden bir zümre
çıkma”mıştır356. 19 Aralık 1936’te yazdığı mektupta ise, “[h]angi devlet bu
buhranlar içinde Türkiye kadar kendi kendini düzeltebildi?” diye soran ve
“[y]eryüzü iktisat ve geçim işlerinde eğer büyük hükümetlerin adamları doğru
düşünür ve doğru görürlerse, çok tedbirleri Türklerden öğren[mişlerdir]” diyen
Esendal (2003d: 157, 304), 25 Mart 1940’da yazdığı mektupta daha da ileri giderek,
“[y]alnız küçükler değil, bugünün koca koca devletleri bile bizden umuyor,
kurtuluşlarını bizden bekliyorlar” diye yazmıştır357.
İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümeti’nin karşılaştırıldığı hikâyelerden biri
olan “Saide” adlı hikâyede, ‘anlatıcı’ aracılığı ile, “Şinasi Bey’i de güler yüzle
karşıladılar, arkadaşça bir güven gösterdiler, yardımını istediler. Bir hafta içinde
dairenin birinde başmüşavir oldu. Hiç ummazken kendisine değer vermelerine,
güven göstermelerine sevinerek yeni işine istekle başlamış bulundu. (...) İstanbul’da
iken Ankara’nın kurtuluş çalışmalarını pek çocukça, pek delice bulur;
arkadaşlarına; “Azizim, bu işler çıkmaz. Çenelerimizi boşuna yormayalım.
Almanya’nın diz çöktüğü yerde biz mi karşı duracağız? Böyle şey olur mu? Mantık
denilen bir şey vardır!” derken Ankara’ya geldiğinin tam otuz dokuzuncu günü
misafir kaldığı yerdeki yatak komşusuna; “Bu işin bir ucu tüfeğe sarılıp dağa
çıkmaya kadar gider, azizim. Bunu göze almayanlar bizimle beraber gelmesinler. Yol
yakınken başlarının çaresine baksınlar. Bu mantık pazarı değil can pazarıdır” diyor;
eski sözleri kadar bu sözlerine de içten inanıyor, gece gündüz de çalışıyordu. (...)
356 26 Mart 1937 tarihli mektuptaki ifadesiyle, “[h]er gün yeni bir adım atan bir ulus. Ben Türkiye’den
çıkalı sekiz ay oluyor, bak neler oldu? Montrö bitirildi, Hatay anlatıldı, Şark Demiryolları alındı.
Ereğli Kömür Şirketi gitti, gemiler ısmarlandı, demir ocakları işine başlanıldı ki orada yeni bir şehir
kurulacak, (...) İki radyo istasyonu, ısmarlandı. İstanbul limanına ve gemi yapma doklarına karar
verildi! Kim bilir daha neler oldu ki ben bilmiyorum. Ulusa bak, şeflerine bak efendi! Sen bu
çalışkanlığı nerede görürsün? (...) Büyük devletlerden hiçbiri bizim kadar eyi idare olunmadıklarını
söyleseler, hemen inan. İstersen inanma, iş ortadadır” (Esendal, 2003d: 211). 357 Esendal, “[b]en memleketimizin yetişmiş, milletimizin olgunlaşmış olduğunu söyleyemem” (2003d:
171), “[b]izim milletimiz henüz heyecanlarını bitirmiş, yerleşmiş, oturmuş değildir” (2003d: 458) gibi
örneklerde görüldüğü gibi, kimi zaman bu söylediklerine ters sözler de söylemiştir.
151
Başta bulunanlara güvenerek onların gidişlerine, görüşlerine ayak uydurarak
hazırladığı yazılar “talimat” olup, “nizam” olup, “kanun maddesi” olup ortaya
çıkmaya başlayınca, Şinasi Halil Bey’e sanki yeniden can geldi” diyen358, millet
olma yolunda dil birliği, örf ve âdet birliği ve din birliğinin yanında herkes tarafından
sevilen yiğitlerin varolmasının da önemli olduğunu vurgulayan359 Esendal’a göre
(2004: 207-9; 2001a: 168; 2003d: 289), Türk Milleti, “[Atatürk gibi] bir adam
yetiştirebildiği için (...) yaşamağa hak kazanmıştır.”
4 Ocak 1937’de yazdığı mektupta, “[ç]ok sevinilecek bir şeydir ki bütün
başka Müslüman memleketlerine bakarak bizde ilerleme, umut verecek kadar
atmıştır. (...) [B]izde yol işleri, dil işleri, toplu yaşama işleri, askerlik işleri, okuma
ve bilgi işleri, hemen her yerden daha ileri gitmektedir” diye yazan Esendal (2003d:
166, 88), günümüzde bile hâlâ dile getirilen şu düşünceye inanmaktadır: “Osmanlı
İmparatorluğu’nu teşkil edip de onu batırmak için çalışan milletlerden hiçbirinin
bugün istiklâli yoktur.”
F) Batı Sorunu
Bilindiği gibi, “mesleki temsilcilik” düşüncesi, II. Meşrutiyet ile birlikte
büyük ümitlerle kurulmaya çalışılan parlamenter sistemin sosyal bünyede açmış
olduğu yaralara veya bünyesinde barındırmış olduğu çarpıklıklara tepki olarak
doğmuştur (Çetişli, 2004: 62-3). Tanzimat ile birlikte hızlanan Batı’ya açılmanın
yerli sanayiyi olduğu kadar esnaf teşkilatlarını ve el emeğine dayalı bütün küçük
işletmeleri muattal (kullanılmaz) hale getirdiğine inanan, II. Meşrutiyet yıllarında
siyasi parti çekişmelerinin açtığı derin yaraları gören ve memleket yönetimini bu Batı
usulü gidişten çekip kurtarmak isteyen “mesleki temsilciler”den biri olan Esendal’ın
358 Çelik’e göre (2005: 5) ise, Esendal, Şinasi Halil Bey’in büyük bir değişim yaşamış olduğuna
inanmamaktadır. 359 Birliği, “emniyetimizin en üstün silâhı” ve “kuvvet kaynağımız” olarak tanımlayan Esendal’a göre
(1944: 18), “milli birliğimizi ve disiplini bozmağa çalışarak, inan birliğini gevşeterek tutulan
siyasetteki sağlamlığı ortadan kaldırmak isteyenler”e karşı dikkatli olmak gerekir.
152
(Turinay, 1996: 93-4) Batı’ya (Batı Medeniyeti’ne) bakışı da bu düşünceden
bağımsız değildir360.
Oğluna yazdığı 12 Ocak 1935 tarihli mektupta, “[b]u, biryandan da her
milletin, her ulusun bir yoldan ileri gideceğini sanmak demektir” (2003d: 492) diye
yazmasından da anlaşılacağı üzere Esendal’a göre, ilerlemek361 için her milletin, her
ulusun aynı yolu kullanması gibi bir zorunluluğu yoktur362.
Kendi değer yargılarımızdan kopmadan geleceğe yönelmemiz gerektiğini
düşünen veya geleneksel değerlerden kopmadan da ilerlemenin mümkün olduğuna
inanan363, oğluna yazdığı 20 Kasım 1942 tarihli mektupta, “biz taklit edince, her
seferinde kötü bir şey yaptık. Kendimizden bir şey yapınca eyi yaptık. Bizim
kurduğumuz hükümet kadar az gıcırtı ile işleyen eyi bir hükümet bugün yeryüzünde
yoktur. Çıkardığımız adamlara, görüşlerimize, yaptığımız işlere bakıp kendimize
inanmalı ve birkaç asırdır düştüğümüz Avrupa hayranlığından kendimizi kurtarmalı
ve bu topraklarda kuracağımız yeni bir medeniyetin yükünü taşıyabileceğimize
inanmalıyız” (2003d: 552) diye yazan Esendal, “Feminist” adlı hikâyede “feminist”
360 Hikâyelerinde en fazla anlattığı iki gruptan biri olan -diğeri yurdu ayakta tuttuğuna inandığı esnaf
zümreleri- memurlar ile aydınları, Batılılaşmanın yarattığı sun’i ve türedi bir sınıf olarak
değerlendiren (Turinay, 1996: 92-3) -ki bu sınıf, Anadolu ve Anadolu insanını satıhtan tanınmış
Batı’nın değerleriyle değerlendirmiştir- Esendal’ın, bu tavrı bile onun Batı’ya (Batılılaşmaya) nasıl
baktığını özetler niteliktedir. 361 Esendal’a göre “gerilik ve ilerilik muayyen bir norma göre tutulmuş nisbi telâkkilerdi. Bu norm
beşeri, bundan dolayı da itibari idi, şartlara göre değişebilirdi. Şu halde cemiyetin dâvaları mutlak ve
dar bir telâkki ile ilerlemek dövizine göre değil de insanların benliği ve kendine güveni yok edilmeden,
ruh asaleti bozulmadan kendi şartlarımız içinde rahat ve mesut olmamız düşüncesine göre ele alınmak
gerekirdi. Demek ki fertlerin iç âlemi ile dış âlem, hayatın zaruretlerine göre en makul bir tarzda
âhenkleştirilmeli idi” (Barkın, 2008: 1). 362 Esendal, II. Dünya Savaşı nedeniyle Avrupa’da yaşanılacak olan yıkımın ardından Türkiye
Cumhuriyeti ile Batı Medeniyeti arasındaki farkların ortadan kalkacağını iddia eder (Berkes, 1997:
185). 363 “Bir günde yaşayan insanlar birbirini ve gelenler gidenlerin yaptıklarını tamamlamalıdır ki
ilerleme olabilsin. Bence, ilerleme, eskiden ne varsa yıkmak değil, onu günün isteğine göre
değiştirmek ve tamamlamaktır” (5 Kasım 1936 tarihli mektuptan aktaran Uyguner, 1991: 50).
153
kelimesinin aracılığı ile Batı’dan gelen kavramların oturmadığını ve de
oturmayacağını vurgulamaya çalışmıştır364 (Turinay, 1996: 89).
Bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını toprağa dayalı bir hayatta gören
(Türkeş, 2002b: 241), sanayileşmeye/endüstrileşmeye (daha doğrusu Batı
Medeniyeti’ne) şüpheyle yaklaşan365 Esendal, Batı Medeniyeti’ni amuda kalkmış bir
medeniyet olarak değerlendirmiştir366.
Esendal’ın Halkevi sohbetlerinde, ‘Garplı mı olalım, Şarklı mı?’ gibi
konuları367 işlediğini belirten368 Ağaoğlu (1992: 27)’na göre, “Esendal, Batının, Batı
364 Çelik’e göre (2005: 3-4), “Bir Mektup” adlı hikâye ise, Esendal’ın yaşadığı toplumun
modernleşmesine bakış açısını ve baktığı yerden gördüğü şeyin derin bir düş kırıklığı olduğunu
göstermektedir. 365 21 Temmuz 1946 seçiminden sonra CHP içinde oluşan iki gruptan biri olan -ki liderliğini Recep
Peker yapıyordu- birinci grup, Esendal’ı, partiye ‘klerikal’ bir zihniyet aşılamak ve Batılılaşma yolunu
loncalara benzer bir takım müesseseleri yeniden canlandırmak suretiyle kapamaya çalışmakla
suçluyordu (Ağaoğlu, 1992: 28). 366
Batılılaşmanın öncüsü olan bir partinin genel sekreterinin ağzından yapılmış bu Batı eleştirisinin
hayli şaşırtıcı olduğunu belirten Çelik’e göre (2005: 2) de, Esendal’ın amudî medeniyet dediği şey
Batı medeniyetinden başka bir şey değildir ve Esendal’ın bu görüşleri, Tanzimat’tan bu yana bizi en
çok meşgul eden Batılılaşma konusunda dönemin düşünce dünyasına hâkim olan “Batı’nın tekniği
alalım ama kültürümüzü koruyalım” tezinden çok da farklı değildir. Aşağıda da açıklanmaya
çalışıldığı gibi, bizce, bir “toprak medeniyet”nden bahseden Esendal, “Batı’nın tekniğini almaya” da
itiraz etmektedir. 367 Tahran büyükelçisi iken yazdığı anılarda 25 Teşrinisani 925 (25 Kasım 1925) günü akşam eve
gelince gazeteleri okuduğunu bu gazetelerin birinde “deposition de chah de perse” adlı başmakalede,
“[e]ğer Rıza Han Moskova ve Ankara’nın sözlerine bakıp ona göre hareket edecek olur ise siyaset-i
umumiyyede bunun büyük bir inikası [yansıması] olacaktır. Bu takdirde İran İnkılâbı’nda evvela,
İran, Rusya ve Türkiye arasında sıkı bir ittihat görülecektir ki bu Şark milletlerinin bir ittifak
akdeylemelerinin ilk menzilidir. Ve bu hareket yalnız Asya’da İngiltere nüfuzunu kırmaya değil; fakat
bütün Avrupa nüfuzunu kırmaya yarayacaktır” diye yazdığını belirterek ve bunu “[m]elekler,
kulağına söyleyene bakma, söyletene bak derler” diyerek sevinerek karşılayan Esendal (1999a: 41),
daha o zamanlar şu anda bile konuşulan bir meseleyi gündeme getirmiştir, daha doğrusu gündeme
gelmesine sevinmiştir. 368 1913 yılında yazdığı “Bayram Günleri” adlı hikâyede, “[ş]u geçen otuz kırk yıl içinde kolu ve
gönlü güçlü adamlardan pek çok ziyanımız olduğu muhakkaktır. Buna karşılık, belki şık beyler
154
medeniyetinin, kültürünün aleyhinde o kadar ağır konuşuyor369, o kadar manasız,
mantıksız, delilsiz iddialarda bulunuyordu ki, hazır olanlar bu sözlerin, [İ]inkılâbın
çocuğu Halk Partisi Genel Sekreteri’nin ağzından nasıl çıktığını bir türlü
anlayamıyorlardı370.”
Ağaoğlu (1992: 27), kendisinin de bulunduğu böyle bir sohbette Esendal’ın
aynen şöyle dediğini dile getirmektedir: “Garp medeniyetini müesseseleriyle birlikte
tamamen reddetmeliyiz! Sonra medeniyeti tamamiyle biz yeniden kurmalıyız! (...)
Böyle yapmazsak, milletçe mahvolacağımız gün yakındır371.”
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda372, Tanzimat romanından miras kalan
Batılılaşma sorununu ve manevi değerlerdeki bozuluşu bir alt tema olarak işleyen373
yetiştirerek Avrupa’nın salon adamlarının taklidi... Kazandık mı, kaybettik mi?” diye soran Esendal’ın
(1988: 17) aynı meseleyi öteden beri dert edindiğini görmekteyiz. 369 Hatta, “[m]ikroplara karşı serumlar ve aşılar bulunmadan önce de insanlar yaşıyorlardı. Garp
medeniyetinin eseri olan bugünkü serumların, aşıların yerine yenilerini buluncaya kadar bunlardan
vazgeçebiliriz!” (Ağaoğlu, 1992: 27) diyebiliyordu. 370 Parti’nin aktif bir yönetime bilhassa ihtiyacının olduğu o dönemde Parti’yi çevresine karşı temsil
eden kişinin Esendal olduğunu, Esendal’ın siyasete yabancı olmamakla beraber bir siyasetçi olmaktan
ziyade, sanatçı bir mizacı olduğunu, aslına bakılırsa onun sözlerinde, CHP’nin memleket ve dünya
görüşlerinin dile gelmesinin gerektiğini belirten ve Esendal’ın görüş ve anlayışlarının elbette ki
CHP’ye mal edilemeyeceğini vurgulayan Aydemir’in ifadesiyle (2000: 399-400), “Esendal’ın o
sıralar memleket ve dünya konuları üstündeki görüşme ve tartışmaları, Ankara’da ve aydınlar
arasında şaşkınlık uyandıracak kadar garipti.” Bu aydınlardan biri olan Şevket Aziz Kansu,
“[b]unlar nasıl fikirler? Ne biçim sözler?” diyerek Esendal’ın sözlerine/düşüncelerine tepki
gösterirken (Ağaoğlu, 1992: 27) Esendal’ın sözlerine tepki gösteren bir diğer aydın olan İsmail Hakkı
Tonguç da teknolojinin köye girmesine karşı çıkarak “[k]öylüyü rahat bırakın. Sabanıyla, bezir
kandiliyle rahattır o. Çift motoruydu, elektrik ışığıydı deyip rahatını kaçırmayın” şeklinde konuşan
Esendal’a “[s]iz bunları şaka olarak mı, yoksa gerçek düşünleriniz olarak mı söylüyorsunuz?” diye
sormadan kendini alamamıştır (Tonguç, 2001: 485). 371 Esendal’ın bu düşüncelerinin aşağıda anlatılacak olan muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır. 372 Sözkonusu roman, Türk toplumunun yaklaşık bir asırdır içinde yaşayageldiği değer yargılarındaki
çözülme, bozulma ve yozlaşma sürecinin 1930’lu yıllarda kişiyi, aileyi, dolayısıyla toplumu hangi
noktalara sürüklemiş olduğunu dikkatlere sunma gayretinin bir romanıdır (Çetişli, 2004: 147).
155
(Türkeş, 2002a: 432-3) Esendal (1983: 43, 45-7)’ın, “Avrupa” adlı hikâyesinden
alınan aşağıdaki alıntı onun meseleye bakışını özetler niteliktedir374:
“Avrupa’da tahsilden dönen (...) Münir Bey (...):
- (...) Tiyatroda paltoyu, şapkayı alan hizmetçi yok mu? Vallahi İstanbul
halkının yüzde doksanından daha temiz giyinmiştir! (...) Bizce henüz düşünülmemiş
şeyler, orada ise tasnif olunmuş, yerli yerine konulmuş!” (...)
Sabri Bey (...):
- Biz şarklıyız, onlar garplı. Ortada koskoca iki âlem var... Zevk başka, fikir
başka, ahlâk ve âdât başka. Onların iyilikleri bize uyar mı?
Münir Bey (...):
- (...) Hangi şark ve garp[ta]n bahsediyorsunuz? Ortada, yalnız terakki etmiş ve
edememiş insanlar var. Mesele yalnız bunu idrak edemeyip Avrupa’da doğan
medeniyetten büsbütün ayrı bir medeniyet doğurabileceğinizi boş yere ümit edip
durmaktadır. Terakki ettikçe (...) nereye gittiğinizi pek güzel görürsünüz. Mesele
bunu görüp kabul etmektedir. (...) Eğer, siz, “Belki bir şark medeniyeti de doğabilir!”
diye, mütereddit kalırsanız; sizi istilâ edecek medeniyetten biraz azap çekersiniz,
nasıl ki, bugüne kadar çektiniz! (...)
373 Cumhuriyet’in ilk yılarında özgür bir ortam ve bu özgür ortam içinde özgürce davranan insanların
(gece toplantılarına veya balolara katılmak, dans etmek, özgürce ilişki kurmak gibi) anlatıldığı
(Uyguner, 1991: 66), başka bir ifadeyle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan toplumsal değişimin /
dönüşümün yansıtılmaya çalışıldığı “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı roman Tanzimat döneminde başlayıp
Cumhuriyet döneminde de devam eden “Batılılaşma” ya da “modernleşme” öyküsünün bir uzantısı
olarak da okunabilir. 374 Oğluna yazdığı 3 Şubat 1937 tarihli mektupta, “yeryüzünde hele şehir yerlerinde gevşek yaratılmış
adamlar, sıkı yaratılmışlardan çoktur. Hele sımsıkı insanlar büsbütün azdır” diye yazan Esendal’a
göre (2003d: 185), kentleşme, ‘insanın saflığını’ bozmaktadır. Diğer taraftan, aşağıda ayrıntıları ile
değinileceği üzere, bu ifadelerin “[ş]ehirlerin alacalı insanlarına mukabil köylü halis Türktür. Oğuz
kütleleri Anadolu’ya hangi kanla gelmişlerse, bugünkü Türk köylüsü de aynı kanı taşır” (B.T., 1948:
3) ifadeleriyle ne kadar benzerlik taşıdığı ve dolayısıyla Esendal’ın düşünceleriyle Anadolucuların
düşünceleri arasında bir bağın varlığı ortadadır.
156
Bir diğer arkadaş (...):
- (...) [N]ihayet sözü oraya getiriyorsunuz ki, ben başıma şapka giyeyim, karıyı
da koltuğuma takıp tiyatroya götüreyim. Orada dostlar gelir, bizim hanıma iltifat
ederlerse, ona tahammül edeyim... Ben o haltı edemem, (...) Medeniyetsiz isek de
kusura bakma. Avrupalılar yapıyorlar, onların havsaları geniş; biz ise böyle
görmüşüz, böyle gideceğiz. Asrî olamayız...
Bir diğeri (...):
Hakikat! dedi, kadınlarımız pek rezil oldular. Nedir o kıyafetler, herkesin bir
millî âdabı var. Biz bilmem ki... günden güne beter oluyoruz. Avrupa yalnız
dışarımıza geliyor. Azıcık da içimize gelse ve bize ilim ve fenni sirayet etse, ne
olur?”
“Miras” adlı romanda, “İstanbul içinde Hıristiyanlar ve ecnebiler
yaşıyorlardı. Onların yanında bizim mevkiimiz yoktu. İslamlar artık korkunç
olmaktan, zavallı ve gülünç olmak mevkiilerine düşmüş bulunuyorlardı ve İslamların
okumuşları, münevverleri, Hıristiyanların hele Avrupalıların yanında âdeta kendi
milliyetlerini inkâr edecek derecede zayıf ve bozulmuş bir halde bulunuyorlardı”
diye yazan375 Esendal (2003c: 202; 2005a: 174), “Santa Kastello” adlı hikâyede ise,
‘anlatıcı’ aracılığı ile, “bütün Valda gibi yurdun başka büyük şehirlerinde de,
kadınlar kadar erkekler de her millete benzemek istiyorlar376, yalnız kendilerine
375 “Bir Mektup” adlı hikâyede ise, kendisine evlenme teklifi yapılan hikâyenin kahramanı olan
kadın, bu teklifi neden reddettiğini şu cümlelerle ifade eder: “[B]enim (...) mezhep farkı hasebiyle sizi
reddettiğimi zannetmekle yanılıyorsunuz. (...) [M]illiyet meselesi de beni o derece düşündüren bir
keyfiyet değildir. (...) [B]en milletime mensup olmayan bir kimseye de varabilirim. Hatta, (...) hiç
lisanıma vakıf olmayan bir kimse ile de izdivaç edebilirim. Yalnız yeter ki, o adam, kendi diline, kendi
milliyet ve irfanına merbut (irtibatlı) bulunsun! (...) Fakat, yalnız o adamla izdivaç edemeyeceğimi ve
birlikte yaşayamayacağımı hissediyorum ki, irfan ve medeniyyeti melez olsun. İşte siz, bu kimselerden
birisiniz” (Esendal, 1983: 124-5). 376 Esendal (2003c: 81, 84), bu kişilerden biri olan -ki “Miras” adlı romanın kahramanlarından biridir-
Canip Bey’i -ki Timur’a göre (1991: 231), Canip Bey, Tanzimat romanının karikatürleştirdiği
“alafranga züppe” tiplerinin bir kopyasıdır.- “yavaş yavaş Fransızlaşmak heveslerini duyuyordu. (...)
[S]okakta kızıyla Fransızca konuşuyordu. (...) Canip Beyce, bu, onları muhitlerinden ayıran bir
157
benzemek istemiyorlardı. (...) Valdalılar, başka ulusları bildikleri kadar kendilerini
bilmiyorlardı. Kendilerini kaybetmişlerdi. Bilmedikleri, kaybettikleri için de “Bizim
bilinecek neyimiz var?” diyebiliyorlardı. Başkalarını taklide düşmüşlerdi377”
ifadelerini kullanıyordu378.
Türk cemiyetinin kendini aşağılık duygusuna kaptırmasından çok korkan ve
bunun çok tehlikeli bir sosyal hastalık olduğuna, hele bu hastalığın milli
karakterimizi bozacağına inanan Esendal’a göre, “[a]şağılık duygusu ruhun asaletini
öldüren bir hastalıktır, halbuki insanlığın öğüneceği eserler ancak, asil ruhlardan
doğar. Cemiyetin bazı tabakaları garp medeniyetinin ezici tesiri altında ister istemez
bu hastalığın zebunu olacaklardır, yeter ki bu âfet umumileşmesin” idi379 (Barkın,
2008: 1).
1943 seçimlerinden sonra Esendal’ın gayretleriyle kurulan Halkevleri Yüksek
Danışma Kurulu’nun çalışmaları boyunca kendisinde ve arkadaşlarında üç ana fikrin
kuvvetlendiğini belirten Banguoğlu’na göre (1986b: 5), bunlardan biri de “Batı
taklitçiliğine dökülmüşüz, milli kültürümüz tahrip edilmiş. Onu onaracağız [ve]
kendimize geleceğiz380.”
20 Kasım 1942 tarihinde oğluna yazdığı mektupta, “İngiltere’de Adam
[Smith]’in (...) koyduğu serbest ticaret ve serbest sanayi ölçüsüz ve hesapsız
mümtaziyet idi ve kendisi de şimdi kır düşmüş olan sakalını Fransızlar gibi, elbisesini, kundurasını
İngilizlerin kunduralarına ve elbiselerine muvafık şekillerden intihap ederdi” ifadeleriyle tanıtıyordu. 377 “Sungur Bey onun dans ettiğini istiyormuş! Nadir Hanım, yalnız biraz fokstrot yapıyormuş; ama,
Sevim Hanım ile Salâ Bey çarliston, tango, vanstep, blakbuton daha bilmem ne, bunların bütün
figürlerini yapıyorlarmış” (Esendal, 2004: 57). 378 “Bir şeyin üstünü değiştirmenin faydası yoktur, içini değiştirmelidir” ifadesinde görüldüğü gibi
Esendal’a göre (2005a: 175), sağlıklı bir değişim için esas olan şey, dışsal değişim değil, içsel
değişimdir. 379 Esendal’a göre, Atatürk’ün en büyük eseri üç sözlüdür: “Güven, çalış, öğün” (Barkın, 2008: 1). 380 Diğerleri ise, “[k]ötü bir “tek parti” idaresine sürüklenmişiz. Memlekette hür ve murakabeli rejimi
gerçekleştir[meliy]iz” ile “Türkiye’de komünizm şaşkın bir aydınlar solculuğu şeklinde yerleşmeye
başlamıştır. Onunla mücadele edeceğiz.”
158
büyütüldü. (...) Alıcı da alma gücü kalmadı. Yeryüzünün hammaddesi de az gelmeğe
başladı. Bunun için idi ki 1918’den sonra Amerika’da otuz milyon, Almanya’da
dokuz milyon, İngiltere’de on milyon işsiz adam görüldü. (...) Bu işsizliğin gene
savaşlar doğuracağını kestirmek de bizler için güç bir şey değildir” diye yazan
Esendal’a göre (2003d: 550), bu savaşlardan ve bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu, bu
sanayi mallarına alıcı bulmaktır. Alıcı bulmak için de iki şeyin yapılması gerektiğini
belirten Esendal’a göre (2003d: 550), bunlardan “[b]irincisi uğraşılmalıdır ki alıcı
zengin olsun. İkincisi de satılan şeye alıcının ihtiyacı olsun. Yazı yazmayı bilmeyen
bir kimse kalem satın almaz. Demek oluyor ki sanayii olmayan sömürgeler ve yarı
sömürgeler halkını medenileştirmek gerekir.”
Burada, “sanayii olmayan sömürgeler ve yarı sömürgeler halkını
medenileştirmek gerekir” ifadesi, Batı medeniyetinin veya Batı kapitalizminin
devamı için diğer medeniyetlerin dönüştürülmesinin bir zorunluluk olduğu şeklinde
değil, bu ifadenin hemen ardından, “[b]unu yapmak için (...) [f]abrikaları azaltmalı,
kimin nereye mal satacağını belli etmeli, işçiye toprak vermeli[dir]” şeklinde bir
ifade kullanılmasından ve Avrupalıların bütün bunları yapmasının mümkün
olmadığının belirtilmesinden (Esendal, 2003d: 550-1) hareketle, bu medeniyeti (Batı
Medeniyeti’ni), kendi ütopyası olan “toprak medeniyeti”ne / “tarım medeniyeti”ne
dönüştürmenin yollarını arama çabaları olarak yorumlanmalıdır.
Yine aynı mektupta, savaşabilmek için kalın endüstrinin gittikçe
kalınlaştırıldığını belirten ve “Avrupa’ya yaşayışı değiştirecek, sadeleştirecek,
ucuzlatacak yeni bir yaşayış görüşü ister. (...) [B]u Avrupa medeniyeti, insanlığa ne
getirdi? Bu Avrupa’nın getirdiği yalnız kalın ve ağır sanayidir. Bu ağır sanayi yok
iken insanlık gene yaşıyordu. Bugün olduğundan daha da rahatsız değildi. Uçak
yapıldı, denizaltı yapıldı insanlık daha çok mu rahat etti? Kalın endüstrinin insanlığa
getirdiği tek nesne “söz galip olanın!” nazariyesidir. Bunu da insanlık çok önceden
biliyordu” diye yazan Esendal’a göre (2003d: 550-1), büyük endüstri medeniyeti
(Batı Medeniyeti) çöktüğü zaman insanlık rahat edecektir381. Bu noktayı
381 30 Kasım 1934’te yazdığı mektupta ise, “şu geçen yirmi beş yıl içinde Türk nesli kadar geleceği eyi
gören ve işin çıkarını eyi hesap eden bir zümre[nin] çıkmadı”ğını belirten Esendal’a göre (2003d: 88),
159
düşündükten ve iyice anladıktan sonra ne yapacağımızı düşünmemiz gerektiğini
belirten Esendal’a göre (2003d: 551), “[b]ir çelik dişli buzağı da biz doğuralım deye
düşünmek ahmaklık olur382. Bizim yapacağımız [şey], yurdumuzda yeni bir
medeniyet uyandırmaktır383.”
Görüldüğü gibi, “Garp medeniyetini müesseseleriyle birlikte tamamen
reddetmeliyiz!”(Ağaoğlu, 1992: 27) diyebilecek kadar ve Batı Medeniyeti’ni amuda
kalkmış bir medeniyet olarak değerlendirebilecek kadar Batı Medeniyeti’ne karşı
olan Esendal, “kadınlar kadar erkekler de her millete benzemek istiyorlar, yalnız
kendilerine benzemek istemiyorlardı. (...) başka ulusları bildikleri kadar kendilerini
bilmiyorlardı. Kendilerini kaybetmişlerdi. Bilmedikleri, kaybettikleri için de “Bizim
bilinecek neyimiz var?” diyebiliyorlardı” (Esendal, 2005a: 174) diyerek körü körüne
yapılan Batı taklitçiliğini de eleştirmiştir. Körü körüne yapılan Batı taklitçiliğinin
kendini aşağılık duygusuna kaptırmaktan başka bir şey olmadığını ve bunun çok
tehlikeli bir sosyal hastalık olduğunu belirten (Barkın, 2008: 1) Esendal, kendi değer
yargılarımızdan kopmadan geleceğe yönelmemiz gerektiğini düşünmüş ve/veya
geleneksel değerlerden kopmadan da ilerlemenin mümkün olduğuna inanmıştır.
H) Muhafazakârlığı ve “Anadoluculuk” Düşüncesi İle Olan İlişkisi
Muhafazakâr momentin varlık nedenini Fransız Devrimi’ne borçlu olduğunu
ve pre-modern bir tarihi olmadığını belirten Çiğdem’e göre (2004: 16),
“[g]ençler bunu gözde tutup ona göre bir halt edeceklerine, parlamentolar konferansının hatiplerine
özenip Avrupa’nın batmak ve değişmek üzre olan köhne hukuk tekerlemelerini ezberlemeğe
özen[mektedirler].” 382 Esendal, “[b]iz kendi toplarımızı kendimiz yapmağa başladığımız gün (...)” (2003d: 211), “[s]en,
Türkiye’nin ağır çaplı ağır topları kendi yapabildiği günü bekle!” (2003d: 489) gibi örneklerde
görüldüğü gibi, kimi zaman bu eleştirilere ters (kendi ifadesiyle kalın endüstriyi gittikçe
kalınlaştıracak) yaklaşımlar içerisinde de olmuştur. 383 Yukarıda da belirtildiği gibi, Esendal’ın bu düşüncelerinin aşağıda anlatılacak olan
muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır.
160
muhafazakârlık tarihinin ihtiyaç duyduğu bu moment için modern Türkiye
tarihindeki okazyon (tarihsel an) Cumhuriyet Devrimi’dir384.
Osmanlı İmparatorluğu’nda “gelenekselcilik” olarak adlandırılabilecek bir tür
muhafazakârlığın doğuşunu kolaylaştıracak nesnel etmenlerin varlığından söz
edilebileceğini belirten Çiğdem’e göre (2004: 17), Batılılaşma, Osmanlı toplumunun
ve kurumlarının zeminini ve bu zeminin dayandığı ideolojik bütünü parçalamış,
yerleşik toplumsal ve siyasal öznelerin konumlarını ve güçlerini tartışmalı kılmıştı.
Burada, Batı’daki örneklerde de görüldüğü üzere, dinselliğin kırılması olarak
aydınlanma, ticari kapitalizmin etkisi, geleneksel devlet nosyonunun sönümlenişi
gibi olguların farklı biçimlerde görünür hale geldiğini385 belirten Çiğdem’e göre
(2004: 17), buna karşılık, Osmanlı modernleşmesi ne toplum ne de entelijensiya
katında sürecin “gerilemesine” yol açacak ölçüde ciddi bir muhalefetle yüz yüze
gelmemiş, aksine, Osmanlı modernleşmesinin karşıt tarafları aynı şeyi farklı adlar
altında istemişlerdir386.
Kansu (2002: 253, 258), 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’da
muhafazakâr düşüncenin yeni bir dalı olarak gelişen korporatist siyasal yapılanmanın
(korporatizmin) Türkiye’de “mesleki temsil” olarak çevrildiğini / bilinegeldiğini
belirtirken Turinay (1996: 94) ise, “mesleki temsilciler”in, Tanzimat ile birlikte
hızlanan Batı’ya açılmanın yerli sanayiyi olduğu kadar esnaf teşkilatlarını ve el
emeğine dayalı bütün küçük işletmeleri de muattal (kullanılmaz) hale getirdiğine
inandıklarını belirtmiştir. Turinay’ın tespitine ilişkin en güzel örnek, Esendal’ın
384 Cumhuriyet’in sadece bir siyasal rejim değişikliğine işaret etmediğini, aynı zamanda Osmanlı’dan
toplumsal, siyasal, kültürel ve ideolojik radikal bir kopuş istemini de yansıttığını belirten Çiğdem’e
göre (2004: 16), Türk muhafazakârlığının kendisini anlamlandıracağı, pozisyonunu belirleyebileceği
tarihsel an, bu istemin boyutlarının genişliği ve derinliği nedeniyle ancak Cumhuriyet olabilecektir. 385 Mesela, Epstein, Alman muhafazakârlığının doğuşuna sebep olan benzer üç faktöre işaret eder:
Aydınlanma olarak bilinen entelektüel hareket, ticari kapitalizmin birikimsel etkisi ve geleneksel
devlet ve hükümet formlarıyla tatmin olmayan burjuvazi (aktaran Çiğdem, 2004: 17). 386 Kendi değer yargılarımızdan kopmadan geleceğe yönelmemiz gerektiğine düşünen veya geleneksel
değerlerden kopmadan da ilerlemenin mümkün olduğuna inanan ve dolayısıyla Batı’ya karşı belli bir
şüphe ve mesafe içinde olan Esendal’ın da, bunlardan biri olduğunu söyleyebiliriz.
161
“Gödeli Mehmet” adlı hikâyesidir. Mavnacı esnafın içinde bulunduğu zor hayat
şartlarının ve gelişen teknoloji karşısındaki acıklı durumlarının ve bugüne kadar
deniz, rüzgâr ve insanlarla boğuşarak ekmeğini kazanma mecburiyetinde olan bu
insanların, şimdi bir de teknoloji ürünü gemi ve römorkörle mücadele etmek zorunda
kalmalarının anlatıldığı387 sözkonusu hikâyede, teknoloji ürünü gemi ve römorkörler
mavnacılara yük bırakmadığı gibi, fırsat buldukça onları sıkıştırmaktan da geri
durmamaktadırlar (Çetişli, 2004: 92-3).
Sözkonusu hikâyede, esnaf teşkilatının bozulmuş olması da mavnacıları zor
durumda bırakan bir başka faktördür. Bir zamanlar her türlü sıkıntıda esnafın
yardımına koşan, haklarını koruyan adil ve dürüst esnaf teşkilatı (ağalar), şimdi
çıkarcı, hırsız, esnafın haklarını satan insanların (ağaların) eline geçmiştir388 (Çetişli,
387 Esendal’ın çağdaşı olan ve en fazla “Üçüncü Reich” (Üçüncü Alman İmparatorluğu) terimini
yaratmış olmasıyla ün kazanmış olan Arthur Moeller Van den Bruck (1876-1925) de, Amerikanlığı,
toprağa bağımlılıktan toprağı kullanmaya dönüş, cansız maddeleri mekanik ya da elektrikli hale
getirmek ve dünyada var olan tüm unsurların insanlığın kullanımı için yaratılmış olduğunu varsaymak
yönünde atılmış belirleyici bir adım olarak tanımlarken, -ki bu “teknolojizm” mantığıdır- (Ceaser,
2003: 7) Esendal’a benzer şeyler söylemektedir. Esendal’ın bir diğer çağdaşı olan ve tüm hayatı
boyunca sıkı bir muhafazakâr ve aşırı antisemitik düşüncelere sahip olan, faşist felsefenin gelişim
yolunu açtığı için “Üçüncü Reich için entelektüel arabulucu” olarak nitelendirilen Alman filozof
Ludwing Klages (1872-1956) da, 1913 yılında yazdığı “İnsan ve Dünya” adlı makalede -ki
sözkonusu makalede doğal çevrenin yok oluşunun eleştirisi ile kültürel çöküşün siyasi eleştirisi
eleledir-, türlerin artan bir şekilde hızlanarak yok olmasını, küresel ekosistem dengesine yapılan
müdahaleleri, gereğinden fazla turizmin çevreye zarar verdiğini, ormansızlaştırmayı, balinaların
katledilmesini, yerli insanların ve habitatlarının yok edilmesini, şehirlerin yayılıp genişlemesini ve
insanların doğaya giderek yabancılaşmasını eleştirmiş, kesin bir dille Hıristiyanlığı, kapitalizmi,
ekonomik faydacılığı, gereksiz tüketimi ve “gelişme ideolojisini” reddetmiş ve gezegenin ekolojik bir
toplam olduğu fikrini sergilemiştir (Staudenmaier, 2004: 2). 388 “- Baba size esnaf bakmaz mı, dedim.
- Hayır, o bir zamanlarmış. Ağalar toplanırlar, kayığı batana yardım ederlermiş. Hastasına,
sağına bakarlar, yetişirlermiş. Şimdi nerede? Ağalar kendi işlerinin döndüğüne bakar, bildiklerini
işlerler. (...) [O] zamanın usluları hak yemezlerdi. Şimdi (...) ne baş var ne ayak...
- Esnaf bu halleri bilmiyor mu?
- Esnaf bilse ne yapacak ki? (...) Devlet tahsildarlığını onların [ağaların] eline bırakmış, bir şey
desen tez elden bir kulp takar, kayığını bağlar, yolsuz eder, nöbet vermezler. (...)
162
2004: 93). Bir esnaf zümresinin yok olup gidişinin ‘anlatıcı’nın ağzından “ben
günden güne çoğalan o romorkörleri gördükçe, o yabancı, düşman gemilerinin
çalıştıklarını ve biçare esnafın birkaç akılsız insan elinde günden güne perişanlığını,
dağıldığını duydukça Mehmet’i unutamıyorum. Onun için ne zaman akşam sularında
denizlere baksam (...) bilmemezlik ile yavaş yavaş batıp giden bir sanatın arkasından
yetim kalan çocukları, dul kalan kadınları görür, dertlenirim” (Esendal, 1988: 15)
cümleleriyle dile getirildiği sözkonusu hikâyede, devletin, tahsildarlık görevini
çıkarcı insanların (ağaların) eline vermiş olması da apayrı bir problem olarak
değerlendirilmektedir389 (Çetişli, 2004: 93).
Bozdağ (1977: 362), birkaç istisna dışında siyasi görüşlerini yansıtan yazılı
bir metin bırakmayan390 Esendal’ın, politika alanında daima manifaktür devrinin
özlemini çeken platonik bir insan olduğunu391, 18. yüzyılda ortaya çıkan ‘makine
Bu hal ile zavallı (...) Mehmet’in düşündüğü doğru çıkacak, bu sanat elden gidecek,
yabancıların, düşmanların eline geçecek” (Esendal, 1988: 14-5). 389 “Eski kaide, esnafın kadim kanunu yıkılmış ve yerine yeni hiçbir şey yapılmamış. Bütün bu zavallı
esnaf beş on kişinin eline düşmüş ve ne yazıktır ki, hükümet de tahsildarlık demiş, kendi kuvvetini
bunların eline bırakmış!..” (Esendal, 1988: 15). 390 Yaptığımız araştırmalarda, Esendal’ın adını ne “TBMM’nin IV. ve VI. Devre Müzakeratını havi
zabit ceridelerine mahsus umumi fihrist”te, ne de “BMM’nin VII. ve VIII. Dönem görüşmeleri
tutanaklarına mahsus genel fihrist”te bulamadık. Başka bir ifadeyle, IV., VI., VII. ve VIII. Devre /
Dönem milletvekili olan Esendal’ın Meclis’te hiç konuşmadığı gerçeği ile karşılaştık. Esendal’ın
tespit ettiğimiz tek bir konuşması, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle yaptığı açış
konuşmasıdır -ki bu konuşmayı da, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in hastalığı sebebiyle yapmak
zorunda kaldığı için yapmıştır-. Sözkonusu konuşma (Ulus, 1942: 1-2) da bir ‘açış’ konuşması
olduğundan Esendal’ın siyasi görüşlerini yansıtacak bir nitelikte değildirdir. Diğer taraftan dönemin
CHP Meclis Grubu toplantı tutanaklarının halen kayıp olması ‘tez’ için başka bir talihsizliktir. 391 Ekonominin tarihsel bir süreç olduğunu, ekonomik yasaların da tarihsel olup evrensel
olamayacağını ileri süren, 1902’de yayımlanan “Modern Kapitalizm” adlı kitabında erken dönem,
zirve dönemi ve geç dönem olarak ayırdığı kapitalizmin analizini yapan, 1934’te yayımlanan “Alman
Sosyalizmi” adlı kitabında ise, 1929 yılında patlak veren “Büyük Buhran”ın aşılması için önerilerde
bulunan, kapitalist ekonomi sisteminin sona erdiğine inanan ve bunun yerine dayanışmaya dayanan
bir ekonomik model savunusu yapan Alman İktisatçı Sombart’a göre de, gelecekte “ne kapitalist ne
sosyalist” olan, bireysel üretimin, el sanatlarının, küçük girişimlerin, “köylü ekonomisi”nin varlığını
koruyacağı sistemler de yaşayacaktır.
163
insanı bedbaht eder’ fikrine şiddetle inandığını, ‘mutlu olabilmek için küçük hayat
yaşanmalıdır; büyük imkânların içine girmiş insan mutlu olamaz’ diye düşündüğünü,
böyle bir tefekkür içinde yetiştiğini ve CHP içinde bu düşünceyi 1945 yılına kadar
yaymaya çalıştığını dile getirirken Aydemir (1997: 464) ise, Esendal’ın, “kendine
göre görüşleri ol”duğunu, “sanayiin ve sanayi medeniyetinin düşmanı geçin”diğini,
sanayi medeniyetine “vertikal [dikey] medeniyet” dediğini, “[h]asreti Ortaçağ
loncaları” olduğunu392, “[s]anayiin dünyaya felâket getirdiğine” inandığını ve
“kendimizi bu afetten mümkün olduğu kadar korumamız” gerektiğini düşündüğünü393
dile getirmiştir394.
“Batıda kan gövdeyi götürüyor. Çünkü teknik geri tepti. Ya bizim gibi
kağnıdan uçağa atlamak isteyenlerin başına neler gelir? İlerde bu belâya
bulaşacaksak bile mümkün mertebe geç bulaşmalıyız! Onlar gibi kağnıdan yaylıya,
yaylıdan buhar kazanlı demir tekerleğe, ondan da otomobile geçerek... İktisat
Vekâletinin sergisini geçiyorduk geçende Alaman elçilik müsteşarıyla... Köylerde
dağıttığımız çıkrıkların, dokuma tezgâhlarının on binlere aştığını grafiklerde
görünce herifin gözleri yaşardı, “Ah eski çağlar! Makine bizi berbat etti. Halinize
şükredin” diye yandı yakıldı. Arkadan Kaliforniyalı [P]rofesör Everhart geldi,
safiyeti bozulmamış Anadolu köylerini dolaştı, insanoğlunun teknik yüzünden
kaybettiği mutluluğu sapasağlam bulunca, “Ah kafa! Yitirdiğimiz cennet budur.
Aman sıkı tutun. Mutluluğunuzu bilin” diye başını yumrukladı. “Köyü değiştirecek
392 “Bu şehirlerde mallar satılacakları kapanlara indirilirdi. (...) Bu kapanlar doğu medeniyetinin en
değerli eserleri idi. (...) [H]er büyük şehirde bunlar vardı. Esnaf kurumları vardı, çarşılar ayrılmıştı.
Sanat, alışveriş dizgin ve dümen altında çalışıyordu. (...) Serbest ticaret fikri ortaya çıkınca ağır
sermaye bu kurumları yıkıp ortadan kaldırdı” (Esendal, 1999a: 125-6). 393 Ağaoğlu’nun ifadesiyle (1969: 114), “[h]araretli bir sanayileşme düşmanı idi. Büyük fabrikalar
kurulmasının fena olduğunu, memleketin yalnız el tezgahlarına ihtiyacı bulunduğunu iddia ediyordu.
Bunun yanında da her aileye yirmi dönüm arazi verilmesini istiyor, bu ailenin bütün ihtiyaçlarını bu
tezgahlardan, bu yirmi dönüm topraktan tamamlanması üzerinde ısrarla duruyordu. Acaba
Türkiye’nin Gandi’si mi olmak istiyordu?” 394 Aydemir (2000: 399-400), başka bir kaynakta ise, “Bana, (...) “vertikal medeniyete” yani bacalar,
fabrikalar medeniyetine önem vermemekliğimi tavsiye etti. (...) Son tavsiyesi de “şehirleri boş verip,
kırlarda, bir derecik boyunda, bacasından duman tüten bir dam altında saadeti aramak!” oldu”
ifadelerini kullanmıştır.
164
her davranış tehlikelidir, cinayettir” dedi” ifadelerinde de görüldüğü gibi, Kemal
Tahir (2004: 29) de, Köy Enstitülerini anlattığı “Bozkırdaki Çekirdek” adlı
romanında, Esendal’ı, ağır sanayi ve makine karşıtı bir tip olarak çizer.
Bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını toprağa dayalı bir hayatta
gören395 (Türkeş, 2002b: 241), sanayileşmeye (daha doğrusu Batı Medeniyeti’ne)
şüpheyle yaklaşan, “[b]ence, ilerleme, eskiden ne varsa yıkmak değil, onu günün
isteğine göre değiştirmek ve tamamlamaktır” (5 Kasım 1936 tarihli mektuptan
aktaran Uyguner, 1991: 50) diye düşünen Esendal, kendi değer yargılarımızdan
kopmadan geleceğe yönelmemiz gerektiğini düşünüyor veya geleneksel değerlerden
kopmadan da ilerlemenin mümkün olduğuna inanıyordu396. Alangu’ya göre (1959:
132), milli değerlerin ayıklanmış bütünü ile batılı tekniğin birleşmesinden meydana
gelecek yeni bir düzenin savunucusu ve habercisi olan Esendal, İleri’nin ifadesiyle
(1975: 12), geleneksel değerlerimiz ile Batının teknik ilerlemesini birleştirmek veya
kaynaştırmak istiyordu.
“[İnsanoğlu] ve onun kurduğu topluluklar “statik” değil “dinamik”
şeylerdir. Kendi bünyesi ve oluşu içinde, kendi türelerine göre değişir durur. [İnsan],
içinde yaşadığı topluluğun isteklerine, ihtiyaçlarına göre değişip yenilik (...) [içinde]
yürümelidir” diyebilmesi, Tahran büyükelçisi olduğu günlerde “İran (...) [e]ğer
terakki edecekse elbette boğuşacak, çarpışacak, elbette terakki yolunda savaşacaktır.
(...) [B]u mücadele yoluna girince (...) siz de (...) istiklal mahkemesi yapacaksınız ve
395 “[H]ayat topraktadır. İnsanın beş on dönüm bir yeri olmalı; bir güzel kuyusu, bir sakız tulumbası,
bir ihtiyar beygiri, bir sütlü ineği! Gör bak yaşamak nasıl olur!..” (Esendal, 1997b: 173-4). “Bozkırlar
ortasında, bir istasyonda memur olsam, (...) diye düşündüm. (...) Burnuma kırların kokusu geldi.
Güzün ovalarda esen rüzgârlar kuru ot kokuları getirir. Bir kadın kırların o esmer renkleri üstünde ne
canlı durur! Ben, viski kokan, radyosu öten, dans edilen bol ışıklı bir salonda bu hanımı sevmek
istemem” (Esendal, 2005b: 207) gibi örneklerde görüldüğü gibi. 396 Soyadı olan “Esendal”ı seçerken bile “[b]enim bulmak istediğim ad biraz köylü soyadlarına
benzemeli. Moda, şehirli adlardan olmamalı” diyen Esendal (2003d: 111; 2005a: 26), “Şu Soyadı
Konusu” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanlarından birinin “[b]öyle sağlam adı nereden
bulacaksın?” sorusunu, yine aynı hikâyenin bir başka kahramanı aracılığı ile, “kendi dilimden, kendi
sözlerimden, kendi yaşayışımızdan, şiirimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, kırlarımızdan,
dağlarımızdan, otlarımızdan, sularımızdan, geleneklerimizden...” şeklinde yanıtlamıştır.
165
bu gibi ihtirasatın önüne geçeceksiniz, bunun başka çaresi yoktur” diye düşünmesi,
kızının yüksek eğitim yapmasını destekleyerek onu yazar ya da siyasetçi yapmak
istemesi, gençler arasında yeni yılı kutlamak için toplu eğlencelerde bulunmak
töresinin yavaş yavaş bizde de başlamasına adeta sevinmesi397 (2003d: 164, 215;
1999a: 62; 2001a: 299) bakımından Batı Dünyası’ndan yana olduğunu
söyleyebileceğimiz Esendal, geleneksel değerlerin büsbütün çiğnenmesine de hoş
bakmamıştır398 (Türkeş, 2002b: 243). Örneğin, bir güzelliği olmadığını iddia ettiği
caz dansını hiç de hoş karşılamayan Esendal’a göre (2001a: 295), bu dansın bütün
yeryüzünü kaplamasının nedeni kadınla erkeğin birbirlerine yaklaşmalarını
kolaylaştırmasıdır399.
Ağaoğlu’na göre (1969: 114), hali, tavırları, yaşayışı gibi fikirlerini anlatış
biçimi de dervişçe olan, vaaz eder gibi konuşan ve adeta mistik bir zihniyete sahip
olan400 Esendal’ın üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de kaybolan değerler
veya yozlaşmadır.
397 Bütün bunların ve oğluna yazdığı 4 Ocak 1937 tarihli mektupta “[ç]ok yazıktır ki Türkler arasında
toplu eğlenceler, kadın-erkek bir yerde yapılan oyun ve şenlikler kalmamıştır. Bayramlarımız din
bayramı olmuş, aralarında kaçı göçü olmayan bir soy, bir aile arasında bile toplu eğlencelerin izi bile
kalmamıştır. Her kişi kendi içine çekilmiş ve toplu halde yaşamak, birbirini istemek, aramak yerine
birbirinden kaçıp sakınmak, birbirine sokulmamak durumu ortaya çıkmıştır. Bu yaşayış adamı
kabalaştırır ve körleştirir. (...) Toplu yaşamak bizde, büyükçe şehirlerde, yenice başlamış bulunuyor.
(...) Bugün, büyükçe şehirlerde başlayan bu topluluk yaşayışı yavaş yavaş köylere inecektir. Eğer
kadınların askerlik işlerini ileri götürecek olursa, Türkler arasında toplu yaşamağa çok yardım etmiş
olacaklardır” (Esendal, 2003d: 164-6) ifadelerini kullanmasının muhafazakârlığı ile çeliştiği açıktır. 398 Türkeş’e göre (2002b: 243), ilk bakışta çelişik ve eklektik bulunabilecek bu düşünsel vaziyeti ile
Esendal, Kemalizm’in eksiksiz bir taşıyıcısıdır. 399 “Bu dans, bu yeni danslar tango, fokstrot yeni çıktığı zaman Fransa’nın eski başvekili
Klemanso’ya göstermişler, seyretmiş ve “Güzel ama niçin ayakta?” deye sormuş. Bu söz Nasrettin
Hoca’nın “Âşık oluyordum, üstümüze adam geldi!” sözünün başka türlüsü. (...) Öyledir dans.
Dünyadaki zevklerin en ileri gelenlerinden olan şehveti gıcıklar, bu sebeple hoştur” (Esendal, 2003d:
454). 400 Tecer (1952: 22-3), eskilerin “hikmet”ini yeniden ele alan -ki ona göre, Esendal’ın aile, cemiyet,
devlet hakkındaki telakkileri hep bu kaynaktan doğmuştur- Esendal’ı, bu şekilde kavrayamamış
olanların onun müspet bilgileri ve tekniği hor gördüğünü sandıklarını dile getirirken Onaran (1975:
166
Esendal’ın kendimize has hayat tarzının zaman içinde yok olup gidişinin
hüznünü veya bunlara duyulan nostaljiyi anlattığı hikâyelerden biri olan “Hacı
Dedemin Evi” adlı hikâyede, zengin bir koca ile evlenen, Avrupa’nın birçok ülkesini
gezip gören ve evliliğinde de mutlu olan Zehra Hayriye’nin bütün bunlara rağmen
çocukluk yıllarının rahat, huzur ve sevgi ortamını bulamadığı anlatılmaktadır401
(Çetişli, 2004: 123). Şu sözler sözkonusu hikâyenin kahramanı olan Zehra
Hayriye’ye aittir:
“Nerede o, gözlerinin içi gülen saatçi Hayri Efendi. (...) Nerede o anam, o
güzel ince kadın; (...) Onu, kır çiçeklerine benzetirdim. Hamamdan çıkıp da ıslak
saçlarını taramakla bir güzel oluşu vardı.
Nerede o Hacı Dedem, kış günü daha ortalık ağarmadan kalkar, ninemin
koynundan çıkıp soba başında oturan Hacı Dedemin kürkü içine sokulur, otururdum.
(...)
Nerede o ninem, (...) İki gözlüğünü üst üste takıp yemenisinin kıyısına oya
yapar, beni de yanına oturtup masal söylerdi.
Nerede o ilkyazlar, o çiçekli kırlar. O Dereköyü, o Tekkiraz’ın bahçeleri! (...)
Nerede o evimiz, o döşeme tahtaları silinmiş, üstüne ev dokuması kilimler
serilmiş odalarımız. Evimizin bir yanı bahçe, öte yanı sokaktı. Çocuk sesleri.
Tertemiz yaygılarla örtülmüş minderler, mis gibi sabun kokan bohçalar. (...) Nasıl
35) ise, Esendal’ın toprak ürünlerini işleyecek bir endüstrinin geliştirilmesini savunduğunu
belirtmektedir. 401 “Eskiden bu memlekette kapıları açık birçok adamlar vardı; gelenleri sen evine alacaksın, ben
alacağım diye kavga ederlerdi. O güne göre evleri de şimdiki evlerden temizdi. Şimdi ne o konaklar
kaldı, ne de o adamlar!” (Esendal, 2003a: 159). “Ben uçmaktan o kadar hoşlanmıyorum. (...) Bu
demiryollarından da hoşlanmıyorum. (...) Düşün Ankara’ya at üstünde kervan ile gitmenin sevincini.
(...) Uçaklar ileri gittikçe yeryüzü, içinden çıkamadığımız daracık bir kafes olup kalacak” (Esendal,
2001a: 133) ifadeleri de geçmişe duyulan özlemin birer başka örnekleridir. “Kızı görünce yüreği
oynayan, kızın elini tutsa, elektrik telini tutmuş gibi baştan ayağa sarsılan geç çocuklar kaldılar mı?”
diye soran Esendal (2003b: 117), sadece geçmişin değil, geçmişte yaşanan aşkların da özlemi
içindedir.
167
oluyor da bir takım evlere bu rahat havası siniyor? Bu rahat, zenginlik demek
değildir. Çok zengin yerler gördüm, oralarda insanlar cehennemin ta ortasında
yaşıyorlar gibiydi. Benim dedemin evindeki o gönül rahatlığı neydi? Onu ne kadar
özlüyorum” (Esendal, 2003a: 118-9).
CHP Genel Sekreterliğinden ayrıldıktan sonra yazılmaya başlanan ancak
tamamlanamayan “Vassaf Bey” adlı eksik roman402 bile Esendal’ın derinden derine
sürdürdüğü geçmiş özlemini yansıtmaya yeterlidir403 (Türkeş, 2002b: 242).
Bu topraklar üstünde yaşayan insanların yaşayışlarında, duyuşlarında,
dillerinde, sanatlarında bir yücelik olduğuna inanan (Alangu, 1968: 132), eserlerinde,
bu toprağa (Anadolu’ya), bu toprağın insanına404, bu toprağın sorunlarına değinen405
402 Sözkonusu romanın kahramanlarından biri olan Perihan’ın Ankara’dan İstanbul’a gitmesini
değerlendirirken Perihan’ın sadece bir şehirden bir başka şehre geçmediğini, bir halk romantizminin
hiç yoktan yaratmaya çalıştığı, fakat henüz taşralıktan kurtaramadığı bir başkentten tarihi ve kolektif
bilinçaltımıza geçtiğini (tarih ve toplum değiştirdiğini) belirten Timur’a göre (1991: 298), sözkonusu
roman, Kemalizm’in reddi miras felsefesi ve yeni bir Türkiye kurma ideali ile Ankara’nın mütevazı
olanakları arasındaki uçurumu algılamamıza aracılık etmiştir. 403 Türkeş’e göre (2002b: 243; 2002a: 435-6), Ankara’ya itirazı olmayan ama İstanbul’un kültür ve
tarihine hayran olan Esendal’ın Ankara hakkındaki düşüncelerinde bir değişim -Çünkü 1948’de
yazılan “Vassaf Bey” adlı romanda, başkentin temsil ettiği Cumhuriyet yönetiminin Osmanlı’dan
kalan kültürel mirasa sırt çevirmesi nedeniyle yitirilen değerler vurgulanmıştır- olmuştur. Bizce
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanda bile İstanbul’un tercih edildiğine dair cümleler vardır: Esendal’ın
(2005b: 16) hükümetin İstanbul’u bırakıp buralara gelmesine akıl erdiremeyen Ayaşlı’nın üvey kızı
Faika’nın kaynanasının aracılığı ile, “[o] canım İstanbul’u bırakıp bu dağ başlarına gelecek ne vardı
(...) şimdiki zaman adamlarında da akıl kaldı mı?” diye sorması bu duruma bir örnek olarak
gösterilebilir. Esendal’ın Ankara’nın bu toplumun kültürel mirasının devamı değil, kuru ve yapay bir
taşra kenti olduğu düşüncesini, “Vassaf Bey” adlı romanda İstanbul ve Ankara arasında yaptığı
karşılaştırmalarla geliştirdiğini belirten Türkeş’e göre (2008:1), iki kent arasındaki farklılık,
Cumhuriyet projesinin yetersizliğini de işaret etmektedir. 404 Bir istisna olarak Bakû izlenimleri olduğu sezilen “İhtiyar Kadın” adlı hikâyede ise, bir Alman
kadınının tükenişi anlatılmaktadır (Onaran, 1975: 38-9). 405 Örneğin, kızına yazdığı 16 Eylül 1942 tarihli mektupta -ki Van ilinin Erçiş ilçesi anlatılmaktadır-,
“[b]uraları kızım, bir başka yerler. (...) güzel yerler. Yalnız köyleri harap. Küçük çocukların çoğu
çıplak! Bakımsız yerler” diye yazan, 21 Eylül 1942 tarihli mektupta ise, “Van gölünün ucundayım. Bir
cennetteyim. (...) Bu Van gölü ne güzel yer. Ne güzel köyler. Görsen bayılırsın.” (...) Ne yapıp
168
(Onaran, 1975: 38), oğluna yazdığı 20 Ocak 1937 tarihli mektupta, “[e]yi bakarsan
görürsün ki bugün memleketi ellerinde tutan adamların hemen hepsi taşralı
çocuklardır. Ben, bunlar arasında [hiç] İstanbullu (...) tanımıyorum” diye yazan
Esendal (2003d: 175), Ağaoğlu (1992: 29)’na göre, 28 Şubat 1943’te yapılan
seçimlerde -ki bu tarihte Esendal, CHP Genel Sekreteridir-, “Dönüm” dergisi
çevresinde bir araya gelmiş olan ve “Anadolucular” denilen grubun406 birçok
milletvekili çıkarmasında407 önemli bir rol oynamıştır408.
Kendisi de Genel Yönetim Kurulu üyesi olan Barutçu da, sözkonusu seçimler
için milletvekili aday listesinin hazırlanmasında Esendal’ın önemli bir rol oynadığını
yapmalı, buraya treni getirmeli” diye yazan Esendal (2001a: 373, 375), 3 Ekim 1942 tarihli mektupta
ise, “Harran yıkılmış eski şehrini gezdim. (...) Bu şehrin sarayının daha yıkılmamış yerlerini de
jandarmalar ahır yapmışlar. Biri gelip görse bizim halimize acır” ifadelerini kullanmıştır. 406 Bozdağ (1977: 362), Esendal’ın “Halk Partisi içinde Anadolucu diye bilinen (...) grubun
önderliğini” yaptığını belirtirken Bekin (2002: 53) ise, “[o] günlerde bir gazetede Büyük Millet
Meclisinde Esenistler diye bir siyasî grubun oluştuğuna dair [bir] yazı[nın] (...) çık”tığını belirtmiştir. 407 Tahsin Banguoğlu, henüz CHP üyesi olmadan milletvekili seçilme sürecini şu şekilde
anlatmaktadır: “Bir gün [Esendal] seni çağırıyor dediler. O sıralarda CHP genel sekreteri olan (...)
Esendal beni az tanıyordu. (...) Partiye, [Esendal’a] gittim. (...) Tahsin Bey, seni mebus yapacağız,
dedi. Teşekkür etmekle beraber boş bulundum. Neden icap etti efendim gibi bir söz söyledim. Lâzımsın
da ondan, dedi ve sonra benimle hiç beklemediğim bir konuşma yaptı. (...) Bizim o zamanlar, ancak
çok dar çevrelerde konuşabildiklerimizi söylüyordu. Şimdi koskoca bir genel sekreter bana idarenin
kötüleştiğini, rejimin soysuzlaştığını anlatıyor, bunun böyle gitmeyeceğini söylüyordu. Hakkımda
müsbet şeyler de işitmiş olmalıydı ki, itimatla ve bir ittihatçı pervasızlığıyla konuşuyordu. Birçok
bölgeleri dolaştığını, halkı perişan bir halde gördüğünü, idarede murakabe ve mesuliyet fikri
kalmadığını, hükümetin ise acz ve rehavet içinde bulunduğunu, Meclis’in ihtiyarladığını, tembelhâne
haline geldiğini anlatıyordu. Oradan gençliğe düşen vazifeye geçti. (...) Nihayet, aydın gençlerin yeni
hizmet kadrolarında yer almaları lâzımdır diye sözü bağladı. (...) Birkaç gün sonra, benim de
Bingöl’den CHP adayı olduğumu, yani mebus tayin edildiğimi öğrendim. Seçimler bilinen usül ile
yapıldı. Bana beş-on gün sonra da hatırlatıldı ki, partiye üye olmam lâzımdır...” (Banguoğlu, 1986a:
5). 408 Anadolucuların büyük çoğunluğunun Esendal’ın CHP Genel Sekreterliği esnasında yapılan 1943
yılı seçimlerinde Meclis’e girdiğini ve hatta Meclis’te “Anadolucu Grup” olarak adlandırılabilecek bir
niceliğe kavuştuklarını belirten Çınar (2007: 187, 190) da, Anadolucuların siyasete girmelerine neden
olan ana etkenlerden birinin CHP yönetiminin tutumu olduğunu belirtmiştir.
169
şu ifadelerle belirtmiştir409 (2001: 613): “Liste hakkında hâlâ kimsenin esaslı
malumatı yoktur. Fırka Umumi İdare heyeti azaları dahi kendilerinin listede olup
olmadığını bilmedikleri gibi Umumi Katip Muavini Halil [Türkmen] (Zonguldak)
dahi haberdar değildir. Bu defa büyük rolü Umumi Katip (...) Esendal oynuyor.
Başvekil bile o kadar müessir olmuyor ve karışmıyor rivayetleri var. Bu rivayetlere
sebep son iki günden beri partideki toplantılarda da bulunmamasıdır. Yalnız İnönü
ile (...) Esendal konuşuyorlar.” Esendal’ın milletvekillerinin belirlenmesindeki rolü,
1943 seçimlerinden sonra boşalan üyeliklerin yenilerinin seçilmesinde de devam
etmiştir410. Esendal Halil Türkmen’in ölümü üzerine boşalan Zonguldak
milletvekilliğine, 2 Nisan 1944 tarihinde Afganistan’dan tanıdığı Dr. Rebi Barkın’ı
seçtirmiştir. Esendal’ın bu gücüne bir örnek olarak, oğlunun askerlik yaptığı Van’da
Memleket Hastanesi Başhekimi olan Dr. Osman Dirim’i milletvekili yapmaktan söz
etmesi gösterilebilir411 (Çınar, 2007: 204-5).
Eserlerinde uzun bir dönemi kapsayan süreçte (1877-1952 yılları arasında)
çok farklı insan tiplerine yer veren412, bütün yaşamı boyunca yerli, kendi tarihine ve
kendi toprağına bağlı kalmayı başarabilen413 (Ertop, 1983: 9) Esendal, Ankara’da 409 Kutman’a göre (1952: 1), Esendal, “Türk devlet mekanizmasını deniz aşırı çocukların
hakimiyetinden kurtarmış, Anadolu’nun özü sözü bir olan çocuklarına teslim etmişti”r. Berkes (1997:
185) de Esendal’ın etrafına topladığı gençlere “memleket çocuğu” adını verdiğini belirtmiştir. 410 Esendal’ın gençleri milletvekili seçtirmesi, Meclis’te “Memduh Şevket Meclis’i çoluk-çocukla
doldurdu” yakınmalarına yol açmıştır (Banguoğlu, 1986b: 5). 411 “Bir sırası gelirse ben onu [Dr. Osman Dirim] saylav yapacağım. Eskiden kararlaştırmıştım. Bir
sırasını düşüremedim. Hele bakalım biraz daha geçsin” (Esendal, 2003d: 321). 412 “İki Ziyaret” adlı hikâyede yeni kurulan Türkiye’nin koşullarına uymasını, kolayca her kalıba
dökülmesini, adını bile değiştirmesini bilenler, “Asılsız Bir Sözün Esası” adlı hikâyede temiz
düşünceli kimselerin sözlerinden olmadık anlamlar çıkarmak isteyenler, “İki Kadın” adlı hikâyede,
kendini işine verenler, “Haşmet Gülkokan” adlı hikâyede yüreği dostlukla, sevgiyle dolu olanlar,
“Feminist” adlı hikâyede, ‘feminist’ sözcüğünün anlamını bilmeyen bilgiç geçinen kimseler (Onaran,
1975: 40-1), “Karısının Kocası” adlı hikâyede sınıf atlama çabası içinde olanlar (İleri, 1975: 12),
“Söylüyor” adlı hikâyede Anadolu’nun kalkınma çabasını küçümseyenler gibi toplumsal açıdan
‘kahraman’ kimliğine sahip olmayan bu karakterler, Gözcü’ye göre (2004: 6), Anadolu’nun
soyağacı’nın oluşturulmasında kullanılmış gibidir. 413 Esendal (2003d: 479), Batı’da “iki yüzyıllık, üç yüzyıllık şehirler[in] derebeylik gününde olduğu
gibi dur[duğunu], [bizde] bir tane [bile] böyle şehir bula[namayacağını]” belirtir.
170
bulunduğu günlerde oğluna yazdığı 1 Ocak 1928 tarihli mektupta, “şu geçen dört ayı
burada zaten evsafını tanıdığım memurin içinde geçireceğime Anadolu’nun bir
köyünde geçire idim, (...) bahtiyar olurdum” (2003d: 381) diyecek kadar Anadolu’ya
aşıktır414.
Anadolu hakkında ne düşündüğü sorulunca, “Anadolu bir hazinedir, orada
neler yoktur ki. Kendisini tetkik edecek şahsiyetleri beklemektedir. Bir adam çıksa,
Anadolu’yu dolaşıp sadece gördüklerini: hurafesi ile, tekkesiyle, türbesiyle, aşkıyle,
kiniyle, yaşayışı, düşünüşüyle, topyekûn her şeyiyle gördüklerini tespit etse heykeli
dikilecek adam olur” (aktaran Barlok, 2008: 1) diyen415 Esendal’a göre, uygarlığın
beşiği Anadoludur416 ve bu birikimle uygarlığın doruğuna çıkan Anadolu köylüsünün
eriştiği huzuru bozmamak bizlerin boynunun borcudur.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Tahir (2004: 29) tarafından da ağır sanayi ve
makine karşıtı bir tip olarak resmedilen417 Esendal’a göre, Anadolu köylüsünü gaz ya
da bezir çırasından ayırıp da elektriğe kavuşturmak bir ülkü olmamalıydı, bunu
yapmak köylünün rahatını, esenliğini bozmak demekti, saban için de aynı şey
414 Bilindiği gibi, Anadolucular için de Anadolu’yu gezmek, görmek, tanımak, Anadolu’yla
bütünleşmek, Anadolu’ya hayran olmak ve Anadolu’nun ızdırabını paylaşmak, millet olmanın,
‘Coğrafyadan Vatana’ geçmenin ön şartıdır (Bora, 1999a: 79). 415 Esendal’ın çağdaşı olan ve XX. yüzyıl’ın en önemli aydınlardan biri olan Oswald Spengler (1880-
1936) de her kültürün kendine has bir yuva ve anayurt mefhumuna sahip olduğunu söyler (1997: 241). 416 Bilindiği gibi, mavi (hümanist) Anadoluculuk da, Batı medeniyetinin kökeni sayılan Yunan
medeniyetinin kaynağının (dolayısıyla Batı medeniyetinin kaynağının) Anadolu olduğunu iddia eder
(Akyıldız ve Karacasu, 1999, 41) ve ‘Anadolu olmasaydı hiçbir şey olmazdı’ (Erhat, 1976: 207)
ifadesinde görüldüğü gibi her şeyin temeline Anadolu kültürünü koyar. 417 Modernleşmeyi, başarılacak bir iş olarak değil, alt edilmesi gereken bir musibet olarak
değerlendiren ve Anadoluculuk akımının en ağırlıklı ve uzun soluklu düşünürü olan (Bora, 1999a: 90;
1999b: 123) Topçu da, sanayileşmeyi ve kalkınma projelerini radikal bir şekilde eleştirmiş ve
medeniyetin (teknolojik gelişim) eşitsizlikleri derinleştiren bağımlılık ilişkilerine yol açacağını
belirtmiştir (Öğün, 2000: 392-5).
171
geçerliydi, köylü karasabanı ile kendini rahat hissediyordu, köye motorun girdiği gün
köylü tedirgin olur ve köyünü bırakıp gurbetçi olurdu418 (Tonguç, 2001: 484-5).
Bütün bu söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, sanayileşmenin getireceği
yeni yapılanmanın geleneksel toplumsal bağları ortadan kaldıracağını ve sonuçta da
ahlaki çöküşün gerçekleşeceğini iddia eden ve dolayısıyla Anadolucu düşüncenin
temel izleklerine benzer şeyler düşünen419 (Çınar, 2007: 195) ve bunu dillendirmeye
çalışan Esendal ile Anadoluculuk düşüncesi ve/veya Anadolucular arasında bir bağın
varlığı muhakkaktır.
I) Çok Partili Siyasi Hayata Geçişte Rolü
Genel sekreter olmadan çok önce, SCF’nin kapatılmasından (17 Kasım 1930)
hemen sonra çıkılan büyük yurt gezisi sırasında, Başar’ın (1945: 60-1) ‘bir dereceli
intihapla seçilen parlamentolarda seçenlerin meslekleri, kabiliyetleri düşünülmeden
onların verecekleri reylerin yekûnu, milletin rey yekûnu addolunmakta, demek ki
halkın reyleri ayni cinsten adetler gibi cemolunabiliyormuş! Bu doğru mu?’
sorusuna; “[e]vet, doğrudur; şayet Devletin vazifesi asayişi korumaktan, sükûn ve
huzuru temin ve adaleti tevzi eylemekten ibaret olursa! Yani liberal memleketlerde.
İş ve istihsâl hayatı parlâmentonun ve devletin dışındadır. Parlamento intihapları
adeta mahalle muhtarları intihabına benzer” diye cevap veren Esendal, devletin
işlere az veya çok müdahaleye mecbur kalınca ya devletin bu müdahaleyi
yapmasından veya yanlış yaptığından şikâyet edenlerin çoğaldığını, sınıflar arasında
tezatların keskinleştiğini, artık parlamentoların tek reylerin yekûnu ile seçilen
418 Bilindiği gibi, Anadolucular da, sanayileşme ve tekniğin tarıma ve köye dayalı toplumsal ve
ekonomik yapıda varolan göreli dengeleri bozacağına inanıyor (Çınar, 2007: 184), millet
ekonomisinin temel unsuru olan tarımı sadece “teknik bir iştigal” olarak görmüyor ve “ziraat iktisat
hayatımızın aslıdır ve cemiyet hayatımızın da hemen hemen (...) kendisidir” ([Hatipoğlu], 1933: 2)
diye düşünüyorlardı. 419 Yukarıda da ayrıntıları ile belirtildiği gibi, Anadoluculuk, ulus-devletin ve milletin kurucu
unsurlarının başında gelen coğrafyayı/toprağı (Anadolu’yu) temel alan bir milliyetçilik ideolojisidir
(Çınar, 2007: 1).
172
insanlardan ibaret olmamağa başladığını ve işe fırkaların karışmaya başladığını -ve
böylece adeta bir nevi mesleki temsil mücadelesine başlanılmış olduğunu420-
belirtiyordu421.
Ağaoğlu (1992: 25-6), Esendal’ın genel sekreterliği sırasındaki faaliyetlerini
şu şekilde özetler: “Gerçekten de Esendal’ın Halk Partisi Genel Sekreteri olmasıyla
beraber bu parti teşkilatında o zamana kadar görülmemiş bir canlılık beliriverdi. (...)
Memduh Şevket Bey, (...) duvarları yıkmak, partiyi geniş ve yeni bir havaya çıkarmak
ister gibi idi. Bir yandan, genç milletvekillerini yanına toplayarak onlara işler
veriyor; bir yandan da, çeşitli yollarla parti dışındaki dünyaya köprü atmaya
çalışıyor; Ankara Halkevi’nde yaptığı gece sohbetlerine öğretmen, profesör, memur,
serbest meslekten çoğu genç insanları çağırarak, o zaman kadar partiden en ufak ilgi
görmemiş bu kimselerin biraz ürkek, biraz korkak, bir hayli de şaşkın tavır ve
bakışları arasında uzun uzun konuşuyor, milliyetçilik, milli gelenekler, Türklere özel
medeniyet üzerinde, hatta bazıları partinin prensiplerine aykırı fikirler, iddialar
ortaya sürüyordu. Hedefi, yaklaşan seçimlerde Meclise sokmayı düşündüğü yeni
insanları seçmekti422.”
Genel sekreterliği sırasında bütün arzusu CHP’ye kendi düşünceleri
istikametinde yeni bir şekil verebilmek olan423, CHP’ye yeni kadrolar yetiştirmek
amacıyla kendi ekonomik, siyasal ve toplumsal görüşlerine uyumlu kişiler arayan424,
420 Görüldüğü gibi, Esendal, devletin işlere az veya çok müdahaleye mecbur kalmasını ve sınıflar
arasında tezatların keskinleşmesini gerekçe göstererek fırkaların (siyasi partilerin) varlığını (ve belki
de gerekirliliğini) kabul ediyordu. 421 Esendal’a göre, liberal cemiyetlerde parlamento reylerin yekûnu esasına göre oluşurken
müdahaleci cemiyetlerde ise mesleklerin temsili esasına göre oluşmakta idi (Başar, 1945: 61). 422 Çınar (2007: 202) da Esendal’ın başta Halkevi olmak üzere değişik yerlerde her meslekten insanı
bir araya getirerek yaptığı konuşmaların iki amacı olduğunu söylemektedir. Bunlardan birincisi, kendi
düşüncelerini benimsetebileceği bir “muhit” oluşturmaktır; ikincisi ise, yaklaşan seçimlerde
milletvekili olabilecek adayları belirlemekti. 423 “Bu günlerde ben genç profesörler ve doçentler arasında çalışarak, yeni bir yaşayış için bunları
hazırlamağa çalışıyorum. (...) Dinliyorlar ve anlamağa çalışıyorlar” (Esendal, 2001a: 379). 424 “CHP Genel Sekreterliği yaptığı yıllarda, partinin, kimi aydın ve sanatçılara kucak açmasında
etkin rol oynamıştır” (Bilginer, 1983: 9).
173
1943 seçimlerinden sonra çevresine topladığı gençlerle birlikte Halkevleri Yüksek
Danışma Kurulu’nu kuran425 (Türkeş, 2002b: 242), çeşitli nedenlerden dolayı partiye
küsmüş ancak Milli Mücadele yıllarında önemli görevlerde bulunmuş kişileri partiye
kazandırmaya çalışan426, 1943-1944 kışında Ankara Halkevinde önemli konuları
içeren konferanslar düzenleyen, halktan uzak politikalardan vazgeçilmesi ve parti içi
otokritiğin yapılması gerektiği inancında olan, bu konularda gençlere imkân
verilmesinden yana olan427 ve yurt içi gezileri düzenleyerek parti ile halk arasında
var olan mesafeyi azaltmaya çalışan428 Esendal, 1943 ve 1946 seçimlerinde bu
425 Başkanlığına Tahsin Banguoğlu’nun getirildiği sözkonusu Kurul’un çalışmaları boyunca
kendisinde ve arkadaşlarında üç ana fikrin kuvvetlendiğini belirten Banguoğlu (1986b: 5), bunlardan
birinin de “Türkiye’de komünizm şaşkın bir aydınlar solculuğu şeklinde yerleşmeye başlamıştır.
Onunla mücadele edeceğiz” şeklinde özetlenebileceğini belirtir. Çınar (2007: 213), Kurul’un
çalışmalarının ulaştığı sonuçlarından biri olan “komünizmle mücadele”nin yeni dönemin başlıca
siyasetlerinden biri olduğunu belirtirken Türkeş (2002b: 242) ise, bu gençlerin büyük bir kısmının
Demokrat Parti’nin kurulmasından sonra (7 Ocak 1946) bu partiye geçtiğini belirtir. 426 Bu kişilerden biri olan Fevzi Çakmak’a Esendal’ın “[p]eki, Paşa Hazretleri bu seçimlerde
milletvekili olmaya ne dersiniz?” diyerek milletvekilliği teklifinde bulunması üzerine Çakmak, şu
karşılığı vermiştir: “Bak, Memduh Şevket, ben ittihatçıları sevmem, ama, onların arasında seni
severim. Hatırını kırmak istemediğim için söylüyorum. Artık bu konuya son verin! Ben siyasete girmek
istemiyorum. Bırakın beni, bana ilişmeyin!” (Kemal, 1980a: 10). 427 Kemal (1980b: 5), Kemal Satır’ın konuyla ilgili olarak şu anısını aktarmaktadır:
“[Esendal’ın -ki o zaman partinin genel sekreteridir- beni çağırması üzerine]; odasına
girdim. (...) Beni tanımak (...) istiyordu. (...) Başladım, askerlikte gördüklerimi anlatmaya:
- Efendim memleketin hali perişan... Askerlerin durumu... [d]edikçe Esendal:
- Patatesli güzel bir et... Sağlıklı çocuklar... Güzel bir kadın aile öyle olmalı...
- Efendim askerler yiyecek bulamıyor..
- Bahçe içinde güzel evler olmalı... Çiçekler ekilmeli... İnsanlar mutlu...
- Savaşın sorunlarının altından nasıl kalkacağız?
- Sizin gibi gençler siyasete girmeli, siyasetle uğraşmalı...” 428 Uyguner’e göre (1991: 20), o yılların gazeteleri ve dergileri özellikle “Ülkü Dergisi”
-Halkevlerinin yayın organı olarak Mart 1933’ten Ağustos 1950’ye kadar yayınlanan ve Cumhuriyet
devrimlerini topluma benimsetmeyi amaçlayan dergi- incelendiğinde Esendal’ın yurtiçindeki
gezilerinde ne kadar olumlu sonuçlar alındığı anlaşılır.
174
hususta gayret sarf etmiş, sonunda da önemli sayılabilecek genç bir milletvekili
grubunun teşekkülüne imkân hazırlamıştır429 (Çetişli, 2004: 31).
Halk Partisi içinde Esendal’ın biraz muhafazakâr bir yönden yaratmak
istediği hareketin karşısında, o sıralarda İçişleri Bakanı Recep Peker’den ilham aldığı
429 Birçok kişi Meclis’in gençleştirilmesi konusunda Esendal’ın İnönü ile mutabık kaldığını belirtirken
kendi kendine “Esendal bu iş için İnönü’den izin almış mıydı?” diye soran Ağaoğlu (1992: 26) ise, bu
soruyu şöyle yanıtlamaktadır: “Bunu kestirmek güç! Yalnız aradan ancak bir yıl gibi kısa bir zaman
geçtikten sonra Nihal Adsız ve (...) Türkçülere karşı İsmet Paşa’nın gösterdiği sert yüz, bu olaylarda
Esendal’ın milliyetçiler lehine yaptığı tavassutlar [aracılıklar] ve arkasından da Genel Sekreterlikten
çekilmesi, onun partide gerçekleştirmek istediği değişikliğe İnönü’nün daha çok seyirci kaldığı
sanısını vermektedir. [İnönü] başlamış olan parti içi mücâdeleyi bir süre böylece izlemiş, kendi
menfaatlerinin bahis konusu olduğu noktada Esendal’ı kolundan tutup atmıştı.” Anadolucuların da
aralarında bulunduğu genç kadroların CHP’den milletvekili olmalarının bir “yenileme ve
gençleştirme” olduğu yanılsamasına yol açtığını belirten Boran ise, bu dönemde Anadolucu
düşünüşün mevcut CHP yönetiminin siyasetine eklemlenme sürecini şu ifadelerle anlatır (Çınar, 2007:
211): “1940-45 arasında Alman eğitiminde yetişmiş veya etkisinde kalmış bir kısım aydınlar CHP’ye
girdiler, devlet mekanizmasının çeşitli kademelerinde yer aldılar. Yüksek görevlere kadar tırmandılar.
CHP bu yeni kuşak aydınlarla kendisini yenilediği, gençleştirdiği zehabındaydı. Bu yeni kuşağın
savunduğu fikirler şöyle özetlenebilirdi: Türkiye bir tarım ülkesiydi ve öyle kalmalıydı. Bununla
beraber, tarım ve köylü kitleleri olduğu gibi kendi haline bırakılamazdı. Savaş yıllarında büsbütün
perişan duruma düşen köylüyü kalkındırmak gerekti. Köylü topraklandırılmalıydı, toprak mülkiyetinin
belirli ellerde toplanması önlenmeli, ama Türkiye her halde büyük sanayi ülkesi olmamalıydı. Köylü
aile işletmeleri temel olmalıydı. Köylüye daha modern âletler sağlanmalı, daha yeni usuller
öğretilmeliydi, ama bu, makineli büyük çapta üretim olmıyacaktı. Aynı zamanda köylüye çıkrık, tezgah
dağıtılmalı, küçük sanatlar öğretilmeliydi. (Çıkrık ve tezgâh dağıtımı fiilen uygulandı.) Köylü aileleri
boş zamanlarını bu işlerle değerlendirerek kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayabilmeliydiler. Bu
amaçla köylerde okullar açılmalıydı. (Ama bu aydınlar Köy Enstitülerine kesinlikle karşıydılar.)
Tarım ürünlerini değerlendirecek küçük birimler halinde konserve, şeker, v.b. sanayi kolları
kurulmalı, ağır sanayie, büyük sanayi işletmelerine iltifat edilmemeliydi. Böylece Türkiye ekonomisi
tarıma, tarımı da aile işletmelerine dayanan, ancak tarımla ilgili küçük hafif sanayie sahip otarşik
-kendine yeter- bir toplum olacaktı. Kasabalar küçük burjuvaziyle kentli ticaret burjuvazisi ve onların
yüksek eğitim görmüş aydın oğulları için ideal bir düzendi bu! İşçi sınıfının ve onunla birlikte sol
hareketlerin gelişmesi önlenmiş olacaktı. Böyle bir Türkiye, hiç şüphesiz, gelişmiş sanayi ülkesi
Almanya için de bulunmaz bir mamul maddeler pazarı ve ham maddeler kaynağı olacaktı” (Boran,
1968: 32-3).
175
sezilen radikal bir hareketin göze çarptığını430, bu hareketin Esendal’ı, partiye
“klerikal” bir zihniyet aşılamak ve Batılılaşma yolunu loncalara benzer bir takım
müesseseleri yeniden canlandırmak suretiyle kapamaya çalışmakla suçladığını ve
böylece partide bir Esendal-Peker mücadelesinin başlamış olduğunu belirten431
Ağaoğlu’na göre (1992: 28), Halk Partisi içinde başlamış bu mücadelede, Recep Bey
inkılâpçılığı temsil ederken Esendal ise muhafazakârlığı temsil ediyordu432.
CHP’nin tek parti iktidarının en sert yüzünün temsilcisi olan Peker’in
istifasıyla sonuçlanacak olan ve siyasi tarihimize “Otuzbeşler Olayı” diye geçecek
olan olay “Esendal’ın mebusları” diye anılacak olan bu genç milletvekilleri
tarafından başlatılmıştır433. Şöyle ki; Seyhan milletvekili Cavit Oral ve arkadaşlarının
26 Ağustos 1947’de yapılan bir meclis grubu toplantısında verdiği önerge üzerinde
şiddetli bir tartışma çıkmış (Bila, 1987: 169) ve Başbakan Recep Peker güvenoyu
istemek zorunda kalmıştır. Peker’in aldığı güvenoyu, çoğunluğu Esendal’ın özel
gayretleri ile Millet Meclisi’ne giren genç mebusların (Uran, 1959: 476-7) ret oyu
vermelerinden dolayı oybirliği ile değil, oyçokluğu ile olmuş434 ve Peker, 10 Eylül
430 “Peker’in (...) şikâyet ve tazallüm [sızlanma] yoluna gitmekten ise, Mecliste kendisine bir taraftar
çoğunluğu sağlamak suretiyle, İnönü’nün vesayetinden sıyrılmak ve o vesayeti sıfıra indirmek
hususundaki gayretini daima hisset”tiğini belirten Uran’a göre (1959: 476), “[n]itekim bu gayret,
İnönü’nün de Peker’e karşı Mecliste mukabil bir hizip yaratmak istemesi neticesini vermiştir ki, CHP
tarihinde “Otuzbeşler” diye anılan hizip işte budur.” 431 Peker’in Esendal’ı “ima ederek,“Partinin mistik ve klerikal bir ruh ve zihniyete bürünmeye
başladığından” şikâyet etti[ğini] ve [b]u eğilime şiddetle karşı duracağını” dediğini, başka bir
ifadeyle, “[i]şlere klerikal bir zihniyet[in] hâkim olmağa başladı[ğını], [bunun] bir yandan irticaın
diktatörlüğünü hazırlayabil[eceğini] öte yandan memleketi kardeş kavgasına götür[ebileceğini]
[dolayısıyla] [i]nkılâplar[ın] tehlikeye girmek üzeredir!” dediğini aktaran Ağaoğlu’na göre (1992: 29;
1969: 112-3), Peker’in “[l]iderlik rolünde Atatürk ölünceye kadar tek rakibi Saraçoğlu Şükrü idi!
Atatürk’ten sonra Memduh Şevket Esendal karşısına çık[mış]tı!” 432 “Yedinci ve Sekizinci Büyük Millet Meclisi’nde bu taraftarların çeşitli maceraları[nın] oldu”ğunu
belirten Ağaoğlu (1969: 116), “Halk Partisi’nin meşhur “Müstakil Grubu”[nun] daha çok İçişleri
Vekilini [Peker’i] tut”tuğunu da dile getirmiştir. 433 “Peker’i başbakanlıktan düşüren yenilikleri, [Otuzbeşler] hareketini fikirleriyle desteklemiştir”
(Bilginer, 1983: 9). 434 Güven oylamasında ret oyu verenlere “Mutediller” veya “Otuzbeşler” denildiğini, kabul oyu
verenlere ise “Müfritler” denildiğini belirten Deliorman’a göre (1989b: 51-2), “Mutediller” veya
176
1947’de istifa etmek zorunda kalmıştır435. Böylece, çok partili hayata geçiş sürecinde
muhalefete karşı tavizsiz bir politika izleyen Peker’in istifası ile, çok partili siyasi
hayata geçişte bir adım daha atılmış olmuştur.
Her ne kadar çok partili sistemi eleştiren bir fikir akımının (“mesleki
temsilcilik” düşüncesinin) temsilcisi olsa da ve çok partili sisteme karşı olan biri
olarak bilinse de436 ve her ne kadar tek parti yönetiminin sona ermesine çok az bir
süre kala (ancak bunu bu tarihte henüz hiç kimse bilmiyor ve öngörmüyordu bile),
1944 yılında -ki o tarihlerde Esendal CHP Genel Sekreteridir- Velidedeoğlu’na
(Koçak, 2002: 121); “[s]iz hukuk profesörüsünüz. Bilirsiniz ki, bazı memleketlerin
anayasaları yazılmış, bazılarınki ise yazılmamıştır. (...) Bizim ise iki anayasamız
vardır: Yazılmış ve yazılmamış. Bunlardan yazılmış olanı, senin kitapta okuduğun
Teşkilâtı Esasiye Kanunu [1924 Anayasa]’dur. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiili
durumumuz, yani Şef sistemimizdir. Bu sistem, kuvvetini CHP’den alır”
(Velidedeoğlu, 1974: 469) dese de -ki bu sözleri ile otoriter bir devlet anlayışına
sahip olduğunu göstermiştir- bu cümlelerden sonra “[m]amafih elbette bir gün
gelecek, yazılı anayasamız harfi harfine tatbik olunacaktır” (Velidedeoğlu, 1974:
“Otuzbeşler”, “Müstakiller”den sonra, Halk Partisi içinde yeni muhalefet grubunu oluşturmuştur.
1948 yılında Esendal ile birlikte CHP içindeki “Otuzbeşler” hareketinin organı olacak bir günlük
gazete çıkarmayı düşündüklerini belirten Nesimi’ye göre (1977: 242-3) ise, “Otuzbeşler”, CHP içinde
çok partili düzene geçilmesini, demokrasinin tam anlamıyla işlerlik kazanmasını isteyen gruptu. 435 Toker’e göre (1990: 208-9), “CHP’de Recep Peker’in tasfiyesi [ile] bir “müfritler-ılımlılar”
[mücadelesi son bulmuştur]. (...) 1944’den sonra yeni bir hava esince, orada, bu yeni havaya
uyanlarla uymayanlar yan yana belir[miştir]. (...) Esendal, sanki ileriyi görmüş gibi, daha
1943’lerden itibaren eski partiye yeni kan şırınga etmiş, yetişen genç nesile parlamentoda yer
vermişti[r ki, b]unlar, “müfritler-ılımlılar” çekişmesi başladığında, 35’lerin temel direğini teşkil
et[mişlerdir].” 436 Barutçu (1977: 283)’nun da belirttiği gibi, İnönü, boş milletvekilleri için, bu kez parti tarafından
aday gösterilmeyerek, halkın serbest seçimini deneme, düşüncesini ileri sürdüğünde, bu duruma
dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu karşı olduğu gibi, dönemin CHP Genel Sekreteri Esendal da
karşıydı. Görüldüğü gibi, Esendal sadece çok partili hayata veya çok partili hayata geçişe değil, boş
milletvekilleri için parti tarafından aday gösterilmemesine bile -ama şimdilik kaydıyla- karşıydı.
177
469) demesi437 -ki bu cümlenin kullanıldığı tarihte yürürlükte olan Anayasa, çok
partili bir siyasi hayata açık bir anayasa olan 1924 Anayasası’dır- Esendal’ın tek
parti yönetiminden yana olmadığını göstermekte, en azından böyle bir şey
söylememizi güçleştirmektedir438.
İsmet Paşa, savaş ve devlet politikalarını yürütürken parti içi politikaları
yürüten439, kocamış CHP’yi gençleştiren ve Esendal’ın mebusları denilen genç
kadroyu Meclise sokan kişinin Esendal olduğunu belirten Kemal (1980b: 5; 1980c:
10) de, Esendal’ın, CHP’nin kendi içinde ve dışında demokratlaşması sürecinde
İsmet Paşa kadar olmasa bile önemli sayılan emeği olduğunu belirtmektedir440.”
Kendisini mebus yapmak için çağıran Esendal’ın kendisine; “Devlet
idaresinde temelden ıslahat yapılmak lazım geldiğini, bunun da bugünkü Tek Parti
usulü ve Meclis’i ile mümkün olmayacağını, normal rejime gitmemiz, ciddî murakabe
yolunu tutmamız gerektiğini” söylediğini belirten Banguoğlu (1986a: 5) devamla
şunları söylemiştir: “O akşam düşündüm ki Esendal bu bahisleri İnönü ile hiç değilse
bir ölçüde konuşmuş olmalıydı. Yoksa bunlar bizim yirmi yıldan beri bu memlekette
437 Velidedeoğlu’na göre (1974: 469), “[b]irkaç yıldan beri şahidi olduğumuz siyasi faaliyetler, -ki bu
yazı 1949 yılında yazılmıştır-] (...) Esendal’ın bu (...) meseledeki düşüncesinin hakikat olmağa
başladığını, yazılmamış Anayasa’nın bir tarafa bırakılarak, yazılmış Anayasa’nın tatbikine
girişildiğini bize göster”mektedir. 438 “Çamur Ahmet’in Çıkışları” adlı hikâyede, Orta Tedrisat’ın bir kâğıt yazarak, programda
değiştirilecek yerlerin olup olmadığını sorması üzerine, arkadaşlarının -ki hepsi de eğiticidirler- bir
kısmının gelen kâğıdın okunmasını, üstünde uzun uzadıya konuşulmasını istediklerini belirten
‘anlatıcı’nın -ki ‘anlatıcı’ da bir eğiticidir- aracılığı ile “[b]en kendi payıma, bu arkadaşlarla birlik
değilim. Bu arkadaşların istedikleri gün daha gelmemiştir. Ama bu günler de gelecektir. Biz, daha bu
gibi işleri konuşup bitiremeyiz. Buna hazır değiliz” diyen Esendal’ın (1999c: 127, 136) bu görüşleri de
bizim yargımızı destekler niteliktedir. 439 Kemal’e göre (1980c: 10), memleket dış olayların büyük etkisi altında bir çalkantı geçirirken CHP
de demokratik bir çözüm bulmak için çalkantı geçirmekte idi. 440 Kutman’nın ifadesiyle (1952: 1), Esendal, daha “demokrasi” kelimesi Türkçe’ye ısınmadan bu
kelimeye ısınmış ve millete ısındırmak için mücadeleye girişmişti. Diğer taraftan Güngör (1982: 149)
de “[d]enebilir ki tek parti idaresinin demokrasiye geçiş hareketine kolaylık göstermesinde en önemli
iç âmillerden biri de parti içindeki [Esendal tarafından Meclis’e sokulan] Anadolucu milliyetçiler
olmuştur” diyerek meseleyi kendi açısından değerlendirmiştir.
178
açık konuşulabilen sözler değildi. Acaba bu sözler bizim o kadar özlediğimiz hürriyet
devrinin, bir ciddi demokrasi devrinin ilk ışıkları mıydı?”
1943 seçimlerinden sonra Esendal’ın gayretleriyle kurulan Halkevleri Yüksek
Danışma Kurulu’nun çalışmaları boyunca kendisinde ve arkadaşlarında üç ana fikrin
kuvvetlendiğini belirten Banguoğlu’na göre (1986b: 5), bunlardan biri de “[k]ötü bir
“tek parti” idaresine sürüklenmişiz. Memlekette hür ve murakabeli rejimi
gerçekleştir[meliy]iz.”
1943 yılında Meclisin geniş ölçüde gençleştirilmesine karar verildiği günlerde
memleket idaresi hakkında Erim ile tartışan ve Erim’in tek parti idaresinin
kötülüklerini sayıp dökmesine karşılık tek partiyi savunan Esendal, bir iki gün sonra
Erim ve Erim’in bir arkadaşı hakkında Erim’in arkadaşının babasına; “[s]enin oğlun
da, Nihat da, Meclise bu sefer değil, ileride mutlaka girmelidirler. Bu sefer ki meclis
onlara tahammül edemez” (Erim, 1952: 37-8; Kemal, 1980c: 10) demesi de o
günlerde tek partiyi savunan Esendal’ın aslında çok partili bir siyasi hayattan yana
olduğunu ancak bunun için biraz daha zamana ihtiyaç olduğunu düşündüğü
göstermektedir441.
Nesimi’ye (1977: 213), İsmet Paşa’nın bir gün kendisine “Türkiye yeni dünya
koşullarında çok partili bir hayata girmek zorundadır. Bu nedenle siz de CHP’yi çok
partili bir yönetime göre düzenleyin, devlet kuruluşları partiler karşısında tarafsız
bir yol izleyeceklerdir, ben [de] CHP genel başkanlığından ayrılacağım, partinize
devlet güçlerinden özel bir dayanak beklemek doğru değildir. (...) [Bundan sonra]
buna göre bir yol izlersiniz” dediğini aktaran442 ve bu duruma göre tutumunu gözden
441 Esendal’ın meslek gruplarının güçlü bir biçimde katıldığı bir siyasi yapının sistemi daha katılımcı
kılacağını inandığını belirten Karaömerlioğlu’na göre (2006: 177) ise, Esendal’ın bu inancı, onun çok
partili bir demokrasiden yana olduğu anlamına gelmemektedir. 442 Çok partili siyasi hayata geçiş öncesinde İnönü ile Esendal arasında gerçekleşen sözkonusu
diyalogun devamı şu şekilde özetlenebilir:
İnönü’nün bu sözleri üzerine;
Esendal:
179
geçirerek Nesimi’ye (1977: 213) “[b]en yaşlandım; sağa sola koşacak durumum yok.
Kendisine güvenebileceğim kişiler de yok. Sana güvenim var. Benim CHP genel
sekreter yardımcılığımı yaparsan partiyi ko-operasyoncu-sosyalist (mesleki birliklere
dayanan)443 bir partiye dönüştürerek partiyi, çok partili hayata intibak ettirici
doğrultudaki çabalara geçebilirim” diyen444 Esendal’ın bu ifadelerinden de
anlaşıldığı üzere, daha önceleri çok partili bir siyasi hayat için zamana ihtiyaç
- “[D]ünyanın yeni koşulları içinde çok partili hayata geçme zorunludur. Fakat bu geçiş
dönemi için hiç olmazsa bir güdümlü seçim dönemine ihtiyaç vardır. Bu dönemde de işçi sendikaları,
mesleki birlikler, ko-operatif olarak geliştirilecek ve partiler bu sosyal kuruluşlara dayanacaklardır.
Ancak bundan sonra dürüst ve tek dereceli düzenli seçimlere imkân olabilir.”
İsmet Paşa:
- “Dünya koşulları nedeniyle bunu beklemeye zamanımız yok, hemen çok partili hayata
geçmek zorundayız.”
Esendal:
- “[B]ugün Türkiye’de pek çok istimlâk yasası var. Yerin özelliğine göre bu yasalardan
yararlanarak toprak ve orman konularını çözümleyelim, topraksız, ya da az topraklı köylüyü
topraklandıralım, orman köylerine yaşama olanakları tanıyalım, böylelikle topraksız ya da az topraklı
köylüler ile orman köylülerini partimize bağlayalım. (...) Böylelikle seçimlerde yoksul köylüye
reformlarımızla size sağlanan haklarınızı korumak istiyorsanız oyunuzu bize verin diyebilecek duruma
geliriz. Karşımızdaki partileri de seçimlerde yeneriz.”
İsmet Paşa:
- “[S]en bunları programına al. Köylüye eğer oyunuzu bize verirseniz bunları yapacağız
dersiniz.”
Esendal:
- “Paşam, partinin taşra örgütü topraksız köylü değil, topraklı köylüdür. Seçimlerden önce
ben bunu söylersem partim dağılır. Partimden bunu söyleyecek insan bulamam. Bu şartlarda da
CHP’yi yönetemem” (Nesimi, 1977: 213-5). 443 Nesimi’ye göre (1977: 213), Esendal, burada ko-operasyoncu sözcüğünü İtalya’daki korporasyon
düzeniyle karıştırılmaması için kasten kullanmıştır. 444 İnönü’nün “Parti Genel İdare Kurulu’nun hükümeti murakabesini doğru bulm”adığını ve “yeni bir
İttihat ve Terakki tarzında “merkez-i umumi” doğmasından endişe” ettiğini belirten Barlas’a göre
(2008: 1) ise, Esendal, “demokratik rejimden evvel CHP’de demokrasinin kurulmasını ve muhalefet
partisinden evvel hükümetin kendi partisi tarafından murakabesini istiyordu.”
180
olduğunu düşünen445 Esendal, artık ‘çok partili bir siyasi hayata nasıl daha az sıkıntılı
bir şekilde geçebiliriz’ sorusunun yanıtını aramaya başlamıştır.
9 Aralık 1948 tarihinde “Ulus” adlı gazetede yayımlanan “İstanbul’da Bir
Bayram Gününün Hikâyesi” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanlarından biri olan
Fevzi Gülcü aracılığı ile “[d]emokrasiyi bizim halkımız anlamaz diyenler görsünler.
Şimdi asıl kök mesele halka kendi mebusunu seçtirmektir” diyen, “[b]u
buyurduklarınız olursa işler düzelecek mi?” sorusuna “işlerin düzelmesi bakımından
değil, milli hâkimiyetin tecellisi bakımından... Amerika’da olduğu gibi!” diye cevap
veren, demokrasiyi kastederek “neden İngiltere’de oluyor da burada olmuyor?” diye
soran ve yapılan tartışmaların ve yaşanan buhranlı günlerin demokrasinin gelişmesi
bakımından olumlu adımlar olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirten Esendal
(1997a: 46-8), yine aynı hikâyede, hikâyenin başka bir kahramanı olan Fehmi Bey
aracılığı ile milletin istediğinin de bu olduğunu, yani, birleşmek, anlaşmak, bir el ile
çalışmak, ayrılığı ortadan kaldırmak olduğunu, toprak birliğini, hakikat birliğini,
vatan birliğini sağlamak olduğunu dile getirmektedir446.
Bütün bunlardan sonra, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, çok partili siyasi
hayata geçişin hemen öncesinde CHP genel sekreteri olan Esendal, çok partili siyasi
hayata geçişte önemli sayılabilecek bir rol oynamıştır.
445 “Kuvvetli Hükümet” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanlarından biri olan bir nâzır aracılığı ile,
“bunlar bizim Fırka ve Meclis-i İdare usullerimizin bozukluğundan ileri gelir. Bir adama, muhalif
dediler mi, biz ondan kaçıyoruz ve ona söz söyletmek istemiyoruz” diyerek bizde muhalif olmanın ve
muhalefet etmenin zor olduğunu vurgulayan Esendal (2004: 175, 179), aynı hikâyede, hikâyenin bir
başka kahramanı olan bir mebus aracılığı ile ise, “[b]u şehir halkını heyecana düşüren, şiddetli
mücadelelerdir. Acaba neden bizde, fırka mücadeleleri böyle anîf [sert] oluyor?” diye sorarak da
bizde iktidar / muhalefet ilişkilerinin henüz sağlıklı bir yapıya kavuşmadığını da dile getirmiştir. 446 Görüldüğü gibi, Esendal, siyasi partilerin varlığını (ve belki de gerekirliğini) kabul etmekle
kalmamış demokrasiyi / çok partili siyasi hayatı -ki modern demokrasilerde siyasi partiler
demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır- da benimsemiş (en azından milli hâkimiyetin tecellisi
bakımından demokrasinin gerekirliliğine inanmış) ve hatta birleşmenin, tek bir millet olmanın ancak
demokrasi ile gerçekleşeceği dile getirmiştir.
181
J) “Amudî Medeniyet” / “Ufkî Medeniyet” Ayrımı
Hayatın her dakikayı bol bol tatmak demek olduğuna inanan, eserlerinde
karamsar bir hava olmadığı gibi, en acı olayları dahi okuyucuyu umutsuzluğa
düşürmeden, bir gün mutlu günlerin geleceği inancını sarsmadan anlatan (Kudret,
1967: 345-6), eserlerindeki kahramanları en kötü durumda bile bir “umut”a sahip
olan (Timuroğlu, 1983: 9), oğluna yazdığı 12 Temmuz 1934 tarihli mektupta
“[y]aşayış bence ne çok iyidir ne de çok kötü. Ben yeryüzünde bulunmaktan, otlara,
sulara, ağaçlara, adamlara bakmaktan hoşlanırım. Kargaların uçtuklarını,
bulutların geçtiklerini görmek(ten), adamların budalalıklarını işitmekten içimde bir
ferahlık, bir açıklık duyarım. Kendi budalalıklarımı bile severim” (2003d: 79) diye
yazan, “[H]içbir şey olmasa şu evlerin alçaklı yüksekli, bu intizamsız duruşları bile
[beni] eğlendirir” (aktaran Uyguner, 1991: 33) diyen, kısaca geleceğe umutla bakan
Esendal, insanlar arasında ümit tohumlarını yeşertebilmek için sanatçıların
(aydınların) da hep iyimser olmaları gerektiğini düşünmüştür (Karaömerlioğlu, 2006:
178).
“Ben, insanlara yaşamak için ümit; kuvvet ve neşe veren yazılardan
hoşlanırım. İnsanları yuğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve ye’se düşüren
yazılardan hoşlanmam. Zaten tam bir refah içinde, huzur içinde yaş[a]yamıyoruz.
Bir de karanlık, kötü şeylerden bahsederlerse bize, onları okursak. Bu, insanları bir
havana koyup ezm[e]ye benzer. H[â]lbuki insanların içlerinde bir umut olmalı.
Yaşama umudu, neşe vermeli insanlara, okudukları” (aktaran Arısoy, 1952: 8) diye
düşünen447 Esendal’ın, “Eşek” adlı hikâyesi, bu tavrına güzel bir örnektir. Bu
hikâyede, eşeğini kaybedince dünyanın ne kadar sefil bir yer olduğunu düşünmeye
447 Esendal, bunları söyledikten sonra şöyle devam etmiştir: “Bu söylediklerim tam doğru değildir, (...)
insan bazan yeis veren şeyleri de terennüm eder, böyle şeyleri de arzular” (aktaran Arısoy, 1952: 8).
“Hayat boş ve gelecek karanlıktı” (Esendal, 2003c: 23). “Gönlümce derin bir küskünlük var.
Yaşamanın ne önüne, ne sonuna inanıyorum” (Esendal, 2005c: 189) cümlelerinde görüldüğü gibi.
182
başlayan448 köylünün biri, eşeğini bulunca, bütün karamsar duygularından ve
düşüncelerinden bir anda kurtulur449 (Karaömerlioğlu, 2006: 178).
“Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanını hazin bir çözülme ile noktalamak
istemeyen Esendal’ın sözkonusu romanda çözülme, dağılma ve yozlaşma sürecinin
yanında bir de ‘diriliş’ sürecini işlemesi450, başka bir ifadeyle, sözkonusu romanda
bir yanda çözülme süreci yaşanırken -apartmandaki hayat tarzı çözülüp dağılırken-
diğer yanda ‘diriliş’ sürecinin yaşanması -dışarıda yepyeni bir hayat tarzının
şekillenmesi-451 (Çetişli, 2004: 152, 154) bu duruma başka bir örnektir452.
Sözkonusu romanda kişilerin hepsinin kiracı olmasına bakarak da yaşanan
dönemin geçici olduğunu değerlendirebiliriz. Romanın kahramanlarından biri olan
Ayaşlı’nın romanın sonunda ölmesinin üzerine pansiyondakilerin bir araya
gelemeyecek bir biçimde dağılması, ‘anlatıcı’nın geleceğe ait ‘umut’ olarak gördüğü
yaşam biçimine geçiş (Gözcü, 2004: 75) sürecinin ilk aşaması olarak
değerlendirilebilir.
İnsanlar arasında ümit tohumlarını yeşertebilmek için yazan Esendal’ın
hayatının büyük bir kısmı “realpolitik”in kuru, günlük, sıkıcı alanına sıkışıp kalsa da
448 “ (...) alacaktık kaldı, üste eşek de gitti, (...) Yeryüzü karanlık, yaşamak da acı!” (Esendal, 2001b:
201). 449 “Yetişti, eşeğine bindi, gene tuz yoluna döndü, bir de türkü tutturdu” (Esendal, 2001b: 202). 450 Nasıl ki imparatorluk enkazı üzerinde yeni bir Türk devleti kurulduysa Cumhuriyet de yeni bir
insan tipi ve aile tesis edebilmelidir (Çetişli, 2004: 154). 451 Sözkonusu romanda yeni bir insan tipi ihmal edilmediği gibi ‘anlatıcı’ ile Selime’nin düğünü ile de
Cumhuriyetin arzuladığı ailenin kuruluşunun müjdesi verilmiştir (Türkeş, 2002a: 433). 452 Başka bir ifadeyle, sözkonusu romanda, şehvet düşkünlüğüne, sorumsuzluğa, bencilliğe,
hilekârlığa, tembelliğe ve geleceğin para, eğlence ve uyuşturucu gibi değerler üstüne kurulmasına
karşı çıkan ‘anlatıcı’nın romanın kahramanlarından bazılarının (kendisi, arkadaşı Fahri ve ‘hukuk
reisi’) değer dünyalarının diğer karakterlerinkinden farklılaştığını göstermesi ve bu farklılığın romanın
sonunda Fahri’nin Melek ile kendisinin de Selime ile evlenmesiyle pekiştirilmesi (Gözcü, 2004: 63-4)
bu duruma başka bir örnektir.
183
o bir ütopyacıdır453 (Karaömerlioğlu, 2006: 174). Ütopyasını “ufkî medeniyet” /
“toprak medeniyeti” / “yatay medeniyet” olarak adlandıran454 -ki antitezi “amudî
medeniyet” / “sanayi medeniyeti” / “dikey medeniyet”tir- ve “amudî medeniyet”in
olmadığını, ayakta duramayacağını ve yaşayamayacağını belirten455 Esendal’a göre;
“[b]ugün, gördüğünüz şeyler var ya, şu atom’lar falan, yeni silahlar, icatlar, iktisadî
ve siyasi krizler, buhranlar, bunların hepsi bir medeniyetin, “[a]mudî medeniyet”in
çökmekte olduğunun delilidir. Ben, ergeç, “ufkî medeniyet”in, yani “toprak
medeniyeti”nin galebe çalacağına inanıyorum. İnsanların huzurunu, milletlerin
istikrarlı bir hayata kavuşmasını, “toprak medeniyeti”nde görüyorum. Bu işi
hükümetler yapamaz. (...) Bu, sanatkârın işidir. Bu fikri, çok taraflı işleyip,
geliştirerek, olgunlaştırarak cemaatin önüne düşecek, “toprak medeniyeti” fikrine
453 Bu durumu Tiralı (1952: 69), “[b]ir ideal memleket anlayışı vardı. Baştan başa, dağınık köy
evlerinden müteşekkil bir memleket düşünüyordu. İnsanların mesut olduğu, endişesiz çalışıp durduğu,
sükûn içinde bir memleket” şeklinde ifade ederken (Çelik, 2005: 4) ise, “medeniyette ilerlemiş, eski ve
yeniyi uyumlulaştırabilmiş bir toplumun özlemini [çektiği] açık[tı]” şeklinde ifade etmiştir. Diğer
taraftan Özipek (2004a: 186-96), muhafazakârlığın özünde ütopyacı bir unsuru da barındırdığını
belirtirken Özkırımlı (2004: 496) ise, el sanatları ile küçük esnafa dayalı, toprağın küçük birimler
halinde işlenmesini öngören ekonomi görüşünün Esendal’ı ‘bir ideal memleket’ anlayışına
götürdüğünü dile getirmiştir. 454 Çelik’e göre (2005: 5-6), Esendal’ın özlemini çektiği medeniyet, “İki Kadın” adlı hikâyenin -ki
sözkonusu hikâye, “Toprak Medeniyeti” insanının nasıl birisi olacağının anlatıldığı hikâyelerden
biridir- kahramanlarından olan Behin’in ve ikinci eşinin seçtikleri yaşam tarzının yaygın hale geldiği
bir medeniyettir ve bu medeniyet, insanın insanlıktan çıktığı, yabancılaştığı, nesneye döndüğü bir
yaşam tarzının aksine, insani özelliklerin nesne ilişkilerinin önünde durduğu bir yaşam tarzını önerir. 455 Kültürü; tarihi belirleyen, ona şekil veren ve belirli safhalardan sonra yok olan ilkeler olarak
uygarlığı/medeniyeti ise; yaşama gücünü yitiren ve sona ermekte olan bir kültürün son evresi,
kendisinden sonra gelen yeni kültüre kalıt olarak bırakılan bir uzantı olarak (kısaca kültürün ölümü
olarak) tanımlayan Spengler de, 1917 yılında yayımlandığında büyük yankılar uyandıran “Batının
Çöküşü” adlı kitabında benzer şeyler söylemekteydi. İnsanın makinaya esir oluşuna karşı olan
Spengler’e göre (1997: 108), “gelecek bin yılın ilk yüzyıllarını meşgul edecek ve bugün bile içimizde
ve etrafımızda hissedilip müjdelenen Batı’nın çöküşü” kaçınılmazdır. Spengler (1963: 103) 1932
yılında yayımlanan “İnsan ve Teknik” adlı eserinde ise, “belki günün birinde, makineye dayalı
uygarlığımızın ortaya çıkardığı eserler -yollar, limanlar, gemiler, görkemli kentler-, tıpkı eski İpek
Yolu, Çin Şeddi, Babil kenti gibi, kırık dökük yıkıntılara dönüşerek unutulup gidecektir. Teknolojik
uygarlık, her uygarlıkta olduğu gibi, kendi kendini içten içe yiyip tüketerek kaçınılmaz sonuna hızla
yaklaşmaktadır” demektedir.
184
cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam, sanatkârdır” (aktaran Arısoy,
1952: 8).
Görüldüğü gibi, eserleri bir bütün olarak değerlendirdiğinde okuyucusuna
“toprak medeniyeti” / “tarım medeniyeti” ütopyasını sezdirmek istediği görülen456
(Çetişli, 2004: 59) Esendal’a göre, böyle bir medeniyetin kurulmasına sanatçılar
(aydınlar) öncülük edecektir. “Ben, meselâ, bir Türk sanatkârının çıkmasını, ama
cemaatin önünde gidecek bir sanatkârın çıkmasını memlekette “ufkî medeniyet”in,
benim tabirimle “Toprak Medeniyeti”nin, cemaat tarafından benimsenmesi için,
çalışmasını, yazmasını, eser vermesini isterdim!” (aktaran Arısoy, 1952: 8). “Bir
karış boş toprak parçası kalmamış, köyleri köylerine yollarla bağlanmış, “ufki
medeniyet”in, “toprak medeniyeti”nin nimetleriyle, istikrarlı, huzur içinde yaşayan
bir Türkiye... Bugün için hayal gibi görünen bu fikrin hakikat olabilmesi için, işte
böyle sanatkârlara ihtiyaç vardır. Gençlerden böyle sanatkârların çıkmasını dilerim”
(aktaran Arısoy, 1952: 8) gibi ifadelerde de görüldüğü gibi, Esendal’a göre, bir
sanatçının (aydının) en önemli görevi böyle bir medeniyeti kabul etmek, savunmak
ve yaymaktır457 (Karaömerlioğlu, 2006: 174).
İnandığı “ufkî medeniyet”in merkezine aile kurumunu yerleştiren458,
Alangu’nun ifadesiyle (1959: 136), oluşacak yeni toplumun çalışkan, yurtsever,
saygılı ve ölçülü gençlerin kuracakları yeni ailelere dayanacağını tasavvur eden
456 Karaömerlioğlu’na göre (2006: 180-1), ideolojik görüşleri “yüzü geçmişe dönük” birçok özellik
barındıran Esendal’ın “tarım medeniyeti” ideali de “yüzü geçmişe dönük” bir ütopyadır. Diğer
taraftan Onaran (1975: 35) da, Esendal’ın “toprak medeniyet”ni benimsediği ve savunduğu için
kendisine, “Gandi” denildiğini belirtmektedir. 457 Yukarıdaki ifadelerin Esendal’ın sanatçıyı bir görev adamı olarak gördüğünün açık bir kanıtı
olduğunu belirten Çelik (2005: 1, 2), Esendal’ın sanatçıya ‘toplumu bize mahsus bir medeniyete
hazırlamak’ ödevini verdiğini belirtir. 458 Bu durum hem bir yanda çözülme sürecinin diğer yanda ise ‘diriliş’ sürecinin yaşandığı ve
‘diriliş’in iki evlilik vakası üzerine kurulduğu -ki bu iki aile, sevgi, saygı ve sadakat temelleri üzerine
kurulmuş olmasıyla apartmanda görülen ailelerden tamamıyla farklıdır- “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı
romanda hem de ideal bir toplumun çekirdeğini teşkil edecek dolayısıyla hem ferdin hem de toplumun
saadetine zemin hazırlayacak olan sağlam ve sağlıklı bir çekirdek ailenin kuruluş hikâyesi olan
“Vassaf Bey” adlı romanda (Çetişli, 2004: 154, 156) açıkça görülmektedir.
185
Esendal’a göre, toplumun en küçük birimi birey değil, ailedir. Çünkü “[aileler]
memleketin temeli”dir (Esendal, 1996: 96). Sevginin esas olduğu ve bahçe içindeki
tek katlı evlerde yaşayacak olan bu aileler Türk toplumunun yüzyıllardır yaşaya
geldiği değer yargıları çerçevesinde teşekkül edecek (Çetişli, 2004: 114-5) ve
toplumsal kurtuluş yolunun tek aracısı olacaktır.
Arısoy’un (1952: 8) yönelttiği bir soruya karşı “yaşadığımız bu muhit-i
coğrafya içinde, kendimize mahsus, kendi geleneğimize uygun, tecrübî ilme dayanan,
bir medeniyet kurabiliriz ve bunun yüküne de katlanabiliriz” şeklinde cevaplayan, 20
Kasım 1942’de oğlu Suat Esendal’a yazdığı mektupta ise, “kendimize inanmalı ve
birkaç asırdır düştüğümüz Avrupa hayranlığından kendimizi kurtarmalı ve bu
topraklarda kuracağımız yeni bir medeniyetin yükünü taşıyabileceğimize
inanmalıyız” diye yazan Esendal’a göre (2003d: 552), her yeni dini çıkaranlar eski
dine göre kâfir olur, dolayısıyla kendisi de “Avrupa medeniyeti yanlış dini”nin kâfiri
olmuştur459.
Esendal’ın inandığı “toprak medeniyeti”nde / “tarım medeniyeti”nde yönetim
biçiminin “mesleki temsilcilik” düşüncesine göre belirleneceğini belirten Çetişli’ye
göre (2004: 125), “toprak medeniyeti” / “tarım medeniyeti” ve “mesleki temsilcilik”
düşüncesine göre şekillenecek olan yeni dünyanın hâkimi ise “küçük insan”
olacaktır. Bu noktada Esendal’ın hikâyelerindeki “öz”ü yakalama imkânını
bulduğumuzu belirten Çetişli’ye göre (2004: 125), bütün hikâyelerini “küçük insan”
ve onun problemleri üzerine teksif eden (yoğunlaştıran) Esendal’ın hikâyelerinin
“tez”i “toprak medeniyeti”, “anti tez”i “sanayi medeniyeti” ve “mevcut yönetim
biçimi”, “tematik güç”ü, “küçük insan” ve “karşı güç” ise, “yönetici aydın” veya
“bürokrat-memur”dur.
Hikâyelerinde Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki değişimleri ele almanın
yanında, değişmesi gereken toplumsal olguları ve varılması gereken hedefleri de ele
459 Esendal’a göre, gençler de mutaassıp “Avrupa mümini” oldukları için kendisini pek fazla
anlamamışlardır (2003d: 552).
186
alan460 (Uyguner, 1991: 52) Esendal’ın özlemini duyduğu toplumu veya medeniyeti
örnekleyen hikâyelerinden biri de “Yurda Dönüş” adlı hikâyedir461.
Esendal, sözkonusu hikâyede, “Ahlat dolaylarında dağılmış fakülteler, sağlık
evleri, laboratuvarlarla donanmış geniş kümeye “Uygurluk”; Afyon dolayındakilere
de “Oğuzluk” diyorlar ve şimdi yurdumuzun bilgi yatakları bu iki yerde kümelenmiş
bulunuyormuş” (1988: 172). “Bu gecenin bütün bu oyunlarını yapanlar, çalanlar,
oynayanlar bura Halkevine yazılı olan gençler imişler. Beğendim doğrusu! Seyre
gelenlerinde yüzde doksanı gene bu Halkevine yazılı olan buralar komşuları imiş”
(1988: 182). “[B]ir işe girmemi, (...) evlenip bir ev, biraz da toprak edinerek herkes
gibi çalışmamı söyledi. Evlenmezsem, çalıştığım yerlerin bekar konaklarında bir
odadan başka bir şey vermezlermiş. Evlenirsem, biraz toprak ile bir de ev
alabilirmişim! Kendim ekip biçemezsem, olduğum yerin kooperatifi bana ucuzca eker
ve toplarmış. Ayrıca aylık da verirlermiş” (1988: 184) gibi ifadelerle özlemini
duyduğu toplumu veya medeniyeti anlatmaya çalışmıştır462. Çetişli’nin ifadesiyle
(1999: 57), “[d]oğudaki sınır kapısından itibaren her tarafı ağaçlık, yemyeşil bir
ülke; neredeyse birbirine eklenmiş, bağ-bahçe içindeki tek katlı evleriyle köyler,
kasabalar; sağlıklı, gürbüz, huzur ve refah içinde kadınıyla erkeğiyle çalışan
insanlar; kâğıt, yağ, şeker, dokuma fabrikaları; Van, Ahlât, Muş, Beyşehir ve Afyon
dolaylarındaki “Oğuzluk” ve “Uygurluk” üniversiteleri, fakülteler, laboratuvarlar,
sağlık ocakları; halkı eğitip eğlendiren halkevleri; yabancı dil bilen, medenî,
çalışkan gümrükçü köylü kızlar; en aza indirilmiş bürokrasi, varlığı hissedilmeyen
devlet; sevgi, hoşgörü, kanaat ve çalışkanlık hasletleri ile güçlenmiş sosyal bünye,
[adı geçen] hikâyede dile getirilen temel özlemlerdir.”
460 İleri’nin ifadesiyle (1975: 12), Esendal, kimi zaman yeni bir ortamın yaratılabilmesi için ‘olması
gereken’in de üzerinde durmuştur. 461 Karaömerlioğlu (2006: 175), Esendal’ın eserlerinde “tarım medeniyeti” ütopyasını savunuculuğunu
yapmayıp sadece yaşadıklarını ve tanıklıklarını yansıtmaya çalıştığı ve ütopyasını örnekleyen bir
toplum tahayyülünü yansıttığı “Yurda Dönüş” adlı hikâyesi dışında ütopyalarıyla ilgili konulardan
pek bahsetmediği iddiasındadır. 462 Velidedeoğlu’na göre (1974: 468), Esendal, “Anadolu’ya sık aralıklarla serpilmiş küçük küçük
toplulukların tamamen millî karaktere ve ahlâka dayanan yaşayış tarzını[n] ve yemyeşil hale
getirilmiş vatanı[n]” özlemini dile getirmiştir.
187
Erim’in ifadeleriyle (1952: 37), “kendi felsefesini yaratan ender rastlanır
insanlardan biri” olan, “başkalarının hazır kalıp düşüncelerini” nakletmeyen ve
“kendine öz görüşleri” olan, “Şehirden Köye” adlı hikâyede, hikâyenin
kahramanlarından birinin aracılığı ile, “Hadi, git kendini bu şehrin sağır adamlarına
anlat!” (2005c: 111) diyerek şehri ve şehrin insanını eleştiren, kızına yazdığı 24
Eylül 1940 tarihli mektupta, “[b]en yaşadıkça, medeniyet denilen nesneden, büyük
şehirlerde oturmaktan hoşlanmaz oldum” (2001a: 295) diyen, “halkçılık” -
“köycülük” söylemlerinin Cumhuriyet’in popüler söylemleri olduğu bu yıllarda
(1940’lı yıllar), bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını -kökenine uygun bir
biçimde- toprağa dayalı bir hayatta gören463 (Türkeş, 2002b: 241) ve büyük kentler
yerine bir baştan bir başa bağlık, bahçelik içinde olan ve evleri, duvarları bitişik
yemyeşil bir yurt düşünen464 (Uyguner 1991: 23-4) Esendal (2001a: 295), özlemini
duyduğu köy hayatını kızına yazdığı 24 Eylül, 1940 tarihli mektupta şu şekilde
özetlemiştir465: “Gidip Antalya’da büyükçe bir portakal bahçesi almalı. Bunun içine
(...) bir ev yapmalı. Geniş odaları olsun. Kitap olsun. Portakal ağaçları ile
uğraşmalı. Alışkın inekler de olmalı. Tavuklar da olmalı; köpekler de olmalı. Antalya
mekteplerinde ders vermeli. Kızlara da ders vermeli. Yazıyı da yazmalı. Bu
çocuklara tiyatro da oynatmalı ama öyle “Hasan Çavuş savaşa gitmiş” piyesi değil.
Sanat duygusu verir güzel bir piyes466.”
463 Onaran’ın ifadesiyle (1975: 35), bahçeli evlerle, oya gibi işlenmiş tarlalarla köylerin köylere,
kentlerin kentlere uzandığı bir toprak / vatan düşleyen Esendal, ancak böyle bir toprak / vatan
üzerinde insanların mutlu olabileceğine inanırdı. 464 Kudret’e göre (1967: 343), “[m]emleketi, işte böyle, bir çeşit büyük çiftlik halinde görme
ülküsünün kaynağını, [Esendal’ın] bir “toprak adamı” olmasında arıyabiliriz.” 465 Külebi’nin ifadesiyle (1952: 556-7), “[b]üyük bir ideali vardı. (...) Ankara’dan çıkıp ne kadar
gitseniz sonu gelmiyecek bir şehir, daha doğrusu kasaba. Tâ sınırlara kadar. Ardı arası gelmiyecek
küçük, güzel evler. Bağlar, bahçeler. Ekilmiş tarlalar. Ve o küçük mülklerin mesut sahipleri: Saide
gibi, Selime gibi vefalı, evcil kadınlar, (...) çalışkan, sağlam yapılı erkekler, tosun gibi çocuklar.
Bütün bu bahtiyar insanlar bu cennet ülkeyi dolduracaklardı.” 466 Türkeş’e göre (2002b: 241), Esendal’ın ütopyası ile dönemin Köy Enstitüsü tasarımının -mesela
Sabahattin Eyüboğlu yönetiminde Shakespeare piyesleri sergilenen Hasanoğlan Enstitüsü’nün-
oldukça yakın olduğu anlaşılmaktadır.
188
Oğluna yazdığı 20 Kasım 1942 tarihli mektupta, savaşabilmek için kalın
endüstrinin gittikçe kalınlaştırıldığını belirten ve “Avrupa’ya yaşayışı değiştirecek,
sadeleştirecek, ucuzlatacak yeni bir yaşayış görüşü ister. (...) [B]u Avrupa
medeniyeti, insanlığa ne getirdi? Bu Avrupa’nın getirdiği yalnız kalın ve ağır
sanayidir. Bu ağır sanayi yok iken insanlık gene yaşıyordu. Bugün olduğundan daha
da rahatsız değildi. Uçak yapıldı, denizaltı yapıldı insanlık daha çok mu rahat etti?
Kalın endüstrinin insanlığa getirdiği tek nesne “söz galip olanın!” nazariyesidir.
Bunu da insanlık çok önceden biliyordu” diye yazan Esendal’a göre (2003d: 550-1),
büyük endüstri medeniyeti (Batı Medeniyeti) çöktüğü zaman insanlık rahat edecektir.
Bu noktayı düşündükten ve iyice anladıktan sonra ne yapacağımızı düşünmemiz
gerektiğini belirten Esendal’a göre (2003d: 551-2), “[b]ir çelik dişli buzağı da biz
doğuralım deye düşünmek ahmaklık olur. Bizim yapacağımız [şey], yurdumuzda yeni
bir medeniyet uyandırmaktır. (...) Benim dediğime kanarlarsa bir toprak medeniyeti.
Çalışan bir kadın ve kocası bir adam eder. Onlara kendi yaşayacaklarının hiç
olmazsa birazını çıkaracak bir toprak parçası vermeli. (...) O[nlar] da biraz çiftçi,
biraz da işçi olmalıdır. Biraz da maden çıkarmalı. (...) Bu asra göre okul, alışveriş
değişmeli. Kalın endüstri ve kalabalık şehir yok. İnsanlar yeryüzüne dağılmalı! (...)
Çok çocuk yetiştirmek istemez. Az yetiştirmeli ama eyi yetiştirmeli.”
“İki Kadın” adlı hikâyede, mutluğu, işinin eri olmayan, sabahlara dek kumar
oynayan bir mühendisten boşanarak bir ustabaşıyla evlenmede bulan Behin’in
söyledikleri yeni kurulan bir ülkenin yarınlarına ışık tutacak niteliktedir (Onaran,
1975: 39):
“Ben bir mühendisin, canlı bir adamın karısı olmak istedim. Yüzü güneşte
yanmış olsun. Eve yorgun argın gelsin, bir iş yapmış olduğuna inansın. Yemek
istesin. Yaramaz çocuklar gibi gürültü etsin. Evde, bir iş odası olsun, orada resim
çizerken ıslık çalsın. Ayağına iri kunduralar giysin. Baş açık, ceketsiz sokağa çıksın.
Bir işler görsün, adı duyulsun. Bu yurdu, bu yerleri, bu ağaçları, bu sokakları, bu
insanları benimsesin. Sokakta giderken genç kadınların, kızların gözlerinin ona
kaydığını göreyim. Bir utanması olsun, yüreği temiz adam olsun. Benden çok da
işlerini düşünsün” (Esendal, 2001b: 114).
189
“Bayan Nermin” adlı hikâyede ise, ‘anlatıcı’nın Nermin hakkında
söyledikleri de yeni kurulan bir ülkenin yarınlarına ışık tutacak niteliktedir:
“Nermin, yüksek ağaçlar altında, yeşillik içinde oturuyor. Elinde dikiş dikiyor.
Bu kadın, istasyondaki bütün çocukların anası, bu hastaların hekimidir. (...) Hiçbir
istasyon şefinin, hiçbir tren şefinin, hiçbir işletme müfettişinin yüreği; bir kaza değil,
bir geç kalma olsa, bu kadınının yüreği kadar sıkılmaz. Çünkü, hepsi onundur. Kimse
hiçbir vagonu, bıçakla çentemez, kalemle çizemez. Onlar ne emekler ne kanlarla
yoğrulmuş da işliyor. Onlar, onun memleketinin, onun memleketinin büyüklerinin
emanetidir. Trenler işleyecek, insanlar sağ selamet gelip gidecek, yükler taşınacak,
sofralar üstüne temiz emeklerle kazanılmış temiz ekmekler konacak. Bu kadın da
çalışacak, kocası da çalışacak. Bu temiz ekmeğe biri elini sürmek isterse, bu kadın
kükremiş kaplan gibi saldırır” (Esendal, 1993: 23).
Burada son olarak şunu söyleyebiliriz ki, yazmanın hayatın anlamı olduğuna
inanan (Çetişli, 2004: 53) Esendal, asıl yazmak istediği hikâyeyi yazamadığını467
söylerken (Arısoy, 1952: 8) belki de kendi ütopyasını tam olarak anlatan bir hikâyeyi
yazamadığını söylemek istemiştir468.
467 “[B]en bugüne kadar yazdığım yazılar içinde, daha orijinal bir şey yazamadım. Benim yazdığım
tarzda Türkiye’de yazılmamış olsa bile insanlıkta, bu tarzda ne güzel şeyler yazılmıştır” (Esendal,
2003d: 73). 468 Turinay’a göre (1996: 83, 95), “Kemal Tahir, “Bozkırdaki Çekirdek” [adlı] romanının[da], bize
bir CHP Genel Sekreteri portresi çizer. Ulus’ta, eski CHP Genel Merkezi’ndeki odasında tedirgin bir
vaziyette masasında oturan bu genel sekreter, önündeki boş kâğıtlara bir bozkır manzarası çizer ve bu
bozkırın ortasına “tek ü tenha” bir ağaç oturtur. Koca bozkırda çizilen bu cılız ağaçtan başka, insan
gözüne hiçbir nesne ilişmez. Genel sekreter çizdiği resmi karalar, yeni baştan yapar. Aynı çizgiler,
aynı ufuk, aynı cılız ağaç ve uçsuz bucaksız bozkır hep aynıdır, çizilen resimlerde!.. Odaya girip çıkan
parlamenterler, sordukları sorular, dışarıdaki ahmak ıslatan yağmuru; onu yaşadığı hülyadan,
önündeki bozkırdan ve ortasındaki ağaçtan pek uzaklaştıramaz. Fakat çizdiği resmi, odaya girenlere
göstermek de istemez, onlardan gizler adeta. Son derece tedirgindir. Hülyasından koparılmak
istenmiyor gibidir: (...) Ruhen, gelen ziyaretçilerin konuşmalarından, çeşitli parti meselelerinden
oldukça uzaktır, daha doğrusu kendisini, bu meselelerin artık dışında hissetmektedir. Aslında o,
bürokrasiden de, o meselelerden de kopmuştur ve iş resmen istifaya kalmıştır. Nitekim, herhangi bir
netice istihsalinden ümidini yitirdiği bir anda bu görevinden ayrılır. (...) Önündeki boş kâğıtlara
biteviye “bozkırda bir ağaç” resmi çizen, bozkırın yeşermesine ümit bağlayan, fakat gerçekleşeceğini
hiçbir zaman göremeyeceği ümitler peşinde yıllarını harcayan bu kişi, Türk edebiyatının öncü
190
hikâyecilerinden Esendal’dan başkası değildir. (...) O, genel sekreterlik odasında, gerçekleştiremediği
siyasi programını düşünmekten, bu can sıkıntısını remzeden “bozkırda cılız ağaç” resimleri çizmekten
başka bir şey yapamadı. Daha doğrusu yapamayacağını anladı. Zira sistem, iyice oturmuş, palyatif
müdahalelerle sarsılmayacak bir yapıya kavuşmuştu.” Tahir’in kendi ifadeleriyle (2004: 8-18), “Tek
Partinin Genel Sekreteri, arkası pencereye dönük oturmuş, önündeki boş kâğıda, canından
bıkmışların acılı bakışlarıyla dalmıştı. (...) Her zamanki resmi çiziyordu: Bir uçsuz bucaksız Bozkır...
Ortasında çırılçıplak, umutsuz bir ağaç... (...) Çok değil Batıda okumuş otuzbeş, kırk milletvekili
uydurmak... Aşırı sağcılarla kağşamış kuvayi milliyecileri birbirine düşürüp Partiyi ele geçirmek...
Yarım yüzyıldır pusuda, hiç tehlikesi olmayan, böyle bir fırsatı bekliyordu (...) Epeydir memleketin
kaderini etkileyecek politika gücüne sahipti. Yıllardır özlediği güvene, kendisini kendi gözünde
yüceltecek onur çizgisine bu güçle ulaşacağını ummuş, Genel Sekreterlik masasına oturduğu an
yanıldığını anlamıştı. Kâğıt-kalem bulur bulmaz çizmemezlik edemediği uçsuz bucaksız bozkır, hayatı;
ortasına diktiği umutsuz tek ağaç da kendisiydi. (...) İttihat-Terakki Genel Merkezinin kanlı işlerinde,
kefeyi, belli belirsiz, küçük efendiden -Kara Kemal’den- yana eğerek, hep iki yönlü oynamıştı.
İmparatorluk çökünce Kafkasya’da İttihatçılara mı, Mustafa Kemal’e mi çalıştığını artık kendisi bile
kestiremiyordu. (...) Bozkırın tek ağacını çizip karalamaktan başka hiç bir işi yok gibi [idi]...”
Sonuç
Bu çalışmada, 20. Yüzyıl Türk hikâyeciliğinin adı ilk sırada anılması gereken
birkaç yazarından birisi olan ve yazdıklarıyla kendi deyimi ile “topluma ayna
tutmuş” olan Esendal’ın toplumsal ve siyasal fikirlerini çözümlemeye çalıştık.
Şunu öncelikle belirtelim ki, çalışmanın bu bölümü yazılırken bu bölümün
“giriş” bölümünde cevaplandırmayı amaçladığımızı belirttiğimiz soruları -tez
boyunca ayrıntılı olarak değinilse de- kısaca cevaplandırır nitelikte olmasına dikkat
edilecektir.
Kendisini doğrudan doğruya siyasi düşüncelerle ifade etmeyen, bunun yerine
hikâye ve romanlarına bu düşüncelerini/görüşlerini serpiştiren yazarlarımızdan birisi
olan ve eserlerinde “çalışkan, dürüst, kanaatk[â]r, nikbin, hayat ve cemiyetle uyum
halinde, küçük mutluluklarla yetinmesini bilen” (Çetişli, 2004: 120) “birisi olarak
güzelle[diği] (Bora ve Erdoğan, 2004: 643) ve “[h]er şey[in] yerli yerinde, hayat[ın]
her vakit olduğu gibi” (Çetişli, 1999: 154) “olmasının göstergesi ve teminatı olan”
(Bora ve Erdoğan, 2004: 643) “küçük insan”ın hayatını tabii akışı içinde anlatan
Esendal, hayatın “karı-koca arasında geçim ve aile saadeti” demek olduğuna (2005c:
36), toplumun en küçük biriminin birey değil, aile olduğuna (Alangu, 1959: 136) ve
“ailelerin memleketin temeli” olduğuna (1996: 95-6) inanmış ve buradan hareketle
inandığı “ufkî medeniyet”in merkezine aile kurumunu yerleştirmiştir. Yani Türk
toplumun bir çözülme ve yozlaşma sürecini yaşamakta olduğuna inanan (Çetişli,
1990: 47) Esendal’ın, bu sürece karşı çözümü sağlam ve sağlıklı ailelerdir.
Eserlerinde “[b]ir şeyler üreten[lerle], iyi bir hayatı çalışarak kuranlarla
üretmeden tüketenler[i] karşı karşıya” sunan (Çelik, 2005: 4), tüketim ve israf
karşıtı mistik bir yaklaşımla kanaatkârlığı ve sadeliği savunan, modernleşmenin
tüketimle özdeşleştirilmesine ve ilerlemenin “lüks tüketim” ölçütüyle
değerlendirilmesine karşı çıkan, kısaca üretmeden tüketmeye tepki gösteren (Çınar,
2007: 195) Esendal’ın, ekonomik görüşü bir el tezgâhçısı savunucusu olarak
özetlenebilir (Çam, 1977: 360). Başka bir ifadeyle, Smith ile başlayan modern
192
ekonomiyi kıyasıya eleştiren Esendal, el sanatları ile küçük esnafa dayanan ve
toprağın küçük birimler halinde işlenmesini öngören bir ekonomik görüşü
dillendirmeye çalışmıştır (Özkırımlı, 2004: 496). Çınar’ın (2007: 192) da belirttiği
gibi, modern ekonominin karışıklığından ürken Esendal, “basit bir ekonomik yapı”
önermiştir.
Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getiren, başka
bir ifadeyle, sınıfların çatışmasının değil, mesleklerin tesanüdünün hâkim olduğu bir
toplumsal düzeni dillendirmeye çalışan, bir başka ifadeyle, toplumun uyumlu
uzuvlardan oluştuğuna inanarak toplumsal gruplar (sınıflar) arasındaki çelişkileri göz
ardı eden Esendal, bütün sorunların hükümet yetkililerinin ellerindeki gücü kötüye
kullanmalarından kaynaklandığına ve parti ve devlet aygıtındaki düzelmelerin
“küçük insan”ın içinde bulunduğu şartları iyileştireceğine inanmıştır
(Karaömerlioğlu, 2006: 179, 182).
Tanzimat ile birlikte hızlanan Batı’ya açılmanın yerli sanayiyi olduğu kadar
esnaf teşkilatlarını ve el emeğine dayalı bütün küçük işletmeleri muattal
(kullanılmaz) hale getirdiğine inanan, II. Meşrutiyet yıllarında siyasi parti
çekişmelerinin açtığı derin yaraları gören ve memleket yönetimini bu Batı usulü
gidişten çekip kurtarmak isteyen (Turinay, 1996: 93-4) Esendal’a göre (2003d: 492),
ilerlemek için her milletin, her ulusun aynı yolu kullanması gibi bir zorunluluğu
yoktur ve geleneksel değerlerden kopmadan da ilerlemek mümkündür.
Bozdağ’a göre (1977: 362), 18. yüzyılda ortaya çıkan ‘makine insanı bedbaht
eder’ fikrine şiddetle inanan, ‘mutlu olabilmek için küçük hayat yaşanmalıdır; büyük
imkânların içine girmiş insan mutlu olamaz’ diye düşünen, Aydemir’e göre (1997:
464) ise, “sanayiin ve sanayi medeniyetinin” (daha doğrusu amuda kalkmış bir
medeniyet olarak değerlendirdiği Batı Medeniyeti’nin) düşmanı olan, “sanayiin
dünyaya felâket getirdiğine” inanan, “kendimizi bu afetten mümkün olduğu kadar
korumamız” gerektiğini düşünen, bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını
toprağa dayalı bir hayatta gören (Türkeş, 2002b: 241) ve geleneksel değerlerden
193
kopmadan da ilerlemenin mümkün olduğuna inanan Esendal, bizce muhafazakâr
düşünce içinde konumlandırılabilir.
Esendal’ın muhafazakârlığı, “[l]isanımızı, kültürümüzü yükselteceğiz ve
civanmert bir millet olarak bütün Türklüğün toplayıcısı olacağız” (Barutçu, 2001:
637) ifadelerini kullanması örneğinde görüldüğü gibi, kimi zaman kültürel
muhafazakârlığı aşan boyutlar içerse de kültürel muhafazakârlık içinde
değerlendirilebilir.
Her zaman için “küçük insan”dan yana tavır alan, hikâyelerini gündelik
yaşamın en sıradan, hiçbir abartı içermeyen olaylarından yola çıkarak yazan (Oktay,
1993: 660) ve bu hikâyelerde basit gibi görünen ama aslında derin toplumsal
sorunlara dönük konuları işleyen (Uyguner, 1991: 52) Esendal’ın muhafazakârlığı,
‘bir zamanlar biz neydik, ne olduk’ şeklinde özetlenebilecek olan ‘geçmişteki güçlü
devletin varlığını arayan ve bu güçlü devleti yücelten bir muhafazakârlık’tan çok,
eserlerinde “küçük insan”ın sade hayatını arayan ve bu hayatı yücelten, modern
yaşama biçiminin ürkütücü karışıklığını değil, basit bir yaşama biçiminin sadeliğini
güzelleyen, Anadolu köylüsünü gaz ya da bezir çırasından ayırıp da elektriğe
kavuşturmanın bir ülkü olmaması gerektiği, bunu yapmanın köylünün rahatını,
esenliğini bozmak demek olduğu, saban için de aynı şeyin geçerli olduğu, köylünün
karasabanı ile kendini rahat hissettiği, köye motorun girdiği gün köylünün tedirgin
olduğu ve köyünü bırakıp gurbetçi olduğu (Tonguç, 2001: 484-5) ifadelerinden de
anlaşılacağı üzere sanayiin ve sanayi medeniyetinin insanlık için bir felaket olarak
niteleyen bir muhafazakârlıktır.
Bu topraklar üstünde yaşayan insanların yaşayışlarında, duyuşlarında,
dillerinde, sanatlarında bir yücelik olduğuna inanan (Alangu, 1959: 132), eserlerinde
bu toprağa (Anadolu’ya), bu toprağın insanına, bu toprağın sorunlarına değinen
(Onaran, 1975: 38), bütün yaşamı boyunca yerli, kendi tarihine ve kendi toprağına
bağlı kalmayı başarabilen (Ertop, 1983: 9), Ankara’da bulunduğu günlerde “şu geçen
dört ayı burada zaten evsafını tanıdığım memurin içinde geçireceğime Anadolu’nun
bir köyünde geçire idim, (...) bahtiyar olurdum” (Esendal, 2003d: 381) diyecek kadar
194
Anadolu’ya âşık olan, Anadolu hakkında ne düşündüğü sorulunca, “Anadolu bir
hazinedir, (...)” diyen (aktaran Barlok, 2008: 1), uygarlığın beşiğinin Anadolu
olduğunu söyleyen (Tonguç, 2001: 484), 28 Şubat 1943’te yapılan seçimlerde -ki bu
tarihte Esendal, CHP Genel Sekreteridir-, “Dönüm” dergisi çevresinde bir araya
gelmiş olan ve “Anadolucular” denilen grubun birçok milletvekili çıkarmasında
önemli bir rol oynayan (Ağaoğlu, 1992: 29) Esendal, Osmanlı İmparatorluğu’nun
çöküş sürecinde yaşanan krizlere çözüm olarak sunulan ideolojilerden biri olan,
içinden çıktığı Türkçülük akımının hayalci ve kurgusal tasarımına bir tepki olarak
doğan, yaşanan mekansal küçülmenin sonucunda “daralmanın ideolojisi” olarak
ortaya çıkan (Alver, 1996: 22) ve ulus-devletin ve milletin kurucu unsurlarının
başında gelen coğrafyayı/toprağı (Anadoluyu) temel alan bir milliyetçilik ideolojisi
olan Anadoluculuk düşüncesinin temel izleklerine benzer şeyler düşünmüş (Çınar,
2007: 195) ve bunu dillendirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Esendal ile Anadoluculuk
düşüncesi ve/veya Anadolucular arasında bir bağın varlığı muhakkaktır.
Bir yandan, her ne kadar çok partili sistemi eleştiren bir fikir akımının
(“mesleki temsilcilik” düşüncesinin) temsilcisi olsa da ve çok partili sisteme karşı
olan biri olarak bilinse de ve her ne kadar tek parti yönetiminin sona ermesine çok az
bir süre kala 1944 yılında -ki o tarihlerde Esendal CHP Genel Sekreteridir-
Velidedeoğlu’na (Koçak, 2002: 121); “Bizim (...) iki anayasamız vardır: Yazılmış ve
yazılmamış. Bunlardan yazılmış olanı, senin kitapta okuduğun 1924 Anayasa’sıdır.
Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiili durumumuz, yani Şef sistemimizdir. Bu sistem,
kuvvetini CHP’den alır” dese de, bu cümlelerden sonra “mamafih elbette bir gün
gelecek, yazılı anayasamız harfi harfine tatbik olunacaktır” (Velidedeoğlu, 1974:
469) demesi -ki bu cümlenin kullanıldığı tarihte yürürlükte olan Anayasa, çok partili
bir siyasi hayata açık bir anayasa olan 1924 Anayasası’dır- diğer yandan, CHP’nin
tek parti iktidarının en sert yüzünün temsilcisi olan Peker’in istifasıyla sonuçlanacak
olan ve siyasi tarihimize “Otuzbeşler Olayı” diye geçecek olan olayın “Esendal’ın
mebusları” diye anılan genç milletvekilleri tarafından başlatılmış olması ve böylece,
-çok partili hayata geçiş sürecinde muhalefete karşı tavizsiz bir politika izleyen
Peker’in istifası ile- çok partili siyasi hayata geçişte bir adım daha atılmış olması, çok
partili siyasi hayata geçişin hemen öncesinde CHP genel sekreteri olan Esendal’ın
195
çok partili siyasi hayata geçişte önemli sayılabilecek bir rol oynadığını
göstermektedir.
Hayatının büyük bir kısmı “realpolitik”in kuru, günlük, sıkıcı alanına sıkışıp
kalsa da, “bizim yap[mamız gereken asıl şeyin], yurdumuzda yeni bir medeniyet
uyandırmaktır” (2003d: 551) ifadesinde de görüldüğü gibi, aslında bir ütopyacı olan
(Karaömerlioğlu, 2006: 174), ütopyasını “ufkî medeniyet” / “toprak medeniyeti” /
“yatay medeniyet” olarak adlandıran -ki antitezi “amudî medeniyet” / “sanayi
medeniyeti” / “dikey medeniyet”tir- ve “amudî medeniyet”in olmadığını, ayakta
duramayacağını ve yaşayamayacağını belirten Esendal’a göre; böyle bir medeniyetin
kurulmasına sanatçılar (aydınlar) öncülük edecektir (aktaran Arısoy, 1952: 8).
Esendal’a göre, bir sanatçının (aydının) en önemli görevi böyle bir medeniyeti kabul
etmek, savunmak ve yaymaktır (Karaömerlioğlu, 2006: 174).
İnkılâplara candan bağlı olan (Dursunoğlu, 1952: 555), “[e]yi bir baş
olmayınca hepsi yalan oluyor” (2003d: 346) diyerek bizim gibi toplumlar için liderin
varlığının vazgeçilmez olduğunu vurgulayan (Esendal, 1944: 19) ve devlet
yönetimine ideolojilerden arınmış teknik bir mesele gibi yaklaşan Esendal’ın siyasi
görüşü, Türkeş’e göre (2002b: 243), “devlete hizmet” biçiminde özetlenebilir.
Burada kullanılan “devlete hizmet” ibaresinin Esendal’ın pragmatik tutumuyla /
tavrıyla ilişkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz469. Çünkü Esendal, “hak yok, vazife
vardır” (2003d: 515) cümlesinde görüldüğü gibi, kimi zaman, otoriter bir devlet
anlayışına sahip olmakta, kimi zaman, Avrupa parlamentolarında doğmuş ‘sağ’, ‘sol’
ve ‘merkez’ gibi ölçüler ile CHP’yi anlamanın mümkün olmadığını, bizim bu gibi
ölçüler içine sokulması kabil olmayan ayrı ve başlı başına bir sistemimiz olduğunu
belirterek (1944: 19) tek partiyi savunmakta, kimi zaman da, çok partili hayata geçiş
sürecinde muhalefete karşı tavizsiz bir politika izleyen Peker’in istifasıyla
sonuçlanacak olan “Otuzbeşler Olayı” olayında -ve böylece çok partili siyasi hayata
geçişte- önemli bir rol oynamaktadır.
469 Burada sözünü ettiğimiz pragmatizm; düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin
yararlılıkları, işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan felsefi anlamda
pragmatizm değil, bir tutum / tavır olarak pragmatizmdir.
196
Tez boyunca söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, bazen “İran (...) [e]ğer
terakki edecekse elbette boğuşacak, çarpışacak, elbette terakki yolunda savaşacaktır.
(...) [B]u mücadele yoluna girince (...) siz de (...) istiklal mahkemesi yapacaksınız ve
bu gibi ihtirasatın önüne geçeceksiniz, bunun başka çaresi yoktur” (Esendal, 1999a:
62) diyerek veya toplumsal hayatta pek az yer aldıkları bir dönemde eserlerinde
kadınlara verdiği rollerle onları kurulacak yeni toplumsal hayatın kurucu özneleri
olarak görerek (Çelik, 2005: 5) “ilerici”/“Batıcı” olabilen, bazen “[l]isanımızı,
kültürümüzü yükselteceğiz ve civanmert bir millet olarak bütün Türklüğün toplayıcısı
olacağız” (aktaran Barutçu, 2001: 637) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere,
Turancı/Türkçü olabilen ve bazen da “sanayiin ve sanayi medeniyetinin düşmanı
geçin”en, sanayi medeniyetine “vertikal [dikey] medeniyet” diyen ve “[h]asreti
Ortaçağ loncaları” olan, “[s]anayiin dünyaya felâket getirdiğine” inanan ve
“kendimizi bu afetten mümkün olduğu kadar korumamız” gerektiğini düşünen
(Aydemir, 1997: 464) bir muhafazakâr olabilen Esendal, aslında biraz “her şey”dir.
Belki de burada cevaplandırılması gereken en önemli soru, bu “her şey”
olabilmek nasıl mümkün olabilir veya nasıl açıklanabilir. Bu soru, Esendal’ın
-aslında dönemin belki de tüm yazarlarının- koşullara, zaman ve zemine göre
değişebilen bir düşünceye sahip olması ile açıklanabir.
Kaynakça
AĞAOĞLU, Samet (1965), Âşina Yüzler, (İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi).
-------- (1969), Babamın Arkadaşları, (İstanbul: Baha Matbaası, 3. Baskı).
-------- (1972), Demokrat Partinin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri Bir Soru, (Baha Matbaası).
-------- (1992), Siyasi Günlük Demokrat Parti’nin Kuruluşu, Yay. Haz., Cemil KOÇAK, (İstanbul:
İletişim Yayınları, 1. Baskı).
AKBAL, Oktay (1983), “M.Ş.E Yüz Yaşında”, Cumhuriyet, 6 Nisan 1980
AKPINAR, Mehmet (1999), “II. Meşrutiyet Meclisince Reji’nin Sorgulanması”, EREN, Güler (Ed.),
Osmanlı, Cilt 3, İktisat, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları): 608-615
AKŞİN, Sina (1992), İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Mutlakiyete Dönüş (1918-1919),
(İstanbul: Cem Yayınevi, 2.Basım).
AKTÜRE, Sevgi (2001), “1830’dan 1930’a Ankara’da Günlük Yaşam”, Tarih İçinde Ankara II,
Der: Yıldırım YAVUZ, (Ankara: ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları):
35-74
AKYILDIZ, Kaya ve KARACASU, Barış (1999), “Mavi Anadolu: Edebi kanon ve milli kültürün
yapılandırılışında Kemalizm ile Bir Ortaklık Denemesi”, Toplum ve
Bilim, S. 81, Yaz 1999: 26-43
ALANGU, Tahir (1959), Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman 1919-1930, (İstanbul: İstanbul
Matbaası).
ALKAN, Mehmet Ö (2004), “Giriş”, ALKAN, Mehmet Ö (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 1, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası
Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, (İstanbul: İletişim Yayınları, 6.
Baskı): 17-21
ALTAN, Çetin (1983), “Edebiyatçılığı Politik Kimliğinin Önüne Geçti...”, Yazko Somut, Yıl: 3, S.
39/13, 29 Nisan 1983
198
ALVER, Köksal (1996), Sosyolojik Açıdan Anadoluculuk (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
ARGIN, Şükrü (2004), “Nurettin Topçu’nun Ümitsiz İhya Arzusu ya da Siyasetin ‘Taşra’sında
Taşranın Siyasetini Tahayyül Etmek”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2. Baskı): 465-489
ARIK, Remzi Oğuz (1969), Coğrafyadan Vatana, (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi).
-------- (1943), “Bizim Milliyetçiliğimiz”, Millet, S. 13, Mart [Mayıs] 1943: 29-32
ARISOY, M. Sunullah (1952), “M. Ş. Esendal’la Bir Konuşma”, Varlık, S. 383, 1 Haziran 1952: 7-8
ATABAY, Mithat (2003), “Anadoluculuk”, BORA, Tanıl (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 4, Milliyetçilik, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı):
515-532
ATAÇ, (...) (1952), “M. Ş. E”, Seçilmiş Hikâyeler, M.Ş.E. Özel Sayısı, Cilt 6, S. 5: 17
ATAY, Tayfun (2004), “Gelenekçilikle Karşı-Gelenekçiliğin gelgitinde Türk “Gelenek-çi”
Muhafazakârlığı”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı):
154-178
AYDEMİR, Şevket Süreyya (1997), Suyu Arayan Adam, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 10. Basım).
-------- (2000), İkinci Adam, Cilt 2 (1938-1950), (İstanbul, Remzi Kitabevi, 7. Baskı).
AYDIN, Bilgen (2003), Fahri Celâlettin Göktulga’nın Öykülerinde Anomi ve Geçmişe Kaçış,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, Ekonomi ve
Sosyal Bilimler Enstitüsü).
BANGUOĞLU, Tahsin (1986a), “Milli Şef Devri Hatıraları”, (Yazan: Sefa Kaplan), Tercüman, 17
Mayıs 1986
------- (1986b), “Milli Şef Devri Hatıraları”, (Yazan: Sefa Kaplan), Tercüman, 18 Mayıs 1986
BARKIN, Rebi (2008), http://www.memduhsevketesendal.com/hakkinda/barkin.html (06.02.2008)
199
BARLAS, Cemil (2008), “Memduh Şevket Esendal’ın Ölümü”,
http://www.memduhsevketesendal.com/hakkinda/barlas.html (25.01.2008)
BARLOK, İsmet (2008), “Memduh Şevket Esendal’ın Kitapları Arasında”,
http://www.memduhsevketesendal.com/hakkinda/barlok.html (25.01.2008)
BARUTÇU, Faik Ahmet (1977), Siyasi Anılar 1939-1954, (İstanbul: Milliyet Yayınları).
-------- (2001), Siyasi Hatıralar, Cilt 1, (Ankara: 21: Yüzyıl Yayınları).
BAŞAR, Ahmet Hamdi (1945), Atatürk’le Üç Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, (İstanbul: Tan
Matbaası).
BEKİN, M. Rıza (2002), “Ölümünün 50. Yılında Memduh Şevket Esendal”, Türk Yurdu, S. 178,
Haziran 2002: 47-53
BELGE, Murat (1998), Edebiyat Üstüne Yazılar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı).
BERKES, Niyazi (1997), Unutulan Yıllar, Yay. Haz., Ruşen SEZER (İstanbul: İletişim Yayınları, 1.
Baskı).
BİLA, Hikmet (1987), Sosyal Demokrat Süreç İçinde CHP ve Sonrası, (Milliyet Yayınları, 2.
Baskı).
BİLGİNER, Recep (1983), “Açık -Seçik, Türkçeyi zorlamadan”, Yazko Somut, Yıl: 3, S. 36/10 8
Nisan 1983
BİRSEL, Salâh (1989), “Deniz Kentinde Soluk Almak”, Cumhuriyet Dergi, S. 155, 12 Şubat 1989:
20-21
BORA, Tanıl (1999a), Türk Sağının Üç Hali, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2. Baskı).
BORA, Tanıl (1999b), “Türkiye’de Radikal Milliyetçi İdeolojinin Gelişme Seyri”, 75 Yılda
Düşünceler Tartışmalar, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları).
BORA, Tanıl ve ERDOĞAN, Necmi (2004), “Biz Anadolu’nun Bağrı Yanık Çocukları...
Muhafazakâr Popülizm”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern
200
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2. Baskı): 632-644
BORA, Tanıl ve ONARAN, Burak (2004), “Nostalji ve Muhafazakârlık “Mazi Cenneti”, ÇİĞDEM,
Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5,
Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı): 234-260
BORAN, Behice (1968), Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, (İstanbul: Gün Yayınları).
BORATAV, Korkut (1998), Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, (İstanbul: Gerçek Yayınevi,
6.Baskı).
BOZDAĞ, İsmet (1977), “(Kör) Ali İhsan (İloğlu) Bey ve Temsili - Mesleki Programı Adlı Tebliğ
Üzerine Tartışma”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal
Sorunları, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili
Sorunlar Sempozyumu 17-16 Ocak 1977, (İstanbul: İstanbul Yüksek İktisat
ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayını): 357-363
B.T. [Bizim Türkiye] (1948), “Esas Mesele”, Bizim Türkiye, S. 19, 4 Ağustos 1948: 3
BUĞRA, Mehmet Emin (1952), “Esendal ve Türklük”, Pazar Postası, S. 74, 20 Temmuz 1952
BURKE, Edmund (1955), Reflections on the Revolution in France, (Chicago: Henry Regnery
Company).
CEASER, James W. (2003), Amerikan Karşıtlığının Kısa Tarihi,
http://turkish.turkey.usembassy.gov/uploads/images/ljIjIgZ_Qj5FA2H2aUcK9w/ceaser2.pdf
(08.02.2008)
COPEAUX, Etienne (1998), Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-
İslam Sentezine, Çev: Ali BERKTAY, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları).
ÇAM, Esat (1977), “(Kör) Ali İhsan (İloğlu) Bey ve Temsili - Mesleki Programı Adlı Tebliğ Üzerine
Tartışma”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, Atatürk
Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili Sorunlar Sempozyumu 17-16
Ocak 1977, (İstanbul: İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunları
Derneği Yayını): 357-363
201
ÇELİK, Nur Betül (2002), “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, İNSEL, Ahmet (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 3. Baskı): 75-91
ÇELİK, Behçet (1999), “Memduh Şevket Esandal’ın Miras Adlı Romanında Kadınlar ve Yazarlar”,
http://www.geocities.com/unutulmusyazarlar/memduhyazi.html (22.01.2008)
-------- (2005), “Esendal’ın Hikâyelerinde Bize Özgü Olan”,
http://www.imge.com.tr/imgeoykuler/2/behcet_celik.pdf (06.02.2008).
ÇETİŞLİ, İsmail (1990), “Memduh Şevket Esendal’ın Romanlarında Aile”, Milli Kültür, S. 78,
Kasım 1990: 45-47
-------- (1991), Memduh Şevket Esendal, (Ankara: Kültür Bakanlığı).
-------- (1999), Memduh Şevket Esendal, -İnsan ve Eser- (Isparta: Kardelen Kitabevi, 1. Basım).
-------- (2004), Memduh Şevket Esendal, (Ankara: Akçağ Yayınları, 1. Baskı).
ÇINAR, Metin (2007), Anadoluculuk Hareketinin Gelişimi ve Anadolucular ile Cumhuriyet
Halk Partisi Arasındaki İlişkiler (1943-1950) (Yayınlanmamış Doktora
Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
ÇİĞDEM, Ahmet (1997), “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim, S. 74, Güz 1997: 32-51
-------- (2004), “Sunuş”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5,
Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı): 13-19
ÇOKER, Fethi (1996), Türk Parlamento Tarihi, TBMM -IV. Dönem 1931-1935, II. Cilt, (Ankara:
TBMM Vakfı Yayınları).
DELİORMAN, Altan (1989a), “Yarınlara Bir Ses - 3”, Türk Edebiyatı, S. 188, Haziran 1989: 14-17
-------- (1989b), “Yarınlara Bir Ses - 4”, Türk Edebiyatı, S. 189, Temmuz 1989: 51-54
DEMİREL, Ahmet (1995), Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2.
Baskı).
202
DEREN, Seçil (2003), “Türk Siyasal Düşüncesinde Anadolu İmgesi”, BORA, Tanıl (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4, Milliyetçilik, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2. Baskı): 533-540
DURSUNOĞLU, Cevat (1952), “Kırk Yıllık Dostun Ardından”, Türk Dili, Cilt I, S. 10, Temmuz
1952: 555
ERDOĞAN, Mustafa (1991), “Liberalizm, Muhafazakârlık ve Türk Sağı”, Türkiye Günlüğü, S. 16,
Güz 1991: 44-56
-------- (1999), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, (Ankara: Liberte Yayınları).
ERHAT, Azra (1976), Mektuplarıyle Halikarnas Balıkçısı, (İstanbul: Çağdaş Yayınları).
ERİM, Nihat (1952), “Kendi Felsefesini Yaratan Adam”, Seçilmiş Hikayeler, M.Ş.E. Özel Sayısı,
Cilt 6, S. 5: 36-38
ERTOP, Konur (1983), “Sevginin, Hoşgörünün Yazarı”, Yazko Somut, Yıl: 3, S. 37/11, 15 Nisan
1983
ESATLI, Mustafa Ragıp (1975), İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil
Niçin Öldürüldü?, (İstanbul: Hürriyet Yayınları, 1. Baskı).
ESENDAL, Memduh Şevket, (1944), “Irkçılık-Turancılık meselesi dolayisiyle Parti teşkilâtına
yaptıkları 7-VI-1944 tarih ve 3/2526 sayılı tamim”,
Irkçılık-Turancılık, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yayınları: 4, (Ankara: Maarif Matbaası).
-------- (1983), Sahan Külbastısı, Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1.
Basım).
-------- (1988), Gödeli Mehmet, Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1.
Basım).
-------- (1993), Gönül Kaçanı Kovalar, Der. - Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi
Yayınevi, 1. Basım).
-------- (1996), Veysel Çavuş, Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2.
Basım).
203
-------- (1997a), Bizim Nesibe, Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2.
Basım).
-------- (1997b), Hava Parası, Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2.
Basım).
-------- (1999a), Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1. Basım).
-------- (1999b), Vassaf Bey, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2. Basım).
-------- (1999c), Kelepir, Basıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2. Basım).
-------- (2001a), Kızıma Mektuplar, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1.
Basım).
-------- (2001b), Otlakçı, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1. Basım).
-------- (2003a), İhtiyar Çilingir, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 3.
Basım).
-------- (2003b), Güllüce Bağları Yolunda, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi
Yayınevi, 2. Basım).
-------- (2003c), Miras, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2. Basım).
-------- (2003d), Oğullarıma Mektuplar, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi
Yayınevi, 1. Basım).
-------- (2004), Mendil Altında, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 7.
Basım).
-------- (2005a), Bir Kucak Çiçek, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 4.
Basım).
-------- (2005b), Ayaşlı ile Kiracıları, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 15. Basım).
-------- (2005c), Mutlu Bir Son, Yayıma Haz: Muzaffer UYGUNER, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1.
Basım).
204
-------- (2005d), “Memduh Şevket Esendal Kendini Anlatıyor”, Ayaşlı ile Kiracıları, (Ankara: Bilgi
Yayınevi, 15. Basım) : 7-8
“Esendal, Memduh Şevket”, (2003), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, Cilt I,
(İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı): 400-403
GÖKALP, Ziya (1977), Türkçülüğün Esasları, (İstanbul: Varlık Yayınları, 11. Basılış).
GÖKMEN, Özgür (2004), “Tek Parti Dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’nde Muhafazakâr
Yönelimler”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2.
Baskı): 132-153
GÖZCÜ, Sevim (2004), Ayaşlı ile Kiracıları’nda Anlatıcı Sorunsalı, (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü).
GRAMSCİ, Antonio (1971), Selections from the Prison Notebooks, (Londra: Lawrence and
Wishart).
GÜNGÖR, Erol (1982), Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, (Ankara: Mayaş Yayınları,
1. Baskı).
GÜNGÖR, Necati (1983), “Esendal konusunda”, Yazko Somut, Yıl: 3, S. 38/12, 22 Nisan 1983
[HATİPOĞLU], Şevket Raşit (1933), “İkinci Yılda” Dönüm, S. 14, Ağustos 1933: 1-5
HOBSBAWM, Eric (2006), “Giriş: Gelenekleri İcat Etmek” Geleneğin İcadı, Der: Eric
HOBSBAWM, Terence RANGER, Türkçesi: Mehmet Murat ŞAHİN,
(İstanbul: Agora Kitaplığı, 1. Basım).
HUYUGÜZEL, Ö. Faruk (2008), “Memleket Roman ve Hikâyesi”, http://www.kultur.gov.tr/
TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF1279C58074C3153730655EEDEBD2AD82 (22.01.2008)
İLERİ, Selim (1975), “Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri”, Türk Dili, Cilt: XXXII, S. 286,
Temmuz 1975: 2-29
İLKİN, Selim (1977), “(Kör) Ali İhsan (İloğlu) Bey ve Temsili - Mesleki Programı Adlı Tebliğ
Üzerine Tartışma”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal
Sorunları, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili
205
Sorunlar Sempozyumu 17-16 Ocak 1977, (İstanbul: İstanbul Yüksek İktisat
ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayını): 362-363
İREM, Nazım (1999), “Muhafazakâr Modernlik, “Diğer Batı” ve Türkiye’de Bergsonculuk”, Toplum
ve Bilim, S. 82, Güz 1999: 141-179
K., Tarık Dursun (1983), “esendal: Bir Çağ Tanığı Hikâyelerle...”, Çağdaş Eleştiri, Eylül 1983: 48-
50
KANSU, Aykut (2002), “Türkiye’de Korporatist Düşünce ve Korporatizm Uygulamaları”, İNSEL,
Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2, Kemalizm,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı): 253-267
-------- (2004), “Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, ‘Sosyal Mesele’ ve ‘İçtimai Siyaset’”, ÇİĞDEM, Ahmet
(Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul:
İletişim Yayınları, 3. Baskı): 118-131
KAPLAN, Mehmed (1948), “Anadolunun Kuvvetleri”, Hareket, S. 19, Eylül 1948: 2-4
KARACASU, Barış (2002), ““Mavi Kemalizm” Türk Hümanizmi ve Anadoluculuk”, İNSEL, Ahmet
(Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2,
Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı): 334-
343
KARAÖMERLİOĞLU, Asım (2002), “Türkiye’de Köycülük”, İNSEL, Ahmet (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, (İstanbul:
İletişim Yayınları, 3. Baskı): 284-297
-------- (2006), Orada Bir Köy Var Uzakta, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı).
KARPAT, H. Kemal (1996), Türk Demokrasi Tarihi, (İstanbul: Afa Yayınları, 1. Baskı).
KAYMAZ, Nejat (1977), “Türkçü Tarih Görüşü”, Felsefe Kurumu Seminerleri, (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, )
KEMAL, Mehmed (1980a), “Raftaki Demokrasi, İsmet Paşaya Göre Demokrasi İçin Tek Eksik İkinci
Parti İdi”, Cumhuriyet, 25 Nisan 1980
206
-------- (1980b), “Raftaki Demokrasi, Dışında Kaldığımız Savaş Ülkeyi Perişan Etmişti”,
Cumhuriyet, 26 Nisan 1980
-------- (1980c), “Raftaki Demokrasi, Demokrasi Hazırlığında Esendal’ın Da Önemli Katkıları Oldu”,
Cumhuriyet, 28 Nisan 1980
KEYDER, Çağlar (2004), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 10. Baskı).
KIRK, Russel (1978), The Conservative Mind From Burke To Eliot, (Chicago: Regnery Gateway,
Sixth Revised Edition).
KOÇAK, Cemil (2002), “Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi Şef / Milli Şef”,
İNSEL, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2,
Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı): 119-137
KÖKER, Levent (1992), Demokrasi Üzerine Yazılar, (Ankara: İmge Kitabevi).
-------- (2004), “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı):
274-290
KUDRET, Cevdet (1967), Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman II, (İstanbul: Varlık Yayınevi).
KUTMAN, Rüştü (1952), http://www.memduhsevketesendal.com/hakkinda/kutman.html
(25.01.2008)
KÜLEBİ, Cahit (1952), “Memduh Şevket Esendal”, Türk Dili, Cilt I, S. 10, Temmuz 1952: 556-558
KÜR, Pınar (1983), “Yeniden Keşfedilecektir”, Yazko Somut, Yıl: 3, S. 37/11, 15 Nisan 1983
LAROUİ, Abdullah (1993), Tarihselcilik ve Gelenek: Arap Aydınlarının Krizi, Çev: Hasan
BACANLI, (Ankara: Vadi Yayınları, 1. Basım).
LEWİS, Bernard (2000), Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: Metin KIRATLI, (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 9. Baskı).
MANNHEİM Karl (1959), Essays on Sociology and Social Psychology, (London: Routledge &
Kegan Paul Ltd., Second İmpression).
207
MARDİN, Şerif (1999a), Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 6. Baskı).
-------- (1999b), Türk Modernleşmesi, (İstanbul: İletişim Yayınları, 6. Baskı).
METE, Ömer Lütfi (2003), “Türk Milliyetçiliği’ne ‘Sivil’ Bir Bakış”, BORA, Tanıl (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4, Milliyetçilik, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2. Baskı): 696-705
MORAN, Berna (2000), Edebiyat kuramları ve eleştirileri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı).
NACİ, Fethi (1981), 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, (İstanbul: Gerçek
Yayınevi, 1. Baskı).
NAZİF, Umran (1952), “M.Ş.E”, Seçilmiş Hikâyeler, M.Ş.E. Özel Sayısı, Cilt 6, S. 5: 60-61
NESİMİ, Abidin (1952), “Esendal’ın Fikir Cephesi”, Seçilmiş Hikayeler, M.Ş.E. Özel Sayısı, Cilt 6,
S. 5: 83-89
------- (1977), Yılların İçinden, (İstanbul: Gözlem Yayınları, 1. Baskı).
NİSBET Robert (?), “Muhafazakârlık”, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Der: Tom BOTTOMORE
ve Robert NİSBET, Türkçe Çevirileri Der. ve Den: Mete TUNÇAY ve Aydın
UĞUR, Çev: Erol MUTLU, (V Yayınları): 97-133
-------- (1986), Conservatism: Dream and Reality, (Markham: Fitzhenry & Whiteside Limited).
OKTAY, Ahmet (1993), “Memduh Şevket Esendal”, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950,
(Ankara: Kültür Bakanlığı, Etiş Yayıncılık Ltd. Şti.): 655-667
ONARAN, M. Şerif (1975), “Esendal”, Türk Dili, Cilt: XXXII, S. 286, Temmuz 1975: 34-44
ÖĞÜN, Süleyman Seyfi (1992), Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu (İstanbul:
Dergâh Yayınları, 1. Baskı).
-------- (2000), Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım, 1. Baskı).
ÖZBUDUN, Ergun (1993), Türk Anayasa Hukuku, (Ankara: Yetkin Yayınları, 3. Baskı).
ÖZ, Esat (1992), Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1. Basım).
208
ÖZÇELİK, O. Fehmi (1951), “M. Ş. E. ile İki Saat”, Hisar, S. 19, 1 Kasım 1951: 10-1, 16-17
ÖZİPEK, Bekir Berat (2004a), Muhafazakârlık: Akıl, Toplum, Siyaset, (Ankara: Liberte
Yayınları).
-------- (2004b), “Muhafazakârlık, Devrim ve Türkiye”, ÇİĞDEM, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı):
66-84
ÖZKIRIMLI, Atilla (2004), Türk Edebiyat Tarihi, Cilt 1, (İstanbul: İnkılâp Kitabevi).
PARLA, Taha (2001), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Yay. Haz: Füsun
ÜSTEL ve Sabir YÜCESOY, (İstanbul: İletişim Yayınları, 4. Baskı).
SARAY, Mehmet (1995), Atatürk ve Türk Dünyası, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi).
SEVÜK, İsmail (2008), http://www.memduhsevketesendal.com/hakkinda/sevuk.html (25.01.2008)
SOMBART, Werner (1998), aşk, lüks ve kapitalizm, Çev: Necati Aça, (Ankara, Bilim ve Sanat
Yayınları, 1. Basım).
SPENGLER, Oswald (1963), Man and Technics, A Contribution To A Philosophy Of Life,
Translated from the German by Charles Francis Atkinson, (London:
George Allen & Unwin Ltd.).
-------- (1997), Batının Çöküşü, (İstanbul: Dergâh Yayınları. 2. Baskı).
STAUDENMAİER, Peter (Ed.) (2004), “Faşist Ekoloji”,
http://www.teori.org/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=50 (09.02.2008)
ŞENGİL, Salim (1991), Anılarda Kalan Portreler, (İstanbul: Cem Yayınevi, 1. Basım).
ŞİŞMAN, Nazife (2002), “Lüks: Gayri meşru aşkın çocuğu ve kapitalizm”,
http://arsiv.zaman.com.tr/2002/06/15/yorumlar/default.htm (09.02.2008)
TAHİR, Kemal (2004), Bozkırdaki Çekirdek, (İstanbul: Tekin Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.,
5. Basım).
209
TANER, Haldun (1983), “M.Ş.E. Yüz Yaşında”, Milliyet, 17 Nisan 1983
-------- (2008), http://www.memduhsevketesendal.com/hakkinda/taner.html (06.02.2008)
TANSU, Samih Nafiz (1957), İki Devrin Perde Arkası, An. Hüsamettin ERTÜRK, (İstanbul: Hilmi
Kitabevi).
-------- (1960), İttihat ve Terakki İçinde Dönemler, An. Galip VARDAR, (İstanbul: İnkılâp
Kitabevi).
TARANCI, Cahit Sıtkı (1952), “İşte Hikâyeci”, Seçilmiş Hikâyeler, M.Ş.E. Özel Sayısı, Cilt 6, S. 5:
66-67
TAŞKIN, Yüksel (2004), “Muhafazakârlığın Uslanmaz Çocuğu: Reaksiyonerlik”, ÇİĞDEM, Ahmet
(Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5, Muhafazakârlık,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Baskı): 187-215
TECER, Ahmet Kutsi (1952), “Esendal”, Seçilmiş Hikâyeler, M.Ş.E. Özel Sayısı, Cilt 6, S. 5: 21-25
TEKELİ, İlhan ve İLKİN, Selim (1977), “(Kör) Ali İhsan (İloğlu) Bey ve Temsili - Mesleki
Programı”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları,
Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili Sorunlar
Sempozyumu 17-16 Ocak 1977, (İstanbul: İstanbul Yüksek İktisat ve
Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayını): 283-344
TİMUR, Taner (1991), Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum, Kimlik, (İstanbul: Afa
Yayınları).
TİMUROĞLU, Vecihi (1983), “Üç Önemli Öğe...” Yazko Somut, Yıl: 3, S. 39/13, 29 Nisan 1983
TONGUÇ, Engin (2001), Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç (yaşamı, öğretisi, eylemi),
Birinci Kitap, (Ankara, Güldikeni Yayınları, 2. Basım).
TOKER, Metin (1990), Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Tek Partiden Çok Partiye 1944-
1950, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 3. Basım).
TOPÇU, Nurettin (1970), Kültür ve Medeniyet, (İstanbul: Hareket Yayınları, 1. Baskı).
-------- (1972), Yarınki Türkiye, (İstanbul: Yağmur Yayınevi, 2. Bası).
210
--------- (1978), Milliyetçiliğimizin Esasları, (Dergâh Yayınları,: İstanbul, 1. Baskı).
TOPRAK, Zafer (1977a), “Halkçılık İdeolojisinin Oluşumu”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve
Toplumsal Sorunları, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal
Tarihiyle İlgili Sorunlar Sempozyumu 14-16 Ocak 1977, (İstanbul: İstanbul
Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayını): 13-31
-------- (1977b), “II. Meşrutiyet’te Solidarist Düşünce: Halkçılık”, Toplum ve Bilim, S. 1, Bahar
1977: 92-123
-------- (1982), Türkiye’de “Milli İktisat” (1908-1918), (Ankara: Yurt Yayınları).
-------- (1999), “II. Meşrutiyet’te Toplumsal Proje: Tesanüt, Meslek ve Milli İktisat”, EREN, Güler
(Ed.), Osmanlı, Cilt 3, İktisat, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları): 571-586
-------- (2004), “Osmanlı’da Toplumbilimin Doğuşu”, ALKAN, Mehmet Ö (Ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 1, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası
Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, (İstanbul: İletişim Yayınları, 6. Baskı): 310-327
TUNAYA, Tarık Zafer (1977), “(Kör) Ali İhsan (İloğlu) Bey ve Temsili - Mesleki Programı Adlı
Tebliğ Üzerine Tartışma”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal
Sorunları, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili
Sorunlar Sempozyumu 17-16 Ocak 1977, (İstanbul: İstanbul Yüksek İktisat
ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayını): 357-363
-------- (1984), Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi 1908-1918, Cilt 1, (İstanbul:
Hürriyet Vakfı Yayınları, 1. Baskı).
-------- (1995), Türkiye’de Siyasal Partiler 1859-1952, (İstanbul: Arba Yayınları, 2. Baskı).
-------- (2000), Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir
Partinin Tarihi, Cilt 3, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı).
TURİNAY, Necmettin (1996), Geleneğin Dünyası Yeniliğin Ufukları, (Ankara: Akçağ Yayınları, 2.
Baskı).
TÜRKKAN, Reha Oğuz (2002), “44 Olaylarında Doğrular, Yanlışlar”, Türk Yurdu, S. 178, Haziran
2002: 34-36.
211
TÜRKEŞ, Ömer (2002a), “Güdük Bir Edebiyat Kanonu”, İNSEL, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı):
425-448
-------- (2002b), “Memduh Şevket Esendal”, İNSEL, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı): 238-243
--------- (2003), “Milli Edebiyattan Milliyetçi Romanlara”, BORA, Tanıl (Ed.), Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt 4, Milliyetçilik, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2.
Baskı): 811-828
------- (2008: 1), “Ayaşlı’daki Ankara Görüntüleri”, http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=23
(22.01.2008)
TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1994), Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2. Baskı).
-------- (1995), Osmanlı modernleşmesinin kökleri, (İstanbul: Yeni Şafak Kitaplığı).
UĞUR, Fatih (2004), “Atatürk'ün Orta Asya Rüyası”,
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=48321 (22.01.2008)
ULUS, (1942), “ CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal çok güzel bir nutukla dünkü töreni
açtı”, 20 Mayıs 1942
--------, (1945), “Ticaret Bakanlığında ve CHP Genel Sekreterliğinde değişiklik oldu”, 1 Haziran
1945
ULUSOY, Belkıs (2003), “Atatürk’ün Rusya Türkleri ve Sovyetler Birliği ile İlişkileri...”,
http://www.istanbul.edu.tr/4.boyut/cumhuriyet/dosyalar/belkis_ulusoy.htm (22.01.2008)
URAN, Hilmi (1959), Hatıralarım, (Ankara).
UYAR, Hakkı (2002), “Mahmut Esat Bozkurt”, İNSEL, Ahmet (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı): 214-219
UYGUNER, Muzaffer (Der), (1991), m.ş.e memduh şevket esendal Yaşamı Sanatı Yapıtlarından
Seçmeler, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1. Basım).
212
-------- (Yay. Haz.) (2003), “Miras Romanı Üzerine”, ESENDAL, Memduh Şevket, miras, (Ankara:
Bilgi Yayınevi, 2. Basım): 7-9
ÜLKEN, Hilmi Ziya (1966), Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, Cilt II, (Konya: Selçuk Yayınları).
VELİ, Orhan (1982), Sanat ve Edebiyat Dünyamız, Derleyip Düz. Asım Bezirci, (İstanbul: Can
Yayınları Ltd. Şti.).
VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet (1974), Türkiye’de Üç Devir, C. 1, (İstanbul: Sinan Yayınları, 3.
Bası).
VİERECK, Peter, (1956), Conservatism: From John Adams To Churchill, (Canada: D. Van
Nostrand Company).
YALÇIN, Hüseyin Cahit (1945), “Tarihi Mektuplar, Hükümet Partisi programı ile mücadele etmek
isteyen iki fikir”, Tanin, 16 Şubat 1945
YAVUZ, Hilmi (1983), “Bir ters bağıntı”, Yazko-Somut, S. 37/11, 15 Nisan 1983
YETİŞ, Mehmet (2002), “Aydınlar ve Sınıflar: Üç Kuramsal Model”, Praksis, S. 8, Güz 2002: 51-90
YILMAZ, Murat (2005), “Sunuş”, YILMAZ, Murat (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt
7, Liberalizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı): 13-22
YINANÇ, Mükrimin Halil (1969), Milli Tarihimizin Adı, (İstanbul: Hareket Yayınları, 1. Baskı).
ZÜRCHER, Erik Jan (1992), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı GÜVEN,
(İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1. Basım).
-------- (2005), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev: Yasemin Saner GÖNEN, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 19. Baskı).
Özet
Bu çalışmada, büyük bir toplumsal değişmenin bireyler ve kurumlar
üzerindeki etkisini ve bu değişmenin yarattığı değerler karmaşasını (Kür, 1983: 9) en
iyi anlatmış ve/veya değerlendirmiş yazarlarımızdan birisi olan ve yazdıklarıyla
kendi deyimi ile “topluma ayna tutmuş” olan Esendal’ın toplumsal ve siyasal
fikirlerini çözümlemeye çalıştık.
Eserlerinde “çalışkan, dürüst, kanaatkâr, nikbin, hayat ve cemiyetle uyum
halinde, küçük mutluluklarla yetinmesini bilen” (Çetişli, 2004: 120) “birisi olarak
güzelle[diği] (Bora ve Erdoğan, 2004: 643) ve “[h]er şey[in] yerli yerinde, hayat[ın]
her vakit olduğu gibi” (Çetişli, 1999: 154) “olmasının göstergesi ve teminatı olan”
(Bora ve Erdoğan, 2004: 643) “küçük insan”ın hayatını tabiî akışı içinde anlatan
Esendal, toplumun en küçük biriminin birey değil, aile olduğuna inanmış (Alangu,
1959: 136) ve buradan hareketle inandığı “ufkî medeniyet”in merkezine aile
kurumunu yerleştirmiştir.
Smith ile başlayan modern ekonomiyi kıyasıya eleştiren, ekonomik görüşü bir
el tezgâhçısı savunucusu olarak özetlenebilecek olan (Çam, 1977: 360) Esendal,
modern ekonominin karışıklığından ürkerek, “basit bir ekonomik yapı” önermiştir
(Çınar, 2007: 192).
İlerlemek için her milletin, her ulusun aynı yolu kullanması gibi bir
zorunluluğunun olmadığını belirten Esendal’a göre (2003d: 492), kendi değer
yargılarımızdan kopmadan ve/veya dünle olan bağlarımızı koparmadan geleceğe
yönelmemiz gerekir.
Bozdağ’a göre (1977: 362), 18. yüzyılda ortaya çıkan ‘makine insanı bedbaht
eder’ fikrine şiddetle inanan, Aydemir’e göre (1997: 464) ise, “sanayiin ve sanayi
medeniyetinin” (daha doğrusu amuda kalkmış bir medeniyet olarak değerlendirdiği
Batı Medeniyeti’nin) düşmanı olan ve bireysel ve toplumsal mutluluğun kaynağını
toprağa dayalı bir hayatta gören (Türkeş, 2002b: 241) Esendal, “bizim yap[mamız
214
gereken şeyin], yurdumuzda yeni bir medeniyet uyandırmak” olduğunu belirtmiştir
(2003d: 551).
Her zaman için “küçük insan”dan yana tavır alan, hikâyelerini gündelik
yaşamın en sıradan, hiçbir abartı içermeyen olaylarından yola çıkarak yazan (Oktay,
1993: 660) ve bu hikâyelerde basit gibi görünen ama aslında derin toplumsal
sorunlara dönük konuları işleyen (Uyguner, 1991: 52) Esendal’ın muhafazakârlığı,
‘bir zamanlar biz neydik, ne olduk’ şeklinde özetlenebilecek olan ‘geçmişteki güçlü
devletin varlığını arayan ve bu güçlü devleti yücelten bir muhafazakârlık’tan çok,
“küçük insan”ın sade hayatını arayan ve bu hayatı yücelten, modern yaşama
biçiminin ürkütücü karışıklığını değil, basit bir yaşama biçiminin sadeliğini
güzelleyen bir muhafazakârlıktır.
Eserlerinde bu toprağa (Anadolu’ya), bu toprağın insanına, bu toprağın
sorunlarına değinen (Onaran, 1975: 38) Esendal, 28 Şubat 1943’te yapılan
seçimlerde “Anadolucular” denilen grubun birçok milletvekili çıkarmasında önemli
bir rol oynamış (Ağaoğlu, 1992: 29) ve ulus-devletin ve milletin kurucu unsurlarının
başında gelen coğrafyayı/toprağı (Anadoluyu) temel alan bir milliyetçilik ideolojisi
olan Anadoluculuk düşüncesinin temel izleklerine benzer şeyler düşünmüş (Çınar,
2007: 195) ve bunu dillendirmeye çalışmıştır.
Çok partili hayata geçiş sürecinde muhalefete karşı tavizsiz bir politika
izleyen Peker’in istifasıyla sonuçlanacak olan ve siyasi tarihimize “Otuzbeşler Olayı”
diye geçecek olan olayda önemli bir rol oynayan Esendal, çok partili siyasi hayata
geçişte önemli sayılabilecek bir rol oynamıştır.
Ütopyasını “ufkî medeniyet” / “toprak medeniyeti” / “yatay medeniyet”
olarak adlandıran -ki antitezi “amudî medeniyet” / “sanayi medeniyeti” / “dikey
medeniyet”tir- ve “amudî medeniyet”in olmadığını, ayakta duramayacağını ve
yaşayamayacağını belirten Esendal’a göre, böyle bir medeniyetin kurulmasına
sanatçılar (aydınlar) öncülük edecektir (aktaran Arısoy, 1952: 8).
215
Sınıfların çatışmasının değil, mesleklerin tesanüdünün hâkim olduğu bir
toplumsal düzeni dillendirmeye çalışan ve devlet yönetimine ideolojilerden arınmış
teknik bir mesele gibi yaklaşan Esendal’ın siyasi görüşü, Türkeş’e göre (2002b: 243),
“devlete hizmet” biçiminde özetlenebilir. Burada kullanılan “devlete hizmet”
ibaresinin Esendal’ın pragmatik tutumuyla / tavrıyla ilişkili olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Tez boyunca söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, bazen “ilerici”/“Batıcı”
olabilen, bazen Turancı/Türkçü olabilen ve bazen da bir muhafazakâr olabilen
Esendal, aslında biraz “her şey”dir.
Abstract
This thesis aims to analyze the social and political views of Esendal who is
one of the writers that has best expressed and/or evaluated the effect of social change
on individuals and organizations together with confusion of values caused by the
change (Kür, 1983: 9) and claimed to “hold a mirror to the society”.
Esendal, defining the “ordinary person” whose existence indicates and
reassures (Bora and Erdoğan, 2004: 643) that “everything is alright and life is the
way it always is” (Çetişli, 1999: 154) as “laborious, honest, contented, optimistic, in
harmony with the life and society and the one who knows to be happy with trivial
things” (Çetişli, 2004: 120) and depicting ordinary person’s life in its natural flow,
believed that the smallest unit of the society was not the individual but family
(Alangu, 1959: 136) thus placing family in the center of “horizontal civilization”.
He mercilessly criticized the modern economy that started with Smith and
employed an economic view that may be seen as a defender of handloomer (Çam,
1977: 360). Flinching from the complexity of modern economy, he proposed a
“simple economic structure” (Çınar, 2007: 192).
For Esendal, who emphasized that it is not mandatory that every nation
follows the same path (2003d: 492), we should head for the future without sacrificing
our values and leaving the past behind.
Esendal, who was an ardent advocate of the idea which emerged in 18th
century that ‘machine brings curse on mankind’ (Bozdağ, 1977: 362), was an enemy
to “industry and industrial life” -the Western civilization that he considered as an
upside down civilization- (Aydemir, 1997: 464), and believed that individual and
social happiness rest in an agriculture based life (Türkeş, 2002b: 241), stated that
what we should do is to create a new civilization in our country” (2003d: 551).
Conservative view of Esendal, who always defended “ordinary person”,
wrote his stories inspired by ordinary events (Oktay, 1993: 660) and dealt with
217
simple-looking but profound social issues (Uyguner, 1991: 52), sought for and
exalted the simple life of “ordinary person” rather than the powerful state in the past,
exalting the simplicity of an ordinary life rather than fearsome complexity of modern
life.
In his writings, Esendal tackled with the problems of this land (Anatolia) and
people of this land (Onaran, 1975: 38). He greatly helped a group called
“Anatolians” send many deputies to the parliament in the election held on 28
February 1943 (Ağaoğlu, 1992: 29). He also had ideas similar to the Anatolian idea
-a nationalist idea predicated on geography/territory (Anatolia) which is the primary
founding element of nation-state and the nation- (Çınar, 2007: 195) and he tried to
verbalize it at all times.
Esendal played almost an important role in shifting from one-party period to
multiparty period; he actively took part in so-called “thirty-five’s case” which
resulted in the resignation of Peker who pursued intolerant policy against the
opposition in passage to multiparty life.
He called his utopia as “horizontal civilization” / “land civilization”- the
antithesis of which is “upside down civilization” / “industrial civilization” / “vertical
civilization” - and he argued that “the upside down civilization” would not exist,
even if so, it would not survive and maintain its existence. He also believed that
establishment of this civilization would be led by artists (intellectuals) (Arısoy, 1952:
8, personal communication).
The writer attempted to verbalize a social order in which not clash of classes
but cooperation of professions rule. He handled state government as a technical issue
isolated from ideologies. According to Turkeş (2002b: 243), Esendal’s political view
can be summarized as “serve for the state”. The expression “serve for the state” is
related to his pragmatic attitude.
218
As can be inferred from this study, Esendal, sometimes “progressionist”/
“westernizer”, sometimes Turanic or a conservative was actually somewhat “all of
them”.