42
k uzgun her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışma- malıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Louis-Ferdinand Céline ISSN 2149-164X edebiyat, kültür ve sanat dergisi şubat 2015 • Sayı: 1 2 TL

kuzgun dergi - şubat 1. sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

aylık edebiyat, kültür ve sanat dergisi

Citation preview

Page 1: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

kuzgunher alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin

gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt

olduklarını asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın

önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışma-

malıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile

değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz

ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi

sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine.

Louis-Ferdinand Céline

ISS

N 2

14

9-1

64

X

edeb i ya t , kü l tü r ve s ana t de rg i s i şubat 2015 • Sayı: 1

2 TL

Page 2: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ayın öyküsüuşkusuz yeni yayımlanmaya başlayanher edebiyat dergisi, içinde bulunduğu

edebiyat ortamına bir “itiraz” olarak çıkar,çıkmalıdır da... yayımlanan dergileri tekrareden, onların düzeyini yükseltmek için çabaharcamayan, edebiyat ortamına bir yenilik,heyecan, dinamizm getirmeyen dergicilikçalışmasının, en azından bizim için, çokanlamlı olmayacağı açık...

kuzgun edebiyat, kültür ve sanat der-gisi, sıkı ve yenilikçi bir dergi olmayı hedef-liyor. bunu ne denli başaracağını elbettezamanla göreceğiz. edebiyatın gündeminibelirleyen, edebiyat dünyasının merkezindeyer almaya çalışan, yayımlandığı döneminyazar ve şairlerinin çalışmalarını yayımlat-mak için öncelik verdikleri, okuma hazzınıve alışkanlığını çoğaltan, reklamı okuru ta-rafından yapılan bir dergi olmaya çalışacakkuzgun dergi... anlaşılır, okunabilir metin-ler yayımlamaya, sanatın, edebiyatın yaşa-mımızın odağında yer almasına, odalardan,ev içlerinden taşmasını sağlamaya çalışa-cağız.

nitelikli bir dergi olabilmeyi pek çok etkenbelirliyor kuşkusuz. derginin niteliği, önce-likle dergide yayımlanan yazı ve şiirlere, se-çilen söyleşilere, yapılan çevirilere bağlıolduğu kadar, sanat ve edebiyat dünyasınakarşı algısını ne denli açık tuttuğuna dabağlı. yine, yayın kurulunun dergiye çalış-malarını gönderen yazarlara iyi bir editörlükhizmeti verebilmesine, sayfalarını genç ya-zarlara açabilmesine ve onların gelişiminekatkı sağlayabilmesine; çağdaş dünya ede-biyatını yakından takip edebilmesine debağlı... bunları, “editörden” yazılarımızdasık sık tartışacağız… şimdilik, “teknik” biraçıklama yapmakta yarar var: ülkemizdeyayımlanan edebiyat dergilerinin pek çoğuiki ya da üç aylık olarak yayımlanıyor; buperiyotlarla yayımlanan dergilerin yazındünyasının nabzını tutmakta yetersiz kal-dığına inandığımız için dergimizi aylık ola-rak yayımlayacağız. yine, yayımlananedebiyat dergilerinin pek çoğunun, okurun,özellikle öğrencilerin, satın almasını zorla-yan ücretlerle satılıyor olduğu düşüncesiyledergimizi olabildiğince hesaplı olarak satışasunmaya karar verdik. kuzgun dergi, “kâr”amacı gütmüyor. ulaşabildiğimiz kadar çokokura ulaşmak, okuma ve yazma hazzınıolabildiğince kolay paylaşmak istiyoruz.yine, kuzgun dergi’de, bir tavır olarak, ka-pağında yazar fotoğraflarına ya da yazarisimlerine yer verilen dergicilik anlayışınada veda ediyoruz; aslolan metin’dir diyoruzve bu metinleri her ay farklı bir kuzgun’lasizlere taşımak istiyoruz…

iyi okumalar dileğiyle…

bilâl kolbüken

2

Söyleşi: Joelle Fraser Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

27

i ç i n d e k i l e r

k

e d i t ö r d e n

sherman alexieİngilizceden Çeviren: Özge Üstüner

6

söyleşi:

sherman alexie

12

tuncay birkan

kitapsız kalmış metinler [I]

18

altay öktem

janet

frame24 33

sevgi yumağı [ I ]

sevdiğim, korktuğum, uzak dostlarım

6

söyleşi:paul austerSöyleşi: capen Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu 30

ali hikmet eren

karakediye mektuplar

3840

kızıl avludan dünya

aydın afacan

kuzgun

şair ve hakikat[20]: çolpan...

hayati baki

şiirler

refik halid

huzurun sokağı yoktur

26tuncer erdem aytaç ars

olur olmaz,

olmaz olurum

esra sabık

hayati baki • 10

ali hikmet eren • 16

mark strand • 17

leyla noruzi • 22

meryem habibi • 22

ensiye museviyan • 23

semira noruzi • 23

haşim hüsrevşahi • 28

veysel çolak • 29

arda karapınar • 34

mehmet aycı • 35

bilal kolbüken • 36

Page 3: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

2kuzgun

ltmışlı yıllarda bütün hippiler “Kızılderili” ol-maya özendiklerinden, babam da kelimenintam anlamıyla gerçek bir hippiydi. Bu yüzden

de herhangi birinin babamın sosyal bir mesaj ver-meye çalıştığını anlaması nasıl beklenebilirdi ki?Ama buna dair bir kanıt var: Babamın Spakane,Washington’da Vietnam Savaşı karşıtı bir gösterideçekilmiş bir fotoğrafı. O fotoğraf, ülkenin bütün ga-zetelerinde çıktı; hatta Time gazetesinin kapak say-fasında yayınlandı.

Fotoğrafta babamın üzerinde İspanyol paça bir pan-tolon ve çiçekli bir tişört var, saçları örülü ve yüzüde tıpkı bir savaşçı gibi kırmızı renkte barış işaret-leriyle boyanmış. Elleriyle başının üzerinde bir tüfektutuyor. Tam da babam, ilerde yüzüstü yatan özeltim üzerlerine saldırmak için ilerlerken çekilmiş fo-toğraf. Başka bir göstericinin elinde tuttuğu pan-kart, babamın sol omzu üzerinden görünüyor.Pankarttaki “Savaşma, Seviş!” yazısı, açık seçikokunuyor. Fotoğrafçı, o fotoğraf karesiyle PulitzerÖdülü’nü kazandı ve ülke çapında pek çok editör,fotoğrafa uygun yeni yeni başlıklar, manşetler atıpyazılar yazarak epey eğlendi. Babamın gazete ku-pürlerini topladığı defterinde arşivlediği pek çok ya-zıyı okuma fırsatım oldu; ama içlerinde enbeğendiğim, Seattle Times gazetesine ait olandı.Fotoğrafın altında şöyle yazıyordu: “Barış için Sa-vaşa Giden Gösterici.”

Editörlerin babamın kızılderili kimliğini vurgulayışıdaha pek çok başlık vardı. Başka iki başlık da şöy-leydi: “Savaşa Karşı Savaşçı” ve “Barış Amaçlı Gös-teri Kızılderili İsyanına Dönüştü.” Her neyse…Babam, sonrasında tutuklandı ve ölüme sebebiyetverme suçundan hüküm giydi. Bu tür olaylar, za-manının dikkat çeken konularındandı; belki de buyüzden babam örnek olarak kullanıldı. Cezasıhemen kesinlik kazandı ve Walla Walla Eyalet Ha-pishanesi’nde iki yıl hapis yattı. Mahkumiyet içeri-sinde geçirdiği o iki yıl, savaşın dışında kalmasınısağlasa da babam, demir parmaklıklar arkasındadaha farklı bir savaşla yüzleşmek zorunda kaldı.Bana bir keresinde şöyle demişti: “Kızılderili çete-leri, beyaz çeteler, siyahi çeteler, ve Meksikalı çetelervardı. Koşuşta her gün birisi öldürülürdü. Bizler, bi-rileri duşta konuşurken duyardık ve sonra söz oradanoraya yayılırdı. Sadece tek bir söz derisinin ne renk

olduğunu anlatan o tek sözcük aklımızın bir köşesineyazılırdı ve sonraki haberleri beklerdik.”

Babam her nasılsa başını ciddi bir belaya sokmadanve tecavüze uğramadan, bütün zorlukların üstesin-den geldi ve otostopla Woodstock’a kadar gidipJimi Hendrix’i “The Star-Spangled Banner” şarkısınısöylerken dinlemek için tam zamanında hapistençıktı. “Yaşadığım onca boktan şeyden sonra, Ji-mi’nin benim orda, o kalabalığın içinde olduğumubildiğine emindim. Bunu tüm kalbimle hissettim,”demişti babam sonradan.

Yirmi yıl boyunca, babam, Jimi Hendrix kasetini ça-lışmaz duruma getirinceye kadar sil baştan dinledi.O, Jimi Hendrix’i dinlerken evimiz, füzelerin göz ka-maştıran o kırmızı ışıklarıyla ve havada patlayanbomba sesleriyle dolardı. Babam, elinde birasıylakasetçaların yanı başına oturur; güler, ağlar, bazende beni yanına çağırıp sıkıca sarılırdı, ben onun ağ-zının ve vücudunun kötü kokusunu bir battaniyegibi üzerimde hissederken... Jimi Hendrix vebabam, artık aynı çilingir sofrasının sarhoşlarıydılar.Sadece ve sadece içmekle geçen bir gecenin ardın-dan Hendrix, babamın eve gelmesini beklerdi. “

Ayin”, işte aynen şu şekilde olurdu:1.Bütün gece uyanık vaziyette yatar ve babamınkamyonetinin sesini duymak için beklerdim.2.Kamyonetin sesini duyar duymaz merdivenlerdenyukarı fırlar ve teybe Jimi’nin kasetini koyardım.3.Babam tam içeri girmek üzereyken, Jimi de “TheStar-Spangled Banner” şarkısına başlamak için gi-tarını konuşturuyor olurdu.4.Babam saatlerce ağlar, Jimi’nin şarkısını mırıldanırve sonra da başı mutfak masasında, sızar kalırdı.5.Bense, masanın altında, başım babamın ayakla-rına yaslı öylece uyuyakalırdım.6.Güneş doğana dek babamla birlikte rüyalar ale-mine dalardık.

Günler sonra babam kendini o kadar suçlu hisse-derdi ki, özür dileme mahiyetinde bana türlü hikâ-yeler anlatırdı. “Annenle Spokane’de bir partidetanışmıştık,” diye söze başladı bir gün babam. “Par-tideki tek Kızılderililer annenle bizdik. Hatta belki dekasabadaki tek Kızılderililer... Annen çok güzeldi. Öy-lesine güzeldi ki, onu gördüğümde, “tamam,” dedim

Çünkü Babam Hep Jimi Hendrix’i Woodstock’ta “The Star-Spangled Banner” Şarkısını Söylerken Gören Tek Kızılderili Olduğunu Söylerdi...

İngilizceden Çeviren: Özge Üstüner

shermanalexie

a

ay

ın

ö

yk

üs

ü

Page 4: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

kendi kendime. “Bir bufalo sürüsünün ayaklarına ka-panıp uğruna can verecekleri kadın bu olmalı... Ara-masına hiç gerek kalmazdı; her yürüyüşeçıktığımızda, kuşlar peşimizde, bizi takip ederlerdi.”

Annemle babamın ilişkileri yıprandıkça, her ne-dense, babamın annemle olan anıları daha bir gü-zelleşir, daha bir anlam kazanırdı. Boşanmalarıkaçınılmaz olduğunda, babamın gözünde annemherhalde gelmiş geçmiş en güzel kadındı. “Babanher zaman yarı deliydi zaten,” demişti annem birçokkez. “Diğer yarısı da tedavideydi.”

Annem de babamı çok severdi aslında. Sonrasındakendini babamı terk etmeye zorlayacak hırpanicebir duyguyla severdi hem de.

Sadece çok güçlü bir sevginin yaratabileceği zarifbir öfkeyle kavga ederlerdi. Hâlâ birlikte içer, sarhoşolur ve eve gidip sevişmek için, bulundukları partiyiterk ederlerdi.

“Bu söyleyeceğimi sakın babana söyleme,” derdiannem. “Yüz kereden fazladır belki, tam o işin orta-sında, üzerimdeyken uyuyakalmışlığı vardır. Durur,‘Seni seviyorum,’ der, sonra gözleri yuvalarından ge-riye doğru kayardı. Sana garip gelebilir, biliyorum;ama aynen böyleydi işte, o eski güzel günlerimizde.”

Ben de herhalde o sarhoş gecelerden birinin mey-vesiydim. Benliğimin yarısı babamın viskili sper-minden, diğer yarısı da annemin votkalıyumurtasından oluşmaydı. Saçma sapan bir kokteilçıkmıştı işte ortaya ve diğer tüm içki türlerinde ol-duğu gibi, babamın bana fena halde ihtiyacı vardı.

Dışarıda tipinin olduğu bir gece, basketbol maçın-dan eve dönüyorduk babamla radyo dinleyerek.Çok fazla konuşmuyorduk. Bunun iki nedeni vardı:Birincisi, babam ayıkken çok konuşmazdı; ikinciside, Kızılderililer’in iletişim kurmak için konuşmayaihtiyaçları yoktur.

“Hepinize iyi akşamlar sevgili dinleyiciler! Ben,Dj’iniz Big Bill Baggins, radyonuzun FM 97.2 frekan-sında, başka bir ‘gece klasikleri kuşağıyla daha kar-şınızdayım. Teko’dan Bettı adlı bir dinleyicimiz,bizden bir parça isteğinde bulunmuş. Bettı’nin iste-ğini yerine getiriyoruz ve şimdi Jimi Hendrix‘in Wo-odstock’taki canlı performansından kaydedilmiş“The Star-Spangled Banner” adlı şarkısını dinliyo-ruz.”

Babam güldü, radyonun sesini açtı ve Jimi’nin sesikarlı yolları açtıkça biz de uçarcasına eve doğru yolaldık. O geceye kadar ben, Jimi konusunda taraf-sızdım; ama o tipili gecede babamla birlikte yol alır-ken, tehlikeli yolların ve Jimi’nin gitarının nedenolduğu gergin sessizlikle birlikte, o çalan şarkıdaher zamankinden çok daha farklı bir şeyler buldum.Şarkının tınısı, en sonunda benim için de bir anlamifade etmeye başladı; adeta bir şekle büründü.Ogece, o şarkı bende gitar çalmayı öğrenme dürtü-süne sebep oldu. Jimi Hendrix gibi olmak istediğimya da bir kitleye hitap edebilmek için değil; sadecegitarı bedenime bastırarak sıkıca tutabilmek, telle-rine dokunabilmek, bir tını yaratabilmek ve daha daönemlisi Jimi’ile babamın bildiklerine yakınlaşabil-mek için istedim gitar çalmayı.

Şarkı bittikten sonra babama döndüm ve şöylededim: “Biliyorsun, benim kuşağımın Kızılderiligençleri, hiçbir zaman gerçek bir savaş görmedi. Ata-larımız, Custer davasına dövüştüler. Büyükbabamınkuşağı Birinci Dünya Savaşı’nda, dedemin kuşağıikinci Dünya Savaşı’nda savaştılar. Sen de VietnamSavaşı için mücadele ettin. Bense sadece video oyun-larıyla zaman geçiriyorum.”

Bu sözlerim üzerine babam uzunca bir süre güldü.Neredeyse bir ara yoldan çıkıp karlı tarlalara yuvar-lanıyorduk. Sonra bana bağırmaya başladı: “Allahkahretsin! Bir savaş görüp geçirmediğin ve savaşma-dığın için neden bu kadar üzüldüğünü anlamıyorum.Sen çok şanslısın. Yaşadığın tek zorluk o Allah’ın be-lası ‘Çöl Fırtınası’ idi. Belki de ‘Çöp Fırtınası’ deme-liydim; çünkü o savaşın tek sebep olduğu şey, etraftauçuşan çöplerin, zaten şişman olan kedileri birazdaha şişmanlatmasıydı. Üzerinde bir vişne tanesiolan şeker ve krema karışımı bir şeydi o savaş. Ay-rıca, senin savaşman bile gerekmedi. O savaş sıra-sında kaybettiğin tek şey uykundu; çünkü sabahakadar oturup CNN’i izliyordun... Bunun başka yoluyok,” dedi gürlercesine. “ya savaş, ya barış; bununortası yok! Biri ya da diğeri.”

“Kitap gibi konuşuyorsun,” dedim ben. Babamcevap vermekte gecikmedi: “Olabilir; ama durumbundan ibaret. Bu söylediklerimin bir kitapta yazılıoluşu ya da olmayışı, olaya gerçekliğini kaybettir-mez. Hem sen ne diye bu topraklar için savaşmak is-tiyorsun ki. Uğruna kendini feda etmeye can attığınbu ülke, en başından beri Kızılderili halkını yok et-meye çalışıyor. Kızılderililer, zaten doğuştan askerdir,savaşçıdır. Kendini kanıtlamak için askeri bir ünifor-maya ihtiyacın yok senin.”

Jimi Hendrix’in bizi sürüklediği konuşmalar böy-leydi işte. Sanırım, her şarkının bir yerlerde birileriiçin özel bir anlamı vardır. Elvis Presley, uzun yıllarönce ölmüş olmasına rağmen, hâlâ pek çok insanınvazgeçilmezlerinden. Bu durumda, müzik belki deyeryüzündeki en önemli şey, belki de tesiri garantiliçok güçlü bir ilaç... Babamı en sonunda bir filozofadönüştüren de müzik değil miydi zaten. “Annenleilk dans edişimizi hatırlıyorum,” demişti babam birkeresinde. “O kovboy barındaydık. Kızılderili olma-mıza rağmen, oradaki tek gerçek kovboylar bizdik.Bir Hank Williams şarkısında dans etmiştik. Hani şuçok acıklı olan şarkı: ‘I am so alone some, I couldcry.’ Annenle ben yalnız değildik tabii, ağlamıyordukda. Sadece duygularımız karmakarışıktı ve körkütükaşıktık birbirimize.”

“Hank Williams ve Jimi Hendrix’ in pek ortak özelliğiyok,” dememe karşılık, babamın cevabı şu oldu:“Neden bahsediyorsun sen? Tabii ki ortak yanlarıvar. İkisi de kırık kalpler hakkında her şeyi biliyordu.”“şimdi de ucuz bir film gibi konuşmaya başladın,”deyince babamın yanıtı sert oldu: “Tabii, siz şimdikiçocuklar, romantizmden bir halt anlamıyorsunuz!Müzik hakkında da bir halt bildiğiniz yok! Özelliklesiz Kızılderili gençleri... Davul çalmakla bozmuşsu-nuz kafayı. Tek ihtiyacınızın bu olduğunu sanıyorsu-nuz. Oğlum, bir Kızılderili bile piyano, gitar ya dasaksafona ihtiyaç duyar ara sıra.”

Babam lisedeyken bir grupta davul çalmıştı. Bananutuk atarken, bu gerçeği unutmuş görünüyordu.Sanki kendini bildi bileli gitarın evrensel savunucu-

3 kuzgun

Page 5: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

4kuzgun

suydu. “Babanın o eski gitarı bulup bana şarkılarçaldığını hatırlıyorum,” derdi annem. “Çok iyi çala-mazdı belki; ama en azından çalmayı denerdi. Hanginotaya basacağını düşündüğünü anlamak çok zorolmazdı. Gözlerini kısıp düşünürken, bütün yüzü kıp-kırmızı kesilirdi, tıpkı beni öptüğünde olduğu gibi.Sana bunları anlattığımı duymasın sakın.” Bazı ge-celer uyumaz, annemle babamın sevişmelerini din-lerdim. Beyazlar sessizce sevişir, biliyorum. Sonrada sanki hiç sevişmezlermiş gibi bir tavra bürünür-ler. Bazı beyaz arkadaşlarım, ebeveynlerini o pozis-yonda hayal bile edemediklerini söylerler. Bense,annemle babam birbirine dokunduğunda çıkan ses-leri ezbere bilirim. Kavga ettiklerinde duyduğumsesleri örtbas edecek kadar güçlüdür dokunuşlarıngetirdiği sesler… Artı ve eksi, toplama ve çıkarmaaynı yerde… Durum, ancak böyle eşitlenirdi. Bazenonların seslerini dinleyerek uyuyakalırdım. SonraJimi Hendrix girerdi rüyama. Babamı görürdüm Wo-odstock’ta, Hendrix’in konserini ilk sıradan izler-ken. Babam konserdeyken, annem benimle evdeolurdu. İkimiz de babamın evin yolunu bulmasınıbekliyor olurduk. Jimi Hendrix hayattayken ve gitarparçalıyorken, benim de hayatta olduğumu, nefesalıp verdiğimi ve yatağımı ıslattığımı düşündükçehayrete düşüyorum. Babamın o sıska hippi kadın-larla dans ederken, esrar içerken, kafayı bulup uçtu-ğunu ve yağmuru izlerken güldüğünü görürdümdüşün devamında. Konser zamanı orda gerçekten deyağmur yağmıştı o gün. Bunu haberlerde ve belge-sellerde izlemiştim; yağmur yağmıştı... İnsanlar yi-yeceklerini paylaştılar. Sonra insanlar hastalandılar.Belki de sonra hayatlarını birleştirmek isteyip evlen-diler. İnsanlar pek çok şey için gözyaşı döktüler.

Ne kadar hayal etmeye çalışsam ya da rüyalarımdagörsem de, Jimi Hendrix’i Woodstock’taki perfor-mansında izleyebilen tek Kızılderili olmanın babamiçin ne ifade ettiğini asla anlayamam, sanırım. Belkide orada bulunan tek Kızılderili bile değildi babam,belki de yüzlerce, binlerce Kızılderili vardı o kon-serde; ama babam, hep tek olduğunu düşünmeyiyeğledi.

Bunu, sarhoşken milyonlarca kez, söylemişti bana,birkaç yüz kere de ayıkken. “Ben oradaydım... Kon-serin sonuna gelmiştik ve çok fazla insan kalmamıştıalanda. Hemen hemen hiç kimse yoktu; ama ben bek-ledim, en sonuna kadar... Jimi için bekledim.”

Birkaç yıl önce babam, annemle beni kamyonetineattığı gibi Seattle’a, Jimi Hendrix’in mezarını ziya-rete götürdü. Mezar başında çekilmiş bir fotoğrafı-mız bile var. Orada dikkatimi çeken bir şey

olmuştu: Hendrix’ in mezar taşı yoktu. Sadecemezar kaybolmasın diye toprağa sıkıştırılmış bir te-neke parçası bekliyordu Jimi’nin başını. Jimi öldü-ğünde yirmi sekiz yaşındaymış; İsa’dan bile dahagenç yaşta ölmüştü. Hatta öylece mezarı başındadikilen babamdan bile gençti.

“Sadece iyiler genç yaşta ölür,” deyince babam,annem de “Hayır, sadece deliler, kendi kusmukla-rında boğulurlar!” diye çıkışmıştı babama. “Nedenbenim biricik kahramanım hakkında ileri geri konu-şuyorsun?“

“Saçmalama! İhtiyar Jesse Wildshoe da kendi kusmu-ğunda boğuldu ve o kimsenin kahramanı falan dadeğil!”

Biraz geride durdum annemle babamdan ve oldu-ğum yerde o çok alışık olduğum kavgalarını izledim.Bir Kızılderili evliliği bitmeye yüz tuttuğunda, bu,herhangi bir başka evliliğin bitişinden çok dahafazla trajik ve yıkıcı olur. Bundan yüz yıl öncesindedurum çok farklıydı; Kızılderili evlilikleri şıp diye ko-layca bitiverirdi; acısız. Kadın ya da adam pılını pır-tını toplar ve sonra da barınağı terk ederdi. Böylekavga dövüşler de olmazdı. Şimdilerde Kızılderili ai-leler de kavga ederek -aralarında kalan son iyi şeyetutunmaya çalışarak- sona doğru yol alıyorlar.

Yaşamın kendisi de bir hayatta kalma mücadelesideğil mi zaten? Karşılıklı söylenen kötü sözlerdenve kalp kırmalardan bir süre sonra, bir gün babameve büyükçe bir motosikletle döndü. Bazen saat-lerce bazen de günlerce, o şeyi sürmek için ortadankaybolduğu olurdu. Babam, motorun benzin depo-sunun üzerine kayışla bir kasetçalar bile tuttur-muştu. Çoğunlukla motoruna atlayıp kaçtığı vemüzik dinlemekten başka bir şey yapmadığı için,artık eskisi kadar çok içip sarhoş olmuyor ve dola-yısıyla, eskisi kadar çok konuşmuyordu.

Bir gece babam, Devil’s Gap Cadde’sinde motosik-letiyle, sonraki iki ayını bir hastahane odasında ge-çirmesine sebep olacak o kazayı yaptı. İki bacağı dakırılmış, kaburgaları zedelenmiş, akciğeri delinmişve böbreği hasar görmüştü kazada. Doktorlar nasılolup da sağ kaldığına anlam verememişlerdi. Kazasonrasında cadde üzerinde öylece yatarken aşırıkan kaybına rağmen hayatta kalabilmesini bırak,bünyesinin onca ameliyatla nasıl başa çıktığınadahi şaşkındılar. Bense bunların hiçbirine şaşırma-mıştım, benim babam böyleydi işte.

Annem, babamla evli kalmak istemediği ve baba-mın enkazının bile fikrini değiştiremediği halde, hergün onu ziyarete geldi. Yaşamının bağlı olduğu ci-hazların elektronik sesleri eşliğinde, babamın kula-ğına Kızılderili nağmeleri fısıldadı. Babamsa, güçbela hareket edebildiği halde annemin ezgilerineparmaklarını hafifçe şıklatarak eşlik etti.Oturup ko-nuşacak, diyalog kuracak ve yeniden hikayeler an-latacak kadar gücünü toplayıp iyileştiği zaman beniçağırdı babam. İlk söylediği şu oldu: “Oğlum Victorsen en iyisi dört tekerlekten vazgeçme.”

Babam iyileşmeye başladığında, annemin de ziya-retleri giderek seyrekleşmişti. Yine de annem ba-bamı en zor zamanlarında yalnız bırakmamıştı.Daha fazla yardıma ihtiyacı olmadığını gördüğündede kendisi için yarattığı yeni yaşantısına geri dönm-

Page 6: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

üştü. Yine sazlı sözlü toplantılara katılıyor ve dansediyordu. Gençliğinde geleneksel dans şampiyonuseçilmişti zaten. “Annenin dünya üzerindeki en iyidansçı olduğu günleri hatırlıyorum. Herkes ona ‘sev-gilim’ diyebilmek için can atardı; ama o sadecebenim için dans ederdi. Her iki adımından birinibenim için attığını söylemişti bana,” diye anlatmayabaşladı babam.

“Ama bu dansın sadece yarısı eder,” diye söze ka-rıştım.

“Tabii ki,” diye devam etti babam. “Geri kalanınıkendine saklıyordu. Hiç kimse her şeyini bir anda sondamlasına kadar veremez. Bu sağlıklı bir şey değil.”

“Bazen gerçek dışı bir varlık gibi konuşuyorsun,baba,” dedim. “Gerçek olan ney? Ben gerçeğin ne ol-duğuyla ilgilenmiyorum, benim için önemli olan nasılolması gerektiği.”

Babamın aklı her zaman bu şekilde çalışmıştır: Eğerhatırladıklarını beğenmiyorsan, tek yapman gere-ken, hatıraları değiştirmektir. Kötü şeyleri anımsa-maktansa, hemen bir adım öncesinde ne olduğunuhatırlamaya yönelmeli insan. Babamdan öğrendi-ğim budur, benim. Diyet kolamdan ikinci yudumualdığımda yuttuğum eşekarısını değil; ilk yudumdaaldığım hazzı hatırlamaya çalışırım.

İşte bu yüzden, babam her zaman, annemin benide alıp onu terk edip gittiği zamandan öncesini ha-tırlamayı tercih etmiştir. Bense, babamın annemive beni terk edip gidişinden öncesini hatırlarım.Annem de, babamın onu bırakıp gidişinden önce-sini hatırlamayı tercih eder.

Hafıza gerçekte nasıl çalışırsa çalışsın, ben pence-renin önünde çakılıp kalmışken, motosikletine at-layıp bana el sallayan ve sonra da basıp gidenbabamdı. Phoenix’e gidip orada yeni bir yaşam kur-madan önce bir süre Seattle, San Francisco’da kaldı.Önceleri, neredeyse her hafta bana kart atardı.Sonra, kartlar ayda bir gelmeye başladı. Daha sonrada sadece noellerde ve doğum günlerimde... Bizimyaşadığımız yerde, çocuklarını terk edip giden Kı-zılderili babalar, çocuklarını terk edip giden beyazbabalardan daha kötü muameleye maruz kalırlar;çünkü beyaz adamlar, bunu her zaman yapmıştır,oysa Kızılderililer yeni öğrenmiştir. Asimilasyondenen şeyin marifeti...

Olan biteni anladığımı sanmama rağmen, annemyine de bana açıklayabilmek için elinden gelenin eniyisini yapmaya çalıştı. “Jimi Hendrix yüzünden migitti babam?“

“Öyle sayılır. Herhalde bu, ölmüş bir gitarist yüzün-den bitmiş ilk evliliktir.”

“Her şeyin bir ilki vardır, öyle değil mi?“

“Sanırım öyle. Baban başkalarıyla birlikte yaşamak-tansa yalnız olmayı tercih eder. O başkaları sen veben olsak bile.”

Bazen annemi eski fotoğraf albümlerini karıştırır-ken, pencereden dışarı ya da duvara boş boş bakar-ken yakalardım. Yüzünde de babamı özlediğini açıkseçik belli eden o ifade olurdu. Onu geri istemesineyetecek türden bir özlem değildi bu; ancak kendikalbini yakmaya yetecek bir özlem olabilirdi.

Ben, babamı müzik dinlediğim gecelerde özlerdimen çok. Sadece Jimi Hendrix’i dinlediğimde değil;blues dinlediğimde de özlerdim onu. En çok da Ro-bert Johnson’ı dinlerken... Johnson’ı ilk dinledi-ğimde -20. Yüzyılın başlarında yaşamış bir siyahiolsa bile- 21. Yüzyılda yaşayan bir Kızılderili olma-nın ne anlama geldiğini bildiğini sezmiştim. Her-halde babam da Woodstock’ta yağmur altında JimiHendrix’i dinlerken aynı şeyi hissediyordu.

Onu çok özlediğim, yatağıma uzanıp kucağımdaonun gazetelere çıkmış o meşhur fotoğrafıyla ağla-dığım o gece, dışardan motosikletinin sesinin gel-diğini duydum. Hayal gördüğümü biliyordum; amabir süreliğine bu hayalin ete kemiğe bürünüp beniesir almasına izin verdim.

“Victor!” diye seslendiğini duydum babamın. “Hadigel seni motorla gezdireyim!”

“Hemen geliyorum baba. Bekle de montumu alayımüzerime...” Alelacele çoraplarımı ve ayakkabılarımıgeçirdim ayağıma, montumu da giyip dışarı koş-tum. Dışarısı çok sessizdi; üç mil ötede kayalıklardaoturan birinin viskisini yudumladığını duyabilece-ğin bir sessizlik hakimdi. Annem dışarı gelip beniçağırana kadar verandada dikildim durdum. “Hadiiçeri gir oğlum, hava çok soğuk.”

“Hayır,” dedim. “Biliyorum; o, bu gece gelecek.”

Annem tek kelime etmedi. Beni küçük bir battani-yeyle sardı ve tekrar uyumaya gitti. Bütün gece ve-randada durup, gün ışığı annemin yanına gitmekzamanının geldiğini muştulayıncaya kadar, motor-siklet ve gitar sesleri duyduğumu hayal ettim.Sonra annem kahvaltıyı hazırladı ve çatlayıncayakadar yedik.

5 kuzgun

1966’ da Washington’daki Spokane adlı bir Kızılderili yerleşim biriminde doğdu. Kızılderiliyaşamından sahneleri dürüstçe tasvir eden ve Amerika yerlilerinin stereotipik davranış bi-çimlerini mizahi bir dille kaleme alan önemli bir çağdaş muhalif figürdür. Çağdaş Amerikanyerli edebiyatıyla tanışması lise yıllarında olmuştur. Özellikle şair Adrian Louis’ten çok et-kilenmiş ve yalnız olmadığını hissedip yazın hayatına atılmıştır. 1993 yılında yayımladığı,“This is What It Means to Say Phoenix, Arizona” (Phoenix Demenin Bedeli) adlı kısa öy-küsü, Alexie’nin daha büyük kitlelerce tanınmasını sağladığı ve sonradan kendisinin “SmokeSignals” (Duman Sinyalleri) adlı filme uyarlama yapması nedeniyle önemlidir. Bu film, se-naryo, yönetim ve yapımcılığını sadece Amerika yerlilerinin üstlendiği ilk film olması açı-sından büyük bir öneme sahiptir. Bu Sayıda okuduğunuz öykü, Alexie’yi çağdaş edebiyatdünyasında bulunduğu konuma getiren öykülerindendir. Bu öyküde Alexie, Kızılderili kö-kenli bir Amerikan olarak, tüm Kızılderililer için bir sözcü olmuş ve Kızılderililer’in 19. yüz-yıl figürleri olmanın ötesinde, asimilasyon sürecinin de katkısıyla, Amerika’da değişenpopüler kültürün vazgeçilmez parçaları ve katılımcıları olduğunu vurgulamıştır.

özge üstünersher

mana

lexie

Page 7: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

6kuzgun

JF: The New Yorker tarafından “Amerikan ro-manının geleceği” olarak adlandırılıyorsunuz.

SA: Bunun nedeni esmer tenli birine ihtiyaç duy-maları. Sanırım biz toplamda beş kişiyiz. Biri banaGranta listesinde (1996) çok az sayıda beyazkişinin olması konusunda nasıl hissettiğimi sordu.Dedim ki, yirmi kişiden on biri beyazdı: bu nasıl‘birkaç’ olabilir? Granta listesinde olduğum için çoküzgünüm bu arada. Sanki oraya ait değilmişim gibi–

JF: O zaman roman olarak sadece ReservationBlues vardı değil mi. Peki, The New Yorker lis-tesine yaklaşımlar nasıl oldu?

SA: Herkes o konuda gerçekten çok mutlu.

JF: Yani artık hatırı sayılır bir yeriniz var değil

mi?

SA: Evet, sanırım. Şimdi önemli bir esmer tenliadamım. (Gülüyor). Farklı olmak işe yarıyor. Hattaçok işe yaradığını inkar etmeyeceğim. Elbetteyapılan iş iyi olmalı, ama farklı olduğum gerçeği oişi dergiler için daha çekici hale getiriyor.

JF: Yani bunu itiraf ediyorsunuz?

SA: Evet, elbette. Pozitif ayrımcılık konusuna çokinanıyorum – yeterli olmayan hiç kimse pozitifayrımcılık sayesinde bir iş kapamaz. Belki az yeterliolan kapabilir, ama yetersiz olan kapamaz. Kesin-likle farklı olduğum için listelere giriyor ya da fır-satlar yakalıyor olabilirim, çünkü ben Kızılderiliyim.

JF: Ve bu sizi rahatsız etmiyor, öyle mi?

* Kaynak: Fraser, Joelle and Sherman Alexie. “An Interview with Sherman Alexie.” The Iowa Review 30. 3 (2000/2001): 59-70. JSTOR. Web. 5 Dec. 2014.

Ender rastlanan güneşli bir Seattle gününde, Sherman Alexie’nin menajeri soda mı yoksa şişe su mu iste-diğimi sordu ve beni Alexie’nin üç odalı ofisinde bir tura çıkardı, Bellevue’nin zengin cemiyetine hakimolan bir katı da bulunan güzel bir çatı. Bazı dünyalar, Alexie’nin çocukluğunu geçirdiği Coeur d’AleneKızılderili Rezervasyonu’ndan tamamen farklı olabilir, ama hepsi değil.

Alexie geç geldi, pamuklu kumaştan kıyafeti içinde rahat, saçı gevşek bir at kuyruğu şeklinde arkadatoplanmış. Birbirimizle tanıştık, gülüşü, yükümlülüklerinden yorulmuşluk hissini barındırıyordu – bu şair,romancı ve film yapımcısının tanıtımını yapması gereken pek çok projesi vardı. Birkaç sorudan sonraoldukça samimi bir tavır sergilese de, başlangıçta yaklaşımı, “Sadede gelelim” oldu.

Bizim Emily Dickinson ya da Walt Whitman’ımız olmadı; Shake-speare’imiz ya da Denis Johnson’ımız ya da James Wright’ımızda olmadı. Biz en iyi beyaz romanla kıyaslanacak bir kitap dayazmadık. Ama işte oradalar. Orada bir yerde bir çocuk var,o en iyi yazar olabilecek bir kız ya da erkek. Ve umarım benimyaptığım şeyi görecekler ve bundan ilham alacaklar.

shermanalexieSöyleşi: Joelle Fraser • Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

[ ]

söyleşi*

Page 8: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

SA: Hayır! Tabi ki hayır! Bu bir telafi. (Gülüyor).Beyaz olan hiç kimse beyaz olduğu için bir şey ala-maz. Edebiyat dünyasında bu olmuyor, asla, aslabeyaz biri beyaz olduğu için daha fazlasını almıyor.Ama sonra bir bakıyorsunuz New York’lu yazarlargrubu ortaya çıkıyor, genç ve yakışıklı New York’ludelikanlılar ve kendilerine ad veriyorlar. Ben bunabenzer bir şeyin yakınından bile geçmiyorum.

JF: İnsanlar The New Yorker’da yayınlanan‘The Toughest Indian in the World’ başlıklıhikâyenize nasıl tepki verdiler?

SA: Dürüst olmam gerekirse, bu hikâyeyiyazdığımda insanların ne tepki vereceğini düşün-memiştim. Çok komik – hikayem gerçekten de in-sanlardaki homofobiyi ortaya çıkarıyor. Benim gibiheteroseksüel bir adam, ilk ağızdan bana çok ben-zeyen bir anlatıcı ile homoseksüel bir deneyimiyazdığında – insanların bana acaba hikâyem oto-biyografik mi diye sormaya can attıklarını görmeyiumuyordum. Her zaman başka her konuda sorularsoruyorlar, ama kimse bana o hikaye ile ilgili sorusormadı. Seattle’da basılan bir gazetede bir eleştir-men, hikâyemi, “açık ve ayrıntılı homoseksüellik”olarak tanımlamış, ben de dedim ki “açık ve ayrıntılımı?” Hikâyede böyle bir durum neredeyse hiç yok.Sadece üç cümleydi. Ayrıca beni “edebiyatta sorunçıkaran kişi” olarak tanımladı.

JF: Biri daha sizi aynı şekilde tanımlamıştı –sorunlu genç, Seattle’dan genç bir şey diye –

SA: Ah evet – Larry McMurtry. Serseri. “Seattle’lıGenç Serseri.” Evet, bunu sevmiştim. Bana kendimibir bar kavgasındaymışım gibi hissettirdi.

JF: Kızılderili olmayan yazarların, örneğin Mc-Murtry, Kızılderililer hakkında yazmamalarıgerektiğini söylemiştiniz.

SA: Tam olarak öyle söylemedim.

JF: Konuyu açıklığa kavuşturabilir misiniz?

SA: Başlangıçta belki durum böyleydi ama sonradeğişti. İnsanlar istedikleri her konu hakkında ya-zabilirler – bunları söylediğimde insanlar beni san-sür uygulamakla suçluyorlar. Ama asıl söylemekistediğim, Kızılderililer hakkında Kızılderili olmayanyazarlar tarafından yazılan kitaplar hakkındakonuşabilmeliyiz, dürüstçe ve doğru olarak. Yani,bunlar dışlanmışların kitapları. Bunlar sömürge ki-tapları. Barbara Kingsolver’ın kitapları sömürgeedebiyatına aittir. Larry McMurtry’ın kitaplarısömürge edebiyatının parçasıdır. Bu kitaplar,sömürgeleştirilmiş bir kültür hakkında yazan,imtiyazlı ve güçlü bir sınıfa ait yazarların kitapları.Nadine Gordimer de sömürge edebiyatı yazarıdır, oda bu grubun dışında değil, ve kendini bu şekildetanımlar.

Bu nedenle, ülkedeki bu demokrasi aldatması –dünyadaki en iyi ülkedir – ama bu aldatmayazarların ülkenin bir sömürge ülkesi olmadığınıdüşünmesine neden oluyor. Ki hala öyle. AmerikaBirleşik Devletleri ve Güney Afrika: tek fark yaklaşık50 yıllık bir süreç, o kadar bile değil. Ve insanlarbunu unutuyor. İşte bu yüzden, McMurtry böyleyaptığında, kendini demokratik zannediyor, amaaslında sömürgeci bir davranış sergiliyor. Edebiyatı,kalitesinin ötesinde, bu koşullarla konuşabilmeyi

isterdim, keşke, “Hey bu kişi bu konuyu bilmiyor –bu tamamen hayal ürünü bir çalışma,” şeklindekonuşabilseydik.

JF: Peki, bunu karşı cins hakkında yazma ilenasıl karşılaştırırsınız?

SA: (Gülüyor). Oh, ikisi aynı şeyler.

JF: Siz bunu yaptınız, ayrıca beyaz birininbakış açısından yazdınız.

SA: Evet, beyaz biri olma konusunda çok şey bili-yorum – çünkü bilmeliyim, beyaz bir dünyadayaşıyorum. Beyaz biri, Kızılderililerin dünyasındayaşamıyor. Ben, her gün beyaz olmak zorundayım.

JF: Peki ya kadın karakterleriniz?

SA: Ben kadın değilim. (Gülüyor). Hiç bir zaman daolmadım. Spokane’li Kızılderili erkek karakterim-lerim dışında, karakterlerimin zayıf olduğunudüşünürüm genellikle, çünkü onların içlerine gire-bilmek ve onları tanıyabilmek zor oluyor. Beyazkarakterlerim, çoğunlukla “kartondan yapılmış gibi”oluyor – ki içerik açısından bu bir sorun değil – amabu benim asıl hedefim değil. Onları yazarken rahat-sızlık duyuyorum.

JF: Gerçekten mi. Bu sizin geliştirmeyeçalıştığınız ve üzerinde çalıştığınız bir konumu?

SA: Evet, ben daha iyi bir yazar olmaya çalışıyo-rum. Sanırım sonunda bu hedefime yaklaşacağım.Ve kadınların deneyimleri hakkında – pek çok erkekyazardan daha iyiyim bu konuda. Onlar, MeryemAna kılığında fahişeyi görüyorlar – bu gerçekteninanılmaz: bu yenilikçi, liberal, akıllı, iyi eğitimliadamlar, karmaşık, çeşitli, olağanüstü erkek karak-terler yaratıyorlar, ancak aynı kitapta kadın karak-terler, Showtime kanalında sabah saat 3’teyayınlanan film gibi.,

JF: Anaerkil bir kültürden yetişmiş olmanınsize daha derin bir anlama yetisikazandırdığını söylemiştiniz.

SA: Evet, faydası çok. Ayrıca ben yazdığımıetrafımdaki kadınlarla paylaşırım. ‘Bu olmuş mu?’Ben hayatımı kadınlarla geçirdim – bir şeylerbilmeliyim. Eğer bilmiyorsam, soruyorum. Bubilinçli bir girişim olmalı. Basmakalıplara, efsanelerebaşvurmak çok kolay bir yöntem. Bence buKızılderililer hakkında yazan pek çok yazarın vekadınlar hakkında yazan pek çok erkeğin yaptığışey.

JF: Yani, siz farkındasınız ...

SA: Ben efsaneleştirdiğimin farkındayım.(Gülüyor). Ben hâlâ bir mağara adamıyım. Sadece,kendimi duyarlı bir mağara adamı gibi hissetmeyiseviyorum.

JF: Yazar olarak gelişmenize geri dönecek olur-sak, geliştikçe ve ustalık kazandıkça – örneğinteknik açıdan daha iyi oluyorsunuz – mücadeleeden yeni bir yazar olmanın heyecanını kaybe-deceğinizi düşünüyor musunuz?

SA: Bana redaksiyon işinde yardım eden arkadaşımDonna ile bu konuyu konuşuruz. İlk başladığımda,gramerim berbattı, ama Donna, sözde “ayrıcalıksız

7 kuzgun

[ ]

Page 9: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

insanların” grameri kötü olduğunda diğer insanlarıngenellikle önemsemediğini söyledi çünkü bu on-ların “sesinin” bir parçasıydı. Onlar da, kötügramerin sebebini bu şekilde açıklıyorlar.

JF: Aslında okuyucular bunun “uygun”olduğunu düşünebilir.

SA: Aslında durum sadece kötü gramer olduğundahaklısınız. Bu, kötü bir eğitimin sonucu. Ama benbu konuda şimdi daha iyiyim. Artık parça parçacümlelerimin pek çoğu kasıtlı. (Gülüyor).

JF: Aileniz sizin hangi mesleği yapmanızı bek-liyordu?

SA: Aman Tanrım. Sevinçliler. Ben ailemin tamamıiçinde üniversiteden mezun olan ilk kişiyim. Ben-den sonra da başka kimse olmadı. Ben çok parlakbir çocuktum; küçük bir dahiydim. Arkadaşlarım veailem benim doktor ya da avukat olacağımı söylü-yorlardı. Ben dahil hiç kimse bu işi yapacağımı tah-min etmemişti.

JF: Yani üniversiteye kadar yazar olabile-ceğinizi düşünmediniz?

SA: Doğru. Yazıyordum ve okumayı seviyordum.Esmer tenli kişiler – dünyayı yasa ya da ilaç ile kur-taran bir İsa olmanız gerekiyor.

JF: Peki yazarak dünyayı kurtarabilir misiniz?

SA: Bir doktorun ya da avukatın yapabileceğindendaha fazlasını yapabilirsiniz. Eğer doktor olsaydım,kimse beni rezervasyonlarda konuşma yapmam içindavet etmezdi. Farklı bir insan olurdum. Yazarlar,daha çok insanı etkileyebilir.

JF: Peki şiir toplumun yönünü değiştirebilir mi?

SA: Bilmiyorum. Pek çok insan benim şiirlerimi vebenim yüzümden başka insanların şiirlerini okuyor.Elli beş yaşında bir beyaz, bir şiir okumasında, ‘Hiçşiir okumamıştım, nefret ederdim, ama sonra sizinkitabınızı okudum ve şiirlerinizi sevdim, ve şimdiher türden şiir okuyorum,’ dedi. Bu harikaydı. Eğerbir kapı aralayabildiysem ...

JF: Paula Gunn Allen, Kızılderililer için “Toprakbiziz” diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

SA: Buna inanmıyorum. Bir kere, çevrecilik bir lüks.Tıpkı vejeteryan olmanın bir lüks olması gibi. Eğeryemek yemek sizin için önemliyse – o zamanyemeğin nereden geldiğini ya da ayakkabılarınızıkimin yaptığını düşünmeyeceksiniz. Fakirlik, isterplanlı olsun ister plansız, çevrecilik konusunutartışmalı hale getirmenin bir yolu. Bunu konuş-mamız bile bir lüks.

JF: Söyleşimiz mi?

SA: Sen ve ben – bunu yapmamız. Ayrıca,Kızılderililerin çevrecilik konusunda bir güçleri yok.Bu, en büyük efsanelerden biridir. Ama şu doğru kibiz kıt kanaat geçindik. Bunlar birbirinden farklı du-rumlar. Çevrecilik bilinçli bir seçimdir, kıt kanaatgeçinmek ise seçeneğinin olmamasıdır. Biz hayattakalabilmek için her şeyi kullanmak zorundaydık.Ama şimdi asimile edildik, sömürüldük, şimdi lüksiçinde yaşıyoruz ve diğer insanlar kadar savurganhale geldik.

JF: Ama, efsane, çağdaş Kızılderilileri işaretetme konusunda ısrar ediyor.

SA: Şöyle ki bizim toprağa dayanan bir teolojimizvar, ama aslında bütün teolojiler toprağa dayanır.Hıristiyanlık başlangıcında toğrağa dayalıydı.Bence, Kızılderililer bunu sahipleniyorlar çünkü budurum kültürel ya da ırksal bir haysiyeti getiriyor.Biz kendimizi baskın kültürden farklılaştıracakolumlu bir şey bulmaya çalışıyoruz. Ve bunu yap-manın en iyi yolu – çünkü Amerika Birleşik Devlet-leri son derece sanayici ve müsrif – şunu söylemek,‘Tamam biz çevreciyiz,’ ve bu bizi farklı kılıyor.Aslında, biz de Amerika Birleşik Devletleri’nin birparçası olduğumızda, savurganlığının da bir parçasıoluyoruz. Ortalama bir Kızılderili –çevreci ol-madığını düşünürsek– hiç umursamaz. Bentenekelerini pencereden dışarı fırlatan teyzelerimle,amcalarımla ve kuzenlerimle büyüdüm.

JF: Peki bunun edebiyat ile bağlantısı nedir?

SA: Birkaç kuşu, dört yönü ve mısır polenini biraraya getiriyorsunuz, bu Kızılderili edebiyatıoluyor, halbuki Kızılderililerin günlük yaşamları ilehiç ilgisi yok. Ben edebiyatımın Kızılderililerin gün-lük yaşamlarını ilgilendirmesini istiyorum. Bence,Kızılderili edebiyatının büyük bölümü doğa iletakıntılı, ama ben bunun yararlı bir amacınınolduğunu düşünmüyorum. Bu, yerli kültürlerdençok Avrupa Amerikalılarının lirik geleneği ile ilgili.Yani bir Kızılderili bir ağaç hakkında şiir yazdığında,şöyle düşünürüm: ‘Bu zaten yapılmıştı!’ Ve o beyazadamlar bunu senden daha iyi yapacak. Hiç kimsebir ağaç hakkında bir beyazdan daha iyi yazamaz.

JF: Neden peki?

SA: Bilmiyorum. Onlar daha uzun zamandır bunuyapıyorlar.

JF: Sizin bir ağaç hakkında ne yazdığınızıgörmek isterdim.

SA: Ben ilgilenmiyorum bile! Ben insanlarla il-gileniyorum. Bence pek çok yerli edebiyatı yer ileilgileniyor çünkü bize var olmamız gerektiğinisöylüyorlar. Bu efsane işte. Bence, bu zararlı bir şey.Bence, Kızılderili edebiyatının büyük bölümü,Kızılderililerin çoğunluğu tarafından okunamıyor.

JF: Bu insanlara ulaşmak demek değil.

SA: Eğer kabile ile ilgili bir şey değilse, eğerKızılderililere ulaşamıyorsa, o zaman bu nasılKızılderili edebiyatı olur? Bunu her zamandüşünürüm. Bu akşam okuma gecesinde bakacağımve kalabalığın yüzde doksan beşi beyaz olacak.Benim Kızılderililere ulaşma konusunda sorunumvar.

JF: Ama beyazların Kızılderililere karşı oranınıda düşünmek lazım.

SA: Elbette. Ama ben bunu hesaba kattım ve farkettim ki yine de daha fazla Kızılderili olmalı. Herzaman bunu düşünürüm. Genel anlamda, Kızılder-ililer kitap okumuyor. Kitap kültürü yok yani. Bunedenle film yapmaya çalışıyorum. Kızılderililerfilm izlemeye giderler; Kızılderililerin videoları var.

JF: Belki sizin kitaplarınızı daha sonra okuya-caklar.

8kuzgun

Page 10: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

SA: Bunu yapmaya çalışıyorum – onlara gizliceyaklaşmaya çalışıyorum.

JF: Yani amacınız bu mu? Kızılderililere ulaş-mak mı?

SA: Biraz bencilce ama bizim Emily Dickinson yada Walt Whitman’ımız olmadı; Shakespeare’imizya da Denis Johnson’ımız ya da James Wright’ımızda olmadı. Biz en iyi beyaz romanla kıyaslanacakbir kitap da yazmadık. Ama işte oradalar. Orada biryerde bir çocuk var, o en iyi yazar olabilecek bir kızya da erkek. Ve umarım benim yaptığım şeyi göre-cekler ve bundan ilham alacaklar.

JF: Ama pek çok meşhur Kızılderili yazar var –

SA: Ama Faulkner’a ya da Heminway’e ya da JaneAusten’a yaklaşabilecek bir şey yazdık mı henüz.Henüz değil. Elbette yazma konusunda beyazlarbizden otuz, kırk kuşak daha önde. Bir gün gerçek-leşecek. Sürekli genç insanlarla tanışıyorum, çocuk-lara elektronik posta yolluyorum. Sanatsal işlerleuğraşan Kızılderili çocukların yüzdesi nüfus içindeçok yüksek – resim yapan, çizen, dans eden, şarkısöyleyen. Sanat üretmek, sanatın sınırlı olduğubaskın kültürün aksine, bizim kültürümüzün halaolağan bir parçası. Dans eden çocuktan şiir yazançocuğa sıçramak çok zor bir şey değil. Bu aynıdürtü. Sadece biraz daha desteğe ihtiyacı var.

[...]

JF: Peki akademik dünyaya girmeyi düşünüyormusunuz?

SA: Umarım girmem. Ben ne tür olursa olsungerçek bir iş istemiyorum. Sabah erken kalkmakzorunda olmak istemiyorum. Mesele iş değil, bellibir kalıbın içinde olmak istemiyorum.

JF: Peki sizin için şiir, senaryo yazımı ve romanarasında gidip gelmek zor mu? Bazı insanlarsizin ait olduğunuz türü bulmaya çalıştığınızısöyleyebilir.

SA: Hepsi aynı şey. Hepsi sadece hikâye anlatmak.Ben hiçbirini ayrı düşünmüyorum.

JF: Doğru, Smoke Signals şiirlerinize vehikâyelerinize dayanıyor. Sonra da komedinizgeliyor...

SA: Evet – sen beni okurken gördün: çok komik.Her zaman bir stand up ögesi var. Şimdi gerçekstand up gösterisi yapıyorum, ve buna stand updediğimde sahip olduğum özgürlük inanılmaz.Edebi dünyada asla bahsedemeyeceğim şeylerdenbahsedebiliyorum. İstediğim her şeyi yapabiliyo-rum ve stand up yaptığımda aynı derecede kahkahatopluyorum. Benim yapmayı umduğum, komedihayranlarıma belaltı espirilerinden ziyade edebimizahı kazandırmak (gerçi ben de belaltı espiri kul-lanıyorum) – ve şiir hayranlarıma da komediyi ge-tirmek istiyorum.

JF: Bunu yapan başka biri var mı?

SA: Bilmiyorum. Gerçekten iyi bir stand up adamışairdir; bu dili kullanmakla ilgili. Gerçekten şairaneolabilir. Ve ben politik farkındalığı olan komediyi se-viyorum.

JF: Mesela kim?

SA: Bill Hicks, bilmiyorum adını hiç duydunuz mu.

JF: Hayır.

SA: Peki bunu alabilirsiniz (Raftan bir CD alıyor).Ayrıca Chris Rock, Dennis Miller – aşırı zekidir.

JF: Peki, sizin için gelecek nedir?

SA: Bilmiyorum. Bildiğim şey şiir yazmaya devamedecek olmam. Bu kesin. Romanlar konusunda pekemin değilim. Zorlar. Çok yoğun çaba gerektiriyor-lar. Roman yazdığımda yaptığım tek şey o oluyor.Sıkılıyorum. Aylarca sürüyor. Res Blues romanınıyaklaşık dört ayda yazdım, Indian Killer romanınıise altı ayda. Filmler de aynı. Smoke Signals on dörtay sürdü, ve bu hızlıydı bile. Çok kapsamlıydı.Sanırım ben şiir, kısa hikaye ve senaryo yazarakdevam edeceğim. Stüdyolar için çalışmaya devamedeceğim çünkü dürüst olmam gerekirse çok parakazandırıyor. Bir projeyi bir sonrakini finanse ede-bilmek için kullanacağım. Bazı insanlar öğretirler:ben senaryo yazıyorum. Biri daha kazançlı.

JF: Peki ya biyografi?

SA: Sonuçta gerçeğe bağlı kalmak zorunda olu-yorsunuz, ben yalan söylemeyi seviyorum.(Gülüyor). Otuz üç yaşındayım, bunun hakkındayeterince konuştum, yirmi beş yaşında ya da kırkbeş yaşında olmanız fark etmez, henüz pek çok şeyolmadı; yapmakta olduğum yolculuğun daha başın-dayım. Ve kendini tatmin edici olmayan bir biyo-grafi daha hiç okumadım. Yani yaşamınızı herzaman efsaneleştiriyorsunuz, her zaman kendinizidestansı yapmak için çabalıyorsunuz. En azındankurguda yalan söyleyebilirsiniz ve “destansılığınız”hakkındaki yanılgınızı haklı çıkarabilirsiniz. Ama birbiyografi yazdığınızda yaşamınızı destana çevirm-eye çalışırsınız ve böyle değildir – kimsenin yaşamıdestan değildir.

JF: Uzun zamandır içki sorunu yaşamıyor-sunuz. Peki bu sorun üniversitede yazmanızınasıl etkiledi?

SA: Daktiloda hikayelerle uyanırdım ama onlarıyazdığımı hatırlamazdım.

JF: Peki ayık gezmeye başladığınızdayazılarınız değişti mi?

SA: Alkol hakkında daha az yazıyorum, daha az,daha az ve daha az. Bağımlısınız – tabi ki en çoksevdiğiniz şey hakkında yazacaksınız. En çok alkolüseverdim, herkesten ve her şeyden çok. Bununhakkında yazardım. Ve kesinlikle güzel yazılarçıkardım. Ama sadece iki ya da üç yıllık güzelyazılar – hiç bir zaman yirmi yıllık olamaz. CharlesBukowski’ye benzerdim herhalde. On bin tane şiiryazdı ve sadece on tanesi çok iyiydi.

9 kuzgun

Page 11: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

10kuzgun

aylak bilgi peşinde solucan izleri

1.dünya olanda ışık neredeydi?: söylesin kaos,

var mıydı düzen?: desin karangu zaman: diri

varlık; fısıltı hâlindeki söz; çamura bulanmış

plazma; bildiğini okuyan cahil tanrı. fizikçi

düşleriyle hayâl içinde yanan ateş: kıvılcım

çiçeklerinin şarkısın söyleyen özgür çayır.

sonsuzluğu emziren suların bildiği, bilmediği

kuşların: sesin unuttuğu sessizlik günü:

uçurumun izdüşümünde düğümlenen

akıl: korkuyla sarmal ân.

bilinmemesi gerekeni bildik! çok erkendi

henüz dönüşmesi ağacın karbona; toza

bulanmış sözcüklerle hemhâl bilig; betiğin

kardeşliği taşlarbilimi, hayvanlar fikri

yol açınca boşluğa, boşlukta izini arayan

kendiliğin belleğine: konuşulabilirdi şeyler,

nesnelerin adlarıyla acıya dayanaklı suç.

ve suçluluk nerede? keder budur, kader de.

duran ne? durma ilerleyen izlek,

durma sakınç durma hareket.

çözümsüzlüktü karar vermenin çığlığında

cinler zamanı: büyü ve iksirle yarışan

tanrı mıydı? ins, elma, yılan: ağacın

bilgisiyle bilgi ağacının köklerinde

işaretini sakladığımız simya:

hükmünde yapaylığın

kanına akmış aka aka tarihle

gölge hâlinde imsiz alfabenin biriktiği

yanlışlar dehlizi. şifrelerin izleri silinmiş:

nereye baktığı belirsizlik ağının yokluğu.

hayati baki

Page 12: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

11 kuzgun

2.ışığ vardı: neredeydi dünya?: cümbüş

hâlinde karmaşa yokuşunun tanrısı: rabb

rebbinin arıyor deliğinde tinin, dinlenmek

içün, dirisi ölük; ölümü bungun, tuhaf:

kendine çekilmiş kaybolmuş tuhaflık .

yılanın söylediği şarkı sözdizimi

yalan üretiyor iblisin ağzından kelâm

ilmi: avlakta av olan böğürmenin ritmi,

ritmin kargışla büyüyen maskesi: savaşın

karnında acun, kâinatın döleğen dölü.

oradaydım, diyor; buradaydım, diyorlar

zifir ânda: çürümeye hazırlanıyorlar burada,

burada: yaratıcının faşizmine teslim edilmiş

yaratılanın kanlı elleri, kalbinden fışkıran

hayatın oyunu: orgazm hâlindedir, dârü’l-

vahşet, dârü’l-cinnet, dârü’l-şehvet.

cennetle kandırıldık: korkutulduk cehennemle:

“yaşamayı öğrenmeden ölen çocuklar”

bize bakıyorlar: gözlerinde endişe, ellerinde

hayatın alfabesi hûn devşiriyor: yedi derya ceset.

dârü’l-ceset kokuşuyor ezelden ebede: çürüyor,

“selâm” ve “dua” ile kusursuz yınanıyor; kapkara

toprağın rahminden yardım dileniyor, daha

fazla gayya daha fazla gaia daha fazla parra:

mülkiyetinden mülkiyet, şiddetinden şiddet.

erinç nerede; nerde özgür özne?!: boyun

eğiyordu umudu görür görmez, işitir

işitmez olmayan yarını, yarın, diye

kandırılan ussuz zihni! şaşırma sırası sende

izlerinde kaybolan solucan: aylak bilgi.

Page 13: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

12kuzgun

4-5 yıldır Refik Halid etrafında Türkiye tarihininbelli bir dönemindeki edebiyat-basın-siyaset iliş-kilerini ele alacak bir kitap projesinin peşinde çeşitlikütüphanelerin gazete ve dergi koleksiyonlarınadadandım. Başka Refik Halid olmak üzere çeşitliyazarlarımızın dönemlerinin siyasi ortamına nasıldahil ve müdahil olduklarını gösterecek bazı yazılarbulacağımı, ama bulduğum yazıların çoğununzaten kitaplara girmiş olacağını düşünerek dikkatliçalışmak gerektiğini düşünüyordum.

Başta Refik Halid’inkiler olmak üzere hiç abartısızbinlerce yazı çıktı karşıma (zaten o yüzden hiçhesapta yokken Refik Halid’in yazılarını bellitemalar etrafında derleme projesi benim kendimütevazı kitap projeme galebe çaldı. Bu metinleriİnkılap Yayınları’yla birlikte Memleket Yazıları adıaltında yayımlamaya başladık 2014 başından beri,şimdilik 7 cilt çıktı). Dehşetle gördüm ki buyazıların çok ama çok büyük bir kısmı hiç kitaplaş-madan, gazete ve dergilerde unutuluşa terkedilmişti. Sadece Refik Halid’in değil, Reşat Nuri,Halide Edib, Nahid Sırrı, Yakup Kadri, NurullahAtaç, hatta Peyami Safa gibi artık Türk edebiyatıkanonunun parçası olduklarında herkesin hemfikirolduğu yazarların da yüzlerce yazısı, ilgilenmeyedeğer bulunarak kitaplaştırılmamıştı (SermetMuhtar, Vâ-Nû, Şevket Rado, Ulunay, ErcümendEkrem, Haluk Şehsuvaroğlu, Reşad Ekrem, AdnanAdıvar, Hikmet Feridun, Naci Sadullah, Suat Derviş,Mahmut Yesari, Malik Aksel, Fikret Ürgüp vs. gibiartık tamamen unutulmuş veya unutulmak üzereolan değerli yazarlarımıza hiç girmiyorum). RefikHalid’in yazıları kadar sistemli bir araştırmaya konuetmesem de bu saydığım yazarların da bulabildiğimyazılarını bir kenara toplamayı ihmal etmedim. BilalKolbüken de benden Kuzgun’a düzenli yazı katkısıisteme inceliğinde bulunduğunda kendisine bubiriktirdiğim yazılardan birer-ikişer yayımlasak dahahayırlı bir iş yapmış olacağımızı söyledim, kendiside sevinerek kabul etti. Memleketin sürekli tekerrüretme eğiliminde olan yüzlerce siyasi, kültürel, ide-olojik vs. meselesine bir dönemin yazarlarının nasılbaktığını öğrenmekten benim gibi sizlerin de keyifalacağınızı umuyorum.

Bu köşede ilk yayımlayacağımız yazıların RefikHalid’e ait olması, en çok onun üzerinde çalıştığımiçin, doğal. Ama son bir aydır hararetlenen Osman-lıca tartışmalarında onun adının da zikredilmesi,“gençlerimiz Osmanlıca bilgileri olmadığı için Refik

Halid gibi yazarlarımızı bile okuyup tadına varamazoldular” gibi tezler ileri sürülmesi de etkili oldu buseçimde. (Tesadüf, ben de tam önümüzdeki baharaylarında bahsettiğim serinin sekizinci kitabı olarakyayınlanacak ve dille ilgili çok sayıda yazısını içerenTürkçenin Tadı ve Ahengi başlığını taşıyacak ciltüze-rinde çalışıyordum). Refik Halid’in kendisininHarf ve Dil devrimlerini desteklemiş olduğu birölçüde bilinir (Mesela Hikmet Münir Ebci’nin1943’de çıkan Kendi Yazıları İle Refik Halidkitabında yer verilen ve Latin alfabesinin kabulününhemen ardından yayımlanmış “Medeniyet ŞifresininMiftahı [Anahtarı]” yazısı şöyle satırlar içerir: “Yenialfabenin karşısında şimdiye kadar hiçbir şahsiyeteve hiçbir harekete karşı gösteremediğim bir tazimle,coşkun bir ruh ve sağlam bir kanaatle eğilirim…Medeniyet şifresinin miftahı… Bence, yeni alfabeninasıl tarifi budur…. Atılan bu harfler, Türk çocuğu-nun zekâsına bir mânia oluyor… okuma iştahımızkesiliyordu… O elifba, bir zâdegan sınıfı imtiyazı gibimilletin ancak on binde birine ilim rütbesi veriyor;okuma yazmayı bir monopol şekline sokuyor(du).”).Bu destek bilindiği halde, Refik Halid sevgileriAtatürk muhalifliğinden başka bir karineye (ha birde “Türkçeyi çok güzel kullanması” derler, haklarınıyemeyelim) dayanmayanlar, bütün bunları sürgün-den memlekete dönebilmek için asıl fikirlerindenverdiği bir ödün olarak görmeyi ve göstermeyi ter-cih ediyorlardı. Halbuki memlekete döndüktensonra yazdığı onlarca yazıda (aşağıda sadece ikiörneğini veriyoruz, diğerleri için kitaba bakılmasıgerekecek) bu desteği sürdürdüğünü görürüz.1940’ların sonlarında devrin önde gelen birçok ay-dını gibi o da Dil Devrimi adına yapılagelen aşırılık-lardan, Türkçenin ahengini taşımadığını düşündüğüuydurma kelimelerden, sırf yabancı kökenli diyegündelik hayatta herkesin kullandığı kelimelerindeğiştirilmek istenmesinden duyduğu rahatsızlığıifade etmeye başlamış ve bu eleştirilerini hepsürdürmüştür, ama 50’li yani Demokrat Parti’li yıl-lardaki reaksiyoner ve abartılı Osmanlıcacılık eğili-minden de hiç hazzetmediğini, ağdalı Osmanlıcayadönüş gayretlerini beyhude bulduğunu ifade et-mekten de çekinmemiştir.

Bu meselenin inceliklerini kitaba yazacağımsunuşta daha ayrıntılı yazmayı düşündüğüm içinburadaki sunuşu artık bitirerek sizleri (bundansonra da yapacağımız gibi, özgün imlası mümkünolduğunca korunmuş olan) bu iki yazıyla baş başabırakayım...

kitapsız kalmış metinler... hazırlayan: tuncay birkan

edebiyat tarihimizden:

kitapsız kalmışmetinler [I]

tuncay birkan

Page 14: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

13 kuzgun

Refik Halid

OSMANLICANIN SON GÜNLERİ

On, on beş sene sonra Osmanlı Türkçesinden anlayan adam, ancak dil fakültelerinin hu-susî şubelerinde dirsek çürütmüş, camları pertevsiz gibi kabarık gözlüklü, dalgın bakışlıküçük bir küme arasında bulunabilecek... Genç nesil, hele aruz veznile şiir okuyabileninmarifetli âhenk perendeleri karşısında –Üç Ahbap Çavuşlar filminde çit tellerinden rübabçalan aktöre duydukları hayranlıkla– muhakkak el çırpacaklar. Bu hükmü nereden çıkarı-yorum? Yakın zamanda göçmüş Tevfik Fikret, Hâmid gibi şairlerimiz hakkında yapılan tö-renlerle verilen konferanslarda gençlerin okudukları parçalardan! Ya daha eskileri? Bugününedebiyat meraklıları, gösterdikleri iyi niyete rağmen, aruza dil uyduramadıktan başka,Arapça ve İranca kelimeleri de yanlış okuyorlar. Dinleyicilerin ise şiirlerdeki mânayı, us-talığı pek kavrıyamadıkları yüzlerinden, hallerinden belli!

Yıllarca zaman tahsiline emek vererek oldukça keyfini çıkardığım bu edebiyatın, gözleriminönünde, göz karartıcı bir süratle geçmişe karışması, antikalaşması acıklı şey... Fakat neyapalım? Kabahat bizden ziyade milletinkinden ayrı bir yapma dil icat eden zihniyetlerdeve idrâksiz devirlerdedir. Dört buçuk Divanla bir Rübabı Şikeste’yi anlıyacağız diye bu mil-leti kendi diline sahip olmaktan alıkoyamazdık. Meselâ Bâki’nin:

Ey pâybendi dâmgehi kaydi namü nenk

Mısraından –şayet varsa– mâna çıkarması için ona Tuhfei Vehbî ezberletmekte devamedemezdik. Artık Osmanlı şiiri, Arapçadan, Lâtinceden, eski Grekçeden yapılan tercümelergibi, mütehassısların işi olacak. Asıllarını değil, Türkçeye çevrilmiş parçalarını okuyacağızve değerlerini bu bakımdan biçeceğiz. Onlar yine bizimdir; kullandıkları dil ölmüş olacak,lâkin hünerleri millî varlık olarak yine bizde kalacaktır. Lüks bir dille ancak hususî birsalon süslenirdi; bir irfan ülkesi kurulamazdı. Bunu böylece kabul ettikten sonra yapaca-ğımız şudur: Osmanlıcayı hakkile bilenler eksilmeden değerli eserleri bir sayfası o lisan-dan, öbürü Türkçe olarak ehline çevirtmek, tercümelere şimdiden başlamak. Zira bugünonu başaracak yüz kişi varsa yarın beş kişi bulunamıyacak; başarılmasına bugün beş seneyetişirse yarın yüz sene az gelecek. Maarif Vekilliği örnek diye bir tanesini olsun dene-melidir.

Tan, 28 Ocak 1943

kitapsız kalmış metinler... hazırlayan: tuncay birkan

Yıllarca zaman tahsiline emek vererek oldukça keyfini çıkar-dığım bu edebiyatın, gözlerimin önünde, göz karartıcı birsüratle geçmişe karışması, antikalaşması acıklı şey... Fakatne yapalım? Kabahat bizden ziyade milletinkinden ayrı biryapma dil icat eden zihniyetlerde ve idrâksiz devirlerdedir.Dört buçuk Divanla bir Rübabı Şikeste’yi anlıyacağız diyebu milleti kendi diline sahip olmaktan alıkoyamazdık.

Page 15: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

14kuzgun

Zamane çocuklarının yeni harflerle kolay-cacık okuyup yazabilmelerine baktıkçabizim neslin çektikleri gözümde büyüdükçebüyüyor. “Eski harflerle yeniden okumayazma öğreneceksin” deseler bin bahanebulup sıvışacağıma, zorlarlarsa bucak bucakkaçacağıma şüphe yok.

Biz ilk öğretim çağında ve harfleri sökmek,kâğıt üstüne çizmek bahsinde kağnı veöküz arabasile yolculuk edenler gibi ağıraksak gider ve çok zahmet çekerdik. Şimdi-kiler o hususta da otomobile, uçağa binmişsayılabilirler. Harf inkılâbı maarif işindetahta tekerleği kanada ve at ayağını motöreçevirdi.

Bazıları alfabeyi nota sanarak: -Peki, efen-dim ama, diyorlar, çocuklarımız lisandakigüzel âhengi ve şiveyi gitgide kaybedecek-ler. Meselâ “sazende” şeklinde yazılan birsözü, “s”den sonra gelen “a”yı çekmedenokudular mı eyvah! Bu kelimenin hem aslı,hem güzel tarafı “saazende”ye yakın birâhenkle okunup söylenişindedir. [“Ha-nende”yi misal olarak almadım; “hava-nende” şeklinde yazıldığını anlatmak lâfıuzatırdı.]

Eğer “sazende” sözü dilden atılmazsaTürkçe kaldığı müddet bütün nesillerin onubugünkü âhengile söyliyeceklerine kalıbımıbasarım. Lisanda âhenk harflerin aldığı bir-takım işaretlerden değil, kulaktan ve kulakdolgunluğundan gelir. Netekim eski harf-lerle de “sazende” sözünde harfin çekilece-ğini gösteren tek alâmet yoktu. Dahası var:Eski harfler zamanında “ay” ve “âheste” ke-limelerinin başlarında bulunan “a”ların üs-tüne birer met-çekici işareti konduğu haldebirincisini çekmeden, ikincisini çekerekokurduk. İşarete aldanarak ne “aay” derdik,ne de “aaheste”nin meddini yutardık!

Vurguncuya veya vurgunculuk yapamadı-ğına kızıp öfkesini yeni harflerden çıkar-mağa kalkışanlarla sayım suyum yok. Bu,ayrı bir iş, bir ruh haleti meselesidir. Yeniharflerin belki bir eksiği vardır, fakat eskile-rinin azıcık olsun eler tutar yeri yoktur.

* * *

Zorluk çektiğimiz bir nokta da eski imlâdakulaktan işitmediğimiz veya lûgata bakaraköğrenmediğimiz bir kelimeye raslayınca yal-nız âhenk bahsinde değil, o kelimeyi baştansonuna kadar dosdoğru okumamızın birşans işi oluşundaydı.

Şimdi, nihayet kusurumuz bir harfin çekilipçekilmemesi gibi nota inceliğine kalıyor. Ozaman, meselâ en sadesinden:

Kamer hamiresi yahut güneş mürebbası

Gibi bir mısrala karşılaştık mı inşat salapur-yamızı kayaya bindirirdik; dama derdik; di-limiz dönmez olurdu. Zira şu “hamire” yokmu, pekâlâ “humeyre” de okunabilirdi; heleaklımızdan şarap mânasına “hamr”ı geçirir,kendiliğimizden bir şeyler uydurmak ister-sek büsbütün afallardık. Hoş “himyere”veya “hamyere” şeklinde okunmaması içinde bir sebep yoktu ya!

Bu duruma düştük mü üç kurtuluş yolu gö-rünürdü:

1- İşi şansa bırakıp gelişi güzel okumak...Doğru düşerse ne âlâ!

2- Doğru düşmezse dinleyenler arasındadoğrusunu bilmeyenlerin bulunması... Buda bir talih eseriydi.

3- Kelimeyi hem “hamire”, hem “humeyre”sanılacak şekilde, ağız hokkabazlığı yaparak–ne sihirdir, ne keramet, dil çabukluğu ma-rifet– dudak ve gırtlak arasında yuvarlayı-vermek!

En son akla gelen şey, “hamire”nin bizimbildiğimiz “hamur” oluşuydu.

Asıl tuhafı bizler yazarken birçok kelimele-rin mânasını az çok kavrar, fakat nasılokunduğunu tam kestirmeden kâğıda klişeşeklini karalardık. Eski harflerin bu rahatlı-ğını inkâr edemem. Cehaletimiz okumadasırıtırdı ama yazıda hiç belli olmazdı. Me-selâ çoğumuz makalemizde “mıntaka”yıkullanırdık; fakat eski imlâ ile o kelime“mentaka-muntıka-mantıka” vesaire gibiçeşit çeşit okunabilirdi. Muharrire ne? Yük-sek sesle okuyacak ilim ehli zatın bileceği,

kitapsız kalmış metinler... hazırlayan: tuncay birkan

Refik HalidHARFLER ÜZERİNE LÂFLAR

Page 16: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

15 kuzgun

düşüneceği şey! Bizim tasamızda bile ol-mazdı. Bugün okunuşunu beceremediğimizbir kelimeyi yeni harflerle kâğıt üstüne ge-çiremeyiz. İlle öğrenmiş ve öğrendiğimiziyazmış olmamız şarttır.

Hale bakınız ki attığımız harflerle “mültecî”ve “milletci” aynı şekilde yazılan birer keli-meydi. Şunu da meydana vurmaktan kaçın-mıyacağım: “Çemişgezek”in bu tarzdaokunması lâzımgelen bir kasaba adı oldu-ğunu ben bile ancak yeni harflerin kabulün-den sonra öğrenebildim. Önceleri“üstün”ünü “esre”, “esre”sini “ötre” oku-yarak kekeler dururdum!

* * *

Zeytin gibi hepimizin her yerde aynı şekildeokuyup söylediğimiz bir kelimeyi “zeytun”yazmamız cinsinden acayipliklerle noktalı“he”lerle noktasızlarını ve iki gözlü “h”leri,“sin”lerle “sat”ları, “ze”lerle “zı”ları,“zat”ları ayırmak zorlukları üzerinde fazladurmıyalım. İşte şu “fazla” sözünün bile enaşağı şu şekillerde okunması mümkündü:“Fazıla, fazile, fuzla, fizle, fizile, fezzele, fe-zele, hattâ fezeleh, fizelle, fezzelehu!” ve-saire...

Bunlar okunuştaki güçlük... Yazması da be-lâsız değildi. Zira “ze” ve “za” sesi çıkaranüç harf vardı. Biri noktalı “rı”, öbürü noktalı“tı”, sonuncusu da gene noktalı “sat”...

“Zeytin” birincisile, “zalım” ikincisile“zarar” ise üçüncüsile yazılırdı! Bitti mi?Hayır! Beni asıl şaşkına çeviren, bütün eskiharflerin yazıda başa, ortaya, sona geldik-leri ve birbirlerine bitiştikleri vakit aldıklarışekillerdi. Meselâ şişman bakkal karınlı veşaşkın bakkal ağızlı “ayın”, ortaya rasladımı kocaman bedenini kaybeder, kelimeyeminimini ve eğri büğrü bir mikrosefal başlatakılıp kalırdı. Hiçbir istihale – ipek böceği-ninki de dahil– bu derece değişik değildir.

Eski harflerin çoğu ortaya düştüler mimorga kaldırılmış kesik ve ezik kafalara ben-zerlerdi. Tanıyana aşkolsun! Nerede, meselâo bonjur giymiş endamlı, ince belli bir eskizaman jönprömiyesini andıran “mim”in asılbiçimi... nerede başa ve ortaya, hele yan-yana gelince gırtlağından insafsızca bükü-lüp koparılarak bedensiz kalmış, bir veyabirbirine girmiş iki kafacıktan ibaret acıklıhali!

Rahmetli harflerde dişin, insanınkilerdendaha önemli bir rol oynadığını da unutmı-yalım. Çoğu harf, yeni diş çıkaran yavrula-rımız kadar bizi tasaya düşürürdü. İkide bir“kaç dişi var?” diye yoklamak zorundaydık.“Sin” de kemal yaşı üç dişten belli olurdu;“şun” harfinin ise hem üç dişi, hem de üçnoktası bulunması şarttı. Fakat “nun” ile“te-be-se” vesaire ancak birer diş çıkarırlar,ama altta veya üstte yer alan noktaların sa-yısı ile kendilerini tanıtırlardı.

Ancak mikropların keşfinden sonradır kidünya o kadar acayip şekilli bir sürü iriliufaklı, karma karışık kırıntı ve kesintilerindaha birer mânası ve mahiyeti olduğunuanladı!

* * *

Zannetmeyiniz ki eski harf hattatlığını dayereceğim. Sanat bahsine girince iş değişir.Türk hattatı Arap harflerinden dâhîce eser-ler vücuda getirmiştir. Fakat bu, heykeltıra-şın çamurdan, mimarın tuğladan sanatâbideleri yapması, musiki üstadının beş, ondelikli kamışa sihirli bir nağme hassası ve-rişi gibidir. Öyle Türk işi “vav”lar vardır kibakarken Apollon veya Phébus’un dört ha-şarı at koşulmuş iki tekerlekli arabası gibiardında güneşten yelpaze, beni gökleredoğru götürdüğünü, uçtuğumu ve ışıklan-dığımı hissetmişimdir.

“Vav” ki bizim elimize düştüğü, elimizdensavsakça çıktığı zaman kazmaya raslamışbir solucanı veya difteri mikrobunun büyü-tülmüş bir şeklini andırabilir!

Çoğumuza yeni harflerimizin hüsnühattıyoktur gibi geliyor. Bu harflerin de Avrupasanat tarihinde yer almış hattatları ve on-ların da nesillere meşkolmuş hatları vardır.Pul ve madalya üstündeki yazılar üstateserleridir veya üstat eserlerinin kopyeleri-dir. Meselâ evvelki yıl İsviçre’de çıkarılanposta pullarını yalnız “haz” bakımından in-celeyen bir etüt okumuştum.

Yazık ki bizi irfan âlemine asansörle çıkaranharfleri son moda kadın şapkaları kadarkaprisli ve gugurikli şekillere sokmak, züp-peleştirmek, vekarını kırmak, “yeni harflermi? adam sen de... çekiver kuyruğunu,olsun bitsin!” demek hevesine fazla kapıl-dık.

Akşam, 21 Ocak 1945

kitapsız kalmış metinler... hazırlayan: tuncay birkan

Page 17: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

avluda kalmış kadınlar

’konuşamaz kalem ucu kadar, ucu iki açık bir kalem.’atalarsözü

1.kimseler bilmiyormuş, yerle gök arasında bir yerlerdekapanıyormuş tarih ayaklarına, zembereği boşalmış kadınların

çok kadınmışlar, çok yetim!

uyanıp ezan sesine, itilmeselermiş bildiklerinin kıyısından-neymiş efendim- savunabilirmişler de sokağı,

çarşafı bozulmamış yataklardan--

2.işte böyle yok sevmişler şiiri de bir kapı aralığından--

ve böyle böyle avutup kendilerini, sevişmeden doğurmak istemişler bir ülkeyi yeniden.

iki ucu boklu bir değnekmiş ülke, kuyruğu dans ederkenağlayan, tahtada kalan bir zaman;

tek ayak üstünde!

3.hem nerden bileceklermiş ki, yerle gök arasında bir yerlerde olmuş bütün olanlar, yağmur akıyormuş bahçede

durduk yere durmuşlar sonra -evin bir odası göl- gözleriyle bakmışlar boğulan çocuklara. kimseler bilmiyormuş,

gündüz -suyu tükenirse şairin- ölmek yasakmış evlerde--

not:altı çizili satırlarımda da kayıtlıdır; su altında nefes aldıkları--

16kuzgun

ali hikmet eren

Page 18: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

Babam İçin Ağıt(Elegy for My Father )(Robert Strand 1908-1968)

1. BOŞ BEDEN (The Empty Body)

Eller senindi, kollar senindi,

Ama sen kendin yoktun orada.

Gözler senindi ama kapalıydılar ve artık açılamazlardı.

Solgun güneş oradaydı.

Tepenin ak omuzlarında duran ay oradaydı.

Bedford Kanalı’ndan bir rüzgâr oradaydı.

Kışın solgun yeşil ışığı oradaydı.

Ağzın oradaydı,

ama sen kendin yoktun orada.

Karşılıksız kalıyordu sözü, ne vakit biri seslense sana.

Bulutlar alçalarak

kıyı boyunca binaları suya gömüyordu.

Su sessizdi,

martılar dalgın…

Sana eremeyecek olan yıllar, saatler,

Başkalarının bileklerinde dönüyordu.

Artık acı yoktu orada. Bitmişti.

Artık sırlar yoktu. Söyleyecek söz yoktu.

Gölge, küllerini saçıyordu.

Beden senindi ama sen kendin yoktun orada.

Hava o bedenin üzerinde titreşiyordu.

Karanlık eğiliyordu o gözlerin içine.

Ama sen kendin yoktun orada.

* Mark Strand, 1934 Kanada doğumlu ABD’li bir şair, yazar ve çevirmendir.Boş Beden, Mark Strand’ın 1973 yılında yayınlanan The Story of Our Lives(Hayatlarımızın Hikâyesi) adlı kitabında yer alan altı bölümlük Babam İçinAğıt (Elegy for My Father ) adlı şiirinin ilk bölümüdür. Strand’ın 1964 yılındaSleeping with One Eye Open (Tek Gözü Açık Uyumak) adlı şiir kitabıyla baş-layan şairlik macerası 50 yıl büyük bir verimlilikle devam etti. Strand 29 Kasım2014’te ABD’de öldü.

17 kuzgun

mark strand*

İngilizceden çeviren : m.bülent kılıç

Page 19: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

1.türk özbek şiirinin doruk şairlerinden olan çolpan,stalin sosyal faşizminin hışmına uğrayan şairlerinönünde yer alır: “ey dağları göklere selâm veren

büyük ülke!/ başındaki koyu bulut gölgesinin sebebi

ne?” der ve sorar hep türkistan toprakları içün: baş-kaldıran, muhalif, aydın,örgütçü, yazar ve şair çol-pan! asıl adı abdülhamid süleymanoğlu olançolpan, 1897’de [kimi tespitçilere göre: 1893] an-dican’da doğdu. sanat ve edebiyatla uğraşan babasısüleymankul mulla muhammed yunusoğlu,“resvâ” adını kullanarak şiirler yazdı; bir “dîvân”ıda olan baba,çiftçilik ve ticaretle uğraşır. entelek-tüel bir aile çevresinde yetişen çolpan, türk özbekşiirinin önder şairleri arasında yer alır; andican vetaşkent medreselerinde öğrenim gördü; arapça vefarsça bilen çolpan, andican’daki rus okulundarusça da öğrendi; ilerleyen yıllarda ingilizceyi de öğ-rendi: rus ve batı edebiyatlarını da büyük bir vu-kufla bilen bu büyük savaşımcı şair, “kalandar” ve“andican” adlarını da kullanır sanat ve edebiyat ça-lışmalarında. türkiye türkçesini de öğrenen çolpan,türkiye edebiyatını ve edebiyatçılarını izler, ayrıca:özellikle “türk yurdu” dergisini takip eder; ismailgaspıralı’nın türklük atmosferini şekillendiren dü-şünceleri, türkistan’da taraf bulunca doğal olarakçolpan da “dilde, fikirde, işte” sistemi içerisindekendini görevli hisseder ve bu doğrultuda çalışma-larına hız ve yön verir. bu yolla “ceditçiler”, millîhareketin yayılmasında büyük rol oynarlar ve etkinyenilenme ortamını hazırlarlar: münevver kaarî,abdullah evlânî, mahmud hoca behbûdî, ubeydul-lah salih ile hekimzâde niyâzî, abdullah kadirî,abdurrauf fıtrat, çolpan’ın yetişmesinde, olgun-laşmasında yeni, asrî, fikrî yönden zenginleştiriciöznelerdir. özellikle abdurrauf fıtrat’ın 1918 yılındakurduğu “ çağatay gürüngü” adını taşıyan yazarlarörgütü, çolpan’ı daha bir olgunlaştırmıştır.

2.çağatay görüngü yazarlar örgütü, ceditçi hareketindönüştürücü, yenileştirici merkezi olma niteliğiyletürkistan çevreninde entelektüelliği de olmazsaolmaz kılmıştır. çolpan, siyasî planda da kendinigöstermeye başlamış ve görevler üstlenmiştir: baş-kurdistan millî cumhuriyeti reisi’nin genel sekreter-liğini de yaptı; 1917 devrimi’yle başlayansovyetleşme ve sovyetleştirme çizgisinde “millî”düşünceler harekete geçmeye başladılar ve çolpanda kokand’ın kızılorduca topa tutulması sırasındayaralananların tedavisi içün, kızılay hastanesi’ndegönüllü olarak çalışmaya başlar. çolpan, kokand’datoplanan bağımsızlık kurultayı’na da katılır; bu dö-nemde çolpan, kendini yazmaya vermiş; yoğun ola-rak düşünsel yazılar üretmeye başlamıştır: baştaçağatay görüngü; kızıl bayrak; türkroste; iştirakki-yûn; türkistan; buhara ahbarı; sada-yı türkistan; tür-kistan vilayetinin gazeti; dekhan; sada-yı ferganagibi gazete ve dergilerde yer almıştır. oyganış [uya-nış] şiir kitabında yer alan “küreş” şiiri, 1921 mar-tında yazılmış ve topyekûn türkistan bağımsızlıkmücadelesine giden yoldaki sıkıntıları, zorlukları,yoksunlukları ve fakat, inançlı hareket edişin, isya-nın ve savaşın kaçınılmazlığına işaret eder “küreş”şiiriyle çolpan’ın duyarlı sesine dikkat edelim:

“Küreş”

“Bakırguçi, ökirgüçi bir tavuş“Baturlarnıng cân soragan tavşıdır.“Yıkıtguçı agdarguçı kozgalış“Yakındagı zor küreşning başıdır.

“Tenteklerdék barar yerin bilamay,“Unda-bunda özni urgan: düşmandır;“Kéng yürekde tura almay, sıgalmay“Taşıp ketken; yoksuldagı îmândır.”

“Ulug, kattıg, agdarguçı bir küreş,“Ya bar bolış, ya yok bolış:

“—Yok yereş!...”

18kuzgun

çolpan: “Ey tagları köklerge selâm bérgen zor ölke!

Néme uçun başında koyuk bulut kölenge?”

hayati baki

şair ve hakikat/20

Page 20: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

savaş*

[bağıran, haykıran bir sesbaturların: yiğitlerin cân alıcı sesidir.yıkıcı, devirici isyanyakındaki çetin savaşın başıdır.

[delilerce vardığı yeri bilmeden,ona buna kendi özünü vuran düşmandır;geniş yüreğine sığmadantaşarak giden yoksuldaki inançtır.

[ulu, katı, devirici bir savaş,ya var oluş ya yok oluş[tur]:

yoktur barış!...]

3. çolpan’ın genç yaşında yarattığı olgunluk şiirlerineadım attığını görürüz: henüz yirmi iki yaşındadırçolpan. “gözel: güzel”; “kalandar ışkı: kalenderaşkı”; “zerefşân”; “tabiatke: doğaya”; “portena: fır-tına” şiirleri dikkat çekicidir: “özbek yaş şairleri:özbek genç şairleri” antolojisinde yer alan bu şiirler:pastoral ve lirik hislerle klasik biçim ve biçem özel-likleri taşırlar. ilk şiiridir “gözel” şiiri ve yazılış tarihide1919’dur; imdi bu şiire bir göz atalım:

“Gözel”

“Karangu keçede, kökke köz dikip,“Eng yarug yulduzdan séni soraymen“Ul yulduz uyalıp başını büküp,“Eytedir: ‘Mén unı tüşde köremem.’

“Tüşimde köremen şuncalar gözel,“Bizden de gözeldir aydan da gözel!”

“Közimni alamen ay çıkkan yakga,“Başlaymen aydan da séni surmakga“Uçradım tüşimde kömülgen akga!

“Akga kömülgende şuncalar gözel“Ménden de gözeldir, künden de gözel!”

güzel*

[karanlık gecede göğe göz dikip,en parlak yıldızdan seni soruyorum.o yıldız utanıp başını eğerekyanıtlıyor: “ben onu düşümde görüyorum.”

“düşümde görüyorum: o denli güzel ki,“bizden de aydan da güzeldir!”

[gözümü çeviriyorum ay doğduğu yöne,aydan da seni sormaya başlıyorum: diyor ki ay:“rastladım düşümde beyazlara gömülen

“beyaza gömülen o kadar güzel olan“benden de güzeldir, güneşten de güzel!]”

çolpan’ın erken dönem şiirleri 1919-1922’de“özbek yaş şairleri: özbek genç şairleri”antolojisindeyayımlandı: 14 şiirin yer aldığı bu antolojidensonra, çolpan, bağımsız kitaplar yayımlamaya baş-lar; bunlar: “oyganış:uyanış” adıyla, arap harf diz-gesiyle 1922’de taşkent’te yayımlandı: bu kitapta19 şiiri vardır çolpan’ın; “bulaklar:pınarlar”, yinearap harfleriyle 1924’te basıldı ve 26 şiirden oluşur;3. kitabı “tan sırları” da arap harf dizgesiyle1926’da yayımlandı ve 60 şiirdem müteşekkildir:“koşuklarım” adını taşıyan 4. şiir kitabı, ile “saz”şiir kitabı 1935 yılında taşkent’te yayımlanmışlar-dır. koşuklarım ve saz kitaplarını çolpan, çok zorkoşullarda yazmıştır ve stalin’in “temizlik hareketi”zaman diliminin kısıtlayıcı, sosyal faşist zihniyetinbaskıcı ortamının izlerini taşır. çolpan, şiirlerindehece,ikilik, aruz, serbest, dörtlük düzeninde yapı-lara yer vermiştir. elbette, türk şiir geleneğininbaşat şiir yapısı olan hece veznini ağırlıkla kullan-mıştır, çolpan; ve biçim ve biçem yönünden ahenkve ritim; ses ve söz:sözcük uyumu; dil ve söz varlığıbütünselliği; kültür ve atmosfer birlikteliği; us veduygu dengesi; birey ve toplum dayanışması; yerelve ulusal hareket fikir tekliği; özgürlük ve bağım-sızlık yolunda hemhâl olma;… unsurlarıyla özdeş-leşen duyarlıklar örüntüsü egemendir. çolpan’ınözeleştiri bağlamlı şiirler yazdığını da görürüz:“mén kaçmadım” şiirini ‘taşkent’teki ortaklarına:birlikte olduğu fikirdeşlerine adar:

19 kuzgun

“çolpan, şiirlerinde hece, ikilik, aruz, serbest, dörtlük düzenindeyapılara yer vermiştir. elbette, türk şiir geleneğinin başat şiir ya-pısı olan hece veznini ağırlıkla kullanmıştır, çolpan; ve biçim vebiçem yönünden ahenk ve ritim; ses ve söz: sözcük uyumu; dilve söz varlığı bütünselliği; kültür ve atmosfer birlikteliği; us veduygu dengesi; birey ve toplum dayanışması; yerel ve ulusal ha-reket fikir tekliği; özgürlük ve bağımsızlık yolunda hemhâlolma;… unsurlarıyla özdeşleşen duyarlıklar örüntüsü egemendir.

*türkiye türkçesine özbekçeden diliçi uyarlama: hayati baki

Page 21: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

Men Kaçmadım

(Taşkent’den Ortaklarımga)

“Men kaçmadım! –nége meni ‘kaçtıé dép“Yokga munça şavkun-soran kıldıngız?“Kucagını ‘özlik’ine açdı dép,“Ak eynimge (keyimge) kara zincir ildingiz?

“Mén ‘özlik’den köpden beri üzülüp“Köplik’ içre batıp ketken tenemen“U ‘köplik’ning kaygısıda çözülüp“Kolaç atıp, süzüp yürgen yenemen.

“Mén mengiler ölkesiden sanagan“Bir kanatnı takıp alıp kozgaldım;“Şul yolımda yaprakları solmagan“Yaş yagaç’nıng sâyeside tohtaldım.”

ben kaçmadım

[ben kaçmadım! neden kaçtı dedinizyok yere, bunca gürültü kopardınız?kucağını nefsine açtı dedinizlekesiz, tertemiz boynuma kara zincir vurdunuz?

ben çoktan beri üzülüpbenliğimi toplumum içün verdimve halkımın kaygılarında bir olup kulaç atarak yüzüp giden yine benim.

ben bengi ülkeden sayılırımbir kanat takıp isyan ettim;şu yolda, yaprakları solmayangenç ‘ağaç’ın gölgesinde soluklandım.]

4.çolpan, ilerleyen yıllarda genç şairler üzerindeki et-kisi büyür, yükselir; siyasal, düşünsel, toplumsal,şiirsel açılardan: aybek, gaffûr gulam, gayretî,şakir süleymân, aydın, elbek, hamid alimcân,zafer diyâr,… gibi şair ve yazarlar üzerindeki etki-leri, özellikle 1920’lerden sonra, gelişir; ne ki, kimişair ve yazarlar, prolekült doğrultusunda sistemleuyuşurlar ve öz halklarına yabancılaşırlar. bunlararasında şair aybek [taşmuhammedoğlu], kızıl öz-bekistan gazetesinde “şairler nasıl tenkid edilir?”makalesiyle çolpan’ı savunur: yıl, 1927’dir. edwardallworth’ın “uzbek literary politics [özbek edebî si-yaseti]”nden dr. hüseyin özbay’ın özetleyerek ak-tardığı ilgili bölümceden bir fikir edinmemizelzemdir: “ Ruslar ve proleter edebiyatçılar, ideolo-

jisine bakmadan Puşkin’e hayrandır. Çünkü O [çol-pan, hb], Rus dilinin harika örneklerini vermiştir.Çolpan da Puşkin gibi çağdaş Özbek edebiyatındayeni şekiller yaratmış, mistik şiirler yerine yeni,hassas, artistik, estetik zevke uygun harika şiirleryazmıştır. Bugünün genç nesli Çolpan’ın üstün tek-niğini, sade, dilini harika üslûbunu sevmekte ve buyolla da duygularını geliştirmektedir.” [hüseyinözbay, çolpan’ın şiirleri, türk kültürünü araştırmaenstitüsü yayınları, ankara, 1993, ss. 15-6]. istanbul’a gelip türkiye türkçesiyle hemhâl olançolpan, tevfik fikret, mehmet akif ersoy, mehmetemin yurdakul, cenap şahabettin, ziya gökalpgibi yazarlarımızı takip ettiği, okuduğu görülen bubüyük türk şairin rusçadan ve ingilizceden çevirileryaptığını da biliyoruz: rabindranat tagor’dan “se-yahat eden kız”; maksim gorki’den “ana”; carlogozzi’den “princess turandot”; shakespeare’den“hamlet”; ayrıca rus şairlerden de dağınık şiirler ter-cüme eden çolpan, sovyet muhalif şairlerindenaleksandre blok’tan arûz vezniyle taşkent’te 1822ağustos 7’de şu şiiri “mefâ’îlün mefâ’îlün” vezniyletürk özbek türkçesine çevirir:

“Köngil cimdir, savuk kökde,“Karap unga yanıp turgan“Henüz-hâlâ u yulduzlar.

“Bütün etrâf ve her yakda,“Han-altun!’ dép figân kılgan“Talaşçı, galvaçı éller.

“U, cim; lékin, figânlarga“Kulak bérgen ve köz tikken“Uzaklarga-yıraklarga…”

[gönül sâkindir, soğuk gökte,ona bakarak yanıp duranhâlâ o yıldızlardır.

[bütünüyle her çevre her yön,‘ekmek-altın!’ deyip ağlayantelaş içinde, kavgacı ülkeler.

[o, sâkindir; lâkin ağlamalarakulak veren ve göz dikenuzaklara-ıraklara…]

çolpan, verimli bir türk özbek şairi, yazarı, entelek-tüelidir; tiyatro eserleri yazar: “halil-i fereng:kurnazhalil”; “yarkın ay”; “muştumzar”; “öldürgüçi”;“çoban sevgisi”; “ortak karşıbayev”; “çorining koz-

20

*türkiye türkçesine özbekçeden diliçi uyarlama: hayati baki

İmtiyaz Sahibi: Uluslararası Eğitim Öğretim Basın Yayın Mat. Turz Teks.San. ve Tic. Ltd.Şti.adına Serhat Kurbani Turan •Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Serhat Kurbani Turan YayıncıSertifika No: 14684 • ISSN 2149-164X • Yayıncı İletişim ve Reklam Rezarvasyon:Konur Sokak 36/13 Kızılay Ankara Tel: 0312 425 39 20 • Fax:0312-417 57 23 • mail:[email protected]• Baskı: Sarıyıldız Ofset • Sertifika No: 23593 • İvedik Ağaç

İşleri San. Sit. 1354 Cad. 1358. Sok. No: 31 Ostim, Ankara • Baskı Tarihi: 05.02.2015

Genel Yayın Yönetmeni: B i la l Ko lbüken • Yayın Kurulu: Ali Hikmet Eren,Orhan Kandemir, Bilal Kolbüken • web tasarım: Şah in Ay taçmail: kuzgundergi@gmai l .com • web: w w w. k u z g u n d e r g i . c o m

kuzgun edebiyat, kültür ve sanat dergisi • şubat 2015 • Sayı: 1

kuz

gun

kuzgun

Page 22: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

galışı: askerin isyanı”; “polat”; “zamane hatunu”;“uzun kulaklı baba”; “yana üylenemen:yine evleni-yorum ”; tek romanı “keçe ve kündüz: gece ve gün-düz”ü 1937’de yazan çolpan’ın hikâyeleri deşunlardır: “doktor muhammedyâr” [bu öyküyü1914’te kaleme alır]; “elbek” adı altında yayımla-dığı [kışlak kooperatifi; “moskova-semerkant”; “ay-dınlık keçelerde”; “kar koynıda lâle”.

5.1927’den kurşuna dizildiği 1938’e değin, baskılarla,kısıtlamalarla, şiddetle karşılaşan çolpan, ailevî so-runlarla karşılaşır ve ilk eşi saliha hanımdan boşa-nır; sonraları, moskova’da, rus yekaterina ivanovahadiyeva ile evlenir. “millî burjuvaziye hizmetetmek, milletçilik yapmak ve Sovyet sistemine yüzvermemekle suçlanır.” bu yurtsever, yenilikçi, sa-vaşımcı şair, 1934’te tutuklanır: itirafa zorlanır;manevî baskılara uğrar; istediğini elde edemeyensovyet ideolojik aygıtları sistemi, çolpan’ı serbestbırakır; lâkin, 1937’de yeniden tutuklanır: “millî it-tihad” örgütüne üye olmakla suçlanır; tutuklamaevrak tutanağına göre şu suç unsurlarına el ko-yarlar: mektuplar; yazmakta olduğu bir roman veşiirler; türkçe sözlük; kahire’de yayımlanan birdergi; pasaportu; kitaplar; on bir defter; on üç gra-mofon plakları…” [özbay, age, ss. 18-9] “uzunboylu, geniş omuzlu, açık ve feyizli yüzüyle bu büyükşair”, haysiyetli, ödün vermez, kurtuluş mücade-leci, boyun eğmeyen tavrıyla ; iftiralarla; uydurmasuçlarla; entrikalarla sisteme uymaya, hizmet et-meye, rejim lehine yazılar, şiirler yazmaya zorlanan

çolpan, “basmacılık hareketine [osman batur beğ,bu hareketin önemli önderidir.] katılmak; türkistanmes’elesiyle uğraşmak; haricî ‘işbirlikçi’ türkistan-cılarla birlik oluşturmak; Sovyet mahkûmu türklerindurumuyla ilgilenmek; yoğun nüfuslu bir türkistanvatanı kurmak; şiirlerinde 1917 aleyhtarlığı yap-mak; gençlere milliyetçilik ruhu aşılamak; türkçülükyapmak; [bu bağlamda: feyzullah hocayev veturar rıskulov’a yardım etmek!]…

ekim 4, 1938’de kurşuna dizilerek öldürülen çol-pan’ın mezarı gizlenir, bilinmez: 1957’de sscb yük-sek mahkemesi, 4 ekim 1938’deki kararı resmenkaldırır ve çolpan’ın ‘itibarı’ teslim edilir. “bitdi:bitti” şiiriyle bu derin hüznü, bu çileli ömrü, buyasla geçen hayatı anmış, hatırlamış olalım, yeni-den:

“Bitdi”

“Bér kolıngnı şu titregen kolım bilen song def’a“Bir kısayın, songra artık u kollarga tegmek yok.“Közlerigni song metebe tüşür bir közimge;“Kökregimge kirpiklering song mertebe atsun ok.”

bitti

ver elini, şu titreyen ellerim ile tutayım son kezdaha da değmem kolarına, sıkmam artık,gözlerini son kez düşür gözlerime;kirpiklerin, son dafa bağrıma ok atsın.

21

*türkiye türkçesine özbekçeden diliçi uyarlama: hayati baki**bu yazıyı yazarken [dr. hüseyin özbay, çolpan’ın şiirleri: metin-aktarma-inceleme, türk kültürünü araştırma ens-titüsü, ankara, 1993] yararlanılmıştır. hüseyin özbay beğe teşekkürler ediyorum. [hb].***çevriyazıda belli başlı imleri teknik olarak gösteremediğimden [özellişkle, nazal ‘n’yi: ng biçiminde kullandım.]

meneviş sokak

no: 31ayrancı

ankara

ikinci yenikitap, müzik ve diğer şeyler...

kuzgun

Page 23: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

22kuzgun

leyla noruzi

vaz geçiriyorum

kalbimde ölen bu duygu sonunda beni mezarlığa çevirir

günlerim gülsuyu ve hurma tadı verir… yanayım?

sözlerimin ortasında üzerinden atlayacağın bir yer var… otanazi?

damarlarım bunca kılıçtan şişiyor… biliyorum

o gün…

sen keçi aklı ve insan endamınla Yunan miti olmuşsun

bense “seni sevmiyorum” diye tanıklık eden bir guru!

beni gömen yer sahnesine geri dön!

gidiyorum

ama herkesle dolaşacağın bir insanlık yer olma…

meryem habibi

yirmi yedi yaşındayken

yirmi yedi yaşındayken

aşık olursan

çılgınlık şalını

umumi yerlerde bile üzerinde bulundurmalısın

ve özlemini de

gözlerini dikmelisin gözlerine ve sormalısın

öpebilir miyim seni? hemen şimdi? şuracıkta?

yirmi yedi yaşında aşık olmak

yürek ister

birazcık da özgüven

yanıp kebap olduğunun kokusu yükselirse

komşudan diyebilesin diye

bu kadar!iranl

ıka

dın şa

irler

’den

...

türk

çesi: ha

şim

hüsr

evşa

hi

iranlı kadın şairler’den...

türkçesi: haşim hüsrevşahi

Page 24: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

23 kuzgun

ensiye museviyan

yaralı

senden başka

sevgilim!

sayısız erkek sevdim

sayısız omuzda ağladım

öpücüklerimi ve gülüşlerimi

çok dudakla

paylaştım

sayısız erkek,

hepsinin adı aynı

hepsinin yüzü aynı

benzer hançerelerle

sadece

kalbime

bıraktıkları yaraların yeri

farklıdır!

semira noruzi

bu cinayeti kim planladı

ormanı odanın ortasına koydum

masanın arkasında

iki boş sandalye

gündüz ormanın iki ucunda iki fidandılar

şimdi yan yana oturmuşlar

ve saatin kurulmuş kuşlarını dinliyorlar

yemek masanın üzerinde çekiyorum

ırmağa

odaya usulca gir

demişim!

geç vakittir

kadın uyuyakalmış

kuşlar ibrelerle göç etmişler

saatten sadece uluma duyuluyor

bütün ırmak geçince

adam anahtar atıyor kapıya

içeri giriyor

bir yılan vestiyerde kav atıyor

yemekler yenmeye meyilli değil

yılan yatakta kav atıyor

boynuna dolanıyor

eşini yutuyor! iranl

ıka

dın şa

irler

’den

...

türk

çesi: ha

şim

hüsr

evşa

hi

Page 25: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

24kuzgun

önüşüm muhteşem olacak demiştim. Ol-madı. Sessiz sedasız, ezik büzük dönüyorum

aranıza. Zirveye doğru çok hızlı ineceğim diye tut-turmuştum. İndim bak, onu becerdim. Ama aşağıdazirve yokmuş. El kadar iki üç fare, biraz lağım suyu,lahana artığı, yeşillenmiş taşlar, kenarı kırık bir aynaparçası, rengi sararmış birkaç orkid. Hepsi bu.

Kuşları siktir edin dedim, çiçekleri ezin dedim, benne halt yedim? Oysa bütün iftar programlarında to-murcuklar hızla açıyor, kuşlar kanatlarını hakiki birhikmetle çırpıyordu gökyüzüne. Gözümden kaçmış.Dört yapraklı yonca varken sen gidip çatapatı se-versen böyle olur işte, affedersin, makatında pat-latırlar.

Kötülüğün bir felsefe olduğunu ve ışığın kıymetininancak karanlıkta anlaşılacağı fikrini kim sokmuşsasokmuş aklıma. Neyse, geç de olsa anladım haki-kati. Bundan böyle estetik cinayetlerden, kıvırcıksaçlı adamların birbirini yumruklamasından, bızır-dan falan haşa bahsetmeyeceğim. Bu kararımı, gü-nümüzde hakim olan konjonktüre yanaşma çabasıya da döneklik olarak algılamayın lütfen. Yaşını ba-şını almaya başlamış bir adamın olgunlaşma gayretiolarak görün bunu. Mümkün mertebe yararlan-maya çalışın bu durumdan. Bir zamanlar kötülüğünmerkezinde yer alan, karanlık bir edebiyatın, karasanatların peşinden koşan ama hakikati fark edinceyönünü hayatın güzelliklerine çeviren bu faninintecrübelerinden faydalanmaya çalışın. Bu olgunlu-ğun meyvelerini yiyin ağız tadıyla. Tabii mecazi an-lamda!

Elbette böyle yeni bir istikamet tayin etmemde ya-şımın ve tecrübemin katkısı büyük. Gençlikte yapı-yor insan hatalar. Misal, gençken, o yanlış yoldailerlerken şişe çevirmedim mi hiç? Çooook. Ama

insan sonradan pişman oluyor, tövbe ediyor. Hadiçevirdin diyelim, tutamadın kendini… Bari şarap şi-şesi çevireceğime ayran şişesi çevirseymişim… Fiftyfifty yırtardım belki günahtan.

Geçmişe bakıyorum, o puslu geçmişe; yıl 1988. Biredebiyat dergisine verdiğim ilk mülakatta “Hayatınana vatanı sokak aralarıdır” demişim. Çeyrek asırsonra tenzih ediyorum kendimi. Şimdiki aklım olsaderdim ki: Sokaklar tehlikelerle doludur. Hava ka-rarmadan evinize dönün çocuklar. Babanızın eliniöpün, oturun oturduğunuz yerde. Affedersiniz, bokmu var sokakta?

Artık yeraltı edebiyatı, edebiyatta şiddetin yeri gibimevzulara tamamen sırtımı dönüyorum. Kısmetse,sevgiyumağı adlı bu köşeden sizlere muhtelif na-sihatler vermeyi, büyüklere saygı küçüklere sevgigöstermenin ehemmiyetini anlatmayı, ahlaklı ve er-demli şahıslar olmanın ruhi müderrislerinden (mü-derris ne, bilmiyorum ama öğreneceğim inşallah)bahsetmeyi planlıyorum. Bir yandan sevgi ve şef-katin öneminden bahseden edebi nasihatler verir-ken, bir yandan da ilmi meselelere değinmeyi,misal, oral seksin gırtlak kanseri üzerindeki rolün-den tutun da, diz üstü etek giymenin diz ekleminezararlarına kadar, bu tür edepsiz ve kötü fiillerinilmi izahlarını yapmaya ve sizleri Trafik Şube Mü-dürlüğü’ne bağlı bir çekici misali doğru yola doğruçekmeyi arzu ediyorum.

Ve bunların karşılığında hiç kimseden teşvik primi,arazi parsel payı, yurtdışı fuarlarına gidiş dönüş bi-leti ya da şiirlerimin tedrisata alınması gibi dünyevişeyler beklemiyorum. Yeminle. Sizlerin bana göste-receği teveccüh ve hayır duası bana yeter. Gerisinisalla gitsin.

sevgi yumağı [ I ]altay öktem

D

Page 26: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

25 kuzgun

Bazı kelimeler nesirde bir nebze kabul edilebilir ama bir çeşit ruhsüsleme sanatı olan şiire sızmalarına asla müsaade edilmemelidir.Misal: Kıç! Her şeyden önce ayıp bir kelime. Fizyolojik olarak da atıkmaddelerin atıldığı deliği tarif ediyor. Kanalizasyon gibi bir şey yani.Neresi estetik? Bu denli estetik dışı bir kelimenin şiirde ne işi var?

”EĞİLİP ÇİÇEKLERİ KOKLAMANIN FAYDALARIVE FAZİLETİ

Tabiat başlı başına bir fazilettir. Bildiğiniz gibibütün çiçekler bir nizam içinde açılıp açılıp kapanır.Fotosentez denilen solunum şekli sayesinde kar-bondioksiti içlerine alıp oksijeni dışarı verirler; bunuda gün ışığından faydalanarak yaparlar. Gecenin ka-ranlığında salkım salkım açan, güneş yükselince ka-panıp sönen bir çiçek cinsi yoktur hiçbirmemlekette, Afrika dâhil! Tüm çiçekler güneşi gö-rünce açılıp fotosentez yapmaya, hava kararınca dakapanmaya başlar. Bu mucizevi nizam, hiç aksama-dan günler, geceler boyunca devam eder. Ne dersi-niz, bu bir tesadüf olabilir mi? Elbette ki onlarıkapatıp açan bir yüce güç vardır. İşi gücü budur.Çiçek açtırıp kapatmak!

Kadınlar da çiçek gibi naziktir. Tek farkla: Onlar geceaçan, gündüz kapanan nebatlardır. Onlar da aynıçiçekler gibi sapından koparılıp vazoya konulursaüç günde, bilemediniz beş günde solup kururlar. Oyüzden saksıya ekilmeleri, muhtelif zamanlarda su-lanmaları, evde, güneş alan bir nahiyede, meselapencere kenarında muhafaza edilmeleri ve gelişme-leri için zaman zaman yapraklarının okşanması ge-rekir. Neyse, bu başka bir mevzu. Çiçeklerlekadınların ortak özelliklerine başka bir yazıda, te-ferruatlı biçimde değineceğim, söz.

Bu bahiste, eğilip çiçek koklamanın bel eklemlerinefaydasından söz etmek istiyorum. Tabiatı sevme-yen, bu mucizenin farkında olmayan angut bir in-sanla, fırsat buldukça çimenlerde koşan, derin nefesalan, bu mucizevi güzelliğin farkına vararak eğilipçiçekleri koklayan biri arasındaki en büyük fark, belfıtığı görülme sıklığıdır. İlk başta bahsettiğim an-gutların yüzde sekseni, seksen yaşına gelmeden belfıtığı illetine yakalanırken, eğilip çiçek koklamayıadet haline getiren müminlerde, bu eğilip eğilipkalkma amelinin yarattığı kültürfizik sayesinde belfıtığı görülme sıklığı yüzde sıfır nokta altı seviye-sindedir.

Bu, aynı zamanda şiirin gücünü de gösterir. Duy-guların en güzel şekilde ifade edilmesi ve kuşların,böceklerin tarif edilmesi olarak tanımlayabileceği-miz şiir sanatı gücünü bin bir çeşit çiçekten alır.Misal olarak, ne demiş Baki:

Gül hasretinle yollara dutsun kulağınıNergis gibi kıyâmete dek çeksin intizâr

Bakınız, iki dizede iki ayrı çiçek adı geçiyor. Baki’yiokuyan biri, o şevkle çiçeklere musallat olur, hemruhunu ıslah eder bu şiirin derin anlamı sayesinde,hem de gülü, nergisi koklayayım diye eğilip eğilipkalkarken bel fıtığı olma riskinden kurtulur. Yani şiir,ama bu muhteviyattaki bir şiir sadece ruha değil,bedene de sıhhat verir.

KIÇIN YERİ YOKTUR ŞİİRDE…

Bazı kelimeler nesirde bir nebze kabul edilebilir amabir çeşit ruh süsleme sanatı olan şiire sızmalarınaasla müsaade edilmemelidir. Misal: Kıç! Her şeydenönce ayıp bir kelime. Fizyolojik olarak da atık mad-delerin atıldığı deliği tarif ediyor. Kanalizasyon gibibir şey yani. Neresi estetik? Bu denli estetik dışı birkelimenin şiirde ne işi var?

Can Yücel adlı sapkın kişi: “Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdanKelebek gibi girdim kelebek camınızdanTaksinize mülkünüze dairenize...” diye başlıyorKibar Hırsızın Türküsü adlı şiirine, derken allem edipkallem edip hiç de münasip olmayan bir biçimdekonuyu getirip kıça bağlıyor:“Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!Aşk yokmuş sizde beş paralık!Gidiyorum ben boşçakallarSıçmışım ortalık yerinizeKıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık”

Ayıp. Tek kelimeyle ayıp. İlle de konuyu getirip birorgana bağlayacaksan burnumun fosforu de, par-mağımın fosforu de, kıç nereden çıkıyor? Kıçın, dışkıfonksiyonu haricinde hayatta hiçbir şekilde yeri yokki şiirde olsun. Misal, kıçla yapılan cima bile kabuledilemez. Hepimiz biliyoruz ki, en makbul cima po-zisyonu misyonerdir. Bütün kutsal kitaplar istisna-sız biçimde misyoneri tavsiye eder. Neden? Hemhaysiyet, hem sağlık açısından tabii ki. Bir erkeğin,Âdem soyundan gelen bir mahlûkatın altta kalmasıkabul edilemeyeceği için ata binme pozisyonu bilemekruh, aynı zamanda da tehlikelidir. Çünkü mis-yonerin riski yokken, ata binme pozisyonunun,özellikle de hatun kaslıysa kamış kırılmasına nedenolduğu bilinmektedir. Kamış bu; alçı da tutmaz.Dert yani!

Farkındaysanız işin sadece hissiyatı altüst eden ta-rafından değil, ilmi tarafından da bahsediyorum.Cima esnasında zevcenizin gözlerinin içine sevgidolu bir nazar nakşetmenizin bile imkanı yoktur bupozisyonda. Hele de ters oturduysa, affedersinizsadece götünü görürsünüz. Böylece hissiyat kay-bolur. Tek başına bu bile yeterli bir sebep.

Gördüğünüz gibi ahlaklı yaşamak sadece manevi birmesele değil. Aynı zamanda her ahlaksızlığınsomut bir zararı da var. Umarım bu nasihatlerimkulağınıza küpe olmuştur!

Hazır yeri gelmişken şunu da vurgulayayım: Ata-sözlerimiz ve deyimlerimiz asırlarca devam edenkültürümüzden süzülüp gelen değerlerimizdir. Far-kındaysanız, bu söylediklerim “kulağınıza küpeolsun” dedim. Tutup da göbek deliğinize küpeolsun, klitorisinize küpe olsun, demedim. Neden?Çünkü küpe kulağa takılır. Başka vücut nahiyelerinetakan, öyle piercing falan gibi saçmalıklara temayüleden varsa aranızda, hemen çıkarsın. Zararlarını bil-miyorsanız anlatırım. Daha sonra inşallah…

Page 27: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

etmişlerin ortaları. Ortaokul-lise yıllarım. İstan-bul daha bugünkü gibi dolmamış. Şehrin kıyı-

larında boş araziler, tek tük müstakil evler, köşkler,hatta çiftlikler var. Eskilerin yazlık olarak kullandığıtenha kıyı semtlerinde, sayfiyelerde zaman ağır iş-liyor... Ahşap köşklerin paşa dedeleri ölmüş, çocuk-ları göçmüş. Bu küçük saraylar muhterismüteahhitlerden önce kendi azgın bahçelerinin is-tilasına uğramış. Belki içine gariban bir bekçi ailesibırakılmış. Müştemilata sığışmış onlar da... Bahçe-nin her köşesinden fışkıran yeşillikle baş edeme-mişler. Kendi haline bırakmışlar... Havuzdaki sukurumuş, kuyudaki kırmızı balık ölmüş.

Biz ailece o sıralar, 18B numaralı tek bir belediyeotobüsünün ve kara şapkalı, her daim dolu geçenminibüslerin işlediği bir semte taşındık. Cevizi bolbir yer, ismini oradan almış. Yol kenarları, duvarlarıaşıp sokağa taşmış dallardan düşen cevizlerle dolu.Meydanda bir ulu çınarın altında gece gündüz akanbir tatlısu çeşmesi. Kaynağı otoyolun ötesindeyükselen yassı dağın yamaçlarında…

Çocukluğumun aylak günleri. Başımda ilkgençliği-min hayalperest yelleri. Geceleri kitaplara gömülü-yorum. Kara çaylar içiyorum. Boş kâğıtları çizgilerledolduruyorum. Tarama ucu kâğıdın üzerinde gezi-nirken cızırtısı gecenin sessizliğini tırmalıyor. Ma-samın üzeri, kanepe koltuk yüzleri, duvarlar, vetabii elim yüzüm, çıkmayan çini mürekkebi lekele-riyle doluyor. Bacaların içinden baykuş çığlıklarıdinliyorum. Duvarların arkasından, içlerinden geceçıtırtıları…

Sabahları geç kalkıp adaya gidiyorum. Balık tut-maya, midye toplamaya, kitap okumaya, yüz-meye... Babam gemide çalışıyor nasılsa... Ara sıragörüyorum ince suretini, yolcu kalabalığının ara-sında, seviniyorum. Ona görünmüyorum ama. Onuuzaktan, işini yaparken izlemek hoşuma gidiyor.Gece geç vakit dönüyorum eve. Bazen son vapurla.Arkadaşım yok. Bostancı'dan Kozyatağı'na yalnızyürümem gerek. Issız, karanlık sokaklardan, tarla-lardan geçmem gerek. Sinsi siluetlerin,meçhul mırıltıların, çalı fısıltıları-nın, duvar taşı iniltilerinin arasın-dan. En kötüsü de azgın köpekçetelerinin… Gün boyu miskin mis-kin uyuklayıp karanlık basınca can-lanan, dişleri sivrilen, salyalarıköpüren, ruhları azgınlaşan cana-varların. Köşklerin aralık bahçe ka-pılarının arkasından bana doğrukoşan bir tırnak tıkırtısı duymatedirginliğiyle koşar adım yürü-yorum... Ses çıkarmamaya ça-lışarak. Boş arsalardangeçerken duyduğum hışırtıla-rın rüzgârın vurduğu dikenlere

ait olması için dua ediyorum. Yüreğim ağzımda.Göğsümün kafesinde bir toygar kanat çırpıp duru-yor. Ağzımın kapısından çıkıp kurtulmak ister gibi...Vapur karanlığın içinde Bostancı mendireğinin sol-gun ışıklarını sessizce geçip iskeleye yanaşırken, ça-pariyle istavrit yakalayan suskun çımacıyıgördüğümde, hep kızıyorum kendime. Neden bukadar geç kaldın sanki, diyorum... Gene yüreğin pır-pır ederek yürüyeceksin karanlığın içinde. Her tıkırtıtüylerini ürpertecek. Her kıpırtı dizlerinin bağını çö-zecek. Uzaktan bir sokak lambası altında uzayankuyruklu kulaklı gölgeyi görünce yolunu değiştire-ceksin. Orada da neyle karşılaşacağın meçhul...Gene korkacaksın. Öteden gelen bir uluma seniyola mıhlayacak. Elin ayağın kesilecek. Kulaklarındahep tehditkâr bir hırıltı gezinecek. Belki ıssız birtarlanın ortasında karşına aç bir köpek sürüsü çı-kacak. Belki bir hendeğin içine yatırıp bir güzel pa-ralayacaklar seni. Derini yüzecekler. Karnınıdeşecekler. İçorgaların için dalaşacaklar. Kafanı ka-ranlık sokaklarda sürükleyecekler. Sonra da kemik-lerini keyifle kemirecekler. Mezara gömülecek bircesedin bile kalmayacak. Artık kitap okuyamaya-caksın, vapurun kıçından serin sulara neşeyle da-lamayacaksın, tarama ucunu mürekkep şişesinedaldıramayacaksın, ızgara lüfer, mantarlı börek yi-yemeyeceksin. O zaman göreceksin ada iskelesindegeç vakte kadar keyif çatmayı...

Yaz tatillerinin ada dönüşlerinde, güzün boş tarla-larda geçen aylak akşamüstlerinde, kışları uzunokul yolu yürüyüşlerinde, hep bu korkular eşlik ettihayallerime. Köpeklerden korkar oldum o yüzden.Onları karanlığın içinden süzülerek çıkan tehditkârsiluetler olarak gördüm hep. Çalı diplerinde, duvararkalarında, boş tarlaların izbelerinde, pusuda benibekleyen canavarlar sandım onları. Bu yüzden on-lara yaklaşamadım, onlar da sevimli yüzlerini pekgöstermediler bana.

Gene de hayranlıkla baktım onlara. Sevdim onları.Yaklaşmak, dostları olmak isterdim oysa.Sevimli, çirkin, haylaz, oyuncu, ciddi,vahşi, tehditkâr, şaşkın, mazlum,masum yüzlerine dokunmak isterdim.

Yemek yer, hırlaşır, dalaşırken ortayaçıkan apak sivri dişlerinden, kanlıgözlerinden korkmamak, tüylerininarasında kıvıl kıvıl dolaşan böcek-lerden, postlarının ağır kokusun-dan çekinmemek, bedenlerinden

yayılan o vahşi sıcaklıktan ürperme-mek isterdim...

Çocukluğum, ilkgençliğim, aylakgünlerim, ruhumu nasıl biçimlendir-

diniz böyle, ne korkular işlediniziçime?..

26kuzgun

Y

sevdiğim, korktuğum,uzak dostlarım

tuncer erdem

çizi

m: t

un

cer

erde

m

Page 28: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

Tabutun içine yattım ve ölüm birkürtajdır dedim. Kendimi, dünyagezegeninin kasıklarından aldır-mayı başardım. Öldüğümde saaton biri on dört geçiyordu. Şimdine anlamsız rakamlar silsilesi…

Yirmi altı yaşındayım ve benisevgilim öldürdü.

Beni sevgilim neden öldürdü?Fenerbahçe şampiyon olamadığıiçin mi; berber saçlarımı istediğimgibi tıraşlamadığı için mi? Çokçalışıp bilgisayar mühendisi ya daatom fizikçisi olamadığım için mi?

Tabutun içine yattım ve aşk,bağırsak zehirlenmesidir dedim.Mideni aldırırsın ve acıkmaya devam edersin.Götünü keserler ve osurmaya son sürat devamedersin. Tek yediğin açlıktır; kendi etinden teklokma almadan zehirlenirsin.

İnsanlar üstüme toprak attıkça, gıdıklandım vekahkaha attım. Buna yer çekinmesi dedim. Yer beniemdikçe; uzaydan aşağı düştüm; düşeceğim; lütfensaçmalamayın, ne çekinmesi dedim.

Tanrının mı karşısına çıkacağım; yoksa AyhanIşık’ın mı? Yoksa dev bir aynalar kosmosundakendimi görüp durmanın dev eceline mi saplanıpkalacağım?

Ben öldüm ve artık konuşamıyorum. Ağzım1840’lardan kalma ikircikli bir daktiloya döndü.

Yaz kızım; Zombiler, geri döndürülebilir umutlardır;tahayyül ettiğimiz liman Sahra İç İşleri Bakanlığınabağlıdır.

Yaz kızım; Hayalet diye bir şey yoktur; İnsan diyebir şey hiç yoktur.

Yaz kızım; Topraktan geldik toprağa gidiyoruz;arada kalan Yaşam, sancılı bir heyelan araştır-masıdır.

Aynı suda iki kere yıkanılmaz diyen felsefemanyağını lanetliyorum. Gelin gelin. Aynı toprağaiki kere girebilirsiniz. İnsan bir kere doğup üç kereölebilen robotik bir prensiptir. Gece, kinli kibrin kirlikisvesidir. Gecenin jartiyerleri seksi değildir.Gecenin misvakları kutsal değildir.

Tabutum, beşiğin sarsıntısıyla boyutlarını şaşırırkendiyorum ki; Vampirle Görüşme filmini izleyip desevmeyen hiçbir Transylvania’lı bizden değildir!

Beni annem öldürdü. Fazlasevgi, kanserdir çünkü. Çünküfazla sevgi, üstünde uyarı lev-haları olmadan satılmaktadır.

Bağlılık, bağımlılığın önkoşulu… Bağımlılılılılık, nekadar çok ‘lı’ eki; o kadar çokkelepçesiz, bağlı.

Tabuta yattım ve doğmak,başarısız bir süt reklamıdırdedim. Memeler kafatasımınçarkında patladı. Sutyenler,çıplaklığın değil soyunmanınvitrininde asılı!

Beni annem öldürdü.

Beni annem neden öldürdü? Kahveyi taşırdığım içinmi? Ne yapsam da göbeğimi eritemediğim için mi?Bir derginin on dördüncü sayısını hazırlarkenüstüme kullanılmış huzurlar düşürdüğüm için mi?

Toprağın altındayım. Fakir, yayan bir kamikazeyim.Çekik sözlü bir japon balığıyım. Evlenme vaadiylekandırılmış çift kişilik bir gerillayım.

Dünyadan kurtuluşumu solucanlara yem olarakkutluyorum. Yılanlar bayadır bu kadar lezzetlisiniyemediklerini ifade ediyorlar. Kunduzlar, tıknefes,ilerliyorlar. Yeraltında her şey yolunda. Fakat yolnerede?

Yol, benim bir dönemeç olarak sapıldığım yerde.Kandırıldığım tüm çapraz bulmacalarda tükenmezkalemin akıp bittiği zaman diliminde. Yol benim hiçbaşlamayıp çok sonlandırdığım bir sarkacın dönenson hacminde.

Ah yitirilmiş olmanın şömineleri yanardağa çevirensalt huzuru! Huzur, yok olduğum yerde, his-setmediğim kalpte, sevişmediğim sevişte baş gös-terdi. Atomlarıma ayrılırken, parçalananHiroşima’nın küf kokan dağılmasına tutundum.Yokum. Yokum! Bunu diyen ağzım, bunu yazanelim, bunu titreten göğüs kafesim olmasaydı, ne degüzel yoktum!

Tabuta yattım ve aynı toprağa iki kere girilmezdedim.

Yalan söylediğimi anlamasın diye Tanrı, önce doğ-muş, sonra yaşıyor, şimdi ölmüş taklidi yaptım.

Hey! Işıkları kim kapattıysa başaramamış. Işıklarıkapatın! Işıkları kapatın.

Karanlık, gözümün bir yanılgı olarak sürdürülme-sidir.

27 kuzgun

huzurun sokağı yoktur/ sok çıkarı vardır

aytaç ars

Page 29: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

28kuzgun

o kuş!

güneş batarken o kuş kırgın bir rüzgar taşıyordu ağzında

dallar üşüdüğünde bir masal vardı kanatları altında

öpülmedik yer bırakmamıştı oysa çılgın sesinde

delik deşik bir gerilla gibi salınıyordu o dalda!

sözcükler var yeni kuşanır ayaklanmaya

sözcükler var yaralı, kanlı, paramparça

sözcükler var tarla sessizliğinde günebakan

sözcükler var cehennem eşiğinde ayakta!

baharat çarşısı koynunda uğultulu bir kadına çalardı

saçlarını rüzgara vermeye gülsün kuşlar kanardı

büyülü çeşmelere eğilmiş tek başına ebedi

atlılar nefes tutardı atlar kişnemez yangınlı ormanda

o hikayenin sonu bir avluda başladı

iki gözyaşının karıştığı yerde kaf dağında

kanadının rengini ateş tanrıçaları vermişti

ağlayan kuş sürüsü baş ucunda!

bakıldığında öte yanı görünürdü göğsünün

dilinin ucunda köz

dilinin ucunda anlatılmamış bin bir gece

bağışladığı göçtü, sığınmaydı mağaralarında

dağa karşı durduğunda dağın yüreği çırpınırdı

denize karşı durduğunda fırtına

sabaha karşı durduğunda

sis çökerdi sokaklara kendi masalında

ateşe atılan bir tek İbrahim değildi

kuyuya atılan bir tek Yusuf!

sevdasını ezberleten bir tek Zeliha değildi

o kuş öyle uçtu, öyle kondu öyle öldü

o kuş tepetaklak, kırgın bir rüzgar ağzında!

haşim hüsrevşahi

Page 30: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

29 kuzgun

veysel çolak

Unutma Korkusu

Sadece bir kere doğarsınız

gökyüzü kucaklar sizi, sevinir evde kedi

hayatı titretir ilk günden beri gırtlağınızdaki çığlık.

Hep uyandınız sabahı beklemeden

elinizi silahların kabzasına koydunuz

birkaç ordu gezdirdiniz içinizde

oysa anımsatan kıyımlardayız

gözlerimiz yüzümüzden taşıyor

aramıza koyduğumuz korku ölümden büyük.

Kuş beslediniz, iyileştirdiniz hasta bir çiçeği

insanların yüzü soğuk, sevişirken kuraktı bedeniniz

yalnızlık gazetelerde bir renkli haber, akrep iyi arkadaş

dünyada çekilmiş bir fotoğrafta buldunuz kendinizi

Günler eskiticidir ama kimse unutamaz geldiği yeri

bir kadının doğuran ağzını. Böyle diyor dökülen kan.

Etrafımızı iyi kapatmışlar, delip geçmek zor bir başkasını

asker olduk, elimiz koptu bir fabrikada, masallara inandık

bir bıçağın ucuyla uyandırıldık sevgilinin koynunda.

Unutursanız tarih kurtlanır, ufalanır dağınız

gözleri duru çocuk yitirir oyuncağını

kan damlar annelerin memelerinden

atların teri soğur, ufkunuz hiçbir zaman kızarmaz.

Dünya 2014

Page 31: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

CAPEN: Başlangıç noktamız olarak geçmişegitmek istiyorum. Siz, bir zamanlar, ticaret ge-misinde çalışan bir denizciydiniz ve bununnasıl olduğunu merak ediyorum.

AUSTER: Evet bu doğru, Esso yağ tankerinde altıay çalıştım. Okulu bitirdikten sonra bu işi buldum.Hayatta ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Aka-demisyen olmak istemiyordum ki bu benim için enuygun meslekti biliyorum, ama daha fazla okuldaolmak istemiyordum ve hayatımın geri kalanını üni-versitede geçirme fikri çok can sıkıcıydı. Gerçek birmesleğim yoktu, hiçbir hünere sahip değildim, hiç-bir şey için tam olarak çalışmamıştım. Tek istediğimşey yazmaktı – şiirler ve düzyazı. Tabi bu arzumunpara kazanmak için olduğunu biliyordum, ancakmütevazı bir şekilde hayatıma devam etmek zorun-daydım ve daha fazlasına ihtiyacım yoktu; evli de-ğildim ayrıca, çocuklarım da yoktu.

1970’lerde Amerika İstatistik Bürosu’nda bir iş bul-dum. Kilitli Oda’da (The Locked Room), New YorkÜçlemesi’nin (The New York Triology) üçüncü bö-lümünde, anlatıcı, İstatistik Bürosu için çalışmanınnasıl bir şey olduğunu anlatıyor ve ben burda doğ-rudan kendi hayatımdan esinlendim. Kitaptaki gibiinsanlar keşfettim hep. Bu da bir tür merak işte. Herneyse, tam o sıralarda dişimde bir problem yaşadımve dişçiye gitmek zorunda kaldım. Dişçi büyük ci-hazlarını aldı eline, tam dişimi çekmeye hazırdı ki

telefonum çaldı. Arayan, “Peki, gemi burada. Şimdigitmelisin, iki saat içinde gemide olmalısın,” diyenüvey babamdı. Tek hatırladığım dişçinin koltuğun-dan fırladığım ve ona “Özür dilerim, gitmeliyim,”dediğim. Dışarı koştum hemen, New Jersey, Eliza-beth’te soluğu aldım. Ve dişim ancak bir haftasonra Texas, Baytown’da çekildi.

CAPEN: Siz edebiyata ilginç bir şekilde girdi-niz aslında, Fransız edebiyat ile, Sürrealisteserlerin çevirileri ile. 1970’ler sizin açınızdanbunu yapmak için uygun bir dönemdi. Dahasonra 1980’ler kendiliğinden şair yaptı sizi veo dönemden bu döneme ışınlandınız sanki.

AUSTER: En komik olan nedir biliyor musunuz,genç bir adam olarak düzyazı yazmaya çalışıyor-dum ve yazdım da, ancak hiçbir zaman aldığım so-nuçlarla yetinmedim. Yirmili yaşlarımda yazmayabaşladığım ve bitirip yayınladığım iki romanım SonŞeyler Ülkesinde (In the Country of Last Things)veAy Sarayı (Moon Palace). Bu iki kitap üzerinde çokçalıştım ama hiçbirisi istediğim gibi olmadı. Bunlarıbir köşeye bıraktım ve bu noktada düzyazı yaza-madığıma karar verdim ve şiir üzerine çalışmayayoğunlaştım. Her zaman kendi çalışmalarıma des-tek olması açısından da Fransız şiiriyle ilgileniyor-dum. Bu iş, çeviri işine döndü, para kazanmamlazımdı, yemek almak, yalnız bile olsam evimeekmek getirmek zorundaydım. Bu yaptığım hiç hoş

30kuzgun

“Hiçbir şey hakkında kuralcı olabileceğinize inanmıyorum. Yanihayat çok karışık. Belki de yazarın aklında film düşüncesi olmadanyazılan pek çok roman vardır ki bunlar çok başarılı bir şekildesinemaya uyarlanabilir. Bugüne kadar filme dönüştürülen çokbaşarılı romanlar hayal kırıklığı yarattı. Çok nadirdir, romana bağlıkalan çok az film hatırlıyorum. Buna rağmen, hepimizin hikâyelereaç olduğunu düşünüyorum ve romancılar en iyi hikâyeleri anlatırlar.

paula usterSöyleşi: Stephan Capen • Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

söyleşi*

Page 32: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

bir şey değildi aslında, gerçekten sevmiyordum sadece para odaklı çalışmayı.Pek çok vasat kitap çevirdim, hiç ilgimi çekmeyen konular üzerine yazılmışkötü kitaplardı bunlar ve çok az bir gelir getiriyordu bana. Hatta, bir dönem,aşçı olarak çalışsam daha iyi bir hayat süreceğimi düşündüm. Yani o kadarkötüydü durum.

70’lerin ortalarına doğru birkaç tiyatro oyunu yazdım, ama 70’lerin ortalarıydıtam bir krize girdi hayatım, kişisel olarak, sanatçı olarak … Tamamen para-sızdım ve umutsuzdum … ve yazmayı bir süreliğine de olsa tamamen bırak-tım. Bu süre zarfında yaptığım tek şey başka bir isimle dedektif romanlarıyazmak oldu, altı haftalık bir süre, sadece para kazanmak için. Çok parasızdımve bu yazdığım ilk roman türüydü. Bu dönem yaklaşık bir buçuk sene sürdüve hiçbir şey üretmedim bu süre zarfında. 1978’de tekrar yazmaya başladı-ğımda düzyazıya yönelmiştim, ve gerçek şuydu ki tek mısra şiir yazmamıştımbu döneme kadar. Tamamen durmuştum ve tamamen yeniden başlamıştımve hayatımın yazar olarak bu iki dönemi birbirinden çok farklıydı.

CAPEN: Brooklyn’den çok fazla şair çıkmadı bugüne kadar, Whitmanhariç …

AUSTER: Aslında Brooklyn’in çok uzun bir edebi geçmişi var, ve şunu unut-mamalıyız ki Walt Whitman bu tarihin en önemli parçası. Yirminci yüzyılınen büyük yazarlarından bazıları, nesnellik taraftarı olanlar, Brooklyn’de yaşadı,Louis Zukofsky, George Oppen, Charles Reznikoff ve yirminci yüzyılın enbüyük şiirlerinden biri, Köprü (The Bridge), Hart Crane tarafından Brooklyn’deyazıldı. Aslında Amerika’da Brooklyn dışında büyük şiirlere ve şairlere ev sa-hipliği yapan başka bir yer yok.

CAPEN: Kurt Vonnegut, bir kitabı bitirdiğinde, onun artık kendisindençıktığını ve dünyaya ait olduğunu düşünüyor. Bu düşünceye katılıyormusunuz?

AUSTER: Evet, bu düşünceye tüm kalbimle katılıyorum. Kitap sizin kitabınız.Her sayfadaki her virgülden ve harften, her şeyden siz sorumlusunuz. Sonrabırakıyorsunuz tüm bu sorumluluğunuzu ve dünyaya sunuyorsunuz eserinizive dünyanın sizin yarattığınız bu şeyle ne yapacağını tahmin bile edemiyor-sunuz. Aslında yarattığınız şeyi korumak zorundasınız, aptal birinin bunualıp mahvetmesine izin veremezsiniz. Bu kadar katı olduğuma bakmayın, aynızamanda eserleri çok sıkı bir şekilde korumanın da doğru olmadığını düşü-nüyorum. Kitaplarımdan biri, Cam Kent (City of Glass), çizgi romana dönüş-türüldü, tüm proje, arkadaşım Art Spiegelman tarafından yürütüldü. Ve eğerArt bu projeye katılırsa, bu projenin çok kaliteli olacağına inanıyordum. Ancaksonuç tam bir felaketti. Başka bir roman, Şans Müziği (The Music of Chance),sadece beyaz perdeye aktarılmadı, adamın biri tarafından iki yıl önce bale gös-terisi olarak düzenlendi.

CAPEN: Bir süreliğine metafiziksel düşünelim. Yazar olarak bir çeşit tünelinbaşında durduğunuza ve hikâyenin tam orada sizi beklediğine inanıyor mu-sunuz?

AUSTER: Şey, evet, dünyanın ne kadar karmaşık ve gizemli olabileceğini tah-min bile edemezsiniz. Aslında romanı (Son Şeyler Ülkesinde) yazma sürecindeaklımda hep bir alt başlık vardı, bu başlığı kullanmayacaktım ama bir çeşityardımcıydı bana, “Anna Blume Yirminci Yüzyılda Yürüyor.” Bu romanın dü-şüncesiydi. Şimdi yirminci yüzyılın sonlarında başka bir korku sardı beni, vebu ilk defa olan bir şey değil. Garip şeyler, garip titreşimler, tam da orada.

Gördüğünüz gibi, filmlerin aksine kitaplarda ilginç olan şey, her zaman kitabacevap veren bir kişi vardır, bu sadece seyirci değildir filmlerdeki gibi, etkileşimlibir ilişki oluşur. Bu, ben yazar ve sen okuyucu arasındadır ve ikimiz bir sayfadabirlikteyizdir ve bence burası insanların bilinçlerinin buluşabileceği en uygunyerdir. Ve bu yüzdendir ki kitaplar hiçbir zaman ölmez. Bu mümkün değildir.Bir yabancının zihnine girdiğimiz an bu andır ve bu tüm insanlığın bir arayageldiği noktadır. Bu yüzden bir kitap sadece yazara ait değildir, ayrıca okuyu-cuya da aittir ve kitabı beraber kitap yaparsınız.CAPEN: Artık sizden çıkmış kitaplara geri dönersek eğer … YönetmenPhilip Haas Şans Müziği’ni aldı ve bence çok iyi bir iş çıkardı ama ta-mamen kitabın dışına çıktı bunu yaparken.

AUSTER: Çok komik aslında, ben gençken filmlerle çok ilgileniyordum, hatta

31 kuzgun

”Gördüğünüz gibi,

filmlerin aksinekitaplarda ilginç

olan şey, herzaman kitaba

cevap veren birkişi vardır, bu sadece

seyirci değildirfilmlerdeki gibi,

etkileşimli bir ilişki oluşur.

Bu, ben yazar vesen okuyucu

arasındadır ve ikimiz bir

sayfada birlikteyizdir

ve bence burası insanların

bilinçlerinin buluşabileceği

en uygun yerdir. Ve bu yüzdendirki kitaplar hiçbir

zaman ölmez.

Page 33: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

bir ara gelecekte yapmak istediğim mesleğin bu ol-duğunu düşündüm, ama sonra vazgeçtim. Hemenbundan sonra da insanların beni arayıp filme çevir-mek isteyecekleri romanları yazmaya başladım vebu beni yeniden filmler konusunda düşünmeye itti.Şans Müziği yayınlandığında, pek çok kişi bu ese-rimle ilgilendiğini söyledi. Philip Haas’ın parasıyoktu, daha önce hiçbir romanı sinemaya uyarla-mamıştı ama romanı çok iyi anlamıştı ve yapacağışey benim için bir şeref olacaktı. Belki de bunun ol-masına izin vermek hiç akıllıca değildir. Belki de iyibir şeyin ortaya çıkması mümkündür. Bu konudaaklım çok karışık, ikiye bölünmüş gibi. Ancak, bu-güne kadar yazmış olduğum romanlardan en çokbu sinemaya uyarlanmaya uygundu.

CAPEN: Film ve roman arasındaki büyük fark… Annie Dillard, “Roman-lar filme dönüştürülebilmedüşüncesiyle yazılır vebaygın ancak yıkıcı bir ko-kusu vardır,” diyor ve ya-zarları ciddi romanyazmak istiyorlarsa bu dü-şünceyi akıllarından bilegeçirmeme konusundauyarıyor. Bu konuda nedüşünüyorsunuz?

AUSTER: Hiçbir şey hak-kında kuralcı olabileceğinizeinanmıyorum. Yani hayat çokkarışık. Belki de yazarın ak-lında film düşüncesi olma-dan yazılan pek çok romanvardır ki bunlar çok başarılı bir şekilde sinemayauyarlanabilir. Bugüne kadar filme dönüştürülen çokbaşarılı romanlar hayal kırıklığı yarattı. Çok nadirdir,romana bağlı kalan çok az film hatırlıyorum. Bunarağmen, hepimizin hikâyelere aç olduğunu düşü-nüyorum ve romancılar en iyi hikâyeleri anlatırlar.

CAPEN: John Irving, en sevdiği romanın Tho-mas Mann’ın Büyülü Dağ (Der Zauberberg)adlı romanı olduğunu söylemişti ve bunu pekçok kez okumuş. Sizin için de böyle bir kitapvar mı?

AUSTER: Aslında birden fazla var, ama sadece bi-rini söylemem gerekiyorsa, geri dönerek pek çokkez okuduğum tek kitap Don Kişot’tur (Don Qui-xote). Benim için tek kitap budur. Tüm romancılarınbugüne kadar karşılaştığı tüm sorunları inceliyor vebunu hayal edilebilecek en güzel ve insani biçimdeyapıyor.

CAPEN: Yeni bir roman yazmayı düşünüyormusunuz?

AUSTER: Yeni bir kitap bitirdim, bir roman değil,roman dışında kalan bir çalışma. Aslında anlatmasıçok zor bir çalışma. Bunu para konusunda otobi-yografik bir makale olarak tanımlayabiliriz. Para ko-nusunda, para kazanma konusunda değil. Buçalışmamın adı, Cebi Delik (Hand to Mouth: A

Chronicle of Early Failure).Bunu bitirir bitirmez dahaönce başladığım bir romanıtamamlayacağım.

CAPEN: Son bir şey. LouReed, Blue in the Face(Karanlık Sokaklar) adlıfilmde otuz beş yıldırNew York’tan çıkmaya ça-lıştığını söylüyor, amabunu başaramadığı or-tada. Sizin de arzunuz bumu? Ya da siz zaten heryere dağılmış evlerinizlebunu başardınız mı?

AUSTER: Hayır, burada yada orada dağılmış evlerim yok, bir tane evim var yıl-lardır yaşadığım. New York’ta yaşamak isteyip is-temediğim konusunda hep çok kararsız kaldım.Sanırım, Lou’nun filmde söylediği gibi herkes bunuyaşıyor; doğduğunuz, yaşadığınız yerle aranızda birsevgi ya da nefret ilişkisi doğuyor. Ama birkaç yılönce burada kalmam gerektiğini anladım. Uzun va-dede burada olmamın daha iyi olacağını fark ettim.Bu nedenle kalıyorum. Belki sonra, belki yolun birkısmında fikrimi değiştirebilirim. Ancak şimdi veyakın gelecekte hiçbir yere gitmiyorum.

32kuzgun

Deli gibi dönüp duran bir roman, Kuzgunkara. İnsanlığın te-pesinde. Bağıra çağıra dolaşıyor. Farklı dönemlerde yazılan altımektubun seslerine dikkat. Hepsi edebiyatın köklerine zincirlerlebağlı. Ama bugüne kadar okuduğunuz metinler gibi değil bunlar,romanı oluşturan bu mektuplar. Tamamı her gün raflarda rast-ladığınız romanların tersine, bu kökleri (zincirleri) kırmayaçalışıyor. Yer yer Poe, Joyce, Proust gibi artık çok büyük isimlerinsilahlarını anlatı tekniklerinin kullanarak Burada editörümüzünsesi biraz daha belirginleşsin: Kurguda ve dilde öne sürdüğü baştadağınık görünen, ama dikkatli baıldığında çok iyi işlenmiş- yeni-liklerle, bizi önce anlamsılzığa terk etti, ardından hızla içeri çekti.Editörün ve yazarının mektupları bu yüzden romanın artık birparçası oldu. En başta ilk okurlarına editörlerine- çok çektiren buroman, sizin de baş belanız olacak. Son yıllarda, anlatının zincir-lerini kırmaya çalışan bir roman olarak başınızın üstünde dönüpduracak. Dönüp bir kez daha okuyacaksınız. Bir kez daha. Bir daha!

Turan Dağlı • Kuzgunkara • Koyu Kitap Yayınları

Page 34: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

33 kuzgun

350 numaralı ruh mu?

-Evet.

-Dün mü ölmüştünüz?

-Evet. Bahçede güneşlenirken.

-Peki. Şimdi dikkatinizi biraz bana verebilirsenizsize formalite icabı birkaç soru soracağım. Biliyor-sunuz, burası epey kalabalık ve müşterilerimizeebedi istirahatleri için uygun yerler bulmayaçalışıyoruz. Şimdi, kısaca hayatınızdan bahsedermisiniz lütfen?

-Bahsedecek pek bir şey yok. Olağan şeyler. GüneyAdası’nda doğdum, burada bir okulda okuma yaz-mayı, toplama çıkarmayı, “Yaz Tatilim, “Hayal-lerim” gibi başlıkları olan kompozisyonlar yazmayıöğrendim.

- En çok ne olmak istemiştiniz?

- Bir mucit, kâşif ya da kaptan.

- Olabildiniz mi peki?

- Hayır, tabi ki olamadım. Bunlar küçükken bahçedeevcilik oynarken kurduğumuz hayallerdi. Aslınabakarsanız, Emily Barker adında bir kadınla erkenyaşta evlendim.

- Emily Barker mı? İsimleriniz de var, öyle mi?

- Var tabi, olmaz mı? Mesela benim adım Harry,kardeşiminki Dick, kız kardeşiminki ise Molly idi.Bu size biraz garip geldi galiba, öyle mi?

- Bizim burada işler biraz farklı da! Neyse, buyurun,siz devam edin.

Söyleyecek fazla bir şey yok, daha önce desöylediğim gibi, alışkanlıkları olan varlıklarız. Küçükbir evde yaşadım, dört çocuğum oldu, bahçe iş-lerinde çalıştım. Her günümüz yemek, uyku ve ken-dini tekrar eden başka keyiflerle geçer, hafta sonlarısinemaya gider, Cuma günleri saat beşte yağlarıdonmuş balık ve çiğ patates yemek için barauğrardık. Hafta sonu geldi mi futbol oynardık; fut-bol bir çeşit oyun… Her gün böyle ıvır zıvır işlerlegeçerdi.

-Anladım, gayet basit bir varoluş biçimi. Peki, hiçdüşmanınız oldu mu?

- Olmaz mı hiç! Hepimizin düşmanı vardır. Mesela,göklerde uçuşan, üzerimize atlayıp bizi alıpgötürmek için fırsat kollayan büyük kara ölüm düş-manımızdır. Bildiğiniz gibi, böyle bir ölüm dünbahçede güneşlenirken beni yakaladı. Çok tuhafdeğil mi? Gelecek yıl “Acı kaybımız”, “Unutulma-yacaksın” filan diye gazetelerde ilanı da çıkacak.

-Gazeteleriniz de mi var?

-Elbette. Ayrıca, güreş müsabakaları ve diziler içinradyomuz, hatta kitaplarımız bile var. Müziğimizde var. Bazılarımız dans eder, resim yapar. Amabana üç öğün yemek ve başımı sokacak bir yer verinyeter.

- Demek müzik ve dans da var ha?

- Var, var ama benim o işlerle alakam yok. Onlardünyada kalıcı bir iz bırakmaya çalışıyorlar; bencerüzgardaki kumdan farkları yok. Çok komik!

- Pekala, 350 no’lu ruh, bu kadarı yeterli. Şimdibiraz beklerseniz, size ebedi istirahatgâhınızı vere-ceğim: Daima taze kalacak, güzel bir yaprak, birazküçük ama rahattır.

- Ne? Yaprak mı? Ama ben insandım. İnsanoğluöyle yaprakta falan yaşayamaz!

- Üzgünüm ama, yapabileceğim bir şey yok.Yaprağınızı getiriyorum.

- Bakın, size söyleyeyim. Ben bir insandım. Derlerya, “endamı ve davranışlarıyla bir melek gibi.”Gülmüşlüğüm, ağlamışlığım, âşık olmuşluğum var,hatırlayabiliyorum ve düşünebiliyorum. Bak nasıldüşünüyorum ama! Düşünebiliyorum!

- Buyrun 350 no’lu ruh; işte özsuyu yıllarca tüken-meyecek yaprağınız. Elbette yalnız olacaksınız. Buyüzden endişelenmeyin; bu sizi rahatsız edecekkara kuzgunlar olmayacak demek. Burada gön-lünüzce yiyip içebilir, uyuyabilirsiniz. Hatta dilers-eniz burada kalıcı bir iz bile bırakabilirsiniz.Unutmayın, tepenizde uçuşup sizi rahatsız edecekkara kuzgunlar olmayacak.

öykü

Ruh janet frame*

* Yazar hakkında: Janet Frame, 1924’te Yeni Zelanda'nın Güney Adası'nda doğdu. Yazma işinin bir kadın için “gerçekbir iş” olarak görülmediği dönemlerde Frame, edebiyat ve doğaya olan sevgisinden asla vazgeçmeyen bir yazardı.Hayatı boyunca pek çok zorluk yaşadı ve şizofreni tanısıyla bir akıl hastanesinde tedavi altına alındı. İşte bu dönemde“Ruh” ‘un da içinde bulunduğu “The Lagoon and the Other Stories” isimli eserini bitirdi ve bu eserle doktorlarınaşizofren hastası olmadığını kanıtladı. Bunun dışında 12 roman, 3 hikâye ve 1 şiir koleksiyonu ile 3 bölümlü bir oto-biyografisi yayınlanan Frame, pek çok edebiyat ödülüne layık görülmüştür. Edebiyat tarihinde böylesine önemli biryazarın Türkçe’ye çevrilmiş eserlerinin sayısı yalnızca ikidir. (Baykuşlar Öterken ve Bir Başka Yaza Doğru) Bu yüzdenyazarın hayatını tümüyle değiştiren The Lagoon adlı öykü kitabının bir parçasından bit öyküyü Türkçe’ye kazandırmakbizim için büyük bir mutluluk kaynağıdır.

** Bu çeviri Doğuş Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerinin Doç Dr. Mine Özyurt Kılıç lider-liğinde yürüttükleri çeviri atölye çalışmalarının bir ürünüdür. Çevirenler: Kaan Onur Kaftanoğlu, Melike Öztürk,Metin Utku Eren, Ardacan Özdemir, Esil Erkal, Derya Arıkan.

Page 35: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

34kuzgun

arda karapınar

bundan sonra her şey kâfi

terk edilmiş bir koronun final şarkısıyız

piç bilinmiş notalarla sesleniyoruz dünyaya

seslendiğimiz biziz yani varlığımız riya

içimizde solosunu bekleyen nebi çocuklar

bölündüğü bütüne aşık atomlar da var

müpheme doğru bir ruh tutulması yaşıyoruz bitti bitecek

kiminiz cüret diyecek buna kimi başa dönecek

milat ıskalıyoruz imha arzuluyoruz

çözemiyoruz iniltinin kaç kez yinelendiğini

suretimiz kaç ıslanmış ağacın kuru bıraktığı toprak çözemiyoruz

çözdüğümüz şehvetten felsefeye felsefeden mateme

çözüldüğümüz özelden müptezele müptezelden eskiye

tanrıya sorsak oku ümmete sorsak eza diyor

cesareti esaretten ayırıyor doğuyla batı

sessizlik çok gürültülü bundan susmak istemiyoruz

terk edilmiş bir koroyuz adımız biraz kudüs biraz amsterdam

zimmetine geçtiğimiz hayat öznemizde deniyor kabuslarını

yanlış bir akordu kurtarır gibi çatlak bir enstrümanı onarır gibi

son şarkımızı söylüyoruz ölmüş bir besteciyi ağlatır gibi

aşk sözcükleri aryalar bemoller diyezler örgütlüyoruz

kendimizi öğütlüyoruz tarihe doğar doğmaz ölmeyi öğrenir gibi

artık bitiriyoruz şüpheye yer yok

bıraktığımız tek ses sallanan bir yüzüğün ritmi

bizden öncesi telaş bizden sonrası sessizlik

dünyanın özetiyiz işte insanın zahirisi

mirasımız imâmız mirasımız kalbe mecbur olmak tesellisi

terk edilmiş bir koronun final şarkısıyız

vedaya sesleniyoruz hicaz söylüyoruz dünyaya

içimizde öldürdüğü vakte aşık yüzyıllar

bis yapmayı bekleyen nankör tufanlar da var

kasım 2014 istanbul

Page 36: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

35 kuzgun

Suların Bilmediği

Bir anlam ister gökyüzü göğe bak ve gülümse

Bir anlam ister toprak alnının acısından

Acı da anlamak da değer gülümsemeye

Değer gülümsemeye açılan sızı sudan

Sen daha bilgilisin ateş daha bilgesi

Küle sor bir tarihin esaslı kızlarını

Doğurulur bilirsin sözcüğün de annesi

Öldürülür bilirsin kim öperse zarını

Oyna daha bir oyna ayinde parmakların

Daha çekil ve sağal yazıdan saraylara

Sulardan ne aldıysa sesi parmaklarının

Ateşten onu alır ve çekilir sulara

Sonbahar Bir Soğuk

Selanik’te sarışın bir Suriyeli kız çocuğu, dili esmer.

Selanik dediysem Ankara’nın Selanik Caddesi

Dilinin esmerliğinde bütün bir Ortadoğu

Konuşurken beliğ acı çekerken kekeme

İki beliğinden dökülür Dicle tek koldan; kan

Henüz çocuk göğsünde en sıcak rüzgâr eser

Ondan üşümez belli…

-Üşür, hem de nasıl!

Örtmüş de giysisini son kalan çocuğuna

Öyle ölmüş annesi!

mehmet aycı

Page 37: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

36kuzgun

bilâl kolbüken

kurşun uyku

[içerde]

karanlık koridorun korkulu kıyısına kapattım kapımı—

elbette, sonra hızlıca uzaklaştım oradanterleyen uzun ve şişman bir kekeme cümleden tırnaklarını yiyen ve ayak parmaklarını bükerek oturan bir cüce sessizliktensürekli duvardaki saate bakan iri ve çekik gözlü bir kırmızı kan lekesindenyani metaforların ve imgelerin ve eğretilemelerin yaralayıcı tuzaklarındanve yanılsamaların ve yanılgıların ve yanlış anlamaların ve kendine söylenen yalanların

tuzaklarından

evet, hızlıca uzaklaştım oradan—

sonra başka uykulardan uyandırıldım muğlak sözcükler ve demir sopalarla—

[eksi yirmi derecede nasıl terler ten?]

(öğrendim)

sonra duydum kokusunu karanlığın, sırları dökülmüş bir ayna gibi dökülüverdim, hiç zor olmadı—

[ve kopkoyu bir karanlık nasıl olur konuşur insanla?]

(işittim)

sonra başka uykulara yatırıldım, tende söndürülen sigara ve tende söndürülen arzularla—

[ve sözcükler nasıl tükenir kuruyup yok olur buharlaşır nasıl, henüz dile kavuşmadan?]

(gördüm)

[(öğrendim, gördüm, işittim: hayat boşluk tanımıyor!)]

“[...]yatağın üstünde vücut, beden görünmüyor, sadece yastıkların üstünde birer kafatasıvar… yalnız hafif bi ışıltılı iki tane göz var… burun bile erimiş kalmamış, sanki böyleince bir çubuk gibi kalmış. kulaklar yok… bakıyorsun sadece bir kafatası, yatağınüstünde!... durdum öyle onlara baktım, o bir tanesi dedi; “ana” dedi “kimi arıyorsun?”…dedim; “cemal arat!*” “bak!” dedi, “o duvarın dibindeki!” on yatak böyleydi, onun yatağı böyle tekti. eğildimüstüne, yüzünü öptüm. dedim: “cemalim nasılsın ana kurban!”… demek hissetti, gözünüaçtı baktı, tabi görmüyor, gözler görmüyor artık… dedi: “anne sen misin?” ben onuöpünce… dedim: “evet benim!”. dedi: “sesini yükseltsene!” dedim: “ana kurban nasılsın?dedi: “çok iyiyim!”**

*cemal arat: 2 mart 1984'te, diyarbakır 5 nolu cezaevi'nde, cezaevindeki işkence ve baskı rejimini protesto etmekiçin girdiği ölüm orucunda öldü. 35. koğuşta kalıyordu. annesi sakine arat'a göre, "evinde kürtçe alfabe bulunduğu"için gözaltına alınmıştı.

**diyarbakır 5 nolu cezaevi belgeseli, (yönetmen çayan demirel, 2009) cemal arat’ın annesi sakine arat’ın anlat-tıklarından…

Page 38: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ş iir

37 kuzgun

ve ben, tüm bunlardan söz ettikçe sana

kırıcı bir hesaplaşmaölümcül bir hayat

ve incitici bazı sorulargiriyor aramıza…

ve aşınıyorve formunu

ve tınısınıve rengini yitiriyor

eskiden pek çok anlam yüklediğimiz kimi iyi ve güzel sözcükler.

karanlık koridorun korkulu kıyısına kapattım kapımı—

[arkada]

sonra başka uykulardan uyandırıldım muğlak sözcükler ve demir sopalarla—

beni uyandıranın gözlerine baktım hışımla ve nefretle ve korkuyla

gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan, kırpmadan.gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan, kırpmadan.gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan!

[daha kaç kere söylemeliyim?]

— gözleri, ağlamaktan, kızarmış, bir sessizlikti, gözlerime, bakan!

[anlamak, bu kadar zor mu?]

kalabalıklaşıyorum. çoğalıyorum. gürültüsü artıyor içindeki uğultunun.uğultusu artıyor içimdeki gürültünün.ölüleri çoğalıyor, mezarlıkları sığmaz oluyor içimin bozkırınabaşımdaki korkunç ağrı, kalbimdeki metal yorgunluğukalbimdeki ve demir sopalarla şişirilmiş parmaklarımdaki metal yorgunluğukalbimdeki ve soğuk betonla terbiye edilmiş sırtımdaki metal yorgunluğutanımazlıktan geliyor beni kalabalık içinde karşılaştığımızda ve görmezlikten!tanımazlıktan geliyor beni içimdeki kabalalıkta karşılaştığımızda ve görmezlikten!

oysa gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan, yalan değil!karanlık koridorun korkulu kıyısına kapattım kapımı ve hemen uzaklaştım oradan—

Page 39: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

evgili karakedi,

uzundur yazmadım sana, yazamadım. bundanböyle daha sık yazmaya çalışırım. seni unuttuğumudüşünme sakın. öncelikle iyi haber; şiire verdiğimuzunca aranın ardından, yeniden okumaya, yaz-maya başladım. okuduklarımdan sana da söz ede-ceğim, yazdıklarımı göreceksin elbet, dertleşeceğiz.

bilim, insan ömrünü uzatıyormuş ya karakedi, bu-nunla bir ilgisi var mıdır bilmiyorum ama, şiire baş-lama yaşı da hayli yükseldi son zamanlarda. yaşamageç tutunmuş, hırçınlıkları ve âsilikleri zamanla tör-pülenmiş pek çok kifâyetsiz muhteris, sosyal statüve kimlik edinme arayışını şiire de bulaştırdı neyazık ki. gerçi bu bulaşı hep vardı ya, son dönemdedaha bir salgın’a dönüştü sanki. kendilerini milatolarak gören ve edeb’in merkezinde olduklarınısanan bu kişilerin her birinin kendi özerk bölgeleri,yetki alanları, komşuluk ilişkileri ve hatta ‘çay saat-leri’ var. davetlerine gitmiyorum karakedi. bu has-talığa karşı tek başıma bir şeyler yapabilir miyim,bilmiyorum. benim gibi düşünenlerle bir ‘panzehir’bulacağız sanıyorum; konuşmaya başladık son gün-lerde.

hani sen kirlendiğinde kendinle sevişiyorsun ya; te-mizlenmek için… insanlar sevişince kirlendiklerini sanıyorlar karakedi; aramızdaki fark bu! (sevişmiyoruzda üstelik; sevişmeyi günah sanıyoruz!) o kadar kirlendik ki; o kadar kirlendi ki şiir; hayati baki’nin sözüyle;‘mantar gibi çoğalan dergilerde, kara para aklar gibi kara şiir aklanıyor’ oldu artık.

sevgili karakedi,

seninle yazışmadığımız sürede, şiire değil ama, ‘yükselen kir değerler’e küsen pek çok şair oldu. çoğu gö-nüllü olarak dışladı kendini, uzak durdu şiirlerini yayımlamaktan. artık ‘görsel’ bir çağ vardı çünkü; neyazdığın değil kime yazdığın, nasıl yazdığın değil ‘kim ile’ yazdığın, neyi-kimi okuduğun değil, okumadığınve hiç okumayacağın ‘lağım çukurları’ soruldu sana; bilgini test etmek için. konuşursan yalnız kalıyordun.durumu kabullenemezsen eğer, şiir bile değildi yazdıkların! şiirinin yanında fotoğrafın olmadan şiirin ya-yımlanmamaya başladı mesela. üstelik senin haberin olmasa da bir yerlerden bulundu ve konuverdi fo-toğrafın şiirinin tepesine. özel pozlar verdi kimileri sırf bu amaçla. mümkün olsa, şiiri yerine, sadece kendifotoğraflarını koyacak şairler(!) türedi son günlerde…

seni şapkalı ve sağ patinde bir pipo varken düşünüyorum karakedi. efkârlı duruyorsun fotoğrafta; dalgınve gizemli. fotoğrafının altında da gayet insâni bir şiir var. komik olmaz mıydı gerçekten? sen bile gülerdinkendi haline!

38kuzgun

sevgili karakedi [ I ]

ali hikmet eren

S

karakediye mektuplar

Page 40: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

ya okuma yaşı karakedi? okuma yaşını bilmiyorum ama, okumama yaşı da hızla yükseliyor. herkes çev-resinden, kankalarından, sosyal medyadan, ‘duyduğu ya da gördüğü kadar’ besleniyor. simbioz bir öğ-renme şekli, zamanla alışkanlık da oldu karakedi. yazanların bile başka yazanları okumadığı bir ortamda,neyi, nasıl tartışabiliriz ki; kimle, nerede tartışabiliriz hem? okuru (varsa eğer; ki var!), ne kadar suçlaya-biliriz? sorunun tespiti, çözümün de başlangıcı olmalı… ben düşüneceğim bu konularda, sen de düşün,yaz emi.

çözümün ne olacağı konusunda, inan, sürekli düşünüyorum karakedi. bana göre, gençler koyacak sonnoktayı. onlara güvenmek zorundayız. yine de tereddütlerim yok mu bu konuda, var! gençler, karmaşanın,duygusal gelgitlerinin çıkmazında yazılan anlam yoksunu metinleri, anlaşılamıyor olmayı, imgeyoğun birşiir sanıyorlar karakedi. hatta onlar bile kimi zaman kendilerini anlamadıkları için, farklı ve biricik olduk-larını düşünüyorlar.

geçmişte yazılanlara bakıp, daha da iyi yazdıklarını sanıyor gençler; belki haklılar da. ikinci yeni’den onlarakalanlar, anlamadıklarımız, anlatamadıklarımız, yaşadıklarının ve çağın da trajik yapısıyla, onlara doğruyolda olduklarını hissettiriyor. son dönemde gençlerin yazdığı şiir, modern olamadan postmodern olmuş,benmerkezci, kapalı (değil belki de, içine kapanık!), deneyen, dille oynayan, belki sözcüklerin yüklendiğibir bilgisayarda rastlantısal olarak yapılan-yaptırılan, anlamın ikinci plana itildiği, yapay imgenin hakimolduğu ‘hazır şiir’ olarak çıkıyor karşıma. farkındayım karakedi, cümle fazlasıyla uzun oldu... ama artıkne dediğimin ben de farkında değilim be karakedi.

‘kapalı şiir’ ya da ‘şiir kapalı’ konularında dertleniyorum biliyorsun. farklı olmanın, farklı görünmeye ça-lışmanın da bir bedeli var karakedi. ‘genç şiire’ de anlatmak gerekiyor bunu. eğer fazla kapanırsa bir şiir,görünmez de olabilir; sen biliyorsun bunu!

‘şiir el öpmez’ demiştim ya yıllar önce, ‘ustasına karşı gelen bir çıraktır!’ demiştim ya şiir için, artık, zaten‘çırak’ kalmadığı gibi, şiir kıç bile öpebiliyor karakedi. titanlaşan, saadet zincirine dönen edebiyat orta-mında, kimin onayladığı belli olmayan ustalık belgesiyle başlanıp şiire, poetikalarını da ‘çok olan’ danyana kurabiliyor şiiri yazanlar.

artık, tanındığın kadar varsın şiirde karakedi; yazdıklarınla değil, profil resminle varsın. toplu bir fotoğrafta,‘yanında kimlerin olduğu kadar’ adamsın! tek başına bir hiç’sin.

yukarıda yazdıklarımdan kastım, gençlerin yazdığı ‘genç şiiri’ ötelemek, bir kenara atmak değil karakedi.sıkı örnekleri de var onların yazdığı şiirin. abileri, ablaları kadar şanslı değiller üstelik; çoğunun matbaayıyeniden keşfedecek ekonomik özgürlükleri, etraflarında, sırf kendi kimliklerini kabul için onların yazdık-larını olumlayacak kişiler ya da üyesi oldukları dernekler yok; erteleyebilecekleri çok şeyleri de var genç-lerin!

sevgili karakedi,

dert mi yok insan hayatında! canını sıktımsa bağışla. sana yazdıklarımı bizden biri okusa, itin götüne so-kardı beni! (benzetmede hata olmasın; itleri sevdiğini de biliyorum.) sana da yazmasam, kime yazarım kibunları!

sonraki mektubumda, ece deden hakkında yazacağım sana. ayrıca biri yeni yayımlanmaya başlayan, diğeribir süredir yayın hayatına devam eden iki ‘genç’ dergiden söz edeceğim; şerhh ve gard. sana anlattığımkonulardan örnekler var bu dergilerde. ne sıklıkla, süsüne kaçmadan yazabilirsem, bekleyip göreceğiz.öyle kal…

ali.

39 kuzgun

‘şiir el öpmez’ demiştim ya yıllar önce, ‘ustasına karşıgelen bir çıraktır!’ demiştim ya şiir için, artık, zaten‘çırak’ kalmadığı gibi, şiir kıç bile öpebiliyor karakedi.titanlaşan, saadet zincirine dönen edebiyat ortamında,kimin onayladığı belli olmayan ustalık belgesiylebaşlanıp şiire, poetikalarını da ‘çok olan’ dan yanakurabiliyor şiiri yazanlar.

Page 41: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

olur

olmaz,

olmaz

olurum

illüstrasyon ve metin: esra sabık turgutkuzgun

Page 42: kuzgun dergi - şubat 1. sayı

41

encereden dışarıya baktığımızda, içinde bulundu-ğumuz mekâna ilişkin bir belleğin de bize eşlikettiğinin farkında olmayız çok zaman. Ya, kendi

içimizdekiler? -Soru biraz o tarafa çekse de buradakiamaç, Lacan’ın ‘görünür dünyanın eşiği’ diyerekönümüze koyduğu ‘ayna imgesi’ne dalmak değildir.-Dışarısı yoğun bir dikkatle bizi kendine çekmiştir;ama içerisi de derinden derine ‘işlemekte’dir. Baktı-ğımız yerde buluşmuştur ikisi de... Peki, baktığımızyer Kızıl Avlu (Serapion) gibi bir mekânsa? İçeri vedışarısı çoktan birleşmiştir belki de. İmgeleme (ta-hayyül) denilen o mucizevî şeye sahip olmak insandoğamız gereğidir elbette; ama bununla birlikte, ta-rihe, mitolojiye ve Ege’ye düşkünlük söz konusu isemekân daha bir canlanacaktır.

Deklanşörü Ege ve hayatın ayrıntıları için çalışanNesrin Ermiş’in Kızıl Avlu’dan gösterdiği ‘dünya’,bu ilginç yapının da içinde bulunduğu Bergama’dır.Birçok kültürü ve çağı buluşturan bir şehirdir Perga-mon. Tepede, kalıntıların bile görkemli durduğu Ak-ropol’den, insanlara şifa dağıttığı için Zeus tarafındanöldürülen sağlık tanrısı Asklepios’un mekânı Askle-pion’a varan çok sayıda tarih emanetiyle dolu bir‘müze’ şehir. Yaptığı işle, yeraltını (ölüm ülkesini) ıs-sızlaştırabileceği endişesiyle Hades’in şikâyeti üze-rine katledilmiştir Asklepios… Bergama, yaşam-ölümdöngüsünü, ilginç biçimde, yapılarında barındıran birşehir: Asklepios’un başına gelenlerden dolayı mıdırbilinmez; yeraltı önemsenmiştir. Halk arasında KızılAvlu olarak ünlenen Serapion da bunun örneği zaten:‘Roma görkemi’ni yansıtan bu yapı, M.S. II. Yüzyıldainşa edilerek Yeraltına (Serapis) adanmış; sonradanbazilikaya dönüştürülmüştür. Serapis’e ilişkin inanç-lar, Eski Mısır’ın Osiris-İsis mitosları ile Ptah’ın‘Apis’leri arasında bağlantı kurulan bir sentezinürünü sayılır. Tarihine bakıldığında Bergama’da, ay-

rıca, yaşamı simgeleyen yeryüzü-bereket tanrıçasıDemeter ile kızı (Ölüm ülkesi-Yeraltı’nın tanrıçası)Persefone’ye ilişkin ayinlerin (ritüel) birlikte gerçek-leştiği görülmektedir. Selinos Çayı’nın Serapion’da,avlunun altındaki tünellerle iki koldan geçirilmesi deYeraltı’na ilişkin bir tasarımın ürünü değil midir?

Diğer bir nokta, negatif bir ayraç: Yapı olarak görkemibir yana, tuğlalı renginden dolayı öyle adlandırılmışolsa da Kızıl Avlu adıyla bile insanı tarihin kanlı say-falarına yolluyor: Orduların kanlı yürüyüşü, savaşarabaları, savaş borusundan önceki sessizlik; yakılan,yağmalanan kentler, kanayan meydanlar, cengâverler,galip ve mağluplar, zalim ve mazlumlar… Bu adıniçinden kanın sesi duyuluyor sanki! Ama bu ses ta-rihten işitilmiyor mu zaten? Tanrılar, onların soyun-dan geldiklerini iddia eden krallar; kısaca ‘iktidarınsicili’ kanla yazılmamış mıdır? Nitekim devasa yapı-ların harcında kan da var…

Kızıl Avlu, Nesrin Ermiş’in objektifinden ‘yukarıdoğru’ bakıyor; Pergamon’un geçmişine belki de.Çünkü kent tepelerden ovaya doğru yayılmış; farklızamanlara ait her bir yapı da bu yönelişe uygun bi-çimde inşa edilmiş sanki. ‘Yukarıda’ Akropolün za-mana inat ayakta duran kalıntılarıyla; sütunlar,tiyatro alanları, sunaklar, lahitler, kulelerle aşağılaradoğru uzanan bir kent… Bu antik kentin öyküsünüparşömene yazmak için gerekli olan ‘Pergamon de-risi’ni hayal etmek bile zordur. Tarihi bu denli yüklübir kenti tek bir ‘öykü’ anlatabilir mi peki? ‘Yenidenyazılacak’ öyküleri de tıpkı eski tarihçilerin anlattığıgibi, mitoslarla tarihsel bilginin, söylentiyle gerçeğiniç içe geçtiği öyküler olacaktır. Belki de bu denliyoğun bir birikim, başka türlü anlatılamayacağı içinveya duygu ve hayâli devre dışı bırakmaya izin ver-meyecek derecede çeşitli ve kışkırtıcı olduğu içindirkim bilir?

PFo

toğr

af: N

esri

n E

rmiş

kızıl avlu’dan dünya...

aydın afacan