8
1 Kültür - Sanat - Edebiyat Yıl: 2016 - 2017 Sayı: 2 Murat ASLAN YONGA Kelimeler, kelimelerSessiz konuşmaların dostları, Eşyaya açılan gözlerimiz, Malumu ilam eden enlem ve boylam. Aklımıza antik gramer, Nesnelerin düşsel resimleri, Ufkumuzu bitiren o son çizgi, Dünyayı tanzim etme yeteneğimiz. Kendimize nanik yaptığımız sırı dökülmüş ayna, Zihin dünyamızın pörsümüş haritaları, Duygu ve düşüncelerimizin aktığı zarif kanalcıklar, Bazen yetmiyor dediğimiz kuru ırmak. Kimi zaman bir güç yarışında küheylan, Kimi zaman gönül dağlayan yangın. Bir gönle girivermenin adı. Samet ERYILDIZ YAŞAMAK AĞRISI KelimelerSihirlidir. Cümleleri oluşturmanın, duyguyu ifade etmenin yegâne anahtarı. Öyle bir anahtar ki her kapıyı açan ya da tüm kapıları kapatan. Kelimeler insan zihninde şekillenir. İnsan elindedir. İyiyi, doğruyu, güzeli de konuşabilirsin. Zehir zemberek cümlelerle kalp de kırabilirsin. Adaleti anlatabilirsin, baharı, bir arının uçuşunu. Şiddeti, kötülüğü de çağırabilirsin kelimelerinle. Zekâ ve bilginin yetmediği yerde hep şiddeti çağırmıştır kelimeler mesela. Güçlüdür. Bazen bir oktur bazen kalemin ucundan damlayan yağmur damlası. Kelimeler kalbe saplanır ya da ince ince çiseler kâğıdının üstüne. Sözcükler fikri oluşturur, düşünmenin temelidir. Biriktirdiğimiz hisler, izler kadar deriniz, zenginiz. Söylenemeyenler dile gelir. Bazen bir şiirde ya da bir türküde. Kelimelere dökülür yaşamak ağrısı. Yaşamak derim. Kısaca böyle bir şey. Kendini ifade etmeye çalışmak. ‘’Biriktirdiğin hissiyatları, yarım kalmışlıkları, anlatamadıklarını, sustuklarını anlatmaya çalışmak.’’ Doğru kelimeyi seçmek, seçebilmek. ‘’Kelimeler kaybettiğimiz, kavuşamadığımız, özlediğimiz ne varsa hepsinin özeti, çektiklerimizin şeceresi, anlatamadıklarımızın ifadesi değil midir?’’ İnsanın içi ağrır mı hiç? Kelimeler ki çok güçlüdür- kifayetsiz kalır mı? Tarifi mümkün olmayan acılar sözcüklere zincir vurabilir mi? Sözgelimi bir şehit evladının acısı cümlelere sığar mı? Tabutu göstererek ‘’Benim babam burada uyuyor.’’ diyen çocuğa, söylenebilecek cümlemiz kaldı mı? Kelimeler güçlüdür bazı anlar hariç. Öyle anlar vardır ki yutkunursun tüm sözcükleri. Tüm saatleri durdurmak istersin. Ruhuna, zihnine dolanları konuşamazsın. Zamana bırakırsın, avunursun ya da zaman sana bırakır. Kelimeler bazı anlamları çağırmıyor artık. Anlamlar bazı kelimelere sığmıyor. Ayrılık mesela. Yakıcı bir maddedir. Can, yanıcı bir madde. Canın yanar dünyada olup bitenlere. Sözcükler anlamları çağırmıyor artık, evrende yankılandığıyla kalıyor belki de. Umut diyelim, umutla yaşıyoruz derler. Umut öldürmez, mütemadiyen süründürür. İşkenceyi uzatır. Karanlık, çirkinler için güzel bir yer olabilir. Çocuklar için korkunç bir yer. Yalnızlar için ise tam aranan yer. Yalnızlık karanlıkta görünmez. Özlem, ruha sinmiş bekleyiştir. Vuslatı olur mu bilinmez. Ölüm eşitliktir. İyi, kötü, güzel, çirkin tüm insanlar için kaçınılmaz son ve başlangıç. Ölmek kolaydır. Yaşamayı becerebildik mi? Yaşatmayı, sevmeyi, saygı duymayı. Kelimeler güzeli çağırmalı. Dualarda buluşturabilir yürekleri, en ağır beddualarda da. Tarifi mümkün tüm duygular güzelliklerle anlatılmalı. Kalbi kırmak kolayken kalbe girmeye çalışmalı. Dünya anlaşılmayı bekliyor tüm bu bilinmezlikte. Kaçınılmaz sona varırken sözlüğümüzden atmamız gereken çok kelime var. Sözlüğümüze almamız gereken iyi niyetler var. Tarihimiz, kültürümüz aynamızdır. O aynada göreceğimiz, görmemiz gereken dersler var. Kaçınılmaz sona varırken ölmeden eşit olmak da var. Mezarda hepimiz aynıyız. Boyu uzun, kısa, zengin, fakir hepimiz eşit. Heybemizde bu dünyada yaptıklarımızdan başka bir şey olmayacak. Ölümü bile ‘’onlar/biz’’ diye ayırıyorsak yanlış yerdeyiz. Eşitiz ve ikiye ayrılıyoruz. İyiler ve kötüler. Kelimelerin anlamını yitirdiği yerde anlamsızlaşanlardanız. Sözcüklerin gücüne inanmalıyız. Ceylan AYDIN

Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

1

Kültür - Sanat - Edebiyat

Yıl: 2016 - 2017Sayı: 2

Murat ASLAN

YONGA

Kelimeler, kelimeler…

Sessiz konuşmaların dostları,

Eşyaya açılan gözlerimiz,

Malumu ilam eden enlem ve boylam.

Aklımıza antik gramer,

Nesnelerin düşsel resimleri,

Ufkumuzu bitiren o son çizgi,

Dünyayı tanzim etme yeteneğimiz.

Kendimize nanik yaptığımız sırı dökülmüş ayna,

Zihin dünyamızın pörsümüş haritaları,

Duygu ve düşüncelerimizin aktığı zarif kanalcıklar,

Bazen yetmiyor dediğimiz kuru ırmak.

Kimi zaman bir güç yarışında küheylan,

Kimi zaman gönül dağlayan yangın.

Bir gönle girivermenin adı.

Samet ERYILDIZ

YAŞAMAKAĞRISI

Kelimeler… Sihirlidir. Cümleleri oluşturmanın, duyguyu ifade

etmenin yegâne anahtarı. Öyle bir anahtar ki her kapıyı açan ya da

tüm kapıları kapatan. Kelimeler insan zihninde şekillenir. İnsan

elindedir. İyiyi, doğruyu, güzeli de konuşabilirsin. Zehir zemberek

cümlelerle kalp de kırabilirsin. Adaleti anlatabilirsin, baharı, bir arının

uçuşunu. Şiddeti, kötülüğü de çağırabilirsin kelimelerinle. Zekâ ve

bilginin yetmediği yerde hep şiddeti çağırmıştır kelimeler mesela.

Güçlüdür. Bazen bir oktur bazen kalemin ucundan damlayan yağmur

damlası. Kelimeler kalbe saplanır ya da ince ince çiseler kâğıdının

üstüne. Sözcükler fikri oluşturur, düşünmenin temelidir.

Biriktirdiğimiz hisler, izler kadar deriniz, zenginiz.

Söylenemeyenler dile gelir. Bazen bir şiirde ya da bir türküde.

Kelimelere dökülür yaşamak ağrısı. Yaşamak derim. Kısaca böyle bir

şey. Kendini ifade etmeye çalışmak. ‘’Biriktirdiğin hissiyatları, yarım

kalmışlıkları, anlatamadıklarını, sustuklarını anlatmaya çalışmak.’’

Doğru kelimeyi seçmek, seçebilmek. ‘’Kelimeler kaybettiğimiz,

kavuşamadığımız, özlediğimiz ne varsa hepsinin özeti, çektiklerimizin

şeceresi, anlatamadıklarımızın ifadesi değil midir?’’

İnsanın içi ağrır mı hiç? Kelimeler –ki çok güçlüdür- kifayetsiz

kalır mı? Tarifi mümkün olmayan acılar sözcüklere zincir vurabilir

mi? Sözgelimi bir şehit evladının acısı cümlelere sığar mı? Tabutu

göstererek ‘’Benim babam burada uyuyor.’’ diyen çocuğa,

söylenebilecek cümlemiz kaldı mı? Kelimeler güçlüdür bazı anlar

hariç.

Öyle anlar vardır ki yutkunursun tüm sözcükleri. Tüm saatleri

durdurmak istersin. Ruhuna, zihnine dolanları konuşamazsın.

Zamana bırakırsın, avunursun ya da zaman sana bırakır.

Kelimeler bazı anlamları çağırmıyor artık. Anlamlar bazı

kelimelere sığmıyor. Ayrılık mesela. Yakıcı bir maddedir. Can,

yanıcı bir madde. Canın yanar dünyada olup bitenlere. Sözcükler

anlamları çağırmıyor artık, evrende yankılandığıyla kalıyor belki

de. Umut diyelim, umutla yaşıyoruz derler. Umut öldürmez,

mütemadiyen süründürür. İşkenceyi uzatır. Karanlık, çirkinler için

güzel bir yer olabilir. Çocuklar için korkunç bir yer. Yalnızlar için

ise tam aranan yer. Yalnızlık karanlıkta görünmez. Özlem, ruha

sinmiş bekleyiştir. Vuslatı olur mu bilinmez. Ölüm eşitliktir. İyi,

kötü, güzel, çirkin tüm insanlar için kaçınılmaz son ve başlangıç.

Ölmek kolaydır. Yaşamayı becerebildik mi? Yaşatmayı, sevmeyi,

saygı duymayı. Kelimeler güzeli çağırmalı. Dualarda buluşturabilir

yürekleri, en ağır beddualarda da. Tarifi mümkün tüm duygular

güzelliklerle anlatılmalı. Kalbi kırmak kolayken kalbe girmeye

çalışmalı. Dünya anlaşılmayı bekliyor tüm bu bilinmezlikte.

Kaçınılmaz sona varırken sözlüğümüzden atmamız gereken çok

kelime var. Sözlüğümüze almamız gereken iyi niyetler var.

Tarihimiz, kültürümüz aynamızdır. O aynada göreceğimiz,

görmemiz gereken dersler var. Kaçınılmaz sona varırken ölmeden

eşit olmak da var. Mezarda hepimiz aynıyız. Boyu uzun, kısa,

zengin, fakir hepimiz eşit. Heybemizde bu dünyada

yaptıklarımızdan başka bir şey olmayacak. Ölümü bile

‘’onlar/biz’’ diye ayırıyorsak yanlış yerdeyiz. Eşitiz ve ikiye

ayrılıyoruz. İyiler ve kötüler. Kelimelerin anlamını yitirdiği yerde

anlamsızlaşanlardanız. Sözcüklerin gücüne inanmalıyız.

Ceylan AYDIN

Page 2: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

Hayallerinizi gerçekleştirme uğrunda sıkıntılar yaşayacak, acılar

çekeceksiniz. Belki terk edilecek, tek başına kalacaksınız. İşte o zaman

elinizi kalbinizin üzerine koyun ve unutmayın o kalp için çarpan bir kalp

var. Sonsuzluk yolunun yolcularıyız biz. Önemli olan bu yolda

düşmemek değil, düşseniz bile tekrar kalkabilmektir. Cismen yanınızda

olmasak bile dualarımız sizinle olacaktır her daim.

Bir amacınız olmalı mutlaka. Amacı olanlar tarihe yön verenlerdir.

Gayesiz yaşamak cinayettir. Kendini yok etmektir. Seneca der ki: “Bazı

insanlar hayatta hiçbir gayeye sahip olmadan yaşarlar. Böyle insanlar bir

nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Onlar gitmezler;

ancak suyun akışına kapılarak akarlar.” Lakin gayeniz nihaî gayeler, ulvî

gayeler olmalı ki melekler gayenize ulaşmada yardımcınız olsun. Bir

davanız olmalı mukaddes mi mukaddes… Evet, sen “Sakarya”sın. Bu

dava sana düştü. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:

“Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?

Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!”

Büyük başların büyük derdi olur bilinciyle hareket edeceksiniz.

Bütün bir hayat boyunca iffet abidesi olacaksınız. Gözleriniz,

kulaklarınız ve bütün uzuvlarınız harama kapalı olacak ve bileceksiniz ki

iffet gözlerde başlar. Nur suresinin 31. Ayeti yoldaşın olacak:’’Mü’min

kadınlara da söyle: Hain bakışlardan sakınıp, zarafetlerini koruyarak

önlerine baksınlar. Namus ve iffetlerini korusunlar…’’ Ve bileceksiniz ki

iffetiniz giderse her şeyiniz gider; kendinize saygınız, sevinciniz,

huzurunu… İffetin en pahalı elmaslardan daha değerli olduğu şuuruyla

yaşayacaksınız.

Süsünüz edep olacak ve sizi her türlü mücevherattan daha değerli

kılacak. “Hayâ (utanma duygusu ) imandandır.” sözü düsturunuz olacak.

Hayâsızlıktan uzak duracaksınız. M Akif’in dediği gibi:

Hayâ sıyrılmış inmiş,

Öyle yüzsüzlük ki her yerde.

Ne çirkin yüzler örtermiş,

Meğer bir incecik perde.”

Etrafınızı iffetsizlik deryası sarsa da yine direnecek, Hz Yusuf

olacaksınız. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:

“Yusuf baştan aşağı iffet olduktan sonra

Züleyha baştan aşağı afet olsa ne yazar.”

Ben sizlerin masumiyetine hayranım lakin dikkat ediniz ki kimse sizi

masumiyetinizden vurmasın. Zira mümin uyanık olmak zorundadır.

Basiretiyle kendini koruyabilmeli kurda kuşa yem olmamalıdır.

Sizler bizim bal arılarımızsınız. Hangi çiçeğe konacağınızı bilirsiniz.

İnanıyorum ki bir gün dünyanın en güzel balını sizler yapacaksınız.

Zaman zaman üzüldük, kızdı sizlere… Ama sizlere dair ümidinizi hiç

kaybetmedik. Sizler her zaman ümidimiz, istikbalimiz olacaksınız.

Ahmet Arif’in şiirini size ithaf ediyor, sevgiyle kucaklıyorum.

Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip...

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne - üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının...

Dayan kitap ile

Dayan iş ile.

Tırnak ile diş ile,

Umut ile sevda ile düş ile

Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,

Namuslu, genç ellerinle.

Kızlarım,

Oğullarım var gelecekte,

Her biri vazgeçilmez cihan parçası.

Kaç bin yıllık hasretimin koncası,

Gözlerinden,

Gözlerinden öperim,

Bir umudum sende,

Anlıyor musun?2

Yurdagül Yıldırım ALTUN

BU BİRAŞK

Yirmi yıldır sönmeyen bir ateş… Her dem yeniden canlanan

bir kor ateş… Ve hep yeniden yeniden yaşamak istediğim bir

aşktır öğrencilerimle geçirdiğim anlar…

Acıyı, kederi, sevinci, mutluluğu hep sizinle yaşadım

canlarım. Bazen güneş gibi sımsıcaktınız… Bazen sisli, dumanlı

dağlar gibi kederliydiniz. Sizler gülünce yıldız yıldız gökyüzüm

oldunuz. Kederlenince sizler kapkaranlık oldu dünyam. Bir anne

şefkatiyle bağrıma basmak istedim sizleri.

Gerçek olan şu ki iki cihanda da mutlu olmanız içindi çabam.

Her biriniz ayrı bir dünyaydınız, keşfedilmeyi bekleyen. Sizleri

keşfetmekten hiç usanmadım. Sizi her keşfedişimde sizlerle

yeniden doğdum. Yaşama sevincim oldunuz. Dünyayı ve

içindekileri sizlerleyken unuttum. Lakin sizin acılarınızı

unutmadım. Geceleri uyuyamadım. Dualar ettim hep iyi olasınız

diye.

Etrafınızı bir ahtapot gibi şer, kötülük kaplasa da biliyorum

ki içinizdeki iman size güç verecek Allah u Ekber diyerek

keseceksiniz şer odaklarının kollarını. İçinizdeki sevgiyle

dünyayı kuşatacaksınız. Aklınızla doğruyu yanlışı ayıracak,

değerlerinizle milletimizi yeniden olması gereken yerlere

getireceksiniz. Ve unutmayacaksınız: ”Ya öğrenen ya öğreten

ya dinleyen ya da seven ol. Bunların dışında beşincisi olma

helak olursun.’’ Düsturuna uygun bir hayatı tercih edeceksiniz.

Öncelikle değerleriniz olacak, insan-ı kâmil olma yolunda

adımlar atacaksınız. Hakiki kazancın bu olduğu idrakiyle üstüne

başarılar inşa edeceksiniz. Milli, manevi değerlere sahip

olmayanın hiçbir şey olamayacağının bilincinde olacaksınız.

Asla Allah ile aranıza bir aracı koymayacak onun size şah

damarınızdan daha yakın olduğu bilinciyle yaşayacaksınız. Siz

Allah ile beraber olma şuurunda olacaksınız. Kalplerinizi sadece

onun sevgisiyle dolduracak, O’nun için sevecek ve O’nun

sevdiklerini sevecek, sevmediklerinden uzak duracaksınız.

Sizler benim göçmen kuşlarımsınız. Biliyorum uzak

ülkelerin, ırak diyarların özlemiyle dopdolusunuz. Bir gün kendi

hayatlarınızı kuracaksınız. Hayalleriniz, ümitleriniz var. Sakın

ola yörüngenizden çıkmayasınız.

Aynur Melek ÖMÜR

Page 3: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

3

Mehmet Mustafa ERDAL

AH YALAN DÜNYA!

Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın

Ben de gülemedim yalan dünyada

Sen beni gönlümce mutlu mu sandın

Ömrümü boş yere çalan dünyada.

Sanatçı yalan dediği için dünya yalan olmuş değil elbette.

Sanatçının bir kabahati yok durum tespitinde bulunmaktan başka! Ne

yani bütün bu olup bitenler; bilinen, duyulan, görülenler hep yalan

mı? Oysa her şey ne kadar da gerçekçi! Kusursuz hazırlanmış bir

kurgu söz konusu. O hâlde insan, ömrünü yalan üzerinde, hayal için

mi yaşıyor? Bir yerde bir hakikat olmalı değil mi?

Gurbeti biraz da olsa katlanılır kılan, gurbetzede insanın içinde

taşıdığı, sılaya döneceği güne dair ümididir diyebiliriz. Ancak ne

gariptir ki yalan denilen gurbette insanın sılası pek aklına gelmiyor.

İnsan unutarak yaşamayı tercih ediyor büyük ölçüde. Sıladan ayrı

düşüp gurbete çıkan insanın gülmesi pek olası değildir; tabii içinde

bulunduğu vaziyeti doğru değerlendirebilecek melekeye sahipse!

Ben kimim, sen kimsin? Sen beni neye bakarak nasıl

değerlendiriyorsun ki yanlış yargılara varıyorsun? Suret sireti verir

belki; ama bu her zaman bel bağlanabilecek bir hüküm olmayabilir.

Tek tek insanları mı konuşuyoruz, yoksa söz konusu olan bütün

insanlık mı? İnsan boş bir hayalin içinde de bunu hakikat mi

zannediyor? Dünya insanın ömrünü çalıyor da onun yerine ne

koyuyor? Büsbütün ziyanda mıyız?

Ah yalan dünyada, yalan dünyada

Yalandan yüzüme gülen dünyada

Nasıl bir hayalin içindeyiz ki dünya insana dost görünerek, yüze

gülerek onu kandırıp avlıyor; kendine kul, köle ediyor. Yüreğimizden

yükselip gelen ahlar içerdeki ateşi dışarı vururken derindeki yangını

söndürmeye yetmiyor. Hızlı tempoda sürdürülen koşu sonunda

yorgun düşen insan, elde kalana baktığında insanca yaşamadığı

idrakiyle pişmanlığını ifade edebiliyor; ama son pişmanlık…

Sen ağladın canım ben ise yandım

Dünyayı gönlümce olacak sandım

Boş yere aldandım, boş yere kandım

İrengi gözümde solan dünyada

Ey sevgili, senin ağlayarak ödediğin yaşamanın, sevmenin

bedelini ben yanarak ödedim. Hayat macerası böyle başlamamıştı,

aslında güzel de devam etti bir parça belki; fakat öyle bir noktaya

gelindi ki perde kalktı ve bütün çıplaklığıyla acı gerçekle yüz yüze

kalındı. Dünyayı göze güzel gösteren, onu her şeyiyle her yönüyle

cazip kılan bin bir renkli, cümbüşlü gözlük gözden düştü; aldanışın

acı yüzü göründü. Ömre neler sığdı, neler yaşandı, hangi yollardan

geçildi ki daha önce görünmeyenler görünür, bilinmeyenler bilinir

oldu? Bunların daha kestirmeden öğrenilmesi neden mümkün

olmadı, olabilir miydi?

Ah yalan dünyada yalan dünyada

Yalandan yüzüme gülen dünyada

Dünyada bir misafir olduğumuzu unutup ev sahibi çalımlarında

hareket edince yani yolcu kendini hancı zannedince bir parça aldanış,

bunun getirdiği pişmanlık kaçınılmaz oluyor. Dünyada yükümü

tutayım, hep yukarılara çıkayım derken hırsımızın gürültüsünde

aşağıdan yükselen çığlıklara sağır mı kalıyoruz yoksa? Feryat içten

içe katlanarak devam ediyor. Dost, düşman nasıl ayırt edilir; düşman,

tuzağını hile üzerine kurup yüze gülerek mi acı sonu hazırlar?

Bundan kaçmak mümkün değil mi?

Bilirim sevdiğim kusurun yoktur

Sana karşı benim gayetten çoktur

Felek vurdu dolu üstüme vurdu

Yaşlarım gözüme dolan dünyada

Seven sevdiğinde kusur görmez kural budur. Yanlışa, hataya dair

ne varsa elbette bu aşığa aittir, bunlar sevgilinin semtinden dahi

geçmez. Âşık paratoner misali bütün şimşekleri üzerine çekmeye

alışıktır, şikâyet etmez; zira bu onun meziyetidir.

Âşık sevgiliyi yüceltirken sevgisini yüceltmekte; kendi nazarında

sevgilinin kazandığı kıymeti, halk da zamanla aşığa iade

etmektedir. Bu yolda hiçbir beladan kaçılmaz. Vuslat sadece

dillendirilen ama aslında istenmeyen de bir şeydir. Aşkla gözden

dökülen yaşlar dünyanın birçok kirini, pasını temizleyen, insanın

kalbinin, vicdanının olduğuna dair ümit aşılayan da bir şeydir

sanki. Âşık yalnızca aşkı, aşkla hemhal olmayı istemektedir. Güya

şikâyet kabilinden sözlerinin tamamı esasında birer memnuniyet

ifadesinden başka bir şey değildir.

Ah yalan dünyada yalan dünyada

Yalandan yüzüme gülen dünyada

Dünya bir başına ne iyi ne kötü. Onu iyi de kötü de yapan kabul

etmek lazım ki hırslarına yenik düşen adına insan denilen; ama

insan vasfını layıkıyla taşımayı bir türlü beceremeyen varlıktır.

Emanetin emanet olduğunu unutup onu sahiplenmek nasıl bir ruh

hâlidir, nasıl bir şaşkınlıktır böyle?

Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı

Garip bülbül gibi feryadım kaldı

Alamadım eyvah muradım kaldı

Ben gidip ellere kalan dünyada

İnsan dünyaya nasıl geldiyse buradan bir şey yüklenmeden yine

öylece geçip gidecek; ancak bu basit gerçeklik hep hatırdan

çıkarılıyor. Nefsine kurban olan insan hep kendine; ama daha çok

da insanlık macerasına zarar veriyor. Bir zamanlar keyifli olan

birçok şey öyle bir an geliyor ki rengini, tadını, kokusunu

kaybediyor. Belki onların kaybettiği bir şey yok da bizler birtakım

hassalarımızı yitiriyoruz. İnsandan geriye kalanın hoş seda

olduğunu geç de olsa fark ediyoruz. Ama çok geç… Allah’tan

garip bülbüllerin feryadı var da bize insan olduğumuzu, aslında

neden ibaret olduğumuzu, neyle kıymetli olduğumuzu hatırlatıyor.

Dünya, insanı hiçbir zaman doyurmamış, doyurmayacak.

İnsanın eline tutuşturulmuş nefis kabını hiçbir dünyalık

dolduramadı, dolduramayacak. Her istek yarım kalacak, biz

gideceğiz; o, kaçınılmaz biçimde ellere kalacak. Duymayı,

dinlemeyi becerebilirsek bunun böyle olduğunu uzun yıllar

yaşayan kaplumbağalar da söyleyecek; bize ibret almak kalacak

yalnızca.

Ah yalan dünyada yalan dünyada

Yalandan yüzüme gülen dünyada

Artık insanoğlunun şapkasını önüne koyup esaslı düşüncelere

dalmasının vakti gelmedi mi? Dünyayı kirleten insan ya kendine

gelecek ya da kendi kötülüğünde boğulup gidecek.

Toplumdaki yerleşik anlayışa göre cahil diye

nitelendirilebilecek bir Garip Abdal, söz konusu türküsünde bizlere

“İşitin ey yârenler, dünya yalan, yalan dünya!” diye ses veriyor.

Kulak vermek durumunda değil miyiz?

Zehra Bürde ÖZÇELİK

Page 4: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

4

Yılmaz KIRIKTAŞ

KADER

Hayri Efendi dört gündür uğraştığı sicil defterinden başını

kaldırdı. Kafası ağrıyor boynu ise tutulmuş gibiydi. Tıknaz

vücuduna nazaran küçük kalan başının ağrısını geçirmek için

şakaklarını ovuyordu.

Tam yirmi yıldır burada, hükümet konağının bu daracık

odasında çalışıyordu. Zor beğenir tabiatı gereği evlenememiş, tam

kırk yaşına kadar annesiyle yaşamış, o müşfik kadının vefatıyla, tek

evladı yapayalnız kalmıştı. Hayatta tek düşkünlüğü kitaplaraydı.

Kitaplara o kadar düşkündü ki bir defasında babadan kalan evini

bile ipoteğe koymuş, zavallı annesi borcunu kapatana kadar neler

çekmişti.

Artık, eskisi gibi evde bekleyeni, arkadaş, kardeş nevinden bir

yoldaşı olmadığından çoğunlukla dairede sabahlıyor, adeta burada

yaşıyordu. İşte yine dört gündür, geceli gündüzlü, vilayetin mali

sicillerini inceliyor, tam beş yıl valilik yaptıktan sonra iki yıl önce

başka vilayete vali olan Mustafa Sabri Paşa’nın dönemine ait bir

usulsüzlük arıyordu. Bu vazifeyi Mustafa Sabri Paşa’nın azılı

düşmanı yeni vali Sadullah Paşa vermişti. Her ikisi de Enderun

Mektebi’nde yetişen bu iki arkadaş Sultan Mahmud devrinde

Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında önemli vazifeler gördüklerinden

önce paşa daha sonra farklı vilayetlere vali yapılmışlardı. İkbal

merdivenlerini hızla tırmanan bu iki iyi arkadaşın arası, nedense,

bozulmuş, birbirlerine hasım olmuşlardı. İşte Sadullah Paşa bu

hasmından sonra Hüdavendigar Vilayeti’ne vali olarak gelmişti ve

sabık valinin yolsuzluğunu, açığını arıyordu. Hayri Efendi, Mustafa

Sabri Paşa gibi babacan, namuslu bir valinin yolsuzluğu olacağına

inanmasa da padişah ve devlet erkânı tarafından sevilip sayılan bu

sert mizaçlı yeni valinin emrine uymaktan başka da şansı yoktu.

Hayri Efendi’nin zonklayan başının ağrısı geçmiş gibiydi.

Bütün dikkatine rağmen dört gündür sabık valinin bir

usulsüzlüğünü de bulamamıştı. Sıkılmıştı, eve gitmeye karar verdi.

Kıvırdığı kollarını düzeltti, ceketini giydi. Bir yetim burukluğu ile

kenarda duran fesini eline aldı, püsküllerini düzeltti, başına geçirdi.

Hükümet konağından çıktı.

Hükümet Konağı, Ulu Camii’ne çok yakındı. Her zaman yaptığı

gibi Ulu Camii Haziresinde gömülü olan baba tarafından ceddi

Aslan Bey’e bir fatiha okuduktan sonra, Mısrı Dergâhı’nın

yanındaki toprak yola saptı. Tahtakale’ye yaklaşırken yolda Abdi

Ağa ile karşılaştı. Bu orta boylu, uyanık adam Ulu Camii’nin

karşısındaki çarşıda sahaflık yapıyordu. Gerçi kitaplar hakkındaki

bilgisi sınırlıydı; ama Bursa’da ondan başka da sahaf yok gibiydi.

Her kitap meraklısı gibi Hayri Efendi de onun müşterilerinden biri,

belki de en önemlisiydi.

Abdi Ağa:

-Selamün Aleyküm Hayri Efendi…

-Ve Aleykümselâm Abdi Ağa…

-Uzun zamandan beri görüşemedik, nerelerdesiniz?

-Abdi Ağa biz nerede oluruz, ya dairedeyiz, ya evdeyiz ya da

senin dükkândayız… Sen nasılsın?

Abdi Ağa, sanki bir müjde verecekmiş gibi Hayri Efendi’nin

yüzüne baktı.

-Ne yapalım, kitaplarla uğraşıyoruz.

Ne kitabı?

-Aman efendim, çalışmaktan dükkâna uğradığınız yok ki…

Yemenden, Trablus taraflarından bir kervan geldi. Bir tüccar o

taraflarda ne kadar kitap varsa toplamış. Önce İstanbul’a uğramış,

sonra da buraya… Onunla uğraşıyoruz.

Abdi Ağa, abartmayı severdi. Övdüğü tüccarların getirdiği

kitaplar genellikle alelade kitaplar olurdu. Hayri Efendi bunu

biliyordu. Ama söz konusu kitap olunca kendinden geçen Hayri

Efendi, Leyla’sını görmüş Mecnun’a döner, muhakemesini

yitiverirdi.

-Neler var?

-Gel de bak üstadım! Hem tüccarla da tanıştırırım seni.

-Hala burada mı?

-Evet, hatta akşam namazından sonra dükkânda buluşacağız…

Hayri Efendi, eve gitmekten vazgeçti. Abdi Ağa ile Ulu

Camii’ne döndü. Camiinin karşısındaki çay ocağında bir yandan çay

içiyorlar, diğer yandan kitaplar üzerine sohbet ediyorlardı. Aslında

Hayri Efendi kitapların neler olduğunu soruyor, Abdi Ağa ise daimi

müşterisinin bu sorularını sürekli geçiştirerek bir yandan

bilgisizliğini gizlemeye çalışırken diğer yandan Hayri Efendi’nin

merakını arttırıyordu. Müezzinin segâh makamında okuduğu akşam

ezanı Hayri Efendi’yi daldığı merak deryasından çıkardı. Abdesti

yoktu, alelacele abdestini aldı. Camiye girdiğinde imam birinci

rekâtının zammı suresini bitirmek üzereydi. Cemaate yetişti. Ancak

onun aklı göreceği kitaplardaydı. Acaba hangi kitaplar vardı

tüccarın elinde? İşte bu soru ve kitaplara bir an önce kavuşma

iştiyakı Hayri Efendi’yi o kadar sabırsızlandırıyordu ki üç rekâtlık

namaz ona teravih namazı kadar uzun geliyordu. Nihayet farz bitti.

Sünneti hızla kılan Hayri Efendi, âdetinin aksine tesbihat ve duaya

katılmadı. Abdi Ağa’yı da camiden neredeyse zorla çıkardı.

Ulu Camii’nin karşısındaki daracık iki odadan oluşan, üst üste

yığılmış yüzlerce alelade kitap ile ciltleri yırtılıp dağılmış binlerce

sayfa karışık bir halde duran bakımsız sahaf dükkânına

vardıklarında kapıda, uzun yolculuklardan iyice kirlenmiş sarığı

başında, yıpranmış cübbesi üzerinde bir tüccardan çok at hırsızına

benzeyen, güneşin yaktığı yüzü bronz bir büst gibi duran tüccara

rast geldiler. Tanıştıktan sonra tüccar, karşısındakinin kitap merakını

fark edince bir yandan bu kitapları nasıl derlediğini, nasıl zahmetler

çektiğini uzun uzun anlatıyor, diğer yandan nadide sandığı kitapları

teker teker Hayri Efendi’ye gösteriyordu. Kitaplar arasında zuhur

eden Şemse, Çeharkuşe, murassa ciltli kitapları heyecanla eline alan

Hayri Efendi bunların sıradan kitaplar olduğunu görünce diğerine

geçiyordu. Yıpranmış ciltli bu kitapları inceleyen Hayri Efendi’nin

her kitapta hayal kırıklığı artıyordu. Bütün kitapları elden geçiren

sırf murassa cildinin güzelliğinden Nedim-i Kadim Divançesini

teberrüken aldı. Leylasını görmeyi umarken bir acuze görmüş bir

aşığın hayal kırıklığıyla kalkmak üzereyken, tüccar alamadığı bir

kitaptan bahsetmeye başladı. Murassa ciltli bu kitaba sahibi, beş

altın istemiş, bunu çok gören tüccarın iki altınlık teklifini

reddetmişti. Tüccarın övmekte aciz kaldığı bu kitap, Hayri

Efendi’nin dikkatini çekti.

-Cildi nasıldı?

-Efendim, cevheri tastamam murassa bir cilt…

-Kitabın adını hatırlıyor musun?

-Efendim. Kutadgu…

-Kutadgu Bilig mi?

-Evet, efendim!

-Nerde bu eser?

-Fizan’da

-…..

Hayri Efendi, Fizan ismini duyunca ürperdi. Burası herkesin

bildiği, devlete isyan edenlerin, gözden düşenlerin gönderildiği bir

sürgün yeriydi. Orada bu kadar nadir bulunan bir eserin bulunma

ihtimali var mıydı? İnanası gelmedi. Tüccarın yüzüne tekrar baktı.

Sonra elindeki divançenin sayfalarını çevirdi. Tüccara:

-Emin misin, karıştırıyor olmayasın?

Devamı 5. Sayfada

Hilal Mertoğlu BAYIR

Page 5: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

5

Hayri Efendi’nin ilgisinden şaşıran ve ne kadar değerli bir eseri

kaçırdığını anlayan tüccar, oldukça yıpranmış ciltli diğer kitapları

tekrar göstermeye ve Hayri Efendi’nin ilgisini bu kitaplara çekmeye

çalışıyordu. Hayri Efendi, oralı değildi. Tekrar sordu:

-Emin misin?

Hayri Efendi’nin ilgisini diğer kitaplara çekemeyen tüccar:

-Evet, efendim…

-Kimde?

-Sivasizade namı ile bilinen bir ailede... Zamanında Sivas’tan

sürülen Şemsi Paşa’nın ailesinde… Oldukça varlıklı olan Şemsi Paşa

kitap düşkünüymüş. Onun vefatından sonra aile, zora düşmüş.

Paşanın bin bir zahmetle topladığı kitapları…

Hayri Efendi, Şemsi Paşa’nın kütüphanesinin methini duymuştur.

Beylikler, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk dönemlerine ait

kitapları topladığını biliyordu. İnandı. İki üç akçe çıkarttı, divançenin

parasını ödedi, dükkândan kendi kendine söylenerek, ayrıldı. Abdi

Ağa ile tüccar, Hayri Efendi’nin ardından baka kaldılar.

Hayrı Efendi, o gece sabaha kadar uyuyamadı. Yıllardır methini

duyduğu kitabın nerede olduğunu öğrenmişti. Onu alacak parası da

vardı ama Fizan’a nasıl gidecekti? İşte bunu bilmiyordu. Memuriyeti

elini ayağını bağlıyordu. Bir an istifa etmeyi düşündü. Orada

yaşayabilirdi. Ama o zaman nasıl geçinecekti? Elinde altı ay yetecek

kadar para ancak vardı. Babasından da tamire muhtaç bir evden

başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu düşüncesi aklına yatmadı, vazgeçti.

Peki, nasıl yapacaktı?

Sabah erkenden daireye geldi. İncelediği sicilleri tekrar açtı.

Satırlarda göz gezdiriyor ama aklındaki soru yüzünden dikkatini

veremiyordu. Zaten dört gündür bütün bir dönemi incelemiş, bütün

dikkatine rağmen yolsuzluğa, usulsüzlüğe dair tek bir alamet

bulamamıştı. “Yok işte! Olmayanı nasıl bulalım?” dedi, içinden…

Kafasındaki sorunun cevabını bulamamanın çaresizliğiyle sicil

kapağını sertçe kapattı. Ayağa kalktı, dar odada gezindi, tekrar

oturdu. Divitleri düzeltti, kristal hokkanın gümüş kapağını açtı

kapattı. Tekrar kalktı, pencereyi açtı. Bir süre dışarıyı seyretti.

Hükümet Konağı’nın önünden geçen sokak yavaş yavaş

hareketlenmeye başlamıştı. Bir ara komşusu ve can dostu Mevlevi

Şeyhi Nizameddin Dede’yi gördü, sokakta. Ama kafasındaki soru

kendinde konuşma isteği bırakmadığından seslenmedi. Mutlaka

Fizan’a gitmeli, o kitabı almalıydı. Ama nasıl? Bu sorudan bunalan

kafasını dağıtmak isteyen Hayri Efendi pencereyi açık unutarak

sicillerin olduğu dolaba gitti, geçen senelere dair kayıtların olduğu

sicil defterini aldı, masasına geri döndü. Dikkatsizce göz gezdirmeye

başladı. Birden “ Hüdavendigar vilayetinden toplam 300000 kuruş

vergi tahsil edilmiş olup... “ ifadesi dikkatini çekti. Hayri Efendi

birden doğruldu. Rakama tekrar baktı. Evet, 300000 kuruş yazıyordu.

Hâlbuki Hüdavendigar vilayetinde toplanan verginin son iki senedir

“350000 kuruş” olduğuna emin gibiydi. Vergi kayıtlarına baktı.

Toplanan miktarları alt alta yazıp topladı. “350000 kuruş” yapıyordu.

Ya aradaki 50000 kuruş ne olmuştu? Bunu bir türlü tespit edemedi.

Durumu vali paşaya bildirmek için yerinden kalktı, ama bu kadar

büyük miktarın valinin haberi olmadan kaybolması mümkün müydü?

Korku ve çaresizlikle geri oturdu.

Tanzimat’tın getirdiği yeniliklerden biri de merkezi bütçe idi.

Artık vergiler vilayetlerde valiler nezaretinde toplanıp İstanbul’a

gönderilecek, vilayetlerin ihtiyaçları bu bütçeden sağlanacaktı.

Gerçi yolsuzluk olmuyor değildi. Ancak merkezi hükümet,

yolsuzluğun imasını bile değerlendiriyor, yolsuzluğa karışanlara

karşı amansız bir mücadele veriyor, suçlu olanları, kim olursa

olsun, affetmiyordu. Hayri Efendi, bu cezaya çarptırılanları

duymuştu. Korktu. Kayıtlara tekrar baktı. Toplanan meblağları

tekrar alt alta yazarak topladı. 50000 kuruş kayıptı. Kalktı, açık

olan camın önünde durdu. Dışarından içeri dolan, perdeleri

havalandıran serin rüzgâr, Hayri Efendi’yi ferahlandırmaya

yetmedi. Masasına döndü. Önünde her zaman bir derviş tevekkülü

ile duran kolonya şişesini açtı, avcuna kolonya döktü, yüzüne

çarptı. İçerisi mis gibi limon koktu ama Hayri Efendi kokuyu fark

etmedi bile. Ne yapacaktı, Ya Rabbi? Aslında ne yapması

gerektiğini biliyordu? Ama... Tekrar kalktı, odada dolaştı, su içti.

Evet, yapılacak iş belliydi. Durumu Maliye Nezareti’ne

bildirmeliydi. Aksi halde bunun ortaya çıkması demek, Hayri

Efendi’nin de suç ortağı olması, memuriyetinden olması demekti.

Masasına oturdu. Divitlerden birini aldı, maktanın Mevlevi

Sikkesi işlemeli sapını kendine çevirerek, kamışı kemik maktanın

üzerine yatırdı, ucunu yonttu. O kadar yavaş davranıyordu ki,

gönülsüzlüğü dışardan fark edilebiliyordu. Ama başka çaresi de

yoktu. Kâğıdı önüne çekti, vilayette toplanan vergilerin tamamının

İstanbul’a gönderilmediğini, aradaki farkın kayıp olduğunu yazdı.

Mektuba hangi nahiyeden kaç lira toplandığına dair bir de cetvel

ilave etti. Mektubu zarfladı, gizli mührü vurarak İstanbul’a, Maliye

Nezareti’ne, gönderdi.

Valinin bu kayıp paradan haberi olduğuna emin olan Hayri

Efendi, bir yandan hükümetin valiye ne yapacağını merak ediyor,

diğer yandan eski valinin yolsuzluğunu aratırken kendi yolsuzluğu

ortaya çıkan valinin haline “etme bulma” nazarından bakıyordu.

Bir ay kadar sonra vali, Hayri Efendi’yi makamına çağırttı.

Şikâyetinden valinin haberi olmadığından emin olan Hayri Efendi,

her zaman yaptığı gibi, yukarı çıktı. Ağır işlemeli kapının yanında

basit bir masada oturan valinin yaveri onu karşıladı, geldiğini

haber vermek için makama girdi. Üç beş dakika bekleyen Hayri

Efendi vakit geçirmek için kıyafetini düzeltti, yaverin masasında

duran dağınık kâğıtlara göz attı. Yaver içeriden çıktı, kendisini

içeri buyur etti.

Muhteşem duvar ve tavan süslemeleriyle bezenmiş makama,

her zamanki gibi giren Hayri Efendi, törenlerde giydiği pırıl pırıl

üniformasını süsleyen madalyalarıyla validen çok Şehnameden

fırlayıp çıkmış bir eski zaman kahramanını andıran Sadullah

Paşa’yı sedef kakmalı masasında oturur buldu. Elinde bir zarf

tutuyordu. Hayri Efendi, tam selam vermek üzereyken, hiddetle

yerinden kalkan Sadullah Paşa elindeki zarfı Hayri Efendi’nin

suratına fırlatıp;

-Bre hadsiz, namusuz! Sen hangi hakla beni şikâyet edip iftira

atarsın, diye bağırdı.

Şikâyetten haberi olabileceğini beklemeyen Hayri Efendi, neye

uğradığını şaşırmış bir halde kızarıyor, bozarıyor, açıklamaya

çalışıyordu. Ama Sadullah Paşa onu dinlemiyordu. Hırsını

alamayan Sadullah Paşa yerdeki zarfı Hayri Efendi’nin eline

tutuşturdu ve onu dışarı attı.

Hayri Efendi şaşkın ve perişan bir halde odasına geldi. Ben ne

yaptım, diye kendine kızıyordu. Valinin eline tutuşturduğu zarf

elindeydi. İçinde muhakkak cezası yazıyordu, ama o bununla

yüzleşmekten korkuyordu. Kesin memuriyetten atılmıştı. Ne yerdi,

ne içerdi, ne yapardı şimdi? Yirmi yıldır memuriyet dışında bir iş

yapmamıştı. Memuriyete güvenerek de üç beş kuruş dışında para

da biriktirmemişti. El âleme muhtaç mı olacaktı?

Korkunun ecele faydası yoktu ve Hayri Efendi kaderini

yaşayacaktı. Mührü, korkarak kırdı. Zarfı açtı. Yavaş yavaş

okumaya başladı. Okudukça yüzündeki üzüntü ve kaygı yerini

yavaş yavaş bir tebessüme bırakıyordu.

“… İş bu sebeplerden dolayı vazifenizin Fizan’a nakline

Ceylan AYDIN

Page 6: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

6

Zafer Alpaslan YILMAZ

ENDERUN MEKTEPLERİ

Her ülkede, toplam nüfusun %2’sinin üstün yetenekli olarak

kabul edildiği düşünülürse, üstün yeteneklilerin eğitimi bir ülke

için hayati derecede önemli olmaktadır (Kurtdaş, 2002).Üstün

yetenekli çocukların önemi içlerinde taşıdıkları gizil güçten

gelmektedir. Bu güç toplumların gelişimi ve ilerlemesi için hayati

derecede önemlidir. Bu bakımdan üstün yetenekli çocuklar özel

eğitime gerek duymaktadır ve eğitimleri çok önemlidir (Kurtdaş,

2002). Devletler eğitim sistemlerini oluştururken hiç kuşkusuz

geçmişin birikimlerini gözden geçirirler (Oğuz, 2008).

Osmanlı Devleti’nin gücünü korumak ve o gücü yönetecek

üstün nitelikli insanları yetiştirmek için geliştirdiği dünyanın ilk

dâhiler okulu, Enderun’dur. Enderun’un bugünkü eğitim

müfredatındaki karşılığı ise üstün zekâlılar okuludur (Çoşkun,

2011).

Enderun Mektepleri

Türk Dil Kurumunun Güncel Türkçe Sözlüğünde (Güncel

Türkçe Sözlük, 2012) Enderun kavramı; saraylarda harem ve

hazine dairelerinin bulunduğu yer, büyük sarayların iç bölümü,

devlet görevlilerini yetiştiren okul olarak yer almaktadır. .

Enderun’un, saray içoğlanlarını devletin sivil ve askerî

hizmetleri için yetiştiren bir okul, akademi ya da seminer olarak

ne zaman ve kimin hükümdarlığı sırasında kurulduğu konusunda

yerli ve yabancı Tarihçiler arasında fikir birliği yoktur. Bazıları

bunun, devşirmenin ilk kez yasalaştığı döneme 1. Murat “1360-

1389” dönemine kadar götürmektedir. Yıldırım Beyazıt’ı,

kurucu olarak ileri sürenlere de rastlanmaktadır.

Enderun Mektebinin Yapısı Ve Eğitimi

En gelişmiş ve en etkili olduğu dönemlerde Enderun, Topkapı

sarayı içinde ve dışında olmak üzere bir kurumlar manzumesi

durumundaydı (Kılıç İ. , 2011):

Bu kurumlar;

1. Hazırlık okulları (Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa

Sarayı, İskender Çelebi Sarayı),

2. Enderun -u Hümayun (Büyük Oda ve Küçük Oda)

3. Meslek Okulları (Doğancılar, Kiler, Seferli, Hazine Odaları) olmak

üzere üç ana teşkilat üzerine kurulmuştur.

Enderun; “Oda” denilen yedi daireye bölünmüştü. Bir çeşit sınıf

olan bu yedi odanın isimleri şöyleydi: Büyük Oda, Küçük Oda,

Doğancı Odası, Seferli Odası, Kiler Odası, Hazine Odası ve Has Oda.

Son üç oda mühim olup ilk dört odanın eğitimi çok zaman Enderun

dışındaki saray okullarına verilmiştir. Enderun’da eğitim öğretim

mutlaka bu yedi oda içinde verilirdi. Öğrenciler sıra ile her odanın

gereklerini yerine getirirlerdi. Her odanın başkanı durumunda ağalar ve

her odada teorik dersleri okutan hocalar vardı. Hocaların bir kısmı

saray dışından gelirdi (Kılıç İ. , 2011). Enderun’da belli bir maaş

karşılığında sarayın dışından meşhur hocalar ve ilim adamları

getirilerek onların talebeye ders vermeleri sağlanırdı. Fatih Sultan

Mehmed, birçok ilim ve fennin öğretilmesi için bütün ilim adamlarını

sarayında toplamıştı (Güngör, 2007).

Sonuç

Osmanlı Devleti, toplumda %2 oranında yer alan üstün yetenekli

çocukları bulmayı başarmıştır. Ayrıca üstün yetenekli çocukları

keşfetme işini sistemli bir halde ve belli bir kanuna göre yerine

getirmiştir. Osmanlı Devleti’nin üç kıtada hüküm sürebilmiş olmasını

sadece askeri gücüne dayandırmak haksızlık olur. Güçlü devlet

yapısının olabilmesi için yöneticilerinde o derece nitelikli ve eğitimli

olması gerekmektedir. Enderun, Osmanlı Devletinin bütün sivil

memurlarını, devlet ileri gelenlerini ve askerî görevlilerini, Yeniçeri

Ağasını, Defterdarını, Kubbe Vezirini, Divan Şairlerini, Tarihçilerini,

Hattatlarını, Beylerbeylerini ve Valilerini yetiştirmiştir.

20. yüzyılın başında Amerikalı Eğitimci-Psikolog John Dewey’in

“Çocuğa Göre Eğitim İlkesi” olarak dünyaya sunduğu “çağdaş eğitim

metodolojisi” aslında Enderun sisteminin kopyasından başka bir şey

değildir (Bahadıroğlu, 2012).

Özel eğitim, zihinsel yetersizliği olan çocuklarımızın hakkı olduğu

gibi bu hak üstün yetenekli çocuklarımızın da hakkıdır. Üstün

yetenekli çocuklarımızın tespiti için gerekli çalışmaları aileden

başlayarak, eğitim sistemimizin her kademesinde yapmalıyız. Özellikle

öğretmenlerimize bu konuda büyük bir görev düşmektedir. Bu

çocukların eğitim sistemimiz içinde kaybolmalarına izin vermemeliyiz.

Üstün yetenekli çocuklarımızın eğitimi günümüzde Bilim Ve Sanat

Merkezleri tarafından yürütülmektedir. Ancak bu okulların sayısı

yetersizdir. Bu okulların sayıları arttırılmalıdır ve eğitim programları

geliştirmelidir. Toplumu bu okullardan haberdar ederek, üstün

yetenekli çocukların eğitimi hakkında bilinçlendirmeliyiz.

Bir ülkenin kalkınabilmesi için en başta insan kaynağı gelmektedir.

Bir ülke insanlarına, yetenekleri doğrultusunda eğitim verirse o ülke

geleceğe güvenle bakabilir. Türkiye’nin kalkınması sahip olduğu

yetenekli genç nüfusa bağlıdır. Bize düşen görev bu genç nüfusa hak

ettiği eğitim hizmetini sunmaktır.

Zehra Bürde ÖZÇELİK

Ceylan AYDIN

Page 7: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

7

Serkan DEMİR

DERSİ BİTMEYEN ÖĞRETMEN

Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Okula, öğrencilere ve mesleğime

alışmaya çalışıyordum. Ders esnasında sınıfın kapısı çaldı. Gözleri ışıl

ışıl parlayan birisi elinde çiçekle içeri girdi. Benim de şaşkınlığımı

gören sınıf bir anda sessizliğe büründü. Öğrenciler dikkatle içeri giren

kişiyi inceliyor, hiç ses çıkarmıyorlardı. Gelen kişinin öğrencilere ve

sınıfa yabancı olmadığı her halinden belliydi. İçeri girdiği andan

itibaren bakışlarındaki sıcaklık hissediliyordu. Yürekten bir tebessümle

öğrencileri selamladı. Öğrencilerim de onunla konuşmaya başladılar.

Bu gizemli kişinin ağzından dökülen her bir kelimeyi pür dikkat

dinliyorlar, gözlerinin içi gülerek ona bakıyorlardı. Sanki onu tanıyor

gibiydiler.

Kitaplardan, okumanın öneminden biraz bahsettikten sonra bir şiir

okumayı teklif etti öğrencilere ve ahenkli ses tonu ile okumaya başladı.

Her bir harf ağzından inci tanesi gibi dökülüyordu. Öğrenciler

hayranlıkla onu dinlediler. Bu ders hiç bitmesin istedim.

Öğrencilere şiiri kimin yazmış olabileceğini sordu. Öğrenciler

bildikleri tüm ünlü şairleri sıraladılar. Şiiri çok beğenmişlerdi ama

şairini bir türlü tahmin edememişlerdi. Ben de tüm merakımla kimin

yazmış olduğunu düşünüyordum. Göz göze geldik. Kısa bir sessizliğin

ardından öğrencilere, bu şiiri sizin gibi üçüncü sınıfa giderken

öğretmeniniz yazmıştı çocuklar dedi. Benim şiirim… Şaşkınlığımı ve

heyecanımı gizleyemedim. Öğrencilerin de heyecanı ve mutluluğu

daha da arttı. İçeri giren gizemli kişi benim öğretmenimdi.

Kalbim duracak gibi olmuştu. Yıllar öncesinden saklanıp gelen bu

şiir; dersi hayatım boyunca bitmeyecek olan öğretmenimin sevgisini

gönlümde daha da yüceltmişti.

Rukiye ERSOY

SERGÜZEŞT

Ey suları yakan su,

Ey güneşi söndüren ateş!

Söyle ben mi içindeyim,

Yoksa benim mi içimde bu sergüzeşt?

Aynur ÖMÜR

İNSAN VE ŞÜKRETMEK

Allah insanı dünyadaki tüm varlıklardan üstün , onurlu ve

donanımlı yarattı. İnsan hiçbir şey bilmezken verdiği çeşit çeşit

duygularla , düşüncelerle hayatı algılamamızı sağladı.

Yeryüzünü bir yaşama alanı yaptı. Dinlenmek için uyku, yemek

için nimetler verdi. Daha neler neler bağışladı.

Allah bu nimetleri karşılığında duyarlı olmamızı diledi. Bize

verdiği bu nimetleri hatırlamamızı, onları iyi yolda kullanmamızı ,

sorumluluklarımızı bilmemizi ve şükretmemizi istedi.

Şükrün birçok yolunu gösterdi bizlere.

Allah’ı anmak bir şükürdür mesela.

Dil ile kalp ile beden ile Allah’ı anmak.

Kainatta biz çoğu zaman fark etmesek bile her an sergilenen

ilahi sanatlar vardır. İnsan bunları görüp üzerinde düşünerek onları

yapan sanatkâra ulaşır ve kalbiyle Allah’ı zikreder ve şükreder.

Her yerde Allah’ın güzel tecellisini gören insan ibadetlerini

yapar ve Allah’ı bedeniyle zikreder.

Elimize aldığımız, üzerinde yürüdüğümüz, gözümüzle görüp

kulağımızla duyduğumuz hiçbir şey bizim değildir. Tutan el gören

göz, yürüyen ayak, duyan kulak bizimdir de emanettir.

Beş para vermeden sahip olduğumuz bütün bu nimetler Allah’a

hamd etmeyi gerekli kılar.

Sıkıntıya sabretmek ve Allah’ı zikretmek de bir şükür şeklidir.

Gözyaşlarıyla elini öptüğüm öğretmenimin bana verdiği bu

ders ve yaşattığı onur hiçbir zaman unutulmaz, unutulamaz!

Canım öğretmenimin ellerinden öpüyorum.

Şükür azlığının sebebi nimetler içinde yüzenlere bakıp daha az

nimetlere sahip olduğunu sanmasıdır.

Peygamber Efendimizin (s.a.v) tavsiye ettiği gibi insan zenginlik

ve yaratılış bakımından kendisinden üstün olanlara bakıp

yerinmemeli, bir de dönüp kendisinden aşağıdakilere bakmalı ve

böylece sahip olduklarının değerini anlamalıdır.

Değersiz gibi görünen bazı nimetler kaybedilince onların ne büyük

nimet olduğu daha iyi anlaşılır.

Herkes sahip olduğu nimetleri bir bir düşünmeli, ne kadar çok

şükretmesi gerektiğini anlamalıdır.

Allah’ın verdiği nimetleri hatırlayıp anmak bile bir şükür tarzıdır.

Elhamdülillah .

Zehra Bürde ÖZÇELİK

Page 8: Kültür - Sanat - Edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_KAYIT_KALEM... · 3 Mehmet Mustafa ERDAL AHYALAN DÜNYA! Hep sen mi ağladınhep sen mi yandın Ben

Çubuk İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Adına Sahibi

Murat ASLANGENEL YAYIN YÖNETMENİ

Mehmet Mustafa ERDAL

YAYIN KURULUResul ÇELEBİ

Gülşen Ceviz PINARBAŞI

ADRES TELEFONÇubuk İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü

Cumhuriyet Mah. İmam Hatip Cad. No:11 Çubuk/ANKARA 0 312 837 92 33

GÖRSEL DANIŞMANTayfun ÖZTÜRK

8

N. Erhan KESKİN

ADIN GEÇER

Adın geçer...

Takvim yapraklarından sen düşersin!

Saatler seni geçer

Zaman eritirim ateş hanelerde,

Bir bir döverim,

Sensiz geçen her günü.

Adın geçer…

Bir kaya gibi düşersin

Sana giden hayallerin üstüne

Bütün hayallerim,

Senin limanlarına yüzer.

Hangi mevsimsin bilemedim,

Her gün yaprak döküyorsun benden.

Ey yar, ey yara!

Vatan tuttun beynimin her köşesini,

Devirdin, gecenin mürekkep şişesini.

Adın geçer…

Her yıldız, bir mum yakar;

Bir umut, aydınlığı aralar.

Dizi titrer suların,

Başı döner dağların,

Gecenin gökkuşağında yedi renk,

Yedi rengin hepsinde sen!

Adın geçer…

Melek ÖMÜR

YAŞLANMAK MI YAŞALMAK MI?

Canlı diye tabir edilen bütün varlıkların sona yaklaşma

serüveni yaşlanmak. Bu sürecin farkındalığı olan tek canlısı

insan.

Nasıl olduğunu anlamadan gündelik hayatın telaşı içerisinde

günler akıp geçiyor. Hele şu toplantı bir bitsin, şu nöbet, şu hafta,

şu hastalık… İlk gençlik yıllarında öğrenme süreci meslek, iş, ev,

araba telaşıyla çok yüzeysel ilerliyor. Hayat farkındalığı yaşın

ilerlemesiyle başlıyor.

Yaşlanmak çaresizliğin sesi sanki. Eskisi gibi kalamamanın,

inzivaya çekilmenin, eskisi gibi olamamanın sesi…

Ama yaş almak öyle mi? Yılların size kazandırdıkları,

deneyimi, olgunluğu, var oluşu haykırıyor: Daha güçlü, daha

sağlam ve daha ayakları yere basar şekilde. Her aldığımız yaş

bize bir şeyler öğretir. Yaşanılanlar çok üzücü de olabilir; ama

genellikle can sıkıcı tecrübelerden daha sağlam öğretiler elde

ederiz.

Çocukluğumuza duyduğumuz özlem de yaş almanın bir

sonucu bence. Yılların yorgunluğunu hissettiğimizde dönüp bakar

ve mutlu oluruz.

Yaş almak, yaşlanmak değil aslında. Yaşamı anlamak ve

hayatın içinde var olmak. Yaş aldıkça güzelleşiyor, pişiyor neyi

isteyip neyi istemediğini çok iyi ayırıyorsun. Kimseyi

değiştiremeyeceğini, herkesi olduğu gibi kabul etmen gerektiğini

yalnızlığın bazen boş kalabalıktan öğretici olduğunu…

Senin olmayan şeylere de çok bağlanmamayı öğretiyor aslında

yaş almak. Maddenin bir araç olması gerektiği vurgulanıyor

yılların geçmesiyle. Daha içe dönük, durgun, dingin, heyecansız

bir ruh ediniyorsun. İnsanı yaşlandıran hırslar, kıskançlıklar ve

olumsuz duyguları bırakıyorsun bir kenara.

Yeni yaşamlar umut demekse, yaşanmış olanlar tecrübedir.

Her duruma adapte olup yaşamdan zevk almaya çalışmalıyız

ve bir sözle umutları artırmalıyız.

“Umutlarını ve hayallerini bırakarak bezginliğe kapılan insan

artık yaşlanmıştır.” John Barrymore

Büşra YILDIRIM

GÜNAYDIN

Günaydın hayatım, günaydın tatsız tuzsuzluklarım… Bir hafta

sonu sabahından selamlar yaşadıklarıma… Yok mudur,

yüreğimize önce dokunup sonra da gürültüyle geçip gidenler…

Onca yaşanmışlığı nasılda boş verirler şaşarım! Severler, gülerler,

zıplaya hoplaya dans ederler. Seninle kahvaltı yaparlar, poğaça

yerler, mandalinasını bölüşürler, bazen yatağını verirler sarılırsın.

Bazen koşarsın kapılarını açarlar, kimi zaman gözyaşlarını

dökerler omzuna… Bir kahve yaparsın ya da çay demlersin belki

de bir kafede çay söylersin… Unutursun veya unutturursun

acısını… Sen haklısın dersin, senden önemli mi dersin…

Dostundur, arkadaşındır ya da sevgilindir önemlidir yani senin

için. Sen de onun seninle ilgili öyle düşündüğünü zannedersin…

Dedim ya sonra minicik bir gürültü de olsa geçip giderler; bazıları

gürültüsüz bile giderler…Nasıl da silerler yaşananları, hayatımızın

filmini şerit şerit keserler… Film eksik izlenir, hiç çekilmemiştir

sanki o sahneler… Nasıl da giderler şaşarım, kırılırım… Hiç mi

değeri yok ki insanoğlu için yaşananların? Her sahne de emek

vardır diye düşünür dururum hep. Boşa yazmamıştır yazar ve

yönetmen boşa çektirmemiştir elbet o sahneleri derim. Neyse

izlemek istemediğiniz bir film olsa da sizlere o filmin kesitleri, ben

kamera arkası kayıtlarına da elbet bakarım. Kayıtsız kalamam…

Kayıtsız kalanlarım(!)

Zehra Bürde ÖZÇELİK