38
1

HT 14. sayi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

halkintakimi.com resmi yayinidir

Citation preview

Page 1: HT 14. sayi

1

Page 2: HT 14. sayi

2

Page 3: HT 14. sayi

3

Page 4: HT 14. sayi

Merhaba dostlar…

Temmuz yine geldi çattı. Biz Beşiktaş’lıların başına musallat olan bu en sıcak ayda yitirdiklerimizi anarak yeni sayımıza başlıyoruz. Son holigan Mehmet Işıklar (Optik Başkan), güzel adam Vedat Okyar, efsanelerimizden Şükrü Gülesin, yöneticimiz Şan Ökten, büyük Yusuf Tunaoğlu, sıcacık Cenk Koray, medyadaki kartalımız Orhan Şengürbüz, tribün kartalımız Alper Kılıç ve delikanlımız Barış Akarsu Temmuz’a kurban verdiklerimizden bazıları. Tümünün ruhları şad olsun.

Kapak konumuz azgınlığını gitgide artıran endüstriyel futbola karşı değerlerimizi koruma mücadelemizde salt onurumuz adına da olsa korkuluk olabilme felsefesi üzerine. Yazar mı? Halkın Takımı elbet.

Endirek serbest vuruşta Yılmaz Yılgın eski değerlerden ve anılardan dem vurup artık tüm yaşamımızı işgal eden tüketim manyaklığını ele almış. En büyük değer olarak emeği liste başına alırken sorgulama yapmaya sorgulama yapabilme yetimizden başlamamız gereğini önemle hatırlatarak bitirmiş vuruşlarını.

Yaz aylarında yitirdiğimiz bir Başka değer Kazım Koyuncu’nun ağabeyiyle İsmail Hakkı Demirel konuştu. İki Karadeniz’linin muhabbetinin editörlerimiz üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi saymazsak son derece sıcak ve samimi bir sohbet olduğu kesin. Hüseyin Koyuncu’ya selam, İsmail’e teşekkürler.

Haber 1903’ ün yazarlarından tiyatrocu dostumuz Özgür Özgülgün konuk oldu sayfalarımıza. Halkın Takımını terazinin bir kefesine koyarsak diğer kefede onu dengeleyen Halkın Aşkı nasıl tartıyor bu ağır yükü Özgür’den okuyoruz.

Kazım Koyuncu’yu ağabeyinden dinlemek İsmail’i kesmemiş olacak ki bu kez de Rize’nin (kendi deyimiyle) yorgun şairi Fatih Sultan Kar’a ulaşarak onu da konuşturmuş İsmail. Özel albümünden çok özel birkaç fotoğrafla birlikte bir de yakın dostu Fatih Sultan Kar’dan dinledik Kazım’ı bu kez. Ağzına sağlık yorgun şair.

Bir Beşiktaş’lı gazeteci dostumuz daha konuk oluyor dergimize bu ay; Mete Gürkan. Sizlerle tanışma yazısında St. Pauli’ yi kısaca tanıttıktan sonra (Garo Deliboz duymasın) İnönü’de St.Pauli ile yapılacak bir açılış maçının hayalini kurmuş.

Umarız hem kendisinin hem de çoğu Beşiktaş’lının bu hayali gerçek olur.

Şairleri ve tribünleri dağıttıktan sonra kendisini semtin bayındırlık işlerine adayan Deniz Akkuş 100. yıl anıtındaki pisliğe ve eksik ‘B’ harfine takmış bu kez. Akın’ı da (Akoğlan) yanına alıp Belediye’yi basan Deniz Beşiktaş’ımızın eksik ‘B’ harfini taktırtmış yerine. Hem emeğin hem de bu süreci anlattığın yazın için teşekkürler Deniz.

Yitirdiklerimizden resmi içeceğimize, yeni açıktan Akatlar’a kadar Yeni Açık Mustafa’nın (Şakıma) diyecekleri var taraftara. Özellikle Yeniaçığı mekan tutanlar mutlaka okusun, siz olmadan bir kişi eksiğiz diyor Mustafa…

Kadim dost Kenan Özcan, taraftarı olduğu İnegölspor üzerinden sadece endüstriyel futbola değil onun beslenme kaynağı olan endüstriyel taraftara da itirazını sürdürüyor. Kenan’ın bu nefis yazısını ‘niçin İnegölspor’ açıklamasıyla birlikte artık kendini tarif ederken kullandığı toprak saha ruhu başlığıyla sunuyoruz sizlere.

Bu sayımızda bir efsanemizi daha anmak istedik ve de yaşı tutmayanlara tanıtmak. Futbolumuzun Beyaz Gölge’si Serpil Hamdi Tüzün dedikten sonra daha fazla kelama gerek yok sanırız.

Atölye sayfalarımızda, ülkemizde de örneklerini görmeye başladığımız futbolcu heykelleri üzerine bir Halkın Takımı araştırmasını okuyabilirsiniz. İlginç bulacağınızı umuyoruz.

Bu sayıyla birlikte futbolun beşiği denilen yerden, İngiltere’den bir dostumuz Mark Henshaw, farklı açılardan değerlendirmeleriyle yer alacak dergimizde. İlk yazısı taraftarı olduğu West Ham United ve efsane taraftar grubu ICF üzerine. Bakış açımızı genişleteceği umuduyla Mark’a kocaman bir hoş geldin Halkın Takımı’ndan.

Son dönemin Analizini ustalarımızdan Barbaros Tantan yaptı. Hoca değişiminden transferlere kadar bir perspektifi değerlendirdikten sonra taraftara düşen görevi hatırlatarak bitirmiş analizini Barbaros usta.

Ve bir ustamızın daha, Aykut İlker Mete hocamızın klasik satranç sayfamızla Şah mat diyoruz 14. sayımıza.

Gelecek sayımızda buluşmak üzere…

Kapak konusu

Sanayi devrimiyle birlikte sermayenin azınlık elinde birikmesi sonucu oluşan geniş tekel ağları, karteller artık kitlelerin mevcut

ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yapılan üretim-tüketim ilişkisiyle yetinmemeye başladı. Yeni ihtiyaç alanları yaratmak, dahası ihtiyaç dışı lüks tüketimi körüklemek amacıyla beslenen yeni trendler, moda, marka yaratmak gibi yollara hızla sapan sermaye birikimi elbette ki milyarlarla ifade edilen büyüklükte bir kitleyi

4

Page 5: HT 14. sayi

çekim alanına hapseden futbola kayıtsız kalamazdı ve kalmadı da.

Bu aşamada başlayan bir ele geçirme süreci sonucu kitlelere ait olan tüm kulüp yapılanmalarına çeşitli sermaye gruplarınca önce sızıldı ve sonra el konuldu. Kitlelerce futbola ve kulüplerine atfedilen tüm değerlerin yerine yavaş yavaş yeni değerler konuldu ki çıkış noktası, insanoğlunun egemen olmakta en isteksiz olduğu o onulmaz “zafer” duygusudur. Kitlelerin bu duygusunu kaşıyarak itinayla yerleştirilen yeni değerler tıpkı bir tahtakurusu kolonisi becerisiyle, kitlelerin sahip olma duygusunu da koca bir kütük gibi kemirip içi boş kocaman bir kabuğa çevirmiştir bile. Sahip olduğumuzu sandığımız şey artık o şey değildir. Bize sunulan sadece incelikle oyulup süslenmiş, boyası cilası yerinde ama canı olmayan içi boş kuru bir kütükten ibarettir. Kısacası bir “marka” dır artık.

Genel olarak endüstriyel futbola karşı koyduğumuz tavır sloganların ötesine pek geçememektedir. Nasıl geçsin ki? Endüstriyelleşmenin köşkü kapitalizme karşı, en büyük karşıtı işçi sınıfı bile 100 yılı aşkın mücadelesinde, onca gücüne, sendika örgütlerine, ideolojik tabanlı parti teşkilatlarına ve devrimci potansiyeline karşın kısmi zaferlerin dışında kalıcı bir başarı elde edememiştir. Teknolojik gelişme ve sermayenin artık üretimden çok daha karlı hizmet alanlarına yaptığı yatırımlar sonucu eski devrimci geleneği de iyice aşınan işçi sınıfının ideolojisini bile güncellemeye vakit bulamadan pasifize olmaya yüz tutması kapitalizmin tek bir global kutup haline gelmesi sonucunu doğurmuştur artık.

En küçük mahalle takımından başlayarak çok uluslu sermayenin bayraktarlığını yapan dünya takımlarının ve onların dev organizasyonlarının önüne “Barikat” olarak dikilmenin romantik bir ütopya olarak kalacağını anlamak pek zor olmasa gerek. O halde biz neye karşı çıkıyoruz ve neden karşı çıkıyoruz? Futbol ve onun alyuvarları olan tüm futbol kulüpleri efendileri olan dev endüstri canavarına bizlerden can taşımaya devam edecektir. Büyük ama çok büyük kitleler de bu oyunun gönüllü birer parçası olmayı da sürdüreceklerdir. Tüm bu işgal edilmişlik ve hatta ötesinde dönüştürülmüşlük içerisinde biz ne yapabiliriz?

Yıllar önce İngiltere’de yayımlanan bir futbol dergisinin yaptığı araştırmada Beşiktaş, dünyada felsefesi olan çok az takımdan biri olarak tanımlanmıştır. Kendine ait bir felsefesi olmak nadir rastlanan bir özellik. Peki diğer irili ufaklı bir çok takımın kendine ait bir felsefesi yok mudur? Sorusuna verilecek cevap; Yoktur. Endüstriyel heyülanın markaları durumunda ki bir çok takım arkalarında ki bu büyük gücün, yani sermayenin felsefesini taşırlar. Nedir bu felsefe?

-Oyun sadece kısıtlı bir alanda oynanıp bitmez..

-Çok önceden oynanmaya başlar ve sadece güçlü olan kazanır. Sahada olan biten sadece sonuçların açıklanma törenidir.

-Bu felsefe sadece kazanmayı kutsar. Herşey kazanmak hedefine göre şekillendirilir, kullanılır ve gerekirse harcanır.

-Gelenekler sadece aşılması gereken alışkanlıklardır. Sermayenin baş döndürücü dinamiği ve çöplük kavgasında geleneklerin yeri yoktur.

-Kuralları mevcut koşullar ve sahip olunan güç belirler. Her türlü ahlak ve adalete ilişkin endişeler zayıflara ve kaybedenlere mazeret teşkil etmekten başka bir işe yaramazlar.

-Güçlerin dengelendiği yerlerde devreye giren kural “win-win” yani kazan,kazan kuralıdır. Yenişemeyen güçler karşılıklı çıkarlarını gözeterek birlikte kazanma adına her türlü işbirliğinden kaçınmazlar.

-Hiçbir şey satılamaz, hiç kimse vazgeçilmez değildir.

-Para eden herşey değerlidir

-Tek değer paradır.

Bu dayatmaya karşı sadece ve sadece sahip olduğumuz değerlerden beslenen bizler ve bizim gibilerin mücadelesinden belki bir Davud ile Golyat efsanesi doğmayacaktır ama arkasına sığındığımız barikatın önünde korkuluk olma onuru da sadece ve sadece bize ait olacaktır.

GEÇMİŞTEN GELECEĞEFelsefi anlamda bazı yorumlar yaparak burada yorucu-sıkıcı ifadeler kullanmak yerine daha basit kelimeleri sıralayarak anlatmak daha

doğru olacak. Henüz çocuk yaşta iken çikolata nedir pek bilmezdim. Ailemizden öğrendiğimiz en güzel yiyecek iki pötibör bisküvi arasına sıkıştırılmış lokumdu. Baklava kültürüne de haiz değildik, bazen anamız bize un helvası yapardı hepsi bu. Belli bir yaşa gelince çikolatanın tadını, sakızı ve meşhur Ankara gazozu ile meyve

5

Page 6: HT 14. sayi

suyunun da tadına varabildik; çoğu yoksul aileler gibi tabii.

Yıldız, Mıstık, Yumurcak, Suat Park sinemaları gidebilmek için hafta sonlarını iple çektiğimiz eğlence merkezleriydi. Ya da eski oduncu pazarının üstünde bulunan küçük lunapark alanı. Orası da her bayram ziyaret ettiğimiz, sınırlı da olsa güzel vakit geçirdiğimiz bir yerdi.

O dönemde bazı bankalar çocukların ücretsiz çizgi film izlemesi için promosyon bilet dağıtırdı, biz de haliyle havada kapardık. Süperman filmi yeni çıkmış ama cepte 5 kuruş para yok. Film de Mıstık sinemasında. Ne yapalım, ne edelim diye düşünüyoruz. Bankanın beleşe biletlerini dağıttığı çizgi film sabah 10:00-10:45 arası, Superman filmi de 11:00’da başlayacak. Ağabeyimle çizgi film izlemek için sinemaya girdik. Saat 10:30’da tuvalete girip saklandık, saat 11:05’e kadar çıkmadık. Çıktığımızda ihtiyar bir teyze tuvalet parası isteyince kaçıp kalabalığa karıştık. Film başlamış, yer sorumlusu elinde fenerle bahşiş almak için dolaşıyor. Çaktırmadan en arka köşelerden bir yere ilişerek zevkle Süperman filmini izledik.Bu ve buna benzer anılar sıralanır gider. Belki bazı dostlara inandırıcı gelmez ancak o zamanlar maçlar öğlen 14:00’da başladığından, biz çok erken saatte mabede gider içeri girme kavgası verirdik. O dönemde tek stad İnönü ve bazen bir gün arayla maçlar yapılıyor. Akşama kadar açlık tehlikesi var ve cepte de 5 kuruş yok. Isırılıpta yarım bırakılmış nice ekmek arası köfte, kokoreç yemişliğimiz vardır.

Şimdi geriye dönüp baktığımda bu yaşam biçimimde çok değişiklikler olduğunu görüyorum. En azından çikolata, gazoz ve sinemanın çok uzağında değiliz. Bazen tiyatroya, müzeye, hatta tatile bile gitme fırsatı buluyoruz. Acaba hayat çok mu zengin? Evet, çok zengin ama adil değil. Nitekim hala insanlar eskisi gibi eziyetler çekerek hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor; her ne kadar yaşadığı hayatın bilincinde olmasa da…

Gençlere, çocuklarımıza bu konuları aktardığımızda komik geliyor, gülüp geçiyorlar.

Onlara bu tür ihtiyaçlar için çile çekmek çok tuhaf! geliyor. Çoğu arkadaşımız geçmişte yaşadığı yoksulluklara inat kendi ailesinin bunu yaşayarak tecrübe etmesini istemiyor ve bu yönde mücadele ediyor.

Bir gün benim Onur’a para vermedim; git, para kazan ve kendi ihtiyacını bir günlüğüne de olsa karşılayıp gel anlat dedim; mutlu oldu. Akşam, durumlar nasıl? dedim; arkadaşlarla sinemaya gittik, hamburger yedik vs. vs. başladı sıralamaya… Peki, dedim, parayı nasıl kazandın? Öyle ya, ben sana para vermemiştim. Babaannesinden almış, bu kadar basit.

Dışarıda kimse kimseye ter dökmeden 5 kuruş vermez. Oturup Beşiktaş’ımızın maçını değerlendiriyoruz, bizimki sıralıyor; o gelse, bu gitse… Bir sürü laf kalabalığı… Yaav, diyorum Onur, bizim bir Beşiktaş’lı duruşumuz var. Takım yenilebilir ama bak güzel oynadı aslında ya da tam tersi, takım yendi ama kötü oynuyor. Gerçekleri kavramaları bu yaşlarda zor olduğundan diğer genç arkadaşlar gibi ivedi olarak başarıya endeksliyor kendisini. Oysa ki bu dünyada her şey insanların istediği gibi olmayabiliyor ya da tam tersi çok kolaymış gibi gelebiliyor. Tüm bunların altında yatan en büyük unsur da “tüketim çılgınlığı” denilen şu manyaklık. Her şey elde edinceye kadar değerli, elde edildiğinde ise değeri sıfıra iniyor. Önce hamburger yiyorsunuz (bizim köfte ekmeğin modern isimlisi), sonra sinemaya gidiyorsunuz (en yenisine), sonra sevgiliniz oluyor (çirkin de olsa), sonra sevgilinizle beraber oluyorsunuz (kıt kanaat), sonra o da bitiyor. Doyumun zirvesindesin, arzuladığın her şeyi elde ettin, tek bir şey kaldı. Tüketim çılgınlığı = Tatminsizlik duygusudur. Her şeyin değeri elde edinceye kadardır.

6

Page 7: HT 14. sayi

Peki bizim yaklaşımımız nasıl olacak? Bu yaşta tribünde avazı çıktığı kadar bağıran ağabeylerimiz, kardeşlerimiz nasıl düşünüyorlar? Tabii ki onlarda tıpkı bizim gibi zamanı yakalamaya çalışıyor ancak bazı fedakar dostlar hariç; onlarla zamanın bir adım önündeyiz gibi. Emeğin, doğal hayatın, insan hayatının en büyük değer olduğuna ve Beşiktaş’lı olmanın da bu değerleri taşıyanların yüreğinde, bilincinde harmanlanmış olduğuna inanıyoruz. İnadına her seferinde bunu ifşa etmekten de asla imtina etmiyoruz.

Ne insanlık yok olur, ne de Beşiktaş’lılık. Zaman zaman eksiklikler olmaz değil ama bu da göreceli olsa gerek. Aklınızda kalsın, “yaşamak ucuz değil, insan hayatı ucuz”. Bu nedenle hayatımızı verimli bir şekilde değerlendirmek zorundayız dostlar. Kitap okurken, bir film izlerken, yemek yerken, yürürken, hatta uyurken bile her şeyi sorgulamalıyız. Sorgulama kelimesi anlam itibariyle bazılarını korkutabilir. Nihayetinde hayatın akışı içindeki zayıf noktaları ve yaşam çevreni de sorgulayacaksın. Hatta en önemlisi beyninde yaratılmak istenen işgalleri, korkuları ve iyi bulduğun şeyleri dahi sorgulayacaksın. Savaşların doğal tetikleyici unsuru olan “bilgisizlik ve bencillik” başka şekilde aşılamaz.

Aramızda “Beşiktaş’lı duruşu” dediğimiz bu basit teknik stadyumlardan sokaklara, iş yerlerinden alanlara taşmış durumda ve daha da gelişecek gibi gözüküyor. Bu kanıyı taşımamın nedeni ise genç arkadaşlarımızın hayatın sorunlarına cansiperane yaklaşımı ve çözümü konusunda göstermiş olduğu yaratıcı tutumlarıdır. Önümüzde, “neredeyse” ilelebet izlenmesi gereken bir yol mevcut. Son 5 senedir de kıskanılacak derecede atılımlara imza attık. Bu saatten sonra atacağımız her adımda daha da seçici olmalıyız. Kimi zaman engellerle veya provokasyonlarla karşılaşabiliriz. Burada da hareket kaabiliyetimizi iyi tolore etmeyi becermemiz gerekmektedir. Gerçi ustamızın bir ifadesi var: ‘bağışıklık sistemimiz güçlü olduğundan bize etki etmez, biz aşılıyız.’ Diyalektik bize doğrularımızı, yanlışlarımızı, eksiklerimizi gösterir; yeter ki yüzleşmesini bilelim.

Akıyorsak garip çaylar gibi incelerekten, dokutuyorsak eğer sonbahar gibi, çok ağır olduğumuz içindir mandalar gibi ve balıklar gibi çok kalabalık seviyorsak silâhı ve yoksulluğu, susuyorsak kar altında toprakçasına, bıçak kemiğe değmediği, güneş ufuktan doğmadığı o tozkoparan fırtına kapımızı kırmadığı içindir vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım geçin sıcak ırmakları kuşlarım kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım

Hasan Hüseyin KIZILIRMAK

İsmail Hakkı DEMİREL: Merhaba Hüseyin abi, öncelikle bizi kırmayıp röportaj isteğimize olumlu yanıt verdiğin için teşekkür ederim. Kimdir Hüseyin Koyuncu, kendini bize tanıtır mısın ?

7

Page 8: HT 14. sayi

Hüseyin Koyuncu: Ben ailenin erkek kardeşlerinden en büyüğüyüm. Berberlik yapıyorum. Evliyim, iki tane kızım var. Memlekette yaşıyorum.

Şirin ve mütevazı bir hayat yani. Bildiğim kadarıyla baba mesleğini sürdürüyorsunuz.

Evet baba mesleği. Bizim ailede ben bir de ablam bayan kuaförü.

Sanırım ailenin Hopa'da kalanları olarak baba mesleğini sürdürürken Kazım Koyuncu ve Niyazi Koyuncu hayatına Hopa dışında yön verenlerden.

Evet

Kardeşiniz Kazım Koyuncu asi biriydi. Hayatına Hopa dışında yön verdi ve müzik ile uğraştı. Bugün baktığınızda tüm ülkede milyonlarca hayranı olan, çok sevilen, gerek müziği gerekse duruşuyla farklı kitlelerden seveni olan birisi; bize biraz Kazım'ı anlatır mısınız ?

Kazım’ı anlatmak... Yaşadığı süre içerisinde çok güzel işler yaptığını bütün Türkiye az çok biliyor. Yaşarken kendini ifade ediş biçimi; dünyaya bakış açısıyla, duruşuyla nasıl bir kişilik olduğunu... Sanat camiasında yaptığı müzikleriyle kendini ispatlamış ve en önemlisi devrimci kimliğiyle kitlelere kendini anlatabilmiştir.

Türkiye’de sanatçı olmak zor bir iş. Sadece sahnede şarkı söylemek değil, orada vereceğiniz mesajlar da önemli çünkü kitlelere en yakın olan kişidir sanatçı. Vereceğiniz mesajlar önemli; yani duruşunuz, kimliğiniz, ahlakınızla güvenilir olmanız gerekir. Kazım Koyuncu var olan kanseri yok olarak gösteren bir devlet düzenine karşı Karadeniz’ deki kanser olayının hep üstüne gitti. Bu halkın hoşuna gitti ama devlet tarafından pek hoş karşılanmadı. Aynı şekilde Karadeniz sahil yoluna da karşı çıkışı ve sert eleştirileri oldu. Şimdi onun adıyla prim yapmaya çalışanlar var ama Kazım Koyuncu gibi bu olayların üstüne gitmeye cesaretleri yok. Bu konu hakkında Kazım’ın ailesi ne düşünüyor?

Kazım hayattayken olumsuz olan ne varsa, yani kötü giden her şeyin karşısında durdu. Önce bizim memleketin en büyük sorunlarından biri olan, Çernobil’in yarattığı kanser vak’ası, onunla mücadele etmesi ve de en korktuğu şeyin sonunda kendi başına gelmesini büyük bir talihsizlik olarak görüyorum. Sonuçta tüm Karadeniz halkı bununla mücadele etti ama karşılığını hala daha almış değiliz.

Sahil yolu projesiyle de çok uğraştı. Sonuçta sahilimizin bozulmasına göz yumuldu ama şimdiki Bakan da çıkıp “evet bu yolu yanlış yaptılar” diyebiliyor.

Bu ülkemizin en büyük sorunlarından birisi zaten; doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış.

Yani Kazım burada haklı çıkıyor ama çok geç...

Şimdi de HES’ ler gündeme geldi. Kazım Koyuncu yaşasaydı muhakkak bu mücadelede de öncü olurdu, en ön saflarda HES’LERE HAYIR derdi. Kazım Koyuncu’ nun Çernobil ve sahil yolu için verdiği mücadelenin haklı olduğunu görenler onun gibi tepki veriyor diyebilir miyiz?

İnsanlar şunun farkına vardılar; zararlı olan ne varsa bunun karşısında durabiliniyor. Evet, Kazım’ın verdiği mücadele Karadeniz insanına ışık tutmuştur. Sonuçta yaşadığınız yer ve hiç kimse bulunduğu coğrafyanın bozulmasını istemez.

Kazım Koyuncu devrimciydi ve ülkemizde sol görüşlü insanların öncü olduğu konulara hep ihtiyatla yaklaşır halk. Kazım koyuncu bu tür yaklaşımlarla karşılaştı mı hiç. ?

Zaman zaman karşılaşmıştır muhtemelen ama şöyle de birşey var. Kazım ve Kazım gibi düşünenlerin mücadelesinin haklılığını sonradan insanlar anlamışlardır. Bunlara karşı durmak için ille de komünist veya anarşist olmak gerekmediğini bütün herkes gördü tabii ki.

Kazım Koyuncu yaptığı müzik ile geniş bir kitleye hitap etti. İnsanlar bilmese de ne söylendiğini eşlik etti ona. Ailesi olarak bu sizin için büyük bir onur olsa gerek. Nasıl böyle bütünleştirici birisi oldu Kazım koyuncu?

Bizi gerçekten onore etmiştir. Özellikle doğudaki insanlara bu sevgiyi vermesi de apayrı bir duygu, yani bütün mesele herkesi bir araya getirebilmesi oldu. Çok genç yaşına rağmen kısa sürede çok büyük işler yaptığını düşünüyorum çünkü söylediği şarkılar insanları hep mutlu kılmıştır. Onun da en çok istediği şey herkesin bir arada yaşayabilmesiydi.

8

Page 9: HT 14. sayi

Aslında Zuğaşi Berepe ile ilk konserlerini yanılmıyorsam Rize - Pazar' da vermişlerdi. Oraya giderken bir çekinceleri vardı; "Lazrock'a insanlar nasıl bakar" diye. Bu konu hakkında sizle paylaştığı, öncesinde ya da sonrasında birşeyler var mı?

Evet, Rize – Pazar’a davet edilmişlerdi. Zuğaşi Berepe’ yle Karadeniz’ deki ilk konser olacaktı. Biraz çekiniyorlardı çünkü hepsi uzun saçlı, küpeli fılan; yani aykırı tipler. Acaba tepki alır mıyız kaygısıyla çıktılar insanların karşısına; ben de ordaydım. Çok heyecanlıydım. İlk kez izlemiş olacaktım. Tam tersi oldu ve izleyenler çok beğendiler ve oylece de devam ettiler. Çok sevinmişlerdi gördükleri sevgi karşısında.

Ben de bi Karadeniz’liyim. Karadeniz insanı serttir; sert müziği sever. Bunun da etkisi var mıydı acaba? Hem Lazca söyleniyor hem de sert bir müzik.

Benimle muhabbet sırasında sürekli anlatırdı, ne konser verdik filan diye. Çok mutlu olmuştu.İnsanlarda önce, ne söylüyor bunlar diye bir şaşkınlık oldu elbette. Sonra baktılar ki bunlar bizim dilde şarkı söylüyorlar. Ey, güzel ama niye uzun saçlılar? Niye küpeliler biçiminde muhabbetlere de rastladık. Sonradan anladılar ki gerçekten bu insanlar bizim şarkılarımızı söylüyorlar ve bunlarda art niyet yok. Alıştılar zamanla. Her zaman da gelip konser vermelerini istediler; çok sevdiler yani.Kazım Koyuncu vefatından sonra daha çok ünlü oldu deniliyor. Halbuki zaten tüm ülkede belli bir kitlesi vardı. Tek bir tane video klibi yoktu. Kliplerinin Gülbeyaz dizisi olduğunu söylerdi ve hiçbir show programına katılmazdı. Hep halkın olduğu yerlerde, mütevazı ve bir o kadar da dolu dolu anılar bıraktı arkasında.

Şimdi Kazım popüler kültürden çok uzak yaşadı. Medyaya yakın biri değildi. Belli bir kitleye yani onu anlayan insanlara birşeyler verdi ama ister istemez yaptığı işler de vitrin olmaya başladı. Biraz da Gülbeyazın etkisi oldu çünkü müzik yapıyorsunuz, güzel işler yapıyorsunuz, elbette bir yerlere gelmeniz lazım. Vefatından sonra daha fazla tanınmasını da erken yaşta kaybetmemize bağlıyorum. Bizim ülkede

biliyorsunuz ki insanın kıymeti öldükten sonra anlaşılıyor.

Ve o insan önemli işler yapıyorsa daha da acı oluyor kaybı...

Maalesef.

Kazım’ la ilgili unutamadığınız bir anınızı paylaşabilir misiniz bizimle ?

Aslında çok anımız var. Üniversite yıllarındayken cezaevine düşmüştü. 17 yaşındaydı içeri girdiğinde. Bayrampaşa cezaevinde kaldı beş buçuk ay. Her hafta giderdim ziyaretine. Bir gün nöbetçi asker ‘senin kimin var?’ diye sordu. Ben de dedim ki ‘kardeşim içerde.’ ‘Ya bunlar ne kadar zeki insanlar’ dedi. Ben de dedim ki ‘evet bunlar zekidir’. Meğer içerde bisküviden baklava yapmışlar, askere de ikram etmişler. Neyse, Kazım’ la camdan cama konuşuyoruz. Anlattım askerin söylediklerini. Kazım’ da çok duygulandı. Dedi ki ‘Biz devrimciler böyleyiz; yoktan var ederiz ve kim ne isterse onu veririz’. Öylece gülüştük.

Kazım Koyuncu ve futbol demek istiyorum. Futbol ve Trabzonspor’ la ilgisinden söz eder misiniz biraz da?

Kazım futbolu çok severdi. Küçüklüğünde köyde maç yapardık, hep Trabzonspor’lu İskender’i anardı, onun gibi oynamaya çalışırdı. Futbola bakışı da dünya görüşüyle bağlantılıydı. Üç büyüklere kafa tutan bir takımdı Trabzonspor. Güçlülere karşı koyan bir takım olmalıydı Kazım için o da Trabzonspor’ du ve de iyi bir taraftardı. Yalnız şampiyonluğu görmeden aramızdan ayrıldı, o da şanssızlık.

9

Page 10: HT 14. sayi

Ama İstanbul B.B. maçını izlemişti. 5-0 lık galibiyet hediye etmişti Trabzonspor Kazım'a

Biz de Trabzon’un Kazım için şampiyon olmasını istiyorduk ama sonuçta olamadık.

Kazım Koyuncu’ nun ölüm yıldönümünde, özellikle Beşiktaş taraftar siteleri, forzabesiktas.com ve biz halkintakimi.com site girişlerinde ve içerisinde açtığımız konular ile Kazım Koyuncu’ yu anıyoruz. Bu onun ne çok sevildiğini, renklere bakılmaksızın saygıyı hakettiğini gösterir. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz

Evet bu da çok önemli tabii ki. Bir keresinde Beşiktaş taraftarları Kazım’ı anmışlardı statta, bu da bizi mutlu etmiştir. Önemli olan renklerin kardeşliği. Kazım için kim ne yaparsa o da ayrı

bir güzelliktir çünkü. Beşiktaş taraftarları da onu bağrına basmıştır, ben de buradan onlara ailem adına teşekkür ediyorum. Beşiktaş - Trabzon maçıydı ve büyük bir pankart açmışlardı. sadece Beşiktaş yaptı bunu, diğerleri yapmadı bu güzelliği.

Hüseyin Abi, vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederim Halkın Takımı ve Beşiktaş Taraftarları adına. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Halkın Takımı Derginize bana bu röportaj olanağını sağladığı için teşekkür ederim, çok sağolun.

Biz de size teşekkür ediyoruz.

İlişkinin olduğu her noktada şiddetten söz etmek olasıdır Yağmura gebe bir sonbahar gününde babasının elinden tutarak Taksim'den

aşağıya sallanan çocuk, her adımda sesler duyar.

Sesler çoğalır, sesler karışır ve çocuk futbolun büyüsüne kapılır.

Artık taraftar olmayı öğrenecektir. Tezahürata eşlik edecek, babasının omuzlarından inecek, tehlikenin sınırlarına yolculuk edecektir. 

10

Page 11: HT 14. sayi

Aşk...Çoğu zaman

yitirilmiş kısacık zamanda

yabancılaşmış yepyeni 

bir AŞK başlayacaktır..

.Yağmurda,

çamurda; İstanbul'da,

deplasmanda; her zaman hazır ve

nazır...Ne bir dekor, ne

müşteri, ne popüler mekan…Tutku...

Delilik...Hal...Durum...ve son kertede DURUŞ...   İçine işler; her nefes aldığında yüreğinden sesler gelir. Sahanın o büyülü yeşili tutkunun ateşine dönüşür. Söz biter hayat başlar...

HALKIN AŞKI...Toplumsal olur. Eylemlerde haykırır; yetmez, karşı durur. Uzaktan baktığında içine çeker ve dünyadaki bütün "İzm"lerden daha çok bağımlılık yapar; damarlarda gezinir.Kimi zaman efendi olur, kimi zaman da delikanlının raconu. Her zaman seninledir. Öyle ki koluna adını kazıttırır. Sadece senin aşkın değildir, HALKIN AŞKIDIR. 

DIR...DIR...DIR...Söz biter, zaman akıp gider, yazı uçar, bu SEVDA kalır…

Kitabını yazarsın, hayat boyu taşırsın. Yanlışın olmaz, alt kimliğin olur. Hem bedenden verirsin, hem cepten ama öyle bir susarsın ki ayıp gelir aklına; bunlar anlatılmaz,yaşanır.

Abinden öğrenirsin, babandan görürsün, sen de peşinden gelene verirsin. Sevinmezsin çünkü sen

sevinmek için sevmezsin... Artık askersindir; gerilla olmuşsundur. Nerede sevda orada sen misali. Gidersin, bir daha da dönmezsin. Evini, yurdunu, dilini, dinini bırakıp gidersin ve dönmezsin.

Ötekilerin, ötelere ötelenen hayatlarına ağıtlar yakarsın. Eski bir ağıt olur senin için hayat. Taziyeler kabul edersin.

Baba olursun, oğluna bir çift ayakkabı alabilmek için aybaşını beklersin. İnanç ve umudun sınırlarında değerler biçersin. Herşey susar, derin bir üçlü ile hayata tekrar tutunursun.

Marksistler sana sinirlenir, sen kendinle çelişirsin. İşçi sınıfı küser, sen idare eder, aciz olduğunu kabul edersin.

Başın önüne eğilmesin aldırma gönül aldırma...

HALKIN AŞKI büyüktür affetmez...  

Trabzonspor aşığı KazımO güneşti, o aydı Dünyaya sevgi yaydı Derdimiz bilinmezdi Koyuncu olmasaydı. Sihir mi? Ne hal etti Bin çiçekten bal etti Adıyla anılıyor Hopa'yı kutsal etti

İstiklal Caddesi onsuz viran geliyor artıkOnu geç tanıyıp erken kaybettim. İlk kez İstiklal caddesi’nde karşılaştık. Çıkar ilişkilerinin kirlettiği dünyada umutlarımı yitirmek üzereyken bir ışık gibi parlamıştı. Oysa ben tünelin ucunda ışığı yakalamanın artık imkansız olduğunu

11

Page 12: HT 14. sayi

düşünmeye başlamıştım. İlerleyen günlerde konserleri, internet sitesi ve sağlam duruşu ile hayatımızın vazgeçilmezi oldu.

Onunla aynı caddede yürüyorduk; İstiklal caddesinin en güzel rengiydi o. Her tarafta onun şarkıları çalıyor, caddede bütün insanlar onu tanıyordu. O İstanbul’daki Trabzonspor’du. Ortak arkadaşımız Şehnaz Yaygel Trabzonspor ile ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor : Gidişinden tam bir ay önce, Atatürk Olimpiyat Stadı'ndaki Trabzonspor-İstanbulspor maçına, hastalığın tüm risklerini göze alarak, sırtındaki bordo mavi formayla gelmişti. Trabzonspor aşığı Kazım maçı izlerken, tüm güzel şeylerin sebebi diye tanımladığı hayat arkadaşı Gönül ona ilaçlarını içiriyordu; o ise hala "Trabzon" diye bağırmaya çalışıyordu. O gün bağırmaktan sesi kısıldı ve biz ona söz dinletemedik. Skor 5-0 olduğunda yüzünü görmeliydiniz. Maç çıkışı merdivenleri çıkarken bir kolunu Gönül’ün Bir kolunu benim omzuma attı destek almak için. Zorlanıyor ama kalan çok az gücüyle Trabzonspor için ikimizin yaptığı marşı söylemeye çalışıyordu. O ana kadar ben hiç ümidimi kaybetmemiştim ama artık anlamıştım şansımızın çok fazla olmadığını. O gün kolu omzumdayken içim o kadar yandı ki ben artık o marşı dinleyemiyorum, Trabzonspor maçlarını izleyemiyorum. O gün sesinin iyi çıktığı son günmüş bilemedik.

Her sabah sokak temizleyen insanlara, gazeteciye gazete aldığı Bekir Ağabeye "merhaba güzel insan" der öyle geçerdi Tünel'den. Gecen gün aynı gazete satıcısı “Kazım Koyuncu bana "Merhaba güzel insan" demeden

yanımdan geçmezdi. Yaa Ben güzel biri değilim ki niye öyle derdi?” Diye sordu. Ben de ona "o güzel bakar, güzel görürdü” dedim.

Çalıştığım iş yeri ile stüdyosu birbirine çok yakındı; sık sık karşılaşırdık. Böyle olacağı aklımızın ucundan bile geçmezdi. Kocaman istiklal Caddesi şimdi onsuz viran geliyor artık.

Çernobil olayında duyarsız kalan dönemin yetkilileri için Sultanahmet Adliyesi'nde suç duyurusunda bulunanların arasındaydı. Ben de oradaydım. Adliyeden ayrıldıktan sonra Yazar Hasım Albayrak'ın Müdürlüğünü yaptığı Cumhuriyet Müzesine geçtik. Oradaki şakalaşmaları, güler yüzü hafızamdan gitmiyor. O gün uzun uzun konuşma şansı oldu. Onun hareketleri, söyledikleri film şeridi gibi şu an gözlerimin önünde. Karadeniz'de artan kanser vak’alarına dikkat çekilerek kendisine sorulan "Ailenizde kanserli var mı?" sorusuna bir yıl sonra "Ben" diye cevap veriyordu

Beni radyasyon değil Türkiye'deki sistem kanser etti

Trabzon Dernekler Birliği'nce 23 Nisan 2004 tarihinde organize edilen "Çernobil'in Etkileri ve Hasta Hakları" konulu panele hasta olduğu halde konuşmacı olarak katılmıştı. Orada yaptığı konuşmada "O koca burnumu her şeye soktuğum için bu hastalığın da tanrıdan geldiğini düşünüyorum" sözleriyle dinleyenleri güldürmeyi başarmıştı. Konuşmasında “Bir kaset yaptım, gazete çıkarır gibi yazdım. Hayatta hep gıcık işlerle uğraştım. Beni kanser ettiniz demek istiyorum. Her şeyin içinde bulunmak zorundaydım. Sistem bizim gibi insanları dinlemiyor. Asi, muhalif... Kanser beni ilgilendirmiyor. Beni yaşamlar ilgilendiriyor. Mücadele edin. Güç bizde. Yönetenlerden kanserden ölen var mı son dönemlerde? Ben Türkiye'de her şeyin bir sektör olduğuna inanıyorum. Türkiye'de hiç radyasyon olmasa da sistemin kendisi yeter zaten ama hiç merak etmeyin bundan sonra da muhalif, illet, deli bir herif olmaya devam edeceğim” diyordu. Ayrıca Panelde sarf ettiği ve altını önemle çizmek istediğim "Türkiye'de bir sistem sorunu var. Beni radyasyon değil Türkiye'deki sistem kanser etti" cümlesini unutamıyorum.

"VİYA" sahil yoluna nazik bir tepkidirDaha sonra hazırlamakta olduğumuz bir dergi için röportaj yapmak üzere Filiz Acar, Yakup Ali Turan ve bana kapılarını açmıştı. Onunla ulaşım konulu bir dergi için neyi konuşacaktık? Röportaj bir yerde tıkandı derken bizi anlattıklarıyla öyle bir dünyaya sürükledi ki… Konuşmasında Karadeniz’le ilgili önemli anekdotlar vardı: VİYA albümünün viya olmasının sebebi sahil yoluna nazik bir tepki. Çünkü viya sahillerde yapılan bir nevi aletsiz sörf. Ardeşen' de tahtasız da yapılıyor; böyle dalgaya bırakıyorlar kendilerini. Kayalarla kavga ediyor insanlar, çocuklar. Bu çok önemli bir kültürel durumdur aslına bakarsanız.

12

Page 13: HT 14. sayi

Fakat, eğer biz sahilleri doldurursak böyle bir şey de olmayacak. Sadece küçük şeylerden bir tanesi.

Ben de daha fiyakalı giyinirimKazım Koyuncu ile sohbetimizin sonunda yazıyı fotoğraflarla süslemek istediğimizi belirttik. Bize bir hafta sonra gitarıyla nostaljik tramvayda poz verebileceğini söyledi. "Ben de daha fiyakalı giyinirim" demişti. Sözleştiğimiz tarihte kendisini aradığımda hasta olduğunu söyledi. Karadeniz’ in hırçın çocuğu, genç sanatçı ne yazık ki kanserdi. 25 Haziran 2005'te de aramızdan ayrıldı. Binlerce seveni kendisini istanbul'dan Hopa'ya uğurladı. Yaptığımız bu söyleşi de belleğimizde hoş bir seda olarak kaldı.

Hopa'ya gitmek istiyorumAmerikan Hastanesinde bir ziyaretimizde "Hopa'ya gitmek istiyorum" diyordu. Hopa derken boğazının düğümlendiğini hissediyordum. Tahsin Usta Ağabey, Şehnaz Yaygel, Aytekin Akay ve ben ona seni iyi gördük derken gerçekler de bizi endişelere itiyordu. Tahsin Ağabey onu neşelendirmek için espriler yapıyordu. Sahnelerin hırçın çocuğu sakinleşmişti. Bir konser düzenlese büyük gelir elde edebilirdi ama o bunu kabul etmiyor ama Cerrahpaşa Hastanesi Onkoloji Bölümünde tedavi gören çocuklara kimse duymadan konser vermeyi tercih ediyordu.Yine acele ettiVe artık Kazım yok. Karadeniz’in, bizim sorunlarımızı dile getiren hırçın çocuk aramızdan ayrıldı. Hep konser için çıktığı ve şarkıları ile inlettiği Harbiye Açık Hava Tiyatrosuna bu kez veda için çıktı. Aceleci idi. Konserlerinden saatlerce önce Konser vereceği alana gelirdi. Bu kez de öyle yaptı. 27 Haziran 2005 Pazartesi onunla özdeşleşen Hey gidi Karadeniz konseri Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda yapılacaktı; yine acele etti ve arkadaşlarından iki gün önce konser alanına geldi.

Kutladığı son doğum gününe, mutlaka olmam gereken bir çekim için davetli olduğum halde katılamadım. Keşke!...

Ve son olarak diyorum ki: Bulutların üstünde / Senle buluşacağız / Nerden sözü kestiysek / Ordan başlayacağız.......

Kazım Koyuncu, Fatih Sultan Kar ve Bayar Şahin Çernobil olayında duyarsız davranan dönemin yetkilileri için Sultanahmet Adliyesi'nde suç duyurusunda bulunulduktan sonra Cumhuriyet Müzesinde…

Kazım Koyuncu, Atatürk Olimpiyat Stadı'nda oynanan ve Trabzonspor’un 5-0 üstünlüğü ile biten Trabzonspor-İstanbulspor maçında tüm güzel şeylerin sebebi diye tanımladığı Gönül Bozoğlu ile…

St.Pauli ile İnönü’de açılış maçı

Tüm Avrupa’da lig sezonları geride kaldı. Tüm liglerde şampiyonlar ve küme

düşenler belli oldu birbir. Kimi takımlar ve taraftarları sevince, kimileri ise hüzne boğuldu.

Hayata ve de spora soldan da bakmayı tercih edenlerin Avrupa liglerinde hep takip ettiği, sempati beslediği iki takımda, yani Livorno ve St. Pauli'de ise sezonun son günlerinde farklı ruh halleri yaşandı. St. Pauli taraftarları yeniden Bundesliga'ya çıkmanın mutluluğunu yaşarken, Livorno yeniden ikinci lige düşmenin üzüntüsünü hissetti. Şu da bir gerçek ki, hangi ligde olurlarsa olsunlar, onlar duruşlarıyla farklı yerdeler ve biz de onları seviyoruz.

13

Page 14: HT 14. sayi

Evet son dönemde özellikle St.Pauli'nin yavaş yavaş piyasa düzenine yenildiği yorumları yapılıyor ama herşeye rağmen St. Pauli, taraftarlarıyla, başkanıyla farklı duruşunu her daim koruyor. Önümüzdeki sezon St. Pauli'yi izlemek için televizyon başında olacağız ama Livorno’da gözümüzden düşmeyecek; bir alt ligde de yüreğimiz onlarla olacak hep.

Adanademirspor ile Adana’da yapacakları dostluk maçı için Türkiye’ye gelen Livorno hiç kuşkusuz bu yıl Türkiye futbolunun o kirli, kaotik gündeminde serinletici rüzgarlar estirmiş, onlara olan saygımız artmıştı. Livorno Adana’ya geldiğinden beri benim de içimde dolaşan bir şey var, o da St.Pauli’nin de İnönü Stadı’nda gelmesi ve Beşiktaş’ın, sezonun açılış maçını St. Pauli ile oynaması. Almanya’nın en kendine özgü kulübü ve taraftar kitlesi ile Türkiye’nin en duyarlı, en farklı, nevii şahsına münhasır kulübü ve taraftar kitlesi buluşsa; alkışlar, tezahüratlar birbirine karışsa; bayraklar birlikte dalgalansa. Hadi fırsat bu fırsat; gelin St.Pauli nasıl bir kulüp tekrar hatırlayalım. Eminim Halkın Takımı okuyucuları St.Pauli’yi iyi biliyordur ama üstünden bir kere daha geçmekte bir zarar yok.

Solcu ve anarşist taraftarlar

St. Pauli, Hamburg’un bir semti. Bu semtin takımı St. Pauli, solcu ve anarşist taraftarları, kuru kafalı bayrağı ve her koşulda sadık, ateşli taraftarlarıyla bir efsane. Sadece Almanya’da değil dünyanın dört bir yanında taraftarı olan bir camia. Belki de Almanya’daki başka hiçbir futbol kulübü St. Pauli kadar fedakâr ve yaratıcı bir taraftara sahip değil. Özellikle çeşitli şarkılardan ve sol marşlardan bestelenen şarkılarla inliyor St.Pauli'nin stadı. Statta St. Pauli taraftarlarının her daim pankartlarında gündemdeki konularla ilgili söyleyecekleri birşeyler, verecekleri mesajlar oluyor. Sayısız taraftar derneği olan kulübün başkanı ise Corny Littmann.

Littmann ataerkil ve maço futbol dünyası için marjinal sayılabilecek bir figür çünkü bir eşçinsel. 2003 yılından beri St. Pauli’nin başkanı. Belki de futbol dünyasının homoseksüel olduğunu gizlemeyen tek ismi. Kulübü batmaktan kurtarıp birinci lige taşıyan Littmann, St. Pauli efsanesini yaratan isimlerden biri.

Bayraktaki kurukafanın anlamı

St. Pauli maçlarını izlemişler bilirler, tribünlerde hep kurukafalı bayraklar olur. Bu bayrakların anlamı ne mi? Kurukafa, korsan Störtebeker’i sembolize ediyor. Störtebeker zenginleri soyup fakirlere dağıtan, Hamburg’un Robin Hood’u denen bir isim. Bir defasında onu elinde korsan bayrağıyla liman bölgesinde görmüşler. Sonrası ise tam bir şehir efsanesine dönüşmüş. Hamburg’un ünlü Liman Caddesi, St. Pauli takımının üçüncü ligde oynadığı 2003 – 2007 yılları arasında da sadık taraftarlarıyla dolup taşıyormuş. St. Pauli semti 1980’li yıllarda ise sokak çatışmalarına sahne olmuş. Belediyenin yıkıp yerine lüks konutlar yaptırmak istediği eski binalar öğrenci, sanatçı ve anarşistler tarafından işgal edilmiş. Liman Caddesi’ndeki olaylar Hamburg’un bu semtini bütün Almanya’ya tanıtmış ve direniş sonuç vermiş; eski binalar kurtulmuş.

Zaman değişir St.Pauli değişmez mi? Önünde sonunda bir şekilde piyasa düzenine bulaşmış St. Pauli de. Örneğin St. Pauli’nin ünlü Millerntor stadında artık deri koltuklu lüks bir tribün bölümü de var ama kale arkasındaki ucuz tribünler değişmemiş. Maçı ayakta seyreden ve tezahüratlarıyla bütün stadı coşturan sadık taraftarlar hep orda. Ev işgalcisi anarşistle, mavi yakalı banka işçisi tribünlerde buluşup, omuz omuza takımlarına tezahürat yapıyorlar.Ne dersiniz, Beşiktaş ile St.Pauli, sadık ve yaratıcı taraftarlarıyla, duyarlı kulüp kimlikleriyle birbirine benzemiyor mu, iki takımı bir arada el ele İnönü’de görmek güzel olmaz mı?

Beşiktaş’ımızın ‘B’ harfi

Köy İçinde, 100. yılın anısına yapılmış bir anıtımız bulunmakta.Eskişehir’deyken, her maça gelişimde bu anıtın orada arkadaşlarla

buluşuyordum. Yanlış hatırlamıyorsam bu anıtın 100. yıl BJK yazısının ‘B’ harfi yerinde olmayalı yaklaşık 1 yıl olmuştur. Açıkçası başlarda rahatsız olmuş olmakla birlikte daha sonra o şeklini görmeye alışmıştım çünkü o zamanlar günübirlik maça gelip hemen dönüyor ve o harfin pek bir önemini hissetmiyordum. Sonuçta burası Beşiktaş semtiydi ve ben burada yaşamıyordum. Bu konuyla ben değil yaptıranlar, belki de kulübün kendi yetkilileri ilgilenmeliydi.

14

Page 15: HT 14. sayi

Gün geldi, yolum bir daha dönmemek üzere Beşiktaş semtiyle buluştu. Şu anda bir yandan semtin içinde bu aşkı yaşamanın ayrıcalığını yaşarken öte yandan da o harfin hala yerinde olmayışını görmek beni daha çok huzursuz etmeye başladı. Hem bir taraftar hem de bu semtin yaşayan bir bireyi olarak o harfin eksikliğini Beşiktaş’a karşı bir hakaret sayıyordum. Oturup araştırdım. Öncelikle bu konu hakkında Facebook’ta bir grup açtım. Konu Erdem Ulus tarafından Haber1903 sitesine haber olarak şöyle geçildi: ’Tribünden önce burayı temizleyin.’ Başlığın altında fotoğraflar da yer almıştı. O fotoğraflarda hem tahrip edilen harf hem de çeşitli hayvan pisliklerinin görüntüleri yer alıyordu. Zaten anlamadığım, insanlar nasıl olur da gündüz gözüyle o anıtın üzerine hayvanların pislemesine göz yumarlar? Semt esnafı buna nasıl müsaade eder?

Arkadaşlarımızdan Akın Akoğlan ile birlikte konuyla ilgili bir dilekçe hazırladık. Fotoğrafları da ekleyip kulübe başvuru yapacaktık ancak öğrendik ki anıtı kulüp değil Beşiktaş belediyesi yaptırmış.

Bunun üzerine dilekçemizi ekinde durumu belgeleyen fotoğraflarla birlikte Beşiktaş belediyesine verdik. Yaklaşık bir ay sonra fen işleri müdürlüğünden Mehmet yılmaz isimli bir bey bana telefonla ulaştı. Konuya göstermiş olduğumuz ilgiden dolayı öncelikle tüm Halkın Takımı’na teşekkür etti çünkü başvurumuzu Halkın Takımı mensubu tüm arkadaşlarımızın

adına yaptığımızı, bu durumun bizleri çok rahatsız ettiğini, gerekirse o harfi kendimizin yaptırmak istediğimizi söylemiştik. Kendisi ise bize, öyle bir şey yapma yetkimizin olmadığını, o anıtın bir yarışma sonucunda yaptırıldığını, tüm hakların kazanan bir mühendis arkadaşa ait olduğunu söyledi. Bu durumu kendisine bildirdiklerini, mühendis arkadaşın da uyarı üzerine durumu incelediğini, en geç bir aya kadar eksik ‘B’ harfinin yerine konulacağını bildirdi ve sonunda anıtımızdaki o rahatsız edici eksiklik giderildi.

Konunun özetine gelirsek; bizim için futbol sadece futbol değil. Bizim için Beşiktaş’ta sadece Beşiktaş değil. Sadece forma almak, maçlara gitmek ya da maçlarını takip etmek değil, Beşiktaş’ın değerleriyle Beşiktaş’ı ilgilendiren her şeyde eksik ya da yanlış her ne var ise bu konuyu çözmek için elimizi taşın altına koymak gerektiğini biliriz. Bizler Beşiktaş sevdalısıyız

BEŞİKTAŞ SEVDADIR. PEKİ BU SEVDANIN ANLAMI NEDİR?

Sevgili Halkın Takımı, Beşiktaş aşıkları. Yeni bir sayıda yeniden beraber olmanın mutluluğuyla hepinizi kartalların en derin

sevgileriyle selamlıyorum. Yeni sezonun başlamasını özlemle beklediğimiz bu günlerde, hani diyoruz ya “sana gelmediğim gün öldüğüm gün” diye, aynen o özlemle yeni sezonu bekliyoruz. Bu yeni sezonu sabırsızca beklerken hep birlikte, kulüp tarihimizin en önemli mimarlarından Şeref beyi, Baba Hakkı’ları, Sn. Süleyman Seba’ yı, Türkiye’ye ve belki de Dünya’ya gerçek tribünün ne olduğunu öğreten, Çarşı’mızı (hepimizi),

15

Page 16: HT 14. sayi

bizlerin Optik Başkanını; annesinin Mehmet’ini anmadan geçemeyeceğimiz gibi; aramızdan bir şekilde göç eden ve maalesef bir şekilde aramızda olamayan tüm diğer büyüklerimizi de hatırla(t)mak isterim. Tabii ki halen bu kutlu yükü her türlü olumsuz şartlara rağmen sırtında taşıyan birbirinden değerli abi ve kardeşlerimizi de saygıyla selamlıyorum.

Arkadaşlar, Optik Başkan’dan selam var sizlere; hepinize. Geçen gece rüyamda gördüm başkanı. Herkese diyor ki Son Holigan; ‘Ey kartal âşıkları. Nasıl ölüm ayıramadıysa bizi sizlerle, Beşiktaş’ımızla; bu yıl milat olsun bizler için. Küçük çekişmeleri, 90+3’te bazen yapılan talebe taraftarlığını, maçlarda alınan -belki de- fazla alkolün dozajından olacak yaşanan kırgınlıkları, ağabeyleri tam anlamadan ve çekilen eziyetler görülmeden yapılan yorumları, Çarşı’yı hiç tanıyıp anlamadan sırtına veya atkılara yazılan Çarşıları bu yıl bir kenara bırakın. Tam anlamıyla yeniden hepimizin sevdası Beşiktaş’ımızın yanında birlik olun. Çarşının ne demek olduğunu; birliğin, kardeşliğin, Beşiktaş’ın neden halkın takımı olduğunu iyi kavrayın ve yeniden daha bir canla başla girin kol kola; yürüyün en asil ve şerefli hakkımız olan şampiyonluklara; yeniden sarılın birbirinize; yumruklar bir daha, daha bir güçlü sıkılsın ve yukarı kalksın; gündoğdu, omuz omuza, üçlü ile birlikte benden hatıra bir baba hindi… Öyle bir söylensin ki mabetten, cennetten cevap gelsin ‘siyah- beyaz’ diye yeniden. Tribünlerin son holiganını bir kez daha rahmetle anıyorum.

Siz değerli kartallarla şunu paylaşmak istiyorum. Bu yıl maç günleri resmi içeceğimiz hep çay olsun. Alkol ille de alınacaksa tadında

alınmasına dikkat edilsin. Varsa eğer aramızda kırgınlıklar, küçükler yapsın bir güzellik ve özür dilesin; Büyüklerde babacanlığına yakışır şekilde affetsin. Öne çıkmak yerine önde olanı sahiplenerek, bir ordunun komutanı ne kadar değerliyse aynı ordunun askerinin de o kadar önemli olduğunu mutlaka iyi kavrasın. Beşiktaş sevdamızın tamamen içten, çıkarsız, semtten çıkan, tüm Dünya’ya yayılan büyük bir sevda olduğu, ayrıca bu sevdayı temsil eden ve siyah&beyazdan oluşan iki rengi olduğu, bunların da neyi temsil ettiği kesinlikle unutulmasın. Tabii ki yönetenler de Beşiktaş’ı iyi yönetirlerse, ne kadar tribün güzelliği varsa yine ve fazlasıyla yapılacağı gibi, desibel rekorlarını yeniden kırmayı bir kenara bırakın rekorlar kitabında bizi yazmaya sayfa kalmaz inanın arkadaşlar.

Bir de temizlik yapma iddiasında olanların önce kendi şapkalarını önlerine koyarak kendi yaptıklarına bakmalarını naçizane rica ederiz. Başarı bize en çok ne zaman gelmiş idi hatırlayın. Takımın kolej takımı havasında olduğunda di mi? Peki nedir bu kolej takımı havası? Taraftar –futbolcu-yönetim-camia el ele idi o zamanlar. Futbolcular dahil herkes birbiriyle konuşuyor destek oluyordu. Yine o zamanlar tam anlamıyla fazla medyamız da yoktu lobimiz de. Hatırlarsınız, daha sonraki yıllarda taraflı medyaya karşı ‘Forza Beşiktaş’ kurulmuştu. Başarı birbirini sevmek ile, birbirine saygı duymak ile, küçük kıskançlıkları bir kenara bırakıp takım olma ruhu ile gelir. Hadi diyelim ki bu yıl 1903… Para yok, maddiyat yok… Tek bir aşk var o da sadece Beşiktaş… Bu yıl yöneticilerden en büyük isteğim; futbolculara ve teknik heyete, ayrıca bunlarla ilgilenen yetkili yöneticilere Pascal’ın bir konferans vermesini sağlasınlar ki neden taraftar Pascal’ı bu kadar sevdi, anlayabilsinler. Bu takımı gezi amacıyla bir lüks mekân yerine ister yensin, ister yenilsin bir köyiçi’ne, semte getirsinler. Getirsinler ki anlasınlar burada renklere olan sımsıkı taş gibi içten sevgiyi. Korkmasınlar; çayımızı da ikram ederiz, yemek de ısmarlarız. Ayrıca bu buluşmada meşale de yakmayız, söz olsun. Solusunlar semti, yaşamasalar da tam olarak bizim gibi siyah beyaz aşkı. Gece kulübü yerine birkaç kere semte gelsinler. Abilerden, gençlerden, bizim için Beşiktaş sevdasının ne olduğunu, o formanın ne anlam ifade ettiğini bir dinlesinler. İşte o zaman Kartalın nasıl yüksekten, nasıl her zamankinden daha güçlü, şerefli uçuşunu gerçekleştireceğini hep birlikte görürüz. Biz nasıl oyunları bozacağız diye pankart asıp, hep birlikte oyunları nasıl bozduysak bu yıl da birlik olalım tam anlamıyla. Yine her şey Beşiktaş’ım için şen olacaktır, buna inanıyorum tüm kalbimle ve sizin de inanmanızı rica ediyorum. Bizi sevindiren sadece Şampiyonluklar değildir. Şerefimiz, Hakkımızla oynayıp kazanmamız veya kaybetmemizdir. Beşiktaş’ lılığımızdan hangi koşulda olursa olsun ödün vermememizdir. Ya Allah aşkına bir topçu da

16

Page 17: HT 14. sayi

öyle bir oynasın ki kafasını soksun gerekirse tekmeye Beşiktaş aşkı için. Bizler 20 saat deplasmana gidip de iki günde döndüğümüz oluyor. Onlar 90 dakika sonunda sonuç kötü olunca önümüzdeki maçlara bakacağız diyorlar. Bıraksınlar da bunları taraftara layık olmaya, aldığı milyon dolarların hakkını vermeye çalışsınlar. Bu duayenlerin de yapacakları bir şeyler varsa yapsınlar artık bi zahmet yahu. Yoksa bir kibrit çak kampanyasını mı bekliyorlar yeniden acaba? Buradan şunu da özelikle haykırmak istiyorum; Beşiktaş uğruna onca verilmiş canlar, çekilmiş nice cefalar var. Öyle kolay olmadı bu tribün. O yüzden tribüne giden kardeşlerimiz nerede olduklarını bir kere daha hatırlasınlar, tribün ayrımı da kesinlikle yapmasınlar sakın. Kapalı da bizim, Yeni açık da Eski Açık da bizim. Tribünün dört yanı da birdir ve sevdamız sadece Beşiktaş’tır. Evimizin daha iyi olması için yeniden şahlanan yeni açığın güçlenen sesine herkesin katkı vermesi, destek olması gerekir diye düşünüyoruz. Unutmayın, o güçlendikçe hepimizin üzerindeki yük daha da azalır; bunu iyi bilelim. Bu yazıdan da kimse alınganlık yapmasın. Yapana lafımız yok, kimseye de Beşiktaş’ı anlatacak değiliz çünkü Beşiktaş hayattır, anlatılmaz ancak yaşanır. Yıllarca tribün kültürüne hizmet etmiş ve bu hizmete devam eden, yedi düvele ününü sarmış bu tribünün devamı ve bekası için,daha da güçlenip ileri gitmesi için neler yapabiliriz diye düşünün sevgili kartallar. Bu yolda olan tüm kartallara da içtenlikle sevgilerimi yolluyorum. Bu arada, salon sporlarına da daha fazla destek olmamız gerektiğini düşünüyorum. İnternet çok yaygınlaştı, her konuda haberimiz en kısa zamanda olabilmektedir artık. Madem armanın peşindeyiz diyoruz o zaman yeri gelince kazanı hınca hınç dolduracak, yeri gelince de kazanın yanını bırakıp Seba’ya akacağız. Otobüs sefer sayısının artmasını istiyoruz. Özellikle iş saatine denk gelmeyen maçlarda Akatlar’da olmanızı temenni ediyorum.

Laf yerine her zaman icraat üreten, sağlam temelli bir fabrika gibi devamlı imalat yapan, bu imalatı yaparken de diğer tribünler tarafından üçlüsünden tüm bestelerine kadar taklit edilen, ağabeylerin ayaklarının altında maç izleyenlerden diğer renklere bile lider üreten bir fabrikadır Beşiktaş tribünü. T.B.M.M’ ye gündem olan, yurt dışından tebrik alan bir tribünüz. Sosyal sorumluk adına yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır ayrıca. Her yaptığımız olayda mazlumun, yetimin yanında olmak, Beşiktaş’ın her alanda başarısı en öndeki amaçtır bizim için. Bu yüzden değerli kardeşlerim, arkadaşlarım; bu yıl başlamadan henüz hep birlikte yönetiminden, taraftarına kadar tüm camia olarak bir silkelenelim ve kim olduğumuzu, görevimizin ne olduğunu bir kez daha iyice hatırlayalım. Görevimiz, Allah göstermesin mahalli lige bile düşse her zamanki gibi halkça, omuz omuza, gündoğduyla, üçlüyle Beşiktaş’ımızın peşinden koşmaktır. Bu yıl bambaşka olacaktır diye inanıyoruz. Tarihin her şerefli sayfasında özelikle imzası olan şanlı Karakartalım bu yıl daha da yüksekten uçacak. Beşiktaş’ımız için statta yerinizi alın ve bu güzellikleri hep birlikte yaşatalım. Yeni Açık yine her zamanki gibi içten kucağını herkese açtı, gelecek cefakeş kartalları bekliyor. Bize gönülden merhaba diyen tüm kartallara gönlümüz de, kalbimiz de açık, hayatımız açık olduğu gibi.

Yeni Açıkta, sensiz bir kişi eksik olduğumuzu hatırlatmak isteriz.(Bu da reklâm olsun) – Yeni açık Mustafa-

17

Page 18: HT 14. sayi

Böyledir bizim sevdamızKanım çekiliyor... Damarlarım kasıldıkça kasıldı... Nefesim kesildi kesilecek gibi...

Ne zalim kadermiş bu... Sevdiğin yoğun bakımda can çekişiyor, sen fanusun ardından izleyebiliyorsun ancak. Elden gelen tek şey dua etmek.

3000 çift göz var sahada. Sahada koşuşturanlardan beyaz formalıları sadece benim gözlerim seçiyor. Sadece benim dudaklarımdan dökülüyor beyazlar için temennalar. Geri kalanlardan sövmeler, giydirmeler...

Alibeyköy' ün köhnemiş tribünlerindeyim. Olmak ya da olmamak. Mutlaka puan almalı İnegöl'üm aksi halde 26 yıllık profesyonel geçmişe sünger çekilecek. Gerçi ligimiz ha amatör olmuş ha profesyonel, biz zaten sevdaların en amatörünü, en karşılıksızını kazımışız yüreğimize. Yarimi de dünyanın en güzeli diye seçmemiştim ki yeşil sahalardaki sevdamı parlak neonlara endeksleyeyim.

Etrafımdan "Aaaliiibeeeykööööy" bağırışları yükseliyor. Benimse yüreğimi çatlatıyor içimde donup kalan haykırışlar; "İnegöl'üüümmm.Sen çok yaşaaaaa..!".

…”Fırtına patlak verecek gibi kaptan, ne yapacağız?”…“Paniğe mahal yok; sükunet…”

Rengini belli etmeden düşman saflarına sızmışım gibi hissediyorum kendimi. Bir haykırsam "Bordoo... Beyaaaz..." diye, biliyorum başıma geleceği. Şu yanımdakiler bağırdıkça leş gibi alkol kokuları kırıyor burnumun direğini. Bir de anlasalar aralarındaki Mata Hari olduğumu; neyse...

Maç başlıyor işte. Bir tek 90 dakika çocuklar, bir tek beraberlik ve kabusa son. Haydi.. Haydi gösterin kahpe kadere dişlerinizi...

…”Fırtına bindiriyor kaptan, kaçınılmaz. Nasıl savuşturacağız belayı?”…”Dedim ya bre… Sükunet… Sükunet…”

Sağlı-Sollu lakin şuursuz saldırıyor rakip. Bizim için ecelse onlar için de ecel zira bu esbab-ı kıyamet. Geliyorlar, savuşturuyoruz. Yükleniyorlar, püskürtüyoruz. Arada bir de cılız taarruz girişimimiz olmuyor değil ama önemsiz.

Geliyorlar işte soldan. Kesiyor be Fatih, hadi be çocuk! Yat önüne. Olmadı. Bilal'im gir kademeye! Offff bee! Çıkaydın, alaydın şu topu be Apo, alaydın şu topu be kara yağızım...

Yedik golü... Yer yemez de bir çınlama oturdu sol kulağıma; Uğulduyor. Bir lisede matematikçinin tokadı yapmıştı bunu sol kulağıma bir de aha bu gol.

…”Kaptaaan!… Kaptaaan!...”…”Bırakın kadın gibi sızlanmayı. Dümenci sarıl şu çarkıfeleğe… Yelkenci!.. Asıl!... Tayfaaa!... Yüreğiniz ellerinizde çalışın!... Tevekkülle… Sükunetle..”

Başımı ellerimin arasına alarak bitiriyorum devreyi. İkinci yarıdan umutluyum ama... Olacak, inanıyorum. Beyaz giymiş gençlerimizin kararlılığı da aşılıyor bunu bana. Başladık işte, geldik dananın kuyruğunun kopacağı yere.

Bakın bakın. Mustafa da girmiş oyuna. O raket sol ayak. Göreceksiniz bak. Topu alır ayağına. Önce çizgiye iner gibi yapar, terse çeker sonra. Kaleye bakar, kaleciye bakar. Sol ayağının içiyle keser rakip doksana.

Page 19: HT 14. sayi

Bekliyorum. Bekliyorum ve prangalarıma sarılarak sarsılıyorum.

Atıyor işte Mustafa. Tam da zihnimden somuta sıyrılmış gibi. Aynen. Hem de son devre başlar başlamaz. Artık talih bizim için gülümsüyor bahar öğleden sonrasını ısıtan güneşin ardından.

…”Kaptan!... Bak, ufka bak!.. Bir parıltı sızıyor karanlıklar arasından.”…”Sükunet tayfa sükunet…Bırakmayın dümeni, asılın küreklere… Sükunet…”

Zaman eriyor. Rakip şuursuzluğuna, inançsızlığını da ekleyerek geliyor. İnanç pusulasının umut ibresi bizi gösteriyor. Kalesini değil vatanını koruyor aslanlarım; futbol aşıklarının vatanını... Hakem düdüğünü son kez götürüyor ağzına, çalacak, çalıyor... Stres, sıkıntı hepsi bitti artık. Kabus bitti. İnegöl tarihinin Çanakkalesi' ydi bu maç, Çanakkale yine geçilemedi. Bir an önce ayrılmak için yükleniyorum çıkış kapısına; 2999'dan ayrılmış 1 olarak sevincimi yaşamaya... Doyasıya...

…”Kaptan!... Fırtına dindi kaptan!..”…”Haydi tayfa, haydi koçlarım; şimdi demir atma vaktidir. İyice soluklanın, bugünleri aratacak kasırgalar da göreceğiz daha. Sevinin… Sevinin ama sükunetle…”

Peki niçin İnegölspor?

Öyle ya! Üç büyükler dururken niçin İnegölspor? Tarihinde hiç bir zaman ülkenin en tepe liginde yer almamış, sürekli olarak 2.- 3. liglerde mücadelesini sürdürmüş, muhtemeldir ki tarihinde hiç bir zaman ülkenin en kitlesel kulüplerinden biri olma şansını bulamayacak olan bir futbol takımına niçin gönül verir insan?

Yalnızca kaderin eseri olarak bu şehirde doğduğu ya da büyüdüğü ya da bir şekilde burada yaşadığı için mi yoksa?

Hayır..!

Futboldan zevk alma koşulunu “En büyük” olmaya indirgemediğimiz için...

Hazıra konacak para-pulumuz zaten yok da, kendi yağımızla kavrulup, kendi değerlerimizi yaratacak yüreğe sahip olduğumuz için...

En dibe düşmenin elemiyle,düştüğümüz yerden doğrulup, tekrar tekrar denemenin hazzını yaşamayı sevdiğimiz için...

Sulta kurmak yerine saltanatlara savaş açmak şiarını benimsediğimiz için...

Mahallemizdeki en şık abilerimizle, yeşil sahada izlediklerimiz aynı kişiler olduğu için...

Hala sırtında kendi ismini değil, takımının formasını taşıyan futbolcularımız olduğu için...

Sayımız milyonlar değil, ”Bir avuç” olduğu için...

Biz bunlar için İnegölsporlu olduk.

Biz takımımızı televizyon ekranlarında keşfettiğimiz forması yıldızlı bir büyük olduğu için değil, mütevazı hayatlarımızın yeşil çimlerdeki muadili olduğu için sevdik.

Biz İnegölspor'u çarşımız-pazarımızdan, bağımız-bahçemizden, arkadaşımızdan, sevgilimizden, anamız-babamızdan, havamızdan-suyumuzdan;

kısacası hayatımızdan bir parçamız olduğu için sevdik.

İnegölspor’ lu olmayıp da ne olacaktık?

Ve şu haykırış yayılıyor İnegöl tribünlerinden dünyaya;

YALNIZCA FUTBOLUN DEĞİLTARAFTARLIĞIN DAENDÜSTRİYELLEŞMESİNE KARŞIİNEGÖLSPOR...

Page 20: HT 14. sayi

Futbolun ‘Beyaz Gölge’ siYetiştirdiği gençleri tek bir takıma toplasanız ortada alınmadık kupa bırakmaz…

Türkiye futbolunun “Beyaz Gölgesi”, hocaların hocası Serpil Hamdi Tüzün’ den söz ediyoruz. Kimdir Serpil Hamdi Tüzün?

1939 yılında İstanbul'da doğmuş hocamız. 1953 yılında Bağlarbaşı Kulübü'nde futbola başlayıp tam 15 yıl süreyle bu takıma hizmet etti. Yeşil sahalarla birlikteliğini Beşiktaş'ta antrenörlük yaparak sürdüren Tüzün, yurtiçi

ve dışında çeşitli kurslara katıldı. Antalyaspor, Sivasspor ve Beşiktaş'ta teknik direktör olarak görev yaptı.

Alt yapıya büyük önem veren Tüzün, 1992-93 sezonunda Avrupa Şampiyonluğu'nu kazanan Genç Milli Takım'ın teknik direktörlüğünü de yapan Serpil Hamdi Tüzün şu sıralar Azerbaycan’da Karabağ takımının özkaynak düzenini yönetiyor. Dört sene önce ektiği fidanlar profesyonel takımda yeşerince onu tekrar geri çağırmışlar.

Beşiktaş Futbol Takımı'nın altın çağını yaşadığı dönemin tüm futbolcuları Serpil Hamdi Tüzün Hoca'nın öğrencileriydi. Kulübün zora düştüğü bir sezonda A takım hocalığı yapmışsa da asıl uzmanlığı genç yetenekleri keşfetmektir.

1975 yılında Beşiktaş Kulübü kendisini danışma amaçlı olarak davet eder. Başkan Mehmet Üstünkaya ve Beşiktaş Yönetim Kurulu'nun kendisinden istediği uzun süredir başarıdan uzak kalmış olan Beşiktaş futbol takımına köklü çözümler üretilmesidir. Sorunları bir bir dinledikten sonra şöyle der Serpil Hamdi Tüzün "Aradığınız köklü çözüm gençlerin iyi yetiştirilmesinden geçiyor; bulacağım 14-15 yaşlarındaki çocuklarla farklı bir anlayışla çalışacağım, iki-üç yıl içinde bu yetenekli gençlerin iki-üç tanesi profesyonel takımda oynayabilecek ve bu oyuncuların oynadığı takım Beşiktaş'ı eski gücüne giderek kavuşturabilecek" Bunun üzerine göreve getirilen hoca şimdiye dek olandan çok daha farklı bir anlayışla çalışmaya başlar. Serpil Hocanın kurup yönettiği sistem sonuç vermeye başladıktan sonra yetiştirdiği pırıl pırıl gençler A Takım'dan daha fazla seyirciyi tribünlere çekmeye başlar.

Henüz aradan 3 yıl geçmemiştir bile. Yıl 1978 Beşiktaş A Takımında Serpil hocanın üç-dört genci yer almaya başlar. Özkaynak Düzeni'nden yetişen oyuncuların büyük katkılarıyla 14 yıl aradan sonra Beşiktaş 1982'de şampiyonluğu

Page 21: HT 14. sayi

yakalar. İzleyen 14 sezonda da 6 şampiyonluk, 6 da ikincilik alan kulüp her yıl ÖKD'den yetişen 5-6 kilit oyuncuya yer vermeye başlamış ve bir dönemin efsane Beşiktaş’ı tarihe kaydolmuştur.

Şimdi biraz Serpil Hoca’nın felsefesini anlamaya çalışalım.

“Özgüvene parmağınızla dokunabilirsiniz” diyor hoca ve ekliyor “Futbolda dört tane unsur var. Fizik kaliteler, mental kaliteler, taktik ve motivasyon kaliteler. Akıl ve bilimle çalışmak lazım, vazgeçilmez olan bu. Öğretmenin bir sürü tanımı var ama bence doğru olan “bir şeyleri değiştirmek.”

Avrupa futbolunun kalıplara bağlı olarak biçimlendirildiğine dikkat çeken hoca kendi futbol anlayışı şöyle tarif ediyor. “Ben maç konuşmalarımda asla rakipten söz etmem. Proaktif olmanın gereği budur. Biz maçların çoğunu maçı oynamadan kazandık. Benim yönettiğim takımlarda, maç içinde 3 defa oyun düzeni değiştirirdik. Bizim soyunma odamızda maç öncesi oturup gözünü yere

diken, tavana sabit bakışlar atan oyuncular, asık suratlar göremezsiniz. Bizim soyunma odamızda özgüveni görür, hatta parmağınızla özgüvene dokunabilirsiniz.Beşiktaş genç takımlarını izleyenlere sorun. O takımların seyircisi, profesyonel takımlardan daha fazlaydı. Bizim maçı seyredip 2 bin kişi stadı terk ederdi. PAF maçları önce oynanıyordu ya.”

Her başarının ardında bir sistem, bir felsefe ve sağlam ilkeler aramak yerine kısa yoldan bir kahraman yaratmayı daha çok seven ülkemiz insanına özelde ise biz Beşiktaş taraftarına şöyle bir sitem/mesajı var hocanın.

”Doğru kelime nedir bilemiyorum, çarpıtma mı demek lazım onu da bilemiyorum ama Beşiktaş deyince insanların aklına, Metin-Ali-Feyyaz geliyor, Gordon geliyor. Bu Beşiktaş’ın tarihini çarpıtmak demektir. Metin-Ali-Feyyaz, üçü de çok efendi, çok düzgün futbolcular. Feyyaz ve Ali, özkaynaktan gelme. Metin’i de çok istemiştik ama sonradan geldi. Ama 10 yaşındayken Metin’le Kocaeli’nde federasyon kursunda çalıştım. Çok yetenekli çocuktu. Fakat Beşiktaş bundan ibaret değil.

1975’te özkaynak düzeni kuruldu. 78’de ilk çocuklar profesyonel takımda oynadı. Ziya, Fuat ve Süleyman. 81-82’de Beşiktaş, 14 sene sonra şampiyon oldu. Dünyanın sonu gibi bir şey. Üç büyükler için çok zor. 2-3 senede bir şampiyon olmak lazım. Sonra eklenen Rıza, Haluk, Tuğrul, Fikret, Sinan… Hep o çocukların katkılarıyla şampiyon oldu Beşiktaş.

O sezondan başlayan 14 sene içinde Beşiktaş altı kere şampiyon, altı kere ikinci oldu. 81-82’yi trenin hareketlenmesi olarak kabul edersek, Gordon bu trene altı sene sonra bindi. O altı sene içinde Beşiktaş iki kere şampiyon, iki kere ikinci oldu. Bir defa da Türkiye Kupası kazandı. Gordon bu işi yaptı deniyorsa büyük bir yanlış var. Altyapı deniyor genelde ama terminoloji önemli. Altyapı dendiği zaman, duvardır, penceredir, kanalizasyondur, bu tip şeyler gelir. Biz insanla uğraşıyoruz. O kulüpte gözünü açan, oranın örfünü adetini benimsemiş insanların, bir düzen içinde yetiştirilmesidir. “Kaynak” kelimesinde de bir duruluk, saflık, temizlik var. Çocuklar gibi. Düzen derken, bilinçli, planlı çalışmaları kast ediyoruz.

Başarı tesadüf olamaz.

Page 22: HT 14. sayi

Futbol ve heykel

“Heykeli dikilecek adam” diye bir söz vardır. Tarih boyunca milyonlarca heykel yapılmış belki de. Modellerden kaçı heykelinin dikilmesini hak etmiştir bilemeyiz; işimiz de bu değil zaten.

Futbola ilişkin birçok heykel yapılmış dünyada. Heykel denince sadece devlet adamlarının anıtsal heykelleri ya da bir tarafı kırılacak objelerin akla geldiği ülkemizde de son yıllarda hızla futbol temalı çalışmalar boy göstermekte artık. Halkın Takımı atölyesinde bu sayıda göz atacağımız konu bu; Futbol ve heykel.

İlk örnek İngiltere ulusal takımının ve Liverpool’un efsane kaptanı Emlyn Walter Hughes’a ait (D.1947) . 70 li yılların müthiş savunma oyuncusu Hughes 2004 yılında henüz 57 yaşında hayatını kaybedince anısını aşağıdaki bronz heykelle yaşatmaya çalışmış İngiliz’ler.

Ronaldo kesinlikle heykeli dikilmesi gerekli isimlerden biriydi. Nitekim kendisinin heykeli yapılmış. Ancak keşke ‘Ronaldo’nun çakmaları çıkmadan, kendisi dizlerini sahalarda bırakıp ülkesine dönmek zorunda kalmadan önceki halinin heykelini çalışsalarmış. Kalamış’taki Fenerbahçe Tesisleri’ndeki ‘gözlüklü!’ Vefa Küçük heykeli gibi, Ronaldo’yu da göbekli yapmış heykeltıraş.

Ve Roger Milla. Hani şu son zamanlarda TV lerde meşhur gol sevincinin reklamlara konu olduğu Kamerun’un sempatik kaptanı. Afrika futbolundan uluslararası üne kavuşmuş ilk futbolculardandır. İlk kez değişik gol sevinci yaparak tarihe geçmiştir.

Heykel çalışması Adam Beane’nin

Page 23: HT 14. sayi

Biraz da bizden örneklere göz atalım. Aşağıda Türk futbolunun ve Fenerbahçe’nin efsane isimlerinden Lefter Küçükandonyadis’in heykelini görüyoruz. Sanatsal kalitesi Lefter’in kalitesinin yanına bile yaklaşamasa da düşünce olarak takdiri

hak ediyor.

Taslak çalışmasında topa bakarken sonradan pas vereceği adama bakmaya karar vermiş Lefter.

* * *

Yaptıkları yepyeni modern statlarıyla övünen Kayseri’liler stadyumlarının önüne Avrupai bir heykel dikmeyi de ihmal etmemişler. O güzelim stada ve müthiş potansiyeline rağmen bir türlü dolduramadıkları tribünleri göz önünde bulundurursak yakında Kadir Has stadının tribünlerinde de bu tür heykellere bolca ihtiyaç duyacaklarını öngörebiliriz. Her türlü endüstriyel fiyaka tamam da futbol demek taraftar demektir diye biliyoruz.

Kayseri Kadir Has stadı

Futbolcu Heykelini Yapan Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü Öğretim Görevlisi Sedat Çamlıklı, 2 Aylık Bir Yapım Süreci Sonrasında Heykelin Stadın Kuzey Girişine Konulduğunu Söyledi.

* * *

Ve son örnek İzmir’in kiraz deposu Kemalpaşa’dan

2009-2010 Sezonu öncesinde Heykeltraş Taner Arda, yapmış olduğu "Röveşata yapan futbolcu" heykelini Kemalpaşaspor'a armağan etti. Bu heykel 2009 yılı itibarıyla Kemalpaşa 8 Eylül Stadı'nın girişine monte edildi. Bu görüntüler Açılış törenindendir.

Heykel üstte baş aşağı olan.

Page 24: HT 14. sayi

West Ham United Football Club (W.H.U.F.C.)

West Ham United futbol kulübü 1895 senesinde kurulmuş. 1895’te takımın ismi “Thames Ironworks futbol klübü” olarak geçerliydi. Bu isim Londra’ nın Thames nehrinden ve demir fabrikasından (Ironworks) alınmış. Kulüp Londra’ nın Doğu bölgesinde “Newham” da bulunuyor. 1900 senesinde kulübün ismi West Ham United olarak değiştirildi. 1923’te de kulüp tam profesyonel olarak çalışmaya başladı ve aynı sene İngiltere birinci ligine yükseldi. West Ham maçlarını 1904’den beri “Upton Park” stadında oynuyor.

Kulüp 3 defa İngiltere federasyon kupasını kazandı (1964, 1975 ve 1980). Avrupa’ da tek başarı 1965 senesinde geldi ve West Ham Kupa Galipleri Kupası kazandı. 1999 senesinde bu kez Avrupa Inter-toto kupasını kazandı ama bir West Ham fanatiği için bu bir başarı olarak sayılmıyor. Bir West Ham fanatiği için en büyük başarı 1966 senesinde geldi. İngiltere Batı Almanya’yı Dünya kupası finalinde 4-2 yenerek şampiyon oldu. O maçta İngiltere’ nin kaptanı

Bobby Moore, finalde 3 gol attan Geoff Hurst ve diğer golü atan Martin Peters West Ham’ın oyuncularıydı. Yani bizim için West Ham dünya kupası kazanmış gibidir her ne kadar öyle olmasa da.

West Ham şu anda 1992 yılında kurulan

İngiltere Premier Lig’de, ilk üç sene dışında sürekli oynuyor. West Ham’ın iki lakabı var. Takım “The Hammers” (Çekiçler) ve “The Irons” (Demirciler) olarak anılıyor.

West Ham’ da bugün İngiltere’ nin en iyi akademilerinden biri bulunmakta: “The Academy of Football” (Futbol Akademisi). Çok genç yaşlarda çok iyi futbolcuları tespit edip kulüp altyapısına alıyorlar. Rio Ferdinand, Joe Cole, Frank Lampard, Michael Carrick, Jermain Defoe ve Glen Johnson West Ham’ın işte bu akademisinden çıkan futbolcuların bazıları. Bugün hepsi

İngiltere milli takımı için oynayan oyuncular. Ortalama olarak West Ham’ın ilk 11 inde 7 İngiliz oyuncu bulunuyor. Bu oran yaklaşık 1.6 yapmakta oysa Premier lig ortalaması 4,5 dur. Akademinin başında Tony Carr var ve 1973 den beri bu iş yapıyor.

Maalesef 1960 lı senelerde West Ham’ a bağlı olarak holiganlar meydana çıkmaya başladı. “The Mile End Mob” (Mile End çetesi) olarak bilinen bir grup holiganlar özellikle ezeli rakip görünen Millwall taraftarı ile kavga etmeye başladı.

1970 ve 1980 yılları arasında bu grup “Inter City Firm (ICF)” (Şehirlerarası firması) olarak kulüp için çok ciddi problemler üretmeye başladı. Grup üyeleri sadece kendi sahalarında oynanan maçlarda değil, şehirlerarası trenlere binerek gittikleri tüm deplasmanlarda polis ve karşı takım seyircileri için de büyük problemler üretiyorlardı. Özellikle Millwall, Chelsea, Leeds United, Manchester United ve Tottenham Hotspur taraftarları ile çok büyük kavgalar çıkardılar. Bu arada en ilginç şey şu: West Ham’a bağlı holiganlar genelde çok iyi pozisyona ait insanlardı. Avukatlar, doktorlar, firma yöneticileri ve hatta polisler bile ICF ye üye olmuşlardı ama aslında West Ham genelde yoksul insanların kulübü olmuştur. Londra’ nın Doğu bölgesi her zaman Batı ve Güney’den daha yoksuldur. Kulüp, gemi inşaatı ve demir işçileri tarafından kurulmuş.

West Ham’ın en büyük rakibi Millwall’dır. Uzun zamandan bu yana Millwall İngiltere Championship, yani ikinci ligde oynuyor. Bu sebepten bu rekabet biraz soğumuş da olsa halen devam ediyor. Millwall Londra’ nın Güneydoğu

Page 25: HT 14. sayi

Bermondsey bölgesinde bulunuyor. Peki bu rekabet nereden geliyor?

1900 yılından itibaren iki bölgede de başarılı bir gemi inşaat sektörü bulunmaktaydı.Bazen West Ham’ın bölgesine ait olan tersane yeni bir gemi inşa etme sözleşmesi yapıyor bazen de Millwall bölgesine ait bir tersane. Tabii ki yeni bir geminin inşa

edilme işini almak her iki bölge için de çok önemliydi. O günlerde yeni bir gemi demek ekmek anlamına geliyordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gemi inşaat işi kalmadı ama rekabet aynen devam etti. Bu rekabet 1980’ lerde o kadar kötü bir duruma gelmişti ki, West Ham ve Millwall’ın kulüp başkanları yeni bir “kulüp üyeliği” kimlik sistemini getirmek zorunda kalmışlardı. 1990 tarihinde getirilen bu sistem İngiltere’ nin ilk futbol kimlik sistemi oldu ve bugün İngiltere’de bulunan 92 profesyonel kulübün tamamında bu sistem uygulanmaktadır. Deplasman maçları için sadece kulüp üyeleri bilet alabiliyor.

2005 senesinde West Ham ve Millwall’ lu holiganlar ile ilgili “Green Street Hooligans” adlı bir film yapıldı. İki kulübün yöneticileri de bu filmden uzak durmaya çalıştılar ama herkes biliyordu ki filmin gösterdiği holiganlık her iki kulüp taraftarı arasında önceleri aynen yaşanmıştır. Gerçek West Ham ve Millwall fanatikleri için ise çok şükür ki o dönem artık geride kalmış durumda.

Bugün ICF artık yok ve genel olarak İngiltere’de holiganlık inanılmaz derecede azaldı. Bütün statların içinde ve dışında polis kameraları var ve suçlu bulunan bir futbol holiganı bugün İngiltere’ de hapis cezası alabiliyor. Aynı zamanda pasaportu da iptal ediliyor ki yurt dışında da milli takımı takip edemesinler. Kimlik sistemi nedeniyle suçlu bulunan kişi asla başka bir takımın stadına da giremez çünkü o kişinin isim ve fotoğrafı 92 kulübe de gönderiliyor. Son 25 yılda hava o kadar değişti ki bir örnek vereyim. 1986 senesinde bir West Bromwich Albion-West Ham maçına gitmiştim. İlk defa şampiyon olmak için West Ham’ın mutlaka kazanması ve Liverpool’un da kaybetmesi gerekiyordu. West Ham maçı 3-2 kazandı ama maalesef Liverpool’ da kazandı ve şampiyon oldu.

O maçta yaklaşık 8 bin West Ham seyircisi vardı ve inanın maça gittiğim için pişman oldum. Taraftarı olduğum West Ham’ın seyircisi ile maç seyretmeye gitmiştim ama o kadar korktum ki, erkenden ayrıldım stattan. Holiganlar öyle çoktu ki maçtan sonra Liverpool’un kazandığını öğrendiklerinde büyük olaylar çıkardılar. Geçen sene de Bolton-West Ham maçına gittim ve gördüm ki hava artık tamamen farklı. 28 bin kişiden (4 bini West Ham) tek bir problem çıkmadı ve çok rahat bir şekilde maç seyrettim.

Page 26: HT 14. sayi

Yeni heyecanlar gerekSpor denilince, endüstriyel kazanımları ve yarattığı geniş algılama dolayısıyla futbol akla geliyor hemen. Doğal

olarak, bundan ben de etkileniyorum (Her ne kadar endüstriyel futbola karşı olsam da). Tabii ki, futbol denilince de, bu ülkenin yüz akı olan takımlar sıralamasında bence ilk sırada bulunan Beşiktaş…

Ama aynı Beşiktaş’ın yönetiminin (hadi isimler bazında spekülasyonlara neden olmasını engellemek için daha geniş bakalım), yönetim anlayışının bu büyüklüğü taşıyamadığına tanık oluyoruz. Şimdi gelelim 2009-2010 futbol sezonunun, Beşiktaş için ne anlama geldiğine.

Koca bir hüsran…Teknik direktörlüğü teslim ettikleri Ertuğrul Sağlam’a çalışma şansı tanımayan, onu kovmaktan beter eden Beşiktaş yönetimi, sanırım sezon sonunda aynı Ertuğrul Sağlam’ın önünde şapka çıkartmış, hatta takdir etmek zorunda kalmıştır. Yerine getirdikleri Mustafa Denizli’nin -ki bu ülkenin futbolunun sırtındaki korkak bir kamburdur- kaprisini çekmek ihtiyacı hissettiler. Mustafa hoca hastaymış, kısa sürede eski sağlığına kavuşmasını dilerim ama Beşiktaş heyecanı ve sorumluluğu bu hastalığı kaldıramaz ki. Yönetimin takımı, bu durumun farkında olmadan Mustafa hocaya teslim ettiğini düşünmek bile istemiyorum ama bilerek teslim ettikleri için de 50 yaş sınırını aşmış bir Beşiktaş taraftarı olarak da kızgınlığımın kolay kolay geçmeyeceğini ifade etmeliyim.

Evet, artık yeter…Beşiktaş futbol takımı için 2010-2011 futbol sezonu yeni bir hüsran olmamalı.Denizli’nin gönderilip, Schuster’in teknik direktörlüğe getiriliş senaryosunu ahlaklı bulmadığımı söylemeliyim. Daha açık olunmalı ve Beşiktaş’ın tarihine yakışır onurlu bir veda ve hoş geldin seremonisiyle görev devir teslimi sağlanmalıydı; neyse…

Yeni sezonda, Federal Alman futbol tarihinin önemli ayaklarından biri olan, teknik direktörlük alanında da kendisini kanıtlamış bulunan Schuster ile yola devam edeceğiz. Schuster önemli bir isim. Avrupa ve Dünya’da vitrin yapmamız açısından da isabetli bir seçim ama arkasında durulmalı, altı doldurulmalı. Yani Ertuğrul Sağlam ve Mustafa Denizli hocalarla olduğundan daha sağlıklı ilişkiler kurulmalı. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurumsallaşmış olduğu herkese gösterilmeli ve Schuster’de, bu

kurumsallığın verdiği rahatlıkla hareket edip işini yapabilmeli.

Gelelim transferlere…En önemli isim Ricardo Quaresma… Bu futbolcunun Beşiktaş’a kazandırılmasında en önmli rolü, Futbol Komitesi Başkanı Serdar Adalı oynamıştır. Her ne kadar yönetim anlayışını eleştirsem de Adalı’nın hakkını teslim etmek lazım. Teknik adam konusunu ve Portekizli futbolcunun işini bitirmek için haftalardır Avrupa ile Türkiye arasında mekik dokuyan Adalı takdiri fazlasıyla hak ediyor.

Evet, Quaresma, Türk futbol tarihinde yapılmış en büyük transferlerden biridir çünkü bu oyuncu resmen Atletico Madrid’in elinden kapıldı. Sadece taraftar değil, Türkiye’de futbolu takip eden herkes önümüzdeki sezon Quaresma’yı seyretmenin keyfini çıkartacaktır. Bu düşünceden hareketle Beşiktaş futbol takımının, yeni sezon için daha iddialı hedefleri olmalı diye düşünüyorum. Turkcell Süper Ligi şampiyonluğuyla yetinilmemeli ve daha üst düzey hedefler koyulabilmeli. Schuster ve ekibi bu yeni hedefe kilitlenip, öğrencilerini de bu yönde motive etmeli. Yönetim, parasal ve idari konularda üzerine düşeni eksiksiz olarak yapmalı ve kamuoyunda tartışmalara yol açacak uygulamalardan uzak durmalı. Böylece kulüp içinde yaşanabilecek huzursuzlukların önüne peşinen geçmiş olmalı.

Taraftar da gerginlik yaratacak çıkışlar yerine, takıma ve kulübe desteği artıran bir projeksiyonla sezona girip, yönetimi ve futbolcuları adım adım takip ederek, gerektiğinde uyarı görevini yerine getirmekten vazgeçmemelidir. Beşiktaş’ı, bu bütünlük geleceğe başarıyla taşır. Ben yeni sezona bu heyecanla bakıyorum… Tabii kendi öz kaynaklarımızı asla göz ardı etmeden…

Page 27: HT 14. sayi

FIDE Dünya Şampiyonluğu maçı 24 Nisan - 11 Mayıs 2010 tarihlerinde Bulgaristan’ın Sofya kentinde oynandı. Yunanistan’dan Panaqiotis Nikolopoulos ile Avusturya’dan Werner Stubenvoll’un

hakemliğini yaptığı organizasyon 12 maç üzerinden oynandı.

İzlanda’da yaşanan volkan faciası nedeni ile bir gün gecikmeli başlayabilen organizasyonda Hintli büyükusta Viswanathan Anand üç galibiyet, yedi beraberlik ve iki yenilgi ile 6,5 puan toplayıp Bulgar büyükusta Veselin Topalov’a karşı üstünlük sağlayarak dünya şampiyonluğu ünvanını korumayı başardı. Böylelikle Anand 2010-2011 dönemi dünya şampiyonluğu ünvanını elde etti ve aynı zaman 1,2 milyon EUR, Topalov ise 800 bin EUR ödülünde sahibi oldu.

Bu iki ünlü sporcu ile ilgili olarak biraz daha bilgi vermek gerekirse;

Anand kimdir?

11 Aralık 1969 Hindistan doğumludur. Satranç tarihinde FIDE ELO listesinde 2800 barajını geçen beş sporcudan birisidir. 1988 yılında büyükusta

olan Anand, 2000 ve 2007’de FIDE Dünya şampiyonluğunu elde etmiştir. 2004 yılında ise satranç Oscar’ını almıştır.

Topalov kimdir?

15 Mart 1975 Bulgaristan doğumludur. 2005 yılında hem FIDE dünya şampiyonluğunu hem de satranç Oscar’ını kazanmıştır. 2006 Ekim ayında tüm zamanların ikinci en yüksek ELO puanını (2813) elde

etmiştir.

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

** Satranç programcılarının programlarını geliştirmek için ilgi gösterdikleri Uluslararası Bilgisayar Satranç Turnuvasının onuncusu 28-30 Mayıs 2010 tarihlerinde 14 satranç programının katılımı ile Hollanda’da yapıldı. Turnuvada ilk beş sırada yer alan satranç programları şöyle sıralandılar; 1.Rybka 2.Deep Sjeng 3.Hiarcs 4.Deep Shredder 5.Deep Junior

** 2012 yılında İstanbul’da yapılacak satranç olimpiyatında kullanılacak logoyu belirlemek için yapılan oylamaya yurtiçi ve yurtdışından toplam 6014 kişi katıldı. Oylama sonunda yedi aday arasından yukarıdaki logo, olimpiyatın logosu olarak belirlendi.

** Geçen yıl aramızdan ayrılan Türk Satrancının duayeni Kahraman Olgaç için 27 Mayıs Perşembe günü Ankara Karşıyaka Mezarlığında anma töreni düzenlendi.

** Profesyonel Satranççılar Birliği (ACP)’nin düzenlediği 4. Dünya Hızlı Satranç Kupası 27-29 Mayıs 2010 tarihlerinde Ukrayna’nın Odessa kentinde oynandı. 20 dakika 5 saniye eklemeli oyun temposunda oynanan turnuvada ülkemizi temsil eden GM Mikhail Gurevich (ELO 2614/TUR) onaltı büyükustanın yarıştığı turnuvayı üçüncü sırada tamamladı.

** Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE)’nda 1982-1995 yıllarında başkanlık yapan ve FIDE Onursal Başkanı Filipinli Florencio Campomanes 83 yaşında 03 Mayıs 2010 tarihinde vefat etti.

SATRANCIN BÜYÜSÜ :Hamle sırası beyazlarda ve siz olsanız nasıl oynarsınız?

SÖZÜN ÖZÜ :

"Bir satranç oyunun üç aşaması vardır : Birincisi üstünlüğe sahip olduğunuzu umduğunuz andır, ikincisi üstünlüğe sahip olduğunuzu düşündüğünüz andır ve üçüncüsü... kaybedeceğinizi bildiğiniz andır!" ……………………………………………………………………………Satranç sporu ile ilgili soru ve görüşleriniz için eposta adresim : [email protected] ……………………………………………………………………………Cevap : 1.e5! Vc5 2.Vf6+ Şd7 3.e6+! +-

Page 28: HT 14. sayi
Page 29: HT 14. sayi
Page 30: HT 14. sayi