114
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz politik durum değerlendirmesi emperyalizmden ‘imparatorluğa’ ya da postmodern emperyalizm Mehmet Yılmazer 'aptalca bir eylem' Ayşe Tansever

Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

politik durum değerlendirmesi

emperyalizmden ‘imparatorluğa’ ya da postmodern emperyalizm

Mehmet Yılmazer

'aptalca bir eylem'

Ayşe Tansever

Page 2: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Orsanizasyon Hizmetleri

Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi: Edip Bal

Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad.No: 18 D: 13

Yusufpaşa-Aksaray / İSTANBUL

Tel: 0212 589 73 84 Faks: 0212 589 73 96

Web: http://direnis.com E-Posta: [email protected]

Yurtdışı Satış Fiyatı . Almanya 10 Euro

İsviçre 15 SF

BaskıÖ zdem ir Matbaası

0212 565 17 74

Ayda bir çıkar

Politik Durum

Değerlendirmesi 3

11 Eylülün

Birinci Yılında Dünya 27

Mehmet Yılmazer

Emperyalizmden ‘imparatorluğa’

ya da Postmodern Emperyalizm 32

Mehmet Yılmazer

Arjantinazo

Kurulu Saatli Bomba 43

Ayşe Tansever

‘Aptalca Bir Eylem’ 66

Ayşe Tansever

Üretici Güçlerin

Tek Yanlı Gelişimi ve

işçi Sınıfı 80

Haşan Oğuz

Page 3: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

_________________________________________________________________________________

Page 4: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

A- DÜNYA RAPORU

I- Emperyalizmin yarattığıdünya tablosuKapitalizmin geldiği aşama; üretici

güçlerin temeli olan insan ve doğanın gi­derek daha fazla ve geri dönülmez bi­çimde tahribine dayanmaktadır. Bu tah­ribat “önlenebilir dışsal bir sonuç” veya “yan etki” değil, kapitalizmin meta üreti­mi gibi içsel niteliği, mantıksal sonucu­dur.

Kapitalizm vitrinleri dolduran şata­fatlı tüketim mallarıyla birlikte, yaygın ve yoğun olarak yoksulluk üretmektedir. Son 50 yılda dünya GSMH’si 9 katına çıkmış ve bugün 30 trilyon dolara ulaş­mıştır. Fakat bu gelirden dünya nüfusu­nun en zengin yüzde 20’si yüzde 86, en fakir yüzde 20’si ise ancak yüzde 1.3 pay almaktadır. Sadece 358 dolar milyarde­rinin servetlerinin toplamı, dünya nüfu­sunun en yoksul yüzde 45’inin gelirleri­nin toplamı kadardır. Eşitsizlik çarpıcıdır ve giderek daha fazla derinleşmektedir. 1999 “ İnsani Gelişim Raporu” na göre en zengin ve en yoksul ülkeler arasında­ki yaşam standartı oranı; I820’de 3:1 iken 19 13’te 11:1, I950’de 35:1, 1973’te 44:1, 1997’de ise 72:1 seviyesine yüksel­miştir.

Kitleler halinde açlıktan ölüm, tarih­te hiç olmadığı kadar insanlığın karşısına dikilmiştir. Bu durum burjuva ideologla­rının söylediği gibi aşırı nüfustan veya gelişmemişlikten değil, bizzat kapitaliz­min “gelişmesinin” sonucu olmaktadır.

POLİTİK DURUM DEĞERLENDİRMESİ

Aşağı Sahra Afrikası’nın; Ruanda, Zim­babwe, Somali, Uganda gibi yoksul ülke­leri ‘70’lere kadar gıda bakımından ken­dine yeterli ülkelerdi. ‘80’lerden sonra i- se; dış borçlarının ödenmesi için dayatı­lan IMF tarım politikaları, tarımsal üreti­mi çökertmiş ve yüzbinlerce insan açlık­tan kırılıp, milyonlarcasının göçetmesine neden olmuştu.iBir Ugandalı’mn I995’te kişi başına sağlık harcaması 2.60 dolar­ken, ödediği dış borç miktarı 30 dolardı. Afrika’nın bu tarzda finanse ettiği Ame­rikan halkı ise zayıflama rejimleri ve re­çeteleri için yılda 35 milyar dolardan faz­la para harcıyor. Bu miktar Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde her yıl engellenebilir ve kötü beslenmeden kaynaklanan has­talıklardan ölen 30 milyon çocuğun ha­yatını kurtarabilecek büyüklüktedir^}

Küreselleşme söylemlerinin arkasın­da, emperyalist sistemin dünyanın belli bölgelerini bataklığa çevirerek, merkeze doğru çekildiği bir tersine hareket de gizlidir. Sistemin zenginliklerini soğura- rak yarattığı bataklıklarda; açlıktan, has­talıktan, kışkırtılmış savaşlardan giderek daha büyük boyutlarda inşan üretici gü­cü tahrip edilmektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşayan 4.4 milyar kişinin dörtte üçü (3.3 milyar) temel gereksi­nimlerini karşılayamaz haldedir. Dörtte birinin ( I . I milyar) temiz içme suyu yok­tur, dörtte birinin barınacak uygun me­kanı yoktur, yaklaşık beşte birinin (900 milyon) okuma yazması yoktur, yine yaklaşık beşte biri her gün aç yatmakta­dır. Her yıl 17 milyon kişi, ishal, sıtma veya tüberküloz gibi tıbben tedavisi

5)

3

Page 5: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

mümkün olan, ateşli ve paraziter hasta­lıklara yakalandığı için ölmektedir Sade­ce Afrika’da on milyonlarca insan çağın vebası denilen AIDS’in pençesi altında­dır.

Emperyalist devletlerin denetiminde yürütülen ve büyük karlar sağlayan sek­törlere dönüştürülmüş uyuşturucu, fu­huş, kumar gibi illetler, yoksullukla yarı­şırcasına insanlığı çürütmektedir. Yıllık 600 milyar dolar civarında olan kara pa­ra trafiği 100’den fazla ülkenin GSMH’- sinden daha büyüktür. Uyuşturucu tüke­timi ilkokul çağına inmiş, fuhuş “ seks tu­rizmi” adı altında Tayland gibi bir çok Ü- çüncü Dünya Ülkesi’nde resmi olarak desteklenir hale gelmiştir.

İnsan üretici gücünü böylesine tahrip eden sistem benzer bir yıkımı insanlığın ortak malı olan doğa üretici gücü üze­rinde yaratmaktadır.

vÇ9. yüzyıldan beri katı yakıtlardan gökyüzüne salınan karbondioksit mikta­rı yüzde 25 oranında, atmosferin ortala­ma ısısı ise 0.3-0.6 derece artmıştır. A t­mosferde toplanan gazların yarattığı se­ra etkisiyle artan ısı; ani iklim değişiklik­lerine ve kitlesel ölümlerle gelen “ doğal olmayan” afetlere neden olmaktadır.

^ F A O ’nun açıklamalarına göre 1993-2000 yılları arasında tüm tropik ormanların yüzde 40’ı yok edilmiş du­rumda. Çokuluslu şirketler ise, 1995 yı­lında ağaç ihracatından 5.5 milyar dolar kâr elde ettiler. Ormanların tükenmesi sonucu artan erozyon milyonlarca yılda oluşan ince toprak tabakasını hızla erit­mektedir.

^Ekilebilir toprak sürekli azalıyor. Kullanılan tarım ilaçları ve kimyasal güb­reler sonucu artan tuz oranı toprağı ve-

______ 4 _________________________________________________________________

rimsizleştiriyor ve çölleştiriyor.

S Atıklarla ve aşırı tuzlanma nedeniy­le içilebilir ve kullanılabilir su sürekli a- zalıyor. Temiz su sorununun 2 1. yüzyılın en temel sorunlarından birisi olacağı ön­görülmektedir.

^Hava kirliliği kentleri yaşanmaz ha­le getirmiştir. Araştırmacılara göre bu kirlilik sonucu; 2020 yılında her üç ö- lümden birisi akciğer hastalıklarına bağlı olacaktır.

^Hayvanat bahçesine çevrilen kimi sınırlı alanlar dışında, doğal yaşam ve canlı çeşitliliği aşırı avlanma ve ekolojik tahribat nedeniyle büyük bir hızla kuru­tuluyor.

Bütün bu tahribatın yüzde 75’inden zengin ülkelerde yerleşik yüzde 25 nüfus sorumludur. Bugün bir Bangladeşli’nin tükettiği enerji miktarı kömür cinsinden 69 kg. iken, bir ABD’linin tüketimi 10.127 kg.’dır. Çelik 2 kg.’a 417 kg., ka­ğıt l ’e 308, çimento 3’e 284 kg.’dır. Bir Bangladeşli’nin ABD’li düzeyinde tüket­mesinin, yani tüketim çılgınlığına dayalı emperyalist kapitalist sistemin evrensel­leşmesinin ise doğada maddi karşılığı yoktur. Merkezlerin tüketim seviyesinin sürdürülebilmesi ancak insanlığın gide­rek daha büyük bölümünün zora daya­narak yoksullaştırmasıyla mümkün ola­bilmektedir.

II- Emperyalist ekonomininkrizi ve asalaklaşan sermaye‘70’lerde yaşanan ve adına petrol kri­

zi denilen, fakat esasta kapitalizmin do­ğasından gelen, kar oranlarının düşüş e- ğilimi ve aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklanan yapısal kriz; uluslararası pa­ra sistemini (Bretton VVoods) çökert-

Page 6: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

miş ve günümüze kadar etkilerini göste­recek bir durgunluk (resesyon) dönemi başlatmıştı. İlk olarak Ford’un fabrikala­rında uygulandığında sömürü oranını o- lağanüstü büyüten (Fordist) bant sistemi sermaye birikimini sürekli genişletmek zorunda olan sistemin ihtiyaçlarını karşı­layamaz hale geldiğinde, kar oranları dü­şüşü ve üretime yönelemeyen bir ser­maye fazlasının oluşmasıyla kendisini gösteren ekonomik bunalım ‘70’lerden sonra merkez ülkeleri hızla kuşatmaya başladı. ‘73 petrol krizinin ardından bü­yük miktarlara ulaşan petro dolarların merkez ülkelere akışı, sigorta ve kredi fonlarındaki birikim, sermaye fazlası so­rununu daha da yakıcı hale getirmişti.

Emperyalist ekonomiler yaşadıkları yapısal krizi öncelikle bağımlı ülkelere aktararak aşmaya yöneldiler. Bunun için uluslararası işbölümü yeniden düzenlen­di ve merkez ekonomilerde yük oluştu­ran kar oranı düşük emek yoğun sek­törler “ ihracata yönelik sanayileşme” a- dı altında bağımlı ülkelere kaydırıldı. Bu yolla bağımlı ülkelerden ucuz tüketim malı sağlanarak, metropollerdeki yüksek emek maliyeti düşürülecek ve kar oran­ları artırılabilecekti. Bağımlı ülkelerdeki göreli yüksek ücrete ve iç pazara dönük -ithal ikameci- ekonomiler tümüyle tah­rip edildi. Yerine iç tüketimin aşırı dere­cede kısıldığı, ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomileri geçirildi. Meksika’dan Gü­neydoğu Asya’ya kadar uzanan bir ku­şakta uygulanan ve sendikal-siyasal ö r­gütlülüklerin dağıtılmasını gerektiren bu ekonomi politika; ancak faşist iktidarlar aracılığıyla hakim kılınabildi. Dönemin revaçtaki kavramı “ ekonomik entegras­yondu. Emperyalist merkezler daha sonra ekonomik bloklara dönüştüreceği

politik durum değerlendirmesi__

bu kuşağı; bir nevi serbest böige haline getirerek, aşırı meta üretimini ve buna­lım yaratan sermaye fazlasını eritme ze­mini yarattı.! Krizi merkezden çevreye taşıyan bu akış, bağımlı ülkelerde üreti­mi daraltıp hızla tahrip ederken, aktarı- ^ lan sermaye fazlası da büyük borç kriz­lerine yol açtı. ‘73-‘80 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde borç seviyesi % 81 I artarak 68 milyar dolardan 620 milyar dolara çıktı. ;

Diğer yandan merkezlerde kredi me­kanizmalarıyla pompalanan tüketim çıl­gınlığı resesyona çözüm olmayınca, neo- liberal politikalar ‘80’lerle birlikte başta ABD ve İngiltere’de olmak üzere em­peryalist ülkelerde devreye sokuldu. Çevre ülkelerde uygulanan işçi sınıfına topyekün saldırı bu politikayla merkez ülkelere taşınıyordu. ‘29 dünya bunalı­mından sonra kapitalist sistemin can havliyle sarıldığı devlet kapitalizmi geçen sürede ekonomilerin neredeyse yaçısını oluşturacak seviyelere ulaşmıştı.'; Neoli- beralizm, açlıktan kendi kuyruğunu yi­yen yılan gibi özel sermayenin kamu e- konomisini yağma tarzında tüketmesi sürecini başlattı. Özelleştirmeler, işten çıkarmalar, sendikasızlaştırmalar, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, kamu servetinin özel sermayeye dönüştürül­mesinin aracı olarak devlet borçlanma­ları ve sermaye hareketinin önünde en­gel oluşturan her türden yasanın ulusal ve uluslararası düzeyde kaldırılması neo- iiberal politikaların temel unsurları oldu.

Böylelikle uluslararası finans kapitalin önünde iki yol açılıyordu. Birincisi işçi sı­nıfının geriletilmesine ve daha fazla artı değer sömürüsüne olanak tanıyan “ es­nek üretime” geçiş. İkincisi ise; özelleş­tirmeler, devlet borçlanmaları, rant ve .

5 — -

Page 7: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

döviz piyasası vb. ile mali sektörün; do­layısıyla spekülatif kazanç olanaklarının olağanüstü genişlemesi. iTümüyle esnek üretime geçilmesine rağmen merkez ül­kelerin ‘70’lerden beri devam eden bü­yüme oranlarındaki gerileme durmadı. Grafikte yukarı doğru yükselen yalnızca spekülatif sermayenin artan karı ve bü­yüyen hacmidir.

Mali piyasalarda faiz, rant, döviz ku­ru, hisse senedi gibi araçların arz-tale- biyle oynayarak, değer ve fiyat arasında­ki ilişkiyi dilediği yönde bozabilen spekü­latif sermaye, üretim zahmetine girme­den artı değerin büyük bölümünü ele geçirebilmektedir. Sermayenin iki bile­şeni (kapital ve finans sektörleri) arasın­daki dengenin finans kesimi lehine bo­zulması; emperyalist dönemin ayırdedici karakteridir. “ Kapitalizmin çürümesi, son derece büyük bir rantiyeler, ‘kupon keserek’ yaşayan kapitalistler tabakası­nın doğmasında kendini gösterir.” Le- nin’in yüzyılın başında tespit ettiği bu gerçeklik günümüzde olağanüstü boyut­lara ulaşmıştır. UNCTAD ‘94 raporuna göre “ reel olarak yatırımlar 1914 sevi­yesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin yüzde 20’si spekülatif alana yönelikti, şimdi yüzde 95’i” . Dünya Tica­ret Örgütü’nün 1996 açıklamasına göre ise; 1991’de dünya çapında mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon do­lar civarındaydı, bu seviye ‘96’da ise 34 trilyon dolara çıktı.

Neoliberal politikaların uygulanma­sıyla merkezlerdeki borsalar ‘83-‘87 ara­sında ortalama yüzde 300 büyüdüler. 1980-90 arasında, tahvil ve hisse senedi piyasalarındaki işlem hacminin GSMH’- iere oranı büyük bir sıçrama göstererek; ABD’de %9’dan %93’e, Almanya’da

— yol----------------------------------------

______ 6

%8’den % 85’e, Japonya’da % 7’den % I 19’a ve İngiltere’de de I985’de %386’dan % 690’a yükseldi. Sermayenin spekülatif alana doğru bu hızlı kayışı; pa­ra ve tahvil piyasalarının meta piyasaları­na oranını; ‘79’daki 6 katından, ‘86’da 20 kata ulaştırdı. Bu sermaye, girdiği alan­larda üretimi kışkırtan sonuçlar yaratsa da, esas olarak üretimle değil, paylaşım aşamasıyla ilgilidir. Mali piyasalardaki pa­ra oyunları üzerinden kapitalizm tarihin­de görülmedik ölçülerde; çevreden mer­keze, kamudan özele, küçükten büyüğe doğru sermaye el değiştirmektedir.

Spekülatif sermayenin kanserleşme tarzındaki büyümesi; artı değerin gide­rek daha büyük bölümünün rantiyeci kesimlerin elinde toplanmasına, üretken sermayenin spekülasyona kaymasına ve mali krizlerin kalıcılaşmasına yol açmak­tadır. Üretimin bolluğundan değil, kıtlık­tan kazanan, ticaretten elde edilen fazla­nın üretime dönmesini koyduğu ağır fa­izlerle engelleyen tefeci bezirganlık; Do­ğu toplumlarında kapitalizmin gelişmesi­nin önündeki temel engel ve sistemde a- çık bir çürüme belirtisiydi. Benzer ilişki günümüzde spekülatif sermaye için ge­çerli olmaktadır.

Gerek merkezlerde spekülatif ser­mayenin maddi karşılığına göre ölçüsüz büyümesi nedeniyle gerekse bağımlı ül­kelerin varlıklarına el koymanın kolay yolu olarak mali krizler; istisna olgular olmaktan çıkmış ve sermaye hareketinin kuralı haline gelmiştir. Merkez ekono­milerde bile denetlenemeyen spekülatif sermaye hareketi; Üçüncü Dünya’nın kaderi olan istikrarsızlık ve sık sık gelen mali çöküntüleri merkez ekonomilerinin de işleyiş tarzı haline getirmiştir. ‘87 ABD borsa krizi, ‘92 İngiliz paundunun

Page 8: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

çöküşü, ‘92-‘93 Avrupa döviz piyasasın­daki kriz, ‘97’den bu yana Japonya’nın i- çinden çıkamadığı kriz, ‘98 ABD’nin ö- zeliikle teknolojik alanda yatırım yapan şirket hisselerinin yüzde 50’lere varan düşüşü yakın dönemin birkaç örneğidir.

Amerikan Down Jones borsasında bir günde 500 milyar doların buharlaştı­ğı ‘87 krizine kadar merkezlerde yoğun­laşan ve ölçüsüzce büyüyen spekülatif sermaye; bu tarihten sonra çevre ülke­lere yöneldi. Sadece ‘90-‘94 arasında, 50 Üçüncü Dünya Ülkesi’nde yeni bor­sa faaliyete açıldı ve ‘89’dan ‘93'e kadar bu ülkelere akan net sermaye miktarın­da 15 kata varan bir yükseliş oldu. ‘86’da 2 .1 milyar dolar olan yabancıların elindeki hisse senedi miktarı ‘93’e gelin­diğinde 200 milyar dolara çıkmıştı, ileti­şim tekniğindeki gelişimin sağladığı ola­naklarla, dünya çapında muazzam bir hareket hızı kazanan “ spekülatif serma­ye yayılması", aynı süreçlerde gündem- leştirilen “ küreselleşme” söylemlerinin de maddi temeli olmuştur. Kavramın teknik bir durumdan ideolojik bir söyle­me yükselmesi ise, yine aynı tarihlere denk gelen sosyalizmin çözülmesi ve kapitalizme yeni yayılma alanlarının açıl­masıyla ilgilidir.

“ Küreselleşme” ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde önceki tüm sömürge dö­nemlerini aşan derinlikte bir talan başla­tılacaktır. Aşırı borçlanma, ulusal para­ların devalüasyonlarla yıkımı ve ekono­milerin “ dolarize” edilmesi, merkez bankalarının “ özerk” leştirilerek ulusal devletten koparılması ve uluslararası fi- nans kurumlarının kontrolüne verilme­si, özelleştirmelerle kamu ekonomisinin tasfiye edilişi, tarımsal üretimin çöker­tilmesi ve yeraltı yerüstü zenginlikleri­

politik durum değerlendirmesi__

nin hızla ÇUŞ’ların eline geçişi, küresel­leşmenin bağımlı ülkelere dönük temel uygulamaları oldu. Türkiye, Arjantin, Brezilya, Meksika, Rusya, Endonezya, Güney Kore, Cezayir, Nijerya, Tayland ve Malezya gibi ülkelerde son on yılda krizler kalıcı karakter kazandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dış borçları 2 trilyon dolara ulaştı.

■£j

Spekülatif sermaye hareketinin önü­nü tıkayan Üçüncü Dünya Ülkelerimde­ki sosyal-siyasal-iktisadi engeller ise; IMF programları, OECD, W TO , MAI ü- zerinden dayatılan kurallar ve suni ola­rak yaratılmış mali krizlerin zoruyla aşıl­dı. Bağımlı ülkelere dönük bu dayatma­lar bir yandan ulusal devletleri fiilen tas­fiye ederken diğer yandan NAFTA, A- SEAN, AB ve OPEC gibi daha geniş bloklarda eritilme sürecine soktu.

Bu bloklaşmalar burjuva ideologları­nın dillendirdiği “ küreselleşme” söylem­lerinin bir başka açıdan inkarıdır. Em­peryalist egemenlik ilişkilerinin hakim olduğu bir dünyada sermaye yayılması “ küreselleşmeyi” değil, aksine her em­peryalist gücün kendi iktisadi-siyasi-as- keri hegemonya alanlarını yarattığı, da­ha keskin sınırlarla ayrışmış bir bloklaş­mayı dayatmaktadır. Dünyanın geri ka­lan bölgeleri ise sistemin içine alamadı­ğı bataklıklara dönüştürülmektedir.

Birleşmeler yoluyla çok uluslu şir­ketlerin muazzam gelişmesi, ekonomi­lerin birbirleriyle bağlarının derinleşme­si ve çeşitlenmesi, emperyalist güçlerin çıkarları gerektirdiğinde ortak davran­maları; küreselleşmeci tezlere dayanak oluştururken, aynı olgu sol kesime de toptancı bir emperyalizm anlayışı olarak yansımaktadır. Bu yaklaşım emperyaliz-

Page 9: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mi anlaşılmaz hale getirirken paylaşım savaşları gerçeğini de görünmez kılıyor.

Bugünkü “ küreselleşme” olgusunun benzeri Birinci Dünya Savaşı öncesinde çok uluslu şirketlerin sahneye çıktığı mali yayılma döneminde yaşanmıştı. Ka- utsky bu olguyu; paylaşımın barışçıl yol­lardan yürütüleceği “ ultra emperya- lizm” e doğru bir gidiş olarak yorumlar­ken, Lenin; kapitalizmin “ eşitsiz gelişim yasasfyla işlediğini tespit etmiş ve deği­şen güç ilişkilerine göre paylaşımın yeni­den düzenlenmesinin zorunlu olduğunu, bunun ise esas olarak savaşlar yoluyla gerçekleşeceğini öngörmüştü. “ Kapita­list düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çı­karların, sömürgelerin paylaşılması ko­nusunda paylaşmaya katılanların gücün­den, bunların genel ekonomik-mali-as- keri vb. gücünden başka bir esas düşü­nülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişim­lerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişeceği düşünülemez. A l­manya, yarım yüzyıl kadar önce kapita­list gücü o zamanki İngiltere’nin gücüy­le karşılaştırıldığı zaman zavallı önemsiz bir ülkeydi; Rusya ile karşılaştırıldığı za­man Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emper­yalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değiş­meden kalacağını söyleyebilir miyiz? Ke­sinlikle söylenemez” , “güçler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra kapi­talist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mı­dır?” Emperyalizmin hareket yasasını a- çıklayan bu tespitler; yirminci yüzyıl bo­yunca gerçekleşen iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar tarafından doğ­rulanmıştır.

— yol----------------------------------------

______ 8 __________________________________________________________________

111- Yeni Dünya Düzeni veemperyalist paylaşım mücadelesi“ Küreselleşme” nin siyasal karşılığı

“Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla tanım­landı. ABD Başkanı Bush’un 90’da dillen­dirdiği bu kavram;

Kiki kutuplu dünya dengelerinin çö­zülmesiyle dizginlerinden kurtulan em­peryalistler arası rekabetin dünya eko­nomik krizinin de etkisiyle olağanüstü artışı,

K Bolşevik Devrimi ve Halk Demok­rasilerinin emperyalist paylaşımın dışına çıkardığı alanların yeniden paylaşım ko­nusu olması,

KVe neoliberal politikalar etrafında dünya halklarına yöneltilecek emperya­list saldırının, askeri siyasi ihtiyaçları ta­rafından belirleniyordu.

Bu olguların üzerinde oturduğu ze­minde ise; ana hatları II. Dünya Sava- şı’nda kurulan emperyalistler arası güç dengelerinin süreçteki eşitsiz gelişim ne­deniyle değişime uğraması ve oluşan ye­ni dengelere göre dünyanın yeniden paylaşımının zorunluluğu bulunuyordu. Tarihsel süreklilik içinden bakıldığında Sovyetler’in çözülüp yerini bir emperya­list güç olarak Rusya’ya bırakması ve paylaşılacak yeni alanlar açılmasının; mevcut emperyalist rekabete sadece ye­ni bir boyut kazandırdığı daha açık görü­lebilir. Emperyalizm, savaş yoluyla dün­yanın yeniden yeniden paylaşılması de­mek olduğu iki kutuplu dünya atmosfe­rinde oldukça silikleşmişti. Peşpeşe iki dünya savaşına yol açtıktan sonra sosya­lizm prangasıyla dizginlenen emperyalist güçler; uzlaşma ve koalisyonların istisnai, keskinleşen rekabet ve savaşların ise ku­ral olduğu gerçeğini 90’dan sonra tüm

Page 10: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

çarpıcılığıyla bir kez daha dünyanın gün­demine dayatacaklardır.

IV- Emperyalist güçdengelerindeki değişimintarihsel niteliğiII. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan

ve anayasaları Amerikan silahlarının göl­gesinde yazılan Japonya, Almanya ve İtal­ya emperyalist rekabetten düşürülmüş, savaş yorgunları İngiltere ve Fransa ise egemen güç olma konumlarını yitirmişti. Dünya, SSCB ve ABD şahsında sosya­lizm ve emperyalizm dengesine oturdu. ABD’nin yükselişine rağmen, “ bir bütün olarak” emperyalizm, sosyalizm karşı­sında bir çok cephede yenilgiye ve mu­azzam bir mevzi kaybına uğramıştı. Em­peryalist kamp Nazi Almanyası’nın Sov- yetler’i dize getireceğini beklerken, Sov- yetler Avrupa’nın yarısını da kapitalizm­den koparmış, kalanı ise sosyalizmin ka­zandığı itibar ve savaşın yıkıcı etkileri ne­deniyle devrim tehdidi altına girmişti. Bi­rinci savaş sonrası yenilen Almanya’nın sosyalizmin kıyısından dönüşü egemen­lerin hafızalarından silinmediği için, em­peryalizm önce cephe gerisinde savaş­mak zorunda kaldı ve ABD tüm olanak­larını Avrupa’da kapitalizmi yaşatmak i- çin seferber etti. ABD, kapitalizmin ge­leceği için Avrupa'yı imar ederken kaçı­nılmaz olarak egemenliğini alttan alta o- yacak dinamikleri, karşıtlarını da üreti­yordu. Savaşla yıkılan Avrupa ve Japon­ya’nın ekonomileri sanayilerini inşa et­meye günün en ileri teknikleriyle başla­dılar ve geleneksel engellerden sıyrılmış ekonomi ABD’ye göre çok daha büyük bir hızla gelişti. Savaş büyük bir yıkımdı ve bu ülkelerde büyük bir yenilenme o­

lanağı yarattı. Savaş sonrası eşitsiz geliş­me yasası bu temelde işleyecek ve 70’le- re gelindiğinde emperyalist güç dengele­rini bir kez daha değişime zorlayacaktır.

İkinci savaştan üstün çıkan ve kapita­lizmin dümenine geçen ABD emperya­lizmi ise; kurumlan da (BM, NATO, IMF, OECD), kuralları da (Bretton W o- ods) belirliyor, yeni sömürgeci metod- larla müttefiklerinin elinden sömürgele­ri parça parça koparıyor, sömürge teke­lini ele geçirmek ve kapitalizmin dünya­sal sorunlarıyla boğuşmak için askeri gü­cünü sistemli olarak artırıyordu. Savaş sonrasında uzun bir süre dünya GSMH’- sinin yüzde 40’ını üreten ABD’nin, diğer emperyalist güçlerle karşılaştırılamaya­cak açık bir üstünlüğü vardı. Fakat ‘60’larla birlikte demir-çelik, dayanıklı tüketim malları, otomotiv gibi standart sektörlerde Avrupa ve Japonya büyük bir hızla gelişti ve giderek Amerikan pa­zarında etkili olmaya başladılar. ‘70’lere gelindiğinde dış ticaret açığı sürekli bü­yüyen ABD; korumacı önlemler almak ve aşırı ithalatı azaltmak amacıyla dola­rın değerini düşürmek zorunda kaldı. İ- kinci savaş sonrası doları dünya parası haline getiren Bretton Woods Anlaşma­sını (doların altına karşılık olduğuna ABD güvencesi) Japonya ve Almanya’nın itirazlarına rağmen tek yanlı iptal etti. ‘70’te ABD’nin dünya GSMH’si içindeki payı dörtte bire düşmüştü. 1955-73 yıl­ları arasında ABD ekonomisi yıllık yüzde 3, Batı Avrupa ülkelerinin ekonomisi yüzde 5-6 büyürken, Japon ekonomisi her yıl ortalama bir önceki yıla göre yüz­de 9’luk bir büyüme gerçekleştirdi. Bu süreçte Avrupalı emperyalist güçler ABD ile rekabet edebilmek için önce A- ET’yi, sonra AB’yi oluşturacak ve Kuzey

___ politik durum değerlendirmesi__

---------------------------- ---------------------------------------------------------------------------------- 9 -----------

Page 11: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Afrika’yı da içine alacak şekilde kendi ik- tisadi-siyasi hegemonya alanını yaratma­ya girişecekti. Japonya da Uzakdoğu’da benzer bir arka bahçe yaratabilmişti. ABD’nin iktisadi gerilemesi bu gelişme­leri engellemeye yetmedi. Güç dengele­rindeki bu değişimin siyasal karşılığı ise; I. Dünya Savaşı’nda ölenlerden daha faz­la can kaybının olduğu 30’u aşkın bölge­sel savaştır.

Ekonomik açıdan rakiplerine hakimi­yet kuramayacağının anlaşılmasının ar­dından, ABD’nin dünya sömürge tekeli­ni ele geçirme hayali de onbinlerce as­keriyle birlikte Vietnam bataklıklarına gömüldü. Kapitalizmin dünyasal sorunla­rı ABD’nin gücünü çok aşmıştı. Vietnam yenilgisi bir dönüm noktası oldu. Nikson Doktrini’yle II. Dünya Savaşı sonrası dö­nemin bittiği, bundan böyle Amerikan askerinin çatışmalarda kullanılmayacağı, müttefiklerinin kendi savunmalarını üst­lenmeleri gerektiği ve ‘gelecek yönetim­lerin görevinin, dünyanın neresinde çı­karsa çıksın Vietnam tipi bir savaşın ol­masını önlemek’ olduğu söyleniyordu. ABD ilk kez Sovyetlerle nükleer silah indirimi anlaşması (SALT) yapmaya razı oldu. Dünya jandarmasının bu keskin dönüşü, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu krizle bağlantılıydı. Nikson ve onu izleyen Carter döneminde uygula­nan askeri harcamaların kısılmasına da­yalı ekonomik strateji; kısmi bir genişle­meye yol açsa da, istihdam yaratıcı sana­yiler beklendiği düzeyde gelişmedi. 1970’lerin sonunda enflasyon ve işsizlik hızla büyürken kar oranları küçülmeye devam etti. Diğer yandan emperyalist rakipleri istikrarlı gelişimlerini sürdürü­yordu. 1972’den itibaren Japonya ulusal brüt üretiminin ortalama %17’sini yatırı­

— yol----------------------------------------ma dönüştürebilirken ABD ancak %12’lik bir seviye tutturabilmişti.

V- Keskinleşen emperyalistrekabetin askerileşme eğilimiSiyasi hegemonya için daha çok savaş

sanayisi ile, ekonomik rekabet için daha az askeri harcama ikilemi; 70’den 80’e kadar ABD ekonomisinin temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişki Roma, Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarının çöküş gerek­çesi olan; hegemonyayı korumak için kaynaklarını artan oranda askeri alana kaydırma eğilimi yönünde çözülecek, I I Eylül’e ve günümüze kadar gelen Ameri­kan ekonomi politikasının da temelini a- tacaktır.

‘79’a gelindiğinde İran, Nikaragua devrimleri ve Sovyetler’in Afganistan’a girişi gibi siyasal gelişmelerin nüfuz alan­larını daraltmasının da etkisiyle, Reagan yönetimi önceki dönemin tersine bütün ağırhğıyla ekonominin militarizasyonuna yöneldi. Askeri sanayi, onun araştırma- geliştirme çalışmalarıyla beslenen bilgi­sayar sektörü ve siyasi hegemonyayla doğrudan bağlantılı petrol sektörü, ser­maye birikiminin öncü alanları kabul e- dildi. Reagan döneminde ABD askeri harcamaları; ‘83’ten sonraki beş yıl için 1.6 trilyon dolar olarak planlanmıştı. O süreçten günümüze dek her yıl ortalama 300 milyar dolar bu sektöre ayrıldı. Ye­niden pişirilmiş anti-komünizm ve Ram- bo filmlerinin eşliğinde Amerikan toplu­mu yıldız savaşlarına kadar varacak bir militarizasyon yükünün altına çekildi. Si­vil gereksinimler için harcanan her 100 dolara karşılık, 40 dolar askeri harcama­lara gidiyordu. Bu oran Almanya’da 13, Japonya’da 3 dolar seviyesindeydi. 2.5

10

Page 12: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

milyonu asker, yaklaşık yedi milyon kişi­yi istihdam eden Amerikan Genelkur­mayı Pentagon, yüz bin firmayla iş yapı­yor hale gelmişti. O dönemde General Electric, Tenneco, General Dynamics, MC Donnel Douglas, Rayheon gibi te­keller Pentagon’un siparişleriyle iki yüz milyar doları aşan karlar elde ettiler. Re- agan’ın ilk dönemindeki ekonomik par­laklık, iran-lrak savaşının bitişi ve Sov- yetler’in çözülmesinin silah pazarında yarattığı önemli daralmalar nedeniyle; yükselişi gibi büyük bir hızla gerilemeye başladı. ‘87 borsa krizinin de etkisiyle bir kaç yıl içinde ABD’nin dış ticaret açı­ğı devasa büyüklüklere ulaştı, iflaslar ve işten çıkarmalar çoğaldı. ‘89 yılında Ja­pon ekonomisi ABD ekonomisinin yarı­sı kadar olmasına rağmen 549 milyar dolarlık bir yatırımla, ABD’nin 515 mil­yarlık yatırımını geride bırakıyordu. “ Boş kalan değirmen taşının kendisini ö- ğütmesi” gibi askeri sınai kompleks ABD ekonomisinin temelini öğütmeye başla­mıştı. Savaş sanayisi kendi pazarını ya­ratmak zorundaydı. Libya ve Somali zor­landıktan sonra Saddam’a yapılan provo­kasyonla amaca ulaşıldı.

ABD’nin; YDD sürecine de damgası­nı vuracak bu savaş bağımlılığı, ekonomi­deki tıkanmaları silah aşısıyla giderme çabasının ötesinde; birbiriyle bağlantılı i- ki temel stratejik nedene dayanmakta­dır. Birincisi; yüzde 90 oranında ithal petrole bağımlı Japonya ve AB’ye karşı rekabet üstünlüğünü korumak için ham­madde kaynaklarını, dağıtım, fiyatlandır­ma ve gelirleri düzeyinde denetim altın­da tutabilmek, İkincisi; yine AB ve Japon­ya’nın “ ekonomik güçleri ije doğru o- rantılı bir askeri siyasi konuma ulaşmala­rını engelleyebilmektir’’. Bu hedefin di­

ğer ayağını Çin, Rusya, Hindistan ve İran gibi güçlerin dünya askeri güç dengeleri­ni bozabilecek girişimlerinin ve özellikle emperyalist rakipleriyle olası ittifakları­nın önünü kesmek oluşturur.

ABD’nin ikinci savaş sonrası dünya GSMH’sinin yüzde 40’ını üretebilirken, 2020 yılında ancak yüzde 10-20’lik bir e- konomik seviyeye gerileyeceği kendi i- deologları tarafından söyleniyor. Askeri alandaki üstünlüğünü sürdüremezse, ya­şadığı iktisadi gerileme ABD’yi hegemo- nik konumdan “güçlerden birisi” duru­muna düşürecektir. Bu gerçeklikler ABD’nin neden sistemli bir askerileşme eğilimi içinde olduğunu açıklamaktadır.I I Eylül ve sonrası gelişmeleri de esas olarak bu tarihsel süreklilik içinde gör-

‘ mek gerekir. I I Eylül ABD’nin saldır­ganlığına meşruiyet uydurma ve ortala­ma yıllık 300 milyar dolar olan silahlan­ma harcamalarını (2003 için ) 379 milyar dolara çıkarma imkanı vermiştir. Bu si­lahlanma eğilimine hız kazandırması dı­şında I I Eylül’ün ayırdedici yanı; ABD’­nin içine dönük amaçlarıyla ilgilidir. Bun­lar egemen sınıf içi ilişkilerin, en saldır­gan kesimleri oluşturan petrol silah ve bilgisayar tekellerinin lehine düzenlen­mesi ve “Vietnam sendromu” , “Ameri­kan tarzı yaşam” ıyla, egemenlerinin stra­tejik ihtiyaçlarına karşılık veremeyen A- merikan toplumunun, Nazi Almanyası veya İsrail tarzı bir askeri toplum olma­ya doğru sürüklenmesidir. ABD emper­yalizmi dışta savaştığı kadar içte de sa­vaşmak zorunda kalacaktır.

Vietnam yenilgisinden sonra bir yal­palamanın ardından 30 yıldır istikrar ka­zanan militarizasyon ABD için geri dö­nülmez bir eğilimdir. Bizde her on yılda bir darbeyle ekonomik ilişkilerin yeni­

l i —

politik durum değerlendirmesi__

Page 13: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

__ yol

den düzenlenmesi gibi ABD ekonomisi de her on yılda bir devreye sokulan sa­vaş dalgasıyla belini doğrultabilmektedir.I I Eylül öncesinde faizler son elli yılın en düşük seviyesine çekilmesine rağmen hemen hemen tüm sektörleri kuşatan gerileme engellenememişti. I I Eylül’ün ardından ise; askeri harcamalar Vietnam Savaşı’ndan bu yana olan en büyük artış­la yüzde 19.6’ya çıkartıldı. Bu artış eko­nomide karşılığını derhal üretti ve büyü­me oranı 2001 ’in son dört ayında yüzde 1.7, 2002’nin ilk dört ayında ise yüzde 5.8 seviyesine çıktı. Askerileşme yoluyla krizlerini erteleyebilen ABD; emperya­list ekonominin siyasi hegemonyaya ne düzeyde bağımlı olduğuna açık bir kanıt­tır. Tersine örnek ise Japonya’dır. Sa­vunma harcamalarını GSMH’sinin yüzde Tinden yukarıya çıkarması II. Savaşla yasaklanan Japonya; 97 öncesinde ulus­lararası finans hareketinde kesin bir a- ğırlığı olan ve yüzde 8-9’la büyüyen bir ekonomiye sahipti. Fakat özellikle spe­külatif sermaye hareketini siyasi hege­monya ile destekleyemediği için ‘97’den beri iktisadi etki alanındaki ülkelerle bir­likte derin bir mali krizde debelenmek­tedir.

Emperyalizmin zora dayalı karakteri diğer emperyalist güçleri de bu yöne sevketmektedir. ABD’nin askeri üstün­lüğünü kullanarak elde ettiği rantı daha fazla ödemek istemeyen AB ise; kendi askeri organizasyonunu oluşturmaya gi­rişmiş, AGSK ( Avrupa Güvenlik ve Sa­vunma Kimliği) adı altında NATO ’dan “ maksimum otonomiye sahip” bir birim kurmuştur. Avrupa ordusunun nüvesi kabul edilen bu organizasyonun; Prusya militarizmi ve Fransız sömürgeciliği gele­neğine sahip AB emperyalizmi tarafın­

______ 12 _________________________________________________________________

dan hızla etkili bir güce dönüştürüleceği açıktır. Ekonominin militarizasyonunda ise alınan mesafe çok daha ileri seviye­dedir. ABD’nin I I Eylül öncesi savun­maya ayırdığı 300 milyar dolara karşılık, AB 140 milyar dolar harcamaktadır.

Emperyalist güç dengelerindeki deği­şim ve yeniden paylaşımın zora dayanma diyalektiğinin bir başka kanıtı da; iki dün­ya savaşı öncesinde olduğu gibi uluslara­rası hukukun ve kurumların deformas- yonunda görülüyor. Hegemonik güç o- larak ABD; hem BM, NATO gibi ku­rumlan kendi istekleri doğrultusunda karar almaya zorlar ve işlevsizleştirirken hem de uluslararası ilişkilerini tek taraflı (unilateral) kurma eğilimi içindedir. İki kutuplu dünya dengesinde bir karşılığı o- lan uluslararası hukuk ve kurumlar, gü­nümüzün giderek kızışan emperyalist paylaşım gerçekliğine artık karşılık gel­miyor. Güçler değişince hukuk ve ku- rumların da çözülmesi ve yerini zor hu­kukuna bırakması kaçınılmazdır. Ta ki hesaplaşmanın ardından yeni bir güçler dengesi oluşana dek.

VI- Yeniden paylaşımınpratik uygulamalarıPaylaşımı yürüten emperyalist irade­

lerin başında ABD, AB ve Japonya bulu­nuyor. Bunların ardından; Sovyetler’in yerini alan ve sahip olduğu hammadde kaynakları ve nükleer güce dayanarak etkili olmaya çalışan Rusya ve muazzam büyüklükteki iç pazarında yüzde 10’lara varan yıllık büyüme hızıyla Çin gelmek­tedir.

90’la birlikte Sovyetler’ in çözülmesi Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar uzanan bir emper-

Page 14: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

yalist paylaşım kuşağı yarattı. Bu kuşakta Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya kısa sürede ve daha çok ekonomik metodlarla AB tarafından ka­patıldı. Bu gelişmeyi engellemesi iktisa- den mümkün olmayan ABD; NATO ’- nun bu ülkelere doğru genişletilmesiyle askeri varlığını derinleştirmeye yöneldi. Kendi stratejik önceliği ise; Ortado­ğu’daki petrol kaynakları üzerindeki kontrolünü, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yayma temelindeydi. Henüz Sovyetler çözülmeden Amerikan tekelleri Rusya ve Kafkaslar’daki; toplam üretimin yüz­de 60’ını kapsayan ölçüde petrol ve do- ğalgaz anlaşmaları yapmıştı. ABD em­peryalizminin bu stratejisinin zora daya­nan ikinci adımı ise Körfez Savaşı’yla a- tıldı.

Irak “ Yeni Dünya Düzeni” nin ilk ic­raatıydı. Uluslararası kurumların “ huku­ki” desteğinde, en gelişkin teknolojiler kullanılarak Irak halkı kırıma uğratıldı. Ülke fiilen üçe bölündü. Sistemli bomba­lamalar, ambargo ve iç muhalefetin ör­gütlenmesine varan saldırı bir anlamıyla emperyalizmin dünya halklarına gövde gösterisi oluyordu. Saldırıda ABD’nin temel amacı; emperyalist rakiplerinin kendi denetimi dışında petrol alanlarına girişinin önünü kesmekti. İran’a uygula­nan ambargo ile AB ve Japonya’nın yap­tığı büyük miktardaki petrol anlaşmaları boşa düşürülmüştü, Körfez Savaşı’yla da Fransa’nın Irak’la yaptığı petrol ve silah anlaşmaları bozuldu. Ekonomilerinde e- nerji maliyetinin ağır yükünü taşıyan ve bu petrolün yüzde 65’ini Ortadoğu’dan karşılayan AB ve Japonya; böylelikle en önemli ilişkilerinden mahrum edilmiş o- luyordu.

Saddam’a yapılan provokasyon Ku­

veyt’in işgaliyle sonuçlandıktan sonra, AB ve Japonya’nın ABD’nin haracını ö- demekten kaçınması ve sorunun dışında kalması mümkün değildi. Saldırı koalis­yonuna gönülsüzce de olsa dahil oldular. ABD Körfez Savaşı’nın ekonomik mali­yetini rakiplerine ödetirken ve silah satı­şından altyapı ihalelerine kadar bölge ül­kelerine dayattığı faturayla, askeri üs­tünlüğünün rantını fazlasıyla alıyordu. Fakat kurulan emperyalist koalisyon üç ay sonra dağıldı. ABD’nin emperyalist rakipleri günümüze kadar yürüttükleri politikayla Körfez Savaşı’nı olmamışa çe­virecek düzeyde Amerikan ambargosu­nu boşa düşürdüler. Gelinen noktada I- rak kapısı ABD’nin savaş amacının aksi­ne rakiplerine açılırken kendisine tü­müyle kapanmış ve ABD’yi yeni bir mü­dahalenin eşiğine getirmiştir.

YDD’nin Balkanlar’da yarattığı fela­ket Irak’tan daha geri olmadı. Elli yıl bo­yunca etnik kaynaşmanın en ileri örneği olan Yugoslavya; başını AB’nin çektiği emperyalist kışkırtmalarla tam bir etnik kıyım coğrafyasına dönüştürüldü. ‘92’de Yugoslavya’nın dağılmaması için Milose- viç’e AB ve ABD’nin bir milyar dolarlık yardım yapmasının ve “ ayrılıkçıların ö- düllendirilmeyeceğinin” ilanının üzerin­den iki ay geçmeden, Alman federal par­lamentosu ters bir çıkışla Slovenya ve Hırvatistan’ın “ Kaderini Tayin Hakkım” tanıdı. Ayrılıkçı eğilimleri kışkırtan bu gelişme Balkanlar’ı ateş topuna çevirdi. Yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, iki- yüzbin kadına tecavüz edildi, milyonlar­ca insan topraklarından göçetmek zo­runda bırakıldı.

AB emperyalizmi demokrasi, insan hakları söylemlerinin gölgesinde Sloven­ya, Hırvatistan ve Bosna’yı kapatmıştı.

___ politik durum değerlendirmesi__

13 — -

Page 15: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

ABD karşı hamleyi Kosova üzerinden yaptı. Tarihsel ilişkilerini kullanmak için TC’yi de bölgeye taşıyan ABD; Arnavut­luk ve Kosova’da etkili olmaya çalıştı. Fakat TC ’nin “ bayrak, kitap” söylemleri Kosova’ya 9 1 ’den günümüze 6 milyar dolar aktaran AB’nin karşısında etkili ol­mamış ve adım adım AB emperyalizmi Kosova’yı da kapatmıştır. TC’nin bölge­deki varlığı alan tutmaktan çok, AB gü­venlik doktrinine bir ABD saplaması o- larak durma amaçlıdır. ABD bu politika­sıyla bağlantılı olarak N ATO ’ yu, AB or­dusundan önce bölge ülkelerinde yer­leştirmeye çalışmaktadır.

Balkanlarda henüz paylaşım bitmedi. Sırbistan’a bağlı Voyvodina, Montenegro (Karadağ) ve Sancak bölgesi emperyalist müdahalenin hedef tahtasındadır. Sırp hükümeti kendi liderini para karşılığı teslim edecek kadar dize getirildi, fakat asıl çatışma AB ve ABD arasında olduğu için sayılan özerk bölgelerin geleceğini de bu paylaşım ilişkisi tayin edecektir. Nitekim Montenegro yerel hükümeti Avrupa Birliği’ne girme hevesiyle peş peşe ayrılıkçı kararlar çıkarmaya devam etmektedir.

Doğu Akdeniz’e hakim jeostratejik konumuyla Kıbrıs; Türkiye ve Yunanis­tan arasındaki bir sorunmuş gibi görün­se de, özde AB ve ABD arasındaki geri­limin şiddetle yaşandığı, yeniden paylaşı­mın en önemli gündemlerinden birisidir. Kıbrıs sorunu; AB emperyalizminin sı­nırlarını Doğu Akdeniz’e taşıyacak ve Ortadoğu’daki stratejik ağırlıkları önem­li oranda etkileyecek bölgesel nitelikte bir sorundur. AB tıpkı Yugoslavya’da yaptığı gibi; Türk ve Rum kesimleri ara­sında uluslararası anlaşmalarla güvence­ye alınan “ denklik ilkesini” tek yanlı bo­

— yol__________________________zarak Güney Kıbrıs’ı AB üyeliğine alma çabasındadır. Diğer yandan Kıbrıs’taki imkanlarını yitirmek istemeyen ABD; TC’nin direnciyle, bu girişimlere engel olmaya çalışmaktadır. Türk Devleti kara para merkezi ve kontrgerilla eğitim kampına çevirdiği Kıbrıs’ta halkın istek­leriyle ilgili değildir. Politikasını belirle­yen temel unsur; Ecevit’in de ağzından kaçırdığı gibi Bakü-Ceyhan Hattı’nın a- çılmasıyla daha da önemli hale gelecek Kıbrıs’ın stratejik değeridir. Bu paylaşım gerçekliğinden bakıldığında Türk Devle­ti ve onun soldaki hempalarının sözde u- lusalcılığının; AB ve ABD arasındaki pa­zarlık terazisinde gramaj ağırlığı olmak­tan öte bir anlam taşımadığı daha açık görülebilir. Kıbrıs konusu TC’nin AB macerasını da, Avrupa ordusu denilen AGSP’nin gidişatını da doğrudan belirle­mektedir. Pazarlıklar komplekstir ve şimdilik diplomatik siyasi yöntemlerle sürdürülmektedir. Fakat paylaşım süre­cinin Yunanistan ile TC arasında bugün­kü sahte dostluğu sıcak çatışma seviyesi­ne sıçratma ihtimali küçük değildir.

Kilit coğrafyalardan birisi olan Kür- distan’da; Kuzey’deki haklı direniş, em­peryalist güçlerin iç çelişkilerine rağmen elbirliğiyle darbelenirken, Güney’de Irak sömürgeciliğinden koparılan alan, ABD eliyle fiili bir devletieşme seviyesine ge­tirildi. ABD stratejik önemi çok yüksek olan bu alanda işbirlikçi bir devletleşme- yi Körfez Savaşı’nda planlamış, fakat böl­gedeki güç dengelerinin uygun olmama­sı ve özellikle TC ’nin itirazları bu adımı atmasını engellemişti. Bölge devletlerin­den birinin koruması olmadan, bir dev- letleşmenin yaşatılmasının olanaksız ol­duğu; ‘96’da Irak ve İran ordusunun ala­na girip muhaliflerini dağıtmalarıyla açık-

14

Page 16: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

ca anlaşılmıştı. Aynı dönemlerde ger­çekleşen İsrail-TC-ABD stratejik işbirli­ğinin ardından Türk Devleti bu ittifakın hedefleri doğrultusunda Güney Kürdis- tan’ın gardiyanı konumuna çekildi. İran, Suriye ve Irak tecrit edilirken T ürk Dev- leti’nin istediği gibi alana girip çıkmasına, istihbarat ağını kurmasına, iktisadi ilişki­lerini geliştirmesine ve Türkmenler üze­rinden derinliğini artırmasına bu strate­jik anlaşma çerçevesinde izin verildi. Es­ki Alman başbakanı Kohl’un “Türki­ye’nin doğu sınırları belirsizdir” diye gösterdiği tepki bu gerçeklikle ilgilidir.

ABD’nin Irak’a yeni bir saldırı hazırlı­ğı içinde olduğu biliniyor. Bu saldırının a- macı ne olursa olsun bölgesel güç den­geleri bir Kürt Devleti’nin oluşturulma­sına izin vermeyecek niteliktedir. Böyle- si bir müdahale eğer fiyaskoya dönüş­mezse; olabilecek en ileri sonucu Irak’ta rejim değişikliğini sağlamak ve Kürt ve Şii bölgelerinin fiili durumunu özerklik veya federasyon temelinde hukukileştir- mektir. Türk Devleti bu gelişmeleri ken­di lehine çevirebilmek için oluşacak bir federasyonda Türkmenler’in de etkili olmasını sağlamaya çalışmaktadır. İsrail- ABD stratejik anlaşmasının gereklilikleri doğrultusunda gardiyanlık görevini yeri­ne getiren Türk Devleti’nin; “ Kürt dev­letini savaş nedeni sayarız” sözleri ise, ABD’ye karşı değil, bölge devletlerinin ve yerel iradelerin denetimsiz çıkışlarını engelleme amacı taşıyan sözlerdir.

ABD emperyalizmi I I Eylül atmosfe­rini kullanarak, Ortadoğu’da Körfez Sa­vaşı sonrası kurulan, fakat geçen süreç­te önemli ölçüde erozyona uğramış güç dengelerini kendi lehine yeniden düzen­lemeye girişmiştir. Irak zayıflatılmış, fa­kat kesin sonuç alınamamıştır. Irak’ın za­

yıflaması ABD’nin asıl hedefi olan İran’ın fazlasıyla güçlenmesine yol açtı. İran’ın güçlenmesi ise; Kafkaslar ve Orta As­ya’da pratik sonuçlar yarattığı gibi Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar İslam ide­olojisi temelinde bir etki alanının oluş­ması anlamı taşımaktadır. Arap yönetim­leri ABD’nin etkisi zayıfladığı oranda ö- zellikle Suudi Arabistan’da olduğu gibi ABD’ye ödedikleri haraca itirazlarını ar­tırıyorlar.

Bush hükümetinin Irak saldırısı böy- lesi geniş çapta bir düzenlemenin parça­sı olmaktadır. Bu düzenlemelerin ilk adı­mı ise; İsrail’in Filistin halkına dönük kat­liamlarla yürüttüğü operasyondur. ABD bu pervasız saldırıyla; Arap yönetimleri­nin dirençlerini kırmak ve kesin bir saf­laşmaya uğratmak, Irak saldırısı sırasında cephe gerisinde patlak verecek Filistin- İsrail çatışmasını engellemek ve Filistin özelinde Oslo sürecinin, genelde ise Ortadoğu’da elini bağlayan Clinton dö­neminin Pax Amerikana politikalarını bütün sonuçlarıyla süpürmeyi amaçla­mıştır. Fakat Filistin halkı yalnızlaştırıl­masına ve dünyanın gözü önünde acıma­sız yöntemlerle saldırıya uğratılmasına rağmen hala dize getirilemedi. ABD’nin Filistin’i Irak’ın basamağı yapma politika­sı feda eylemleri direnişine takıldı. AB emperyalizminin soruna duyarsızlığı ve göstermelik itirazları ABD’yi Ortadoğu bataklığına itme ve yalnızlaştırma taktiği ile ilgilidir.

Orta Asya’ya açılan kapı olarak Kaf­kasya çok daha şiddetli bir paylaşımın coğrafyasıdır. Hala petrolün ve doğalga- zın dünya enerji ihtiyacı içindeki payı % 60’ın üzerindedir, bölgenin taşıdığı t r il­yonlarca dolar değerindeki petrol ve doğalgaz zenginliği, bunun yaratacağı pa­

___ politik durum değerlendirmesi__

Page 17: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

zar ve daha önemlisi; bu kaynaklar üze­rinde kurulacak hakimiyetin sağlayacağı rekabet üstünlüğü, emperyalist güçleri şiddetle karşı karşıya getirmektedir. Bu alandaki mücadele belki de Balkanlar’da- kinden çok daha kanlı geçmeye adaydır. Rusya Kafkasya’da inisiyatifi kaybetmesi­nin bedelini emperyalist konumdan sö­mürge konumuna düşerek ödeyeceğinin farkındadır. Bunun için dezavantajlı ol­duğu ekonomik metotlara karşı tek da­yanağı, çatışma ve savaşı sürekli gün­demde tutmaktır. Rusya ‘93’lere kadar iç sorunları ve Baltık Cumhuriyetleri ile uğraşırken ABD ve Türk Devleti yeni o- luşan Kafkas Cumhuriyetlerine derinle­mesine girebilmişti. Fakat ‘93 sonrası Rusya’nın geliştirdiği yeni savunma kon- septinin ardından Azerbaycan’da darbe, Gürcistan’da darbe girişimleri, Ermenis­tan’ın Karabağ’ı işgalini kışkırtma ve böl­ge ülkelerinin tümüyle askeri üsleri de i- çeren yeni anlaşmalar yaptı. ‘93 sonrası Rusya, Kafkasları yeniden ele geçirdi. Rusya’nın darbeci yöntemlerine karşı ABD’nin kışkırttığı TC de bölgede karşı darbeler ve provokasyonlarda rol aldı. Bu çatışmalı sürecin ardından gelinen noktada Gürcistan; Şevardnadze’ye dar­be girişiminde bulunanların kaçıp saklan­dığı Rus üslerini ve boru hatlarını koru­ma bahanesiyle davet edilen Amerikan askerlerini birlikte barındırmaktadır. Bu durum Gürcistan’ı olası bir ABD-Rusya geriliminin ilk patlak vereceği coğrafya yapmaktadır. Ermenistan, Rus inisiyatifi altındadır, ABD’ye yakınlaşan her yöne­tim ‘99 parlamento baskınında olduğu gibi pervasızca Rusya tarafından tasfiye edilmiştir. Azerbaycan, TC üzerinden ABD’nin denetiminde olmasına rağmen ancak Rusya’ya verdiği çeşitli ayrıcalık­

— yol----------------------------------------larla ayakta kalabilmektedir. İran, Rusya ile geliştirdiği ilişkiye dayanarak Hazar havzasında etkili olmaya çalışıyor. Buna karşılık TC ise Tebriz bölgesindeki Aze­ri nüfusu kışkırtarak ve Güney Kürdis- tan’daki Halkın Mücahitleri’ni destekle­yerek İran’ı sıkıştırma politikası yürütü­yor.

Emperyalist dış politika dünyasına “geç gelen” Rusya, diğerlerini geride bı­rakacak kadar ilkesiz ve pragmatik tu­tumlar geliştirebilmektedir. ABD ve AB arasında kıvrılarak yürütülen bu politika­lar; aslında bir emperyalist güç olarak u- zun vadeli stratejik çıkarları yerine kısa vadeli çıkarları esas alma zayıflığının bir göstergesidir. Bir yandan Çin ve Hindis­tan’la stratejik işbirliği yaparken, tümüy­le bu ittifaka karşı bir üs oluşturma ça­bası olan ABD’nin Afganistan saldırısına onay verilmesi bu pragmatizmin sonucu­dur. Dünyanın en büyük petrol tekeli o- lan Gasfrom’un yüzde 25’inin Alman­ya’ya satılmasıyla; enerji konusunda AB emperyalizmiyle stratejik bir ortaklık geliştirildi. Bu yakınlaşmanın diğer ayağı da Türkiye içindeki AB uzantılarının ma­rifeti olarak gerçekleştirilen ve Türk­men doğal gazını ABD inisiyatifinden Rusya’ya aktaran Mavi Akım projesiydi. Ancak Rusya; AB emperyalizmiyle kur­duğu bu sıcak ilişkiyi pragmatik politika­ları gereği dengelemiş ve bir kaç yıl ön­ce “ Doğuya yayılması savaş nedenidir” dediği NATO ile işbirliğine girmiş ve petrolü olabildiğince AB’den uzak tu t­maya çalışan ABD’nin öne sürdüğü Ba- kü-Ceyhan Hattı’na, aktif karşı olma tu­tumundan vazgeçmiştir. Bizdeki sahte u- lusalcıların bağımsız politika diye yuttur­maya çalıştıkları ve açıklandığında san­sasyon yaratan; Genelkurmay’ın “ Rusya

16

Page 18: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

ile ittifak” önerisi, özünde ABD’nin Rus­ya ile taktik yakınlaşma politikasıyla bağ­lantılıdır.

Bu politika Afganistan ve Irak saldırı­larında müttefiklerinden yeterli destek görmeyen ABD’nin Rus engelini aşma taktiğidir. Rusya’nın yürüttüğü denge politikalarının ömrü de ABD’nin Kafkas- lar’ı gündemleştirme sürecine kadardır. Rusya; Kafkaslar’daki yaygın Rus nüfusu ve etnik gerilimlere dayanarak istediği anda istikrarsızlık yaratabilecek konu­muna güvenerek, bugünkü pragmatik politikaları yürütebilmekte ve ABD’nin sızmalarına göz yummaktadır. Tek üs­tünlüğü elinde kalan askeri güç olan Rusya’nın diplomasiden çok gerilim po­litikasına yatkın olacağını kestirmek zor değildir.

I I Eylül sonrası ABD ilk hedef ola­rak Afganistan’a yöneldi. Bu seçim; As­ya’da aleyhine oluşan stratejik dengeleri, dünya çıkarları açısından öncelikli tehdit olarak görmesiyle ilgilidir. Hint-Çin-Rus stratejik işbirliği anlaşması ve daha de­rinlemesine bir ilişki olan (Çin, Rus, Öz­bek, Kazak, Kırgız ve Taciklerin oluştur­duğu) Şanghay İttifakı bölgede ABD’nin hareket alanını oldukça daraltan geliş­melerdir. Diğer yandan geçmişte Sov- yetler’i çevreleme politikasının üssü ola­rak kullandığı Afganistan’ın kendi eliyle beslediği Taliban yönetiminde giderek denetimden çıkması; bölgede bir boşluk oluşturmuş ve bölge güçlerinin, özellikle Çin ve İran’ın etkinliğini fazlasıyla artır­mıştır.

Afganistan saldırısında ABD’nin ilk a- macı stratejik mevziyi yeniden sağlama alma çabasıdır. İkincisi; Afganistan kay­naklı yıllık ortalama yüz milyar dolarlık

uyuşturucu ticaretini denetime almaktır, üçüncüsü ise; Orta Asya’dan Hint Okya- nusu’na indirilecek petrol boru hatları­nın rakiplerinin eline geçmesini engelle­me amacıdır. Yapılan saldırının Ameri­kan ve onun kuyruğuna taktığı Türk as­kerinin alana yerleşmesinden öte ne ka­dar amaçlarına ulaştığı şüphelidir. Afga­nistan’a verilen biçimin kalıcı olmayacağı ve gerek dış güçlerin müdahalesi gerek­se iç güçlerin iktidar mücadeleleri nede­niyle bir bataklığa dönüşme ihtimalinin son derece yüksek olduğu açıktır. Nite­kim ABD’nin en yakın müttefiklerinin askerlerini alel acele çekip sorumluluğu Türk askerine devretmesi böylesi bir beklentinin göstergesi olmaktadır.

Uzakdoğu’da Japonya’nın zayıflaması, eşitsiz gelişim ilişkisini bir başka biçimde işletmiş ve Çin’in öne çıkarak kendi he­gemonya alanını yaratma girişimlerine hız kazandırmıştır. I997’de Hong Kong’un devredilmesinin ardından stra­tejisini daha dışa dönük hale getiren Çin; Tayvan’ı da topraklarına dahil etmenin çabası içindedir. 1992-1995 arası dö­nemde 33 milyar dolarlık silah alımıyla dünyanın en büyük silah ithalatçısı olan Tayvan, ABD’nin bölgedeki yegane da­yanağıdır. Tayvan’ın düşürülmesi ABD’yi Güneydoğu Asya’dan süpürecek bir ge­lişme olacaktır. Çin’in hak iddia ettiği ve gerilimi artırdığı diğer alan zengin petrol yataklarının olduğu Spratly takım adala­rıdır. Çin, petrol bakımından da son de­rece zengin olan Spratly takım adalarının kendi karasuları içinde olduğu ve Tay­van, Malezya, Filipinler ve Vietnam’ın haksız işgali altında olduğunu öne sür­mektedir. Çin’in hegemonya alanını ge­nişletme adımları Japonya’yı da ürküt­müş ve ABD ile kapsamlı bir savunma iş­

___ politik durum değerlendirmesi__

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 17 -----------

Page 19: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

birliği antlaşması imzalamaya itmiştir. Ja­ponya’nın bu doğrultudaki diğer adımı BM Güvenlik Konseyi üyeliğine başvuru­sudur. Fakat Çin veto etme hakkını kul­lanarak bu girişimi engellemektedir. Çin'in bu yayılmacı eğilimlerine karşı ABD insan hakları söylemleriyle ve Sin- can-Uygur bölgesindeki müslüman azın­lık ile Tibet’i kışkırtarak Çin’in iç geri- limlerini derinleştirmeye çalışmaktadır.

Sonuç olarak; neoliberal politikaların tıkanmasıyla emperyalist paylaşım müca­delelerinin artışı arasında doğrusal bir i- lişki vardır. Liberalizmin tükenişinin en açık belirtileri; tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi krizlerin kalıcılaşması ve em­peryalist rekabetin askerileşme eğilimiy­le kendini göstermektedir. Liberalizmin geçmişteki çöküşü, temelini askeri sana­yinin oluşturduğu Keynesyen politikalar­la (devlet kapitalizmi) ikame edilmeye çalışılmış, bu da insanlığı da iki dünya sa­vaşına ve faşizmlere sürüklemişti. Rosa Lüksemburg’un yüzyılın başında libera­lizmin çöküşünü değerlendirirken söyle­diği “ ya sosyalizm ya barbarlık” sözü, “yeni liberalizmin” çöktüğü günümüzde bir kez daha ve bütün ağırlığıyla insanlı­ğın gündemine girmiştir.

B- TÜRKİYE RAPORU

Uluslararası finans kapitalin; ‘70’lerde başlayıp esas olarak ‘80 sonrasında ha­kim kıldığı neoliberal politikaları ve ‘90 sonrası Sovyetler’in çözülmesinin ardın­dan azgınlaştırdığı emperyalist paylaşım mücadeleleri; bağımlı ülkeleri çeşitli şid­detlerde etkisi altına alan temel uluslara­rası dinamikleri oluşturmaktadır. Bu iki yönlü emperyalist dayatma; devletsizleş-

— yol----------------------------------------tirmeden sınır değişimlerine, iktisadi si­yasi yapıların deformasyonundan sınıf i- lişkilerinde köklü değişimlere kadar, ba­ğımlı ülkelerin kaderini belirleyen çarpı­cı sonuçlara yol açmıştır.

Türkiye her iki emperyalist dinamiğin keşistiği, dolayısıyla sonuçlarını bütün unsurlarıyla yaşayan ender ülkelerden birisi konumundadır. Son onbeş-yirmi yıl içinde milli hasılasına göre dünyanın en borçlu, gelir dağılımı en bozuk, kriz­lerin kronikleştiği, gelirine göre en fazla silahlanan vb. ülkesi konumuna gelişi, sözü edilen kesişmenin görünen sonuç­larıdır. Arka planda ise yakın döneme olduğu gibi, geleceğe de damgasını vura­cak daha derin zemin kaymaları bulun­maktadır.

I- Ekonomik durumNeoliberal politikaların ilk büyük dal­

gası 24 Ocak ‘80 kararlarıyla Türkiye’ye dayatılmıştı. Ekonomi yapısal bir değişi­me uğratılarak; iç pazara dönük olmak­tan çıkartılıp, merkez ülkelerdeki emek maliyetini düşürecek ucuz tüketim malı üreten ihraç ekonomisine dönüştürül­dü. Bunun zorunlu koşulu ülke içindeki üretim maliyetinin radikal bir şekilde kı- sılmasıydı. 12 Eylül faşizmi neoliberal uy­gulamaların siyasi yanını üstlendi. İşçi sı­nıfının sendikal ve siyasal örgütlülükleri dağıtılarak, reel ücretler büyük oranda geriletildi.

Emperyalizmin dayattığı uluslararası işbölümüne göre tekstil, gıda, turizm, hafif metal vb. bir kaç sektörde uzman­laştırılarak tek yanlı bir gelişim içine so­kulan Türkiye ekonomisi, merkez eko­nomilerine daha derin bir bağımlılık iliş­kisiyle “ entegre” edilmiş oluyordu. ‘65-

______ 18

Page 20: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

‘80 arasında uygulanan “ ithal ikameci sa­nayileşmede” temel olan yaygın fabrika üretimi; ekonominin tek yanlaştırılma­sı, iç pazarın daraltılması ve serbestleşti­rilen ithalat nedeniyle bir yandan daha yüksek tekelleşmeye doğru, diğer yan­dan fason üretim yapan yan sanayiye ve hizmet sektörüne çözülerek büyük o- randa tasfiye edildi.

sonrasında ortaya çıkan üretim temelindeki değişimin en önemli sonu­cu; toplumsal muhalefeti de zayıflatacak şekilde işçi sınıfının yatay ve dikey parça­lanmaya uğramasıdır. Yaygın fabrika üre­timine dayanan ithal ikameci model, kır­dan gelen göçün hızla proleterleşmesine olanak tanıyor ve yarı proletarya ile sa­nayi proletaryası arasında kendiliğinden bir ittifak kurulabiliyordu. Kent küçük burjuvazisinden köylülüğe kadar etki a- lanına sahip olan bu ittifak, ‘65-‘80 arası­nın büyük kitle hareketlerinin de teme­lini oluşturmuştu. ‘80 sonrasında üre­timdeki daralma ve farklılaşma, toplum­sal muhalefetin her iki bölüğü arasındaki bu geçişkenliği büyük ölçüde kırdı. Va­roşlardaki nüfus kayıtdışı ekonomiye ve yarı proleter konuma hapsedildi. Müca­delenin motor gücünü oluşturan sanayi proletaryası ise kamu işçisinin eritilmesi, hizmet sektörünün yaygınlaşması ve yüzde 30’lara varan işsizler ordusunun kuşatması nedenleriyle daha uzlaşmacı bir çizgiye geriletildi. Diğer yandan kü­çük ve orta burjuvazinin çıkarı işçi sınıfı­nın daha yüksek ücret almasına bağlı ol­duğu ve siyasal eğilimleri de bu yönde şekillendiği ‘60-‘80 döneminin aksine; kırdaki mülksüzleşmenin artışı, göçler ve emeğin zor yoluyla ucuzlatılması te­kellere olduğu gibi burjuvazinin diğer kesimlerine de bir emek yağması olana­

ğı yaratmış, orta ve küçük burjuvazi fa­son üretim ve hizmet sektörü üzerinden yağmaya katılarak siyasi tutumunu da bu gerçekliğe göre yeniden şekillendirmiş­tir. Muhalefetin üç dinamiği arasındaki i- lişkinin bu tarzdaki değişimi kendiliğin­den kitle hareketlerinin bitişinin de te­mel nedeni olmuştur.

Ekonomideki yapısal dönüşüm ‘90’la- rın ilk yıllarına kadar Türkiye kapitaliz­minde belli bir genişleme yarattı. Bu ge­nişlemenin kaynağı; benzer ekonomik modelin uygulandığı Güney Kore, Tay­van vb. ülkelerde olduğu gibi ihracatın katlanarak büyütülmesinden çok reel ücretlerin faşizm zoruyla geriletilmesi- ne, ranta ve kamu ekonomisinden çeşit­li yollarla özel sermayeye değer aktarıl­masına dayanmıştır. Türkiye finans kapi­talinin geleneksel eğilimi olan bu aktarım ilişkisi; “ ihracata yönelik sanayileş- me” nin tıkanmasıyla devreye sokulan neoliberal politikaların ikinci dalgasında olağanüstü boyutlara ulaşacaktır.

İhraç ekonomileriyle merkez ekono­milerine aşırı derecede bağımlı kılınan ülkeler, merkezlerdeki her tıkanmanın bedelini büyük dış ticaret açıklarıyla o r­taya çıkan ekonomik krizlerle ödediler. “ İhracata yönelik sanayileşme” de başarı­lı olamayan ve ‘90’ın ilk yıllarından itiba­ren peşpeşe krize giren Türk ekonomi­si, bütün ağırlığıyla kamu servetinin yağ­malanmasında derinleşti. Merkez eko­nomilerinde ‘90’lar sonrası büyük bir iv­me kazanan sıcak para hareketi, Türk e- konomisinin bu eğilimiyle üstüste düşü­yordu. Özelleştirmeler, devlet borçlan­maları yoluyla açıktan, banka kurtarma, batık krediler ve “görev zararları” ola­rak üstü kapalı yoldan kamu serveti deh­şetli bir hızla özel sermayeye dönüştü­

politik durum değerlendirmesi__

19 ---

Page 21: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

rüldü. Önceleri kirli savaşın finansmanı için kullanılan devlet borçlanması, süreç­te bu aktarım ilişkisinin en aktif meka­nizması haline getirildi.

Devlet borçlanması sayesinde kamu ekonomisi hızla tasfiye olurken, özel sermaye büyük oranda tefecileşti. (Ka­yıtlı verilere göre en büyük 100 şirketin gelirlerinin yüzde 80’i faiz ve rant gelir­lerine dayanmaktadır.) Kamunun tasfi­yesi ve özel sermayenin spekülasyona kayması ekonominin üretim temelini tü­müyle daralttı ve yüzde otuzlara varan işsizlik, ihracatın kesilip ithalatın patla­ması gibi yıkıcı sonuçlara rağmen, aynı aktarım ilişkisi ağırlaştırılmış vergiler ve dış borca dayanarak sürdürülmeye çalı­şıldı. Uluslararası sermayenin de dahil olduğu bu yağma politikası; ‘96’da milli gelirin yüzde 59’u seviyesinde ve 108 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamı­nı, 6 yılda ikiye katlayarak 204 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 134’üne çı­kardı.

Neoliberal politikaların birinci dalga­sı Türkiye ekonomisini merkez ekono­milerine entegre ederken, ikinci dalgası ise ekonominin tümüyle uluslararası fi- nans kapitalin denetimine geçişini sağla­dı. Günümüzde bu denetim; sıcak para hareketinin kriz yaratma potansiyeli de kullanılarak siyasal kararların yönlendi­rilmesi seviyesine sıçramıştır. Latin A- merika’daki benzerlerinden farklı olarak emperyalist paylaşım kuşağının kritik coğrafyalarından birisinde bulunması Türkiye’nin, en az iktisadi gerekçeler ka­dar siyasi gerekçelerle de krize sürük­lenmesine neden olmaktadır. Kıbrıs’daki gerilim nedeniyle Alman Merkez Banka- sı’nın 6 milyar doları bir günde çekerek finansal krize yolaçtığı 2001 Şubat Krizi

— yol----------------------------------------buna örnek verilebilir. Spekülatif karak­teri ekonomiyi siyasi gelişmelere aşırı derece duyarlı hale getirmiş ve geçmişte on yılda bir olan kriz periyodunu; ‘90 sonrası neredeyse iki yılda bire indirmiş­tir. (‘94, ‘96, ‘98, 2001-02 krizleri.)

Neoliberal uygulamalar ekonomide yarattığı yıkımla birlikte sınıf ilişkilerinde de köklü zemin kaymaları yaratmıştır;

S Geçmişte kamu ekonomisi, burju­vazinin çeşitli kesimleri arasında artı de­ğerin paylaşımını dengeleyerek (ucuz hammadde, altyapı sağlama ve en büyük alıcı olma konumuyla) burjuvazinin iç i- lişkilerini düzenleme fonksiyonuna sa­hipti. Kamu ekonomisinin tasfiyesiyle bu düzenleyici mekanizma büyük oranda boşa düştü. Askeri bürokrasiyle finans kapital arasındaki siyaset ve ekonomi yönetiminin paylaşıldığı geleneksel işbö­lümünü hızla erozyona uğratan bu geliş­me; Genelkurmay’ı siyasi gücünü kaba­laştırmanın zorunlu şartı olarak iktisadi ayaklarını inşa etmeye yöneltirken, TÜ- SİAD’la temsil olunan en iri sermaye gruplarını da askeri bürokrasiye teslim ettikleri siyasi vekaletlerini, adım adım uluslararası finans kapitalin “ küreselleş­me hukuku” na devretmeye yöneltti. Ka­mu ekonomisinin tasfiyesi ve yerini rant ekonomisinin vahşi rekabetine bırakma­sı; ucuz emek yağmasıyla palazlanan te­kel dışı burjuvazinin de geleneksel ser­maye bloğundan kopuşmasına ve islami kesimin açık, ticaret odaları çevresinin i- se daha belirsiz olmak üzere kendi siya­sal temsiliyetlerini oluşturmalarına ne­den oldu.

^Egemen sınıf içi rekabeti sertleşti­ren ve ittifak ilişkilerini deforme eden diğer unsur; kamu servetinin özel ser­

Page 22: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mayeye dönüştürülmesi sürecinin iktisa­di metodlardan çok siyasi metodlara da­yanmasıyla ilgilidir. Kamu servetinin yağ­malanmasına, kirli savaşa ve uyuşturucu gelirlerine dayanan rant ekonomisinde; paylaşımın aşırı derecede siyasallaşması, hatta mafyalaşması bir yanda türedi zen­ginler yaratırken, diğer yanda siyasi ola­nakları daralan kimi finans kapital grup­larını iflasın eşiğine sürüklemiştir. “Yol­suzlukla mücadele” görüntüsünün arka­sında tümüyle siyasallaşmış paylaşım mücadelesi bulunmaktadır.

S Geçmişte siyasi partilerin kamu sektöründe yaratılan değerleri kendi ta­banlarına bir çeşit patronaj ilişkisiyle ak­tarması, burjuvazi gibi kitlelerin de ikili parti sistemi etrafında toparlanmasını sağlıyordu. Tasfiye süreciyle birlikte bu ilişki ortadan kalktıkça Siyasal İslam dı­şındaki burjuva partileri tabansızlaştılar ve büyük bir temsiliyet kaybına uğradı­lar.

Ortaya çıkan tablodan da anlaşılabi­leceği gibi; neoliberal politikalar gerek e- konomik yapıda gerekse sınıf ilişkilerin­de derin bir paralizasyona yol açmıştır. Bu olgu önümüzdeki süreçte de etkili olmaya devam edecektir. İhraç ekono­misinin merkezlerdeki tıkanıklık nede­niyle başarı şansı kalmamıştır. Ekonomi içine düştüğü borç girdabı nedeniyle sı­cak para hareketine tümüyle bağımlıdır ve bu nedenle mevcut yağma politikası mantıksal sınırlarına kadar sürdürüle­cektir. Bu süreç aynı kategorideki ülke­lerde olduğu gibi tarımın tasfiyesini, ka­mu servetinin son kuruşuna kadar özel­leştirilmesini ve mülkiyetin artan oranda yabancı sermayeye devrini getirir.

Sistemin yeni bir sermaye birikim

modeli şansı yoktur. Yalnızca Genelkur­mayın öncülüğünü yaptığı savaş sanayisi ile mevcut ihraç ekonomisine “ asker ve silah ihracını” ekleme seçeneği gündem- leştirilmektedir. Bunun ne derece uygu­lanacağı ise bölgede yürütülen emperya­list paylaşım mücadelesi tarafından belir­lenecektir.

II- Politik durum‘90 sonrası süreçte Türkiye’nin poli­

tik ortamı önemli oranda, bölgedeki emperyalist paylaşım mücadelesinin so­nuçları tarafından belirlenmiştir. Neoli­beral politikaların iktisadi yapı ve sınıf i- lişkilerinde yarattığı paraiizasyonun bir benzeri de, emperyalist paylaşım tarafın­dan Türkiye’nin stratejik konumlanışı ve siyasi kurumsal yapısı üzerinde yaratıl­mıştır. Türk Devleti’nin emperyalizme bağımlılığının yüksekliği dış politik geliş­melerin doğrudan iç siyasetine yansıma­sına ve onu biçimlendirmesine neden ol­muştur.

İki kutuplu dünyada NATO ’nun gü­neydoğu kanadının en önemli ülkesi ve sosyalizme karşı kapitalizmin uç karako­lu olan Türkiye; bölgedeki her türden sosyalist ve anti emperyalist gelişmeye karşı kalkan rolü üstlenmiş ve aynı poli­tikaları iç siyasetine de yansıtmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin uluslararası siyaseti bölgede çeşitli iniş çıkışlar yaşasa da, stratejik işbölümünde Türkiye’ye biçilen bu statik rol neredey­se kırk yıl önemli bir değişikliğe uğrama­dı. Türkiye’nin siyasal kurumsal yapısı da ana hatlarıyla bu statik rolün gereklilik­lerine göre biçimlendi.

Askeri ve siyasi olarak ABD’ye, eko­nomik ilişkileri bakımından büyük oran-

___politik durum değerlendirmesi__ _

_________________________________________________________________ 21 -----------

Page 23: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

da AB’/e bağlı olan Türkiye; geçmişte, Sovyetler’e karşı blok tutum alan em­peryalist güçler tarafından aynı doğrul­tuda yönlendiriliyordu. Fakat Sovyet- ler’in çözülmesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun emperyalist yeniden paylaşı­ma tabi olması Türkiye’nin statik konu­munu tümüyle boşa düşürmekle kalma­dı, çelişen çıkarlar ve hegemonya müca­delesi nedeniyle farklı emperyalist stra­tejiler arasında şiddetli bir gerilime düş­mesine yol açtı. Emperyalist tarafların tarihsel derinlikleri ve kendi uzantılarını yaratmaları, paylaşım mücadelesinin iç­sel bir olgu olarak yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum Türkiye’nin siya­sal kurumsal yapısının hızla deformasyo- nuna, egemen sınıfın emperyalist tarafla­ra göre saflaşmasına ve iktisadi ve siyasi krizlerin kalıcılaşmasına yol açmıştır.

Pratik gelişmeler izlendiğinde sözü edilen olgunun hangi evrelerden geçtiği daha net görülebilir. ‘90’da Körfez Sava- şı’nın ardından Türkiye’nin güneyinde ABD eliyle yaratılmış bir iktidar boşluğu doğdu. Bunu Rusya’nın Baltık ülkeleri ve iç sorunlarıyla uğraşması nedeniyle etki­sinin azaldığı Kafkaslar’da; petrol ve do- ğaigaz bakımından son derece zengin ye­ni devletlerin ortaya çıkışı izledi. Bu ö- nemli bölgesel gelişmelere; Avrupa Bir- liği’nin genişleme rotasını Doğu Avrupa ve Balkanlar’a doğru değiştirmesi ve Türkiye’nin adaylığını geri plana düşür­mesi eklenince; Türk Devleti 90 önce­siyle karşılaştırılamayacak bir stratejik konum belirsizliğine yuvarlandı.

Sovyetler’in çözülmesiyle kaybettiği jeostratejik rantı yeniden kazanmak is­teyen Türk Devleti, ‘90 Körfez Savaşı sı­rasında emperyalist politikaların iştahlı uygulayıcılığına soyundu. ‘90-‘93 arası

Özal’ın başını çektiği bu eğilim; Güney Kürdistan’da hamilik önerisi ve destek­lediği Elçibey’in Azerbaycan’da iktidara gelişine ve Balkanlarda Boşnaklar’la ge­liştirilen ilişkilere dayanarak “ Adriya­tik ’ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye” söy­lemleriyle Neo-Osmanlıcılık hayalinin peşine takıldı. ‘90-‘93 arası; Türk Devle- t i ’nin geleneksel statik konumunu değiş­tirerek, ABD hattında yayılmacı eğilim­lere girdiği bir süreç olmuştur. Bu yöne­lişin içteki yansımaları ise kuzeydeki KUKM engelinin aşılabilmesi amacıyla “ federasyon bile tartışılabilir” ifadeleri, ikinci cumhuriyet tartışmaları ve baş­kanlık sistemi önerileriydi.

Olaylar TC ’nin hayalleri yönünde de­ğil, bölgedeki emperyalist güç dengeleri tarafından belirlendi. Rusya yaşam alanı olarak gördüğü Kafkasları kolaylıkla bı­rakmayacağını ‘93 başında ilan ettiği ye­ni savunma konseptiyle kanıtladı. Erme­nistan’ın Karabağ’ı işgalini destekledi, yi­ne Azerbaycan’da örgütlediği darbeyle Elçibey’i indirdi, Çeçenistan’ı işgal etti, Azerbaycan ve Gürcistan’da askeri üs kurdu ve böylelikle TC’nin bölgedeki gi­rişimlerinin tamamını çok kısa sürede boşa düşürdü.

Bu gelişmelerin ardından Türk Dev­leti; Kürdistan’ın Güneyi ve Kuzeyi’ne kirli savaşla, Kafkaslar’a ise karşı darbe­ci taktiklerle yöneldi. ABD’nin isteği doğrultusunda Azerbaycan ve Gürcis­tan’da darbe girişimleri, Çeçenistan’ın kışkırtılması gibi adımlarla Rusya’yı geri­letmeyi amaçlayan bu yöneliş, iç siyase­te de benzer nitelikte yansıtıldı. Genel­kurmay güdümünde MHP kadroları ve DYP’nin parlamento desteğiyle oluştu­rulan özel savaş yönetimi; yükselen KUKM’nin batıdaki işçi sınıfıyla birleş­

______ 22

Page 24: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mesi ihtimaline karşı; Gazi tipi kitlesel katliamlardan yargısız infazlara, aydınlara dönük provokatif suikastlardan Hizbul- lah tipi kontra örgütlenmelerine kadar cumhuriyet tarihinin en kirli uygulamala­rını hayata geçirdi. Bugün demokrasinin şampiyonluğunu yapan AB emperyalizmi Rusya’nın geriletilmesinde çıkarı olduğu için Türk Devleti’nin bu politikasını PKK’nin faaliyetlerine yasak koyarak desteklemişti.

Fakat özel savaş ne dışarıda ne de i- çeride beklenen sonuçları vermedi. Ö- zellikle Güney Kürdistan’da ‘96’da yaşa­nan fiyasko, Kafkaslar’da Rusya’nın haki­miyetini sağlamlaştıması ve Körfez Sava- şı’nda kurulan dengelerin erozyona uğ­raması ABD’yi bölgede daha ileri adım­lara zorladı. Temelleri kirli savaş döne­minde atılan TC-İsrail ilişkisi, ABD gü­dümünde stratejik işbirliği seviyesine sıçratıldı. Bölgedeki güç dengelerinde köklü bir değişim yaratan bu ittifakın he­defleri; Kürdistan ve Kafkaslar başta ol­mak üzere Doğu Akdeniz’den Orta As­ya’ya kadar uzanan geniş bir alanı kapsa­maktadır.

TC ’nin Sovyetler’in çözülmesiyle o r­taya çıkan stratejik konum belirsizliği; ‘96’da yapılan bu işbirliğiyle ABD-İsrail hattına perçinlenmiş oluyordu. Bu derin ilişkinin iç siyasete yansıması da kapsam­lı oldu. Önce içeride ve dışarıda işlevini tamamlayan ve giderek denetim dışına çıkmaya başlayan MHP kökenli kirli sa­vaş kadroları, emniyet içindeki uzantıla­rıyla birlikte tasfiye edildi. Ardından bü­yümesi engellenemeyen Siyasal İslam’a karşı 28 Şubat “ postmodern darbe” si yapıldı. Arkasını stratejik anlaşmaya da­yayan ve böylelikle geniş bir hareket ala­nı kazanan Genelkurmay, gerek burjuva

siyaseti üzerindeki ağırlığını, gerekse si­yasi inisiyatifini kullanarak iktisadi im­kanları olağanüstü genişletti. Rant eko­nomisinin aşırı derece siyasallaşan payla­şım sürecinde, diğer finans kapital grup­ları gerilerken, OYAK Holding yüzde 500’lere varan karlılık oranlarıyla Türki­ye’nin en büyük beş holdinginden birisi haline getirildi. Bütçeden alınan yüzde yirmilik pay, her yıl ortalama 7-8 milyar dolarlık silah alım harcamaları, savunma sanayi fonları ve bu sektörde öbeklenen sermaye biraraya getirildiğinde Genel­kurmayın açık veya dolaylı olarak de­netlediği sermaye miktarı diğer finans kapital gruplarının çok ötesine geçti.

ABD bölgedeki stratejik ittifakının e- lini sonraki yıllarda da kuvvetlendirmeye devam etti. TC’nin Kafkaslar ve O rta­doğu’ya dönük müdahalelerinde önü aç­mak için PKK Genel Sekreteri Öcalan, Mossad ve ClA’nın tezgahladığı bir ope­rasyonla Türk Devleti’ne teslim edildi. Aynı yıl yapılan AGİT zirvesine gelen ABD Başkanı Clinton meclis konuşma­sında; OsmanlI’nın geçmişteki etki alan­larında mirasçılarının yeniden söz sahibi olması gerektiğini söylüyor ve TC ’nin stratejik ufkunu çiziyordu. Hemen zirve öncesinde Yunanistan’ın şiddetli itirazla­rına rağmen Türk askeri ABD eliyle Bosna’dan sonra Kosova ve Arnavut- luk’a taşınmıştı. Yine AGİT zirvesinde ABD’nin TC ’ye biçtiği rolü pekiştiren diğer gelişme Bakü-Ceyhan Boru Hattı Anlaşması’nın imzalanmasıdır. Bu anlaş­ma ile TC, Kafkas petrollerine eklemle­nirken bölgedeki askeri varlığının da önü açılıyordu. Boru hatlarını koruma gerek­çesiyle Gürcistan ve Azerbaycan’a Ame­rikan askeri ile birlikte Türk askeri de yerleştirildi. Diğer yandan sözü edilen

___ politik durum değerlendirmesi__

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------23 —

Page 25: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

anlaşma çerçevesinde Irak, Suriye ve I- ran Güney Kürdistan’dan tecrit edilir­ken, Türk Devleti’nin iktisadi-siyasi ve askeri olarak derinlemesine nüfuz etme­sine olanak tanındı.

Aynı süreçlerde TC’nin Helsinki zir­vesinde aday olarak kabul edilmesi için AB ülkelerine yoğun bir diplomatik bas­kı uygulandı. Bugün de devam ettirilen bu yönelişle ABD’nin ulaşmak istediği e- sas amaç; askeri inisiyatifini tekelinde tuttuğu Türk Devleti’ni bir “ truva atı” olarak Avrupa Birliği’nin ordusu kabul e- dilen (AGSK) Avrupa Güvenliği Savun­ma Kimliği’ne sokabilmektir. ABD’nin bu adımını; “AB’nin ekonomik gücüyle doğru orantılı bir askeri-siyasi güce ulaş­masını engelleme” stratejik hedefiyle bağlantılı ve AB’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa’da ekonomik yoldan kapattığı a- lanları NATO üzerinden askeri olarak kuşatma politikasının bir parçasıdır

Bu gelişmelere karşılık Avrupa Birli­ği verdiği aday üyelikle Türkiye’yi yörün­gesinde tutarak, sözü edilen ittifakın bölgede aleyhine gelişecek sonuçlarını azaltmayı ve eğer becerebilirse ekono­mik ağırlığı ve içerideki uzantıları üzerin­den kendi hegemonya alanını Kıbrıs ve Türkiye’nin doğu sınırlarına kadar geniş­letmeyi planlamaktadır. AB emperyaliz­minin sürekli gündemleştirdiği “ demok­rasi" söylemleri; elbette demokratik bir toplum istediğinden değil, daha zayıf bir emperyalist güç olması nedeniyle -tıpkı bir zamanlar İngiltere’ye karşı “ ulusların kaderlerini tayin hakkım” savunarak sö­mürgelerde yayılan ABD gibi- hegemon güce karşı oluşmuş tepkileri kullanarak yayılma amacından kaynaklanıyor. “ De­mokrasi” söylemlerinin daha özeldeki a- macı ise; ABD-İsrail stratejik işbirliğinin

içerideki uzantısı olan Genelkurmay’ın, siyaset üzerindeki ağırlığını boşa düşür­mek ve böylelikle ABD’nin, Türkiye ve bölgedeki etkinliğini daraltmaktır.

‘90’ların ortasından itibaren yoğunla­şan müdahalelerle emperyalist paylaşım mücadelesinin içsel bir olguya dönüştü­ğü Türkiye’de; her iki emperyalist gücün çıkar çatışmasının sonuçları ekonomi­den siyasete, askeri alandan kültürel ala­na kadar hemen her düzeyde şiddetle yaşanmaktadır. Siyasal-kurumsal yapı bu gerilim altında hızla deforme olurken, zaten neoliberal politikalarla iç ilişkileri gevşeyen egemen sınıf da emperyalist i- kiliğe göre yeniden ve keskin bir saflaş­maya uğramaktadır. Bu doğrultuda Ge­nelkurmay “güvenlik” kavramını öne çı­kararak, ABD-İsrail hattının gereklerini yasaklar ve provokasyonlarla topluma benimsetmeye çalışırken, TÜSİAD’ın ar­kasında durduğu “Avrupacı kesimler” i- se sözde demokrasi söylemleriyle başka bir emperyalist hegemonyayı ülkeye ha­kim kılma çabasındadır.

Fakat özellikle İsrail’le yapılan strate­jik işbirliğinin ardından TC’nin AB ve ABD arasında duran geleneksel dengesi ABD lehine önemli oranda bozulmaya başlamıştır. AB gündemlerinde kopartı­lan cayırtılar ABD-İsrail eksenindeki katlanarak yürütülen ilişkinin üstünü ö r­ten bir işlev üstlenmektedir. Bu stratejik gidişatın getireceği sonuçları ise tahmin etmek güç değildir. Genelkurmay öncü­lüğünde daha fazla ABD’nin emrine çe­kilen Türk Devleti’nin, bölgede “ ikinci bir İsrail” rolü üstleneceği, bölge halkla­rına olduğu kadar Türkiye halklarına da daha fazla anti-demokrasi ve daha fazla gericilik getireceği açıktır.

24

Page 26: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Truman Doktrini’yle “ siyasi sorum­luluğunu” Ingiltere’den devraldığı 1947’- den bu yana ABD’nin TC ile kurduğu i- lişkinin tarihi; topraklarını füze rampası ve askeri üs olarak kullandığı, dış politi­kasını anti-sovyetik paktlarla, “yeşil ku­şak” projeleriyle yönlendirdiği, askeri darbelerle ve istikrarsızlaştırma operas­yonlarıyla iç siyasetine derinlemesine nüfuz ettiği pervasız bir istismarın tarihi­dir. Bu ilişki bugün gerek stratejik işbir­liği gerekse ABD’nin yeni saldırı politi­kalarında TC’nin bölgedeki en önemli it­tifakı olması nedeniyle en üst noktasına tırmandırılmıştır. Bu doğrultuda ABD emperyalizmi; uzun yıllar AB’nin üzerine yıktığı TC’nin “ iktisadi yükünü” , askeri- siyasi inisiyatifini süreklileştirebilmek a- dına belli düzeyde üstlenmek zorunda kalmaktadır. IMF’den yapılan büyük mik­tarda sermaye aktarımı, yeni bir serma­ye birikim modeli olarak savunma sana­yinin önünün açılması, İsrail üzerinden ABD’ye ihracat imkanı tanınması, yük­sek teknoloji üretimi yapılacak “ nitelikli sanayi bö!geleri” nin kuruluşu, petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçirilmesi, Gü­ney Kürdistan’ın petrol ve pazar imkan­larının açılışı vb. bu yönde atılmış adım­lardır.

Sistem iç siyasetini de şiddetle belir­leyen iki temel stratejik seçenek arasın­da salınmaktadır. Daha baskın olanı Ge­nelkurmay öncülüğünde Türk Devleti’- nin ABD’nin bölgesel ihtiyaçlarına doğru hızlı bir stratejik kayma yaşaması, AB ile ilişkilerin kopma noktasına getirilmesi ve dışa dönük saldırgan politikaların, ki­mi sermaye gruplarını da kapsayacak şe­kilde içteki muhalefete de yöneltilmesi durumudur. Orgeneral Kılınç’ın sansas­yon yaratan açıklamaları bu doğrultuda

bir niyetin ifşasıdır. Yine Genelkur­mayın kendi teamüllerine aykırı olarak en saldırgan unsurlarını başa getirmesi bu temelde bir pozisyon alma olarak yo­rumlanmadır. Diğer seçenek ise; AB’nin karşı ataklarla ağırlığını artırması ve top­lumun tüm kesimlerinin emperyalist iki­leme göre saflaştığı uzun yıllara yayılan bir iç gerilim ve çatışma sürecine giril­mesidir.

Ancak henüz ne bölgede emperya­listler arası ne de içeride egemen sınıf klikleri arasında kalıcı bir güç dengesi o- luşmamıştır. Neoliberal politikaların e- gemen sınıf içi geleneksel ittifak ilişkile­rini çözmesi, emperyalist paylaşımın iç­sel bir olguya dönüşerek yeni bir saflaş­ma dayatması ve bir bütün olarak bu di­namiklerin siyasal kurumsal yapıyı eroz­yona uğratışı sürecin temel belirleyenle­ridir. Güç ilişkileri köklü bir değişime uğramasına rağmen ona karşılık gelmesi gereken siyasal kurumsal yapı böylesi bir değişim yaşamamıştır. Sistemin yeni­den yapılanma sorununu tarif eden bu durum, her kesimin “ kendi yeniden ya­pılanma modelini” hakim kılma çabası nedeniyle siyasi krizlerle yaşanmaktadır. Sistemin içinde bulunduğu konak gele­neksel bağların çözüldüğü, her kesimin kendi ittifak güçlerini oluşturmaya çalış­tığı bir dağılma ve yeniden saflaşma ko­nağıdır. Bu paralizasyon süreci kapsamlı bir iç hesaplaşmayla tamamlanmadan, ne iç siyasette bir denge ve istikrar oluşma­sı ne de herhangi bir stratejik hattın ka­lıcılaşması mümkün değildir.

Her sermaye grubunun kendi dolay­sız temsilcisini siyaset sahnesine sürme­ye çalışması, AB ve ABD’nin uzantıları üzerinden yaptıkları müdahaleleri ve kirli savaşla derinleşen “ MGK direktifle-

___ politik durum değerlendirmesi__

Page 27: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— y o l----------------------------------------------

riyle hükümet yönetme” tarzı, burjuva siyaset merkezinin tümüyle dağılmasına neden olmuştur. Uzun yılların faşizm koşullarında iradesizleşen burjuva parti ve hükümet sistemi, sözü edilen çok yönlü müdahaleleri dengeleyememiş ve tam anlamıyla çökmüştür. En geniş koa­lisyona ve muhalefetsizliğine rağmen mevcut hükümetin çözülmesi, çok sayı­da ve birbirine tümüyle benzeyen parti­nin ortaya çıkışı, partilerin sübjektif zaaf­larının değil temeldeki bu dinamiklerin sonucudur. Ancak paralizasyon sadece parlamenter düzlemde değil, sistemin tüm kurumsal yapısını kapsayacak bo­yuttadır. Yasama alanında mahkemelerin birbirini boşa düşüren ve tümüyle siya­sal nitelikteki kararları, yürütme alanın­da MİT ve Genelkurmay’ın özellikle AB ve Kürt konusunda birbirleriyle çelişen açıklamaları bu durumun örneklerini o- luşturmaktadır.

Böylesine çok yönlü paralizasyonun hakim olduğu koşullarda yapılacak se­çimlerin sistemin siyasi istikrar sorunu­nu çözemeyeceği, aksine dağılıp bozulan koalisyonlarla kalıcı bir kriz sürecine gi­rilmekte olduğu açıktır. Ancak bu süre­cin son on yılda yaşanan krizlerden kimi farkları da vardır. Burjuva parlamenter yapısının iradesizliği, özellikle kirli savaş döneminde MGK’nın hareket alanını ge­nişleten bir nitelik taşımıştır. Fakat par­tiler teker teker kullanılarak posalarının çıkartıldığı, siyasal merkez erirken dış­lanmaya çalışan kesimlerin güç kazandığı bugünkü süreçte Genelkurmay aynı ha­reket kolaylığına artık sahip olamayacak­tır.

Herhangi bir stratejik hat salt dış güçlere dayanarak hakim kılınamaz. Ge­rek egemen sınıf kliklerinin birbirlerine

güç yetirememeleri nedeniyle gerekse yeniden yapılanmanın kitlesel dayanakla­rını oluşturma amacıyla geçmişe oranla kitleler siyaset alanına daha fazla çekile­cektir. Avrupacı kanat liberal temelde kitleleri kapatmaya çalışırken, diğer yan­da yarı proleter kesimleri faşizmin kitle tabanına dönüştürme çabaları vardır.

Sonuç olarak olguların kapsamından da anlaşılabileceği gibi mevcut durum basit bir “ egemen sınıf içi çatlak” olmak­tan çok daha öteye, sınıf ilişkilerini ve politik akışı belirleyecek derinlikte bir zemin kaymasıdır. Dolayısıyla bu ger­çeklikten “ emperyalistler arası veya e- gemen sınıf içi çelişkileri kullanma” tar­zında yüzeysel bir taktik çıkartılamaz. Çıkartılması gereken sonuç; politik akı­şın temel dinamiklerini doğru kavraya­rak Avrupacı ve Amerikancı stratejilere karşı “ üçüncü taraf’ın inşa edilmesi zo­runluluğudur. Halkların ittifakı temelin­de ve demokratik devrimin asgari prog­ramı çerçevesinde bir siyasi irade oluş­turulmadığı sürece demokrasi güçleri­nin emperyalist kategorilere dahil olma­sı ve bunların siyasi sermayesine dönüş­mesi engellen«vneyecektir.

Page 28: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Mehmet Yılmazer

11 EYLÜL'ÜN BİRİNCİ Yi UN DA DÜNYA

I I Eylül’den sonra “ hiçbir şeyin es­kisi gibi olmayacağı” çok söylendi. Evet, değişen şeyler var, ancak Yeni Dünya Düzeni’nin esaslarında bir değişim var mı? Sorulması gereken soru budur.

Sovyetler’in yıkılışından sonra, em­peryalist merkezler tarafından dünya ye­niden paylaşılmaya başlandı. Bu payla­şım, günümüzün en temel özelliği ve gerçekliğidir. Bu temel özellikte I I Ey- lül’le birlikte bir değişim olmadı. Payla­şım devam ediyor; fakat ikiz kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırıdan sonra ö- nemli bir değişim oldu: Emperyalist pay­laşımın temposu arttı. Afgan Savaşı’ndan sonra şimdi dünya Irak’a karşı başlatıla­cak savaşın eşiğine geldi. Irak’a karşı ya­pılacak bir operasyonun, tüm Ortadoğu dengelerinde ve büyük bir olasılıkla bazı Arap ülkelerinin iç siyasal dengelerinde önemli değişimlere yol açacağı öngörü­lebilir. Dolayısıyla dünya oldukça köklü değişimlerin eşiğindedir.

Öte yandan, I I Eylülle birlikte kuru­lan büyük koalisyon bugün dağılmıştır. Saldırıdan hemen sonra atılan “ Biz de A- merikalıyız!” çığlıkları artık atılmıyor. Dünya bu anlamda I I Eylül öncesine dönmüştür. Bush yönetimiyle Ameri­ka’nın unilaterist (tek yanlı) politika izle­meye başlaması ve “ müttefiklerine” füze kalkanı projesini dayatmasıyla güç mer­kezleri arasında gerilim yükselmişti. I I Eylül saldırısı sırasında ortaya çıkan söz­de dayanışmanın ne ölçüde kısa ömürlü

olduğu hemen ortaya çıktı. Dünyadaki durumu gerçek zemininde gören gözler için bu durum hiçbir şekilde sürpriz de­ğildir. Daha I I Eylül saldırısından hemen sonra NATO 5. Maddeyi yürürlüğe koymaya niyetlenince, ABD Savunma Bakanı, hemen yardımcısını Brüksel’e yollayarak bunun gerekli olmadığını, ko­alisyonun görevi değil, “görevin koalis­yonu belirleyeceği” haberini iletmişti. (Bush and the W orld, Michael Hirsh, Foreign Affairs, Sep/Oct 2002) Bunun anlamı yeterince açıktı. ABD, I I Eylül sonrası çıkacağı yolda sürekli olarak “ müttefikleri” ile birlikte davranmak ye­rine elini kolunu bağlayabilecek bu ko­şullardan kendini bağımsızlaştırmak yo­lunu tercih etmiştir. O günlerde yapılan NATO toplantısına gelen ABD Savunma Bakanı’nın “ dostlarından” açık hiçbir ta­lebi olmamıştır. Irak’a karşı operasyona hazırlanan ABD, bugün bu tavrını iyice derinleştirme yolunu seçmiştir.

Bush’un başkanlığa seçilmesinden sonra ABD yönetiminde ve iç dengele­rinde zaman zaman açığa çıkan bir mü­cadele yaşanmaktadır. Bu sürtünme baş­lıca üç kutup arasında seyretmiştir. Bi­rincisi, “ Dışişleri Bakanı Colin Povvell ve onun tecrit edilmiş ılımlı mültilaterist destekçileri” ; İkincisi, “ Donald Rums- feld-Dick Cheney’in gerçekçi unilatera- listler ekseni” ; üçüncüsü, “ Paul VVolfo- witz’in etkili neo konservatif çizgisidir” . (M. Hirsh, a.g.y.) Bu güç dengesinde Co-

27 ----------

Page 29: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

lin Povvel’ın “ ılımlı mültilaterist” çizgisi şahinler karşısında gerilemiştir. “ Sonuç olarak, Bush’un şahinleri politik müca­deleyi kazanıyorlar.” (M. Hirsh, a.g.y.) I I Eylül sonrasının güç dengelerinde en önemli değişim budur. Bu mücadele sa­dece ABD iç dengelerini ilgilendirmiyor, VVashigton’un uluslararası politikasının eksenini oluşturuyor. I I Eylül’ün birinci yılında Clinton döneminin mültilaterist politikalarının kesinlikle sona erdiği söy­lenebilir. Bunu en iyi Bush’un güvenlik konularında danışmanı Condoleezza Ri- ce açıklamıştı: “ Hayali bir uluslararası topluluğun çıkarlarından hareketle değil, ulusal çıkarların katı zemininden yola çı­kacağız.” (M. Hirsh, a.g.y.)

"YENİ GRAND STRATEJİ"

“ Soğuk savaşın bitiminden sonra, Washington’da ilk kez yeni bir temel strateji şekilleniyor.” (American’s Impe- rial Ambition, G. John Ikenberiy, Fore- ign Affairs, Sep/Oct 2002) Yeni Dünya Düzeni, Baba Bush ile başlamıştı. Clin­ton ile devam etti. Oğul Bush ile yepye­ni bir sürece doğru derinleşiyor. ABD temel stratejisi, oğul Bush ile yeniden şekilleniyor. İlk on yıl bir bakıma sosya­lizme karşı zafer kazanan Batı dünyasının kutlama şenlikleriyle geçti. Öne çıkan stratejik yöneliş, ABD’nin “ müttefikle­riyle birlikte” (mültilaterist) dünyayı yö­netme biçimindeydi. Ancak bu süreçte bile ABD sürekli dünyayı tek başına yö­netme eğilimleri gösterdi. Müttefikleri­nin Körfez Savaşı’ndaki “ vefasızlığı” , Bal­kan Savaşı’ndaki “ beceriksizlikleri” zaten ABD yönetiminde önemli etkileri olan şahinlerin sürekli elini güçlendirdi. I I Eylül, stratejik bir dönüş için en iyi fırsa­

tı yarattı. ABD artık kendi içinde ve dünyada bu konudaki beklenti ve tartış­malara bir nokta koyuyor. Kongreye su­nulan “yeni güvenlik stratejisi” , Yeni Dünya Düzeni’nin ilk on yılında yaşanan müttefikler arasındaki balayı dönemine son veriyor. Bu anlamda “ soğuk savaşın bitiminden sonra Washington’da ilk kez yeni bir temel stratejin in şekillendiği tespiti doğrudur.

“ Bu yeni temel strateji yedi esası i- çermektedir.

“ Birincisi, ‘bu strateji, ABD’nin ken­disine denk bir rakibinin bulunmadığı tek kutuplu bir dünyanın varolduğu esas tespitiyle başlar.’ ” (G.J.Ikenberiy, a.g.y.) Bu tespitin önemi ve ne anlama geldiği yeterince açıktır. A rtık iki kutuplu dün­ya sistemi sona ermiştir. YDD’nin ilk on yılındaki eski müttefiklerin “ çok kutuplu bir dünyanın inşa edilmesi” düşü böyle- ce ABD tarafından geri plana itilmekte­dir. Herkes gücü ölçüsünde konuşacak­tır. Condoleezza’nın dediği gibi “ hayali bir uluslararası toplum” un çıkarları pe­şinden gidilmeyecektir. Bu bir hayaldir. Gerçek; ABD’nin rakipsiz tek güç olma­sıdır.

“ İkinci esas, küresel tehditin drama­tik yeni analizi ve onlara nasıl karşılık ve­rilmesi gerektiği üzerinedir. ‘Bu terörist gruplar yatıştırılamaz ve caydırılamaz, yönetim onların imha edilmesi gerektiği­ne inanmaktadır.’ ” (Ikenberiy, a.g.y.) İki kutuplu dünyada düşmanın “ caydırılma­sı” esastı; şimdi bu mümkün görülmedi­ği için imha edileceklerdir.

“Yeni stratejinin üçüncü esası, soğuk savaş döneminin caydırıcılık kavramının ömrünü doldurduğunu ileri sürmekte­dir. Bu yüzden güç kullanımı, tehlike bü-

______ 28

Page 30: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

yümeden potansiyel tehditi dikkate ala­rak, önceden davranılması (preemptive; bu deyim yeni stratejinin esas kavramı­dır. b.n.) ve hatta engellenmesi biçimin­de olmalıdır.” (a.g.y.) Gerçek tehdit ve caydırıcılığın yerine “ potansiyel tehdit” ve “ imha” geçmektedir. Bu stratejik e- sas, insanlığın gerçekten yeni bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğunu göste­riyor. Karşı ağırlığı olmayan bir dünyada bir tehlike potansiyeli keşfetmek ve im­ha etmek kararını tek başına VVashing- ton alacaktır.

“ Sonuç olarak, ortaya çıkmakta olan yeni temel stratejinin dördüncü esası, e- gemenlik kavramının yeniden kalıba dö­külüp şekillendirilmesini içermektedir.” (a.g.y.) Açık konuşmak gerekirse tek e- gemen ulus ABD olacağı için, diğer ulus­ların egemenliği veya bağımsızlığı Was- hington’un izin verdiği ölçüde olacaktır. Ulusal egemenliğin yeniden tanımlanma­sı Clinton döneminden beri tartışılmak­tadır. Clinton bu kavramı “ insan hakları için müdahale hakkı” tanımlamasıyla sı­nırlamaya çalışmıştı; VV.Bush aynı işi “ potansiyel terörist tehdit” tanımlama­sıyla yapmaya soyunmaktadır. Hedef ay­nıdır; Dünya egemenliği ve ABD ulusal çıkarları için herhangi bir ulusa müdaha­le hakkının meşrulaştırılmasıdır. Bu yol­da Clinton ve Bush’un sadece araçları farklıdır. Şüphesiz ki, bu araç farkı büyük bir öneme sahiptir.

“ Bu yeni temel stratejinin dayandığı beşinci esas, uluslararası kuralların, an­laşmaların ve güvenlik için işbirliklerinin genel olarak değersizleştirilmesidir. Şe­killenen unilateral strateji, keza uluslara­rası anlaşmaların değeri hakkında derin şüphelerle yüklüdür. Bu görüş kısmen, Birleşik Devletler’in çok yanlı kural ve

kurumların çürük ve zorlayıcı dünyasına karışmaması gerektiği biçimindeki, derin sezgi ve güvene dayanan Amerikan inan­cından kaynaklanmaktadır.” ABD’nin Birleşmiş Milletler dahil pek çok ulusla­rarası kurum ve anlaşmaya soğuk baktı­ğı sır değildir. İki kutuplu dünyada bu kurum ve anlaşmalar bazen ABD’yi sık­sa da kapitalizmin genel çıkarları açısın­dan katlanılabilir bir yönü vardı. Ayrıca sosyalizm karşısında kapitalist dünyanın tartışılmaz liderliğini yürüten ABD, pek çok konuda müttefiklerini ardına dizebi­liyordu. Ancak Yeni Dünya Düzeni’nde artık kapitalizmin genel çıkarları yoktur, bunun yerine kapitalist ülkelerin tek tek çıkarları vardır. Bu noktadan bakınca u- luslarası pek çok kural ve kurum Was- hington’un elini kolunu bağlamaktadır. ABD yeni stratejisiyle kendisine daha fazla özgürlük alanı yaratmayı hedefle­mektedir.

“ Akıncısı, yeni temel strateji, tehdit­lere cevap vermede ABD’nin doğrudan ve sınırlandırılmamış bir rol oynaması gerektiğini öne sürmektedir. Bu inanç, kısmen diğer başka bir ülkenin veya ko­alisyonun -AB dahil- dünyadaki, terörist ve haydut devletlere karşı güç planlama yeteneği olmadığı yargısına dayanıyor.” ABD, Sırbistan’ın bombalanması sırasın­da müttefiklerini bu konuda uyarmıştı. Avrupa’nın savaşma yeteneğindeki geri­lik NATO ’nun davranış yeteneğini ya­vaşlatıyordu. Pentagon bu konuda yete­rince özgür olmak istiyor. Hatta son Varşova’daki NATO toplantısında ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, terörizme karşı bir “ vurucu güç” inşasından söz et­ti. Bu öneri, bir bakıma, ağır aksak giden Avrupa Ordusu projesinin rafa kaldırıl­ması anlamına geliyor.

_11 EylüPün birinci yılında dünya___

29 —

Page 31: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

__ vol

“ Sonuncu olarak, yeni temel strateji uluslararası istikrara küçük bir değer at­fediyor. Unilaterist blokta, eski gelenek­lerin bir kenara bırakılması gerektiği şeklinde duygusallıktan uzak bir görüş var. Örneğin, Kuzey Kore’ye karşı yö­netimin şahince politikası bölgeyi istik­rarsızlığa sürükleyebilir, fakat böyle bir istikrarsızlık Pyongyang’daki kötü ve tehlikeli rejimin defedilmesi için öden­mesi gerekli fiyat olabilir.

“ Bu yeni zorlu dünyada, yeni bir im­paratorluk isteyen düşünürler eski ger­çekçi ve liberal temel stratejilerin çok yararlı olmadığını iddia ediyorlar.

“Asimetrik tehditler dünyasında, kü­resel güç dengesi, savaş ve barışı belirle­yen kriter değildir.” (a.g.y, G.J.Ikenberiy)

Oğul Bush’un ABD Kongresi’ne sun­duğu yeni temel stratejinin ana hatları budur.

Doğal olarak hemen akla gelen ilk soru Amerika’nın bu stratejiyi uygulama kararlılığı ve gücünün olup olmadığıdır. ABD bu sorunun cevabını yakın gele­cekte verecektir. Ancak şu kadarı kesin­dir ki, dünya güç dengeleri ve Ameri­ka’nın kendi iç sorunları böyle bir stra­tejiyi kaçınılmaz kılıyor.

Dünyadaki genel gidiş için şu tespit­ler yapılabilir:

I - Küreselleşmenin ilk büyüleyici dal­gası tamamlanmıştır. Küreselleşmeyle hızlanan uluslararası finans kapitalin ser­maye devşirme süreci bir tıkanma nok­tasına gelmiştir. “ I I Eylül’den önce, ger­çekte, dünya ticaret ve yatırım miktarla­rında büyük bir çöküş vardı. Ticaretteki büyüme 2000 yılındaki % 12.5 seviyesin­den 2001 yılında %2’den daha aza düştü. Doğrudan dış yatırımlar, 2000’de varılan

1.3 trilyon dolar seviyesinden 200 l’de yarısına geriledi. Son otuz yılın en keskin düşüşü ve 1990’ların başından beri ilk düşüş.” (A Turning Point for Globalisa- tion?, Lael Brainard, Cambridge Revievv of International Affairs, July 2002)

2- Küreselleşmenin yaldızları dökül­meye başladıkça ilk önemli tepkiler de yükselmeye başlamıştır. Arjantin, Uru­guay olayları bunun en belirgin kanıtıdır.I I Eylül, küreselleşmenin sembollerine vurarak aslında bir dönemin kapandığı­nın dünyaya sarsıcı bir şekilde duyurul­masıdır. Dünya, küreselleşme ile yaratı­lan beklenti ve düşlerden gerçekler kar­şısında yükselen tepkiler sürecine giri­yor. Tepkilerin gelişmeye başladığı bu süreçte öfkelerin en çok üzerinde yo­ğunlaştığı ülke Amerika’dır. ABD, sosya­lizme karşı zafer kazandığı için el üstün­de tutulacağını beklerken, öfkeleri üze­rine çeken bir hedef tahtasına dönüşü­yor.

3- Küreselleşme sürecinde multilate- rist (karşılıklı çıkarları dikkate alan) po­litikalar ABD egemenliğinin zayıflaması anlamına gelmektedir. Güç merkezleri­nin “ barışçıl rekabeti” giderek ABD a- leyhine gelişmeler yaratıyor.

Özellikle sosyalizmin yıkılışından sonra ABD iç dengelerinde önemli kay­malar yaşanmaktadır:

1- En güçlü olan silah, havacılık ve e- nerji sektörleri, ‘90’lar sonrası yaşanan ilk süreçte büyük daralmalar yaşadı. Oy­sa Amerika, ancak bu kulvarda koştu­ğunda ipi göğüsleyebileceğini, aksi du­rumda kaybedeceğini düşünüyor.

2- ABD ekonomisi önemli ölçüde dış sermaye girişine bağımlıdır. Günlük ola­rak, yaklaşık 1.5-2 milyar doların ABD

_ _ 30

Page 32: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

ekonomisine girmesi gerekiyor. Ancak güçlü bir ekonomi yabancı sermaye çe­kebilir. Bu nedenle Wall Street sürekli parıltılı olmalıdır. Oysa son yaşanan dev iflaslarla (Enron, VVorldCom gibi) ABD ekonomisinin nasıl spekülatif şişirmeler yaptığı gözler önüne serilmiştir. Üstelik, I I Eylül’ün bir sonucu olarak Ameri­ka’daki Arap petro-dolarlarının 100 mil­yarı aşkın bölümü Avrupa’ya kaçmıştır.

3- “Amerikan tarzı yaşam” ın sonucu olarak Amerikan toplumu son 40-50 yıl­da bencilliğin zirvelerine tırmanmış, mo­tivasyonunu ve ünlü “Amerikan iyimser­liğini” yitirmiştir. Ulusal duyguları yeni­den canlandırmak için şok edici tedavi­ler gerekiyor. Şarbonlu mektuplar ve sa­vaş çığlıkları bu işlevi görüyor.

Sonuç olarak, 21. yüzyıl ABD ege­menliği için büyük bir sınav olacaktır. ABD’nin stratejik hedefinin, dünya ener­ji kaynaklarını egemenliğinde tutarak ra­kiplerini denetlemek olduğu bir sır de­ğildir. AB, Japonya ve hızlı gelişen Çin, bugünün dünyasında yoğun bir şekilde enerji olarak petrole bağımlıdır. Kıya­metin kopma noktası bu alandaki ege­menlik savaşındadır. Irak savaşı gerçek­leşirse, bunun nasıl bir seyir izleyeceğini bugünden kestirmek zor olsa da, bu sa­vaşın dünyadaki saflaşmaları daha da keskinleştireceği bellidir. Bu noktada ABD için büyük riskler başlamaktadır. Fakat ABD egemenliği için diğer multila- terist tercih de büyük risk taşımaktadır. Bu kritik kavşakta Washington, Afganis­tan ile 21. yüzyılın ilk savaşını başlattı, bütün gelişmeler bunun Irak savaşı ile devam edeceğini gösteriyor. Bu savaşla daha derin ve yaygın bir gerilim, dünya güçler dengesinin merkezine yerleşe­cektir. Bu durum kısa vadede ABD ege­

menliğine hizmet etse de, orta vadede Amerikan ekonomisinin kırılganlığını ar­tıracaktır. Lideri kırılganlaşan emperya­list dünya için bu noktadan sonrası, ön­cesinden daha dayanılmaz olacaktır.

2 7 .0 9 .0 2

_11 Eylül’ün birinci yılında dünya__

31

Page 33: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Mehmet Yılmazer

EMPERYALİZMDEN 'İMPARATORLUĞA'; YA DA POSTMODERN EMPERYALİZM

Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Harvard çıkışlı emperyalizm incelemele­ri günümüz düşünce karmaşasına ve postmodern emperyalizmin “ tahliline” i- yi bir örnektir. Kavramlar üzerinde “ kutsallık” yaratmanın elbette bir anlamı yoktur. Bu anlamda, emperyalizm kavra­mı dokunulmaz bir tabu değildir. Fakat hangi nedenlere dayanarak yeni bir kav­ramın tercih edildiği; hiç şüphesiz bu ye­ni kavramın içerik olarak neyi kapsadığı ortaya konmak kaydıyla emperyalizm kavramı yerine bir başkası kullanılabilir. Bu nedenle, eleştirimiz “ imparatorluk” kavramına değil; onun içeriğinedir.

Günümüzde sorunlara yaklaşırken yaşanan büyük altüstlüklerden dolayı başlıca iki tuzak vardır. Bütün bu alt-üst- lükleri yorumlamakta zorluk çekince, hele dünyanın karşı devrimci gidişine sübjektif bir tepki de biriktirince, en sık düşülen hata eski düşüncelerin “ O rto ­doks” savunucusu konumunda durarak yaşamdan kopuk bir düşünce zırhının i- çine çekilmektir. Bunun diğer ucu, deği­şimlerden sarhoş olup, hatta hafıza kay­bına uğrayarak “yeni” adı altında bilimsel temele dayanmayan tutarsız, derinliksiz, moda düşüncelere yönelmektir. Bilimsel düşüncede “ inkar” kendi içinde bir dev­rimdir. Eskiyen ve olaylarca yalanlanma­ya başlayan düşünce sistemlerinden bir diğerine geçiş sancılı bir devrimdir. Bu yapılamazsa metafizik düşünce savrul­maları kaçınılmazdır. Günümüz dünya­

sında postmodernizm tam da budur. Ta­mamen “yeni” ile ilgili olmak gibi bir ö- zelliği ve övüncü vardır; ancak ne tarihi kapsayan ne de geleceğe bakan bir dü­şünce sistemine sahip olmadığı gibi buna gerek de duymaz. Tarih bilincinden ko­puk ve insanlığı geleceğe taşımayan bir “yeni” ne ise, postmodernizm de odur. Tarihle bağlantı kurmayan bir düşünce neye göre “yeni” dir. İnsanlığı geleceğe taşıma iddiasından yoksunsa “yeni” ol­masının bir anlamı olabilir mi?

İnsanlık çok özgül bir süreçten geçi­yor. Yeni bir düşünce sentezine varma­dan önce ve böyle bir senteze varmak i- çin günümüzde savrulmalara uğruyor. Bir dönem, ağırlıklı olarak böyle yaşana­cağa benziyor. Günümüz dünyasına ve büyük güçler arası ilişkilere baktığımız­da, 20. yüzyıldaki ilişkilerle benzerlikler de vardır, farklılıklar da. Yöntem olarak, benzerlik ve farklılıkları mekanik olarak alt alta sıralamak fazla bir değer taşımaz. Sorun, emperyalizmin özünde, yani ona varoluş ve davranış özelliklerini kazandı­ran temel yapı taşlarında bir değişiklik o- lup olmadığındadır. Bir metale pek çok şekil verebilirsiniz ve görünüş olarak çok değişik formlara girebilir, ancak ısı karşısındaki davranışlarını onun molekül yapısı belirler. Dünyanın “yeni” düzeni­ne bakarken düşüncelerin odaklaşması gereken alan, görüntü değil,onun temel yapısındaki değişimlerdir.

Bu konuda Hardt ve Negri’nin çarpı-

______ 32

Page 34: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

cı iddiaları vardır. Bunları izleyerek gü­nümüz emperyalizmini ne ölçüde açıkla­dığını irdelemeye çalışalım.

“ Bugün biz İmparatorluk’un modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kal­dırdığını ve aynı zamanda özgürlük po­tansiyelini çoğalttığını görüyoruz.

“ Eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ve sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni olan mo­dern ulus-devlet dünya sahnesinden sili­niyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun.” (İm­paratorluk, Hardt&Negri)

Burada iki temel tespit vardır. Mo­dern ulus-devlet, emperyalist tahakküm ve savaşların nedenidir. Öte yandan, modern ulus-devletlerin sahneden silin­mesiyle “ zalim rejimlerden” “ özgürlük potansiyeline” geçiliyor.

Şüphesiz ki, ulus devletler savaşın ya­ratıcısı değil, ancak yeni tip bir savaşın yaratıcısıdır. Emperyalist tahakkümün nedenini ulus devletlere bağlamak ise, o- nun kapitalizmin gelişim aşamalarıyla o- lan bağlantısını koparmak olur. Kapita­lizm, feodal imtiyazlara karşı mücadele ederken ve kendini güçlendirmek için, ulus devletleri yarattı; ancak kapitalist genişleyen yeniden üretimin özelliği ise aynı zamanda ulusal sınırları zorlayan bir özelliğe sahipti. Emperyalizmin maddi altyapısı; üretimin tekelleşmesi, banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesiyle oluşan finans kapitaldir, sadece “ ulus devlet” değildir. Sermaye, ulus sınırlarını aşındırır. Ancak buradan hareketle, san­ki doğru bir çizgi izleyerek ulus devlet­lerin yok olacağı sonucunu çıkartmak, ancak emperyalizmin bazı temel özellik­lerini unutarak mümkündür. Emperya­list yayılmacılık sermaye, teknik ve zor

(askeri) gücüne dayanarak yürümekte­dir. Özellikle günümüzde, sosyalizmin yıkılışı ile ortaya çıkan tabloda bazı yanıl­gılar koyulaşmıştır. Dünya ölçüsünde kapitalist rekabetin, daha klasik deyimiy­le pazar paylaşımının sırf barışçıl yollarla sermayeye, teknik güce ve “ risk alma” yeteneğine bağlı olarak sürdürülebilece­ği yanılgısı, 20. yüzyılın başlarındakine benzer bir şekilde ortalığı kaplamıştır. Bu paylaşımda zorun rolü (askeri gücün rolü) unutulduğunda, esasında emperya­lizmin, başka bir ifadeyle tekelci kapita­lizmin temel özelliklerinden birisi de u- nutulmuş olmaktadır. Buradan hareket­le artık emperyalizmin niteliğini değişti­recek ölçüde yorumlamalara gidilebilir. Eğer emperyalist paylaşımda zorun rolü unutulmazsa buradan tekrar ulusal dev­letin rolüne gelinir. Ulusal devlet, tarihin gördüğü en organize zor araçlarını ya­ratmıştır. Bir tanesi ve en önemlisi ulu­sal ordulardır. Sermayenin sınır tanı­mazlığı ulus devletlerin sınırlarının eroz­yona uğraması sonucunu yaratıyor; an­cak pazar paylaşımında zorun rolü ise u- lusal ordu örgütlenmelerini kaçınılmaz kılıyor. AB, buna güzel bir örnektir. Eğer tarih bugünkü yönünde akarsa, Avrupa devletleri arasında, ulusal egemenlikle­rin yerini Avrupa ölçüsünde kurumlar a- lacaktır. Avrupa parasıyla birlikte hemen Avrupa ordusu da gündeme gelmiştir. Bunun anlamı çok açıktır. Avrupa, em­peryalist merkezlerden birisi olarak dünyanın paylaşımında yer alıyorsa, kaçı­nılmaz bir şekilde bunun zora dayalı ö r­gütlenmesini de yaratmak durumunda­dır. Birkaç ulus belki ortadan kalkacak­tır; ancak ortaya yeni bir “Avrupa Birle­şik Devletleri” çıkacaktır. Böylece, bazı sınırlar ortadan kalkarken güç durumla-

_emperyalizmden ‘imparatorluğa’__

--------------------------------------- 33 —

Page 35: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yolrina göre başka sınırların inşa edildiğini görmek zor değildir.

“ Modern ulus devletin dünya sahne­sinden silindiğine” dair tespitler insanlı­ğın tarihsel gidişi açısından belli bir anla­ma sahipse de, günümüz gerçekleri ve özellikle politik güç dengeleri açısından yanıltıcı sonuçlar doğuran “ erken” ön­görülerdir. Tarihe baktığımızda, ulus devletlerin oluşma ve gelişme dönemi 17. yüzyılda başlayan 20. yüzyılda olgun­luk dönemine giren bir süreçtir. Tarih­sel olarak, artık bu süreç kendinden sonraki yeni bir doğum için birikim dö­nemine girmiştir. Ancak döl yatağındaki yeni oluşum henüz hiçbir belirgin özellik kazanmamıştır. Hatta kabaca bakıldığın­da sanki dünyada yeni bir uluslaşma dal­gası yaşanmaktadır. 2001 yılında dünya­daki yaklaşık 120 çatışmanın sadece 10’u devletler arasındadır; diğerleri ulus-dev- letin kendi içindeki etnik veya başka ne­denlerle yaşanan çatışmalardır. Balkan­lar, Kafkaslar, Merkez Asya, Doğu ve Güney Asya ve özellikle Afrika’dan yeni ulus devletler doğmaktadır. Ancak bu doğumların hemen hepsi emperyalist paylaşım gerçekliğinden dolayı bir büyük gücün “ kurtarıcı” lığında olmaktadır. Ye­ni ortaya çıkan ulus devletler, kendi öz­gün renklerinden çok, yeniden paylaşı­mın çeşitli egemenlik alanlarının rengini taşımaktadır. “ Küçük ulusların” bu alın yazısı elbetteki yeni değildir. I. ve il. Dünya Savaşlarında pek çok “ küçük” u- lusun sınırları büyük güçlerin masaların­da çizilmiştir. “ Küçük” ulusların sınırla­rıyla böylesine pervasızca oynamak, şim­di “ insan haklan” veya “ uluslararası te­rörizm” koşullarına bağlanmıştır. Burada ortadan kalkan bir “ sınır” vardır; ancak bu sınır büyük güç merkezlerinin sınırla­

__ 34

rı değil, “ küçük” ulusların sınırlarıdır. Bu sürece paylaşım gerçekliği dışından bakı­lınca demek ki, “ sayısız savaşlara neden olan ulusal devletin tarih sahnesinden si­linmesi” , buna karşılık “ özgürlük potan- siyeli” nin çoğalması olarak görülüyor. I- şığı önünü görmek için ileriye tutmayıp yüzüne tutanların uğradığı körlük, “ mo­dern” ve “zalim” iktidarlar döneminin kapandığını, postmodern özgür dünya­nın doğmakta olduğunu sanmak, “ mo- dernizmin krizi” yle büyülenmektir. Fa­kat ortada gelecekle ilgili en küçük bir öngörü yoktur.

Ulus devletleri tarihe gömen bakış a- çısı, günümüz dünyasını ister istemez bu kalkış noktasından tanımlayacaktır.

“ Bir zamanlar tanık olduğumuz bir­kaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir-örnek yapılandıran ve tartışmasız postkolonyal ve postemper- yalist olan tek bir ortak hak nosyonu al­tında toplayan) tek bir iktidar fikri almış­tır. Bu bizim imparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır: Yani yeni bir hak nos­yonu, daha doğrusu, yeni bir otoritenin kayda geçişi ve (sözleşmeleri güvenceye alan ve anlaşmazlıkları çözümleyen) ya­sal baskı aygıtlarının ve normların üreti­minde yeni bir tasarım.” (Hardt & Neg- ri, a.g.y.) Bütün bu söylenenler Körfez Savaşı’nın yanlış okunmasından kaynak­lanıyor. Yazarların da belirttiği gibi kitap Körfez Savaşı sonrası yazılmaya başlan­mış, Kosova’daki savaş başlamadan önce bitirilmiştir.

Evet, Körfez Savaşı öncesi dünya po­litik ortamını Başkan Bush mükemmel bir şekilde koordine etmiş ve ortaya “ muhteşem bir ABD zaferi” çıkmıştı.

Page 36: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Ancak bütün bu olanlar nasıl okunmalıy­dı? Emperyalist güçler arası çatışma ve rekabetin ortadan kalkması; postemper- yalist bir döneme geçiş; çatışmanın yeri­ni tek bir iktidar fikrinin alması; bu ikti­dar nosyonu ile sözleşmelerin güvence altına alınması ve anlaşmazlıkların çö­zümlenmesi; yazarlar Körfez Savaşı ve sonuçlarını böyle okuyorlar. Ulusların üstünde, “ üst-belirleyen, bir-örnek yapı­landıran” “ tek bir iktidar fikri” impara­torluk çalışmasının kalkış noktasıdır. Ortada büyük güçlerin bir rekabet ve çatışması yoktur. İnsanın bir Körfez Sa­vaşı ile bu ölçüde körleşmesi için, dü­şünce sisteminin çok önceleri postmo- dernizmle felç edilmiş olması gerekir. Bu savaşta aynı zamanda emperyalist güçler arası bir bilek güreşini görmek i- çin çok zeki olmak gerekmiyor. Ardın­dan gelen tüm olaylar, hele Kosova Sa­vaşı ve Afgan Savaşıyla başlayan süreç büyük güçler arası rekabet ve çatışmala­rın günümüz dünyasındaki tartışmasız örnekleridir. Çatışmaların gözlere bat­ması için I. ve II. Dünya Savaşlarının bir biçimde tekrarı mı gerekiyor?

İmparatorluk kavramı ve tespiti el­bette sadece büyük güçlerin davranış bi­çimlerine dayandırılmıyor. Postemper- yalizmin maddi temelleri şu birkaç temel başlıkta toplanır.

“ Günümüzde modernleşme sona er­miştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel ü- retim artık tahakkümünü öteki ekono­mik biçimler ve toplumsal olgulara ge­nişletemiyor. Modernleşme süreci, e- meğin tarım ve madencilikten (birincil sektör) endüstriye (ikincil sektör) gö­çüyle tanımlanırken, postmodernleşme ya da enformatikleşme süreci emeğin endüstriden hizmet alanına (üçüncü sek­

tör) göçüyle tanımlanır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Emperyalizmin maddi temeli fi- nans-kapital egemenliği ve üretimin te­kelleşmesidir. Yukarıda bir dönem deği­şiminden söz edilirken, emperyalizmin bu altyapısı konusunda açık hiçbir şey söylenmez. Kavram ve tanımlar da tam anlamıyla yeni ve karmaşıktır. Modern­leşme, sadece “ üretim sektörlerinde” bir değişim değildir. Toprağa dayalı feo­dal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına bir geçiştir. Bu geçişle üretim, ü- retici güçler, üretim ilişkileri, sömürü bi­çimi tümüyle değişmiştir. Üretim, basit yeniden üretim olmaktan genişleyen ye­niden üretime dönüşmüş; üretici güçler­de (feodal dönemde coğrafya ve tarih- gelenekler baskındır) kesin bir şekilde teknik ve insan (özellikle teknik) en ağır basan konuma gelmiş; üretim ilişkilerin­de özel mülkiyet ve serbest pazar feodal mülkiyet ve imtiyaz tekelini parçalayarak öne çıkmıştır; sömürü biçimi serf angar­yasından modern artı-değer sömürüsü­ne dönüşmüştür. Ancak “ modernizm- den postmodernizme geçişte” ya da “ e- meğin ikinci sektörden üçüncü sektöre geçişiyle” birlikte bu temel özelliklerden hemen hiçbirisinde bir nitelik farkı ger­çekleşmemiştir. Yazarlar, bu konuda be­lirgin bir tespit yapmıyorlar, sadece “ en­düstriyel üretimin tahakkümü” nün dur­masından söz ediyorlar. Bu ne olduğu belli olmayan ya da kapitalist üretim ve artı değer sömürüsü açısından bir anla­ma sahip olmayan tespitin, modernizmin sonunu nasıl açıkladığı tümüyle karanlık­tır. Ayrıca emperyalizmin maddi altyapı­sı açısından açıklayıcı bir yanı yoktur. “ Hizmet sektörü” ile “ endüstri sektörü­nü” kapitalizm koşullarında karşı karşıya getiren hiçbir neden yoktur. “ Enformas-

_emperyalizmden ‘imparatorluğa’__

--------------------------------------- 35 —

Page 37: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— y o l----------------------------------------------

yon çağı” ile, üretim biçimi olarak For- dizmin ömrünü doldurmasıyla, “ endüst­riyel üretimin tahakkümünü öteki eko­nomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletememesi” nden hangi sonuçlar çıkar? Yeni esnek üretim biçimi, eğer ü- retkenliği ve artı değer sömürüsünü art­ırıyorsa, tahakkümünü bütün toplumsal olgulara yayacaktır. Şimdilik süreç bu yönde işliyor. Bu gelişmede, egemenlik ilişkileri açısından herhangi bir nitelik değişim' yoktur.

“ Postemperyalizm” in maddi temeliy­le ilgili yapılan diğer tespit, üretim yapı­sındaki değişimle ilgilidir.

“ Endüstriyel ekonomiden enformas­yon ekonomisine geçişin ilk coğrafi so­nucu üretimin çarpıcı bir biçimde mer- kezsizleşmesidir.... Çalışanlar tam anla­mıyla yeni enformasyon teknolojilerini kullandıkça bazı sektörlerde fabrika me­kanı ortadan kalkmıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Üretimin hemen tüm aşamaları­nın aynı mekan ve aynı kent içinde top­landığı fabrika döneminin özellikleri en­formasyon teknolojisiyle değişiyor. Üre­tim sürecindeki bu yığılma ve merkezilik yavaş yavaş farklı mekanlara yayılıyor. Bu yeni üretim biçimiyle depolama, iş­letme hantallığının verdiği zararlardan kurtulunuyor. Haberleşme ve ulaşım çok yüksek hızlara ulaştığı için, üretimin çeşitli aşamaları farklı yerlerde yapılabi­liyor. İşgücünün ucuz olduğu alanlar, bu yeni mekan seçiminde etkin oluyor. Fa­kat üretimin fizik süreçlerindeki merke- ziliğin belli ölçülerde gevşemesiyle, üre­timde tekelci yapının “ merkezsizleşme- si” arasında hiçbir bağlantı yoktur. Tam tersine, mali ve üretim alanlarındaki te­kellerin gücü özellikle küreselleşme yıl­larında çok daha fazla artmıştır. Bu tarz

__ 36 __________________________

bir “ merkezsizleşme” den “ özgürlük po­tansiyelleri” üretmek tam bir yanılgı o- lur.

“ PostemperyalizırTin bir diğer teme­li “ altyapı-üstyapı” ilişkileriyle ilgilidir.

“ Postmodernleşme ve İmparator- luk’a geçiş eskiden beri altyapı ve üstya­pı olarak adlandırılan alanların reel ola­rak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir. İm­paratorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faali­yet, hakim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Üstyapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir. Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda bir­birini çapraz keser ve karışır. Bu bağ­lamda, politik ekonominin merkezi ka­tegorilerini belirleyen ayrımlar bulanık­laşır. Üretim, yeniden üretimden ayrıl­maz hale gelir; üretici güçlerle üretim i- lişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici özne­lerin eşgüdümünde, değişen sermaye i- çinde oluşma ve temsil edilme eğilimi ta­şır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu cümle ile Marksist ekonomi politik alt-üst edil­mektedir; ancak bu teorik yaklaşımın kanıtları yoktur. “ Enformasyon çağı” nın parıltılı görüntüleri kanıt yerine geçe­mez.

“ Maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç haline gel­mesi” , yazarlara göre, İmparatoriuk’a geçişin koşuludur. “ Maddi olmayan e- mek” düşünce üretimidir; bunun hakim üretici güç haline gelmesinin ölçüsü ne­dir? Yazarlar, bir tespit yaparken ne ya­zık ki, “ enformasyon çağı” nın görüntüle­rinden öteye bir derinliğe sahip değiller. Üretimde, maddi olmayan emeğin ege-

Page 38: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

menliği, toplam işgücü içinde düşünce ü- retiminin baskın hale gelmiş olması de­mektir. Henüz kapitalist üretim süreçle­rinde böyle bir olgu gerçekleşmemiştir. Kalite çemberleri, üretimde işçiden kas­larının dışında aklının da istenmesi, kapi­talist üretimde fordizmin dönemini ka­patmasıyla ortaya çıkan yeni ve çok ö- nemli bir süreçtir. Ancak üretimde ha­kim güç haline gelmesi başka bir basa­maktır ve işçi sınıfı henüz böyle bir ko­numdan çok uzaktadır. Ayrıca bu konu yeni olduğu için ister istemez yeni kav­ram ve tanımları gerektiriyor. Bütün “ hizmet sektörünü” “ maddi olamayan e- mek” olarak ele almak, üretim ve emek ilişkisinde hangi nitelik farklılıklarını o r­taya çıkartır? Bu tü r yaklaşım, amacını a- şan hatalara yol açar. Fabrikada sürekli aynı kas hareketlerini tekrarlayan işçi ile bir büroda -hizmet sektöründe- tüm gün aynı “ maddi olmayan” işleri yapan işçi arasında, üretim ve emek ilişkisi açı­sından bir nitelik farkı yoktur. Fark, üre­tim ve emek ilişkisinin içine yaratıcı dü­şünce katılımının girmesiyle ortaya çı­kar. “Team VVork” , kapitalizm koşulla­rında bunun bir uygulaması ve deneme­sidir. Ancak bu üretim biçimi henüz ha­kim üretici güç haline gelmemiştir.

Bugün, düşünce üretiminin denetimi ve ürünleri açısından olaya baktığımızda; sınıfın nicelik olarak sayısını bütün üc­retli kesimlere genişleterek ele alıp, bü­tün düşünce gücü ile çalışanları dikkate aldığımızda bile sonuç değişmez; bütün bu üretim gücü, üretim araçlarının mül­kiyetine sahip olanlar tarafından yönlen­dirilmekte ve denetlenmektedir.

“ Ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç” haline gelmesi ne anlama geliyor? Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırmış-

tır; birbirine bağlı halkalar haline getir­miştir. Bu, “ enformasyon çağfnda da devam ediyor. Ancak olaya emeğin top­lu davranma yeteneğini sağlayan, yoğun birlikte üretim süreçleri -ki fabrika dö­nemi ve bant sistemiyle üretim, bunun en tepe noktasını temsil eder- açısından bakarsak, bu özellik yeni teknolojilerle gittikçe zayıflamaktadır. Üretimin “ mer- kezsizleşmesi” yoğun toplu üretim sü­reçlerini dağıtıcı bir sonuç doğurmakta­dır.

Dolayısıyla, İmparatorluğun maddi temellerinden birisi olarak sunulan “ maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa ü- retimin hakim üretici güç haline gelme­si” tespiti, pratikte karşılığı olmayan bir abartmadır.

Yazarlar, İmparatorlukta “ politik e- konominin merkezi kategorilerini belir­leyen ayrımların bulanıklaştığını” vurgu­luyor. İkisi çok ilginçtir: Üretici güçlerle üretim ilişkileri ve sabit sermaye ile de­ğişen sermaye arasındaki sınırların birbi­rine karıştığı iddia ediliyor. Doğrusu, bu birbirine karışmanın, yine karşımızda a- na hatlarıyla olsun kanıtları yoktur. An­cak çok iyi biliyoruz, postmodernizm, felsefede “ ikiciliği” , madde ve düşünce ayrımını bir çırpıda (dil oyunları lehine) ortadan kaldırdığı için, neden ekonomi politiğin kategorileri arasındaki sınırları aynı yolla havaya uçurmasın!

İnsan toplumlarının gelişiminde hare­kete geçirici güç, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Eğer, bu çelişki, “ birbirinin içine geçerek” post- emperyalist toplumlarda ortadan kalk­mış ise, böylece kapitalizm öldürücü so­rununu da çözmüş olmaktadır. Bugünün dünyasında başlıca iki üretici güç, bilim

_ emperyalizmden "imparatorluğa’__

37 —

Page 39: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol(teknik) ve insandır; yine başlıca iki üre­tim ilişkisi, üretim araçlarının özel mül­kiyeti (özel mülkiyet) ve ünlü serbest pazardır. Bunlar birbirinin içine girip sı­nırlar bulanıklaşınca, kapitalist üretim bi­çiminin de can alıcı çelişkisi “ bulanıklaş­mış” olur. Demek ki, İmparatorluk, çe­lişkilerin bulanıklaşarak ortadan kalktığı bir sosyal düzendir. Ne diyelim? Yaşayıp göreceğiz! Günümüzde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye, ya­zının sonuç bölümünde, emperyalizmin sınırları anlamında, değineceğim için, di­ğer bulanıklaşmaya geçiyorum.

“ Sabit sermaye beyinlerde, bedenler­de ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişen sermaye içinde oluşma ve tem­sil edilme eğilimi taşır.” (a.g.y.) Marksist ekonomi politikte bilindiği gibi sabit ser­maye, işgücü dışındaki tüm üretim araç ve gereçlerini kapsar. Bunlar üretim sü­recine sadece kendi değerlerini katarlar, üretim sürecinde kendi değerleri değiş­mez. İşgücü ise, üretim sürecine “ ücret” olarak girer, ancak üretime kattığı de­ğerden dolayı, üretim süreci sonunda meta, değer olarak bu ‘artıyı da içerir. Ödenen ücretle bu artı farklı olduğu i- çin, işgücü “ değişen sermaye” dir. “ Sabit sermayenin değişen sermaye içinde o- luşma ve temsil edilme eğilimi” ile ne anlatılmak isteniyor? Kanıtı olmayan, e- konomi politik açısından hiçbir değeri bulunmayan bu cümle, öte yandan, çok yaşamsal bir anlama sahiptir. Bu birbiri­nin içinde “ oluşma ve temsil edilme” ile, yani sabit sermayenin değişen sermaye içinde temsili ile sonuçta artı değer sö­mürüsü tarih olmaktadır. Kapitalist sis­temin bir önemli çelişkisi daha, böylece birbirinin içine girerek, buharlaşıp yok oluyor. Bu kadar saçmalık yeter!

Böylece, “ modern toplumsal dü­zenden “ postmodern toplumsal dü- zen” e geçişle, kapitalizmin, öldürücü iç çelişkilerinden kurtulmuş olduğunu gör­dük! “ İmparatorluk” böyle bir düzendir.

“ Postmodern bir dünyada bütün ol­gular ve kuvvetler yapaydır ya da tarihin parçasıdır denebilir. İçerisi ve dışarısı a- rasındaki modern diyalektiğin yerini bir oranlar ve yoğunlaşmalar, melezlik ve yapaylık oyunu almıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) “ İmparatorluk” böyle postmo­dern bir dünyada hüküm sürmektedir. “ Olguların ve kuvvetlerin yapay” olduğu bir dünya! Yugoslavya’nın bombalanma­sı; ardından I I Eylül’le ikiz kulelerin ve Pentagon’un çöküşü; Afganistan’ın bom­balanması, tabii bombalarla birlikte yiye­cek paketlerinin atılması, tüm bu olanlar "melezlik ve yapaylık oyunu” dur. De­mek ki, Harvard Üniversitesi’nden ba­kınca dünyanın yeniden paylaşımı böyle görünüyor. “ İçerisi (sübjektif ortam, bn.) ve dışarısı (objektif ortam, bn.) ara­sındaki modern diyalektiğin yerini oran­lar ve yapaylık oyunu almıştır.” Evet, bu söylenenler postmodernizmin amentü- südür. Maddi dünyanın insan düşüncesi­ni belirlemesi, düşüncenin yeniden mad­di pratiğe yönelmesi, bu “ modern diya­lektik” işleyiş artık yoktur. Ortada “ me­lez ve yapay oyunlar” vardır. O nedenle, örneğin; Afgan Savaşı’nı çözümlemek i- çin Körfez Savaşı sonrası gelişen dünya güçler dengesini, büyük güçlerin kendi çıkarları için tercih ettikleri stratejik yö­nelişleri, derinliğine kavramak gerekmi­yor. I I Eylül saldırısı da, Afgan Savaşı da “yapay” oyunlardır.

İnsanlığın gelişme süreciyle birlikte onun düşünce sistemi de değişiyor. Ob­jektif ve sübjektif koşulların birbiriyle i­

__ 38

Page 40: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

lişkisi insanlığın bilinçlenme süreciyle birlikte değişiyor. Fakat buradan “yapay­lık” sonucuna varmak, ancak dünyayı ve olayları tarihsiz ve geleceksiz görmekle mümkündür. Bu çok önemli ve düşünce sistemleriyle ilgili konuya bu yazı çerçe­vesinde daha fazla yer vermek mümkün değil; ancak bizzat yazarların mantığıyla “ içerisi ve dışarısı” nın ilişkisi “ melez ve yapaylık oyunu”ysa, “ İmparatorluk” un bu yapaylıktan kendini ne ölçüde kurta­rabileceğini sormak gerekiyor?

“ İmparatorluk çağına modern ege­menliğin alacakaranlığından geçilerek gi­rildi. Emperyalizmin aksine İmparator­luk toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da en­gelleri de tanımaz. İmparatorluk, gide­rek bütün yerküreyi kendi açık ve geniş­leyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim ay­gıtıdır.”

“ İmparatorluk’un bu pürüzsüz uza­mında hiçbir iktidar mekanı yoktur; ikti­dar her yerde ve hiçbir yerdedir. İmpa­ratorluk bir ou-topia, daha doğrusu bir yok-yerdir.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Bu, postmodern parlak cümleler, dünyamızı mı yoksa başka bir gezegeni mi tanımlı­yor, insan gerçekten -gülmeyeceksek- şaşırmadan edemiyor.

Günümüz emperyalizmi, 19. ve kıs­men de 20. yüzyıldaki gibi toprak temel­li bir yayılma göstermiyor. Tüm yerkü­reye, bazen silah zoruyla, bazen sırf ser­maye akımlarıyla yayılıyor. Bunlar belli ölçülerde açık. Ancak günümüzün dün­yası “ merkezsiz” midir? Hiçbir iktidar mekanı yok mudur? iktidarın “ her yerde ve hiçbir yerde” olması -bu güzel diya­lektik demagoji- ne anlama geliyor?

Dünyada büyük güçler, yani paylaşanlar ve “ küçük” güçler, paylaşılanlar vardır. Egemen olma anlamında “ iktidar” büyük güçlerin tekelindedir. Bu anlamda, bu ik­tidarların açık adresi, belli mekanları vardır. Onları “ yok-yer” gibi postmo­dern kavramlarla gizlemeye çalışsak da bu boşuna bir çaba olur.

Bu soyut gevelemelerden öteye, ya­zarlar, “ dışarısı” ile ilgili biraz daha so­mut konuşmak zorunda kalınca daha an­laşılır şeyler söylemektedirler.

“ABD bir emperyalist projenin mer­kezini oluşturmuyor ve aslında günü­müzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miyadını doldurmuştur. Hiçbir ulus, modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri o- lamayacaktır.

“ Her şeyden önce, oluşmakta olan İmparatorluk bir Amerikan İmparator­luğu olmadığı gibi, ABD de onun merke­zi değildir. İmparatorluk’un bu kitap bo­yunca anlattığımız temel ilkesi, İmpara­torluk gücünün fiili ve tespit edilebilir bir yerinin ya da merkezinin olmaması­dır.” (Hardt&Negri, a.g.y.)

Emperyalizmin ve onun en büyük gü­cü ABD’nin, daha güzel aklanması nasıl yapılabilir? Yukarıda söylenenler arasın­da bir tek doğru kırıntısı vardır. Tek e- gemen güç olması anlamında “ABD İm­paratorluğu” bugünün dünyasında müm­kün değildir. ABD, diğer güçlere göre oldukça güçlü olmasına rağmen, bu mümkün değildir. Ancak, ABD, bir em­peryalist projenin merkezini oluşturu­yor. Neoliberalizm, yani dünya kapitaliz­minin Amerikanlaştırılması, ‘80’li yılların başlarından itibaren hız alan, ‘90’h yıllar­da ise adeta çılgınca koşturan bir Ame­

_ emperyalizmden ‘imparatorluğa’__

39 ---

Page 41: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

rikan projesidir. Yoksa bu, emperyalist bir proje değil de, dünyayı “ kalkındırma projesi” midir? “ Emperyalizm miyadını nasıl doldurmuş” tur? Özelleştirmelerle, mali liberalizm sonucu sıcak para oyun­larıyla, enerji bölgelerinin silah zoruyla yağmalanmasının adı ne olabilir? Ve bun­ların planlandığı, yönlendirildiği “ iktidar mekanları” gerçekten yok mudur?

“ Bu dönüşümün belki de en önemli belirtisi müdahale hakkı denen bir hak­kın gelişmesidir.

“ Bu yeni müdahale hakkının, birincil olarak acil insani sorunları çözmeyi a- maçladığı için meşruluğunun evrensel değerlere dayandığını varsaymamız ge­rekmiyor mu?” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu ünlü “ insan haklan” adına “ müdahale hakkı” nın “ merkezsiz, iktidarsız İmpara- to rluk ’un” parolası olmayıp, bizzat ABD’nin Sovyetler’e, daha sonra tüm dünyaya müdahale edebilmek için uygu­ladığı bir strateji olduğunu görmek bu kadar zor mu? Postmodernizmin düşün­ce dehlizlerinden bakınca imkansızdır.

Emperyalizmin aklanması nasıl derin­leştiriliyor, görelim.

“ Emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşlar bitmiştir. Bu tarihin sonu barışın hükümranlığını ge­tirmiştir. Daha doğrusu küçük ve iç ça­tışmalar çağına girmekteyiz.” (Hardt& Negri, a.g.y.) Bu “ küçük ve iç çatışmala­rın” niteliği nedir? Emperyalist paylaşım için mutlaka topyekün dünya savaşı ge­rekmiyor. Bu “ küçük” savaşların niteliği önemlidir. Öte yandan, anti-emperyalist savaşların da sona ermesi yazarlar açı­sından çok doğaldır. “ Emperyalizm mi- yadını doldurunca” kime karşı savaşıla­caktır!

— yol—-------------------------------------“ Bugün politik felsefenin ilk sorusu

direniş ve isyanın olup olmayacağı ya da niçin olacağı değil, isyan edilecek düşma­nın nasıl belirleneceğidir. Aslında, düş­manı tayin edememe, direniş iradesini sıklıkla paradoksal döngülere sokan şey­dir. Bununla birlikte, sömürünün artık özgün bir yeri olmadığı ve artık özgün fark ya da ölçü belirleyemeyeceğimiz ka­dar derin ve karmaşık bir iktidar siste­mine gömüldüğümüz düşünülürse, düş­manı tayin etmek hiç de azımsanacak bir iş değildir. Düşmanlarımız olarak sömü­rü, yabancılaşma ve alt-üst ilişkilerini gö­rüyor ve yaşıyoruz, ama baskı üretimi­nin yerini bilmiyoruz. Ve buna rağmen hala direniyor, hala mücadele ediyoruz.” (Hardt&Negri, a.g.y.)

Görünmeyen ve “yeri olmayan” bir düşmana karşı ne umutsuz bir mücade­le! “ Enformasyon çağı” nın tüm buluşları­na, bilgilenmenin bu ölçüde yaygınlaşma­sına, dünyanın “global bir köye” dönüş­mesine rağmen, tüm didinmelerimiz bo­şa çıkıyor, “ baskı üretiminin yerini bilmi­yoruz.” Harika! Emperyalizmin bu kadar güzel perdelenmesine ne demeli? Onu bir sihirbaz ustalığı ve şıklığıyla yok et­mek, emperyalizme ne büyük bir hiz­met!

Sosyalizmin yıkılışından sonra, post- modern dünyada, düşmanın kamuflajının gittikçe mükemmelleştiğinin farkındayız; ancak onun “yerini” bulamayacak kadar izini kaybetmedik. Bu ancak postmo- dern hafıza kaybı ile mümkündür. Hardt ve Negri bu hafıza kaybının mükemmel örneklerini veriyorlar.

Bu görünmeyen düşmana karşı nasıl mücadele edilecektir?

“ Mücadeleler (Tiananmen Meydanı,

__ 40

Page 42: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Los Angeles isyanı, Paris ve Seul’deki grevler, vb.) televizyonda, internette ve akla gelebilen her türlü kitle iletişim ara­cında son derece medyatikleşmiş olma­larına rağmen, iletişim kuramıyor. Bura­da bir kere daha iletişimsizlik paradok­suyla karşılaşıyoruz.” (a.g.y.)

Bu tespitten hareketle yazarlar şu sonuca varıyorlar:

"Bu noktalar yeni bir mücadeleler dalgasına benzer bir şey oluşturacaksa, bu aralarında iletişim kuran bir mücade­leler dalgası değil, tek tek ve şiddetli bir biçimde patlayan bir dalga olacaktır. Kı­saca, bu yeni aşamayı tanımlayan olgu şudur: Bu mücadeleler yatay olarak bağ­lantılı değildir, her mücadele dikey ola­rak, doğrudan İmparatorluk’un virtüel merkezine sıçrar.” (Hardt&Negri, a.g.y.)

Farklı noktalardaki mücadelelerin di­li birbirine çevrilemiyor, bir iletişimsizlik paradoksu yaşanıyor. Yazarlar, bu tespi­ti yaptıktan sonra nedenleriyle ilgili en küçük bir irdeleme yapmadan bu olguyu sabitleştirip, günümüz mücadelelerinin “ stratejisini” çiziyorlar. Yatay bağlantıla­rı olmayan, birbiri ile iletişim kurmayan, bulunduğu yerden doğrudan İmparator­luğun görünmeyen merkezine dikey o- larak vuran mücadeleler, günümüzün mücadele biçimi olacaktır.

Sosyalizmin bir sistem olarak varol­duğu koşullarda, bilindiği gibi dünyanın herhangi bir tarafındaki mücadelelerin söylemi, hemen ortak sosyalizm diline çevrilebiliyordu. Bugünün dünyasında i- se, bu merkez hem pratik olarak hem de bir siyasal program olarak ortadan kalktığı için, mücadeleler kendi bağlantı­sız kanallarında akıyor. Ancak bunun ge­çici bir süreç olduğu, bu dalgaların ortak

düşmana karşı birleşeceği, birleşmek zo­runda olduğu anlaşılabilir. Elbette, dün­yaya postmodernizmin penceresinden bakmazsanız bu mümkündür. Daha doğ­rusu böyle bakmayanlar, eninde sonun­da mücadeleleri paralel kanallarda bu­luşturmak için bütün çabayı gösterecek­tir. Bunun için, “ enformasyon çağı” nın i- letişim ağları doğrusu oldukça olumlu roller oynuyor. Küreselleşme karşıtı gösterilerin örgütlenmesi, hep bu ileti­şim ağlarında yürüyor. Bu mücadelelerin dillerinin birbirine çevrilmesi, hem belli bir zaman alacak hem de sosyalizm teo­risinin yetkinleşmesine ve pratikte yeni­den güç olmasına bağlıdır. Ancak dünya­ya postmodernizmin penceresinden ba­kınca, düşünce ve davranışların sentez- Ieşmesi, birbirine çevrilebilirliği müm­kün olmadığı, sadece düşünce ve davra­nışların farklı kaplarda çökelip tortulaş­ması mümkün görüldüğü için, İmpara­torluğa karşı birleşik mücadeleler im­kansızdır. Ancak dikey olarak İmpara­torluk’un görünmeyen merkezine, ayrı ayrı darbeler vurmak mümkündür.

Sadece bu kadar da değil, yazarlar İmparatorluk’a karşı başka bir mücadele biçimi de ileri sürüyorlar:

“ Burada bir kez daha ilk haliyle de­mokratik ilkeyi görüyoruz: Terk, çıkış ve göçerlik. Disiplinci çağda sabotaj te­mel bir direniş nosyonuyken, emperyal kontrol çağında bu nosyon terk edilebi­lir. Modernlikte karşı-oluş, sıklıkla kuv­vetlerin doğrudan ve/veya diyalektik karşı karşıya gelişleri anlamına gelirken, postmodernlikte karşı-oluş eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etkiyi sağlayabilir. İmparatorluk’a karşı savaş­lar eksilme ve çekilme yoluyla kazanıla- bilir. Bu terkin bir yeri yoktur; iktidar a-

_ emperyalizmden ‘imparatorluğa’__

---------------------------------------------------------- 41 -----

Page 43: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

lanlarım boşaltmak anlamına gelir.” (Hardt-Negri, a.g.y.) Emperyal kontrole karşı mükemmel bir mücadele biçimi: Terk! Ancak terkin bir yeri yoktur. Ha­reket kanunları dışında olmayan bir ye­re nasıl gidilecektir? “ İktidar alanlarını boşaltmak” ! Bütün bunlar, dil oyunun­dan başka bir anlama sahip midir? Düş­man tespit edilemediği için modern çağ­daki gibi mücadeleler, bir “ karşı-oluş” biçimine giremiyor. Bunun yerine “ eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük et­ki” sağlanabileceği ileri sürülüyor. Bütün bu postmodern dil oyunu saçmalarının gerçek yaşamda bir tek karşılığı vardır: Emperyal kontrole boyun “ eğmek” !

Sonuç olarak, İmparatorluk, günü­müz emperyalizminin postmodern bir büyücülükle “yok” edilmesidir.

— yol----------------------------------------

__ 42

Page 44: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

A yşe T an sever

ARJANTINAZO KURULU SAATLİ BOMBA

Arjantin’in dünyanın 7. zengin ülkesi olduğu söylenir. Yeraltı ve üstü zengin­likleri açısından yokun belki de yok ol­duğu bir ülkedir. Bu zenginlik onun daha 1950 yıllarından itibaren hızlı bir şekilde sanayileşmesine yol açar. 1943’lerdeki popülist Peron Hareketi ve II. Dünya Sa­vaşı sonrası sosyalizmin bir sistem olma­sının kapitalizmde yarattığı korku, A r­jantin’de sanayileşmeye özel ilgi göste­rilmesini sağlar. Arjantin ekonomisi Bre­zilya dahil tüm Güney Amerika ekono­misi büyüklüğündeydi. Daha o günlerde tahıl ve büyükbaş hayvan dışında, orta düzey endüstrileşmiş bir ülke olmuş, manüfaktür meta ihraç edecek duruma gelmişti. Arjantin bir İspanya, bir Porte­kiz gibi gelişkin ülkedir. İşçi sınıfı genel çalışan nüfus içinde %40’lara ulaşmış, ül­ke nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı bir ülkedir. 70’li yıllarda Arjan­tin kapitalist anayurtlarda görüldüğü şekliyle sendikalar, tarım kooperatifleri, iyi eğitim görmüş halkı ile kalkınmış bir ülke düzeyine ulaşmıştır.

Ama her zaman Arjantin’de çok zen­ginler olduğu gibi çok yoksullar da ol­muştur. Çok zenginler ABD ve İngiliz zenginleri gibidirler. Örneğin başkent Bounes Aires kuzey ve güney olarak o r­tadan ikiye ayrılır. Kuzeyde manikürlü köpeklerini dolaştıran kürklü yüksek burjuvalara karşılık güneyde karnı aç do­laşan milyonlarca insan kartondan evler­de yaşarlar. Sokakta bırakılan çocukların

kendi kendine büyümek zorunda oldu­ğu, suç oranının korkunç derecelere u- laştığı, ahlaksızlığın akıllara durgunluk verecek bir durumda olduğu bir ülkedir.

Aradan bir yirmibeş yıl geçer ve 20 Aralık 200 l’de Arjantin 150 milyar do­lar dış borcu ile iflas etmiş bir ülkedir. Ne dış ne de iç borçlarını ödeyemeye­cek hale gelmiş, yoksullaşmıştır. Burjuva legalliğini de çiğner. Özel mülkiyetin kutsallığını da kaldıramaz. Halkın banka­lardaki hesapları dondurulur. Ya da he­saplarına el konulur.

Ülke nüfusunun üçte birinin yani 10 milyon insanın yaşadığı başkent Buenos Aires dahil tüm ülkede süpermarket ta­lanları başlar. Halklar çoluk çocuk so­kaklara dökülür. Kimisinin ellerinde ten­cereler, tavalar sokaklarda devleti pro­testo ederler. Karınlarının aç olduğunu dile getirmeye çalışırlar. Başkentin ana meydanında toplanırlar. Başta IMF göz­desi Maliye Bakanı Domingo Cavallo ve devlet başkanının istifasını talep ederler. Hiçbir politikacıya güvenlerinin kalmadı­ğını bağırırlar.

Polis saldırır. Gözyaşartıcı bombala­rın, plastik ve sahici mermilerin, tazyikli suların kullanıldığı bir dövüş yaşanır. Ha­la resmi olarak açıklanmamasına karşın en az 30 kişi ölür. Yüzlerce yaralı ve bi­ne yakın tutuklama yapılır. Halk öncüle­ri devlet sarayına girerler. Ortalığı yakıp yıkarlar. Cavallo istifa eder. Devlet Baş-

43 —

Page 45: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

kanı Rua da bir helikopterle devlet sa­rayının damından kaçmak zorunda ka­lır.

Başa halkın sevgilisi olduğu söylenen R. Saa gelir. “ Ne devalüasyon, ne peso, ne dolar” der. Üçüncü bir para birim i­ni çözüm olarak önerir. Bunun ne de­mek olduğunu anlayan halk yılbaşından bir gün önce yine sokaklara dökülür. Bu kez başa Eduardo Duhalde gelir. Şimdi olaylar durulmuş gibi. Arjantin yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemin ne kadar süreceği ve olayların nasıl ge­lişeceği önümüzdeki günlerde yaşana­rak görülecektir.

Böylesine zengin bir ülke yaklaşık 25 yıl içinde nasıl böyle borçlu bir ülke ko­numuna gelmiştir? Ya da getirilmiştir? Bir on yıldır neredeyse hergün Menem- ler ve Cavalloların uyguladıkları politi­kalarla beyinlerimiz yıkanıyordu. IMF ve Dünya Bankası ya da dünya finans- kapitali bu kişileri bize örnek olarak su­nuyorlardı. Bu politikacıların neoliberal politikaları uygulamada gösterdikleri başarı dillerden düşmüyordu. Nasıl herşeyi özelleştirdikleri ve bunun ülke­yi nasıl kalkındıracağı ballandıra ballan­dıra anlatılıyordu. Evet, Arjantin bir mali kriz içindeydi; ama borçlarını öde­yecekti. Gayri safi hasılasına göre borç­lanması çok sayılmazdı, diye duyuluyor­du. Ve birden halk ayaklanarak nasıl da durumlarının içler acısı olduğunu dün­yaya duyurdu. Evet, dünyanın bu 7. zengin ülkesinin halkı nasıl böyle yoksul bir halk konumuna getirilmiştir? Ve bu­na başkaldırma nasıl örgütlenmiştir? A ltta yatan halk güçlerinin örgütlülük­leri nelerdir? Bunları incelemek yerin- dedir.

— yol----------------------------------------PERONİZMİN KÖKLERİ

I900’lü yılların, başından itibaren A r­jantin işçi sınıfı hareketi başlar. 1930’lar kapitalizmin krizi en derin yaşadığı gün­lerdir. Sosyalizm kurulmuştur. Tüm dünyada işçi sınıfı hareketleri başlamış­tır. Arjantin’de de işçiler sınıf mücadele­sini artırmışlardır. İşçi Federasyonu et­kinliğini artırır. Ve gelecekte bu güç Pe- ronizm’in çekirdeği olacaktır.

Peron iktidarını 3 dönemde incele­mek uygundur. Ordu iktidardadır. İs­panya faşizminden etkilenerek faşizmin yararlarını savunmaktadır. Peron işçi komisyonunda komünizmin etkinliğini kurmuştur. İşverenlere giderek halkların durumlarının kötü olduğunu, sosyalizmi örnek alarak bir devrim gerçekleştirebi­leceklerini savunur. Cunta, Peron’u hap­se atar. Halk sokaklara dökülünce de serbest bırakmak zorunda kalır. Pe- ron’un iktidar olması ile ikinci döneme geçilir. 1946-55 yıllarındaki bu dönemde işçiler bir çok hak elde ederler.

“ Peron iktidarında sosyal güvenlik çok genişledi. 5 milyon işçiyi kapsadı. Yaklaşık bütün işgücünün % 70’ini. Sağlık sigortası genişledi, yiyecek ve temel maddelerde sabit fiyat getirildi, işçilere ev kredisi garanti edildi; kamu sektörü genişledi ve gerçek ücretler 1946-49 a- rasında %60 yükseldi. İşçi sınıfının ulusal gelir içindeki payı 1946-50 arasında hız­la yükseldi. (Shaping the Political Arena, Critical Junctures, The Labor Move- ment and Regime Dynamics in Latin A- merica, Berins Collier ve David Collier, Princeton Uni. Press, 1991, sf. 341)

Bundan sonra Peron döneminin ü- çüncüsü başlar. Peron’un bu politikaları

Page 46: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

sonucu ilk yüksek enflasyon başlar. Dış ticaret durma noktasına gelir. Ekonomi kötüleşmeye başlar. Bu kez Peron veri­len hakları geri almaya kalkar, kemer sıkma politikaları uygular. Sendikacılarla da anlaşır. Ama işçi sınıfı bu sendikacıla­rı kapı dışarı ederler. Ve bundan sonra Peron ve anti-Peron iktidarlar bir iner, bir biner. Ve bu ara Peron ölür. Ancak Arjantin halkı Peron dönemini asla u- nutmayacaktır. Peron Partisi özünde sendikalizm temelinden bir işçi hareketi gibi çıkmış, popülist bir harekettir. Ve sonuçta devletçilikle beslenen finans-ka- pitalle kaynaşmış bir kesim yaratmıştır.

BORÇ BİRİKİM TARİHİ

1976-1983 yılları arasında iktidarda askeri cunta vardır ve de ilk ciddi borç­lanmalar bu dönemde yapılır. Cunta A r­jantin’in ABD ve İngiliz zenginleri kadar zenginleriyle kaynaşmış en zengin bir a- vucun iktidarıdır. Sınıflar savaşı yüksel­miştir. IMF’ye borçlanılıp silah alınır ve halkın üstüne sıkılır. 30 bin genç bu dö­nemde katledilir. Başkent Buenos A i­res’in en önemli merkezinde çocukları­nın arkasından ağlayan ya da kaybolan evlatlarının fotoğrafları ellerinde onları arayan analar toplanırlar. Aynı bizim Ga­latasaray Meydanı’nda toplanan Cumar­tesi Anaları gibi. Bu meydana da bu ne­denle Analar Meydanı denir.

İktidara geldiklerinde 8 milyar dolar olan borç, birkaç yıl içinde 45 milyara çı­kar. Cunta üyeleri, silahtan geri kalan paraları İsviçre ve ABD’de bankalara kendi hesaplarına yatırırlar. 2000 yılında Arjantin Yüce Mahkemesi, cunta döne­minde alınan kredilerin yasadışı harcan­

dığı tespitini yaparak borçların ödenme­mesi kararını aldı.

Yani bu dönemin borçları bu derece şaibeliydi ve cunta üyeleri tutuklanmış­lardı. Ama yerine geçen Alfonsin hiç bunları önemsemedi, gözünü kırpmadan borçları üstlendi. 1989 yılına kadar ikti­darda kaldı ve borçlara kendisi de bir 15 milyar ekleyerek bunu 60 milyara çıkar­dı. Döneminde en başta Renault ve ABD Citibank’ı gibi çok uluslu şirketleri zenginleştirdiği söylenir. Halklar yine sokaklara dökülürler. Peron Partisi’nin önde gelenlerinden -bizim halkımızın ka­nında Türklük olduğu için Türko dediği- Menem popülist talepleriyle ortaya çı­kar ve iktidar olur. Menem 89-98 yılları arasında iki dönem devlet başkanlığı ya­par.

Menem, Peronizm geleneğinden ge­len burjuva temsilcisi olarak gerçekten neoliberal politikaların uygulanmasında parmak ısırtacak başarılar sergiler. Halk ayaklanması ile gelip orta burjuvaziyi zenginleştirmeye yarayacak neoliberal politikaları eşine az rastlanır bir şekilde uyguladı. Her şeyi, evet ama her şeyi, postasından tren yollarına, hava alanla­rından emekli sandıklarına, ulusal petrol şirketlerinden bankalarına tüm ülke sa­nayini, her şeyi özelleştirir. Öylesine ö- zelleştirme derdine düşmüştür, buna öylesine inanmaktadır ki borçlu özel şir­ketlerin borçlarını devlet borcu olarak üstlenir ve çok uluslu yabancı şirketlere satar. Bir yabancı bankacı o zamanlar ö- zelleştirmelerle ilgili olarak “ Herhalde bir servet elde edeceğiz, hayatımızda e- limize bir daha böyle fırsat geçmeyece­ğini biliyoruz.” diyor. (Financial Times,19 Mart 2002) Hayvanat bahçesindeki aslanlardan sokaklardaki kaldırım taşla-

____________________arjantinazo__

--------------------------------------- 45 ---

Page 47: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

rina kadar her şey çalınır. Tüm dünyaya açıklık, şeffaflık nutukları çeken IMF, Dünya Bankası ve tüm dünya finans-ka- pitali bunu yapan kişileri gizleyerek de onların suçlarına aslında ortak olmuşlar­dır.

Menem, neo-liberal politikanın ö- nemli diğer ilkesini de aynı özelleştirme­deki gibi aşırı uçta uygulayacaktır. Ülke para birim değerinin dalgalanmaya bıra­kılması, yani serbest kur politikası. Borç­ların kolay ödenmesinin yolu enflasyon­dur. Bu canavar % 5000’lere tırmanır. Halk sokaklara dökülür. İlk süpermarket yağmalamaları yaşanır. Süpermarketler­deki yiyecek madde fiyatlarının günde 3 kez değiştirildiği günler hala halkın anıla- rındadır. Halk 50’lerdeki gibi bir Peron aramaktadır. Ancak % 5000’lere varan bir enflasyon yaşayan ülke parasının ne­resi artık dalgalanmaya bırakılacaktır. Kimsenin pesoya güveni yoktur. Ne ya­pılacaktır?

Bizim Derviş’le birlikte IMF’de çalış­mış olan Domingo Cavallo pesonun do­lara eşitlenmesinde bulur çareyi. Enflas­yonun yarattığı peso korkusu, ancak do­ların yarattığı pembe düşler dünyasından yatışabilecek olsa gerektir. Kimsenin gü­venmediği peso ancak dolar gibi tüm dünyanın güvendiği bir para biriminin şa­nı şerefi ile değer kazanacaktır. 1991 yı­lından itibaren I peso = I dolar politika­sı uygulanır. Aslında bu devalüasyon yağ­murundan kaçarken neo-liberalizm do­lusuna tutulmak gibi bir şeydir. Ücretler de dolara bağlı olunca Arjantin dışarı mal ihraç edemez duruma gelir. Batı ü- retim tekniğinin yüksekliği ile Arjantin tekniği aynı değerde değildir. Üretim di­ğer ülkelerden daha pahalı hale gelmek­tedir.

Özelleştirme ve dolara eşit peso uy­gulamalarının bilançosu ‘96 yılında 120 milyar dolardır. Yani hem tüm ülke ta­şından toprağına satılmış hem de bu ka­dar borcun içine düşmüştür. Neoliberal politikalarla vadedildiği gibi tüm hizmet­ler hiç de ucuzlamamış aksine halkın ya­rarlanma imkanlarının dışına çıkmıştır. Elektrik, telefon borçları ödenemez. Ö- zelleştirilen okullara çocuklar yollana­maz. Özelleştirilen hastanelere gidilip tedavi görülemez. Ne trenlere binilir, ne uçaklara. Öte yandan verimlilik artırmak adına işçilerin yarısı işten çıkarılarak ge­ri kalan yarısı 2 kat çalışmaya zorlanır. Yani bütün bu borçlara rağmen halkın yaşamında bir iyileşme değil, tam tersine bir kötüleşme yaşanmaktadır.

1998’de adı uluslararası yolsuzluklara da karışan Menem iktidardan gider, e- vinde göz hapsi yılları yaşamaya başlar. Devlet Başkanlığı’na Rua gelir. A rtık e- konomide hiçbir iyileşme yoktur. İhra­cat gelirleri borçların ancak 5’te birini karşılamaktadır. IMF’den gelen krediler­le borç taksitleri ödenmeye başlanmış­tır. Bunlar da yetmemektedir. Özel e- meklilik paralarına el konulur. Ücretler % 13 oranında azaltılır. Yerli bankalar devlet tahvili almaya zorlanır. İç borç­lanma çok artmıştır. Buna rağmen aylar­ca devlet memurlarının maaşları ödene­mez. Ordu paraları ödenemez. Yarım gün çalışmaya başlarlar. Bu kez bohç taksitleri önüne gelen her şeyi yemeye başlamıştır.

1999 yılından beri kimsenin Arjantin ekonomisine güveni yoktur. IMF sürekli olarak ihracatı artırmak için ‘finans poli­tikasına çekidüzen vermeye’ davet edil­mektedir. Bunun anlamı ortadadır. Pe­sonun değerini dolardan ayır ve yine

__ 46

Page 48: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

dalgalanmaya bırak. Devalüasyon yap. Halk bu nedenle tekrar dolara kaçmak­tadır. Bankalarda dolar hesapları açıl­maktadır. Zenginler paralarını dışarı ka­çırmaya başlarlar. Bugün yabancı banka kasalarında Arjantin’e ait 150 milyar do­lar olduğu söylenmektedir. Tam da dış borçlara denk düşen bir para miktarı.

İçeride bankalarda ise 45-60 milyar dolar paranın olduğu da tahmin edil­mektedir. Rua hükümeti işte 19 Aralık günü bu paralara el koyar. Bankadan pa­ra çekilmesi ayda 1000 dolarla tahdit e- dilir. Aslında bu paranın da IMF’ye öde­nebilmesi için atılacak son adımın bir öncesidir. Ya da artık 10 yıldır uygula­nan I pesonun I dolara eşit olmasının yükünden Arjantin burjuvazisi kurtul­mak istemektedir. Bunun bedelini halka yüklemek istemektedir. Dolarlara el ko­yup 10 yıllık devalüasyonu bir çırpıda ya­kacaktır. Halk ayaklanır. Zenginler para­larını zaten internet aracılığı ile borsa- lardan hisse senedi alarak kaçırmışlardır. Orta burjuvazi elindeki son dolarları kaybetmemek için sokaklara dökülür.

Arjantin bilindiği gibi futbolun anava­tanıdır. Arjantinlilerin futbolla yatıp fut­bolla kalktığı söylenir. Gol kelimesi de aynı bu ülkeden alınmıştır. Arjantinliler gollerin golüne golazo derler. Yani gol kelimesinin arkasına bir azo eki ekleye­rek bir katmerleme yaparlar. Cordoba kentinde halk ‘69 yılında ayaklanır. Ve devrin yönetimine karşı çok güzel bir di­reniş sergiler. Kentin adı o günden beri Cordabazo olmuştur. Arjantinli’ler 19 Aralık’taki direnişlerine de Arjantinazo diyorlar. Tercüme edersek Arjantin hal­kı hükümetlerine bir gol atmıştır. Ya da bu halk direnişi Arjantin’de herşeyi de­ğiştirecek, onu daha güzelleştirecek, o-

arjantinazo__

nu Arjantinliler’in Arjantin’i, Arjantinazo yapacaktır.

20 Aralık 2001 günü Arjantinazo dünya halklarına şunu duyurdu. IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, özelleştirme ve liberal politikalar halklara refah değil borç, yoksulluk, açlık, hastalık, cahillik getirirler. Bu politikalar karları özelleş­tir, borçları millileştir demektir. Neoli- beral politikalar halkların tüm birikimle­rini, ellerinde avuçlarındakini almakla kalmaz, ayrıca geleceklerini de ipotek al­tına alır.

Arjantin halkı bunu tüm dünyaya ilan etmekte ve Arjantinazo yoluna çıktığını duyurmaktadır. Başa Sua geçer. Arjanti­nazo doğrultusunda sözde bir takım ön­lemler açıklar. Çok kısa bir zamanda I milyon işyeri açacak, halka bedava yiye- cek-içecek dağıtacaktır. Ne devalüasyon ne de dolara eşitlenme çözümdür. Ü- çüncü bir para birimi çıkarılacaktır. Halk bu son maddenin ne demek olduğunu i- yi bilmektedir. Tekrar halk sokaklara dökülür. Bu kez devlet başkanlığına Me- nem’in yaveri Eduardo Duhalde gelir. Batı finans kapitalini çok kızdıracak halk taleplerine uygun bir program açıklar.

DUHALDE PROGRAMLARI

Bush ve AB’nin, Duhalde’nin banka­ların millileştirilmesi, fiyatların dondu­rulması, IMF borç ödemelerinin durdu­rulması taleplerine kızmalarında anlaşıl­mayacak bir yan yoktur. Duhalde, yerli orta burjuvaları koruyan, iflaslarında on­lara dolar borçlarını ödemede ayrıcalık tanıyan iflas yasası çıkarmıştır.

Ayrıca şimdi ortada açık bir gerçek­lik vardır. Peso-dolar eşitliği bozulmalı-

47 ---

Page 49: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

dır. 10 yıllık devalüasyon birden yapıla­caktır. Peki bu durumda bankalarda var olduğu söylenen 45-60 milyar arasındaki dolar ne olacaktır. Bir kez bu dolar, do­lar olarak geri ödenmemelidir. Pesonun değer kaybetmesinden doğan zarar ki­min hanesine yazılacaktır. Duhalde şu sözle iktidara gelmiştir: “ 100 bin doların altındaki miktarlarda I dolar 1.4 peso’ya eşittir.” Şimdi bunu kim ödeyecekti? Ay­rıca dolar borçları I dolar = I peso ba­zından borç olarak tahsil edilecektir. Pe­ki bu farkı kim ödeyecektir? Duhalde başta bu zararın çok uluslu şirketlere yazılmasının planlarını yapmaya başlar.

Bütün bu önerileriyle Duhalde, çok yönlü bir dış baskı altına alınır. Bush kar­şı çıkar, ispanya eski hükümet başkanı ö- zel olarak ricaya gider. Arjantin’e en çok yatırımı olan İspanya, kendi şirketlerinin üstünden yükün kaldırılması koşulunda I milyar dolarlık yardım önerisi ile gelir. AB dışişleri bakanları Brüksel’de “ tavsi­ye kararlan” alırlar. Bir yandan IMF, bir yandan Dünya Bankası baskı yaparlar. Tehditler başlar. Ülkedeki yabancı ban­kalar ülkeyi terk edeceklerini açıklarlar. Kısacası dünya finans kapital kurumlan bu kez Arjantin hükümetini top ateşine tutarlar. Tüm ilişkileri kesip yalnız bırak­makla tehdit ederler. Duhalde yumuşa­ma belirtileri gösterir. Devalüasyondan doğacak bedellerin işte şu şekilde öden­mesi, yok bu şekilde filan diye geri adım atmaya başlar.

Bu sırada Devlet Yüce Mahkemesi Rua hükümetinin aldığı banka mevduat­larının dondurulması kararını anayasaya aykırı bulur. Bu uygulamanın derhal kal­dırılmasını ister. A rtık bu bir rastlantı mıdır, nedir bilinmez; Duhalde ikinci programını açıklar. Ve Menem gibi po­

— yol----------------------------------------pülist politikası 180 derece dönüş yapar.

Millileştirmelerden vazgeçilir. Fiyatla­rın dondurulmasından vazgeçilir. Peso dalgalanmaya bırakılır. 100.000 dolara kadar olan hesaplar I dolar = 1.4 peso- dan, gerisi ise I dolar = I peso olarak ö- denecektir. Böylece nispeten az doları olanların hakları korunmuş olacaktır. A- ma temelinde tüm halka kazık atılmış ve 10 yıllık devalüasyon halka ödettirilme yoluna çıkılmıştır. Bu yazıyı kaleme aldı­ğımız sıralarda I dolar, 4 peso olmuştu. Yani bir ay içinde % 400’lük bir değer kaybı. Böylece enflasyonun yolu açılmış ve halk bir de bu yoldan soyulmaya baş­lanmıştır. Bu gidişle eskilerin % 5000’li rekorları kırılacağa benzer.

Zaten halk perişan haldedir. Nüfusun yarısı, 19 milyon insan zaten yoksuldur. Şimdi 15 milyon insanın da yaşam için gerekli ihtiyaçlarını alamadığı söylen­mektedir. Hergün 2000 kişinin yoksul­ların safına geçtiği, 10 çocuğun öldüğü söylenmektedir. Ücretler son zamanlar­da % 50 düşmüştür.

Ama Duhalde buna çözümü tekrar IMF kredilerinde bulmaktadır. Ülke bir kez daha neoliberal politikaların peşine takılmıştır. Tükürülenler tekrar yalan­mış, suçun neoliberal politikalarda değil uygulamalarda olduğu, Arjantin’de sivil örgütlenmelerin eksik olmasının da bu yanlış uygulamaları azdırdığı sonucuna varılmıştır. IMF de boyuna eskisi gibi re­form önerilerini sürdürmektedir. Du­halde son yaptığı reformlarla IMF kredi yolunun açılacağı umudunu besliyordu. Ama halkın ayaklanmadığını gören IMF ve ABD, daha da zorlayabilecekleri dü­şüncesine varmış olsalar gerek ki, Du­halde reformlarını yeterli bulmadılar. A-

Page 50: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Iışık olduğumuz şekilde “ sosyal harca­maları 7 milyar dolar kes, vergileri 4 mil­yar dolar artır” diyorlar. Bunların anla­mını bir ekonomist incelemiş, aynı mik­tarda vergi artırımı ABD için 400 milyar dolarmış. “Acaba Bush bu kadar vergi artırımını bir çırpıda yapabilir mi?” diye soruyorlar.

Latin Amerika geneli ve Arjantin ö- zelinde her şey aşırı uçlarda yaşanır. Bu bizdeki gibi koyu bir feodal baskı yaşama sonucu yoğurdu üfleyerek yeme alışkan­lığı olmayışlarından mı geliyor, yoksa ka­pitalizmin disiplinini yaşamadıklarından mı kaynaklanır bilinmez, ama her şeyi a- şırı yaşarlar. Bir 25 yıl içinde 150 milyar­lara varan borçlanma. Kılıfını bulmadan minare çalmalar. İnsan aklına durgunluk verecek % 5000’lere varan enflasyonlar ve sonra da I peso = I dolar. Şimdi de I ay içinde 180 derece değişen politik hat­lar. Bu gidişin sonu nereyedir? Arjantin halkı bir gol attı Arjantinazo oldu. Şimdi dünya finans kapitali ve ortaklarından bir gol yediler. Bunun adı nedir bilmiyoruz, ama acaba halk Arjantinazoların Arjanti- nazosuna hazırlanıyor mu? Şimdi biraz da halkları tanımaya çalışalım.

HALK ÖRGÜTLENMELERİ

Duhalde hükümetinin birkaç yıl için­de değil, bir ay içinde 180 derece dön­mesi, daha doğrusu dönebilmesinin ne­denlerini elbetteki, alttaki halk örgütlen­melerinde aramak gerekir. Halklar so­kaklara dökülüyorlar, devlet başkanları helikopterle kaçıyor ve sonra yerine ge­len hükümetin kararlarını beğenmiyor, onu da al aşağı ediyor. Sonra Duhalde iktidar oluyor. Programını bir ay sonra

en baştakilere yakın yapıyor ve bu kez ses yok. Sanki ayaklanan halkla şimdi se­sini çıkarmayan halk aynı değil gibi. Bu­nun nedenlerini sanırız halk örgütlen­meleri içinde aramak gerekmektedir.

Elbette çoğu sol çevreler Arjantin o- laylarına büyük umutlarla baktılar. Batı’- nın neoliberal politikalarına karşı bir halk direnişi nasıl ortaya çıkacak? Sosya­lizm yıkıldıktan sonra yeniden bir sosya­list ülke kurulabilir mi? Kurulabilirse ve eskiyi tekrar etmeyecekse nasıl bir şey olur? Kimilerine göre de günümüz A r­jantin’i hala devrimci bir durum yaşa­maktadır. Devrim hazırlığı içindedir. Öyleyse alttaki örgütlenmelere daha ya­kından bakmak uygundur.

a) SendikalarArjantin’de 3 sendika federasyonu

vardır. Birincisi resmi olan CGT’dir. İ- kincisi muhalif CGT’dir. Arjantin’de yo­ğun bir işçi sınıfı geleneğiyle bu sendika­ların grev yapmaları çok rastlanan şey­lerdir. Hatta genel grevler bile bir uç ol­ma özelliği taşır. Dünyada en çok grevin yapıldığı ülke Arjantin’dir. Arjantin’de herkes genel grevlerin ne anlama geldi­ğini çok iyi bilir. “ Bir taksi şoförüyle ko­nuşup sorun; ‘Bu genel grevle ilgili ne düşünüyorsunuz?’ diye. Hemen ‘Bürok­ratlar öfke atmak için kullanıyorlar.’ ya­nıtını alırsınız. Bunlar hiç aktif bir mobi- lizasyonun ya da fabrika işgalinin yapıl­madığı bir günlük eylemliliklerdir. İşve­ren bilir ve devlet de bilir ki, eğer bir günlüğüne birşey yapmazlar, karşı koy­mazlarsa ertesi gün herşey normale dö­necektir.” (internet, www.zmag.org)

Bu gelenek ve alışkanlık içindeki sen­dikaların 20 Aralık ayaklanmasında ol-

____________________arjantinazo__

49

Page 51: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

madıklarını tahmin etmek için kahin ol­maya gerek yoktur. Herkes onların o- laylar sırasında yataklarının altına sak­landıklarını bilmektedir. “Arjantinliler, bakacak yüzleri yok demektedirler.”

(a-g-y-)Üçüncü sendika federasyonu daha

çok memurlar arasında örgütlü CTA’dır.

“ CTA sendikaların içinde en radikal ve aktif olanıdır ve kamu çalışanları sen­dikası ATE şemsiyesi içindedir. İşsizler­le ve karakol kuranlarla bağlantılıdırlar.

“ Çok önemli yapısal sorunlar ortaya koydular. Ama hiçbir noktada kapitalist sistemi sorgulamadılar. Dahası militan eylemlilikler içine girip, sonra geri adım atıp pazarlığa oturma eğilimleri var... İş­çi sınıfı sorununun eylemden çok lafını yapıyorlar.” (a.g.y.)

Arjantin’de yoğun bir işçi sınıfı var­dır. Toplam çalışan nüfusun % 40’ı en­düstri işçisidir. Bu az bir rakam değil­dir. Ve ilginç olanı, bunlar gruplar halin­de bir arada işçi semtlerinde yaşarlar. Şimdi neoliberal politikalar sonucu bu işçilerin % 20’si işsizdir. Sendikaların bu duruma tavrı % 20’nin peşine takılmak­tır. Yani bu % 20'nin, ellerindeki çalı­şanların çıkarlarını savunmaktadır. El­bette bunda da şu anlamda anlaşılmaya­cak bir sorun yoktur. Neoliberalizm- den başka bir ufuk taşımayınca ya da kapitalist düzenden kopuşmayınca baş­kası da düşünülemez. Sendikaların sarı­lıktan kurtulmaları yaşanan sosyalist sistemin eleştirisinin yapılması ile ger­çekleşebilir. Böyle bir eleştiri ancak Marksizm’in de günümüz kapitalist üre­timi çerçevesinde yeniden gözden geçi­rilmesi ile mümkündür.

b) Sol ÖrgütlenmelerSendikaların dışında sol örgütlenme­

ler de 20 Aralık ayaklanmasında bir ön­cü yol oynamamışlardır. Marksist ve Troçkist sol partiler bireyler olarak o- laylara katılmışlar, bildiri ve gazetelerini dağıtmışlardır. Sol örgütler tüm dünyada olduğu gibi parçalıdırlar.

Arjantin Devrimci Komünist Partisi olayların içinde olmayışlarına bir gerek­çe daha eklemektedir. “ Devrimci hattı- mız vurucu güç içinde çalışma yürütme­den düşünülemez. Ordu içindeki bir ke­sim kazanılıp diğer gerici kesim pasifize edilmeden bir halk ayaklanmasının mümkün olamayacağını defalarca söyle­dik.” (Aufbau, Sayı 25, Mart 2002) Dev­rimci Komünist Parti, neden ordu içinde çalışma yapmamıştır ya da yapamamış­tır?

20 Aralık olaylarına baktığımızda o r­duyu göremeyiz. Ordu barakalarından çıkıp polis ve kolluk kuvvetleri yanında yer almamıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi ordu, Arjantin finans kapitali, ABD ve İngiliz finans kapitalleri ile et-tırnak gibidir. ‘76-‘83 yıllarında cunta yönetimi halkı orduya düşman ettirmiştir. Halka kan kusturmuş, madden de soyup soğa­na çevirmiştir. Yaptıkları yolsuzluklara karşı Peronistler iktidarda orduyu lağ- vetmemişlerdir elbette; ama maddi ma­nevi tüm yetkilerini ellerinden öylesine almışlardır ki kimi çevrelere göre Arjan­tin ’in savunması ortadan kalkmıştır. Ve son parasızlık döneminde ordu perso­neli % 50 çalışmaya başlamıştır. Yani o r­dunun arası halk kadar iktidarla da pek i- yi olmamıştır. Ama elbette nihai olarak iktidar ile ordunun çıkarlarının birleş­mesi kaçınılmazdır. Ancak son yaşanan

__ 50

Page 52: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

olaylarda Peronistler, orduyu halka kar­şı ya kullanmadılar ya da kullanamadılar, daha büyük bir olasılıkla halkın nefretini üstlerine çekmek istemediler.

Bu durumda özelde Devrimci Komü­nist Parti'değerlendirmesi ve genelde de tüm sol partilerin olayların gerisinde kaldıklarını söylemek sanırız yanlış ol­mayacaktır. Bizim ülkemizde devrimci­ler bir 12 Eylül yenilgisi yediler. Sonra üstüne bir de sosyalist sistemin yıkılma­sı gelince kendilerini toparlaması zorlaş­tı. Aynı şekilde Arjantin devrimcileri de cunta altında 30.000 şehit vermişlerdir. Devrimci siyasetler birinci olarak bu­nun, ikinci olarak da sosyalizmin hatala­rının altında ezilmektedirler. Kendilerini daha toplayamamışlardır.

c) Kaseterol HareketiBanka hesaplarının dondurulması 20

Aralık günü Kaseterol Hareketi’ni do­ğurmuştur. Aslında bu sol hareketlerin yapamadıklarını halkın kendi kendine yapmasıdır. Sanırız bundan da çıkacak sonuç, halk hareketlerinin ölmediğidir. Halklar hala yaşam koşulları kemiğe da­yandığında ayaklanacaktır. İster sol ö r­gütlere bağlı, isterse de bağımsız. Onla­rın öncülüğünde ya da öncülüğü olma­dan. Ama Kaseterol Hareketi böyle bir öncüsüz davranmanın sonuçlarını da göstermektedir.

Orjinal adı CACEROLAZO’dur. Ca- cerola büyük kazan demektir. Büyük lo­kantalarda kullanılan cinsinden. Sonuna azo ekleyince de en büyük anlamına gel­mektedir. Kazanların kazanı anlamına gelecek bir kelimedir. Yani dilimize çevi­rirsek kaseteroller kasetoreli. Kazanla­rın kazanı hareketi.

arjantinazo__

Bu hareketin anavatanı Şili’dir. Pinoc- het diktatörlüğüne karşı Şiii halkı aç ol­duğunu dile getirmek için tencerelerle sokaklara dökülmüştü. Şimdi Arjantin halkı aynı şekilde sokaklara döküldüler. Bunlar Arjantin orta sınıf burjuvalarıdır, yoksul halk kesimleri değildir. “ Toplan­tıya katılanların çoğu ideallerine ihanet eden, kendilerini kandıran politik parti­lerden bıktıklarını dile getiren gençler. Ancak içlerinde pek çok işsiz de var. İşi­ni kaybetmiş esnaf, emekliler, öğret­menler ve birçok meslek sahibi de bu toplantılarda aktif rol oynuyor. Çoğu daha önce böyle vatandaşa dayalı bir ey­lemlilik içinde bulunmamışlar.” (inter­net, commondreams.org) Bunlar banka­daki hesapları dondurulunca yoksullaşan burjuva kesimlerdir. İflas eden küçük es­nafından doktoruna, avukatına ve muha­sebecisine kadar herkes katılmaktadır. Ama bunların ortak noktası bankada do­lar hesaplarının olmasıdır. Ve şimdi ya las etmiştir ya da paralarına el konul­muştur.

“ ‘En az 20 kişi toplanınca toplantı yapılıyor. O mahallede oturan herkes bir oy ve bir sözle katılabilir.’ Köşe ba­şında durmuş eline de bir megafon almış kadın elindeki kağıttan okuyor. Yüzün üstünde mahalle sakini de çevrelemiş kadını dinlemektedir.

“ ‘Yürütme komitesi toplantıdan 15 dakika önce toplanıp komşuların verdiği önerilere göre gündem belirleyecek.’ di­ye okumasını sürdürüyor ve megafonu yanındakine iletiyor. ‘Burada kimse bir şeyleri kontrol etmiyor herkes sırayla konuşacak.’ ” (a.g.y.) 20 mahalle sakini­nin bir araya gelmesi ile oluşmuş mahal­le komiteleri halkın kurduğu örgütlen­melerdir. “ Sonra bunlar birer temsilci

51

Page 53: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

seçiyorlar ve bu temsilciler her pazar günü mahallelerarası toplantı yapıyorlar. Buralara 4000’in üstünde temsilcinin ka­tıldığı söyleniyor.”

Ayaklanmalar sırasında en çok duyu­lan slogan “ Bütün politikacılar defol- sun!” du. “ Biz seçim sırasında oy atmak­la tatmin olmuyoruz. Katılmak istiyoruz. Bizi de daha çok dinlesinler istiyoruz...” “ Politikacılarsız yaşayamayız, bu anarşi demektir... Bizi soyanları istemiyoruz. Onların yerine geçenleri yakından izle- yeceğiz.” (a.g.y.)

Bu grupların taleplerine bakalım. “ Girişimlerin çoğu emeklilere ve işsizle­re yardım etmek için gönüllüler ekibi kurmak ve hastane personelinin önerile­ri doğrultusunda yardım etmek. Ancak sorunları ulusal zemine çıkarmak öneri­si öncelikli. Mahalle toplantıları yasaların yapıldığı binaya bütçe konuşmaları sıra­sında bir yürüyüş düzenlemeyi düşünü­yor. Ya dolar birikimlerinin pesoya çev­rilmesini protesto etmek için banka merkezine yürümek ya da IMF temsilci­leri ülkeye geldiğinde onları protesto gösterileri yapmak gibi öneriler dile ge­liyor.” (a.g.y.)

Görüldüğü gibi bu burjuva halk ma­halle örgütlenmelerinin talepleri, banka­da dondurulan dolarlarının peso olarak ödenmesini protesto etme zemininde olmaktadır. Ve bunun düzenin temelle­rini sarsıcı bir yapısı yoktur. Elbette; a- ma giderek de radikalleşmektedirler. Ancak çok karışık örgütlenmelerdir ve çeşitli zaaflarla inmeli olmaları kaçınıl­mazdır. Herkesin tek oyla temsil edildi­ğinin ve kontrolün kimsenin elinde ol­madığının söylenmesi aslında örgütlülük­lere karşı duyulan bazı şüphelerin belir­

— yol----------------------------------------

___ 52 __________________________

tisi gibi yorumlanabilir. Ayrıca bunların içinde devlet yanlısı faşist gruplar vardır. Hatta 20 Aralık olayları sırasında bunlar halkı provoke etmişlerdir. Sanırız Du- halde hükümetinin bir ay içinde 180 de­rece dönebilmesinin altında bu mahalle löse örgütlenmeleri gerçeği ve Kasete- rol Hareketi’nin sırf tencereler tavalar vurup, düdükler çalarak dolaşmasında yatmaktadır. Sırf protesto zemininde kalmaktadırlar.

d) İşsizler Hareketi20 Aralık olaylarının militan gücü, o-

laylara damgasını vuran asıl bu harekettir. İşsizler Hareketi isminden de anlaşılacağı gibi eskiden işçi, şimdi işsiz olanların ö r­gütlü bir hareketidir. Ancak içinde eski işçiler kadar henüz hiçbir işte çalışmamış gençler de vardır. Kadınlar, hareketin % 60’ını oluştururlar. “ Daha ilginci eski en­düstri işçilerinin eşleridir. Bu işçilerin eş­lerinin yüksek katılımı ve militanlıkları kayda değerdir. Kocaları artık uzun işsiz­lik dönemi sonucu moralini neredeyse tamamen yitirdiği için aile sorumluluğunu daha çok üstlenmektedirler. Kocalarını grev alanlarına çağıran ya da iş elde et­mek için daha çok eyleme katılmaya zor­layan onlardır. Çünkü eğer yol kesme ey­lemi sırasında orada bulunmazlarsa komi­te toplandığında iş alma hakları da yok demektir.” (www.zmag.org)

Hareket nasıl başlamıştır? “ Özelleş­tirmenin sokağa attığı, üretim deneyi o- lan, bir fabrikada çalışmış ama şimdi işsiz olan işçilerin sorunlarını duyurmak ama­cıyla ortaya çıktı.

“ Bu son harika başarılar birkaç yılın sabırlı ve genellikle de karmaşık örgüt­lenmeleri üstünde yükseliyordu. İşsizler

Page 54: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

belediyelere, devlete ve federal hükü­metlere dilekçeler gönderdiler. Barışçıl olarak gösteriler yaptılar. Ancak bu tak­tiklerinden bir sonuç alamayınca daha direkt eyleme geçtiler. Devlet, belediye binalarını işgal etmeye, zaman zamanda ateşe vermeye başladılar. Yolları kapat­mak ve kitlesel karakol kurmak eylemle­ri ülke içindeki Cutrol Co ve Plaza Hu- incal kentlerinde 1996 Haziran ve tek­rar 1997 Nisan aylarında başladı. Bu gösteriler binlerce kişiyi işten çıkartma­lara ve fabrika kapatmalarına karşı ö r­gütledi. 1990’ların sonuna gelindiğinde kitlesel yol kesmeler Buenos Aires’in iş­çi sınıfı varoşlarında yaşanmaya başladı. Buralarda özelleştirilmiş elektrik santra­li ve dağıtım şirketlerinin yolladığı yük­sek elektrik faturalarını ve bu faturaları ödeyemeyen işsizlerin elektriklerinin kesilmesi protesto ediliyordu. 2000’lere gelindiğinde eskinin zengin petrol çıka­rım kentleri Neuquen ve General Mos- coni de kitlesel gösteriler başladı. Özel­leştirme iş alanlarının kapatılmasına ve kitlesel işten çıkarmalara karşı devlet al­ternatif iş alanları açma sözünü IMF’ye borç ödemek için bütçe kısıntıları yaptı­ğından yerine getiremeyince yapıldı.” (monthlyreview.org )

İşsizler Hareketi’nin örgütlenmesi ‘96 yılında, yani özelleştirmelerin sonuç­larının alınmaya başlamasına denk düşer. Hizmetlerin bu nedenle pahalılanması ve kitlesel işten çıkartmalara karşı bir ey­lem olarak başlamıştır. Ve de ancak legal zeminde dövüşmesinin bir sonuç ver­memesi ile de şiddete kaymaktan başka seçeneği kalmamıştır. Daha sonra 2001 Eylül ayında hareket ulusal kongresini yaparak ulusal çapta bir örgütlenme ol­duğunu tüm dünyaya duyurmuştur.

İşsiz İşçiler Hareketi (İİH)’nin teme­linde herhangi bir sendika ya da siyaset yoktur. Genellikle belediyeler çerçeve­sinde merkeziyetçi olmayan bir anlayışla örgütlenirler.

“ Her belediyenin kendi sınırları için­deki tek tek varoşlar olarak örgütlüdür­ler. Her bir varoş alanı da büyüklüğüne göre çeşitli bloklardan oluşabilir. Her bloğun kendi gayri resmi lideri ve ey­lemcileri vardır. Her belediye tüm aktif eylemcilerinin katıldığı genel kongreyle örgütlenirler. Bu kongrelerde politika belirlenir. Talepler ve yol kesmelerin örgütlenmesi, tüm aktif üyelerin katıldı­ğı genel kongrede ortak olarak yapılır. Bir otoyol ya da merkez yolun kesimi hedeflendi mi, kongre bloklar arası des­teği de örgütler. Yüzlerce, hatta binler­ce kadın, erkek ve çocuk bu yol kesme­ye katılırlar, çadırlar kurulur, yol kenar­larına çorba mutfakları açılır. Eğer polis tehdit ederse, yüzlerce insan bölge va­roşlarından akın ederler. Eğer hükümet görüşme kararı alırsa, hareket görüşme­lerin tüm yol kesenlerin ortasında yapıl­masını talep eder. Kararlar eylem yerin­de ortak kongrede alınır.” (a.g.y.) Elde edilen işlerin ya da yiyecek paketlerinin dağıtılması hekesin eyleme katılış dere­cesine göre yapılır. Herkes eyleme katı­lış biçimi ile puanlar alır ve bunların top­lanması da ganimetin paylaşımında temel ölçüdür.

Yıllardır bu yol kesme eylemleri ba­şarıyla devam etmektedir. İİH’nin ne tür talepleri olduğunu görelim.

“ İşsizler Hareketi’nin yerel yönetim­lerin denetiminde devletin finanse ettiği istihdam alanı gibi acil taleplerinin dışın­da şunlar bulunur: Yiyecek paketleri da­

_____ ______________arjantinazo__

53

Page 55: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yolğıtımı; tutuklanmış yüzlerce işsiz milita­nın serbest bırakılması; su, yol ve sağlık hizmeti olanakları gibi kamu yatırımları, istihdam talebi, karın tokluğuna geçici bir iş dışında geçim sağlayıcı kalıcı bir iş­te olabilir. General Mosconi’de hareke­tin liderleri 300’ün üstünde proje geliş­tirdiler. Bunların bir kısmı başarıyla işle­mektedir. Taleplerde yiyecek dışında fı­rın, organik bahçeler, su arıtma tesisleri, mahalleye ilkyardım kliniği kurulması gi­bi birçok başka proje de vardır. Bir an­lamıyla kent, bu yerel işsizler komiteleri tarafından yönetilmektedir. Yerel bele­diye kenara itilmiştir. Bazı işçi mahallele­rinde İşsizler Hareketi sözde kurtarılmış bölgeler yaratmışlardır. Çünkü bunların gücü ve hareket yeteneği yerel yetkilile­rin ya elini koluna bağlamakta ya da on­lardan daha üstün çıkmaktadırlar ve devlete ya da federal iktidara söz konu­su konuda meydan okumaktadırlar. Sı­nırlı ölçüde de olsa yaratılan ‘paralel e- konomi’ işsizlerin kendileri ve çevrele­rindeki insanların yaşamlarını kendi ken­dilerine yönetebilecekleri yeteneğini göstermekte olduğundan halkın desteği­ni de kazanmaktadır.” (a.g.y., s. 10)

Görüldüğü gibi varoşlarda halk kendi idarelerini kurmaya başlamakta yerel ve federal yönetimlere meydan okumakta­dırlar. Tutukluların serbest bırakılması talebinden de anlaşılacağı gibi elbette za­man zaman çatışmalar olmaktadır. An­cak devlet çatışmanın kenar mahalleler­den gelecek akın akın destekle ufak çap­lı bir iç savaşa dönüşmesinden korkmak­tadır. Sonuçta bu hareketler giderek yaygınlaşmakta, talepleri gelişmektedir.

Talepler güncel ihtiyaçlardan çıkmış­tır. Eylül 2001 ’in başında 2000’in üstün­de delege, sendikacı, öğrenci, sanatçı ve

___ 54 _______________________________________

NGO gruplarının katıldığı Matanza ve La Plata’da iki ulusal toplantı yapıldı. Bura­da şu ortak kararlar alındı:

“ Eylemlerin bağlantısını artırmak, fi­kir alışverişinde bulunmak, ulusal bir program oluşturmak ve bunun için mü­cadele planı yapmak.” (a.g.y., s. I I)

Bu toplantıda 6 tane acil talep belir­lenmiştir. Kemerleri sıkan devlet politi­kasının kaldırılması, polislerin ateş aç­masının yasaklanması, her işsize yiyecek yardımı ve küçük köylülüğe ödeme ya­pılması gibi konuları içerir.

“ Kongre eylül ayında taleplerine des­tek sağlamak için iki tane ulusal bazda yol kesme eylemi gerçekleştirdi. Kongre ay­rıca 5 tane stratejik hedef belirlemiştir. (I) Hileli ve yasadışı dış borçların öden­memesi, (2) Emekli ödentilerinin kamu kontrolü, (3) Bankalar ve stratejik ko­numdaki işletmelerin yeniden millileşti­rilmesi, (4) Küçük çiftçilerin boçlarının affı ve ürünlerine uygun koşullarda fiyat ödenmesi, (5) Açlığa yol açan rejimlerin ve politikacıların indi hindisine son veril­mesi. Kongre aktif bir 36 saatlik genel grev ve yasadışı Central de Trabajadores Argentinos (CTA) sendikası ile koordi­nasyon sağlayacak ulusal kongre çağrısı yaptı.” (a.g.y., s.l I)

Görüldüğü gibi İşsiz İşçiler Hareketi ulusal bazda örgütlenme, ortak eylemler yapma kararı ve eylemliliği dışında önem­li bir adım atmış, güncel taleplerin dışında ulusal talepleri önüne koymuştur. Ancak ulusal talepleri koyuşu ve örgütlülüğünü yükseltme isteği 20 Aralık ayaklanmasın­dan yaklaşık üç ay öncedir. Ve bu anlam­da erken yakalanıldığını ya da gerekli se­viyede bir örgütlülük ağı örülemediğini söylemek yanlış olmaz sanırız.

Page 56: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

İİH'DEN veKASETEROLCULARDAN ÇIKAN BAZI SONUÇLAR

Sosyalizm yıkılalı bir on yıl geçti. Ka­pitalizm neoliberalist ve global politika­larla dünyamızda cirit atıyor. Halklar i- nim inim inliyor. Kimse memnun değil, ama buna karşı iktidarı devirmek seviye­sinde baş kaldıran yok. Elbette bu ola­cak, ama acaba açılışı kim yapacak? Kim şu dünyada kapitalizme ‘Yeter be karde­şim!’ diyecek? Kim öncü olacak? Hangi kıtadan gelecek? Yoksulun yoksulu A fri­ka kıtasından mı? Yok yok, sömürünün katmerleştiği, yoksulluğun en dizginsizi­nin yaşandığı Asya kıtasından mı? Yok canım, bu olsa olsa Latin Amerika kıta­sından mı çıkar? Acaba Arjantin olur mu? Arjantin halkı acaba bunu yapabile­cek mi?

Belirleyici olan halk hareketleri. Bu anlamda Arjantin halk hareketleri ikti­darın alınması anlamında yeni bir şeyler öğretiyor mu? Öyle ya sosyalist sistem varken bir devrim gerçekleşmesi bir şey, onun yıkılmasından sonra gerçek­leştirmek başka şey. Bu anlamda Arjan­tin halk hareketlerine dışarıdan baktığı­mızda temel belki bazı tespitleri yapmak mümkündür.

I. Politikleşmeİlk olarak görülen en önemli olay

herhalde halkların politikleşmesidir. Bi­zim ülkemizde de olduğu gibi dünya halklarında politikadan soğuma vardı. Burjuva politikalarının, halk kitlelerinin çıkarına bir şey getirmediğini gören halklar ilk önce kendi partilerini kur­muşlardır. Ama uzun bir süreç içinde sol

partilerin burjuva politik arenasından ‘püskürtülmeleri’ sonucu, zor sonucu halklar kendi çıkarlarını savunan parti olmayınca, bu doğrultuda dövüşenler zindanlarda çürüdüğü için halklar politi­kadan uzaklaşmışlardır. Kitleler apolitik- leşmiş, daha doğrusu ölmemek için apo- litikleşmeye, politikayla uğraşmamaya başlamışlardır. Basın-yayın, eledeki tüm araçlar bu doğrultuda propaganda yap­maktadırlar. Politika öcü, kaka ve pistir. Sonuç bu işe karışmama olmuştur. Bırak ne halleri varsa görsünler. Burjuvazi boş politika alanında at koşturmuştu. Hele sosyalizmin yıkılmasından sonra da bir­birlerinin pisliklerini ortaya dökmede sanki yarıştılar. Tüm dünyada burjuva politikacılarının üç kağıtçılıkları, rüşvet yemeleri, tüm pislikler hepsi ortaya dö­küldü. Halklar politikadan soğudukça soğudu. Tüm dünyada seçimlere katılma oranları düştü. Halkların güvenleri sar­sıldı. Ama buna rağmen bir türlü de ken­dilerini savunacak partileri kurup des­teklemek doğrultusunda kararlı olama­dılar. Korktular.

Ama işte bu anlamda Arjantin halkla­rına bakarsak halkların kesinlikle tekrar politikaya dönmekten başla seçeneğinin olmadığını anladıklarını görüyoruz. Daha doğrusu eğer aç kalmak istemiyorlarsa, bu işe el atmaları gerektiğini ve bu kara­rı vermeleri gerektiğini anladıklarını gö­rüyoruz. Politika insanların yaşamlarını belirleme uğraşı, yaşamın bir parçasıdır. Eğer bu görevi yerine getirmezsen ken­di kaderini başkalarının eline bırakıyor­sun demektir. Halkların bilinçlenmeye a- dım atması ve bundan kaçış olmadığını görmesi ve bundan zevk almayı öğren­mesi demektir. ‘İnsan politik bir hayvan- dır’ın gerçekleşmesidir.

___________________ arjantinazo__

55 ---

Page 57: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Arjantin halkı politikayla uğraşmazsa ölümünü görmektedir. Demek ki artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Ya da genel­lersek bıçak kemiğe dayandığında halklar politikleşmektedirler. Sokağa dökülmek bu işin başlangıcıdır.

Yoksul halklar politikleşin!

2. Örgütlenmeİkinci olarak politikleşme bir örgütlü­

lük demektir. Arjantin halkı örgütlenme peşindedir.

ilk örgütlenmeye başlayanlar ilk so­yulanlardır: İşsiz İşçiler Hareketi!

Bu nedenle doğmuştur. Onlar eğer aç kalmayacaklarsa örgütlenmek ve ö r­gütlü davranmak gerektiğini zorla öğ­renmişlerdir. Sorun iş bulmaksa ortak karar alınır. Eylem planlanır ve gerçek­leştirilir. Eyleme katılanlar iş elde eder­ler. Örgütlenenler aç kalmaktan kurtu­lur. Bunun başka yolu yoktur. Örgütsüz- lük ölüm demektir.

Bugün finans kapital dünyanın en ö r­gütlü gücü. Devletinden basınına, banka­larından borsalarına, ordusuna kadar herşeyiyle örgütlü. Halkları, karşısında zayıflatmak için örgüt düşmanlığı yapı­yor. Son örgütlenmelerde buna itiraz ettiği için zindanlarda çürütülüyor. Ve halkı politikasız, örgütsüz bıraktığı içinde onlara istediğini yaptırtıyor, kemikleri­ne, iliklerine kadar soyuyor.

Ne yazık ki solun bu dediklerini halk­lar ancak acı deneylerle öğreniyorlar. Arjantin orta burjuvazisi 20 Aralık ban­ka hesaplarının dondurulmasına ilk tepki olarak, örgütlenme ihtiyacını yerine ge­tirmeye çalışıyor. Burjuva mahalleler mahalle örgütlenmeleri kuruyorlar. Ha­

— yol----------------------------------------yatlarında ilk defa mahalle komitesi için­de yer alıyorlar. Bölge komiteleri, ulusal komite, ulusal kongre, gündem, herkese eşit oy ve söz hakkı gibi kavramlarla kar­şı karşıya gelmektedirler.

Sonuçta Arjantin’de görüldüğü şek­liyle de halkların canlarını korumaya karşı ilk tepkisi örgütlenme olmaktadır. Örgütlülük modern toplumun birincil ihtiyacıdır. Halklar gene bıçak kemiğe dayanınca örgütlenmenin değerini ve gerekliliğini anlamaktadırlar.

Ancak şimdi örgütlülüğün kalitesi gi­bi sorunlarla karşı karşıyadırlar. Örgüt­lülük hem çok basit hem de çok zor bir iştir. Bütün bunlar bir gün içinde derin­liğine sağlanacak işler değildir. Ve şimdi görüldüğü kadarıyla da geç kalınmış yani hazırlıksız yakalanılmıştır. Halklar ne ka­dar erken bunu kavradılar ve çıkarlarına uygun örgütlülük içine girdiler, o kadar iyidir.

Yoksul halklar örgütlenin!

3. Ve diğerleri...Politikleşme ve örgütlenmenin he­

men arkasından elbette işler derinleş­meye başlamaktadır. Örgütlülük, ama hangi prensipler içinde?

Elbette demokratik. Halklar bunda hemfikirdirler. Herkes bir ağızdan de­mokraside hemfikirdir. Ama nasıl bir demokrasi?

Kaseterolcular burjuva demokrasisi­ne, yani temsili sisteme itiraz ettiklerini dile getirmektedirler. 4 yılda bir oy atıp sonra kendisini kimin temsil ettiğini, na­sıl temsil ettiğini, oylamalarda el kaldır­dığı ya da kaldırmadığı zaman gerçekten halkın çıkarını mı, yoksa kendi çıkarını

56

Page 58: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mı düşünerek davrandığından kuşkusu­nu dile getirerek bujuva demokrasisini sorgulamaya başlamıştır. Onun kendile­rine hizmet etmediğini anlamış, tüm burjuva politikacıları lanetlemektedir. Onların hiçbirine en ufak bir güven duy­mamaktadır. İyi de nasıl bir demokrasi? Arada sanki bir fark gelişmektedir.

Modern üretim iki sınıf yarattığına göre iki sınıfın kendisine göre demok­rasi anlayışı vardır. Burjuva demokrasi­si ve proleterya ya da işçi sınıfı demok­rasisi. Eleştirilen burjuva demokrasisi­dir. Arjantin halkı burjuva demokrasisi istemiyor. Ama proletarya demokrasisi istiyor mu? Canım başka alternatif yok mu? Anarşizm? Yok onu da istemiyor­lar.

Şimdi işler buraya gelince atılması gerekli ikinci adım karşımıza çıkıyor. E- ğer başka bir alternatif yoksa, o zaman işçi demokrasisine bakmak zorundayız. Ama işte ne yazık ki 1917 Devrimi’nin işçileri iyi bir örnek veremediler. Eğer böyle diyorsak o zaman demek ki bir yanlışlık arama peşindeyiz.

Uzatmayalım. Arjantin halkı burjuva demokrasisini lanetleyerek sosyalist demokrasiye istese de istemese de a- dım atmıştır. Ama önce eskinin yanlışı­nı bulduğu taktirde yaşayabileceğini bil­mektedir. Ve de bunun korkusu ürkek­liği ile yeni bir yoldadır.

Demokrasi kavramı ile eşitlik kavra­mı madalyonun iki yüzüdürler. Eşitlik görüldüğü kadarıyla İİH içinde peşinde koşulan bir değerdir.

Herkesin emeğinin karşılığını alması bazında bir eşitlik uygulanmaya çalışıl­maktadır. Ama bu yine de bazı değerle­ri gözardı etmeden.

_____________________arjantinazo___

“ Devlet fonlu geçici iş kotası talebi kabul ettirildikten sonra işlerin bölüşü­mü kolektif kararlarla ailenin ihtiyaçla­rına ve yol kesme eylemine katılımdaki eylemliliğe göre yapılmaktadır. Eğer el­de edilen iş sayısı işsiz sayısından az ise rotasyon sistemi uygulanmaktadır. Ka­rakol kuranların her biri devletle pazar­lıkta bulunurlar, çünkü iş dağıtmaya başlarlarsa aile dostları, arkadaşlar ve diğerleri kayırılmakta ve herkes kendi­sini liderlik konumuna getirmeye çalış­maktadır ve bizzat bu hareketin kendi­sini yozlaştırmaktadır.” (internet, monthlyreview.org)

İş dağılımı ya da ganimetin paylaşımı herkesin bileğinin hakkıyla kazandığı bir olaydır. Birilerini kayırma insan doğa­sında vardır. Belki de basit insan duygu­sunun kendisini ortaya koyuşu temelin­de güzel bir doğallıkta olabilir. Ama bir hareketi yozlaştırmamak için buna kar­şı önlem alınmalıdır. İİH bunu yapmak­tadır. İlk olarak herkes emeği karşısın­da eşitlenmektedir. Herkes verdiği e- mek ile ürüne ortak olmaktadır. Elbet­te uzun süredir işsizlik, hastalık vs. gibi değerler dikkate alınmaktadır.

Kaseterolcular ya da mahalle örgüt­lenmeleri daha geri, daha yüzeysel dü­zeyde ve içinde burjuva pislikleri taşı­yan örgütlenmedir, elbette bu işin çok başındadırlar. İİH içine baktığımızda da daha derinlemesine tartışmalar olması olasıdır. Ulusal kongrelerini yapmış o l­maları böyle bir olasılığı artırmaktadır. Yani artık bölgesel zeminde değil ulus çapında sorunlarına çare arayıp bulma uğraşındadırlar. Ama henüz örgütlen­melerin sosyalist bazdaki derinlikleriyle ilgili bilgi yoktur.

--------------------------------------- 57 —

Page 59: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

4. Deklaselik (sınıf dişilik)İşsiz İşçiler Hareketi adı üstünde işsiz

işçilerden oluşmaktadır. Marksist term i­nolojide bunlar lümpen, dejenere, dek- lase, yani sınıf dışı unsurlardır. Ve Mark­sizm, sosyalizm mücadelesini üretim i- çinde olan işçilerle verir. Ancak onlar ü- retimi ellerinde tuttukları için işçi iktida­rını kurabilirler. Diğerleri lümpendirler. Disiplinleri yoktur.

Oysa Arjantin’de İİH Hareketi 20 A- ralık’ta ve daha öncelerinde örgütlü dav­ranışlarla devleti sarsıcı eylemlilikler göstermiştir. Ulusal zeminde örgütlülük yoluna çıktılar ve bu düzeyde taleplerle karşımıza çıkıyorlar.

Brezilya’da Topraksız Köylü Hare­keti ve Arjantin’deki İİH içinde I I yıldır çalışan James Petras, Marksist teoriyi e- İeştiren bu soruyu sorduktan sonra ya­nıtlıyor:

“ İşsizlerin yol kesmesi endüstri işçisi­nin üretim kayışında makinaları durdur­masıyla aynı işlevi görmektedir: Biri ka­rın gerçekleşmesini, diğeri değerin yara­tılmasını engellemektedir... Deneyler yeni kitle hareketlerinin mücadele yürü­tebileceğini, şiddete karşı durabileceğini ve geçici ve acil tavizler koparabileceği­ni göstermiştir... Ulusal koordinasyon komitesinin kurulması ve köylüler ve küçük çiftçiler arasında da benzer ulusal düzeyde örgütlenmelerin olması yerel hareketlerin ulusal hale gelebileceklerini ve devlete karşı çıkacak bir potansiyel taşıdıklarını göstermektedir.” (internet, monthlyreview.org)

Hiç şüphesiz James Petras doğru bir konuya parmak basmaktadır. İİH, yani işsiz olmalarına karşın gerçekten Arjan­tin burjuva devletinin temellerini sarsıcı

— yol----------------------------------------eylemlilikler içindedir ve bu olgu gide­rek gelişmektedir. Ancak Petras’ın ken­disinin de zaman zaman değindiği gibi bu işçiler zaten endüstri işçisi olmanın ne olduğunu bilen işçilerdir. Hatta bazıları eskiden sendika içinde bile çalışmışlar­dır. Ve bu deneylerini gençlerle paylaşa­rak yol kesme eylemlerini gerçekleştir­mektedirler. Yani geçmişlerinde bir işçi­lik deneyi vardır. İşçilerin disiplini ve ö r­gütlü çalışmasını bilmektedirler.

1900’lerin kapitalist üretimi ile günü­müzün robotlu, bilgisayarlı üretimi ara­sında dağlar kadar fark vardır. Elbette ö- zel mülkiyet temelinde bir değişiklik yoktur, ama sömürü biçimi çok değiş­miştir. Bu nedenle Marksizm’in temel taşları günümüz koşullarına doğru daha geliştirilmelidir. İşsizliğin artması ve ö- zelleştirme politikaları görüldüğü gibi kitlesel işten çıkarmalara yol açmakta­dır. Merkezlerde işsizler sosyal şemsiye altındadırlar. Ancak bunun olmadığı merkez dışı ülkelerde sürekli işsizlikler ve iş bulma umudunun kalmaması işsiz­leri alternatif çözümler bulmaya itmek­tedir. Arjantin’deki şekliyle devletten zorla iş isteme ya da yiyecek paketi gibi şekillerde kendini göstermektedir.

5. SendikalarJames Petras İİH’yi incelerken sendi­

kalara da değinmektedir.

Daha 1945 yılında, Peron sendikaları devlet güdümüne almıştır. Arjantin fi- nans kapitali daha o günden sendikal mücadeleyi kendi düzeninin çarklarına sıkıca bağlamıştır. Ancak şimdi bu sendi­kalar işsizleri kendi bünyeleri içinde ör- gütleyememekteler ve o işsizler düzen­lerini sarsıcı hale gelmektedirler.

Page 60: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

“ İşsizler Hareketi, alttan yukarıya doğru ve varoşlarda yüzyüze örgütlenir. Sendika bürokrasisi aidatlarını ödeme­yen işçilerle ilgilenmezler ve örgütlenir­ken ‘profesyoneller’ yollarlar. Sonuçta işsizlerin güvenini kazanmazlar ve onları örgütlemekte daha az başarılıdırlar. İkin­ci olarak İşsizler Hareketi yatay bir yapı­ya sahiptir ve liderleri ve sempatizanları aynı kesimden gelirler ve toplantılarda eşit olarak tartışırlar. Sendikalar dikey örgütlenmelerdir ve üst bürokratlara sadık olan kişiler bazında yapılanırlar ve çoğu işverenlerle karşılaştırılabilecek düzeyde maaş alırlar. İşsizler Hareketi direkt eylem yapar ve açık toplantılarda pazarlık kolektif olarak yapılır. Sendika elitleri sembolik protestolarla uğraşır ve devlet ya da işverenlerle kapalı kapılar arkasında pazarlık yapar ve işçilerin ana ihtiyaçlarını pek dikkate almayan anlaş­malar imzalarlar. Sonrada anlaşmayı ü- yelere ‘satarlar’ ya da dayatırlar. Sonuç­ta İşsizler Hareketi’nin liderleri sempati­zanların güven ve desteğini kazanırken sendika patronlarına devlet ve işveren­lerle işbirliği içinde olanlar olarak bakıl- masalar bile kendilerine güven duyul­maz. (internet, monthlyreview.org)

Bu alıntı bize İİH ile sendikal hareket arasındaki örgütlenme farkını çizmekte­dir. Neden işsiz işçiler sendika çerçeve­sinde örgütlenmemekte ve başka bir ö r­gütlülük aramaktadırlar. Sendikalar işsiz­lerle ilgilenmezler. Onların hiyerarşik yapıları vardır. Eşitlik yoktur. Sendika li­derleri işveren gibi olmuşlardır. Çok maaş alırlar. Yani satılmışlardır. Kendi bencil ve işveren çıkarlarını nihai olarak temsil ederler. Sendika tepesinin çıkar­larına hizmet eden eylemlilikler haline gelmiştirler.

“ Hiçbir sendika patronu varoşların çamurlu, düzensiz yollarından geçip, buz kesen ya da cehennem sıcağındaki top­lantı yerlerine gidip, ağlayan çocuklar, derhal yiyecek talep eden kadın militan­lar ya da küreselleşme ve işsizlik konu­sundaki derslerden canları sıkılmış genç işsizler arasında toplantılara katılmaktan hoşlanmaz.” (a.g.y.)

“ Hiçbir sendika patronu elinde sa­pan, karşısında sahici mermilerle, yanan araba lastiklerinden barikatların arkasın­da durmaz. Bunun yerine kemer sıkma politikalarının nasıl yumuşatılabileceğini ve böylece programın uygulanabileceğini tartışabilecekleri bir üçlü komite kur­mak için İş Bakanı’ndan yarım saatlik bir randevu ayarlamayı yeğler.” (a.g.y.)

Yazımızın başında 20 Aralık olayları i- çinde sendikaların olmadığını söylemiş­tik. Sendikalar ve içlerindeki işçiler bu­radan da anlatıldığından çıkarılabileceği gibi toplumun ayrıcalıklı kesimi haline gelmiştir. Günümüz yaşam koşullarında ne koşullarda olursa olsun çalışıyor ol­mak bir ayrıcalıktır. Çalışıyor olmak iyi koşullarda yaşıyor olmak demektir. A r­tık işçi sınıfının koşullarından daha kötü koşullarda yaşayanlar da vardır. Elbette buna ne kadar yaşamak denecekse, ya­şamaktır.

Marksizm’in teorisinin yapıldığı yıllar­da Marx, işçileri zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlar olarak tanımlar. Ve de o dönemde işçiler ger­çekten bir lokma ekmeğe saatlerce çalı­şırlarmış. Bugünkü işçiler yılların sınıflı mücadelesinde yığınla haklar elde etmiş­lerdir. Elbette merkez işçileri ve geri ül­keler işçileri yaşam koşulları arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak her iki

______ _____________ arjantinazo__

--------------------------------------- 59 —

Page 61: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

durumda da işçilerin yaşam koşulların­dan daha kötü durumda olanlar vardır. Elbette örgütlülük sonunda işçiler kapi­talist üretimden elde ettikleri paylarını artırmışlardır. Elbette kardan aldıkları o- ranın yüzdesinden söz etmiyoruz.

Bütün bunlara bir de son globalleşme ve neoliberal politik uygulamaları katar­sak ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Arjantin bunun en çarpıcı örneğidir. İşçi sınıfı yarı yarıya azalıyor. Çalışan nüfus i- çinde % 40 olan işçi sınıfı % 20’ye düşü­yor. Biz solcular özelleştirmelerin yok­sulluk getireceğini hep söyledik. Üçüncü Dünya Ülkeleri sanayileri merkezlerin ÇUŞ üretimi altında dayanamıyorlar. İf­las ediyorlar. İşçiler sokaklara dökülü­yorlar. Nasıl bir zamanlar traktörler, bi­çerdöverler kırlara girince kırlarda yok­sul köylülük iflas edip kentlerin kenarla­rında varoşlar kurdularsa, şimdi aynı şe­kilde ÇUŞ’lar sınırların inmesi ile Üçün­cü Dünya Ülkeleri’ne giriyorlar ve bura­daki fabrikaları kapattırıyorlar. İşçiler u- lusal sınırlara takıldığından dışarı çıkamı­yorlar, kentlerde kalıyorlar ve İİH’ler doğuyor.

Eskinin kır işçileri işçi sınıfının deney­lerine, disiplinine sahip değildiler. Onlar geri bir üretim biçiminin kalıntıları gibiy­diler. Ama şimdi kent varoşlarındaki iş­siz işçiler modern üretime çok yabancı değillerdir. Bu anlamda da burjuva dev­letini sarsıcı eylemlilikler içine girebilir­ler. Bunun elbette ayrıntılı şekilde ince­lenmesi ve Marksizm içinde teorikleşti­rilmesi gerektiği görüşündeyiz.

Öte yandan da özelleştirme ve glo­bal politikalar işi olan işçileri sanki bur­juvalar haline getirmiştir. İşte kalmak demek bir ayrıcalık olmuştur. Burjuva

— yol----------------------------------------

__ 60 __________________________

politikalar işten çıkarılanlarla işte kalan­lar arasında bir fark koyarak işçileri ken­di saflarında tutmaya çalışıyorlar.

Ya da bunu modern üretim biçiminin doğurduğu başka bir sonuçla açıklamak mümkündür. İşverenleri işveren yapan yalnız sermayeleri değildir. Onlar aynı zamanda üretimin işçiler tarafından bi­linmez örgütlenmesine de hakimdirler. Ancak günümüz modern üretiminde bil­gisayarlar ve robotlar işverenleri işve­ren yapan bu özellikleri işçilerin bilgisine de açmıştır. Yani işverenlerin elindeki kendilerinin yokluğunda üretimi sekteye vurduracak özellikler şimdi işçi sınıfının da bilgisi içindedir. Bunun doğurduğu sonuç ise işçilerin daha yetkin ve bilgili olmasıdır. Ve ayrıca günümüz koşulla­rında zaten işverenler yoktur. Yönetim kurulları vardır. Bunlarda zaten üretim­den kopuk, üretileni idare eden konu­mundadırlar. Eskinin mülk sahibi, fabri­kasının başında sürekli durup denetim yapan fabrika sahipleri yoktur

Bu gelişim işçilerin üretimdeki gücü­nü çok artırmıştır. Yani artık işverenler ya da yönetim kurulları olmasa bile üre­tim süreci aksamadan devam edebilir. İşverenlerin ya da yönetim kurullarının bütün yaptıklarının belki de daha alasını işçiler yapabilirler. İşverenler de elbette bu değişimin farkındadırlar. Ve bundan sonsuz derecede korkmaktadırlar. Bu korkular işçi ücretlerinde kendisini gös­termektedir. İşçi sınıfında bir kesim ser­best meslekle uğraşan burjuvalar kadar maaş alabilirler. Bu da işçiler ve işsizler arasındaki gelir farklılığını artırmıştır.

Sonuçlandırırsak, kapitalizmin bu ka­dar zenginliğine karşın sömürüsü öylesi­ne artmıştır ki, artık işi olanlar ayrıcalık­

Page 62: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

arjantinazolı konuma gelmişlerdir. Bu da işçi sınıfını bölmeye hizmet etmektedir.

6. İktidar sorunuBize göre sorunlar gelip bu noktaya

dayanmaktadır. Kaseterolculara baktığı­mızda onların önünde henüz örgütlenip bankadaki dolarlarına kavuşmaktan öte bir hedef yoktur. Elbette olaylar geliş­mektedir. Aralık ayından beri yaşananlar sonunda dolarlarına bir daha kavuşama­yacaklarını ya da bir şekilde kavuşsalar bile o dolarların o dolar olmayacağını gö­rüyorlar. Altlarındaki yoksullarla arala­rındaki fark hergün korkunç bir hızla kal­kıyor. Bu onları elbette iktidar sorununa isteselerde istemeselerde itiyor. Sendi­kalı işçiler bu grubun içindeler. Her ge­çen gün ya işlerinden olup işsizler safları­na katılacaklarını ya da aldıkları ücretin eriyip yok olacağını için için hissediyor­lar. Şimdiye kadar iktidar sorununa ha­zırlıkları yoktu. Onun için güvenmedikle­rini dile getire getire yine aynı şeye razı oldular. ‘Al bizi yönet ama gözümüz üs­tünde, bizden yana, bizi düşünerek poli­tika yap. Haa, sonra yine al aşağı ederiz.’ diye tehdit ederek iktidarı yine burjuva­ziye temsil etmekten başka bir çözüm ü- retemediler.

İİH yoksullar kesimi. James Petras bu konudaki düşünce ve umudunu şöyle di­le getiriyor:

“ Mücadelenin örgütleyici ilkesi açlık­tır... Üç düzey var. Birincisi temeldir. Bu­rası dünyanın önde gelen tahıl ve et ihraç eden ülkesidir ve işçileri açtır. Etleri yok, ekmekleri yok, çocuklarını besleyemi- yorlar ve on binlerce ton etin Buenos A- ires’ten gemilere yüklenip Avrupa’ya gö­türülmek üzere trenlere yüklenmesini

seyrediyorlar.

“ Bu bir provokasyondur. Bir yanda işsiz kitleler ve Arjantin tarihinde görül­medik açları ile burası dünyanın en bere­ketli alanıdır.

“ Bu birinci düzeydir. İkinci düzey de ise, anti-kapitalist ve popülist diyebilece­ğimiz yapısal değişiklikleri kavrayan bir li­derlik doğuyor. Ve sonra da sosyalizm ve devrimin rol oynayabileceği bir üçün­cü düzlem var.” (internet, zmag.org)

James Petras açlığın bu insanları ikti­dara yönlendireceğini görüyor. Ama na­sıl bir iktidar kurulacaktır? Bir liderlik henüz doğuyor. Petras bunlara anti-kapi­talist ve popülist diyor. Yukarıda taleple­rini gördük. Borçların haksız olanlarının ödenmemesi. Bankaların ve stratejik dü­zeydeki fabrikaların millileştirilmesi ve sosyal güvencelerden söz etmektedir.

Ama Petras üçüncü düzeyde sosyalist bir boyuttan da söz ediyor. Bunlar A r­jantin’in gelecek için önünde duran so­runlardır. Şimdilik burjuvaziden umut kesilmiş ama iktidarı alacak güçler henüz hazır değillerdir. Bunun ne zaman olaca­ğını kestirmek zordur. Ama devlet baş­kanı Duhalde Arjantin’i patlamaya hazır bir bomba olarak değerlendirmektedir. Önümüzdeki günlerde ne şekilde patla­yacağı belli olmaz. Ayrıca birde şunu u- nutmamak lazım. İktidar olmak deney i- şidir. Burjuvazi yıllardır yanlış yapa yapa doğruyu öğrendi. İşçi sınıfı da elbette yanlış yapacak. Sonra bunları düzeltecek. Dersler çıkaracak. İktidarda oturmak böyle oldu ve böyle olacak. Her şey ya­şanarak öğrenilecek. Önemli olan öğren­me isteği, cesaretin bir kez elde edilme­si. Arjantin’de kitleler buna doğru adım atıyorlar demek yanlış olmaz sanırız.

61 —

Page 63: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

LATİN AMERİ KATA ETKİLERİ

Elbette sorunu sadece Arjantin sınır­ları içinde görmek yanlış olur. Günümüz modern üretim koşulları ülke sınırlarını çoktan aştı. Dünyamız birbirine üretim açısından sımsıkı bağlı. Herhangi bir ül­kede üretilen çok az, belkide hiçbir ürün sırf ülke sınırları içindeki olanaklarla ol­muyor. İğneden ipliğe her şey kocaman bir üretim sektörünün çarkları arasına girmiştir. Ülkeler yaşayabilmek için bir­birlerinin yeraltı ve üstü zenginliklerine muhtaçlar. Gübresi, tohumu, taşıması, petrolü, kasası ve tutkalı derken mutla­ka bir yerlerden dış bir ülkenin bir şeyi­ne muhtaçızdır. Yeryüzü işbirliği bu an­lamda çok ama çok artmıştır. Ürünlerin globalleşmesi bu anlamda çok yüksektir. Arjantin’de yaşananlar bir şekilde her­kesi etkilediği kadar, orada yaşananlar tüm kıtayı ve dünyayı görünen ya da gö­rünmeyen bağlar kanalıyla bir şekilde et­kilemektedir.

Arjantin, Latin Amerika’nın İsrail’i o- larak tanınır. Yani İsrail nasıl Araplara karşı ABD’nin uşağı ise aynı şekilde A r­jantin burjuvazisi de tüm Latin Amerika halklarına karşı ABD uşaklığı yapmakta­dır. Latin Amerika’da en Amerikancı po­litika yürüten Arjantin burjuvazisi ol­muştur. Hatta 20 Aralık’tan bir gün ön­ce sırf ABD’ye yaranmak için Arjantin askerleri Afganistan’da dövüşmek üzere uçağa biniyorlardı. Böjge ülkelerinin kendi çıkarları doğrultusunda politika iz­lemelerine ABD, hep Arjantin burjuvazi­si kanalıyla el koyar.

Ama Arjantin burjuvazisinin zor gün­lerinde ABD ne yapmıştır? Karışmamak değil, aksine IMF kredilerinin verilmesini engellemiştir. Latin Amerika’da en yakın

dostu burjuvaziyi zor durumda bırak­mıştır. Hatta bizzat küçük ve orta burju­vaziyi yoksullaştırmakta, onları soymak­tadır. Kar tutkusu artık buradaki eski müttefiklerini de sömürmesini dayat­maktadır. Borçların ödenebilmesi için a- yakta kalanların vergi vs. gibi yollarla da­ha çok gırtlağına sarılmasını istemekte­dir. Elbette bunlar tüm Latin Amerika burjuvaları için acı birer derstir. Yöre halkları zaten bugünkü yoksulluklarının kaynağının ABD olduğunu bilirler. Ama şimdi ABD soygunu orta burjuvalara ka­dar çıkmaktadır. İktidar güçlerine tır ­manmaktadır. ABD kıtada sürekli des­tek kaybetmektedir. Yürüttüğü emper­yalist politika onu her geçen gün daha yalnızlaştırmaktadır. Uluslararası terö­rün gerekçesi de zaten bu değil midir?

İkinci olarak Arjantin’in kaldırım taş­larına kadar özelleştirmesi dillere des­tandır. Latin Amerika’nın en gelişkin, en zengin ülkesinin özelleştirmeleri tüm dünyaya örnek gösterildiği için halklar merakla izlemektedirler. Arjantin yalnız özelleştirme değil, devletin tüm ekono­mi ve hizmetlerden çekilmesi anlamına gelen neoliberal ve global politikaları dünya finans kapitalinin isteklerine uy­gun olarak harfiyen yerine getirdi. Şimdi de Arjantin halklarının ayaklanması, bu politikaların herhangi bir şüpheye yer vermez şekilde halkların soygunu anla­mına geldiği gerçeğini hafızalara iyice ka­zımıştır.

Bundan birkaç yıl öncesi Meksika devlet başkanı özelleştirme yolsuzlukla­rı nedeniyle sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Aynı nedenle Peru Devlet Başkanı Fujimori Japonya gezisinden ülkesine ge­ri dönemedi. Bu iki olay Latin Amerika halklarına özelleştirme ve neoglobal po-

—__ 62

Page 64: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

litikalarm ne anlama geldiğini zaten öğ­retmiştir. Ve Arjantin olayları artık işin sağlaması oldu. Hatta bardağı taşıran son damla görevi gördü. Ekvador’da 17 elektrik dağıtım şirketinin % 5 I hissesi­nin özelleştirilme çalışmaları halkın tep­kisi sonucu durduruldu. Kolombiya’nın kuzeyindeki yerliler özelleştirmelere karşı tüm belediyeyi işgal ettiler ve dev­let geri adım atmak zorunda kaldı ve ö- zelleştirmeler durduruldu. Peru’da e- lektrik şirketinin özelleştirmesine karşı halk sokaklara dökülünce devlet ordu yollamak zorunda kaldı. Birkaç köylü öl­dü. Sonuçta Arjantin halklarının ayaklan­ması tüm Latin Amerika ülkelerini ABD ve dünya finans kapitalinin politikalarına ve bizzat ABD’ye karşı örgütleyen bir politika haline gelmiştir. ABD’nin çok is­tediği Amerika Serbest Pazarı projesi bir yana Orta Amerika Serbest Pazarı projesi, hepsi birer hayal olarak kalma durumuna gelmiştir. Hiçbir kıta finans kapitali, büyük halk karşı duruşlarını gö­ze almadan bu projelere katılamayacak­tır. Ve Arjantin olayları sonrası bu pro­jelere ölmüş gözü ile bakılmaktadır. Bush’un son Latin Amerika gezisi bu gerçekliği ortaya koydu.

Arjantin olayları yalnız ABD politika­larının gözden düşmesi, kapitalizmin u- mut olmaktan tamamen çıkmasına yol açmaz, aynı zamanda sol politikaların da­ha da itibar kazanmasını sağlar. Aslında çoktan beri var olan bu süreç ABD’nin büyük savaşlar, mücadeleler sonucu bastırdığı bu eğilimler bu kez daha da güçlü bir şekilde kendilerini ortaya ko­yarlar.

ABD sömürüsü Latin Amerika kırla­rında söndürülemeyecek küçük toprak sahibi ve kır proleteri hareketlerini baş-

arjantinazo__

latmıştır. Brezilya’da Kırda Topraksız İş­çiler, kır proleterleri (MST) hareketi vardır. Bunlar geçtiğimiz günlerde devlet başkanının özel çiftliğine saldırdılar ve 1000’e yakın yoksul köylü kredi ve top­rak konusunda taviz elde etti. Dünyanın ikinci büyük kakao yaprağı üreticisi Bo­livya’da Cocaleros kakao yetiştiricileri hareketi 20 yıldır ABD politikalarına karşı mücadele veriyorlar. Paraguay’da Köylü Fedarasyonu’nun mücadelesi var­dır. Ekvador’da yerli köylü hareketi CONAİE giderek güçlenmektedir. Ama 40 yıldır mücadele veren FARC birkaç yıldır devletle barış anlaşması imzalamış­tır. Ancak bu o kadar işine yaradı ve iş­gal altındaki bölge halkının öylesine sem­patisini kazandı ki Arjantin olayları sonu­cunda devlet barış görüşmelerini bozup savaşı başlattı. A rtık FARC’ın gücüne ne devlet güçleri ne paramiliter güçler ne de ABD güçleri yetti. ABD şimdi bölge­deki boru hattını korumak üzere aynı Afganistan’daki gibi burada savaşmak zorunda kalıyor. Kolombiya’daki müca­dele kırlardan, içine kentleri de alarak hızla gelişiyor.

Orta Amerika köylü hareketlerinin en yenisi Meksika’da Zapatistlerdir. Meksika kentleri NAFTA (Kuzey Ame­rika Serbest Ticaret Alanı) sömürüsüne girince köylüler EZLN arkasında örgüt­lenmek zorunda bırakıldılar. ’90’lı yıllara kadar Orta Amerika yoksul köylüleri Nikaragua Sandinistleri, El Salvador FMLN (Farabundo Marti Ulusal Kurtu­luş Cephesi), Guatemala devrimci ve yerli hareketi vs. olarak ABD emperya­lizmine karşı direniyorlardı. Sosyalizmin yıkılmasından güç alan ABD buralarda kıran kırana savaşlar verdi ve bu dev­rimci köylü hareketlerini burjuva hükü-

63 ----

Page 65: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

metlerin güdümüne aldı. Belki iktidarlar ABD yanlısıdır; ama “ halkların sadece Honduras’ta %35’i, Nikaragua’da %24’ü, El Salvador’da % 2 l ’i, Guatemala’da %16’sı hükümetlerinden memnundur.” (internet, zmag.org)

Bu iktidarların uyguladığı politikalar sonucu 1.700.000 insan açlıkla yüzyüze- dir. “ Şimdi on binlerce orta Amerika halkı kuzeye doğru yola çıkmış. 1980 ve 1990’ların tersine savaş ve baskıdan kaç­mıyorlar. Bir çoğu globalleşen ticaret ve ABD tahıllarının dampingi sonucu iflas eden çiftliklerini terk ediyorlar. Diğerle­ri liberalleşmiş faiz oranlarının yüksekli­ği karşısında küçük bir iş yeri açma u- mutları öldüğü için kaçıyorlar. Yine bir başkaları ise fabrika sahiplerinin büyük devlet yardımı görmesine karşı işçilerin aldıkları ücretle yaşamalarının önünde engellerin olduğu serbest alanlardan ka­çıyorlar.” (a.g.y.)

Bütün bunların sonucu bölgede eski silahlı mücadele veren gerillalar şimdi politik arenada iktidara doğru yaklaşı­yorlar. Sandinistler Nikaragua’da son seçimlerde çok az oy farkla yenildiler. Oysa El Salvador’da 2004 seçimlerinde FMLN’nin iktidar olmasına % 100 gözü i- le bakılıyor. “ FMLN en büyük 14 kentin 7’sinde, 19 belediyenin I2 ’sinde iktidar­da... FMLN liderleri sosyalist mücadele­nin yenildiği yerde demokratik devrimin kazanacağını umut ediyorlar.” (monde- diplo.com, 03.09.2002, Salvador)

Görüldüğü gibi tüm kıtada köylü ha­reketleri yılların baskılarının altından da­ha da güçlenerek ve arkalarına kentleri de alarak ya da kendileri kent çıkarlarıy­la da bütünleşerek ortaya çıkmaktadır­lar. Neoliberal global politikalar çok kı­

__ 64 __________________________

sa zamanda soygunu görülmedik dere­cede artırarak anti-emperyalist, anti- ABD mücadelesini yeni boyutlara çıkar­mıştır. Kırlara şimdi kentler de eklen­miştir. Son politikalar devrimci mücade­leyi kentlere taşımışlardır. Buna Arjantin en büyük örnektir. Dominik Cumhuri- yeti’nde kent yoksulları Arjantin’e ben­zer şekilde mücadele vermektedirler. Burada kent ayaklanmaları günlük sıra­dan olaylar halindedir.

Kıtanın en sol iktidarı Küba’nın en yakın dostu Venezüella’dır. Devlet baş­kanı Hugo Chavez, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ziyaret eden birkaç devlet başkanından biri olarak ABD’nin cinlerini başına toplamıştır. Hugo Cha­vez, ABD’nin üçüncü büyük petrol sağ­layan ülkesi olarak buna denk düşen hakkı almak istemektedir. Bu nedenle ABD petrol şirketlerinin 50 yıldır imti­yazlı anlaşmalarını değiştirip karlarından biraz daha fazla geliri yoksul gecekondu halkına dağıtmak istediği için her an Cl- A ’nin bir komplosuna kurban gidebilir. Zengin köylülerin işlemediği toprakları toprak reformu ile yoksul köylüye dağıt­mak istediği içinde ülkesindeki tüm geri­cilik Arjantin’deki gibi işçi sendikaları ile birleşmiş karşısına dikilmişlerdir. Ancak popülist Chavez gecekondu halklarının ve yoksul kır proleterlerinin desteği ile ayakta durmaktadır. Ve gerçekten ülke­sine şu anda hiçbir Latin Amerika ülke halklarının görmediği olanakları sağla­maktadır. İktidarda olduğu iki yıl içinde I milyon çocuğun okumasını olanaklı ha­le getirmiştir.

Latin Amerika’da bugün popülist po­litikaların ömrü tartışılmaktadır. Her kriz sonrası bir popülist politikacı gel­miştir. Örneğin Portekiz ve İspanya sö-

Page 66: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mürgeciliğine karşı Bolivar mücadele vermiştir. Vahşi kapitalist sömürüye karşı daha sonra Peron ve Ailende orta­ya çıkmıştır. Şimdi onların Venezüella tekrarı olarak sayılabilecek Hugo Cha- vez, sınıf mücadelesi bayrağını popülist politika ile ne kadar götürebilecektir, tartışılmaktadır. Kimilerine göre popü­lizm kıtada ömrünü tamamlamıştır. Bu­nun anlamı olsa olsa bir devrimci hare­ketin çıkması demektir.

SONUÇ

Sosyalizmin yıkılması ile kapitalist sö­mürü dizginlerinden kurtulup neoliberal ve global politikalarla dünyamızı görül­medik şiddette sömürdü. Ancak sömü­rünün şiddeti halkların çok kısa zaman­da bu politikalara karşı direnmesini ve örgütlenmesini getirdi. Kapitalist gelişi­min yüksek olduğu Arjantin’de de ilk karşı duruş gerçekleşti. Bu politikaların sömürüsüne işçi sınıfının en gelişkin ol­duğu Üçüncü Dünya Ülkesi’nden gelme­sine şaşmamak gerekir.

Yeni soygun bir yandan kısa zamanda kendini deşifre ederken, öte yandan da kapitalizmin başka bir ekonomik alter­natifi olmadığı gerçeğini de gözler önü­ne sermiştir. Arjantin’de görüldüğü şek­liyle bu politikalardan başkası üretileme­mektedir. Kapitalizmin politik çözüm­süzlüğüne karşı elinde askeri çözümden başka seçenek kalmamıştır. Uluslararası terörizm politik ekonomik çözümsüzlü­ğe karşı ele alınmak istenen bir zor so­pasıdır. Ancak bu ne kadar işe yaraya­caktır? Arjantin’de görüldüğü kadarıyla halklar bu zora karşı örgütlenmek kara­rını almakta, giderek politikleşmektedir-

ler. Elbette bu politikleşme onları sosya­lizmin yaptığı yanlışları bulmaya ve dola­yısıyla kendilerine daha çok güvenmeyi getirecektir. Ancak ondan sonra kendi kaderlerini ellerine alma doğrultusunda çıktıkları yolun son konağına varacak ve iktidarı kendi ellerine alma cesaretini göstereceklerdir. Arjantin’de 20 Ara- lık’ta atılan adım bir ileri adımdır. Ama arkasından tekrar geri adım atılmıştır. Ancak halklar bir adım ileri bir adım ge­ri gide gele herhalde kendi güçlerinin farkına varacaklardır.

13.09.02

___________________ arjantinazo__

65 ---

Page 67: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

'APTALCA BİR EYLEM'Geçtiğimiz Nisan ayı başında

Venezüella’nın tartışmalı, ilginç lideri Hugo Chavez ABD destekli bir darbe sonucu iktidardan indirildi. Kendisini destekleyen halklar sokaklara döküldü­ler. Üç gün sonunda devlet sarayını 150 bin dolayında Caracaslı yoksul halk işgal etti ve seçtikleri liderlerini tekrar iktidar koltuğuna oturttular. Diğer bir Latin A- merika ülkesi Arjantin’de dört ay önce yaşanan olaylar neoliberal politikaların halkların yoksulluğu anlamına geldiğini kanıtlamıştı, şimdi Venezüella’daki olay­lar da halklara ABD darbelerinin yenile­bileceğini anlattı.

Venezüella’da üç gün içinde yaşanan olaylar halklar açısından büyük derslerle doludur. Bu nedenle de derinlemesine incelenmesi gerekmektedir. Devlet baş­kanı Hugo Chavez paraşütçü askerken ‘92 yılında günün faşist iktidarına karşı bir darbe yapar. Başarısız olur. Hapsedi­lir. İki yıl sonra faşist iktidarı yenen bur­juva güçler tarafından diğer siyasi tutuk- lularla birlikte, bundan sonra ancak se­çimle iktidara geleceği sözünü vererek serbest bırakılır. Ve de sözünü tutar. ‘98 yılı seçimlerinde iktidar olur.

Hugo Chavez tartışmalı bir kişiliktir. Kimilerine göre Şili’nin Allende’si gibi­dir. Başkaları da onu Arjantin’in Pe- ron’una benzetir. Biz de onu ‘60 27 Mayıs Devrimi’nin lideri Cemal Gürsel Paşa’ya yakın bulabiliriz. ABD entelektü­el çevreleri Chavez’i felsefe bakımından Jan Jack Rousseau’dan etkilenmiş olarak

A yşe T a n se v e r _______________________________

___ 6 6 ______________________________________

görseler de o Simon Bolivar olmak öz­lemi taşıyan bir popülisttir. Atının üstü­ne binmiş kırmızı beresini takmış olarak Bolivar’ın yaptığı gibi halkını eziyetten kurtarmak isteyen bir idealistir. Bir ro­mantik olduğundan da dünyaya sınıf göz­lükleri ile değil, pempe bir camdan bak­tığı için bazı katı gerçeklikleri göremez. Bolivar, İspanya’nın feodal sömürü biçi­mine karşı dövüşmüştür. Chavez ise ABD ve Avrupa Birliği’nin finans kapital egemenliğine karşı dövüşmek zorunda­dır. Bolivar’ın silahları ile finans kapital a- ğı ne kadar yırtılabilirse ancak o kadar yırtabilir. Bu nedenle de kimileri onu yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot’a benzetirler.

'APTAL BİR EYLEM'

Dünya finans kapitalinin cinlerini ba­şına toplayan Chavez, Castro ile dost­tur. Venezüella, Küba’ya ihtiyacı olan petrolün yarısını çok ucuz fiyatlarla ve­rir. Karşılığında Küba’dan sağlık yardımı alır. Chavez, Küba yardımı ile yoksul halkların sağlık koşullarında büyük geliş­meler sağlamıştır.

Chavez, çoğu kişinin adını ağzına al­maktan korkacağı Saddam’ı ziyaret etme cesaretini göstermiştir. Onunla petrol konusunda konuşmalar yapmıştır. Dö­nüşte de Kaddafi’nin çadırında acı bir kahve içmiştir. Chavez, OPEC örgütüne daha kişilikli politika çizdirmede önemli görevler yapmıştır. Kimileri petrol fiyat-

Page 68: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

larının 10 dolardan bugünkü düzeyine çıkmasında O ’nun parmağı olduğu dü­şüncesindedir.

ABD’nin korkulu düşü Kolombiya ve Ekvador devrimcileri ile arası iyidir, on­lara siyasi iltica hakkı tanır. Bunu yaptığı için hiçte kendisini terörist görmez, ak­sine asıl ABD, Afganistan’a saldırarak te­rörist olmuştur. O zamanda Venezüella burjuvazisi Chavez’i Latin Amerika’rjın bin Ladin’i ilan ederek ABD’nin saldırısı­na çanak tutmaya çalışır. Chavez ger­çekten ABD’nin tüm cinlerini başına toplayıcı olmadık işler yapar. Beyaz Sa­ray, Chavez’e karşı politika belirlemek i- çin Kasım 2001 yılında üç günlük bir se­miner düzenler. Ve burada bazı kararlar alınır:

“ Birleşik Devletler Chavez’i kendi Rousseau/Bolivar içeriği içinde anlamak zorundadır. O bizim çeşit demokrat ol­mayabilir, ama tipik bir Venezüella ve Latin Amerika demokratıdır. Neolibera- lizme karşı yükselen olumsuzluklar ve tüm yarım kürede demokrasiden duyu­lan hayal kırıklıkları ve Latin Amerika kamuoyu araştırmalarından ortaya çıkan ‘güçlü devlet’ çığlıkları ışığında (bazı ül­kelerde bunlar demokrasi yanlılarından daha fazlalar) Rousseau ya da Bolivar demokratlar serisinin belkide ilkidir.

“ Gerçekten aptalca bir eylem içine girmezse, ki bu olası değildir, ABD Chavez yönetimi ile birlikte yaşayabilir ve dönemini tamamlamasını bekleyebi­lir. Ayrıca müdahale etmeden ve çatış­madan ABD demokratik değer ve uygu­lamalarına daha çok uyması uyarısını ya­pabilir. Öte yandan pragmatik açıdan Chavez ve onun gibi karışık rejimlerle (sınırlı demokrasiler, Rousseau vari de­

mokrasiler, Bolivar vari demokrasiler) birlikte yaşamayı ve kabul etmeye ken­dimizi hazırlamalıyız, çünkü gelecek yıl­larda bunların pek çoğuyla karşılaşabili­riz.” (internet, Csis Understanding Cha­vez, American Program)

ABD’nin politik hattı bize ABD’nin dünyaya nasıl baktığı konusunda da il­ginç ipuçları vermektedir. Birincisi, ABD neoliberal politikalar sonucu Chavez tü­rü protestoları beklemektedir ve de kendisini Latin Amerika ve dünyada bu tür politik liderlerle de işbirliği yapmaya hazırlamaya çalışmaktadır. Bunlara yeni tip demokrat, Bolivar demokratı gözü i- le bakmaktadır. Ancak elbette işbirliği anlayışına bir sınır da çizilmektedir. Eğer ‘gerçekten aptalca bir eylem içine gir­mezse’ denmektedir. Bu ‘aptalca bir ey- lem’den biz ABD çıkarlarına karşı ola­cak, yani halkların çıkarlarını savunucu eylem anlamaktayız. ABD bu yazı kale­me alındığında böyle bir olasılık bekle­memektedir.

ABD, neden Chavez’le anlaşabilece­ğini düşünmektedir? Chavez politikala­rında görünürde hiç de ABD’nin işine gelmeyecek şeyler var gibi gelse de ne­den onu tam olarak karşısına almak iste­memektedir? Onunla birlikte yaşamayı öğrenmesi gerektiği düşüncesine var­maktadır? Bu sorulara yanıt aranmalıdır. Ayrıca Nisan ayına gelen süreye kadar neler yaşanmıştır ya da Chavez hangi ‘aptalca eylemi’ yapmıştır da artık ABD bir darbe yapmaktan başka çıkar yol bu­lamamıştır? Bu sorulara verilecek yanıt­lar ABD’yi sınıf düşmanı görenler açısın­dan önemlidir. Son olarakta ABD neden Chavez’i yıkmak darbesinde başarılı ola­mamıştır. Bir halk direnişinden de çıka­rılacak çok dersler olsa gerektir.

_____________ ‘aptalca bir eylem’___

--------------------------------------- 67 —

Page 69: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

CHAVEZ POLİTİKALARI

a. Yeni Sanayi Alanları AçmaChavez seçimlerde halkına ülkeye

yeni sanayi dalları açmak sözü verir. Chavez petrolden elde edeceği gelirleri hem yoksul halklarına dağıtacaktır hem de yeni sanayi kurmaya. Yeni iş alanları açmaya çalışacaktır.

Venezüella tüm Latin Amerika ülke­lerinde olduğu gibi I. Sömürgecilik Dö- nemi’nden, yani meta sömürüsünden kurtulduktan sonra kapitalist kalkınma modelini seçer. Petrol kara altındır. Ül­ke petrol ile kalkınacaktır. Ancak ne ya­zık ki Venezüella petrol gelirlerine rağ­men hiçbir zaman bir Brezilya, bir Şili ya da Arjantin düzeyinde sanayileşeme- yecektir. Petrolden elde edilen dövizler bir türlü sanayi dalı kurmaya aktarılama- yacaktır. Bunun nedeni de yine petrolün kendisidir.

Venezüella dünyanın dördüncü pet­rol üreten, ABD’nin petrol iç tüketimi­nin üçte birini sağlayan ülkedir. Elinde döviz vardır. Ve de bu döviz ile zengin bir pazar görünümündedir. Petrol ile el­de edilen dövizler ticaret yoluyla petrol dışı tekellerin kasasına aktarılmalıdır. Bizzat iç ve dış finans kapital güçleri ta­rafından ülkenin kendi ayakları üstünde durabileceği diğer sanayi dallarının ku­rulması engellenir. Petrol üreten tüm ül­kelere bakalım hepsi aynı kaderle inme­lidirler. Kapitalizm koşulları onların baş­ka sanayi dalları kurmasını engeller. Pet­rol gelirleri üretime değil ticarete yatırı­lır.

Chavez, ülkesinde sanayi alanı kur­mak vaadi verirken özünde ticaretle ya­şayan burjuvaları karşısına almaktadır.

— yol----------------------------------------

___ 6 8 ______________________________________

Ama öte yandan da aslında yeni burjuva­lar yetiştirmek istemektedir. Ve de bu­nu tam da ‘98 yılında Dünya Ticaret Ör- gütü’nün kurulduğu, tüm dünyada güm­rük duvarlarının indirildiği, globalleşme­nin başladığı bir zamanda, Peron gibi yerli burjuvaların yetişmesini, yerli üre­tim yapılmasını ister.

Globalleşme çağında, burjuva üretim ilişkileri çerçevesinde yerli sanayi kur­mak imkansız olmasa bile çok zordur. Globalleşme neoliberal politikalarla sı­nırları indiriyor. Dış finans kapital güçle­ri kendilerine pazar kapıyorlar. Ve de bunu yaparken bizzat ülkelerin içindeki küçük ve orta, hatta büyük burjuvaları, hatta dünya finans kapital ağı içindeki burjuvaları iflasa sürüklüyorlar. Dünya­mız finans kapital sömürüsüne yeni bir tarzda açılmış durumda. Ve de Chavez bu dünya koşullarında yeni sanayi dalları kuracak. Elindeki dövizi ticaretten çeke­cek ve de yatırıma harcayacak. Bizzat bu yapılması zor bir olaydır. Ve de bununla zaten finans kapital güçlerini aktif olma­sa da pasif olarak karşısına almaktadır.

Bu politika elbette burjuva olma sev­dası taşıyanlar arasında destek bulmak­tadır. Yeni işyerleri açılması, herkesin iş bulması elbette halkları cezbedici vaad- lerdir. Chavez’in sesinin gücü buralar­dan gelmektedir.

b. Sosyal PolitikalarChavez ilk iş olarak faşist dönemden

kalma anayasayı değiştirip yürütmek is­tediği politikaya uygun bir burjuva legal- liği yaratır. Böylece 4. Cumhuriyet Dö­nemi kapanır, 5. Cumhuriyet Dönemi başlar. Bu cumhuriyet yeni anayasa ile daha adil ve halktan yana olma bayrağını

Page 70: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

göndere çeker. Yeni Anayasa parlamen­toda, yani yine burjuva yasalara uygun o- larak oy çokluğu ile kabul edilir. Yani bu anayasanın yasallığı konusunda hiçbir kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur.

Chavez yoksul halklara yaşam koşul­larını düzeltme vaadi vermiştir. Petrol­den elde edeceği kaynaklarla bunu yapa­caktır. Ve gerçekten de petrol fiyatları­nın yüksek olmasından elde ettiği kay­nakları eğitim alanına yatırır. Dönemin­de I milyon çocuk okula kayıt yaptır­mıştır. Halkın sağlık koşullarını iyileştir­mek de diğer bir Chavez vaadidir. Kü­ba’dan getirtilen sağlık personeli ve know-how ile bu olanaklar da geliştirilir. Sağlığa harcanan devlet fonu %4 artırılır. Ayrıca ilaç fiyatlarında %30-40’lık indi­rimler sağlanır. Bunlar halk arasında Chavez’in itibarını artırır.

Ekonomi de burjuva çerçevesinde i- yiye gitmektedir. Tüm Latin Amerika ül­kelerinde ekonomiler durgunluk için­deyken Venezüella %4’lük bir kalkınma hızına ulaşmış ve enflasyon %40’lardan %12’lere düşmüştür. Bunlar kapitalist ü- retim ilişkileri çerçevesinde değerlendi­rildiğinde gerçekten başarılarıdır.

Ancak 3 yıllık iktidarın sonuna gelin­diğinde halka dağıtılacak kaynaklar daral­maya başlar. Petrol gelirleri eski hızlı yükselme eğilimini kaybetmiştir. İhracat gelirleri artmaz. İkinci olarak, petrol te­sisleri eskimiş ve yenilenmek, modern­leşmek istemektedir. Yani petrol gelirle­ri yine petrole yatırılmak zorunda kal­maktadır. Petrol pastası üzerindeki ka­pışma savaşı 2001 yılında yükselir. Ya da sınıf savaşı şiddetlenir. Chavez halktan yana ilk ciddi eylemlerine başlar. Kasım 200 l’de 49 tane yasa çıkarır ve bunları

da parlamentodan geçirir.

“49 yasa 5. Cumhuriyet Anayasasın­da taçlandırılan ilke ve değerlerin ger­çekten uygulanması doğrultusundaki ilk adımdır. Bu anayasa Venezüella’yı ‘Ada­letin ve Yasaların Demokratik Sosyal Devleti’ yaparken mantık sonucu ola- rakta serbest pazarı, kendilerini ABD’nin kuzeni sanan ekonomik oligar­şiyi karşısına alır ve ülkenin çürümüş geçmişine savaş açar.” (internet, zmag.org, Latin America, Class struggle looms in Venezüella, s. I)

Chavez pratiklerden yolunu bulan bir adamdır. Halkının yoksulluğunu ikti­darının ilk günlerinde biraz ferahlatmış­tır, ama verdiği çoğu sözü de yerine ge­tirememiştir. Ve de giderek daha çok halktan yana kararlar almaya başlamıştır. 49 yasayı bu nedenle çıkarır. Ve içlerin­den 4 tanesi Venezüella’da bundan son­ra yaşanacak olayların temel nedeni nite­liğindedir. Ve de bu yasalarla Chavez po­litik düşüncelerinin özünü ortaya koy­maktadır. Birincisi, devletçilikle ilgilidir. Bu yasaya göre devlet uygun gördüğü şirketleri millileştirebilecektir. İkincisi, toprak yasasıdır. Devlet toprak yasası ile yoksul köylüye toprak dağıtacaktır. Ba­lıkçılık yasası ile devlet deniz sınırı S’ten 10 mile çıkartılır. Bazı durumlarda ban­kaların millileştirilebileceğini söyler, v.s.

I. Devlet müdahaleleri49 yasadan biri devletin ekonomi i-

çindeki rolü ve işlevini artırmaktadır. Devlet yeni sanayi alanları kurma göre­vini üstlenmektedir ve de uygun gördü­ğü şirketleri devletleştirmeyi yasallaştır­maktadır.

İlk önce devletleştirmenin genel ola-

--------------------------------------------- 69 ----

_____________ ‘aptalca bir eylem’___

Page 71: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

rak ne anlama geldiğine bakalım. Millileş­tirme yeni moda olan neoliberal politi­kaların tam tersidir. Dünyada tam bir ö- zelleştirme havası vardır ve devlet mal­ları özelleştirilmektedir. Herkes özelleş­tirme yarışındadır. Ayrıca devletin eko­nomiden eli çekilmeye çalışılmakta ve e- konomi tamamen özel sektörün hizme­tine terk edilmektedir. Oysa Chavez bu iki olguya da ters çıkmaktadır. Hem mil- lileştirebilmenin yasal sınırını çizmekte hem de devletin rolünü artırmaktadır. Bu yalnız Venezüella açısından değil, tüm kıta, hatta dünya açısından önemli bir politik değişikliktir. Ve de bu yasa ABD’nin yukarıda alıntısını yaptığımız kararından sonraki bir gelişmedir. Ve de sanırız Chavez’in, ABD’ye göre, yaptığı ‘aptal eylemlerden’ biridir. Bize göre Chavez’in halktan yana attığı önemli a- dımlardan biridir.

Demek ki, birinci çıkacak sonuç şu­dur. Globalizm çağında, neoliberal poli­tikalar moda iken, dünya finans kapitali tüm dünyayı paylaşma derdindeyken, ö- zel sektörün gücünü düşürücü bir eyle­me hiçbir şekilde tahammül gösterilme­yecektir. Ve de Venezüella’nın böyle bir kararı tüm Latin Amerika’ya yayılma tehlikesi taşımaktadır. Ve de bu olaylar yayılmadan çaresine bakılmalıdır. Örne­ğin, Arjantin’de paranın devalüe edilme­sinin doğurduğu zararın özel sektöre yüklenmesi iki ülke arasında en önemli sürtüşme konusudur. Ancak şurası ke­sindir ki, artık birinci sömürgecilik dö­nemine tepki olarak ortaya çıktığı gibi yeniden bir millileştirme dalgası ya da devletin yeniden sanayiler kurması, mil­lileştirme havasının ortaya yayılmasın­dan ABD çok korkmaktadır. Ve bunu başlamadan ortadan kaldırmayı gerekli

— yol__________________________görmektedir.

Akla şu soru gelebilir: Kapitalist a- nayurtlarda, örneğin İngiltere’de özel­leştirilen devlet demiryolları ya da sula­rı çok kötü koşuldadır. Ve de bunların tekrar millileştirilmesi düşünülmektedir. Ama kapitalizm bunu başka yollardan yapmaya çalışmaktadır. Devletin kredi vermesi gibi üstü örtülü yollara gidil­mektedir. Ama artık yeniden millileştir­meler çağını şimdilik bile olsa kapitalizm defterinden silmiştir.

2. Toprak reformu49 maddelik değişikliğin önemli bir

diğer maddesi toprak reformudur. Venezüella topraklarının %60’ı nüfusun %2’sinin elindedir. Kabul edilen Toprak Reformu Yasası ile tüm topraklara değil, ancak işletilmeyen topraklara el konul­masını öngörmektedir. Tefeci bezirgan­ların ya da Latin Amerika adıyla latifun- da ağalarının işletmeden ellerinde tu t­tukları topraklar alınacaktır. Ve bunlar yoksul köylüye dağıtılacaktır. Ve bu top­rakların çoğunun işlenmeyecek kadar ya kötü ya da birer karışlık alanlar olduğu bilinmektedir.

“Yasalar hiçbir şekilde sosyalist falan değildir. Örneğin toprak reformu Vene­züella’ya gelişkin kapitalist ülkelerde 200 yıl önce kabul edilen ilkeleri getirir: Devletin boş ve az işlenen toprakları ye­niden dağıtma hakkı. Bazı daha objektif yönetici sınıf eleştirmenlerinin işaret et­tiği gibi Meksika, Rus ve Çin Devrimle- rinde yapılan toprak reformlarından da­ha az radikaldir.” (internet, znet, Latin America/ Class struggle looms in Vene­züella, s. I)

Bir Ulusal Toprak Enstitüsü kurulur

__ 70

Page 72: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

ve ülke topraklarını boş, verimli ve ve­rimsiz olarak sınıflandırmakla görevlen­dirilir. Ancak bu Venezüella için hiçte yeni bir şey değildir. Yani Chavez’in o r­taya attığı yeni bir şey sayılmaz. Bu mad­de aslında 1961 Yasası’nda vardır. Ama çürümüş iktidarlarca hiçbir zaman yü­rürlüğe konulmamıştır ve toprakta bü­yük arazi sahipliğine göz yumulmuştur. Chavez şimdi bunu işletmek istemekte­dir. Büyük toprak sahipleri hop oturup hop kalkarlar. Ancak boş tutulan işletil­meyen toprakların kullanımı aslında kır­da kapitalist ilişkilerin gelişmesini sağla­yacağı için ve de aslında sosyalizmdeki gibi bir toprağın devlet mülkiyetine geç­mesi anlamını taşımadığı için burjuvala­rın pek de karşı olmaması gerekir. Aslın­da kırda özel mülkiyet temelini yaymak­tadır. Ayrıca kırda üretimin artmasını sağlayarak da kentlerde kapitalist ilişki­lerin gelişmesini sağlayacaktır.

Ama toprak ağaları işi başka şekilde yorumlama eğilimindedirler. “ Oligarşi­nin histerisi, yasanın özel mülkiyeti o r­tak çıkara tabi kılması gerçeğinde yat­maktadır.” (internet, znet, Latin Ameri­ca/ Class struggle looms in Venezüella, s. I) Evet kendisine bir ideolojik dayanak arayan Chavez böyle demiştir. Herkesin çıkarı özel çıkardan üstündür. Toprak a- ğaları bunun özel sektöre saldırının baş­langıcı olduğu ve Chavez’in bir komünist olduğu propagandasını yapmasına yol a- çar.

Topraklar şu anda iştetilmiyor olsa da, bu tür toprak reformlarını kapita­lizm bir zamanlar kendisi yapmış olsa da günümüz koşullarında ABD ve dünya fi- nans kapitalinin bunu hoşgörüyle karşı­lamayacağı anlaşılmaktadır. Chavez’in yapmayı düşündüğü bu reform Latin A ­

merika halklarına bir ışık tutacaktır. Ve şurası gerçektir ki, ABD çıkarları başka yerlerde de zedelenebilecektir. Bu anla­mı ile bu yasada Chavez’in ‘aptal eylem- leri’nden biridir.

3. Balıkçılık yasasıBu arada Chavez birde balıkçılık ya­

sası çıkarır. Ulusal deniz sınırlarını 5 mil­den 10 mile yükseltir ve bu sınırlar için­de büyük ve yabancı balıkçıların avlan­masını yasaklar. Bu karar aslında dünya denizcilik yasası ile ilgilidir. Bildiğimiz ka­darıyla da Birleşmiş Milletler’ce de kabul edilmiş bir yasadır. Ancak ABD kendi deniz tekellerini korumak için bu yasayı imzalamayan bir avuç ulustan bir tanesi­dir. Chavez bu yasayı imzalayıp kendi yoksul balıkçılarını büyük deniz avcıları­na karşı korumak amacını güderek de ABD’nin cinlerini başına toplamaktadır. ABD çeşitli dünya toplantılarında bu ya­saya karşı yandaşlar ararken bir de bu darbeyi yemiş olmaktadır. Chavez’in ‘aptal eylemleri’nden biri ile daha karşı karşıyayız. Ve de elbette Chavez, kendi­sine yoksul balıkçılar arasında da sempa­ti toplamaktadır. ABD karşıtlarını kendi arkasına almaktadır.

4. BankalarChavez sık sık bankalara meydan o-

kur.

“ Olası ikinci hedef ülkenin özel ban­kalarıdır. Bunlar mevduatlara %2 öder­lerken (enflasyon %13’lerde seyrediyor) ticari kredilerden %50 alırlar ve ‘vergi’ kelimesinden haberleri yoktur.

“ Fedecamaras’ın, Venezüella İşve­renler Konseyi’nin bir günlük grev dü-

_____________‘aptalca bir eylem’___

---------------------------------------------------------- 71 —

Page 73: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

zenlemesinin ardından Chavez Aralık a- yında şöyle bir açıklama yaptı: ‘Yasalara uymayan herhangi bir bankayı millileşti­rebiliriz... Herhangi bir banka, ulusal ya da uluslararası yasalara uymayan banka tutuklanacaktır.” (internet, znet, Latin America/ class struggle, s.2)

Chavez’in mevduata az faiz verip krediden çok faiz alan bankalara kızması finans kapital ağına girememiş, yani ban- kalaşmamış bizim yaban burjuva dedikle­rimizi korumak anlamında yorumlanabi­lir. Yaban burjuvalar girişimci burjuvalar olup, bankalardan alacakları kredilerle semirmeye çalışırlar. Yoksul köylüler de ipotek edecek değerde toprakları yoksa kredi alamazlar. İpotek edip kredi alan­ların çoğu da en ufak bir doğa koşulu bozukluğunda borçlarını ödeyemez du­ruma gelirler, bankalara ipotek ettikleri topraklarını kaybeder ve kır proleteri o- lurlar. O nedenle, bankalara saldırı kü­çük köylü ve kentlerdeki yaban burjuva­ları ilgilendirir. Ülkede ulusal banka ka­dar yabancı bankalar da vardır.

Günümüzde bankalara yapılacak sal­dırı ABD ve dünya kapitalizminin hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir olgudur. Bunlar elbette bu laflardan öcü görmüş gibi olurlar. Bu kapitalizme söylenebile­cek en büyük, en korkutucu laftır. Bu da Chavez’in büyükcene ‘aptal bir eylem’i olsa gerektir.

5. Ulusal Petrol ŞirketiYukarıda değindiğimiz gibi Venezüel­

la’nın döviz kaynaklarının %80’i petrol­den gelir. Petrol, devlet şirketi Petroleos de Venezuela tarafından çıkarılır. Yani petrol şirketinin millileştirilmesi eskiden yapılmıştır. Devletin topladığı vergilerin

yarısı da yine petroldendir. Yani petrol ülkenin kanı canı gibidir. Ancak işin püf noktası şudur. Her ne kadar petrol şir­keti devletin olsa da, petrolün satımı ya­bancı şirketlere kiralanmıştır.

“ Chavez hükümeti son günlerde ya­bancı şirketlerle yapılan 60 yıllık eski an­laşmayı değiştirmeye, böylece %1’lik gümrük vergisi ve büyük vergi indirimle­rini kaldırmaya çalışıyor. Burada bir ser­vet yatmaktadır. Venezüella’da bilinen 77 milyar varillik petrol rezervi vardır ve ABD açısından en büyük petrol kaynağı­dır. Phillips Petroluem ve Exxon Mobil bu ineği sağarlar. Eğer yeni yasa yürürlü­ğe girerse ABD ve Fransız petrol şirket­leri kazançlarının büyük bir kısmını kay­bedeceklerdir.” (internet, znet, Colom- bia, The Scent of Another Coup s. I)

Yılda 30 milyarlık petrol satılmaktadır ve ister inanılsın ister inanılmasın devlet bundan sadece %\ gümrük vergisi al­maktadır. Venezüella halkının %80’ni yoksulluk içinde yaşarken, petrol şirket­leri onların topraklarından aldıkları kar­ları cebe indirmektedirler. Bu daha ön­ceki faşist ve işbirlikçi iktidarların halkla­rın başına ördükleri bir çoraptır.

Chavez’in devlet payını %1’den yuka­rı çıkarmak istemesi kapitalizm koşulla­rında bile doğal bir iş akti değil midir? A- ma bu zengin dünya petrol şirketlerine vurulacak bir darbe anlamına gelecektir. Kesinlikle böyle bir şey ABD ve dünya fi­nans kapitalinin kan akıtacağı bir olgudur. Bu değil kıtada, tüm dünyada var olan te­keller ve burjuva devletler ilişkisini inme- lendirecek güçtedir. Bu artık, Chavez’in bardağı taşıran ‘aptal eylem’lerinden en büyüğüdür. ABD hemen kolları sıvar. Ve daha önceki plan yürürlüğe sokulur.

__ 72

Page 74: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

SINIFLAR SAVAŞI ŞİDDETLENİR

Bundan sonra olaylar hızla gelişir. Chavez’in yoksul halklara verdiği sözü yerine getirebilmesi için güçlenmesi, kendi saflarını güçlendirmesi gerekmek­tedir. Ülke solcularıyla olan işbirliğini artırır. Ayrıca zaten Venezüella gelenek­sel solcuları ve sistem karşıtları yıllardır bunu savunmaktadırlar. O anlamıyla destek bulması da zor değildir. Hükü­mette değişiklikler yapılır. Örneğin Sa­nayi ve Ticaret Bakanlığı’na “ özel sektör düşmanı ve kapitalist kültürden çok nef­ret eden” birini getirir. (Financial Times, 28 Ocak ‘02) İçişleri Bakanlığı’na getiri­len deniz subayı Rodriguez Chaven, Ko­lombiya Devrimci Güçleri (FARC) ile i- lişkileri yürüten adamdır. “ Petrol şirke­tinin başına getirdiği solcu profesör ‘70’lerdeki millileştirme planının mimarı­dır ve ‘90’lı yıllarda ülkenin yabancı yatı­rımlara açılmasına karşı çıkmıştır.” (Fi­nancial Times, I I Şubat ‘02) Chavez so­la kaydıkça ülke içinden ve dışından yan­kısını bulur. Ordu tepesi sesini yükseltir. Ordu, tüm Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi ABD’nin zaten en baş des­tekçisidir. Ayrıca görevden alınan petrol eski yöneticisi hiçte şaşırılmayacağı gibi emekli bir generaldir.

Sınıflar savaşı her geçen gün daha da yükselir. “ Bay Chavez’in geçen hafta canlı televizyon gösterisinde (Chavez her hafta halka televizyondan bir konuş­ma yapar, bn.) tüm ekonomiye hakim o- lan devlet petrolleri, Petroleos de Vene- zuela’nın (PDVSA) üst düzey yöneticiler grubunu görevlerinden aldığını açıkla­ması üzerine kritik patlama noktasına gelindi.” (Financial Times, 13 Nisan ‘02)

Yabancı petrol şirketlerinden alman

verginin artırılması girişimi sonunda tek bir yöneticinin alınmasından tüm yöne­tim kurulunun görevine son verilmesi seviyesine sıçrar. Devlet petrolleri Chavez’in kontrolüne geçer. Bundan sonra sıra payların artırılmasına gelecek­tir. İç ve dış finans kapital güçleri saldı- raya başlarlar. Yeni görevden almaları bahane ederek petrol yüklemesini ya­vaşlatırlar. Sonra da sendikalı işçiler 5 gün süren bir grev başlatırlar. Grev so­nucunda darbenin yapılacağı yürüyüş başlar.

Petrol şirketi ticaret bağları ile greve katılanların sayısını artırır. Örneğin O- cak ayında yapılan grev, ittifakları nasıl kurduklarına güzel örnektir. “ Grev işve­renler Odası, CTV (işçi sendikası, bn.) ve eski politik örgütlerin kutsal olmayan ama güçlü ittifakının sonucudur. Onlar herhangi bir gönülsüz küçük işyerini mal vermeme tehdidi ile korkutarak greve zorluyorlardı.” (a.g.y.) Yani büyük tüc­carlar altlarındaki küçük esnafı, belki de çıkarı grevde yatmayanları mal satma­makla tehdit ediyorlardı. Chavez’in des­tekçisi işportacılar bile sonunda greve katılmak zorunda kalmışlardı.

Sendika bürokrasisi de burada finans kapital cephesindedirler. Bu olguyu iki şekilde açıklamak mümkündür düşünce­sindeyiz. İlk olarak, bu Latin Amerika sömürgecilik koşullarının yarattığı bir o- luşumdur. Latin Amerika ülkeleri 2 tü r­lü sömürgecilik yaşamışlardır. Birincisi, İspanya feodal düzeninin sömürgeciliği, kapitalist üretim biçimi anlamında olma­yan metaların yurt dışına kaçırılması an­lamındadır. Bu durumda bir yönetici sı­nıf olur ve yerli halkı iliklerine kadar sö­mürür. Sonra ABD kapitalizminin pazar olgusu çerçevesinde sömürüsü yaşanır.

_____________ ‘aptalca bir eylem’___

--------------------------------------- 73 ---

Page 75: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Bu sömürü biçimi birinci ile üst üste düştüğü noktalarda pazarlar tepedeki fi- nans kapital sömürüsü şeklinde başla­mıştır. Bunun anlamı yerli burjuvaların doğuşu ve çıkışı sanki bir işçi hareketi gi­bi olsa gerektir. Bu durumda da ulusal burjuvaların çıkarlarının işçi sınıfı çıkar­ları ile üst üste düştüğü noktalar olabilir. Yerli burjuvalar bizzat ABD ve dünya fi- nans kapitaline karşı işçi sendikaları ile işbirliği yapma geleneği yaratmışlardır. Bu Arjantin’den Brezilya'ya böyle bir orijinallik taşır. Ve de ancak sınıflar sava­şının günümüzdeki yükselmesi ile her halde yerli yerine oturacaktır.

İşçilerin gerici zeminde kalmasının i- kinci nedeni, günümüz global sömürü koşullarının yarattığı bir olgudur. Özel­leştirmeler, kitlesel işten atılmalar yara­tıyorlar. Böylece çalışmak bir ayrıcalık haline geliyor. Ve sosyalist ufkun olma­dığı bir düzen içinde işçilerin işlerini ko­ruyucu politikalar çerçevesinde finans kapital saflarında yer almaları sonucu doğabiliyor. Sanırız olayı böyle açıkla­mak mümkündür.

Ancak hiç şüphe yok ki bu geçici bir olgudur. Ve Latin Amerika genelinde ve Venezüella ve Arjantin özelinde işçi sını­fının kendi çıkarları çerçevesinde diğer saflara geçmesi çeşitli şekillerde zaten yaşanmaktadır. İşsiz işçiler ve yoksulla­şan işçilerin bu ittifak dışına çıkması ka­çınılmazdır.

İşçiler dışında Chavez’e karşı saflarda şu grupları saymak mümkündür. “ Boli- var Devrimi’nin düşmanları tüm bildik zanlıları kapsar; Katolik Kilisesi hiyerar­şisi, toprak sahipleri ve ticari elit ve on­ların deniz aşırı işbirlikçileri ve entelek­tüelleridir.” (a.g.y.)

— yol----------------------------------------Kiliseler bilindiği gibi eskinin toprak

ağaları gibidirler. Büyük toprakları vardı. Ancak Latin Amerika halklarının yoksul­luğundan etkilenmeden edemezlerdi. Çoğu ülkede kilise üyeleri giderek yok­sul halklardan yana tavır almak zorunda kalmaktadırlar. Örneğin Granada Dev­let Başkanı bir kilise papazıdır. Ama Chavez ya Castro’dan etkilenmiştir ya da her zamanki gibi ortaya radikal bir laf atmıştır. Kilise hiyerarşisini ‘Venezüel­la’nın tümörü’ olarak değerlendirince ki­liseyi de karşı saflara atmıştır ve sürekli onunla da savaşmak zorunda kalmıştır. Aslında bu Chavez’in yanlışlarından biri­dir. Hiç yere güç kaybetmektedir.

Ve de bu güçler 9 Nisan günü sokak­lara dökülerek protesto yürüyüşüne ge­çerler.

CHAVEZ'İN TABANI VE ÖRGÜTLERİ

Chavez’in destek tabanı elbetteki ül­kenin %80’ini oluşturan yoksul halklar­dır. “ Chavez’in sosyal destek tabanı en başta yoksul köylülük ve topraksız kır işçileri, kent yoksulları, işi olan işçi sını­fının bazı kesimleri kadar küçük esnaftır. İç talebin artması ve tariflerdeki ufak ar­tış politikalarından kazanç sağlayan ulu­sal kapitalistlerin bir kısmı da Chavez’i bu noktada desteklerler, (internet, zmag.org, content.nichols)

Chavez cezaevinden çıkarken söz vermiştir. Eğer iktidarı almak isterse bu­nu sandık yoluyla yapacaktır. Chavez kendisini iktidara taşıyacak olan geniş ta­banlı Chavismo (Chavizm) adını verdiği halk örgütlenmelerini böylece kurmaya başlar. Bunlara Bolivar Devrimi 2000

Page 76: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Hareketi denir. Seçimlerde Chavez kit­lelerini topladılar gösteriler yaptılar.

"... ancak sınıf savaşı yükseldiğinde gerekli olacak şeylere yanıt veremiyor- lardı. Bu nedenle Chavez iki yeni örgüt­lenme kurdu. En önemlisi ‘Bolivar Çem- berleri’dir (Bolivarian Circles). 17 Ara- lık’ta Caracas’ta bunların 8000 tanesi ya­rım milyon kişilik bir gösteri örgütledi­ler. Bu Çemberler, devrimin temel hüc­re örgütleridir ve mahalleler, belediye­ler ve işyerleri seviyesinde tüm ülke i- çinde örgütlüdürler.

“ Çemberler’in ideolojisi Ispanya’ya karşı bağımsızlık savaşının Simon Bolivar zaferi ile başlayan Venezüella’nın dev­rimci geleneğine dayanır ve ‘tüm Latin Amerika ve Karayipler kardeş halkları­nın özgürlük mücadelesinin teorik, pra­tik ve ideolojik zenginliklerini de içerir.

“ Görevleri şunları içerir: ‘Vatandaş­ların bilincini yükseltmek; çevrede her türden katılımcı örgütlenmeler geliştir­mek... bireylerin ve çevrenin yaşantısın­da yaratıcılık ve girişimi harekete geçir­mek... (ve) sağlık, eğitim, kültür, spor, kamu hizmetleri, konut ve çevre koru­ma, doğal kaynaklar, tarihi gelenek gibi konularda çevrenin ilgisini yükseltici projeler gerçekleştirmektir.

“ İkinci yeni örgütlenme Devrimin Yurtsever Komutası’dır (Patriotic com- mand of the Revolution). Genel başkanı Venezüella Komünist Partisi (PCV) eski genel başkanı ve Venezüella askeri dik­tatörlüğünü deviren hareketin emeklisi Guillermo Garcia Ponce’dir. Garcia Ponce’ye göre: ‘Komuta Venezüella Bo­livar Cumhuriyeti’nin anayasasını ve Hu- go Chavez’in yürüttüğü politik reform projelerini destekleyen tüm güçleri bir­

leştiren bir merkezdir. Amacı devrimci güçlerin birliğini güçlendirmek ve geliş­tirmek; politik ve sosyal reformlar için destekleyici programlar inşa etmek; hal­kı örgütlemek; kitlelerin politik eğitimini artırmak ve Bolivar güçlerini yönlendir­mek için ideolojik temel yaratmaktır, (internet, zmag.org, content)

Chavez halkı örgütlemeye, kendine bağlı bir ittifak gücü kurmaya çalışmıştır. Bu yaptıkları nedeniyle de elbette tartış­malı bir kişilik oluşturmuştur. Çünkü burjuvazi karşı sınıf halk örgütlenmeleri­ni dağıtmaya çalışır, oysa Chavez halkla­rı örgütlenmeye adeta zorlamıştır. Sanki sosyalist bir yapı kurmak istemiştir. Ve de finans kapital onun bu örgütlerinden çok korkmaktadır. Ve darbe sırasında da Chavez örgütlerinin ateş açtığı yalanı­nı atarak onları kamuoyu gözünde kara­lamaya çalışmışlardır.

Petrol şirketinde çalışan işçiler ve an- ti-Chavez’ciler yürüyüşe geçerken Cha­vez taraftarları da olayları seyretmek için kentte devlet sarayının civarındadırlar.

CHAVEZ'İ DEVİREN OLAYLAR VE TARİHİ ÜÇ GÜN

Ulusal Petrol Şirketi’nin yönetim ku­rulunun değiştirilmesi ve grevlerin başla­ması sırasında ABD Caracas elçiliğine gi­ren işadamları, ordu mensuplarının tra­fiği fazlalaşır. Ve de sonradan gelen ha­berlerde de ABD’nin petrol şirketlerine e-mail’ler çekerek hazırlıklı olma uyarı­sında bulundukları bilinmektedir. Ordu generalleri darbe için ABD elçiliği ile tam bir birlik içindedirler. Ancak darbe­nin yenilmesinden sonra tüm bu bağlan­tılar ortaya çıkar ve ABD yalanlamaya

_____________ ‘aptalca bir eylem’___

75 ---

Page 77: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

çalışır.

Grevci işçiler ve tüm Chavez karşıt­ları I I Nisan Perşembe günü yürüyüşe geçerler. Polis güçleri en önde sanki on­ları korur ve yol açar gibi yürümektedir. Ayrıca bazı otellerin damlarında ve dev­let binalarında mevzilenmiş kolluk kuv­vetlerinin keskin nişancıları vardır. Son­ra devlet binasına yakın bir yere geldik­lerinde uzakta Chavez yanlıları durmak­tadır. Ve kolluk kuvvetleri olayları sey­retmekte olan Chavez yanlılarına ateş a- çar. Ve 18 kişi ölür, 150 kişi yaralanır. Aynı anda ordu generalleri Chavez’i halk istemiyor diye iktidardan alırlar ve uzak bir adaya götürürler. Olanlar bun­lardır. Bir darbe yapmışlardır. Ve hemen iktidara petrol şirketi ileri gelenlerinden Pedro Carmona oturtulur.

Sonradan kanıtlanacağı gibi olaylar böyle gelişir, ancak bu gerçeklik halka ve dünyaya çok başka şekilde yansıtılır. Söz­de Chavez kendi destek gücü Bolivar Çemberleri’ne protesto edenlere ateş açma emri vermiştir. Ve de ardebe çık­mıştır. Chavezciler çok kişiyi öldürmüş­lerdir. Poliste barışçıl yürüyüş yapanları korumak zorunda kalmıştır. Olaylara Chavez çok üzülmüş ve istifa etmiştir. Venezüella’da basının %99’u Chavez kar­şıtı finans kapital güçlerinin elindedir. Ve de onlar sürekli olarak bu yayını yaparlar ve video görüntülerini bozarak, görüntü hileleri yaparak verirler.

Olayları yaşayan halk güçleri, basın­dan gelen haberlerin çarpıtıldığını yaşa­maktadır. I I Nisan Perşembe gününden 14 Nisan Pazar gününe kadar iç çatışma­lar yaşanır. Chavez yanlısı halk gecekon­dularından çıkarak kent merkezine doğ­ru yürürler. Sokak sokak, hatta bina bi­

__ 76 __________________________

na çatışmalar yaşanır. Halk, kontrolüne aldığı yerlerde radyoları ve televizyonla­rı da işgale başlar ve ancak bundan son­ra gerçeklik tüm ülkeye ve dünyaya du­yurulmaya başlanır. Ancak taraflı basın sürekli susmuştur. Son Pazar günü 150 bin kişi devlet sarayını işgal eder ve dar­beciler istifa ederler ve Chavez serbest bırakılır. Ve böylece ilk kez bir ABD destekli darbe halk güçleri tarafından yenilmiş olur. ABD’nin yenilebilirliği tüm Latin Amerikan halklarına duyurulmuş olur. Ve yalnız Venezüella için değil, tüm Amerika kıtası için tarihi bir gündür. A- çıkcası ABD’nin APTALCA BİR EYLEM’İ bozulmuştur.

Bu devrimin kazanımından çıkarıla­cak çok dersler vardır. Ancak en önem­lilerinden biri basının devrim sırasındaki göreviyle ilgilidir. Venezüella basını sü­rekli olarak anti-Chavez propagandası yapmış ve olayları çarpıtmıştır. Halkın sokaklarda çatıştığı sıralarda bu ticari medyalar sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yayınlarını T om ve Jerry filmleri gös­tererek sürdürmüşlerdir. Ancak lokal radyolar halka gerçeklikleri yansıtmakta çok önemli rol oynamışlardır. Burada çalışanlar darbeciler tarafından büyük iş­kenceler görmüşlerdir. Çoğu içeri tıkıl­mış ya da kaçmak zorunda kalmışlardır. Ancak halkın işgal ettiği lokal radyolar bağımsız yayın yapmayı sürdürmüş ve Venezüella halkını darbecilere karşı ö r­gütlemişlerdir. Burada korkusuzca çalı­şan medya mensupları dünyada kendile­rini “ bağımsız” ilan eden yayın kurumla- rını kamuoyu önünde hesap vermeye çağırmışlardır. Bunların içinde Paris merkezli ünlü Sınır Tanımaz Gazeteciler (Reporters vvithout Borders), New York merkezli Gazetecileri Koruma

Page 78: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Komitesi (Committees to Protect Jour- nalists) ve Miami merkezli Inter-Ameri- can Association vardır. Tüm bunlar ne kadar sözde bağımsız olduklarını göster­mişler ve gerici basının çarpıtmalarını doğru gibi yayınlamışlardır. Bu nedenle, bu devrime basın devrimi adı da veril­miştir. Ve bu medya grupları “ İşgal A l­tında” isimli bir kurum oluşturmuşlar ve Amerika kıtası içinde gerçekten bağım­sız bir yayın kanalı oluşturmaya çalış­maktadırlar.

Halk hareketinin önemli diğer güçle­ri arasında interneti saymak yerindedir. Gerçekleri gören ve yaşayanlar internet kanalı ile açtıkları sayfalarla Venezüella halkına gerçekleri duyurmakta büyük hizmet görmüşlerdir. Ve internet her ne kadar yoksul halkların elinin altında olan şeyler olmasa da elbetteki internet kah­veleri ve bedava ya da çok ucuza kullan­ma olanağı sunan yerler bulmak zor de­ğildir. Ve bunlar halkın bu tü r olaylarda örgütlenmesini sağlayan, doğru haber al­malarına hizmet edecek unsurlardır. Ve Venezüella’da bu günlerde iyi değerlen­dirilmiştir, kullanılmıştır.

Halkın iletişimine en büyük hizmet­lerden biri de cep telefonlarıdır. Bu alet­lerle halk güçleri çok kısa sürede binler­ce insanı belirli merkezlere sevketmeye yaramıştır. Herkes birbirine telefon e- derek eylemleri anlatmış, olaylar cep te­lefonları aracılığıyla yayılmıştır.

DARBECİLERİN YANLIŞLARI

İktidara geldikleri andan itibaren dar­becilerin yaptığı bir takım yanlışlıklar vardır. En başta o eski diktatör gelene­ğine uygun bir iktidar kuracaklarını belli

ederler. Kurulan kabineye sadece en tu­tucu muhalefet adamları alınır. “ Ilımlı” demokratlar kabine dışında bırakılır. En başta işçi sınıfı sendikası CTV desteğini çeker. Arkasından diğerleri gelir. Yani kurulduğunun ertesi günü ittifak dağılır. Zaten sonradan ortaya çıktığı gibi ikti­dar alınacağından, böyle bir ABD planın­dan çoğunun haberi bile yoktur.

Carmona, hemen yüce mahkeme, başsavcı, seçim komisyonu, valiler gibi Chavez’in adamlarını görevden alır. 1999 Chavez Anayasası’nı iptal eder. Sı­kıyönetim kararı ile ülkeyi yönetecektir. Chavez’in kabine üyelerini tutuklamaya başlar. Bunlar darbeci cephenin çözül­mesine hizmet eder. Chavez taraftarları kendilerine yalan söylenildiğini, aslında Chavez’in istifa etmediğini anlarlar ve başkanlarını geri getirmek için sokaklara dökülürler. Darbeci cephe artık iyice çözülür. Ordu tabanı üstlerinden kopar, sokaklarda halk saflarına katılırlar. Ve de halkı bastıracak silahlı yaptırım gücü gi­den darbeciler teslim olmaktan başka çare bulamazlar. Mahalle mahalle polis güçleriyle çatışan halk, devlet sarayını iş­gal eder.

Bu arada diğer Latin Amerika ülkele­rinden de darbeye destek gelmez. En başta Peru Devlet Başkanı, Bolivya Dev­let Başkanı ile birlikte basın toplantısı yaparak darbecileri geri çekilmeye zor­larlar. Ayrıca olası ABD ısrarlarına rağ­men Meksika ve Brezilya da darbecileri tanımaz. ABD, biraz da onları ikna et­mek için darbeye destek verdiğini el al­tından yaysa da bu darbecileri iktidarda tutacak uluslararası desteği sağlamaya yetmedi.

Bugün Latin Amerika halkları arasın-

--------------------------------------------- 77 ----

_____________ ‘aptalca bir eylem’_ _

Page 79: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

da ABD düşmanlığı çok yüksektir. Ayrı­ca yaşanan Arjantin olayları Latin Ame­rika burjuvalarına ABD’nin nasıl Arjantin gibi kendine en sadık uşak iktidarı bile i- şine gelmediği zaman yüz üstü bıraktığı­nı gösterdi. Burjuva iktidarlar artık ABD aşkına halklarına baskı yaparken daha temkinli davranmak zorunda kalıyorlar. Hiçbir burjuva devlet kendini halklara karşı güvenlikte hissetmemektedir. O nedenle, Chavez’in devrilmesi özünde ABD’ye karşı bir gücün gitmesi demek­tir. Ve Chavez’i desteklemek çıkarlarına daha uygundur.

NİSAN SONRASI VE CHAVEZ'İN AÇMAZLARI

Chavez acaba şimdi ne yapmaktadır? Yaşananlardan sonra sağa mı kaymıştır, yoksa sola kayışını sürdürmüş müdür? Darbeden ne tür sonuçlar çıkarmıştır?

Ne yazık ki bu soruya yanıt vermek çok zordur. Venezüella’dan ses soluk kesilmiştir. Aynı şimdi Afganistan’dan pek haber gelmediği gibi. Şimdi gündem­de Irak vardır. Diğer herşey ikincildir. Ayrıca Venezüella basını yukarıda anlat­maya çalıştığımız gibi çok yanlıdır. Elbet­te Batı basını da öyle. Asıl darbe yiyen kendileri olduğu için olayların unutulma­sını istemekte ve yok gibi davranılmak- tadır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz gerçek ba­ğımsız basından bazı ipuçları elde etmek mümkündür. Ama kesin bir karar ver­mek zordur.

Chavez darbecileri elbetteki dava et­ti. Ve sonuç ne dersiniz? Darbeciler suç­suz bulundular. İnsanın aklı almıyor, ama gerçeklik budur. Ayrıca Chavez bir de­

— yol----------------------------------------

ğil, iki değil, tam tamına üç kez dava aç­tı. Hepsinin sonucu aynı oldu. Bunun ü- zerine şimdi dördüncü kez dava açtı. Ancak bu kez şu tehdidi savurdu. “ Eğer bağımsız davranmazlarsa adliye kurumu- nu dağıtacağım.” Evet, Chavez hala daha bazı dersleri almamış gibidir.

Ayrıca gelen haberlerde Latin Ame­rika Kalkınma Bankası Chavez’e petrol tesislerini yenilemek için kredi açmıştır. Bu haberde onun uzlaşmadan yana oldu­ğunu göstermektedir. Yoksa devrimci bir Chavez’e arkasında ABD ve dünya fi- nans kapitali olan banka kredi açmazdı. Değil mi?

Ama öte yandan 20 Haziran’da dar­beciler yeniden küçük bir darbe girişi­minde bulunmuşlar ve bu komik bir şe­kilde 1300 kişinin meydanda toplanması ile son bulmuş. Ama yine Chavez, Cas- tro ’yu ziyaret etmiş. Söylendiğine göre ondan akıl almıştır. Venezüella Sanayi Odası Başkanı 18 Eylül günü yaptığı ko­nuşmada şöyle diyor. “ Chavez Venezü­ella’da komünizmi kuracak.” (internet, vheadline.com, 19 Eylül 2001) Ya da şu haber. Güney Amerika’nın en gerici li­deri haline gelen Kolombiya Devlet Baş­kanı, Venezüella ile olan ticari ilişkilerini keseceğini açıklıyor.

Bütün bu haberler aslında Chavez’in küçük burjuva tavrının devam ettiğinin i- şaretleridir. Chavez “ aptal eylemler” yapmaktan çok, tipik küçük burjuva po­litikalar yürütmektedir. Ve bu değerlen­dirme, onun soldan eleştirilmesi anlamı­na gelecektir. Chavez genellikle bol ve keskin laflar etmekle suçlanır. Ettiği laf­ları pek nadir olarak eylemlerle destek­ler denir. Genel olarak büyük lafların ar­kasından küçük işlerle uğraşır denir. Ya-

Page 80: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

da Chavez’in kendi kurduğu örgütlen­melerine pek güvenmediği ve bu insan­ları iktidar kademelerine çıkartmadığı söylenir. Sanırız tüm bu özelliklerin ne­denleri vardır.

En başta Chavez devrimci bir müca­dele sonucu iktidara gelmemiştir. O burjuva legal sınırları içinde iktidar ol­muştur. Ve büyük bir titizliklede bu le- galiteyi çiğnemek istememektedir. Her attığı adıma uygun yasalar çıkarmayı ih­mal etmemektedir. Ve bu yasaları özen­le parlamentodan onaylatmaktadır. Sanı­rız bu çok önemlidir. Çünkü o dünyanın herhangi bir yerindeki bir ülkede değil­dir. Venezüella ABD’nin burnunun di- bindedir. Dünyanın finans kapital kabesi- nin en saldırgan ülkesiyle karşı karşıya­dır. Ve de üstüne üstlük bu ülkenin pet­rolünün üçte birini vermektedir. Yani ABD bu ülkedeki çıkarlarına en ufak bir el dokunulmasına izin vermeyecektir. Chavez işte böyle bir ip üstünde oyna­maktadır. Bu ipinde burjuva legalite ile i- yice sağlamlaşmasının yapılması çok ö- nemlidir. En ufak bir legalite açığı ger­çekten Chavez’in sonu olabilir. Ve de bu ipteki Chavez’in yüreği yoksul halkları­nın acısıyla yanmaktadır. Böyle bir Boli- var türü devrimcinin elinden gelebile­cekleri yapmaya çalışmaktadır.

Chavez zikzaklar çizmektedir. Haklı- dırda. Bugünkü güçler dengesi bunu ge­rektirm iyor mu? I I Eylül’ün üstünden daha bir yıl geçmeden kurulan ittifakla­rın kaç tanesi kaldı? Dünya finans kapi­tali zor günler yaşıyor. Onun içinde ar­tık neredeyse günlük çıkarlar peşinde koşuyor. Bu durumda Chavez’den zik­zak çizmemesini beklemek biraz insaf­sızlık olacaktır. Bel kemiği oluşturmaya hizmet edecek bir sosyalizm de yoktur

yeryüzünde. Yoksul halklar farkında ol­sunlar olmasınlar, içinde yaşadıkları sefil koşullar, aslında onların temsilcisi olan sosyalizmin olmayışından da kaynaklan­mıyor mu? Bugün kapitalizmi dizginleye­bilecek bir karşı güç yok. Ve bundan kendileri bile rahatsızlar. Chavez de el­bette bu güçler dengesindeki durumdan kendine düşen payı almaktadır. Somut güçler dengesi bırakalım sosyalist dev­rimciliği, Chavez gibi popülist devrimci­lerin bile çok aleyhindedir. Ve Chavez Latin Amerika gibi bir yerde dört yıla yakın süredir iktidarda halklarının çıkarı­nı kendi bildiğince savunmaya çalışmak­tadır. Chavez’i bu dünya gerçekliği için­de yorumlamak, O ’nu daha iyi değerlen­dirmek anlamına gelecektir.

2 0 .09 .2002

_____________ ‘aptalca bir eylem’___

79

Page 81: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

H a şa n O ğ u z

ÜRETİCİ GÜÇLERİNTEK YANLI GELİŞİMİ VE İŞÇİ SINIFI

Bugün ortak bir söylemden bahset­mek gerekirse, bu sözün büyüsü “ deği­şim” sözcüğünde kendini ifade ediyor, dolayısıyla onunla bütünleşiyor. Değişimi ifade eden farklı ideolojik akımların he­men hemen bütününün, bu büyülü söz­den çıkardıkları sonuç farklı tonlar taşı­yor. Bu farklı tonlara karakterini veren esas öge de sınıfsal bakışın içinde anlam kazanıyor. Kim hangi sınıf aidatından ve onun düşünsel kulvarından baktığı so­runsalına gelip takılıyor.

Devrim ve değişim diye bir başlık at­sak yazıya, sanıyorum devrim sorununu da kendi sınıf pozisyonundan hareketle bu değişim süreci içinde izah edeceğimiz anlamına gelir. Nitekim öyle de oluyor. Burada son derece çetrefilli bir analizle karşılaşacağımız açık. O halde burjuva­zinin ve değişik tonlarının ideolojik bakı­şını bir tarafa bırakarak söylemek gere­kirse, 21. yüzyılın başlangıç eşiğinde dev­rimsel olanakları tartışırken gerçekte o- nun öznel gücü olan üretici güçleri nasıl izah edeceğimiz sorununa gelip takılırız. Daha önce bunu farklı bir boyutta başka bir yerde tartışmıştım.1

Şimdi tartışmak istediğim başka bir nokta var; değişimin ve gelişimin temeli olması gereken üretici güçler, bugün ta­rih sahnesinde nasıl bir rol oynuyor? Böylece üretici güçler değişimin temel öznesi olarak nerede duruyor? Ya da bu soruyu açarak şöyle soralım; üretici güç olarak işçi sınıfı, değişim olanaklarını ye­

niden kazanabilir mi? Elbette bu sorula­rın hayatta nesnel bir karşılığı vardır ve anlamsız olarak ortaya da atılmış değildir. Dolayısıyla soruların üzerinden önemsiz diyerek atlayıp geçemeyiz.

Tartışılan konuların başında üretici güçler sorunu gelmektedir. Yoğunlaştırı­lan karşı argümanlar şu düşünceler üze­rinden geliştirilmiştir; küresel kapitaliz­min değişim sürecine paralel olarak, üre­tici güçler (ÜG) de değişmiştir, dolayısıy­la üretici güçler artık bir sınıf devriminin öznesi olmaktan çıkmıştır! Başka bir de­yişle üretici güçlerin gelişimi, sosyalist devrimin ateşleyici bir gücü değildir! Ta­rihsel olarak bu sona ermiştir! Dolayısıy­la devrimlerden bahsedilse bile bu dev­rim mülkiyet ilişkilerini sorgulayacak bir devrim olamaz! Olsa olsa kapitalizmin daha insancıllaşmasına yol açacak re­formlarla sınırlı bir “ devrim” olabilir vb!

İşte bizim karşımıza çıkarılan sorunun düğüm noktası esas olarak burasıdır. O halde bizim de işe başlama noktamızın burası olacağı açıktır.

BUGÜN ÜRETİM İLİŞKİLERİ İLE ÜRETİCİ GÜÇLER ARASINDAKİ İLİŞKİ NASIL BİR SEYİR İZLİYOR?

Üretim sürecinde insanlar iki şeyi el­de eder; bunlardan birisi zenginliklerin (maddesel gereksinmeler) üretimidir, i-

80

Page 82: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

kincisi bilgi, beceri ve yeteneklerin üreti­midir. insan üretimle birlikte hem maddi bir olgunluğa hem de insanal düşünme­nin bir sonucu olarak ortak değerler toplamına kavuşur. Bu genel anlamda e- sas olarak üretici güç olan insanın geliş­me düzeyine tekabül eden bir olgudur. Gelişme düzeyi veya ilerleme dediğimiz zaman, esas olarak üretici güçlerin geliş­me düzeyine denk düşen ilişkiler topla­mını anlarız. Bu aslında üretici güçlerin i- lişki biçimleri olarak bireylerin yaşam, çalışma, meslek vb. faaliyetlerinin de top­lam ilişkisidir. Bunlar esas olarak kendini politikada, sanatta, ideolojik çalışma alan­larında ve diğer zihinsel etkinliklerde gösterir. Bu ilişkilerin kendisi ancak üre­timin koşulları içinde anlaşılmaktadır. Sis­tem içindeki kapitalizmin yarattığı bu ko­şullar, üretimin karakterinden dolayı ü- retici etkinliği engeller ve gelişmenin ö- nünde ayak bağını oluşturur. Çünkü için­de hareket ettiği yapısal düzlem olarak, üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasın­da var olan çelişki, gelişimin hem dina­miklerini yaratır hem de çelişkisel yapı­nın varlığı ile birlikte gelişmeyi frenleyen bir dizi argümanları da üretir. Marx’ın dediği gibi “ ...bu koşullar tesadüfi birer a- yak bağı olarak ve bu ayak bağını daha önceki döneme yükleyen bilinç olarak ortaya çıkar.”2

Küresel kapitalizm kuşku yok ki ta­rihsel kapitalizmin üst bir evresi anlamı­na gelmektedir. Ama onun dar ve statik bir tekrarı olmadığı açık. Böylece küresel koşulların kendisi, gerçekte üretici güç­lerin gelişmesi önünde hiçbir dönemde görülemeyecek kapsamda çelişkiler dizi­mini yaratmıştır. Böylece kapitalizmin hızla gelişme düzeyi esas olarak ÜG’leri iki noktada etkilemiştir;

1- Küreselleşmenin hızına bağlı olarak yeni üretim süreci aynı düzlemde mo­dern tekniği geliştirmiştir. Bu süreç doğ­rudan üretime aktarılarak ÜG’leri (maddi üretici güçler anlamında) hızla geliştirmişir. Anlaşılan bunun tek yanlı gelişme olduğu noktasıdır.

2- Küresel kapitalizmin yarattığı bu koşullar, esas olarak canlı emekte anlam bulan ve onun temeli olan ÜG’leri (zi­hinsel üretici güçler anlamında) tah­rip etmiş ve yıkmıştır. Bir insan olarak iş­çinin insanal kimliğini makinanın kimliği i- çinde eritmiş, onun zihinsel üretkenliğini elinden aldığı gibi değerler sistemini de erozyona uğratmıştır. Çelişkisel yapının bu özelliği, gelişmenin önündeki ayak ba­ğının esas olarak derinleştiğini gösterir. Bu durum başka bir yanıyla bilincin sıçra­masını ve kendi değerleriyle birleşmesini de engelleyen esas faktör olarak izah e- dilebilir.

Kuşkusuz bu ilişkilerde ardışık bir sı­ralanma vardır. İnsan önce bir birey ola­rak faaliyetinin gelişmesini ve zihinsel et­kinliklerini sürdürmesi gerekir. Sanatta, sporda, gündelik faaliyetlerde, sosyal ve­ya politika vb. çalışmalarındaki toplam in­sanal etkinliklerdir bunlar. Ancak bu et­kinlikler, kapitalizmin yapısal koşulları ta­rafından sarılarak sınırlandırılır. Böylece gelişme durdurulmaya çalışılır veya en asgari düzeye çekilir.

Eskiden doğal gelişme şöyle seyredi­yordu; eski dönemin ilişkileri ÜG’lerin gelişmesine denk düşen bir seyir izliyor­du. Ve bu ilişki kendini yeni ilişkilere bı­rakıyordu. Aynı zamanda bu durum, kişi­nin bireysel gelişmesinin de zorunlu bir kertesiydi. Feodalizmden kapitalizme ge­çiş sürecinde bu ilişkiler, ÜG’lerin geliş-

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

81

Page 83: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

meşini sağlayan bir koşul olarak çıkıyor­du ortaya. Bir noktadan sonra bu geliş­me, hem var olan yapısal ilişkilerle hem de kendi kendisiyle çelişkili olarak geliş­meyi frenler hale geliyordu. Burada geliş­me, her daim ÜG’lerin bütünsel bir geliş­mesine tekabül ederse (ki kriter budur, yani üretici güçlerin iki boyutta paralel gelişmesi olarak), ilerleme ve yenilenme­nin kendi tarihini de oluşturabilir diyebi­liriz. ÜG’lerin gelişmesini Marx bu nok­tada eş zamanlı bir gelişme koşulu ile ele almaktadır. Yalnız bu “ eş zamanlı” geliş­me salt bir zaman kavramı ile sınırlanma­mıştır. Aynı zamanda ÜG’lerin ekonomik yapıda ve teknik düzeyde yenilenmesi, bir ÜG olan insanın zihinsel yenilenmesi ile de paralel gitmek zorundadır. Şu asla unutulmamalıdır; ÜG’lerin zihinsel gelişi­mi, nesnel olarak üretim süreci içinde o- luşduğu ne kadar doğruysa, bu gelişme aynı oranda kurulan bu yapıdan bağımsız olarak gelişmek zorunda olması da o ka­dar doğrudur. Çünkü bilme eylemi aynı zamanda bağımsız bir karaktere de sa­hiptir. Bunu aşağıda ele alacağız. Bu para­lel süreç (yani ÜG’lerin çift yönlü gelişi­mi) gerçek anlamda sadece sosyalist üre­tim ilişkileri içinde anlam kazanır. Bunu şimdilik bir tarafa not edebiliriz.

Küresel kapitalizm koşullarında ÜG’lerin tek yanlı gelişmesi, ÜG ile üre­tim ilişkileri arasındaki çelişkiyi yok et­mez. Onu daha da derinleştirir. Böylece ayak bağı sürmeye devam eder. Kapita­lizm koşullarında ÜG’lerin zihinsel geliş­mesi ve etkinliği her zaman yeniden üre­tilmeye müsait ortamı da yaratır. Bunun yeniden elde edilmesi sınıfın ve başta ön­cü sınıf güçlerinin kolektif mücadele ve örgütlenme sürecine bağlıdır. Bu asla u- nutulmamalıdır. Dolayısıyla bu çelişkisel

— yol--------------------- ------------------yapı, ÜG’lerin en azından bir dönem için yeni tarafından değiştirilmesinin önünde­ki engelleri yok saymaz. Tersine bireyin kişisel (zihinsel) etkinliği veya ilişkiler sis­temi, koşulların ilişkileriyle çatışmalı olsa da onu aşan ve yeniyi yaratan bir dinami­ği bağrında taşır. Bu küresel kapitalizmin tüm engellerine rağmen böyledir.

Daha önce (serbest kapitalizm döne­minde) ÜG’lerin kendi gelişme tarihi, kendi başlarına meydana gelen ve başta bağımsız olarak gelişen, ama aynı zaman­da diğerleriyle ilişki içinde olan çeşitli u- lus, bölge, kabile, iş kolu vb. içinde doğup gelişen bir süreç izlemiştir. Marx bu sü­reci gelişmenin “ üstün çıkarları” olarak tanımladı. Ancak gelişmenin “ üstün çı- karlarfnın egemen yapı tarafından ikinci plana düşürüldüğünü de belirtmeden geçmedi. Artık bağımsız ve kendi başına bir gelişme, bugünün koşulları içinde söylemek gerekirse küresel kapitalizmin güçleri tarafından yönlendirilir bir nokta­ya çekilmiştir. Bunun anlamı egemen ya­pının hakimiyeti altındaki duruma işaret­tir. Şimdi bu çelişkili yapının, aynı şekilde insanlığın geleceğine ışık tutacak bir bilin­cin oluşmasını engelleyip engellemeyece­ği noktası tartışmanın da en temel nok­tası olmuştur. Oysa gerek tarihsel bilin­cimiz gerekse nesnel ilişkiler, bu bilincin engellenmesinin olanaksız olduğunu gös­teriyor. Bunun tümüyle sınıfın öncü güç­lerine ve onların bilinçli çabasına bağlı ol­duğunu vurguladık. Ama yine de gelişme­nin bu bağımsız dinamikleri, aynı şekilde sistem tarafından manipülasyona uğratı­larak sahte bir bilincin oluşmasını orta­dan kaldırmıyor, en azından onu yok say­mıyor. Bunun küresel çağda esas olarak nasıl bir gelişme gösterdiği üzerinde dur­mak gerekiyor. İşimizin en çetrefilli ve

__ 82

Page 84: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

aşmamız gereken noktası burasıdır ve bu asla unutulmamalıdır.

Küresel kapitalizmin üretim ilişkile­rinde var olan üretici güçlerin ikinci aya­ğı dediğimiz beceri, yetenek ve zihinsel gelişim sorunlarında ciddi problemlerin ortaya çıktığını biliyoruz. Bu yadsınamaz. Üretimin biçimi ve nasıl üretildiği, insan­ların yaşamının da biçimini oluşturur. Genel olarak şöyle de diyebiliriz; insanın tarihi aynı zamanda üretimin de tarihidir. Elbette üretim maddi bir karakter taşır. Bunu anlamak mümkün. Ama doğayla in­sanlar arasındaki ilişki, kuşku yok ki aynı şekilde toplumsal bir karakterle de ta­nımlanabilmektedir. Dolayısıyla toplum­sal temeli olmayan bir üretimden bahset­mek gülünç olabilir.

İlkel üretimden ve üretim araçların­dan modern üretim ve modern araçlara geçiş, ortak üretim sayesinde olmuştur. İlkelliğin aşımı, işbirliği ve ortak çalışma i- le gerçekleşmiştir. Deneyim, bilgi, beceri bireyden topiuma mal oldukça, toplum­sal yapıdaki gelişme üretimin gelişmesine paralel gelişme gösteriyordu. Böylece e- meğin üretkenliğinin artması, doğanın in­sanlar tarafından egemenlik altına alın­masına bağlı olarak gelişiyordu. İlk ihti­yaçların karşılanması için gerekli aletler yeni ihtiyaçlara yol açtı. Bu ise yeni ilişki­lere... Bu anlamda gerçek tarihten bah­setmek gerekirse, doğal olarak insanın yaşamını idame ettirmek için verdiği mü­cadeleden (üretim ve bölüşüm mücade­lesinden) bahsetmek gerekir. Burada kullanılan araçlara paralel olarak tüketi­len güç olarak insan emeği ve bunların toplamı, üretici güçleri oluşturdu. Deyim yerindeyse emek üretici güçlerin çekir­dek merkeziydi. Böylece üretim sürecin­de ortaya çıkan toplumsal üretim, zo­

runlu olarak toplumsal ilişkileri doğur­muştur. İşin doğalı şudur; üretim güçleri ile üretim ilişkisi birbirini koşullayan ay­rılmaz bir bütünlük göstermeden ede­mez. Bu birlik üretim tarzı ile anlam ka­zanmıştır.

Gerçekte üretim güçleri dediğimiz zaman, insan ile doğa arasındaki dönüşü­mü gerçekleştiren güçlerin toplamı anla­şılır. İnsanın doğa ile ilişkisinde, doğanın içinde var olan maddi nesneleri ve süreç­leri çalışmanın konusu yaparlar. Bunun i- çin iş araçlarından yararlanırlar. Çalışma­nın konusu ile iş araçları birlikte üretim araçlarını oluşturur. Araçlar üretici güç­lerin önemli bir parçasıdır. Bu araçlar doğal olarak üretim güçlerinin gelişme düzeyini göstermesi bakımından önemli­dir. Gerek çalışmanın konusu gerekse de iş araçları, canlı varlık olan insandan ayrı düşünülemez. Ayrıldığı noktada üretici güç üretici güç olmaktan çıkar. Üretim de ortadan kalkar. Olmazsa oimaz koşul canlı insan emeğinin devrede olmasıdır. Bu nedenle asıl üretici güç insandır fo r­mülünün espirisi bu noktada anlam kaza­nır. Böylece üretim araçlarının kullanımı, yeni araçların üretimi bütünüyle işçinin bilgi ve becerisi ile ilgili bir sorundur. Ye­nilenen ve modernize edilen iş araçları, doğanın dönüşümü için doğa biliminin bi­linçli kullanımını yarattı. Elbette bu doğa­nın bilinçli dönüşümünde emeğin rolünü ve toplumsal ilişkileri önemli derecede görmezden gelen pozitivizmin sınırı ile a- çıklanamaz. Böylece bu süreç yeni var o- luş biçimine dönüştü. Sonuçta bilimsel teknik devrim olarak formüle edilen sü­reç, üretim güçlerinin niteliksel değişimi­nin yollarını açmıştır. Böylece emeğin ü- retkenliği, verim ve kalite artmıştır.

Bu süreç doğal olarak canlı emekte

--------------------------------------------- 83 —

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

Page 85: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

değişimlere yol açtı. Denetleyici, göz- lemleyici uzman ve meslek yapılarında yenilikler ortaya çıktı. Kafa emeği ile kol emeği aynı gövdenin uzuvları olmasına karşın ayrışması derinleşti. Kuşkusuz ÜG’lerin doğasal gelişmesi, bilgi, beceri ve kültürel gelişmenin artması anlamına gelecekti. Ama bu süreci boşa çıkaracak önemli manipülasyonlar geliştirildi. Kapi­talist yapının ideolojik aygıtları elit bir ta­baka dışında bu sürecin önünü kesen bir dizi argümanlarla birlikte oluştu, işsizlik, bilginin dezenformasyonu, kültürlerin yı­kımı, toplumsal güvensizlik, küçük ve o r­ta işletmelerin yıkımı, enflasyon, artan fi­yatlar, savaşlar, hastalıklar vb. bu düşün­ceyi sınırladı, onu gündelik çıkarlar içinde eritti. Sermayenin artan egemenliği altın­da üretici güçlerin gelişmesi, insanların çıkarına olmaktan ziyade tekellerin daha fazla sömürüsüne ve kar hırsının artma­sına yol açtı.

Var olan denklemde bir terslik oldu­ğu açık. Çünkü ÜG’lerin büyümesi ve ge­lişmesi emeğin üretkenlik düzeyini de belirler demiştik. Bu anlamda toplumsal ilerlemenin de denek taşıdır. Doğal ola­rak maddi üretimin artışı işçinin düşünsel ufkunun da artması demektir. Kolekti­vizm, ortak mücadele, örgüt, bilinç vb. konularında gelişme göstermesi demek­tir. Doğal gelişme böyle olması gerekir­di. Ama gelişme böyle olmadı. Biliniyor ki bireylerin ne olup olmadığı sorunu, Marksist dünya görüşü tarafından, ancak üretimin maddi koşulları tarafından belir­leneceği fikrine dayandırılır.

O halde küresel kapitalizm koşulla­rında birey, üretimin maddi koşulları i- çinde nasıl bir evrim gösteriyor? Bu so­ruya cevabımızı verebilmek için biraz da­ha derinleşmeye ihtiyaçımız vardır.

— yol----------------------------------------İŞBÖLÜMÜ İLE DÜŞÜNCE YAPISI ARASINDAKİ İLİŞKİ SORUNU

Marx şöyle bir değerlendirme yapar; “ Bir ülkedeki üretici güçlerin hangi düze­ye kadar geliştiği o ülkedeki işbölümü­nün geliştirilmiş olduğu seviye tarafından gayet açık bir şekilde ortaya konur.” 3

Bugün işbölümündeki gelişme seviye­sinin düzeyi, gelişmiş üretici güçlerin de (maddi ürettici güçler olarak) seviyesine eşittir. Bunun ayrıntısına atıf yapmaya ve göstermeye gerek olmadığına inanıyo­rum. Yeni işbölümlerinin dünyamızın i- çinde bulunduğu koşullarda artan oranda gelişmiş olması, sermayenin ve özel mül­kiyet sisteminin tümüyle egemen karak­terini göstermesi bakımından önemlidir. Elbette bu üretimdeki verimlilik ve ona bağlı olarak maddi araçların geliştiği dü­zeyi gösterir. Fakat bu durum aynı şekil­de bu sürece bağlı olarak bireyler arasın­daki ilişkilerde de kendini duyumsatmış- tır. Bu ilişkinin ana karakteri yukarıda be­lirttiğimiz gibi insanın insan olma kimliği­nin tümden yıkımı ile kavranabilir oldu­ğudur. Kuşkusuz düşünce üretimi, maddi ilişkilerin ve maddi eylemlerin diliyle olu­şur der Marx. Bugün ne yazık ki bütün maddesel ilişkiler, fikirlerin kolektivizmi­ni yıkan bir karakter ile tanımlanabilmek­tedir. “ İnsanlar kendi kavramlarının ve fi­kirlerinin üreticisidirler” diyen Marx de­vamla şunları belirtmişti; “ ...kendi üretici güçlerinin belirli gelişimi tarafından belir­lenen ve en ileri biçimlerine kadar bu ü- retici güçlere tekabül eden gerçek, aktif insanlar olarak insanlar.” (Marx K, s. 26)

Bugün üretici güçlerin gelişimi, üreti­min maddi koşullarına bağlı olarak, üste­lik bu üretici güçlere tekabül eden düzey olarak yeni insan ilişkilerini ortaya çıkar­

84

Page 86: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mıştır. Bugünün postmodernist ideoloji­sinde insan ilişkileri sistemi aynen Marx’ın ifade ettiği gibi “ karanlık film o- dalarındaki gibi tepe üstü ortaya konul­muştur.” Böylece “fiziksel yaşam süreci içerisinde cisimlerin görüntülerinin reti­naya ters düşmesi gibi bu olgu da, doğal olarak, onların tarihsel yaşam süreçlerin­den aynı şekilde tepe üstü çıkar orta- ya.” (Marx K, s.26)

Kapitalizmin postmodernist ideoloji­si, insanal varoluşun temel öznesi olan kolektif bilinci yıkarak, insanı amaçsız ve gündelik bir yaşamın esiri haline dönüş­türmüştür. Marx’ın da belirttiği gibi insa­nı insan yapan bilinci, karanlık film odala­rına hapsetmiştir.

Gerek üretici güçler gerekse onun bir öğesi olan ve canlı emekte billurlaşan bilinç, küresel kapitalizmin üretim koşul­larında, hem birbirini tamamlayan hem de birbiriyle çatışmalı olan süreçleri ya­ratmıştır. Ama burada bir başka öğeden daha bahsetmek mümkündür; bu da top­lumsal ilişkilerdir. Denklemin bu üç aya­ğı, zorunlu olarak üretim sürecinden başlamak üzere bütün toplumsal yapı i- çinde işbölümünün yaygınlaşması üzerin­den şekillendi. Sistemin oluşmasının asli öğeleri olan bu süreç, daha önce belirtti­ğimiz gibi zorunlu olarak çatışmalı bir sü­reçtir. Çelişkili toplumsal yapı, sistemin varoluş öğeleriyle birlikte yabancılaşma­nın (sadece üretim sürecinde işçinin üre­tilen mala ve sermaye gücüne karşı bir kopuşu/yabancılaşması değil) ağırlıklı bir eğilim olarak, toplumun varoluş etmen­lerine karşı bir süreç içinde oluşmasını da yaratmıştır. Yabancılaşma iki pratik öncül tarafından ortadan kaldırılabilir; il­ki emekçilerin tahammül edilemez bir duruma doğru kayması, ister istemez bir

devrimsel başkaldırıya yol açar. Hatta Marx’ın ifadesiyle söylemek gerekirse “ insanın kendine karşı devrim yaptığı” durumdur bu. İkincisi çoğunluğun mülk- süzleşmesi sürecidir. “ Mevcut zenginlik ve kültür birikiminden yoksun olmak.” (Marx K, s.41 -42)

İşte bu iki temel öncül, genel olarak (olması gereken) ÜG’lerin yüksek dü­zeyde gelişmesini de sağlar. Dolayısıyla ÜG’lerin gelişmesi mutlak gerekli bir pratik öncül olarak kabul edilebilir. Çün­kü kapitalist üretim biçiminde çelişki, “ ...sermayenin içerisinde hareket ettiği ve tek başına hareket edebildiği, özgül ü- retim koşulları ile sürekli çatışma içerisi­ne giren, üretici güçleri mutlak biçimde geliştirmeye doğru bir eğilim taşımasın­dan doğar.”4

Kapitalist yapının bu onulmaz çelişki­si içerisinde, işçi kendi yaşamını idame ettirmek için sürekli olarak talep etmesi (maddesel veya zihinsel gelişmesi anla­mında) gerekir ve doğal olarak bu yay­gınlaşır. Bu emekçinin sürekli yoksullaş­ması ile paralel giden bir süreçtir. Talep­lerle ihtiyaçların genelleşmesi mücadele­nin nesnel zeminlerini de olgunlaştırır. Zorunlu olarak bu durum üretici güçle­rin sadece maddi/teknik yanını geliştiren bir öge olmaktan çıkar. Devreye emek­çinin gündelik yaşamından kaynaklanan çelişkiler zinciri onun zihinsel gelişmesi­nin temellerini de atar. Devrimin hem büyüme ve yaygınlaşmasının hem de bir­birine bağlanmasının şartlarını yaratır. İş­çi sınıfının özgürleşmesinin ve kendi de­ğerleriyle buluşmasının yolu, emek süre­cinde sınıfın günlük kaygılardan kurtuldu­ğu noktadan sonra başlar. Yeni süreci ta­nımlarken tam da bu noktada bir kopuş­tan bahsetmemizin anlamı bu noktada

_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

Page 87: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

saklıdır. Küresel kapitalizm bir dizi argü­manla işçi sınıfını gündelik kaygıların içine hapseden araçları yaratmıştır. Üstelik bu sadece maddi araçlar da değildir. İdeolo­jik ve kültürel manipülasyon araçları bu sürecin derinleşmesine eşlik etmektedir.

KÜRESEL KAPİTALİZM KOŞULLARINDA ÜRETİCİ GÜÇLERİN TEK YANLI GELİŞİMİ VE MANİPÜLASYON SÜRECİ NASIL AŞILABİLİR?

19. yüzyılda ağır sanayinin İngiltere’de filizlenmesi, özel mülkiyet sistemi olarak tanımlanan kapitalizm için ayak bağını o- luşturacak temel olan üretici güçleri ya­ratmıştı. Gelişen bu üretici güçler başlan­gıçta tek yanlı geliştiler ve bir süre sonra kendilerinin işe yaramaz olduklarını gör­düler. Bunun nedeni yine üretici güçlerin tek yanlı gelişmesi sorunundan kaynakla­nıyor olmasıydı. Marx bu süreci şöyle i- zah etti; “ Bu üretici güçler özel mülkiyet sistemi içerisinde te k yönlü ge liş tile r ve büyük bir çoğunluğu yine aynı sistem içerisinde yıkıcı birer güç haline geldiler, dahası, bu güçlerin büyük bir çoğunluğu kendilerini işe yaramaz bir durumda bul­dular.” (abç)5 Kendilerini işe yaramaz du­rumda bulmalarının esas nedeni, burju­vazinin, üretici güç olan işçi sınıfının zi­hinsel üretiminin paralize edilmesine da­yanmış olmasıdır. Üretimin asli öğesi o- lan işçi, üretim sürecinde nesnel bir var­lık olarak yer almış olsa da, o, bir canlı varlık olarak kendini var eden düşün- sel/zihinsel üretkenliğinden kopartıldı. Böylece ideolojik ve kültürel baskı, sını­fın kendi değerlerinden kopmasına yol a- çan sürecin önünü açtı. Elbette bu, tek­nik ihtiyaçların yeniden devreye sokul­

__yol__________________________

ması ve yeni taleplerin yaratılması süre­cinde oluştu. Nitekim Marx’ın da dediği gibi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, “zihinsel üretim araçlarını da kont­rol etmektedir.” Nitekim bu durum, ya­ni düşünsel üretim araçlarından yoksun bırakılan işçi sınıfı ve onun düşünsel dün­yası, zihinsel üretim araçlarını elinde bu­lunduran burjuvazi tarafından yönlendir­meye açık hale geldi. Elbette bu açıklama, yeni sürecin küresel kapitalizm koşulla­rında nasıl bir işlevle yükümlendirdiğini göstermesi bakımından önemlidir ve yol gösterici bir özelliğe sahiptir. Dahası gü­nümüzde özel olarak işçi sınıfının genel olarak insanlığın kendi değerlerinden ko­puşunun nedenlerini ve ilk ipuçlarını ver­mesi bakımından hayati bir açıklama gü­cünü gösterir.

Küresel kapitalizm koşullarında, ÜG’lerin tek yanlı gelişmesinde çok ö- nemli sonuçlara yol açan belli başlı yapı­sal özneler üzerinde durulabilir. Bu dö­nemde, özellikle spekülatif sermayenin ve onun üzerine oturan politik yapıların, üretim sürecinde ortaya çıkan üretim güçlerinin zihinsel üretim dediğimiz ide­oloji, politika ve kültür değerlerinin yıkı­mını ve tahrip etme gücünü gösterdi. El­bette bir önceki döneme göre bu farklı­lığın üzerinde düşünmek gerekir.

Ama yine de bu süreç, ÜG’ler üzerin­deki yıkıcı olmasına rağmen, kapitalizm i- çin ayak bağını ortadan kaldırmadığı gibi onu daha da derinleştirdi. Üretim güçle­rinin modernize edilen teknik araçlar dü­zeyinde tek yanlı gelişmesi ile düşünce aktivitesi arasındaki kopukluğun tarihte hiçbir zaman görülmemiş bir düzeye işa­ret ettiği doğrudur. Ama onun var olu­şun nedenlerini yok edemediği de bir o kadar doğrudur.

_ 86

Page 88: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Bu yıkıcı öğenin ÜG’lere maliyeti esas olarak iki alanda ortaya çıkmıştır; ilki ya­pının değişim sürecinde ÜG’lerin kendini işe yaramaz olarak görmeye yol açmıştır. Adeta bugün tarih yeniden tekerrür e- der gibidir. Bugün işçi sınıfının genişleme ve büyüme sürecindeki fiziksel gücüne paralel düşmeyen bir atalet içinde olma­sının ve konum kaybına yol açmasının e- sas nedeni bu noktadır. Çünkü işçi, şim­dilik kendini ve değiştirme gücünü kendi öznesinde görmüyor. Bunun esas nedeni sınıfın kendi değerlerinden kopmuş ol­ması ve bilinç parçalanması olarak açıkla­nabilir. Ufuk kaybı dediğimiz noktadır bu. İkincisi tümüyle bununla ilgilidir. Üretici güç olarak değiştirmenin bütün olanakla­rı, sistemi yıkacak olanaklar anlamında kendi elinde toplanmıştır. Çünkü o meta üretiminin asli öğesidir ve emek olmadan hayatın yeniden var olması da düşünüle­mez. Bu kendi düşünsel sınırından ba­ğımsız olarak ona verilen fiziksel bir gü­cün de göstergesidir. Çünkü kapitalizm, ulusal çitleri de yıkarak uluslararası düz­lemde üretimin asli öğesi olan bir sınıfı yarattı. Bu sınıf, gerek kapitalistle ilişki­sinde gerekse kendi kendisiyle ilişkisinde açık ve anlaşılır yapısal bir olgu yarattı. Bu çatışma ortamının kendisine bir vur­gu olarak ortaya çıktı. Böylece üretim i- lişkisi ile üretim güçleri arasında ki anta- gonizmanın çözümü, zorunlu ve kaçınıl­maz olarak devrimi gündeme getirecek bir sürecin önünü açması gerekirdi. Bu noktada özellikle şu tanım önemlidir; “ ...bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla, bir yandan bunların tekabül ettikleri üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan, üretici güçler, üretim kuvvetleri ve bunları yerine getirenlerin gelişmesi arasındaki çelişkiler ile uzlaşmaz karşıt­

lıkların ulaştıkları derinlik ve genişlik ile kendisini belli eder. Bunu, üretimin mad­di gelişmesi ile toplumsal biçimi arasında­ki bir çatışma izler.’’6

Her ne kadar bu süreç yeni bir devri­min kaldıracı olmasını sınırlayan bir dizi etmen tarafından sarılmış olsa bile, bu varoluşun kendisi ortadan kaldırılmış de­ğildir. Şimdiki süreçte bu durum kısa va­dede çözümsüz gibi duruyor. Ancak ça- tışmalı bu potansiyelin çözümünün başka bir seçenek yolu da kalmamıştır, dolayı­sıyla bu yol tümden kapanmıştır. Şunu demek istiyorum; bu antagonizma. bütün toplumsal yaşamı ve onun bütün versi­yonlarını belirleyen bir ortamın varlığına işaret etmektedir. Çözümsüz kalma noktası toplumsal krizin ana nedeni ola­rak ortaya çıkmıştır. Bunun daha fazla devam etmesi insanlığın toptan yok ol­ması anlamına gelmeyecekse tersi düşü­nülemez. Eğer çözümsüzlük devam e- derse, başka bir deyişle çözüm devrimsel bir yolla kendi kanalına akmazsa, yani sı­nıf bilimi kendi rolünü oynayacak bir ze­min bulamazsa, o zaman ortaya bütün bir toplumun yıkımı anlamında yeniden bir barbarlık dönemine yol açar. Elbette şu değerlendirmeyi yok sayamayız; “ Kendi kendini ortadan kaldıran aklın ge­lişmesi son bulduğunda, kendisine, bar­barlığa ya da tarihin başlangıcına geri dönmekten başka yapacak bîr şey kal­maz.”7 Bu ise sonuç olarak insan soyu­nun tüketilmesi ve yok edilmesi süreci­dir. Dolayısıyla insanlığı bu sorunun çö­zümüne çekecek olan uluslararası prole­tarya, ağır bir toplumsal krizin içinden geçerek kendi çözümünü zorunlu olarak dayatmak durumundadır. Bu sadece pro­letarya için değil, bütün toplumun kurtu­luşu için gerekli bir kuraldır. Bunun şim­

_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

______________________________________8 7 -—

Page 89: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

dilik bölgesel veya ulusal bazda ipuçlarını görüyor olmamız gelecek açısından o- lumlu bir referansı bize iletmektedir. Çünkü insan düşüncesinden bağımsız o- larak gelişen sınıflararası mücadele nes­nelliği, zorunlu olarak işçi sınıfının ideo­lojik, politik ve kültürel değerleriyle bir­leşmesini sağlayacak olanakları hızla dev­reye sokacaktır. Kuşku yok ki bu süreç, burjuvazinin kapsamlı manipülasyon ha­reketleri tarafından engellenmektedir, a- ma bu süreci tümüyle ortadan kaldıra­mamaktadır. Şimdi tam da olan budur. Marx’ın şu değerlendirmesi sadece tarih­sel bir anektod anlamında değil, ama da­ha çok günümüzün hareket biçimini gös­termesi bakımından da önemlidir; “ Daha önce gördüğümüz gibi, üretici güçler ile ilişki biçimleri arasındaki çelişki, geçmiş tarihlerde, kendi temelini tehlikeye dü­şürmemiş de olsa, her seferinde zorunlu olarak bir devrime yol açmamış da olsa, ikinci derecede önemli çeşitli biçimlerde, örneğin, her türlü çatışmayı, çeşitli sınıf­ların çatışmasını, bilincin çelişkilerini, dü­şüncelerin savaşını, politik mücadeleleri vs. kucaklayan biçimlerde, devam ederek birçok defalar ortaya çıktı. Dar bir bakış açısıyla bakıldığında bu ikinci derecedeki önemli biçimler devrimin kendisinden kopartılarak devrimin asıl temelleriymiş gibi kabul edilirler; ve bu devrimci müca­deleye girmiş bireyleri kendi eylemleri konusunda, kültür düzeylerine bağlı ola­rak ve tarihsel gelişim aşamasına göre en kolay aldatabilecek (yanıltabilecek) bir şeydir.” 8

Demekki var olan, üstelik seyri en a- ğır bir şekilde gelişen bu antagonizma, kaynağını üretici güçler ile üretim ilişkile­ri arasındaki çelişkiden almaktadır. Bu temel var oldukça bu çelişkinin var olma­

— yol----------------------------------------sı nasıl ki kaçınılmaz bir durumu gösteri­yorsa, onun çözüm yollarını da kaçınıl­maz olarak gösterecek demektir. Burju­vazinin manipülasyonu bu süreci ortadan kaldıramaz ve bu başka bir şekilde dev­rimci durumun varlığına işaret etmekte­dir. O halde gerisi devrimci mücadelenin yanıltıcı öğelerden kurtulmasına ve ken­dini her düzeyde yenilemesi sürecine bağlıdır.

Üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin çelişkisel varlığı, özünde sermaye ile e- mek arasındaki çelişkinin yapısal düzey­deki görüntüsüdür. Bu çelişkinin ortadan kalkması, yoğunlaşmış emek ile özel mül­kiyet arasındaki ilişkiden birisinin ege­men olmasına veya her ikisinin birden ortadan kalkmasına bağlıdır.

ÜG olarak birey/işçi, bu çelişkinin çö­zümündeki asli öğeyi oluşturur dedik. O halde bu temel özne üzerinde durmamı­zın anlaşılır bir nedeni daha vardır. Birey, kapitalist üretim yapısı içinde diğer yapı­lar gibi işbölümüne tabi tutulmuştur. Bu gelişmenin ortak bir özelliği de karşılıklı birbirine bağımlılık ilişkisidir. Marx’ın Sis- mondi’den aktardığı gibi, karşılıklı ilişki bireylerin ortak örgütlenmesinin de çıkış noktasıdır ve “bireylerin birliği, ser­mayenin birliğine karşı olmadan kurulamaz,” İşbölümünün olağanüstü artması, sermayenin olağanüstü dağılımı­nı, dolayısıyla egemenliğini perçinleniş­tir. Ancak emeğin biçimi ne olursa olsun emek koşullarını, kullanılan araçları ve mülkiyet biçimlerini belirleyen esas et­ken sermayenin yoğunlaşmış halidir. Marksizm bu süreci şu ana eğilim üzerin­den analiz eder; ÜG’lerin feodal dönem­den farklı olarak bireylerin birbirinden bağımsız ve kopuk bir şekilde ortaya çık­tığı doğrudur. Bunun sebebi, bireylerin

___ 88

Page 90: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

birliği temel bir güç olduğu halde, bunun farkında olmadan parçalanmış olarak ya­şamlarını sürdürüyor olmalarıdır. Aslın­da bu noktada emeği temsil eden birey­lerin gücü, kendi öznesinden koparak, ö- zel mülkiyetin gücü haline dönüşmüştür. Burada kendi gücünden habersiz bir ÜG’lerden bahsetmek yanıltıcı değildir. Demek ki der Marx “ ...bir yanda olması gerektiği gibi maddi biçimlerle varlığını sürdürmüş olan ve bireyler için artık bi­reylerin gücü olmayıp özel mülkiyetin gücü olan ve dolayısıyla özel mülkiyet sa­hibi oldukları orana göre bireylerin gücü olan bir üretici güçler topluluğu vardır e- limizde.” Marx devamla belirtir; “Geç­miş devirlerin hiçbirinde üretici güçler bireyler olarak, birey ilişkile­rine hiçbir zaman bu kadar yabancı olmamıştı.” (abç) (Marx K, s.88)

Bu analiz, bugün için ÜG’lerin rolünü ve işlevsel konumunu tayin etmek açısın­dan önemli çıkış noktamızdır. Şu soru yersiz değildir; bugün üretici güç olan bi- rey/insan, tarihin belli bir evresinde şim­di yeniden geriye dönüşle yüzyüze mi kalmıştır? Tarih geriye doğru mu dön­mektedir? Kendi değerlerinden kopmuş bir ÜG’lerden bahsetmek yanıltıcı mıdır? Benzetme farklı tarihsel koşulların varlı­ğına rağmen, ÜG olan bireyin kendi ken­dine yabancılaştırdığı doğrudur. Böyle- ce kendi gücünün farkında olmayan par­çalanmış bir ÜG’ler topluluğu vardır ö- nümüzde ve bu sermayenin vahşi ege­menliğinin sürdürülmesinin de asli nede­nidir. Bu aynı şekilde yabancılaşmanın derinliğini de gösteren bir açıklamadır. Kuşku yokki üretici olan birey, birbirin­den kopartılarak insanı var eden gerçek yaşam değerlerinden uzaklaştırılarak bi­rer soyut varlıklar haline getirilmiştir.

Sonra döneceğimiz gibi, sosyalist stratejinin yeniden kurulmasının ki­lometre taşlarından birisi, insanı yeniden tanımlayacak bir felsefi pratiğin (tarihsel materyalizmin) konusu olacağıdır. Bu ise önümüze “praksis felsefe”ye (üretken üret­kenlik dediğimiz) yeniden dönme­miz gerektiğini göstermektedir.

Bugün ÜG olarak insan, başka bir de­yişle bireylerin var oluş biçimi arasında temel bağ olan emek, kendi varoluşsal aktivitesini büyük oranda kaybetmiştir. Bunun nedeni küresel emperyalizmin, ü- retim süreci dahil bütün altyapı özneleri­ni parçalaması, daha da önemlisi bu yapı­nın üzerine kurduğu politik egemenlik yapısının medya faşizmi ile insanal değer­lere dönüşün ilk kıvılcımları olan zihinsel üretkenliği yok etmeye çalışması ve insa­nı düşünemeyen bir varlık olarak “ hay­vanlaşma” sürecine çekmesidir. Çünkü bireyler arası bağımsız ilişkiler birbirin­den koptukça, maddi hayatın üretiminde emek, artık zihinsel üretimi geliştiren bir temelden koparak, salt maddi üretimin birer araçlarına dönüşür. Yani “ insanın a- raçsallaştığı” (Marcuse H.) dediğimiz bir noktadır bu.

Şu yanıltıcı anlayıştan kurtulmak zo­runda olduğumuzu söylemek istiyorum; ÜG’ler, her daim değişmeyen/biçimlen- meyen ve statik olarak sürekli ileriyi temsil eden bir olgusal güç değildir. Bu zaman zaman olumlu bir dinamik göste­rebileceği gibi olumsuz bir rol de oyna­yabilir. Eskiden ÜG olarak birey, kendi asli amaçlarıyla birlikte varlığını güvence­ye almak için, bütün ÜG’leri kendi du­rumlarına uydurmak zorundaydı. Çünkü kontrol mekanizması zorunlu olarak kendi elinde toplanıyordu. Ancak bunun

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

--------------------------------------- 89 —

Page 91: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

paralel bir ilişki olarak ortaya çıkabilme­si için, ÜG ile üretim ilişkisine denk dü­şen bir süreç yaşaması gerekiyordu. Her ne kadar ÜG ile Üİ arasında bir antago- nizma varlığını sürdürse de, Üi’nin varlığı o günün koşulları ve nesnelliği düzeyinde ÜG’lerin çift yönlü gelişmesini engelleye- miyordu. Bu güçlerin kendi asli rolünü oynayabilmesi için, üretim araçlarına hükmederek (ve ona denk düşen) birey­sel yeteneklerin geliştirilmesi sürecini ya­ratması gerekir. Oysa bugün küresel ka­pitalizm koşullarında, ÜG’ler ile Üİ ara­sındaki ilişki de, egemenlik yapısı, üreti­min de parçalanması ile birlikte ÜG'lerin üzerinde kendi kültürünü, ahlakını vb. yaratarak onu önemli derece de yıkıma uğratmıştır. Bu süreci aşmanın yolu şudur; ÜG olarak canlı emek, aynı zamanda bir bireyse, birey olarak ÜG’ler kendi toplam yapısını, yine kendi öz faaliyetine göre biçimlen­dirmek zorundadır. Durum şimdilik böyle bir rota izlemiyor. Çünkü birey kendi asli varoluş süreçlerinden kopartıl- mıştır. Politik yapı bu süreçlerin araçları­nı yok ederek kendi yapısal araçlarını ya­ratmıştır. Bu anlamda en büyük ÜG olan insan, bugün ne üretim araçlarını kontrol edebilmekte ve ona hükmetmekte ne de yetenekleriyle birlikte zihinsel üretkenli­ğini gerçekleştirebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi bunun bir nedeni, zihin­sel üretim ile birlikte yeteneklerini de sı­nırlayan yeni üretim sürecinde emeğin, teknolojinin gelişmiş aygıtlarına bağlan­mış ve onun bir parçası haline dönüştü­rülmüş olmasıdır. Bu yeni süreç, krize çözüm olmadığı gibi, tersine giderek onu daha da derinleştirmiştir. Ama gelişme umut dolu bir süreci önümüze koymuş­tur; çünkü işçi sınıfı ilk görüntülerin bu

— yol----------------------------------------olumsuz tablosuna karşın, yine de dev­rimci dinamikleri yaratmadan var olama­maktadır. Bu sürecin iki temel görüntüsü şudur; teknolojik gelişimin hızına paralel ortaya çıkan yeni işbölümü süreçleri, e- mek sürecini parçalamış olsa da, üreti­min bilgisine sahip olan ve giderek zihin­sel üretim koşullarını hazırlayarak kültü­rel değerlere sahip çıkacak bir sınıf pro­filini ortaya çıkarmıştır. Bunun temelini şimdiden hazırlamıştır. Dolayısıyla ege­men yapı ne yaparsa yapsın bundan kaçı- namamaktadır. Bu sürecin derinleşmesi diğer birçok faktörün çözümünü de hız­landıracaktır. Kuşkusuz burada öncünün, politik felsefenin çözümleyici gücünü ya­ratmak gerektiğinin önemli olduğunu söylemek gerekir. İkinci nokta doğrudan kapitalizmin krizine bağlı olarak temel çelişkinin artması sürecidir. Burada kas­tettiğimiz gerçek şudur; üretimin aşırı karakteri ile tüketim kalıplarının sınırlan­mış olması krizin daha da derinleşmesini göstereceği açıktır. Bütün istatistiki veri­ler de gösteriyor ki, dünya nüfusunun 5/6’sı açlık ve yoksulluk ve açlık sınırında yaşıyor. Bu ekonomik dilde karşılığı e- mek ile sermaye arasında, politik dilde i- se burjuvazi ile işçi ve emekçi sınıflar a- rasındaki onulmaz çelişkinin derinliğini gösterir. Artan işsizlik dünyada “ nüfus fazlası” olarak da yorumlanmaktadır. Bir zamanlar Marx, “ bireylerin çoğunluğun­dan” bahsetmişti. Bu fazlalık kapitalizm i- çin elbette bir fazlalıktır. Bu durum şim­dilik bir yanıyla işçi sınıfı hareketini zor­layan ve onu sınırlayan bir rol oynadığını biliyoruz. Başka bir yanıyla bunun geliş­menin dinamikleri açısından önemli bir kaldıraç olduğunu da saptayabiliriz. An­cak gelişimin motor gücü olan hayatın bu nesnel çelişkili yapısı, nüfus fazlalığı de­

__ 90

Page 92: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

nen, daha çok işsiz kitle olarak tanımla­nan bu yeni ve hazır emek potansiyelini yeni bir stratejik denklem ile birleştire­cek politikalara gereksinim duymaktadır. İşte dünyanın yeni olan bu nesnelliği, şimdilik birbirinden kopmuş olan bu iki devrimci dinamiği birbirine yaklaştıran bir sürecin önünü açması gerekir. Bura­da hem genişleyen ve büyüyen yeni e- mek biçimleri devreye giriyor hem de o- nun doğrudan ayrılmaz bir parçası olan “ üretken veya yararlı” emek türü devre­ye giriyor. Aslında bu, ÜG’ler sorunsalı­nın yeniden Marksizm’in yaratıcılığı te­melinde yeni bir analize kavuşturulması gerektiğini gösterir. Bu ikili yapının ortak bir strateji etrafında birleştirilmesinin becerisi tümüyle sınıfın öncü güçlerinin inisiyatifine bağlanmış durumdadır. Küre­sel kapitalizmin bütün ideolojik ve kültü­rel araçları ile bu iki yapıyı birbirinden kopartmaya dönük manipülasyonunun kırılmasının olanakları tümüyle doğmuş­tur. Çünkü gerçek yaşamın bizzat kendi­si devrimcidir ve bu bize büyük olanaklar sunmaktadır.

Bugün ÜG’ler sorunsalında çözüme kavuşturulması gereken sorun, büyük o- randa kendi özsel faaliyetinden kopartıl­mış olan emekçilerin (bireyin), ÜG’lerin işlevsel bütünselliğine uygun hale getiril­mesi ve kişisel faaliyetini kendi sınıf ger­çekliği ile bütünleştirmesi sorununda yatmaktadır. Aslında bu sorun, proletar­yanın işlevinde saklıdır. ÜG’ler ile Üİ ara­sındaki çelişkinin çözüm noktası da bu iş­levde yükümlenmiştir. Kuşku yokki pro­letaryanın bu işlevi, toplumsal bir devri­mi zorunlu kılmaktadır. Devrimin yolu, bireyin kişisel etkinliğini özfaaliyet olarak tanımladığımız sınıfın kolektif faaliyeti dü­zeyine çıkarmanın da yoludur. Şimdi ka­

pitalizmin bütün manipülasyon araçları i- le bu özfaaliyeti yok eden çabalarının na­sıl boşa çıkarılması gerektiğinin imkan ve olanaklarını araştırmak, onu yeni bir stratejik denklem içinde tanımlamak gibi bir sorunla yüzyüze kaldığımız gerçeği durmaktadır önümüzde.

TEKNOLOJİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ YABANCILAŞTIRMA ETKİSİ

Üretici güçlerin tek yanlı gelişmesin­de teknolojinin rolü, yadsınamaz bir ger­çekliktir. Yeniden teknolojik sürece dön­memizin bir anlamı da bu noktadır. Şim­di biz bu sorunu, özet bir sunum içinde salt üretici güçler bağlamında ele almaya çalışacağız.

Teknolojinin rolünü anlamak aynı za­manda onun toplumsal işlevini anlamak demektir. Teknoloji, hem doğasından ge­len hem de kullanım biçiminden kaynak­lanan bir dizi sorunu gündeme getirme­den edememiştir. Gerçekte teknoloji toplumda Dickson’un da belirlediği gibi üç temel role sahiptir. Bunlardan ilki po­litik roldür, İkincisi güç dağılımını göster­mesine ilişkin roldür, üçüncüsü toplum­sal denetim işleyişine paralel düşen rol­dür.9

Teknoloji tek başına ele alındığında kuşku yokki o bir nesnedir, bir araçtır. Ama bu araç/nesne kapitalist burjuvazi­nin elinde, dolayısıyla onun kullanımında politik bir baskı aracına dönüşebilmekte­dir. O nedenle ne teknoloji bir ÜG ola­rak tarafsız bir kimlik ile tanımlanabilir ne de onun arkasındaki politik gerçek yok sayılabilir. Gerçekten “ ...teknolojik yeniliğin arkasında politik bir süreç var­

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

------------------------------ -------- 91 ---

Page 93: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yoldır” derken Dickson haklıdır. (Dickson D, s. 214) Bir araç olan teknolojik aygıt­lar, üretim sürecinde Marcuse’un da be­lirttiği gibi “insanın araçlaştırılması- na” yol açmıştır. Gerçekten de tekno­lojinin politik bir baskı aracına dönüş­mesi nesnel bir durumun ayırdedici ö- zelliğini göstermesi hiçte şaşırtıcı değil­dir. Nitekim Marcuse’un şu değerlendir­mesi yabana atılacak bir değerlendirme değildir; “...toplumsal kuvvetleri te­rör ile olmaktan çok teknoloji ile yenerek, ezici bir etkinliğin ve yük­selen bir yaşam ölçüsünün ikili te­meli üzerinde ayırdedici yanını gösterir.”10

Bir ÜG olarak teknolojik gelişme, to ­talitarizm ve diktatörlüklerin yolunu a- çan, bu sistemleri daha kolay inşa edebi­lecek olanaklar sağlayan ve insanı somut insanlıktan soyut insanlığa geçiren, dola­yısıyla sanal bir dünyanın bireylerine dö­nüştüren bir gelişmenin önünü açmıştır. Nitekim Jacgues Ellul şöyle bir belirleme yaparken haklıdır; “ ...teknoloji, kendi kurallarına boyun eğen ve bütün gele­neklerle bağlarını kopartmış, herşeyi yu­tan bir dünya yaratmıştır... İnsanın ken­disi teknoloji tarafından yenik düşürül­mekte ve onun nesnesi haline gelmekte­dir.” "

Kuşkusuz sanayileşme, dolayısıyla teknolojik yenilenme, insanın yaşam standartını yükseltmede başarılı olmuş­tur. Bunu tek başımıza aldığımızda doğ­rudur. Ancak sanayinin yarattığı olanak­lar, burjuvazinin elinde daha fazla kar ve zenginlik hırsına büründükçe, hem çev­renin tahribatına hem de insanın insan olarak yıkımına yol açmıştır. ÜG’lerin tek yanlı yıkımı veya tek yanlı gelişimi bu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Gerçekte

__ 92 __________________________

teknolojinin yapısal konumu ile yol açtı­ğı ideolojik konum arasında ilişki ve ay­rımın üstü kolay kolay örtülemez. Sana­yileşme süreci ile birlikte ortaya çıkan burjuva ideolojisinin esas öznesi, tekno­lojik gelişmeye paralel olarak, sömürü, politik manipülasyon ve saptırma onun değişmeyen özellikleri olarak kalmıştır. Böylece sömürü meşrulaşmış ve birey­ler onu adeta kendi kaderleriymiş gibi algılamaya yol açmıştır.

Bilimsel teknolojik gelişmenin özsel faaliyetinde rasyonel durumu kabul et­mek gerekir. Bu rasyonel durumu var e- den özsel durum, onun -üretim sürecin­deki işlevsel rolüdür. Ama açıktır ki, bu durum aynı zamanda oluşturulan ku­rumsal yapıyı da tehdit eden bir potan­siyeli taşıması üzerinden atlanamaz bir gerçeği gösterir. Şunu anlatmak istiyo­rum; teknolojik yenilenme kapitalist ü- retim yapısında, bu yapının varoluş ge­rekçesinden kaynaklanan çelişkisel ko­numu hızla derinleştirmiştir. Bu çelişki­sel durum, kapitalist yapıyı ve onun ku- rumsal/işlevsel yapısını tehdit eden bir öğedir. Aslında bu aynı zamanda ÜG’le­rin canlı emek bölümünü işlevsel kılarak kendini aşan bir potansiyelin de açığa çıkmasının zemini demektir. Elbette bu potansiyelin açığa çıkarak işlevsel bir ro ­le bürünmesi, tümüyle işçi sınıfının kolektif hareketini, dolayısıyla onun ide­olojik ve politik hareketliliğini var sayar. Bu işin öncel kısmıdır. Kuşkusuz bu po­tansiyel, üretim ilişkileri sürecinde sınıf dinamiklerini de kısıtlayan bir dizi meş­ruluk standartlarını yok saymaz. Ama burada esas mesele, sınıfın bu potansi­yelinin bilincine vararak kolektif direni­şin yolunu açacak örgütsel yapıların ku­rulmasıdır.

Page 94: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

* * *

Kuşku yok ki teknolojinin hızla geliş­mesi, üretici güçler üzerinde tek yanlı bir rol oynamıştır. Bu esas olarak ‘maddi ü- retici güçler’ dediğimiz süreçle ilgilidir. ÜG’lerin teknolojik olarak enformasyo- nal bir düzeye çıkmasıyla birlikte, nes- nel/maddi varoluş olarak, bir başka varo­luş nedenini, yani insanın varoluş nedeni­ni, dolayısıyla onun bütünsel değerlerini bozmuştur. Daha açıkçası ÜG’ler tek yanlı bir gelişme içinde, yeni teknoloji kullanımı ile üretimde hem bir artışa hem de verimliliğe yol açmıştır, ama ÜG’lerin esas öznesi olan canlı emeği makinanın bir parçasına dönüştürerek insanal kimliğini ve değerlerini yıkmıştır.

Üretimin kendisi, insanın bir canlı varlık olarak gelişme süreçlerinin ortaya çıkışının da nedeni sayılmaktadır. Ger­çekte insan kendi beceri ve yetenekleri­ni bu süreç içinde kazanmaktadır. Çünkü araçları yaratan ve kullanan işçidir. An­cak teknolojik yenilenmenin hızla geliş­mesi, işçinin beceri Ve yeteneklerini yine işçinin elinden alarak önemli ölçüde tek­nik araçlara bağladı demiştik. Bu durum doğal olarak işçinin yeteneklerini de sı­nırladı.

Gerçekte teknoloji burjuvazi tarafın­dan, hem üretimin maddi süreçlerinde hem de ideolojik süreçlerinde kullanıl­maktadır. Yani özünde bu süreç politik bir süreç olarak tanımlanabilir. Üretici güçlerin maddi bir öğesi olan teknoloji, küresel kapitalist ideolojinin meşrulaştı- rılmasında, bireyin kolektif konumunun yıkımında ve burjuva egemenlik yapısının tahkim edilmesinde politik bir işleve sa­hip bir konuma çıkarıldı. Elbette bu süre­ci teknolojinin kendiliğinden yarattığı bir

süreç olarak tanımlamak yanlıştır. Böyle bir yanılsama bizi haklı olarak ‘teknolojik determinizme’ götürebilir. Çünkü işçi sı­nıfı ve emekçilerin toplumsal örgütlen­mesinin aleyhine bir konuma sürüklen­mesi, teknolojinin kendi yapısından kay­naklanmaz. Sorun onun hangi ellerde ve nasıl bir kullanıma sahip olduğuyla ilgili­dir. Artık teknolojik yenilenmenin eko­nomik ve politik gelişmelerden bağımsız olduğunu iddia etmek, olsa olsa “ ekono­mik determinizm” in görüş noktasıdır.

Maddi ÜG’lerin tek yanlı gelişme sü­reci, teknolojinin hızıyla birlikte, üretim sürecinde zorunlu olarak üretim araçla­rına yansıyan, başka bir deyişle, teknolo­ji ile sistem modellerinin birbirini karşı­lıklı etkilediği, bunu hem maddi ilişkiler­de hem de ideolojik süreçlerde ve bu ya­pıların kurulmasında bir rol oynadığı asla unutulmaması gereken önemli bir ayrım noktasıdır. Üretim ve toplumsal ilişkiler­de karşımıza çıkan teknoloji, doğası ge­reği zorunlu olarak egemen yapının çı­karlarına koşullanmış bir karakter ile ta­nımlanabilir. Kapitalizm koşullarında bur­juvazinin çıkarları, toplumsal örgütlen­meyi ve bireyin kolektif düşünme kalıpla­rını yıktığı oranda, teknoloji sınıfsal ve politik bir rol oynamaya başlar. O toriter ve hiyerarşik örgütlenmenin denetimi, teknoloji ve onun kullanımı ile çelişkili değildir. Bu kullanım biçimi aslında bü­tünsel bir yapıya sahip olduğunu göster­mektedir. Dolayısıyla burada bilgi de ka­pitalist egemenliği perçinleyen bir role soyundurulmuştur.

Daha öncede belirttiğimiz gibi, ÜG’ler, genel bir doğru olarak, ilerleme­nin ve toplumsal devinimin asıl temelidir. Ancak bu gelişmenin tek boyutu yoktur. Yani ÜG’ler, ikili bir boyut içinde rol oy-

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

93 —

Page 95: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

— yol

nadıkları zaman, (hem maddi üretici güç­leri hem de zihinsel üretim güçlerini ge­liştirdiği zaman), kolektif hareketin geliş­me zemininin de ortaya çıkmasına yol a- çar. Gerçekte insanlar bu çelişkinin bilin­cine vardıkları zaman, ilerlemenin top­lumsal yolu açılmıştır. Tarihsel sürecin böyle bir gelişme gösterdiği dönemlerde, doğal olarak toplumsal devrimler de gündeme gelmiştir. Demek ki kolektif bi­linç edinimi, bu maddi hayatın çelişkisi ü- zerinden, başka bir deyişle ÜG’ler ile Ü- l’nin çelişkili zemini üzerinden tanımlanı­yor olması, Marksist sınıf kuramının vaz­geçilmez bir özelliğidir. Ama burada esas sorun, üretici güçlerin çift yönlü gelişme­sine denk düşüp düşmemesi meselesidir. Kuşkusuz eski ilişkilerin tasfiyesi ÜG’le- rin gelişme düzeyi ile bağlantılıdır. Ger­çekten “ insanlık kendi önüne çözüme bağlayabileceği sorunları koyar” , çünkü der Marx, “ ...sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulla­rın mevcut olduğu ya da gelişmekte bu­lunduğu yerde ortaya çıkar.” 12 Sorunun çözüm başlangıcı tam da şu cümlede ya­tar; “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşul­landırır.” (Marx K, s.3l)

İşçi sınıfının bu siyasal ve entelektüel koşullanmaları nerede ve nasıl kırılmış­tır? Maddi süreçler toplamı ile ideolojik koşullanmalar arasındaki kopuşun nede­ni, bu eserin asli konusunu oluşturmak­tadır. Bizim cevap aradığımız esas sorun bu noktadır.

Burada ÜG olarak teknoloji, kapita­list üretim biçimine özgü bir yapı olarak zihinsel ÜG’ler üzerinde yıkıcı bir rol oy­nadığını biliyoruz. Bunun nedeni tek ba­şına ÜG olarak teknolojinin kendisi de­

__ 94

ğildir, tersine onun kullanış biçimini de belirleyen kapitalist üretim ilişkilerinin varoluşudur. Kapitalist Üretim Biçiminde (KÜB), emek süreci gibi, bilimsel ve tek­nik süreçler de sermayeye bağımlı bir duruma getirilmiştir. Bundan dolayı ser­maye ile bilimsel teknik süreçlerin, emek üzerindeki yönetiminin birbirinden ayrıl­ması düşünülemez. Tersine bu süreçler birbirini tamamlayan süreçler olarak izah edilebilir. ÜG’lerin bir bölümü, teknoloji olarak ifade edilen bilimsel teknik geliş­me, hem sınıf ayrımını derinleştiren hem de insanları politik süreçlerden kopartan bir rol ile tanımlanabilmektedir. Bu ko­nuda David Dickson’un araştırması dik­kate değer bir özellik göstermektedir. Dickson bu konuda şöyle diyor; “ Çağdaş teknolojinin sınıf ayrımlarını ve eşitsizlik­leri ortadan kaldırmaktan çok, nasıl pe­kiştirdiğini ve beslediğini şimdiden göre­biliyoruz. Teknolojiden yararlanmak için yeterli kaynaklardan yoksun olanlar, kalı­cı bir biçimde dezavantajlı konuma düşü­rülürler... Herkese eşitlik getirecek bü­yük demokratikleştirici olmak şöyle dur­sun, teknoloji bir toplumsal sınıfın bir di­ğeri üzerindeki egemenliğini sürdürdüğü bir başka araç haline gelmiş bulunmakta­dır. Teknoloji ne kadar karmaşıklaşırsa bu etkide o kadar çok büyük olur... Tek­noloji, insanları politik süreçten uzaklaş­tırdığı gibi, işçinin sınai üretim sürecinde denetim kurmasını engellemek için gere­ken araçları da sağlar ve ona kendisinin bu süreçte oynaması beklenen, önceden tanımlanmış bir rol sunar.” 13

Gerçekte Marx, işçinin üretim süre­cindeki konumunu açıklarken, bu süreci “yabancılaşma” terimi ile izah etmişti. Çünkü bütün değerlerin yaratıcısı olan ve aynı zamanda ÜG’ierin temeli olan

Page 96: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

canlı emek, kapitalist üretim sürecinde, kendini makinanın bir dişlisi gibi duyum­samış, dolayısıyla üretimde araçsallaşan bir özne olarak sürece yabancılaşmıştır. İşçi bilindiği gibi bu yabancılaşma sürecini dört boyutu ile yaşamaktadır; bunları şöyle izah etmek mümkündür; üretim sürecinde işçi, işine ve çalışma hayatına, kendi ürettiği ürüne, kendi kendine ve giderek insanlığa karşı yabancılaştırılmış­tır. Kuşkusuz bu durum sınıfın toplumsal mücadelesini doğrudan etkilemiştir. Herşeye rağmen buradaki kopuş, top­lumsal mücadelede ikili bir rol oynamış­tır; bir yanıyla bu işçinin insanal kimliğini aşındıran bir rol oynarken (ki bu aynı za­manda sınıfı politika dışına iten manipü- lasyonların etkisini, nesnenin içine doğru geliştiren bir durum yaratmaktadır), ama diğer yandan nesnel bir varlık olarak üre­tim ilişkileri sürecinde, doğru bir düşün­sel etkinlikle birlikte (stratejik birlik) o- nun devrimci rolünün de açığa çıkarıla­bilmesinin nesnel zeminlerini geliştiren bir rol oynayabilmektedir. Yani insan dü­şüncesinden bağımsız olarak var olan nesnelleşme süreçleri, ister istemez var­lığın içine doğrudan giren çelişkileri ve çelişkilerin nedenlerini yaratmadan ede­mez. Bu kapitalizmin kaçınamadığı çeliş­kili bir varoluştur.

Teknolojinin modernleşmesinin hız­landığı endüstri toplumlarında insan, yal­nız, edilgen, güçsüz, tedirgin ve korkak olarak kendini hisseden bir kimlikle ta­nımlanabilmektedir. Psikolog Erich Fromm’da bu tanımdan yola çıkar. “ U- mut Devrimi; İnsani Bir Teknolojiye Doğru” adlı eserinde Fromm, bu süreci psikoanaliz çözümlemeleri üzerinden ha­reket etmiştir. Başka bir grup yazar ‘Kül­türün Sanayileşmesi’nden hareketle şu

öngörülerde bulunmaktadır; “ama tekni­ğin toplum üzerinde otorite kazanmasını sağlayan zeminin, ekonomik yönden en güçlülerin toplum üzerindeki iktidarı ol­duğu suskunlukla geçiştirilmektedir. Teknik rasyonellik bugün egemenliğin rasyonelliğidir. Bu rasyonellik kendine yabancılaşmış toplumun cebri niteliğidir. Otomobiller, bombalar ve sinema, ken­dilerine ait bir düzeye getirici öge hizme­tinde bulunduğu haksızlık üzerine gücü­nü gösterene kadar, bütünü bir arada tutmaktadır.” 14

Yeniden Marx’ın insanları kendi zihin­sel etkinlik sürecinden kopartan yabancı­laştırma analizine dönersek, bu analizi en doğru yorumlayan Melvin Seeman’a atıf yapmadan geçemeyiz. Seeman bu süreci dört kategori içinde yorumlamıştır; bun­lar; I-Birey kendi dışında cansız sistem (teknoloji) tarafından denetlendiği için kendi güçsüzlüğünü hisseder. 2-Üretim görevlerinin bölünmesi ve küçük parça­lara ayrılmasıyla şiddetlenen, bürokratik yapı tarafından beslenen bir duyguyla işi­ne yakıştırdığı anlamsızlık, 3-Sık sık işin­den kişiliksizleştirilmiş bir biçimde kop­tuğunu duyumsayan işçinin kendine ya­bancılaşması ve 4-Toplumsal yabancılaş­maya ya da bütünleşmiş toplulukların ge­nel çözülülüşüne yol açabilen, sık sık Fransız toplumbilimci Emile Durkheim’ın anomi kavramı ile ilintirilen genel bir normsuzluk ve yalıtımdır.15

Aynı yerde Amerikalı toplum bilimci Robert Blauner’in sanayi proletaryası ü- zerine yaptığı bir araştırmadan çıkardığı sonuç ise oldukça ilginçtir. Blauner’in vardığı sonuç şudur; “ Her ne kadar ya­bancılaşmanın söz konusu boyutları bi­çim ve yoğunluk olarak, üzerinde çalışı­lan sınai sisteme göre farklılık göster-

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

Page 97: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mekteyse de, modern imalat teknikleri ve bürokratik sınai örgütlenme ilkeleri genel yabancılaştırdı eğilimler içerir­ler.” 16

Böylece şu noktaya geliyoruz; ÜG’le- rin kapitalist üretim ilişkilerine ayakbağı olabilmesi, yabancılaşmadan kurtulabil­mesi ve toplumsal ilerlemeyi sağlayabil­mesi için, ÜG’lerin bir noktadan sonra ü- retim ilişkilerinden ‘bağımsız’ bir karak­ter taşıması lazım. Başka bir deyişle üre­tim sürecinde ortaya çıkan ilişkilerin a- ğırlık noktası, genellikle üretim biçimi ta­rafından biçimlendirmekle beraber, üre­tim ilişkilerinden bağımsız bazı ilişkilerin var olmasını dışlaması olanaksızdır. Çün­kü burada üretim sürecinde ortaya çıkan ilişkilerin esasını kapitalist ilişkiler süreci belirliyor olsa da, işçinin toplumsal ve zi­hinsel ilişkilerini tümüyle kapitalistin be­lirlemesi düşünülemez. Burada yerinde olarak Buravvoy, emek sürecinde iki tür ilişkinin birbirinden ayırdedilmesi gerek­tiğini söylerken haklıdır. Buravvoy’a göre bu ilişkilerden ilki “üretimdeki top­lumsal ilişkilerdir.” Diğeri ise “üre­timdeki teknik ilişkilerdir.”17 Ya da yukarıda ifade ettiğimiz gibi ‘maddi üreti­ci güçler.’ Böyle bir ayrımın kabul edil­mesi gerektiğini söyleyen Ongen, “ ...bu ayrım benimsenirse teknolojinin kapita­list olmayan bir toplumsal örgütlenme i- çinde insan kapasitesi üzerinde yıkıcı et­kilere yol açmayacağı daha kolay öne sü­rülebilir.” (Öngen T, s. I 14) Bu ayrımın kabul edilmesi sadece teknolojinin yıkıcı etkisini bertaraf eden ve canlı emeğin toplumsal ilişkilerinin önünü açan bir ko­num kazanması ile sınırlı değildir, aynı za­manda ÜG’lerin tek yönlü gelişmesini sı­nırlayan, böylece ÜG’lerin teknik/bilim- sel gelişmesine karşın onun zihinsel geliş­

— yol----------------------------------------

mesini, dolayısıyla sınıfın kendi değerle­riyle buluşmasını da sağlayacak bir top­lumsal dönüşümünün de yolunu açacak bir konuma kavuşmasıdır. Bu asla unutul­mamalıdır. Dolayısıyla böyle bir ayrımın yapılmasının, ÜG’lerin bağımsız gelişme sorunu üzerindeki engelleyici etkilerin kırılmasının önemli bir gelişme olacağını düşünüyorum. Üretimdeki toplumsal i- lişkilerin, teknik ilişkilerden kısmen ba­ğımsızlığı (her ne kadar kapitalist üretim biçiminde ondan kurtulması tümden dü- şünülemese de), ÜG’lerin toplumsal di­namiğini, böylece belirttiğimiz gibi onun zihinsel üretimini, kolektif hareket ve ö r­gütlenme sürecini hızlandıran bir etmen olarak düşünmek gerekir. Çünkü ÜG’le­rin tamamını, dolayısıyla emeğin toplum­sal örgütlenmesinin tümünü, sınıf bilinci­ni, ideolojiyi, kültür ve politikayı vb. tü ­müyle sermaye sürecinin dolayımsız bir sonucu olarak görmek yanıltıcı bir yakla­şıma kapıyı aralar. Bu Marksizm’in anali­tik düşünce yapısına da aykırıdır ve bu “ teknolojik determinist” bir yaklaşım o- lur. Eğer Burawoy’un bu ayrımı kabul e- dilirse, ÜG’lerin asli öznesi olan canlı e- meğin (işçinin) devrimci dinamizmini an­lamamızı daha da kolaylaştırır ki, bu nok­tadan sonra alternatif politikaların çıkış noktası çok daha anlaşılır olabilir.

İŞİN DEĞERSİZLEŞMESİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ ROLÜ

Küreselleşme sürecinin temel karak­terinden birisi, emeğin sermayeye olan bağımlılığının görülmemiş bir düzeyde artmış olmasıdır. Bu durum ortaya çıkan teknik iş biçimleriyle birlikte, doğal ola­

__ 96

Page 98: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

rak emek sürecinde bir değer yitimine yol açtı. Böylece yeni iş sürecinde bir de- ğersizleşme ortaya çıktı. İş sürecindeki bu değer yitimi, insanın zihinsel üretimi­ni de doğrudan etkiledi. Genellikle bu a- landa çalışma yapan düşünürlerin ortak eğilimi, teknik işbölümüne dayanan üre­tim sürecinde insanın büyük oranda dü­şünsel etkinlikten koptuğudur. Gerçek­ten emeğin küresel kapitalizm koşulların­da her zamankinden daha fazla otamas- yonlaşan makinaya bağlanmış olması, hem sömürüyü katmerleştirmiştir hem de canlı emeğin konumunda değişimlere yol açmıştır. Çünkü bu süreç insanı, tü­ketici bir öge olarak aptallaştırıcıdır ve insanlık dışı köleleştirici öğelerle doldu­rulmuştur. Bu durum doğal olarak “...uygulayımbilim (bilimsel teknik sü- reç/bn) kas yorgunluğunun yerine gerilim ya da ansal çabayı geçirmiş­tir” diyen Charles R. VValker’ı doğru­lar.'8

Nitekim bu süreci yorumlayan Mar- cuse’un yorumu ise şöyledir; “ Çalışma­nın ırasında (karakterinde/bn) ve üretim araçlarındaki bu değişimler, emekçinin tutum ve bilincini değiştirirler ki, bu da yaygın olarak tartışılan bir olguda, emek­çi sınıfın anamalcı (kapitalist/bn) toplum ile ‘toplumsal ve etkinsel bütünleşmesi’ olgusunda açığa çıkar.” (Marcuse H, I997;34) Marcuse bu süreci sadece bi­linçteki bir değişim olarak yorumlamaz. Bu noktadan hareket eden Marcuse Marksistleri eleştirir. Çünkü ona göre Marksistler bilince olduğundan fazla ö- nem vermişlerdir! Oysa eleştirilmesi ge­reken Marksizm değil, Marksizm’i dog­matikleştiren akımlar olmalıydı elbette. Çünkü Marksizm yaratıcı bir bilim ola­rak, bilinç sürecindeki değişimlerin nes­

nel temelinde, esas olarak emek sürecin­deki değişimler olduğunu zaten baştan kabul eder. Bilincin böyle temelli olarak değişim göstermesi, kuşku yok ki top­lumsal varoluştaki bir karşılığa tekabül etmektedir. İdeolojik süreçler her ne ka­dar bağımsız karakter taşısa da, elbette bu süreç üretim sürecinin değişiminden ve onun halkalarından bağımsız değildir. Gerçekten şu öngörü tümüyle doğru bir saptamadır; “ Gereksinmelerde ve öz­lemlerde, yaşam ölçününde, boş zaman etkinliklerinde, politikada benzeşme fab­rikanın kendisindeki, özdeksel üretim sü­recindeki bir bütünleşmeden türer.” (Marcuse H, I997;34)

Üretimdeki bilimsel teknolojik süreç, işin değersizleşmesine ve işgücünün nite- liksizleşmesine yol açmıştır, ama daha ö- nemlisi bu çalışma süreci, işçi sınıfının konumundaki (özellikle muhalif toplum­sal konumuna ilişkin) olumsuzluğa yol a- çan bir dizi argümanı da gündeme taşı­mıştır. Bu zayıflama işçi sınıfının hem yer­leşik toplumsal aktörlere hem de var o- lan egemen sisteme karşı dinamik konu­munda ortaya çıkan gerilemenin de ne­deni olarak anlaşılabilir. Gerçekten bu durum, üretimdeki teknolojik yenilenme süreci tarafından daha da derinleştiren bir etki taşıması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle üretim sürecindeki bu değişim, emeğin fiziksel ve zihinsel yapı­sına dönük olumsuz bir etki yaratmıştır. Bu durum üretimin kapitalist karakterin­den dolayı emeğin yabancılaşmasına pa­ralel gelişen teknolojik yenilenme, işin değersizleşmesine yol açmıştır. Böylece işçi sınıfının nesnel dinamik öğeleri süb­jektif öğeler tarafından sarılmaya ya da işlevini sınırlamaya götürecek gelişmele­re kaynaklık etmiştir.

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

Page 99: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

Ancak emeğin değersizleşmesini Marx, sadece işin yabancılaştırılmasına bağlamamıştır, aynı şekilde nüfusun bü­yük bir bölümünün iş bulma güçlüğü ile ilgili bir mesele olduğunu da belirtmiştir. Çünkü üretimde teknolojik yenilenme istihdamı daraltmış ve iş gücünü önemli derecede üretim süreci dışına atmıştır. Bu noktadan hareket eden Braverman, makinalaşmaya bağlı olarak üretim süre­cinin hem yeni iş güçlerine gereksinim duyduğunu hem de yedek emek ordusu­nu büyüttüğünü belirtirken tümüyle hak­lıdır. Kuşku yok ki bu durum sınıf strate­jilerinin yeniden kugulanması açısından bize ortak bir temel sunmaktadır.

Fakat emeğin değersizleşmesi kavra­mı bu açıklamalar ışığında yine de göre­celi olmaktan çok fazla öteye geçmez. Çünkü emeğin nitelik veya becerisi soru­nu, herşeye karşın teknolojik yenilenme sürecinde makinaya bağlanmış olması bir sınırlama taşısa bile, burada ikili bir ka­rakter vardır; hem makina kullanımının, dolayısıyla teknolojinin üretime aktarıl­ması, sonuçta canlı emeğin yaratmış ol­duğu doğal bir sonuç olarak bu sürecin bilgisine kavuşmasını sağlamaktadır, hem de genel olarak bütün ülkelerin, bilhassa geri bıraktırılmış ülkelerin endüstrileri, özellikle geri teknolojik girdilerden dola­yı, insan emeğinin ağırlık taşımasını (zo­runlu olarak ona gereksinim duymayısı- nı) ortadan kaldırmadığı gibi emeğin nite- liksizleşme eğilimini aynı düzeyde var ol­maktan çıkaran ve genelleşmeyi güçleşti­ren bir özellik taşımaktadır. Niteliksizleş- menin ortaya çıkmasındaki esas sorun o- lan emeğin dönüşüm süreci/parçalanma- sı, kendi başına salt serbest kapitalizm­den tekelci kapitalizme geçişin dinamik­leri ile açıklanamaz. Çünkü tekelci kapi­

— yol—-------------------------------------talizme yol açan dinamikler içinde, özel­likle Buravvoy’un de ifade ettiği gibi, mut­lak artı değerden göreli artı değere yol a- çan süreçte işçi sınıfının mücadelesi var­dır ve bu merkezsel bir gerçekliktir. A- ma bu konuyu tamamıyla başka bir çalış­manın konusu olarak şimdilik bir tarafa not edelim.

Burada bizim tartışma konumuz açı­sından dikkat edilmesi gereken nokta şu­dur; emeğin niteliksizleşme süreci, onun nesnel olarak taşıdığı dinamik ve değişti­rici rolünü hangi düzeyde etkilemekte­dir. Başka bir deyişle sınıfın toplumsal konumu olarak onun kurucu rolünü han­gi düzeyde etkilediği sorunudur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, üretici güçlerin temeli olan canlı emeğin devrimci rolünü sınırlayan ve onu tek yanlı geliştiren kü­resel kapitalizmin üretim sürecini anla­mamıza yol açan temeller vardır. Emeğin niteliksizleşmesinin, hem ÜG’lerin tek yanlı daralmasında hem de emek ile e- meğin yeniden üretimi arasındaki bağlan­tıyı koparan yabancılaşmanın anlaşılma­sında bir durak olduğuna işarettir. Ger­çekte emek süreci, hem sermayeyi, dola­yısıyla teknik yenilenmeyi üretmiştir, hem de kapitalist emek süreçlerini de ü- reten biçimleri yaratmıştır. Bunun anlamı şudur; üretim sürecinin doğrudan so­nuçlarından birisi, salt maddi değerlerin üretimi olmayıp aynı şekilde kapitalizmin toplumsal öznelerinin üretimini de içer­miş olmasıdır. Burada acımasız sömürü i- le başat giden egemenlik biçimlerinin var oluşu, devrimci dinamik dediğimiz özne­leri de içermesi anlamına gelmektedir. Bu her ne kadar küresel kapitalizm süre­cinde bir dizi ideolojik araç tarafından manipülasyona uğratılsa da, kapitalist ü- retim süreci bundan hiçbir zaman kaçı-

__ 98

Page 100: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

namamıştır. Kapitalist üretim süreci sa­dece maddi değerlerin üretimi değildir, aynı şekilde toplumsal ilişkilere ve ona paralel düşen düşüncelerin üretimi anla­mına da gelmektedir. “ Kapitalist üretim sürecinin, genellikle toplumsal üretim sürecinin, tarihsel olarak belirlenmiş bir biçimi olduğunu görmüş bulunuyoruz” diyen Marx devamla şöyle der; “ Genel­likle toplumsal üretim sürecinde, özgül tarihsel ve ekonomik üretim ilişkileri içe­risinde yeralan, bu üretim ilişkilerinin kendilerini üreten ve yeniden üreten ve böylecede bu sürecin varlığının maddi koşullarını ve bunların karşılıklı ilişkileri­ni, yani kendilerine özgü toplumsal ve e- konomik biçimini devam ettiren bir sü­reç olarak, insan yaşamının maddi koşul­larının bir üretim sürecidir. Çünkü bu ü- retim faaliyetine katılanların doğayla ve birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerinin bü­tünü, ekonomik yapısı açısından düşünül­düğünde, toplumun ta kendisidir.”19

Kuşkusuz kapitalist yapının baskıya ve sömürüye dayanan siyasal bir aygıt olma­sı gerçeğinin tek başına analiz edilmesi yeterli değildir. Belki de daha önemlisi o- nun ideolojik ve siyasal sonuçlarıdır. O nedenle haklı olarak Buravvoy’un teknik iş süreçlerinin tüm biçimlerinin (Taylo- rizm, Fordizm veya esnek üretim vb.) sa­dece birer teknik üretim süreçleri değil, aynı zamanda birer ideolojik yapılar ol­ması düşüncesi doğru bir açıklamayı ifa­de eder. Bir dizi ideolojik araç küresel kapitalizm koşullarında tarihte bugüne dek görülmemiş bir düzeyde yeniden ü- retilmiştir. işte bu yeni gelişme süreci, iş­çi sınıfının, giderek bütün toplumsal e- mek katmanlarının, kendi var oluş ze­minlerinin görülmesine yol açmıştır. Do­layısıyla bu manipülasyon, ÜG’lerin bir

yanının geçici de olsa yıkacak ve işlevsiz bırakacak süreçlerin önünü açmıştır. A- ma dediğimiz gibi bu geçici bir süreçtir ve kalıcı olarak devam etmesi düşünüle­mez. Çünkü bu süreci geriye doğru çe­ken bir dizi gelişme vardır; kitlesel işsiz­lik, yoksullaşma, üretilen maddi değer­lerden yararlanamama, savaş, hastalıklar ve bir dizi başka nesnel faktör, hayatın yeniden devrimcileşmesine doğru yol a- lan gelişmeler dizisi, hayatı üreten ve o- nu yeniden kuracak olan emeğin, kendi gerçek sürecine yeniden dönmesinin te­mellerini vermektedir bize. Burada esas sorun bu süreci yeniden üretecek ve o- nu teorik ve politik bir strateji ile birleş­tirecek düşünsel etkinliğin yeniden ku­rulması sorunudur. Ve bu tümüyle ola­naklıdır.

PROLETARYA YENİDEN TOPLUMSAL MÜCADELENİN ÖNCÜSÜ OLABİLİR Mİ?

Bu soruya cevabımız evettir. Şimdi bunun nedenlerini irdelemeye çalışalım.

Küresel kapitalizm koşullarında ÜG’lerin tek yanlı gelişiminin temeli, ka­pitalist üretim biçiminin mantıksal özün­de gizlenmiş olmasıdır dedik. Hem nes­nel yaşamda hem de ideolojik süreçlerde emek, ekonominin nesnel koşullarıyla birlikte bir varlık gerekçesi sayılmıştı. Ka­pitalizme özgü bir süreç olarak, kapitaliz­min var olan koşulları sanayinin nesnesi olan işçiyi, aynı şekilde emeğin de nesne­si haline getirdi. Böylece kapitalist üre­tim sürecinde meta (ürün) ile işçi (canlı emek) arasındaki ilişki de kavranması ge­reken önemli bir nokta ortaya çıktı; me­ta üretiminin nesnesi olan emeğin kendi

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

--------------------------------------- 99 —

Page 101: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

faaliyeti, üretim sürecinde kendisine kar­şı konuma yol açan bir dizi işlevlerle do­natıldı. Başka bir deyişle işçinin kendi e- meği yine işçinin karşısına nesnel bir şey­miş gibi ‘bağımsız’ bir kimlikle çıkartıldı. Yani emeğin insan kimliğinde billurlaşma­sı, aynı şekilde kendisine karşı da nesnel­leşen bir olguya dönüştü. Böylece meta haline gelen emek, insanal özden ve bu öze ilişkin ideolojik, kültürel, politik vb. süreçlerden koptu.

Gerçekten işçi sınıfının yeniden top­lumsal dinamizme kavuşmasının yolu, ge­nişleyen emek sürecinin salt maddi üre­tim alanının içinden değil, aynı şekilde o- nun dışsal bir süreç olarak kavranılabilir olmasında yatmaktadır. Burada kastedi­len işçinin maddi üretim sürecinden kop­ması değildir. Tersine insan düşüncesi, nesnel bir zemin olan üretim faaliyetinin zorunlu koşulu içinde gelişebilir, ama bu süreç ondan görece bağımsız bir alan i- çinde oluşmaktadır. Çünkü insan nesne­si cansız bir varlık olmadığına göre, onun kendisine ait olan değerler sistemine ka­vuşması, dışsal bir etkiler dizisi üzerin­den bilinç sayesinde olur. Marx’ın şu be­lirlemesi tartışma konumuz açısından ö- nemlidir:

“ insanın gelişmesiyle birlikte, duydu­ğu gereksinmeler artacağı için bu fiziksel gereksinmeler alanı da genişler, ama aynı zamanda da, bu gereksinmeleri karşıla­yan üretici güçler de artar. Bu alanda öz­gürlük ancak doğanın kör güçlerinin önü­ne katılmak yerine, doğayla olan karşılık­lı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzen­leyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üre­ticiler tarafından gerçekleştirilebilir ve bu, en az enerji harcamasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar al­

— yol----------------------------------------tında başarılır. Ama gene de bu, bir zo­runluluk alemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başı­na bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; a- ma bu da ancak temelindeki bu zo­runluluklar alemi ile serpilip gelişe­bilir. (abç)”20

İşçi sınıfının yeniden kendi toplumsal rolünü oynayabilmesinin yolu, Marx’ın da belirttiği gibi “ toplumsal insan” ın yeniden kurulmasından geçmektedir. Toplumsal insanin ilk ve temel ölçütü, kendini var e- den, dolayısıyla insanı insan yapan değer­ler toplamının yeniden belirleyici bir kimliğe kavuşması anlamına gelmektedir. Açık olan gerçek şudur; toplumsal insa­nın kurulması, nasıl ki bireyler topluluğu olan işçi sınıfının kendi dinamizmine hız kazandıracaksa, ama daha önemlisi, top­lumsal insanın kurulmasının nesnel teme­li olan fiziki ve zihinsel üretim süreci, zo­runlu olarak bu değerler sistemini de ye­niden üretmek zorunda kalmasına bağlı­dır. Kuşkusuz bu bir süreçtir. Ancak bu­nun işçi sınıfı içinde maddi güce dönüş­mesinin belki de ilk yolu, onun üretim süreci içinde ortaya çıkmasına1 ve anlam kazanmasına bağlıdır. Bütün insanlığa doğru gelişecek toplumsal değerler dizi­minin yeniden varedilmesi, işçi sınıfının bağrında ve onun öncülüğünde gelişen bir süreçler toplamı olarak anlamak ge­rekir. Buradan başlamak üzere, bütün in­sanlığa doğru akıp gidecek bu süreçler toplamı, ancak işçi sınıfının kendi değer­leriyle buluşması demektir. Bunun tek bir yolu vardır, o da; kolektif üreticilerin kendi gücünün (her iki boyutta, hem fizi­ki olarak hem de zihinsel olarak) farkına ve bilincine varmasıdır. Bugün kolektif ü- reticiler tanımından çıkaracağımız, salt

__ 100

Page 102: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

rüretici güçlerin tek yanlı gelişimi

maddi üretimi yaratma yeteneğine sahip üreticiler değil, ama daha önemlisi ortak­laşa üretim ve ortaklaşa bölüşüm olarak da tanımlayabileceğimiz kültürel, ideolo­jik, politik, sosyal vb. bütün zihinsel üre­tim değerlerinin yeniden kurulması süre­ci olarak tanımlanmasıdır. Artık bu top­lumsal ilişkilerin bütünü demektir. İşte toplumsal ilişkilerin neden sınıf ilişkileri­ne dayanması gerektiğini buradan çıkarı­rız.

Burada kanımca en önemli sorun; bir üretim biçiminden başka bir üretim biçi­mine geçişte, temel belirleyici olarak işçi sınıfının kendi tarihsel rolünü oynayabil­mesi gerekir. Ancak şimdi sınıfın kendisi­ne ait olan bu rolünü açığa çıkaracak bir forma ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun an­lamı şudur; sınıf hareketini ve ona bağlı diğer sınıfsal özneleri toplumsal for­masyon düzeyinde analiz etmemiz de­mektir. Bu bakış tarzı krizin çıkış çözü­münde de temel bir öneme sahiptir. Sı­nıfın toplumsal formasyonu, nesnel ola­rak onun üretim sürecindeki rolünden i- leri geliyor olsa da, nesnel yapıdan göre­celi daha bağımsız bir alanda ortaya çıkan ilişkiler toplamının bütününü de ifade e- decek bir genişlik gösterir. Eğer bu belir­leme yapılmamış olsaydı, doğal olarak ü- retici güçlerin bu derece yıkımı (yoksul­laşma ile birlikte kültürel değerlerin yıkı­mı vb. olarak) patlamalarla sonuçlanması gerekirdi. Oysa üretici güçler, üretim tarzının değişiminde genel olarak temel bir rol oynasalar da, bugün toplumsal formasyon düzeyinde değiştirici/dönüş- türücü ilişkileri yaratmaktan uzaktır. Bu­nun esas nedeni tam da bu noktadır. Gerçekten tarihsel olarak ÜG’ler, bugün gelişmenin çelişkilerle birlikte nesnel ve­rilerine rağmen, belirli bir zaman aralı­

ğından bu yana, toplumsal potansiyelleri­ni açığa çıkaramamaktadır. Bunun asıl ne­deni, ÜG olarak işçi sınıfının somut ola­rak kendi rolünü tarihsel olarak toplum­sal formasyon düzeyinde açığa çıkarama­mış olmasında görülmelidir. Bunun anla­mı ikilidir; hem sınıf olarak kendi toplum- sal-sınıfsal rolü olarak hem de diğer top­lumsal güçler ile bağı ve ilişkisi anlamında bir kopuş olarak...

Küreselleşme süreci, bilimsel teknik gelişme ile birlikte KÜB’de sadece eme­ğin meta olmasını derinleştirmekle kal­mamış, dahası eskiye göre sadece eme­ğin kolektif direnmesini tahrip etmekle de kalmamış, aynı şekilde kendi varoluş koşullarına karşı oluşturulan nesnelleş­me sürecinin bütün argümanlarını da ya­ratmıştır. Eskiden emeğin metalaştırılma- sı KÜB’ün ana eğilimi olsa bile, hatta e- mek kendisine karşı bir sürece dönüştü­rülüyor olsa bile, yine de bu süreci sınır­layan gelişmeler söz konusuydu. Bu esas olarak kendini yeniden üretme yeteneği­ne sahip olan emeğin, insani varoluş biçi­miydi. Böylece emek, kendi varlık temeli de olan kolektif direnmenin ideolojik ve politik yapılarını da kuruyordu. Şimdi bu yapıların nesnel temelleri eski döneme göre potansiyel olarak çok daha fazla a- çığa çıkmasına karşın, bu potansiyeli eri­ten karşı süreçler gündeme gelmiştir. Çünkü sermaye olağanüstü bir etkinlik i- le sosyal ve politik olarak toplumsal ya­pıları yıkmış ve böylece sosyal yapılar ü- zerinde büyük bir dezenformasyon hare­keti başlatılmıştır. Bu doğal olarak sınıfın toplumsal formasyonunu altüst etmiştir.

Buradan iki temel sonuç çıkar; ilki be­lirttiğimiz gibi emeğin metalaştırılma sü­reci kendi varoluşuna karşı bir sürece kaydırılmış olmasıdır. Sermaye ile emek

101----

Page 103: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

arasındaki bu kopuş süreci, çelişkili yapı­yı hafifletmemiş, tersine daha da derin­leştirmiştir. Kuşku yokki bu süreç, genel anlamda iş gücünün niteliksizleşmesi ile birlikte, işçi sınıfını paralize ederek, hem onun potansiyel gücünü hem de ideolo­jik, politik, sosyal veya kültürel değerle­rinden kopuşun araçlarını yaratarak gö­rünmez kılmaktadır. İkincisi, küreselleş­me hızı birinci nedene bağlı olarak eme­ğin kendisinde insanal varoluşun yıkımı üzerinden bir derinleşme gösterecek ol­ması (hiçbir insan yok ki, kendi varoluşu­na karşı bir tehdite duyarsız kalmış ol­sun), doğal olarak başka bir düzlemde e- nerjinin depolanmasına ve potansiyelin açığa çıkmasına neden olacak faktörlerin birikimi anlamına gelmektedir. Bu enerji­nin açığa çıkmasının ve kendi gücünün farkına varmasının önündeki ideolojik, kültürel veya şiddet araçları ile bir dizi engei ve saptırma, nesnel sürecin bu ol­gularını ortadan kaldırmaz. Anlaşılması gereken nokta, kendi enerjisinin ve dö­nüştürme gücünün açığa çıkarılması ve bunun ideolojik, politik ve örgütsel yapı­lar içinde yeniden kurulmasıdır ve bu tü­müyle olanaklıdır.

* * *

Burada şu soruya yeniden dönelim; proletarya, bütün bu engelleme süreçle­rine karşın, nasıl olur da, kendi değerle­riyle birlikte yeniden direnmenin ve top­lumsal dinamizmin temel öznesi olarak tarih sahnesine çıkabilir?

Proletarya nesnel olarak iki şeyle ta­nımlanabilir; ilki proletaryanın tarihsel bir sınıf olduğu gerçeğidir. İşçi sınıfı bir süreç içinde ortak bir tarihe sahiptir. Ve bu ortak tarih, onun var olma tarihidir de aynı zamanda. Aslında şöyle de diye­

— y o l -----------------------------------------------------------

biliriz; insanın (dar kapsamda işçinin) ta­rihi, aynı zamanda üretimin de tarihidir. Gerek bireyler olarak gerekse sınıf ola­rak, çok fazla gelişmenin farkında olmasa bile, sonuçta tarih, bu insanlar topluluğu tarafından yapılır. Ancak tarihsel mater­yalizmin bize öğrettiği gibi, burjuva ege­menlik biçimlerine karşı, işçi sınıfının, kendi sınıfsal rolünü oynayabilmesi için, kendi tarihini bilinçli kılması gerekir. Bu­nu ete kemiğe büründürerek başaran tek sınıfta yine proletaryadır. Marx’ın da belirttiği gibi, tarihin hem oyuncusu hem yazarı olarak... Burada tam da ikinci ne­dene geliyoruz; proletaryanın toplumsal konumundan ileri gelen ve bir kavram o- larak, bilginin ve bu bilgiye olan gereksin­mesinin, canlı bir metabolizma olarak iş­çi sınıfında bulunmasının ve onun tarafın­dan kavranılmasının, diğer insan toplu­luklarına rağmen daha fazla olanak dahi­linde olmasıdır. Çünkü işçi üretken bir güç olarak bütün çelişkilerin odağında yer alır. Bu ise bilginin geniş bir kavram olarak anlaşılması düzeyidir. Toplumsal bilinç, toplumların pratiği sayesinde üre­tilir. Böylece bilinç, hem nesnel gerçekli­ğin yansımasıdır hem de üretilen pratik sonuçların kavranılması ve sezinlemesi sürecidir. Dikkat edilirse burada iki şey­den bahsediyoruz; tarih ve bilgi. Tarih ve bilginin ortak bir süreç içinde birbiri­ni tamamlaması ya da madalyonun farklı yüzleri olarak üst üste düşmesi, herşey- den önce işçi sınıfının bilinç öğesinde an­lamsal bir gerçeklik olarak ortaya çıkar. Bu durum işçi sınıfının ortak değerler ve ortak hareket ve direnme potansiyelini açığa çıkaracak vazgeçilmez bir temelini gösterir. Bu koşulun yerine getirilmesi i- çin şunlara gereksinme duyulacağı açık­tır; canlı bir varlık olarak işçi (insan), in­

___ 102

Page 104: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

sanın yemesi-içmesi kadar doğal olan bü­tün gereksinmeler gibi, kendini var eden insanal değerler dizinimini (kategoriler dizinimi de diyebileceğimiz), yine bir in­san olarak kendisi tarafından talep edil­mesi onun vazgeçemeyeceği bir isteğini gösterir. Onun bilincine varmak, onu iş­lemek bu sürecin doğal bir karakteridir de aynı zamanda.

O halde bu nasıl sağlanacaktır? Bu so­ruya cevabımız şudur; genel olarak in­sanlığa özel olarak işçi sınıfına ait bu kategoriler (ilkeler), yaşadığı­mız zamanın kategorileri (insanlı­ğın yıkımına yol açan değersizleş- me kategorileri olarak) ve yapısal bileşenleri üzerinde belirleyici bir aşamaya gelmek zorundadır. (He­men belirtelim; insani kategorilerin yeni­den insanlığa kazandırılmasının ve bütün insanlığa mal edilmesinin ilk yolu, işçi sı­nıfının pratik ve düşünsel kulvarı üzerin­den kurulabilir.) Ancak durum şimdi farklı bir rota izliyor. Küresel kapitaliz­min yapısal özneleri, yıkıcı kategorik de­ğerlerle birlikte, insana özgü olması ge­reken değerler sistemini paralize ediyor, onu yıkıyor. Eski kategoriler ile işçi sını­fına ait yeni kategoriler arasında, bugüne kadar olmayan bir ilişkiler biçimi gelişti. Kuşku yokki bu ilişkiler, bugüne kadar tek yanlı ve yıkıcı bir özne olarak süreç üzerinde belirleyici oldu. Böylece insana özgü kategorilerin yapısal oluşumunda bir tıkanma ve şimdilik bu tıkanmanın ö- nünü açacak yeni gelişme süreci ciddi o- larak doğum sancısını çekmeye başladı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tıkan­manın en özgün durumu, ÜG’lerin tek yanlı gelişme süreci olarak izah edilmişti. Çünkü bu sorun doğrudan küreselleşme sürecinin içinde oluşturulan toplumun e-

konomikve politik yapısı ile ilgili bir nok­taya işaret etmektedir.

Konumuz açısından burada tarihsel bir anekdottan bahsetmek mümkündür; Marx’ın Proudhon eleştirilerinde var o- lan bir gerçeği yeniden saptayalım; bildi­ğimiz gibi Proudhon’un toplumsal analiz­lerinde, tarih ile bilgi (ilkeler ve değerler sistemi olarak) birbirinden ayrılmıştı. Doğaİ olarak bu toplumsal çözümleme­lerinde Proudhon’u yanıltıcı sonuçlara götürmüştü. O halde şu noktaya geliyo­ruz; sınıf tarihsel rolünü oynayabilmesi i- çin, tarih ile bilgi sürecinin birbirini ta­mamlaması, hatta birbirinin varlık nedeni olması gerekmektedir. Ama tarihsel ger­çeklik veya tarihsel deneyler, sınıfa özgü bu tarihsel aklın her zaman eşdeğer bir süreç izlediğini göstermez. O nedenle Marx, özellikle belli bir kategorinin fark­lı yüzyıllarda farklı olarak ortaya çıkış ne­denini saptarken şöyle diyecektir;

“ Her ilke, kendisini içinde ortaya ko­yacağı kendi öz yüzyılına sahip olmuştur. O torite ilkesi, örneğin I i. yüzyıla sahip­ti, tıpkı bireycilik ilkesinin 18. yüzyıla sa­hip olması gibi. Mantıksal sıralanmaya gö­re ise, ilke yüzyıla değil, yüzyıl ilkeye ait­ti. Bir başka deyişle, ilkeyi yapan tarih de­ğil, tarihi yapan ilkeydi. Bunun sonucu, tarihi olduğu kadar ilkeyi de kurtarmak i- çin, kendi kendimize belirli bir ilkenin herhangi bir başkasında değilde, neden I I. ya da 18. yüzyılda ortaya çıktığını sorduğumuzda, zorunlu olarak, insanla­rın II. yüzyılda nasıl olduklarını, 18. yüz­yılda nasıl olduklarını, bu yüzyıllardaki ge­reksinmelerinin, üretici güçlerinin, üre­tim biçimlerinin, üretimlerinin, hammad­delerinin neler olduklarını -kısacası, bu varolma koşullarının ortaya çıkardığı in­sanlar arası ilişkilerin neler olduklarını in­

_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

---------------------------------------103-----

Page 105: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

ceden inceye incelemek zorunda kalıyo­ruz. Bütün bu sorunların altından kalk­mak demek, her yüzyıl için insanların gerçek, sıradan tarihini yazmak ve bu in­sanları kendi dramlarının hem yazarları ve hem de oyuncuları olarak sunmaktan başka nedir? Ama insanları kendi tarihle­rinin oyuncuları ve yazarları olarak sun­duğumuz anda (dolambaçlı yoldan), ger­çek başlangıç noktasına ulaşırsınız, çünkü daha baştan sözünü etmiş olduğunuz o ölümsüz ilkeleri bırakmış bulunuyorsu­nuz.”21

Bu değerlendirmeden çok önemli bir sonuç çıkarmamız gerekir. Demek ki amprik olarak toplumsal bir yapının ol­duğu gibi kabul edilmesi ile, başka bir ifa­de ile söylemek gerekirse, kendi değer­ler sisteminden kopmuş bir toplumsal yapı ile, bu yapının değiştirilip değiştirile- memesi arasındaki farklılaşma, Marksist- ler ile oportünist dogmatik “ Marksistler” arasında ki yarılmanın en bariz örneğini teşkil etmektedir. Anti-Marksistlerin bu­gün için en büyük çıkmazı, bu öznenin değiştirilemez olduğu düşünce noktasına gelip takılmış olmalarıdır. Dolayısıyla en ileri düzeyde bu düşünürlerin bugün için değişim sürecinden anladıkları, sistem i- çinde tutunma ve reformcu isteklerle kendini tanımlama çizgisidir. Kuşkusuz değiştirme, salt bir istekten öte bir anla­ma sahiptir. Çünkü değiştirme isteği toplumsal bir zorunluluk haline gelmedikçe, onu gerçekleştirmek sadece bilinçlerdeki soyut bir istek olarak kalmaya mahkumdur. Ger­çekte bu toplumsal zorunluluk, bir nok­tadan sonra toplumda gerekli olan bir is­teğe dönüşmelidir. Ama bu noktadan sonra acil sorun, bu isteği kendi meşru zemininde değiştirmenin nedensel ilkele­

— yol----------------------------------------ri ile buluşturmaktır. O nedenle haklı o- larak Lucas’ın şu belirlemesini önemse­mek gerekir; “ Felsefi açıdan söz konusu olan şey, toplumsal gerekliliğin varlığını yeniden biçimlendirmek veya yapısal bi­çimini değiştirmek için gereksindiği za­man süresini belirlemek değildir. Mesele toplumsal gerekliliğin varlığın içine işle­mesine genelde imkan veren ilkeleri keş­fetmektir.”22

Bugün devrimci dönüşüm sorununun temelinde bulunan açmaz, insanı insan yapan toplumsal zorunluluklar ile top­lumsal varlık arasındaki kopuş noktasın­da yatmaktadır. Çünkü toplumsal varlık henüz toplumsal zorunluluğun değişim bilincinde değildir. Toplumsal varlıktan “ bağımsız” olarak toplumsal zorunluluk, herşeyden önce bilinç ve değerler topla­mının yine canlı bir varlık olan insanda billurlaşmasıdır. Sorunun odak noktası şudur; varlık ile o varlığın içinde zorunlu bir öge olarak bilinç biçimleri arasındaki diyalektik bağ bugün için kopmuştur. Bi­linir ki bu diyalektik bağ insan metaboliz­masında her zaman dolayımsız olarak za­ten vardır. Sorun onun işlenmesidir. Fa­kat burada ÜG’lerin tek yanlı gelişim sü­reci bu kopuşu derinleştirmiş ve işçi sını­fını şimdilik kendi işlevinden büyük oran­da kopartmıştır. Çünkü bu zorunluluk kategorisi işçinin bilincinde kırılmıştır. Gerçekten işçi kendi toplumsal varlığının bilincine ancak üretim ilişkileriyle kurdu­ğu ilişkiler sürecinde varıyor ve kendisi meta olduğunun farkına vardığı zaman bilinç öğesi devreye giriyor ve buradan hareketle toplumsal bir rol oynamaya başlıyor. Bunun anlamı sınıfın toplumsal formasyonunun işlevsel rolüdür. Bu ko­puş ister istemez bu ilkelerin toplumsal değişimde rolünü önemli derecede işle­

Page 106: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

mez hale.getirmiş olduğu noktadır.

Daha önce belirttiğimiz gibi emeğin meta haline gelmesi sürecinde işçi, bu sürecin bir nesnesi olarak mekanikleşi­yor, standartlaşıyor, ama yine de o bu sürecin içinde konumlanıyor. Yani işçi, ü- retim sürecinin en işlevsel (olmazsa ol­maz) bir parçası olarak yer alıyor. Ama şimdilik bu sadece, üretim parçaları için­de görünen nesnel/maddi bir olgu olarak yansıyor. Oysa o canlı bir organizma. Dolayısıyla işçi, sadece meta üretiminin bir dişlisi olarak görülse bile, aynı zaman­da sürecin gözlemcisi/denetleyicisi ola­rak da sahnede yer alıyor. Burada göz­lemci kategorisini Türkçe’deki anlamının ötesinde bir içerik ile tanımlamak gere­kir. İşçi hem üretimin bilgisine kavuşuyor hem de bir insan olarak düşünce ve duy­gulara sahip bir canlı. Görüldüğü gibi bu­rada ikili bir yapı var. Gözlemci olan iş­çinin, sermaye ile olan ilişkisinde metanın saf bir nesnesi olmaktan çıkarak, bir an- lama-kavrama ve sorgulama sürecine gir­mesi gerekiyor doğal olarak. Gözlemcilik böylece yerini başka bir düzeye, çelişki­nin bilgisine bırakıyor. Bunu başaramadı­ğı zaman, bu bilinç, “ metanın kendine yö­nelik bilinci” (Lucas G, s.27l) olarak o r­taya çıkıyor. Yani küresel kapitalizm ko­şullarında postmodernist düşünce akımı, aslında Lucas’ın belirttiği gibi tam da me­tanın kendine yönelik bilincinin karşılığı olarak çıkıyor tarih sahnesine. Ancak iş­çi kendinin bir meta olduğunun bilincine ulaşması halinde, hem sınıf bilincinin ge­lişmesinin önünü açıyor hem de pratik o- larak toplumsal mücadelede fiziki bir rol oynamaya başlıyor. Çünkü işçi, önce kendisinin ne olduğunun bilincine vardığı oranda (ki bunun anlamı işçinin kendisi­nin bir meta olduğunun bilincine varması

ile başlıyor demiştik), diğer sınıfların ya da toplumsal öznelerin de ne olduğunun bilincine vararak haraket ediyor. Böylece bilginin yapısında bir değişikliğe yol açı­yor. Dolayısıyla emeğin ortaya çıkardığı ürünlerin kullanım değeri ya da kapita­listlerin egemenliğinde daha değişik mad­desel olan değerler toplamı, bu bilinç sa­yesinde toplumsal bir gerçeklik halini alı­yor. Başta işçi sınıfı sonra da diğer top­lumsal özneler, bu yolla nesnel sürecin bilgisine kavuşmuş oluyor. Eğer bu bilinç, toplumsal öznelerce kavranılmamışsa, o zaman kapitalistin her türden manipülas- yonuna açık hale geliyor demektir. İşte işçi, bu bilinç sayesinde değiştirme özne­sini kavrıyor ve onu değiştirmek için ha­rekete geçiyor. Artık metanın içinde var olan bu emek, üretim süreci içine Lu- cas’ın da belirttiği gibi bir “ çekirdek” ola­rak giriyor. Böylece bu çekirdek, hem toplumsal ilişkilerin devindirici gücü ola­rak hem de bilinçli işçinin gücü olarak karşımıza çıkıyor ya da çıkması gereki­yor.

Küresel kapitalizm döneminde sorun tam da bu noktada bulunuyor. Çünkü ü- retim sürecinde bu çekirdek nesnel bir varlık olarak yok olmuyor. Bütün değiş­ken koşullara rağmen varlığını koruyor. Fakat o yok olmamış olsa bile önemli o- randa paralize olmuştur. Çünkü çekir­dek parçalanmıştır. Bu çekirdek, parçalı olarak kendini sadece üretim sürecinin basit bir dişlisi olarak görmeye yol açan bir dizi argümanlar dizisinin baskısı altın­da kalmıştır. Fakat bizim için ilerletici o- lan temel nokta şudur; bugünün üretim süreci içinde bu çekirdek bir varlık ola­rak ortadan kalkmış değildir. Parçalı olan bu çekirdek yapısı, aynı zamanda hayatın devamını sağlayacak bir bütünleşme öge-

__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

---------------------------------------105 —

Page 107: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

sini de göstermeye başlamıştır. Çünkü çekirdek artık bundan sonra parçalı ola­rak bir bütünsellik göstermektedir. Ger­çekte burada tam da tümevarım metodu egemen hale gelmektedir. Parçalar bütü­nü oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, parçadan bütüne doğru bir evrim süre­ci... Yani bunlar parçalar halinde ama kendi ortak yatağı içinde ırmaklar halin­de okyanusa doğru akmaktadır. Artık proletarya dediğimiz zaman ortak emek sürecindeki büyük bir okyanustan bahse­diyoruz demektir. Bu geleceğin de en büyük teminatıdır. Bunun ortadan kalk­ması üretimin tümüyle ortadan kalkması demektir. Aynı zamanda yaşamın da. Şimdi görev tam da bu sürecin felsefi te­melleriyle birlikte bu parçalı yapıyı ortak bir strateji etrafında birleştirme sorunu­dur. Bunun mümkün olabileceğini söyle­mek, bazılarının iddia ettiği gibi hayal de­ğildir. Çünkü küresel kapitalizm koşulla­rında 2 1. yüzyıl insanı, bütün insanlığa ye­tecek kadar mal ürettiği halde yoksulluk ve açlık sınırında heder oluyor. Sorun tam da bu noktada düğümleniyor. Kapi­talizm, her dakika ve her saniye devrim­ci ortamı yeniden üretiyor ve gelişmeler bunu tetikliyor. Üretim ve üretimin bö- lüşümündeki adaletsizlik var oldukça, e- mekçinin bilinç edinme süreçleri de nes­nel olarak var olacak demektir. Bundan kaçınmak mümkün değildir. Yalnızlaşan, bireyselleşen, parçalanan ve tüm mani- pülasyona açık işçi gerçeği ne kadar doğ­ru olursa olsun, üretimin bu temelleri var oldukça bu çekirdek de var olacak demektir. Onun varlığı yeni dirilişin de nedenidir. İşte bu nokta umudumuzun nedensiz olmadığı noktadır. Kuşkusuz aynı şekilde bunu tamir etmenin yolları da var demektir.

— yol----------------------------------------Kapitalizmin diğer sistemlerden farkı,

sınırları kaldırıp insanlar arası ilişkileri toplumsal ilişkilere dönüştürüyor olma­sında yatar. Doğal olarak sermaye bun­dan kaçınamıyor. Her ne kadar kapitalist burjuvazinin düşüncesi, insan ilişkilerini kırıp onu birbirine düşüren bireyciliği ü- retiyor olsa da, kapitalizmin ana mantığı toplumsal ilişkileri sürekli geliştirmeden edemiyor. Bu koşul hiç kuşku yok ki, kü­resel kapitalizm koşulları içinde böyledir.

Gerçekten toplumsal ilişkilerin mer­kezinde işçi sınıfı duruyor. Daha da ge­nişleyen ve büyüyen bir emek ordusu o- larak. Küresel kapitalizmin bu emek o r­dusunu yalnızlaştıran, onu birbirine dü­şürerek kendi değerlerinden koparan ve bireyci kimliği her düzeyde bilinçlere iş­leyen bu süreçlerden kurtulmasının yolu yok mudur? Elbette vardır. Şimdi bundan kurtulmanın belli başlı temel noktalarını belirlemeye çalışalım; ilk nokta şudur; KÜB, zorunlu olarak yaşamın kendi do­ğasından gelen ilişkiler bütününü toplum­sallaştırıyor dedik. Bu toplumsallığın o- dağında genişleyen işçi ve emekçiler du­ruyor. O halde ilk elden yapacağımız şey, değerlerden kopmuş, bireyselleşen veya standartlaşan ilişkilerin temeli ve çekir­deği olan insanı (işçiyi) yeniden keşfet­mektir. Evet tam da ondan bahsediyo­rum. Yani insanı yeniden keşfetmekten. Bu bir yanıyla doğrudan praksis felsefe­nin bir alanıdır. Bunu şimdilik geçiyorum. Ancak insanın bireyselleşen veya sıra­danlaşan ilişkilerden kopartılmasının yo­lu, “ ...ancak bu ilişkilerde yatan ‘dolayımı’ ortadan kaldırmakla mümkün olabilece­ğidir.”23 O nedenle oluşan bu yapının kendisinden kurtulmak gerekir. Elbette bu yetmez. Bunun için başka şeyler de gerekir: Toplumsal ilişkilerde ortaya çı­

_ 106

Page 108: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

kan kapitalist biçimler, burjuva toplumu- nun nesnelleşen biçimleridir. Bu nesne­lleşen biçimleri ortadan kaldırmak sade­ce düşüncenin hareketi ile olamaz. Aynı zamanda düşüncenin prtatiği tarafından ortadan kaldırılabilir. Ancak pratikten anlaşılması gereken nedir? Söz konusu pratiği, bilginin veya düşüncenin kendi­sinden ayırmak mümkün olmadığına gö­re, bu pratiği, hedefleri belli bir bilgi ile donatmak gerekir. Pratiğe yol gösteren bilgi bizim için gerekli bir zorunluluktur. Bu ise tam da, şimdi bize ait teorinin ye­niden üretimi anlamına gelir. İşte sorun tam da bu noktada düğümlenmiştir. Şu soru yersiz değildir; bu pratiği ve bu bi­linci yüklenecek sınıf hangisidir? Artık bi­liyoruz ki bu pratiği ve bu bilgiyi, prole­taryadan başka hiçbir sınıf yüklenemez. Bu aynı zamanda “ proletaryanın olgu ha­line gelen bilincidir” de. (Lucas G, s.283)

Ama yine de belirleyici faktör olan pratik kavramına yeniden dönelim. Pra­tik dediğimiz bu kavram da iki temel yük­lem vardır; bunlardan birincisi pratiğe yüklenmiş siyasallıktır. Bu pratiğin hem niteliğini hem de işlevselliğini belirlemesi açısından önemlidir. Ancak buna paralel bir öge daha vardır ki, o da pratiğe yük­lenmiş bilgi kavramı. Yani pratikteki epis- temolojik bir kavram olarak. Pratikteki bu iki kavram, toplumsal yapının umut­suzluk dönemlerinde umudun nesnel a- rayışının aracı olarak temel bir rol oynar. Marx, I.Enternasyonalin II. Kongresi’nde önemli bir konuşma yapar ve şöyle der; “ Devrimciler bazen bunalımın mutlak o- larak çözümsüz olduğunu kanıtlamaya çabalıyorlar. Bu yanlıştır. Mutlak olarak umutsuz bir durum diye birşey yoktur... Durumun ‘mutlak’ olarak çıkışsız oldu­ğunu önceden kanıtlamaya çalışmak bil­

giçliktir, kavramlarla, sloganlarla oyna­maktır. Bu ve benzeri sorunlarda sadece pratik bir ‘kanıt’ getirilebilir.”24

Doğal olarak bu kanıt, umutsuz du­rumdan çıkışta, gerçek yolun bulunması­nın köşe taşlarını verir bize. Elbette her- şeyden önce umutsuzluğun nedenleri ve­ya umutsuzluğa neden olan olguların in­celenmesi gerekir. Bunun tek bir yolu vardır; bilincin yüklenimidir, yani öğren­mek, bilmek hareketi olarak... Kuşku yokki bunun için belirli bir teorik kavra­yış gerekir. Ama daha önemlisi bu tarih­sel bir eylemi, pratiği gerekli kılar. Pratik bütünlük olmadan düşünce, bilme süre­cinde ilerlememiz mümkün değildir, işte bu noktada Alman bilimci Heidegger’in şu görüşlerine başvurabiliriz; “ Kendile­riyle ilgili olduğumuz ölçüde şeyler, ister işleyelim, kullanalım, dönüştürelim ya da isterse yalnızca bakalım ve inceleyelim; pragmata, praksis ile bağıntılıdır. Burada praksis hakikaten geniş bir anlamda alı­nır, yoksa pratik kullanım (khresthai) ile ilgili dar anlamda ya da ethik eylem ola­rak praksis anlamında değil. Praksis, her türlü yapıp etme, takip etme ve sürdür­medir ki, aynı zamanda poeisisi de içe- rır.

Bize ait bir düşünceyi veya teorik bir yapıyı bireysel düzlemde ele almayacak­sak, onun proletaryaya tekabül etmesi gerekir. Etle kemik gibi birbirini bütünle­mesini zorunlu kılar. Ama şimdi bunun böyle olmadığını biliyoruz. Burada teori­nin doğru olması tek başına yeterli değil­dir. Onu aynı şekilde belirli bir tarihsel süreç içinde, hem yeniden üretmesi hem de pratik olarak üstlenmesi gerekiyor. Açıktır ki bunu proletaryadan başka bir sınıf üstlenemez. Sınıfın stratejik başarısı burada yatar. Kuşku yokki bu kopuş, sü­

_ üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

---------------------------------------------------------- 1 0 7 —

Page 109: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

recin daha da sancılı geçtiğini gösteriyor. Böylece değişimin yolu daha da ağırlaşı­yor.

Genel olarak toplumsal sınıflar (özel­likle işçi sınıfı) bugünün özelliği ile söyle­mek gerekirse, düşünen birer canlı varlık olarak, bilgi ile nesnenin birbirini bütün­leştirdiği bir süreçten uzaktır. Yani işçi bir varlık olarak, yine kendi varlık gerek­çesi olan bilinç sürecinden kopmuştur. Elbette bu zorunluluklar veya ihtiyaçlar nedeniyle nesne olarak işçi sınıfının, bi­linç edinme sürecinin önünü açmaması anlamına gelmez. Çünkü bu ihtiyaçlar ve­ya çıkarlar, emeğin rolü açısından prole­taryaya güçlü silahlar olarak verilmiştir. Gerçekte şu öngörü doğrunun bir anla­tımıdır; “ Doğru teori, doğru pratiği yü­rüten sınıfın teorisidir. Doğru pratikte, doğru teoriye, doğru görüşlere sahip o- lan sınıfın pratiğidir.”26

Ama tek başına bu olgu, doğrunun ne olursa olsun proletarya da temsil edildiği anlamına gelmez. Bugün proletaryanın büyük gövdesinin gerici ve sağ partilerin oy deposu haline gelmesini ancak böyle açıklayabiliriz. Egemen sınıfın dayattığı i- deolojik ve kültürel abluka, toplumsal ya­pıda bireysel çıkarları güçlü bir şekilde sı­nıfın toplumsal çıkarlarının önüne geçir­miştir. Daha da ötesi egemen devlet sis­teminin gücüne tapmaya yol açacak ide­olojik veya şiddet araçlarını gündelik ola­rak işleyebilmektedir. Mesela varlığı spe­külatif sermayeye dayanan ve bu serma­ye grubuna ait olan bir TV kanalından, a- dı var kendisi yok olan bir parti, günde beş on sefer (aynen reklam spotları gibi) sözde başkanı aracılığıyla yayın yaparak şunları söylüyor; “ ...devlet güçlüdür, o- nun gücüne güveneceksiniz ki, devlet devlet gibi çalışsın... sorunların çözümü

— yol__________________________devletin gücüne inanmaktan geçer vb...” Bu korkunç bir dezenformasyon propa­gandasıdır. Buna paralel olarak proletar­yanın kendi içinde farklılaşması, grup ve­ya bireyler halinde bölünmesi, kolektif yapının oluşumunu engelliyor. Bu teori i- le pratiğin birbirinden kopuş noktasıdır. Elbette bu ‘özne ile nesnenin özdeşliğini’ tarihsel bir süreç olarak geçersiz kılmaz. Öznenin nesneyi tanıması, nesnenin de özne ile bütünleşmesi her zaman müm­kün ve olanaklıdır. Yani özne olan bilinç her dönem nesne olan işçi sınıfı tarafın­dan öğrenilebilir, kavranılabilir anlamına gelmektedir. Ama bu şimdilik yukarda belirttiğimiz nedenlerden dolayı kop­muştur. Sorun bunun nasıl aşılacağıdır.

* * *

Burada yine birey ile sınıf ilişkisine ba­zı kısa notlar düşmek zorundayız. Soyut olarak ilk bakışta tek tek bireyler sınıfı o- luşturur. İşçi sınıfı da, bu bireyler çoğun­luğunun üretim sürecinde yine bireyler tarafından kurulmasından başka bir şey değildir. Ancak bu birey, işlevinden so­yutlanmış ve ortak hareket tavrı göster­meyen bir sınıf yapısına dönüşmüşse (ay­nen şimdi yaşadığımız süreç gibi), değiş­tirme gücünü de yitirmiş demektir. Artık o belirleyici bir öge olmaktan çıkmış de­mektir. Çünkü bireyin gerçeklik olarak i- fade ettiğimiz nesnellik karşısında almış olduğu tutum, değişimin öznesi olan sü­rece karşı edilgen bir tutumun da gös­tergesi olur. Böylece o, nesnel gerçeklik ile kurulacak ilişkinin öznesi değildir. Bu ilişki pratik tarafından kurulacaksa bura­da birey, bu pratiğin yapısal öznesi değil­dir. Dolayısıyla bu ilişkiyi sadece konu­mundan dolayı proletarya kurabilir. Çün­kü işçinin varlık gerekçesi, onun meta ile

108

Page 110: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

kurduğu ilişkiden sonra başlar. Gerçek­ten işçi sınıfı, kendisine karşı kurulmuş o- lan kapitalist sistem içinde çürüyen ve yozlaşan ilişkiler karşısında bir şeyi göz­lemler; bu yalnız kendi yaşamının tek ba­şına çürümesi veya yozlaşmasını değil, aynı zamanda bir bütün olarak yaşamının da tehlikede olmasıdır. Sınıfın bunu anla­dığı ve bilince çıkardığı nokta, onun de­ğiştirme pratiğinin de başladığı noktadır.

Değiştirmenin temeli olan işçi, bugün bir varlık olarak kendisini ne yazık ki salt bir birey düzeyinde duyumsuyor. Dolayı­sıyla bilinçli bir sınıf tavrı içinde yer ala­mıyor. Böyle olunca da değişimin pratik öncüllerini yerine getiremiyor ve büyük oranda ondan uzaklaşıyor. Birey olan iş­çi, artık güvensiz, içe dönük, korkak ve edilgen bir kimliğe bürünüyor böylece. Bu durum, her dakika ve her saniye ka­pitalist burjuvazi tarafından ideolojik dü­zeyde işleniyor. Ama yine de burjuvazi aynı şekilde işçiyle bu koşullar altında durmadan ilişkisini geliştirmeden geri durmuyor. Böylece oluşması gereken toplumsal varlık ile toplumsal zorunluluk arasında ki bağ yukarıda da belirttiğimiz gibi kopuyor. Demek ki “ ...insanı birey o- larak herşeyin ölçeği saymak, düşünceyi mitologyanın labirentlerine sokmak de­mektir.”27

Burjuvazinin bir sınıf olarak çıkarı, bi­reylerin ilişkisini tekil olarak birbirinden koparmak, onları parçalayarak yönet­mektir. Burada proletaryanın talihsizliği şu noktada ortaya çıkmaktadır; proletar­ya toplumsal yaşamda bir süreç olarak her zaman yer almaktadır, ama işçi bu süreç içinde, sürekli kendi varlığı üzerin­den hep içe doğru çekilmiş, başka bir de­yişle içine doğru hapsedilmiştir. Hem kendisiyle hem de diğer sınıf kardeşleriy­

le olması gereken bağ kopartılmıştır. As­lında bunun nedeni, karşı ideolojik sü­reçlerin baskısının bir sonucu olarak doğmuştur diyebiliriz. İşçinin üretim sü­recindeki oynaması gereken rolün bu o- lumsuz konumu, bir dizi ideolojik araçla­rın, özellikle reformcu bir dizi ideolojik akımların etkisel ağırlığı ile sarılmıştır. Gerçekten sınıfın kendi varlığı içine çe­kilmek, diğer emekçi sınıf ve katmanlarla bağını zayıflatmak, işçi sınıfını güçsüzleşti- ren bir öğedir de aynı zamanda. Bu du­rum, işçinin burjuvazi ile ilişkilerinde, sü­reci sorgulayan ve iktidar ufkuyla hare­ket eden bir özellikten çok, kendi dünya­sı içinde örselenmeyi yaratmıştır. Böyle­ce karşı ideolojik bombardıman, kapita­list toplumun bir öğesi olarak onun hare­ketini sınırlayarak iç dünyası içinde yal­nızlaştırmış ve güvensiz bir konuma kay­dırmıştır. Sonuç olarak bu durum işçiyi, ya burjuvazinin koyduğu yasalara ve o- nun devletine değişmez gözle bakarak boyun eğmeye yol açmaktadır ya da ken­di dünyasının içine doğru yalnızlaştırılma­sına... Oysa bir işçi olarak sınıfın üstünlü­ğü; tarihsel bir eğilim içinde toplumun bütününü sorgulayan ve ona kurtuluşun yolunu gösteren bir yeteneğe sahip ol­masından ileri gelir. Elbette her insan gi­bi birey olarak işçi de kendini var eden değerlerden kopabilir. Kendi gücünün farkında olmayabilir. Standartlaşan ilişki­ler içine doğru çekilebilir vb... Ama bir sınıf olarak proletarya, yine de bunları bir süreç olarak kavrama yeteneğine sa­hip tek sınıftır. Onu bilinç ve pratik bü­tünlüğüne taşıyan tek devrimci sınıf olma özelliği buradan ileri gelir.

Bütün insanlığa doğru kayma göste­ren değerler sisteminden kopuşun önü­ne geçmek mümkün müdür? Bu soruya

__üretici güçlerin tek yanlı gelişim i_

109---

Page 111: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

cevabımız evettir. Burada öncelikle yu­karıda izah ettiğimiz çelişkiyi tanımlarken bazı noktalardan hareket etmiştik. Şimdi burada artık bazı temel noktalar üzerin­de durma zamanıdır:

I . Çelişki belirlemesi yaparken, önce­likle bu çelişkisel yapıyla anlaşılır ve so­mut ilişkiler kurmak gerekir. Bunun anla­mı elbette tek başına oluşan yapının an­laşılma düzeyi değildir. Aynı şekilde çeliş­kinin bir tarafı proletarya olduğuna göre, onunla sınıf bilinçli öncünün arasında kopmuş olan ilişkiyi reorganize etmek gerekir. Çünkü bu, oluşan yapı içinde çe­lişkili pozisyonun bir yanını gösterir. A- ma burada sorun, öncelikle öncünün kendisinin krizli ve sorunlu olan var olma koşullarını tamir etmesi demektir. Öncü gerek kendi içine dönük sorunların çö­zümünde gerekse sınıf güçleri ile olması gereken ilişkinin kurulmasında çıkışın tek bir yolu vardır; emek ile sermayenin ça­tışma alanının içinden kurulan ilişkiler ile kendini tanımlamak ve kendini reorgani­ze etmektir. Öncü proletarya içinde bir merkez olacaksa, bu merkez, ilişkilerin antagonist yapısı üzerinden kurulacak ol­ması anlamrfıa gelmektedir. Ancak o za­man proletarya tarihsel rolüne yeniden dönebilir. Dolayısıyla somut çelişki ile dolayımsız bir ilişki kurulmuş elemektir artık.

2. Bozulan ve değer kaybına yol açan yapının yeniden kurulabilmesi için, çeliş­kili olan bu yapının bilincine varmak, bü­tün değişim öznelerini kavrayarak analiz etmek ve bu süreci stratejik bir bütünlü­ğe kavuşturarak sürecin önünü açmak... Proletaryanın kendiliğinden bilinci, bütü­nü ve sürecin köşe taşlarını içine alan bir bilinç olmayacağına göre, sınıf bilincinin sürecin tümünü tanımlayan bir bilinç sü­

— yol----------------------------------------recine evrilmesi gerekir. Artık bundan sonra bilinç eylemi, hem tarihin bir nes­nesi olarak hem de değişim sorunlarına yanıt üretecek bir pratiğin öncüsü ola­rak, bu gelişme süreçlerini proletaryanın eline vererek maddi güce dönüştürme­nin kanallarını açabilir.

Ama şimdilik durum olumsuz bir tab­loyu göstermektedir bize. Ve daha ö- nemlisi, proletarya, bugünkü bilinç düze­yi ile bunu sürecin bütününe yayacak o- lanaklardan da yoksun bulunmaktadır. Doğaldır ki bu durum krizi daha da ağır­laştırmaktadır. Burada sürecin bütünün­den kastımız, sınıf bilincinin bütün prole­taryanın üyeleri tarafından kavranılması süreci değildir. Buna baştan gerek de yoktur. Önemli olan bilincin yarattığı de­ğerler sistemini bir gelenek düzeyine çı­karmaktır. Bütün üyelerin heyecan duy­duğu ve burada gelecek gördüğü bir akı­mı, deyim uygunsa ortak bir geleneği ya­ratmaktır asıl olan.

3. Bu noktada en önemli soruna, de­ğiştirici pratiğin işlevsel rolüne geliriz. Bütünsel yapının işlevine uygun, yanlışlık­ları aşarak doğru bir temelde genişleyen bir pratik, sorunun köklü çözümü de­mek olacaktır. Yukarıda bir yanıyla be­lirttik. Gerçekten pratik hem bilincin kendisi demektir hem de somut anlamda sonuç alıcı eylemin dilidir. Çünkü Marx, Feurbach tezlerinde, insan düşüncesinin gerçek olup olmaması sorununun teori­nin değil, pratiğin bir sorunu olduğunu söylerken adeta günümüze de ışık tu t­maktadır. Gerçekten pratikten soyutlan­mış bir düşünce metafiziğin dünyasına a- ittir. Şu asla unutulmamalıdır; proletarya tek tek bireylerden bir sınıf haline geldiy­se, bunun nedeni aynı zamanda bilincin pratikte gerçeklik haline gelmiş olmasın­

__ 110

Page 112: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

dan dolayıdır.

Şimdiki zamanın krizi şurada görüle­bilir; var olan sorunların özü, bir yanıyla pratiğe yüklenmiş bilincin deformasyona uğramasıdır. Dolayısıyla değişimci bir pratiğin kendi özsel konumundan kop­ması, krizin de esas nedenidir. Başka bir ifade ile sorunların esas nedeni, öngörü­len pratikte ortaya çıkması gereken bilin­cin, sınıf bilinci süreçlerinden kopmasın­dan ileri gelmiştir. Çünkü bu pratikte, kendine dönük olarak (yani proleteryaya dönük) yozlaşma süreçlerini değiştire- meme düzeyinde ortaya çıkan bilinçteki kaymalardır. Engels’in de belirttiği sahte bilinç olgusu olarak...

Bugünün düşünce yapısı, diyalektik ö- zünü yitirmiştir. Bu doğal olarak kendi i- çinde çözümsüzlüğü de üretmektedir. Günümüz insanının en önemli problemi, bu tarihsel düşünce yapısında ortaya çık­mıştır. Deyim uygunsa bugün insanda so­mutlaşan düşünce biçimi, kendi varlığını da tehlikeye sokan koşulların değiştirici­si değil, tersine birer ‘gözlemcisi’ konu­mundadır. Böylece günümüzde oluşan düşünce kalıpları, hem varlığın hem de kavramların mantıksal sonucunu değişim üzerinden değil, adeta değişmezlik üze­rinden kurgulamaktadır.

O nedenle diyalektik düşüncenin biçi­mi, bir varlık olarak sınıfın içine doğru iş­lemesi gerekir. Başka bir deyişle varlığın bu düşünce ile bütünleşmesidir. Bu geliş­menin zorunlu bir koşuludur. Bugün so­run tam da bu noktadadır. Varlık ile dü­şünce birbirini dışlar bir görüntü ver­mektedir. Tarihsel sürecin gelişme mo­menti, birbirini dışlayan bu süreci birbiri­ni tamamlayan bir sürece doğru kayma göstermesini gerekli kılmaktadır. Bunun

olanakları bugün artmıştır. Kriz derinleş­mekle kalmamış, daha da ötesi insanın yaşamını tehdit eder bir aşamaya gelmiş­tir. Kuşkusuz bu daha da dibe vuracak ve çürüme daha da yoğunlaşacaktır. İşte u- mut tam da bu kritik nokta da gündeme gelecektir. Çelişkili olan bu süreç, zorun­lu olarak proletaryanın bilincine yansı- mamazlık edemez. O nedenle kurtuluş, proletaryanın pratikleşecek olan bu sınıf bilinci içinde saklıdır ve egemen yapı asla bu süreçten kendini kurtaramayacaktır. Bir zaman tanımı yapamasak bile, geliş­menin dinamikleri bu doğrultuda yürü­mek zorundadır. Artık sınıf bilinci, önüne çekilmiş duvarların bilincinde olarak, o- luşturulan bu setleri yıkabilmek için, pra­tikleşen bir bilgi donanımına ulaşmak du­rumundadır. Elbette bu asla gözlemci ol­mayan, soyut ve bilgi edinimci, durağan ve statik olmayan bir bilinçtir. Artık bi­linç, sınıf stratejisi düzeyinde yeni bir dü­zey kazanmak zorundadır.

Şimdi birey olarak işçi, kolektif bir sı­nıf kimliği ile yeniden zorunlu bir varlık olarak, kendi sınıf bilincine varması, onu hem toplumsal bir sınıf kimliği olarak kendi asli sürecine hem de kendi dışında­ki diğer toplumsal ilişkiler sürecine ön­derlik görevlerine doğru bir kaymayı ba­şarıp başaramayacağı sorunudur. Bütün veriler bunun mümkün olduğunu göste­riyor. Bunun kuşku yok ki ilk yolu, yu­karıda da belirttiğimiz gibi sınıfa bilinç ta­şıyıcı öznelerin yapısal olarak kendini ye­niden kurması sürecidir. Krizin ağırlaştığı bu koşullarda bunu tamir etmenin yolu şimdi çok daha fazla olanaklıdır. Unutul­masın ki sadece bir soy olarak işçi sınıfı değil, bütün insanlık tehdit altındadır.

28 .07 .2002

_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__

111 ----

Page 113: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3

DİPNOTLAR

1. Oğuz, H. “Teorinin Sorunları Üzerin­den Marksist Hareket ve Liberal Sol Ha­reket” , Yol, sayı: I , Nisan 20012. Marx, K.- Engels, F. Alman ideolojisi, s.83, Melsa Yay.3. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.2 1, Melsa Yay.

4. Marx, K. Kapital III, s.228, Sol Yay.5. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.72, Melsa Yay.6. Marx, K. Kapital III, s.774, Sol Yay.7. Horkheimer, M. Aydınlanmanın Diya­lektiği II, s.6, Kabalcı Yay, 1996.8. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.73-74, Melsa Yay.9. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Da- vid Dickson’un “Alternatif Teknoloji” adlı eserine bakılabilir, s.28, Ayrıntı Yay.10. Marcuse, Herbert. Tek Boyutlu İn­san, s.7, İdea Yay, 1997.11. Ellul, Jacues. Teknolojik Toplum,s. 14, Londra 1965/akt.Dickson, D. age, s.59.

12. Marx, K. Ekonomi Politiğin Eleştirisi­ne Katkı, s.26, Sol Yay.13. Dickson, D. age, s.5l, Ayrıntı Yay, 1992.

14. Max Horkheimer, Thedor W. Ador- no, Aydınlanmanın Diyalektiği II, s.8-9 Kabalcı Yay, 1989.15. Seeman, Melvin. Yabancılaşmanın An­lamı Üzerine, akt.Dickson, D. age, s.53.16. Blauner, Robert. Yabancılaşma ve Özgürlük, Chicago, 1964, akt. Dickson,D. age, s.53

17. Buravvoy, The Politics of Production, s.52, akt. Öngen, T. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, s. I 14, Alan Yay.18. VValker, C.R. Tovvard the Automati- on,l960, akt. Marcuse, H. Tek Boyutlu

— yol-------------------------------------İnsan, s.3l, İdea Yay.19. Marx, K. Kapital III, s.719, Sol Yay.20. Marx, K. Kapital III, s.720, Sol Yay.21. Marx, K. Felsefenin Sefaleti, s. I 14- I 15, Sol Yay.22. Lucas, G. Tarih ve Sınıf Bilinci, s.261, Belge Yay.23. Lucas, G. age, s.282, Belge Yay.24. Marx, K. Collected VVorks, c.3,s.226-227, akt; Horkheimer, Max. Akıl Tutulması, s.46, Metis Yay.25. Heidegger, M. Bilim Üzerine İki Ders, s.49, Paradigma Yay, 1998.26. Horkheimer, M. Akıl Tutulması, s.47- 48, Metis Yay.27. Lucas, G. age, s.305.

_ _ 112

Page 114: Düşünce ve Davranışta Yol Kasım 2002 Sayı 3