Upload
yol-siyasi-dergi
View
258
Download
14
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
politik durum değerlendirmesi
emperyalizmden ‘imparatorluğa’ ya da postmodern emperyalizm
Mehmet Yılmazer
'aptalca bir eylem'
Ayşe Tansever
Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Orsanizasyon Hizmetleri
Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi: Edip Bal
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad.No: 18 D: 13
Yusufpaşa-Aksaray / İSTANBUL
Tel: 0212 589 73 84 Faks: 0212 589 73 96
Web: http://direnis.com E-Posta: [email protected]
Yurtdışı Satış Fiyatı . Almanya 10 Euro
İsviçre 15 SF
BaskıÖ zdem ir Matbaası
0212 565 17 74
Ayda bir çıkar
Politik Durum
Değerlendirmesi 3
11 Eylülün
Birinci Yılında Dünya 27
Mehmet Yılmazer
Emperyalizmden ‘imparatorluğa’
ya da Postmodern Emperyalizm 32
Mehmet Yılmazer
Arjantinazo
Kurulu Saatli Bomba 43
Ayşe Tansever
‘Aptalca Bir Eylem’ 66
Ayşe Tansever
Üretici Güçlerin
Tek Yanlı Gelişimi ve
işçi Sınıfı 80
Haşan Oğuz
_________________________________________________________________________________
A- DÜNYA RAPORU
I- Emperyalizmin yarattığıdünya tablosuKapitalizmin geldiği aşama; üretici
güçlerin temeli olan insan ve doğanın giderek daha fazla ve geri dönülmez biçimde tahribine dayanmaktadır. Bu tahribat “önlenebilir dışsal bir sonuç” veya “yan etki” değil, kapitalizmin meta üretimi gibi içsel niteliği, mantıksal sonucudur.
Kapitalizm vitrinleri dolduran şatafatlı tüketim mallarıyla birlikte, yaygın ve yoğun olarak yoksulluk üretmektedir. Son 50 yılda dünya GSMH’si 9 katına çıkmış ve bugün 30 trilyon dolara ulaşmıştır. Fakat bu gelirden dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’si yüzde 86, en fakir yüzde 20’si ise ancak yüzde 1.3 pay almaktadır. Sadece 358 dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 45’inin gelirlerinin toplamı kadardır. Eşitsizlik çarpıcıdır ve giderek daha fazla derinleşmektedir. 1999 “ İnsani Gelişim Raporu” na göre en zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki yaşam standartı oranı; I820’de 3:1 iken 19 13’te 11:1, I950’de 35:1, 1973’te 44:1, 1997’de ise 72:1 seviyesine yükselmiştir.
Kitleler halinde açlıktan ölüm, tarihte hiç olmadığı kadar insanlığın karşısına dikilmiştir. Bu durum burjuva ideologlarının söylediği gibi aşırı nüfustan veya gelişmemişlikten değil, bizzat kapitalizmin “gelişmesinin” sonucu olmaktadır.
POLİTİK DURUM DEĞERLENDİRMESİ
Aşağı Sahra Afrikası’nın; Ruanda, Zimbabwe, Somali, Uganda gibi yoksul ülkeleri ‘70’lere kadar gıda bakımından kendine yeterli ülkelerdi. ‘80’lerden sonra i- se; dış borçlarının ödenmesi için dayatılan IMF tarım politikaları, tarımsal üretimi çökertmiş ve yüzbinlerce insan açlıktan kırılıp, milyonlarcasının göçetmesine neden olmuştu.iBir Ugandalı’mn I995’te kişi başına sağlık harcaması 2.60 dolarken, ödediği dış borç miktarı 30 dolardı. Afrika’nın bu tarzda finanse ettiği Amerikan halkı ise zayıflama rejimleri ve reçeteleri için yılda 35 milyar dolardan fazla para harcıyor. Bu miktar Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde her yıl engellenebilir ve kötü beslenmeden kaynaklanan hastalıklardan ölen 30 milyon çocuğun hayatını kurtarabilecek büyüklüktedir^}
Küreselleşme söylemlerinin arkasında, emperyalist sistemin dünyanın belli bölgelerini bataklığa çevirerek, merkeze doğru çekildiği bir tersine hareket de gizlidir. Sistemin zenginliklerini soğura- rak yarattığı bataklıklarda; açlıktan, hastalıktan, kışkırtılmış savaşlardan giderek daha büyük boyutlarda inşan üretici gücü tahrip edilmektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşayan 4.4 milyar kişinin dörtte üçü (3.3 milyar) temel gereksinimlerini karşılayamaz haldedir. Dörtte birinin ( I . I milyar) temiz içme suyu yoktur, dörtte birinin barınacak uygun mekanı yoktur, yaklaşık beşte birinin (900 milyon) okuma yazması yoktur, yine yaklaşık beşte biri her gün aç yatmaktadır. Her yıl 17 milyon kişi, ishal, sıtma veya tüberküloz gibi tıbben tedavisi
5)
3
— yol
mümkün olan, ateşli ve paraziter hastalıklara yakalandığı için ölmektedir Sadece Afrika’da on milyonlarca insan çağın vebası denilen AIDS’in pençesi altındadır.
Emperyalist devletlerin denetiminde yürütülen ve büyük karlar sağlayan sektörlere dönüştürülmüş uyuşturucu, fuhuş, kumar gibi illetler, yoksullukla yarışırcasına insanlığı çürütmektedir. Yıllık 600 milyar dolar civarında olan kara para trafiği 100’den fazla ülkenin GSMH’- sinden daha büyüktür. Uyuşturucu tüketimi ilkokul çağına inmiş, fuhuş “ seks turizmi” adı altında Tayland gibi bir çok Ü- çüncü Dünya Ülkesi’nde resmi olarak desteklenir hale gelmiştir.
İnsan üretici gücünü böylesine tahrip eden sistem benzer bir yıkımı insanlığın ortak malı olan doğa üretici gücü üzerinde yaratmaktadır.
vÇ9. yüzyıldan beri katı yakıtlardan gökyüzüne salınan karbondioksit miktarı yüzde 25 oranında, atmosferin ortalama ısısı ise 0.3-0.6 derece artmıştır. A tmosferde toplanan gazların yarattığı sera etkisiyle artan ısı; ani iklim değişikliklerine ve kitlesel ölümlerle gelen “ doğal olmayan” afetlere neden olmaktadır.
^ F A O ’nun açıklamalarına göre 1993-2000 yılları arasında tüm tropik ormanların yüzde 40’ı yok edilmiş durumda. Çokuluslu şirketler ise, 1995 yılında ağaç ihracatından 5.5 milyar dolar kâr elde ettiler. Ormanların tükenmesi sonucu artan erozyon milyonlarca yılda oluşan ince toprak tabakasını hızla eritmektedir.
^Ekilebilir toprak sürekli azalıyor. Kullanılan tarım ilaçları ve kimyasal gübreler sonucu artan tuz oranı toprağı ve-
______ 4 _________________________________________________________________
rimsizleştiriyor ve çölleştiriyor.
S Atıklarla ve aşırı tuzlanma nedeniyle içilebilir ve kullanılabilir su sürekli a- zalıyor. Temiz su sorununun 2 1. yüzyılın en temel sorunlarından birisi olacağı öngörülmektedir.
^Hava kirliliği kentleri yaşanmaz hale getirmiştir. Araştırmacılara göre bu kirlilik sonucu; 2020 yılında her üç ö- lümden birisi akciğer hastalıklarına bağlı olacaktır.
^Hayvanat bahçesine çevrilen kimi sınırlı alanlar dışında, doğal yaşam ve canlı çeşitliliği aşırı avlanma ve ekolojik tahribat nedeniyle büyük bir hızla kurutuluyor.
Bütün bu tahribatın yüzde 75’inden zengin ülkelerde yerleşik yüzde 25 nüfus sorumludur. Bugün bir Bangladeşli’nin tükettiği enerji miktarı kömür cinsinden 69 kg. iken, bir ABD’linin tüketimi 10.127 kg.’dır. Çelik 2 kg.’a 417 kg., kağıt l ’e 308, çimento 3’e 284 kg.’dır. Bir Bangladeşli’nin ABD’li düzeyinde tüketmesinin, yani tüketim çılgınlığına dayalı emperyalist kapitalist sistemin evrenselleşmesinin ise doğada maddi karşılığı yoktur. Merkezlerin tüketim seviyesinin sürdürülebilmesi ancak insanlığın giderek daha büyük bölümünün zora dayanarak yoksullaştırmasıyla mümkün olabilmektedir.
II- Emperyalist ekonomininkrizi ve asalaklaşan sermaye‘70’lerde yaşanan ve adına petrol kri
zi denilen, fakat esasta kapitalizmin doğasından gelen, kar oranlarının düşüş e- ğilimi ve aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklanan yapısal kriz; uluslararası para sistemini (Bretton VVoods) çökert-
miş ve günümüze kadar etkilerini gösterecek bir durgunluk (resesyon) dönemi başlatmıştı. İlk olarak Ford’un fabrikalarında uygulandığında sömürü oranını o- lağanüstü büyüten (Fordist) bant sistemi sermaye birikimini sürekli genişletmek zorunda olan sistemin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiğinde, kar oranları düşüşü ve üretime yönelemeyen bir sermaye fazlasının oluşmasıyla kendisini gösteren ekonomik bunalım ‘70’lerden sonra merkez ülkeleri hızla kuşatmaya başladı. ‘73 petrol krizinin ardından büyük miktarlara ulaşan petro dolarların merkez ülkelere akışı, sigorta ve kredi fonlarındaki birikim, sermaye fazlası sorununu daha da yakıcı hale getirmişti.
Emperyalist ekonomiler yaşadıkları yapısal krizi öncelikle bağımlı ülkelere aktararak aşmaya yöneldiler. Bunun için uluslararası işbölümü yeniden düzenlendi ve merkez ekonomilerde yük oluşturan kar oranı düşük emek yoğun sektörler “ ihracata yönelik sanayileşme” a- dı altında bağımlı ülkelere kaydırıldı. Bu yolla bağımlı ülkelerden ucuz tüketim malı sağlanarak, metropollerdeki yüksek emek maliyeti düşürülecek ve kar oranları artırılabilecekti. Bağımlı ülkelerdeki göreli yüksek ücrete ve iç pazara dönük -ithal ikameci- ekonomiler tümüyle tahrip edildi. Yerine iç tüketimin aşırı derecede kısıldığı, ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomileri geçirildi. Meksika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan bir kuşakta uygulanan ve sendikal-siyasal ö rgütlülüklerin dağıtılmasını gerektiren bu ekonomi politika; ancak faşist iktidarlar aracılığıyla hakim kılınabildi. Dönemin revaçtaki kavramı “ ekonomik entegrasyondu. Emperyalist merkezler daha sonra ekonomik bloklara dönüştüreceği
politik durum değerlendirmesi__
bu kuşağı; bir nevi serbest böige haline getirerek, aşırı meta üretimini ve bunalım yaratan sermaye fazlasını eritme zemini yarattı.! Krizi merkezden çevreye taşıyan bu akış, bağımlı ülkelerde üretimi daraltıp hızla tahrip ederken, aktarı- ^ lan sermaye fazlası da büyük borç krizlerine yol açtı. ‘73-‘80 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde borç seviyesi % 81 I artarak 68 milyar dolardan 620 milyar dolara çıktı. ;
Diğer yandan merkezlerde kredi mekanizmalarıyla pompalanan tüketim çılgınlığı resesyona çözüm olmayınca, neo- liberal politikalar ‘80’lerle birlikte başta ABD ve İngiltere’de olmak üzere emperyalist ülkelerde devreye sokuldu. Çevre ülkelerde uygulanan işçi sınıfına topyekün saldırı bu politikayla merkez ülkelere taşınıyordu. ‘29 dünya bunalımından sonra kapitalist sistemin can havliyle sarıldığı devlet kapitalizmi geçen sürede ekonomilerin neredeyse yaçısını oluşturacak seviyelere ulaşmıştı.'; Neoli- beralizm, açlıktan kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi özel sermayenin kamu e- konomisini yağma tarzında tüketmesi sürecini başlattı. Özelleştirmeler, işten çıkarmalar, sendikasızlaştırmalar, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, kamu servetinin özel sermayeye dönüştürülmesinin aracı olarak devlet borçlanmaları ve sermaye hareketinin önünde engel oluşturan her türden yasanın ulusal ve uluslararası düzeyde kaldırılması neo- iiberal politikaların temel unsurları oldu.
Böylelikle uluslararası finans kapitalin önünde iki yol açılıyordu. Birincisi işçi sınıfının geriletilmesine ve daha fazla artı değer sömürüsüne olanak tanıyan “ esnek üretime” geçiş. İkincisi ise; özelleştirmeler, devlet borçlanmaları, rant ve .
5 — -
döviz piyasası vb. ile mali sektörün; dolayısıyla spekülatif kazanç olanaklarının olağanüstü genişlemesi. iTümüyle esnek üretime geçilmesine rağmen merkez ülkelerin ‘70’lerden beri devam eden büyüme oranlarındaki gerileme durmadı. Grafikte yukarı doğru yükselen yalnızca spekülatif sermayenin artan karı ve büyüyen hacmidir.
Mali piyasalarda faiz, rant, döviz kuru, hisse senedi gibi araçların arz-tale- biyle oynayarak, değer ve fiyat arasındaki ilişkiyi dilediği yönde bozabilen spekülatif sermaye, üretim zahmetine girmeden artı değerin büyük bölümünü ele geçirebilmektedir. Sermayenin iki bileşeni (kapital ve finans sektörleri) arasındaki dengenin finans kesimi lehine bozulması; emperyalist dönemin ayırdedici karakteridir. “ Kapitalizmin çürümesi, son derece büyük bir rantiyeler, ‘kupon keserek’ yaşayan kapitalistler tabakasının doğmasında kendini gösterir.” Le- nin’in yüzyılın başında tespit ettiği bu gerçeklik günümüzde olağanüstü boyutlara ulaşmıştır. UNCTAD ‘94 raporuna göre “ reel olarak yatırımlar 1914 seviyesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin yüzde 20’si spekülatif alana yönelikti, şimdi yüzde 95’i” . Dünya Ticaret Örgütü’nün 1996 açıklamasına göre ise; 1991’de dünya çapında mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon dolar civarındaydı, bu seviye ‘96’da ise 34 trilyon dolara çıktı.
Neoliberal politikaların uygulanmasıyla merkezlerdeki borsalar ‘83-‘87 arasında ortalama yüzde 300 büyüdüler. 1980-90 arasında, tahvil ve hisse senedi piyasalarındaki işlem hacminin GSMH’- iere oranı büyük bir sıçrama göstererek; ABD’de %9’dan %93’e, Almanya’da
— yol----------------------------------------
______ 6
%8’den % 85’e, Japonya’da % 7’den % I 19’a ve İngiltere’de de I985’de %386’dan % 690’a yükseldi. Sermayenin spekülatif alana doğru bu hızlı kayışı; para ve tahvil piyasalarının meta piyasalarına oranını; ‘79’daki 6 katından, ‘86’da 20 kata ulaştırdı. Bu sermaye, girdiği alanlarda üretimi kışkırtan sonuçlar yaratsa da, esas olarak üretimle değil, paylaşım aşamasıyla ilgilidir. Mali piyasalardaki para oyunları üzerinden kapitalizm tarihinde görülmedik ölçülerde; çevreden merkeze, kamudan özele, küçükten büyüğe doğru sermaye el değiştirmektedir.
Spekülatif sermayenin kanserleşme tarzındaki büyümesi; artı değerin giderek daha büyük bölümünün rantiyeci kesimlerin elinde toplanmasına, üretken sermayenin spekülasyona kaymasına ve mali krizlerin kalıcılaşmasına yol açmaktadır. Üretimin bolluğundan değil, kıtlıktan kazanan, ticaretten elde edilen fazlanın üretime dönmesini koyduğu ağır faizlerle engelleyen tefeci bezirganlık; Doğu toplumlarında kapitalizmin gelişmesinin önündeki temel engel ve sistemde a- çık bir çürüme belirtisiydi. Benzer ilişki günümüzde spekülatif sermaye için geçerli olmaktadır.
Gerek merkezlerde spekülatif sermayenin maddi karşılığına göre ölçüsüz büyümesi nedeniyle gerekse bağımlı ülkelerin varlıklarına el koymanın kolay yolu olarak mali krizler; istisna olgular olmaktan çıkmış ve sermaye hareketinin kuralı haline gelmiştir. Merkez ekonomilerde bile denetlenemeyen spekülatif sermaye hareketi; Üçüncü Dünya’nın kaderi olan istikrarsızlık ve sık sık gelen mali çöküntüleri merkez ekonomilerinin de işleyiş tarzı haline getirmiştir. ‘87 ABD borsa krizi, ‘92 İngiliz paundunun
çöküşü, ‘92-‘93 Avrupa döviz piyasasındaki kriz, ‘97’den bu yana Japonya’nın i- çinden çıkamadığı kriz, ‘98 ABD’nin ö- zeliikle teknolojik alanda yatırım yapan şirket hisselerinin yüzde 50’lere varan düşüşü yakın dönemin birkaç örneğidir.
Amerikan Down Jones borsasında bir günde 500 milyar doların buharlaştığı ‘87 krizine kadar merkezlerde yoğunlaşan ve ölçüsüzce büyüyen spekülatif sermaye; bu tarihten sonra çevre ülkelere yöneldi. Sadece ‘90-‘94 arasında, 50 Üçüncü Dünya Ülkesi’nde yeni borsa faaliyete açıldı ve ‘89’dan ‘93'e kadar bu ülkelere akan net sermaye miktarında 15 kata varan bir yükseliş oldu. ‘86’da 2 .1 milyar dolar olan yabancıların elindeki hisse senedi miktarı ‘93’e gelindiğinde 200 milyar dolara çıkmıştı, iletişim tekniğindeki gelişimin sağladığı olanaklarla, dünya çapında muazzam bir hareket hızı kazanan “ spekülatif sermaye yayılması", aynı süreçlerde gündem- leştirilen “ küreselleşme” söylemlerinin de maddi temeli olmuştur. Kavramın teknik bir durumdan ideolojik bir söyleme yükselmesi ise, yine aynı tarihlere denk gelen sosyalizmin çözülmesi ve kapitalizme yeni yayılma alanlarının açılmasıyla ilgilidir.
“ Küreselleşme” ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde önceki tüm sömürge dönemlerini aşan derinlikte bir talan başlatılacaktır. Aşırı borçlanma, ulusal paraların devalüasyonlarla yıkımı ve ekonomilerin “ dolarize” edilmesi, merkez bankalarının “ özerk” leştirilerek ulusal devletten koparılması ve uluslararası fi- nans kurumlarının kontrolüne verilmesi, özelleştirmelerle kamu ekonomisinin tasfiye edilişi, tarımsal üretimin çökertilmesi ve yeraltı yerüstü zenginlikleri
politik durum değerlendirmesi__
nin hızla ÇUŞ’ların eline geçişi, küreselleşmenin bağımlı ülkelere dönük temel uygulamaları oldu. Türkiye, Arjantin, Brezilya, Meksika, Rusya, Endonezya, Güney Kore, Cezayir, Nijerya, Tayland ve Malezya gibi ülkelerde son on yılda krizler kalıcı karakter kazandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dış borçları 2 trilyon dolara ulaştı.
■£j
Spekülatif sermaye hareketinin önünü tıkayan Üçüncü Dünya Ülkelerimdeki sosyal-siyasal-iktisadi engeller ise; IMF programları, OECD, W TO , MAI ü- zerinden dayatılan kurallar ve suni olarak yaratılmış mali krizlerin zoruyla aşıldı. Bağımlı ülkelere dönük bu dayatmalar bir yandan ulusal devletleri fiilen tasfiye ederken diğer yandan NAFTA, A- SEAN, AB ve OPEC gibi daha geniş bloklarda eritilme sürecine soktu.
Bu bloklaşmalar burjuva ideologlarının dillendirdiği “ küreselleşme” söylemlerinin bir başka açıdan inkarıdır. Emperyalist egemenlik ilişkilerinin hakim olduğu bir dünyada sermaye yayılması “ küreselleşmeyi” değil, aksine her emperyalist gücün kendi iktisadi-siyasi-as- keri hegemonya alanlarını yarattığı, daha keskin sınırlarla ayrışmış bir bloklaşmayı dayatmaktadır. Dünyanın geri kalan bölgeleri ise sistemin içine alamadığı bataklıklara dönüştürülmektedir.
Birleşmeler yoluyla çok uluslu şirketlerin muazzam gelişmesi, ekonomilerin birbirleriyle bağlarının derinleşmesi ve çeşitlenmesi, emperyalist güçlerin çıkarları gerektirdiğinde ortak davranmaları; küreselleşmeci tezlere dayanak oluştururken, aynı olgu sol kesime de toptancı bir emperyalizm anlayışı olarak yansımaktadır. Bu yaklaşım emperyaliz-
mi anlaşılmaz hale getirirken paylaşım savaşları gerçeğini de görünmez kılıyor.
Bugünkü “ küreselleşme” olgusunun benzeri Birinci Dünya Savaşı öncesinde çok uluslu şirketlerin sahneye çıktığı mali yayılma döneminde yaşanmıştı. Ka- utsky bu olguyu; paylaşımın barışçıl yollardan yürütüleceği “ ultra emperya- lizm” e doğru bir gidiş olarak yorumlarken, Lenin; kapitalizmin “ eşitsiz gelişim yasasfyla işlediğini tespit etmiş ve değişen güç ilişkilerine göre paylaşımın yeniden düzenlenmesinin zorunlu olduğunu, bunun ise esas olarak savaşlar yoluyla gerçekleşeceğini öngörmüştü. “ Kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik-mali-as- keri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişeceği düşünülemez. A lmanya, yarım yüzyıl kadar önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman zavallı önemsiz bir ülkeydi; Rusya ile karşılaştırıldığı zaman Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emperyalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söylenemez” , “güçler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” Emperyalizmin hareket yasasını a- çıklayan bu tespitler; yirminci yüzyıl boyunca gerçekleşen iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar tarafından doğrulanmıştır.
— yol----------------------------------------
______ 8 __________________________________________________________________
111- Yeni Dünya Düzeni veemperyalist paylaşım mücadelesi“ Küreselleşme” nin siyasal karşılığı
“Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla tanımlandı. ABD Başkanı Bush’un 90’da dillendirdiği bu kavram;
Kiki kutuplu dünya dengelerinin çözülmesiyle dizginlerinden kurtulan emperyalistler arası rekabetin dünya ekonomik krizinin de etkisiyle olağanüstü artışı,
K Bolşevik Devrimi ve Halk Demokrasilerinin emperyalist paylaşımın dışına çıkardığı alanların yeniden paylaşım konusu olması,
KVe neoliberal politikalar etrafında dünya halklarına yöneltilecek emperyalist saldırının, askeri siyasi ihtiyaçları tarafından belirleniyordu.
Bu olguların üzerinde oturduğu zeminde ise; ana hatları II. Dünya Sava- şı’nda kurulan emperyalistler arası güç dengelerinin süreçteki eşitsiz gelişim nedeniyle değişime uğraması ve oluşan yeni dengelere göre dünyanın yeniden paylaşımının zorunluluğu bulunuyordu. Tarihsel süreklilik içinden bakıldığında Sovyetler’in çözülüp yerini bir emperyalist güç olarak Rusya’ya bırakması ve paylaşılacak yeni alanlar açılmasının; mevcut emperyalist rekabete sadece yeni bir boyut kazandırdığı daha açık görülebilir. Emperyalizm, savaş yoluyla dünyanın yeniden yeniden paylaşılması demek olduğu iki kutuplu dünya atmosferinde oldukça silikleşmişti. Peşpeşe iki dünya savaşına yol açtıktan sonra sosyalizm prangasıyla dizginlenen emperyalist güçler; uzlaşma ve koalisyonların istisnai, keskinleşen rekabet ve savaşların ise kural olduğu gerçeğini 90’dan sonra tüm
çarpıcılığıyla bir kez daha dünyanın gündemine dayatacaklardır.
IV- Emperyalist güçdengelerindeki değişimintarihsel niteliğiII. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan
ve anayasaları Amerikan silahlarının gölgesinde yazılan Japonya, Almanya ve İtalya emperyalist rekabetten düşürülmüş, savaş yorgunları İngiltere ve Fransa ise egemen güç olma konumlarını yitirmişti. Dünya, SSCB ve ABD şahsında sosyalizm ve emperyalizm dengesine oturdu. ABD’nin yükselişine rağmen, “ bir bütün olarak” emperyalizm, sosyalizm karşısında bir çok cephede yenilgiye ve muazzam bir mevzi kaybına uğramıştı. Emperyalist kamp Nazi Almanyası’nın Sov- yetler’i dize getireceğini beklerken, Sov- yetler Avrupa’nın yarısını da kapitalizmden koparmış, kalanı ise sosyalizmin kazandığı itibar ve savaşın yıkıcı etkileri nedeniyle devrim tehdidi altına girmişti. Birinci savaş sonrası yenilen Almanya’nın sosyalizmin kıyısından dönüşü egemenlerin hafızalarından silinmediği için, emperyalizm önce cephe gerisinde savaşmak zorunda kaldı ve ABD tüm olanaklarını Avrupa’da kapitalizmi yaşatmak i- çin seferber etti. ABD, kapitalizmin geleceği için Avrupa'yı imar ederken kaçınılmaz olarak egemenliğini alttan alta o- yacak dinamikleri, karşıtlarını da üretiyordu. Savaşla yıkılan Avrupa ve Japonya’nın ekonomileri sanayilerini inşa etmeye günün en ileri teknikleriyle başladılar ve geleneksel engellerden sıyrılmış ekonomi ABD’ye göre çok daha büyük bir hızla gelişti. Savaş büyük bir yıkımdı ve bu ülkelerde büyük bir yenilenme o
lanağı yarattı. Savaş sonrası eşitsiz gelişme yasası bu temelde işleyecek ve 70’le- re gelindiğinde emperyalist güç dengelerini bir kez daha değişime zorlayacaktır.
İkinci savaştan üstün çıkan ve kapitalizmin dümenine geçen ABD emperyalizmi ise; kurumlan da (BM, NATO, IMF, OECD), kuralları da (Bretton W o- ods) belirliyor, yeni sömürgeci metod- larla müttefiklerinin elinden sömürgeleri parça parça koparıyor, sömürge tekelini ele geçirmek ve kapitalizmin dünyasal sorunlarıyla boğuşmak için askeri gücünü sistemli olarak artırıyordu. Savaş sonrasında uzun bir süre dünya GSMH’- sinin yüzde 40’ını üreten ABD’nin, diğer emperyalist güçlerle karşılaştırılamayacak açık bir üstünlüğü vardı. Fakat ‘60’larla birlikte demir-çelik, dayanıklı tüketim malları, otomotiv gibi standart sektörlerde Avrupa ve Japonya büyük bir hızla gelişti ve giderek Amerikan pazarında etkili olmaya başladılar. ‘70’lere gelindiğinde dış ticaret açığı sürekli büyüyen ABD; korumacı önlemler almak ve aşırı ithalatı azaltmak amacıyla doların değerini düşürmek zorunda kaldı. İ- kinci savaş sonrası doları dünya parası haline getiren Bretton Woods Anlaşmasını (doların altına karşılık olduğuna ABD güvencesi) Japonya ve Almanya’nın itirazlarına rağmen tek yanlı iptal etti. ‘70’te ABD’nin dünya GSMH’si içindeki payı dörtte bire düşmüştü. 1955-73 yılları arasında ABD ekonomisi yıllık yüzde 3, Batı Avrupa ülkelerinin ekonomisi yüzde 5-6 büyürken, Japon ekonomisi her yıl ortalama bir önceki yıla göre yüzde 9’luk bir büyüme gerçekleştirdi. Bu süreçte Avrupalı emperyalist güçler ABD ile rekabet edebilmek için önce A- ET’yi, sonra AB’yi oluşturacak ve Kuzey
___ politik durum değerlendirmesi__
---------------------------- ---------------------------------------------------------------------------------- 9 -----------
Afrika’yı da içine alacak şekilde kendi ik- tisadi-siyasi hegemonya alanını yaratmaya girişecekti. Japonya da Uzakdoğu’da benzer bir arka bahçe yaratabilmişti. ABD’nin iktisadi gerilemesi bu gelişmeleri engellemeye yetmedi. Güç dengelerindeki bu değişimin siyasal karşılığı ise; I. Dünya Savaşı’nda ölenlerden daha fazla can kaybının olduğu 30’u aşkın bölgesel savaştır.
Ekonomik açıdan rakiplerine hakimiyet kuramayacağının anlaşılmasının ardından, ABD’nin dünya sömürge tekelini ele geçirme hayali de onbinlerce askeriyle birlikte Vietnam bataklıklarına gömüldü. Kapitalizmin dünyasal sorunları ABD’nin gücünü çok aşmıştı. Vietnam yenilgisi bir dönüm noktası oldu. Nikson Doktrini’yle II. Dünya Savaşı sonrası dönemin bittiği, bundan böyle Amerikan askerinin çatışmalarda kullanılmayacağı, müttefiklerinin kendi savunmalarını üstlenmeleri gerektiği ve ‘gelecek yönetimlerin görevinin, dünyanın neresinde çıkarsa çıksın Vietnam tipi bir savaşın olmasını önlemek’ olduğu söyleniyordu. ABD ilk kez Sovyetlerle nükleer silah indirimi anlaşması (SALT) yapmaya razı oldu. Dünya jandarmasının bu keskin dönüşü, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu krizle bağlantılıydı. Nikson ve onu izleyen Carter döneminde uygulanan askeri harcamaların kısılmasına dayalı ekonomik strateji; kısmi bir genişlemeye yol açsa da, istihdam yaratıcı sanayiler beklendiği düzeyde gelişmedi. 1970’lerin sonunda enflasyon ve işsizlik hızla büyürken kar oranları küçülmeye devam etti. Diğer yandan emperyalist rakipleri istikrarlı gelişimlerini sürdürüyordu. 1972’den itibaren Japonya ulusal brüt üretiminin ortalama %17’sini yatırı
— yol----------------------------------------ma dönüştürebilirken ABD ancak %12’lik bir seviye tutturabilmişti.
V- Keskinleşen emperyalistrekabetin askerileşme eğilimiSiyasi hegemonya için daha çok savaş
sanayisi ile, ekonomik rekabet için daha az askeri harcama ikilemi; 70’den 80’e kadar ABD ekonomisinin temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişki Roma, Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarının çöküş gerekçesi olan; hegemonyayı korumak için kaynaklarını artan oranda askeri alana kaydırma eğilimi yönünde çözülecek, I I Eylül’e ve günümüze kadar gelen Amerikan ekonomi politikasının da temelini a- tacaktır.
‘79’a gelindiğinde İran, Nikaragua devrimleri ve Sovyetler’in Afganistan’a girişi gibi siyasal gelişmelerin nüfuz alanlarını daraltmasının da etkisiyle, Reagan yönetimi önceki dönemin tersine bütün ağırhğıyla ekonominin militarizasyonuna yöneldi. Askeri sanayi, onun araştırma- geliştirme çalışmalarıyla beslenen bilgisayar sektörü ve siyasi hegemonyayla doğrudan bağlantılı petrol sektörü, sermaye birikiminin öncü alanları kabul e- dildi. Reagan döneminde ABD askeri harcamaları; ‘83’ten sonraki beş yıl için 1.6 trilyon dolar olarak planlanmıştı. O süreçten günümüze dek her yıl ortalama 300 milyar dolar bu sektöre ayrıldı. Yeniden pişirilmiş anti-komünizm ve Ram- bo filmlerinin eşliğinde Amerikan toplumu yıldız savaşlarına kadar varacak bir militarizasyon yükünün altına çekildi. Sivil gereksinimler için harcanan her 100 dolara karşılık, 40 dolar askeri harcamalara gidiyordu. Bu oran Almanya’da 13, Japonya’da 3 dolar seviyesindeydi. 2.5
10
milyonu asker, yaklaşık yedi milyon kişiyi istihdam eden Amerikan Genelkurmayı Pentagon, yüz bin firmayla iş yapıyor hale gelmişti. O dönemde General Electric, Tenneco, General Dynamics, MC Donnel Douglas, Rayheon gibi tekeller Pentagon’un siparişleriyle iki yüz milyar doları aşan karlar elde ettiler. Re- agan’ın ilk dönemindeki ekonomik parlaklık, iran-lrak savaşının bitişi ve Sov- yetler’in çözülmesinin silah pazarında yarattığı önemli daralmalar nedeniyle; yükselişi gibi büyük bir hızla gerilemeye başladı. ‘87 borsa krizinin de etkisiyle bir kaç yıl içinde ABD’nin dış ticaret açığı devasa büyüklüklere ulaştı, iflaslar ve işten çıkarmalar çoğaldı. ‘89 yılında Japon ekonomisi ABD ekonomisinin yarısı kadar olmasına rağmen 549 milyar dolarlık bir yatırımla, ABD’nin 515 milyarlık yatırımını geride bırakıyordu. “ Boş kalan değirmen taşının kendisini ö- ğütmesi” gibi askeri sınai kompleks ABD ekonomisinin temelini öğütmeye başlamıştı. Savaş sanayisi kendi pazarını yaratmak zorundaydı. Libya ve Somali zorlandıktan sonra Saddam’a yapılan provokasyonla amaca ulaşıldı.
ABD’nin; YDD sürecine de damgasını vuracak bu savaş bağımlılığı, ekonomideki tıkanmaları silah aşısıyla giderme çabasının ötesinde; birbiriyle bağlantılı i- ki temel stratejik nedene dayanmaktadır. Birincisi; yüzde 90 oranında ithal petrole bağımlı Japonya ve AB’ye karşı rekabet üstünlüğünü korumak için hammadde kaynaklarını, dağıtım, fiyatlandırma ve gelirleri düzeyinde denetim altında tutabilmek, İkincisi; yine AB ve Japonya’nın “ ekonomik güçleri ije doğru o- rantılı bir askeri siyasi konuma ulaşmalarını engelleyebilmektir’’. Bu hedefin di
ğer ayağını Çin, Rusya, Hindistan ve İran gibi güçlerin dünya askeri güç dengelerini bozabilecek girişimlerinin ve özellikle emperyalist rakipleriyle olası ittifaklarının önünü kesmek oluşturur.
ABD’nin ikinci savaş sonrası dünya GSMH’sinin yüzde 40’ını üretebilirken, 2020 yılında ancak yüzde 10-20’lik bir e- konomik seviyeye gerileyeceği kendi i- deologları tarafından söyleniyor. Askeri alandaki üstünlüğünü sürdüremezse, yaşadığı iktisadi gerileme ABD’yi hegemo- nik konumdan “güçlerden birisi” durumuna düşürecektir. Bu gerçeklikler ABD’nin neden sistemli bir askerileşme eğilimi içinde olduğunu açıklamaktadır.I I Eylül ve sonrası gelişmeleri de esas olarak bu tarihsel süreklilik içinde gör-
‘ mek gerekir. I I Eylül ABD’nin saldırganlığına meşruiyet uydurma ve ortalama yıllık 300 milyar dolar olan silahlanma harcamalarını (2003 için ) 379 milyar dolara çıkarma imkanı vermiştir. Bu silahlanma eğilimine hız kazandırması dışında I I Eylül’ün ayırdedici yanı; ABD’nin içine dönük amaçlarıyla ilgilidir. Bunlar egemen sınıf içi ilişkilerin, en saldırgan kesimleri oluşturan petrol silah ve bilgisayar tekellerinin lehine düzenlenmesi ve “Vietnam sendromu” , “Amerikan tarzı yaşam” ıyla, egemenlerinin stratejik ihtiyaçlarına karşılık veremeyen A- merikan toplumunun, Nazi Almanyası veya İsrail tarzı bir askeri toplum olmaya doğru sürüklenmesidir. ABD emperyalizmi dışta savaştığı kadar içte de savaşmak zorunda kalacaktır.
Vietnam yenilgisinden sonra bir yalpalamanın ardından 30 yıldır istikrar kazanan militarizasyon ABD için geri dönülmez bir eğilimdir. Bizde her on yılda bir darbeyle ekonomik ilişkilerin yeni
l i —
politik durum değerlendirmesi__
__ yol
den düzenlenmesi gibi ABD ekonomisi de her on yılda bir devreye sokulan savaş dalgasıyla belini doğrultabilmektedir.I I Eylül öncesinde faizler son elli yılın en düşük seviyesine çekilmesine rağmen hemen hemen tüm sektörleri kuşatan gerileme engellenememişti. I I Eylül’ün ardından ise; askeri harcamalar Vietnam Savaşı’ndan bu yana olan en büyük artışla yüzde 19.6’ya çıkartıldı. Bu artış ekonomide karşılığını derhal üretti ve büyüme oranı 2001 ’in son dört ayında yüzde 1.7, 2002’nin ilk dört ayında ise yüzde 5.8 seviyesine çıktı. Askerileşme yoluyla krizlerini erteleyebilen ABD; emperyalist ekonominin siyasi hegemonyaya ne düzeyde bağımlı olduğuna açık bir kanıttır. Tersine örnek ise Japonya’dır. Savunma harcamalarını GSMH’sinin yüzde Tinden yukarıya çıkarması II. Savaşla yasaklanan Japonya; 97 öncesinde uluslararası finans hareketinde kesin bir a- ğırlığı olan ve yüzde 8-9’la büyüyen bir ekonomiye sahipti. Fakat özellikle spekülatif sermaye hareketini siyasi hegemonya ile destekleyemediği için ‘97’den beri iktisadi etki alanındaki ülkelerle birlikte derin bir mali krizde debelenmektedir.
Emperyalizmin zora dayalı karakteri diğer emperyalist güçleri de bu yöne sevketmektedir. ABD’nin askeri üstünlüğünü kullanarak elde ettiği rantı daha fazla ödemek istemeyen AB ise; kendi askeri organizasyonunu oluşturmaya girişmiş, AGSK ( Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) adı altında NATO ’dan “ maksimum otonomiye sahip” bir birim kurmuştur. Avrupa ordusunun nüvesi kabul edilen bu organizasyonun; Prusya militarizmi ve Fransız sömürgeciliği geleneğine sahip AB emperyalizmi tarafın
______ 12 _________________________________________________________________
dan hızla etkili bir güce dönüştürüleceği açıktır. Ekonominin militarizasyonunda ise alınan mesafe çok daha ileri seviyededir. ABD’nin I I Eylül öncesi savunmaya ayırdığı 300 milyar dolara karşılık, AB 140 milyar dolar harcamaktadır.
Emperyalist güç dengelerindeki değişim ve yeniden paylaşımın zora dayanma diyalektiğinin bir başka kanıtı da; iki dünya savaşı öncesinde olduğu gibi uluslararası hukukun ve kurumların deformas- yonunda görülüyor. Hegemonik güç o- larak ABD; hem BM, NATO gibi kurumlan kendi istekleri doğrultusunda karar almaya zorlar ve işlevsizleştirirken hem de uluslararası ilişkilerini tek taraflı (unilateral) kurma eğilimi içindedir. İki kutuplu dünya dengesinde bir karşılığı o- lan uluslararası hukuk ve kurumlar, günümüzün giderek kızışan emperyalist paylaşım gerçekliğine artık karşılık gelmiyor. Güçler değişince hukuk ve ku- rumların da çözülmesi ve yerini zor hukukuna bırakması kaçınılmazdır. Ta ki hesaplaşmanın ardından yeni bir güçler dengesi oluşana dek.
VI- Yeniden paylaşımınpratik uygulamalarıPaylaşımı yürüten emperyalist irade
lerin başında ABD, AB ve Japonya bulunuyor. Bunların ardından; Sovyetler’in yerini alan ve sahip olduğu hammadde kaynakları ve nükleer güce dayanarak etkili olmaya çalışan Rusya ve muazzam büyüklükteki iç pazarında yüzde 10’lara varan yıllık büyüme hızıyla Çin gelmektedir.
90’la birlikte Sovyetler’ in çözülmesi Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar uzanan bir emper-
yalist paylaşım kuşağı yarattı. Bu kuşakta Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya kısa sürede ve daha çok ekonomik metodlarla AB tarafından kapatıldı. Bu gelişmeyi engellemesi iktisa- den mümkün olmayan ABD; NATO ’- nun bu ülkelere doğru genişletilmesiyle askeri varlığını derinleştirmeye yöneldi. Kendi stratejik önceliği ise; Ortadoğu’daki petrol kaynakları üzerindeki kontrolünü, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yayma temelindeydi. Henüz Sovyetler çözülmeden Amerikan tekelleri Rusya ve Kafkaslar’daki; toplam üretimin yüzde 60’ını kapsayan ölçüde petrol ve do- ğalgaz anlaşmaları yapmıştı. ABD emperyalizminin bu stratejisinin zora dayanan ikinci adımı ise Körfez Savaşı’yla a- tıldı.
Irak “ Yeni Dünya Düzeni” nin ilk icraatıydı. Uluslararası kurumların “ hukuki” desteğinde, en gelişkin teknolojiler kullanılarak Irak halkı kırıma uğratıldı. Ülke fiilen üçe bölündü. Sistemli bombalamalar, ambargo ve iç muhalefetin örgütlenmesine varan saldırı bir anlamıyla emperyalizmin dünya halklarına gövde gösterisi oluyordu. Saldırıda ABD’nin temel amacı; emperyalist rakiplerinin kendi denetimi dışında petrol alanlarına girişinin önünü kesmekti. İran’a uygulanan ambargo ile AB ve Japonya’nın yaptığı büyük miktardaki petrol anlaşmaları boşa düşürülmüştü, Körfez Savaşı’yla da Fransa’nın Irak’la yaptığı petrol ve silah anlaşmaları bozuldu. Ekonomilerinde e- nerji maliyetinin ağır yükünü taşıyan ve bu petrolün yüzde 65’ini Ortadoğu’dan karşılayan AB ve Japonya; böylelikle en önemli ilişkilerinden mahrum edilmiş o- luyordu.
Saddam’a yapılan provokasyon Ku
veyt’in işgaliyle sonuçlandıktan sonra, AB ve Japonya’nın ABD’nin haracını ö- demekten kaçınması ve sorunun dışında kalması mümkün değildi. Saldırı koalisyonuna gönülsüzce de olsa dahil oldular. ABD Körfez Savaşı’nın ekonomik maliyetini rakiplerine ödetirken ve silah satışından altyapı ihalelerine kadar bölge ülkelerine dayattığı faturayla, askeri üstünlüğünün rantını fazlasıyla alıyordu. Fakat kurulan emperyalist koalisyon üç ay sonra dağıldı. ABD’nin emperyalist rakipleri günümüze kadar yürüttükleri politikayla Körfez Savaşı’nı olmamışa çevirecek düzeyde Amerikan ambargosunu boşa düşürdüler. Gelinen noktada I- rak kapısı ABD’nin savaş amacının aksine rakiplerine açılırken kendisine tümüyle kapanmış ve ABD’yi yeni bir müdahalenin eşiğine getirmiştir.
YDD’nin Balkanlar’da yarattığı felaket Irak’tan daha geri olmadı. Elli yıl boyunca etnik kaynaşmanın en ileri örneği olan Yugoslavya; başını AB’nin çektiği emperyalist kışkırtmalarla tam bir etnik kıyım coğrafyasına dönüştürüldü. ‘92’de Yugoslavya’nın dağılmaması için Milose- viç’e AB ve ABD’nin bir milyar dolarlık yardım yapmasının ve “ ayrılıkçıların ö- düllendirilmeyeceğinin” ilanının üzerinden iki ay geçmeden, Alman federal parlamentosu ters bir çıkışla Slovenya ve Hırvatistan’ın “ Kaderini Tayin Hakkım” tanıdı. Ayrılıkçı eğilimleri kışkırtan bu gelişme Balkanlar’ı ateş topuna çevirdi. Yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, iki- yüzbin kadına tecavüz edildi, milyonlarca insan topraklarından göçetmek zorunda bırakıldı.
AB emperyalizmi demokrasi, insan hakları söylemlerinin gölgesinde Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’yı kapatmıştı.
___ politik durum değerlendirmesi__
13 — -
ABD karşı hamleyi Kosova üzerinden yaptı. Tarihsel ilişkilerini kullanmak için TC’yi de bölgeye taşıyan ABD; Arnavutluk ve Kosova’da etkili olmaya çalıştı. Fakat TC ’nin “ bayrak, kitap” söylemleri Kosova’ya 9 1 ’den günümüze 6 milyar dolar aktaran AB’nin karşısında etkili olmamış ve adım adım AB emperyalizmi Kosova’yı da kapatmıştır. TC’nin bölgedeki varlığı alan tutmaktan çok, AB güvenlik doktrinine bir ABD saplaması o- larak durma amaçlıdır. ABD bu politikasıyla bağlantılı olarak N ATO ’ yu, AB ordusundan önce bölge ülkelerinde yerleştirmeye çalışmaktadır.
Balkanlarda henüz paylaşım bitmedi. Sırbistan’a bağlı Voyvodina, Montenegro (Karadağ) ve Sancak bölgesi emperyalist müdahalenin hedef tahtasındadır. Sırp hükümeti kendi liderini para karşılığı teslim edecek kadar dize getirildi, fakat asıl çatışma AB ve ABD arasında olduğu için sayılan özerk bölgelerin geleceğini de bu paylaşım ilişkisi tayin edecektir. Nitekim Montenegro yerel hükümeti Avrupa Birliği’ne girme hevesiyle peş peşe ayrılıkçı kararlar çıkarmaya devam etmektedir.
Doğu Akdeniz’e hakim jeostratejik konumuyla Kıbrıs; Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorunmuş gibi görünse de, özde AB ve ABD arasındaki gerilimin şiddetle yaşandığı, yeniden paylaşımın en önemli gündemlerinden birisidir. Kıbrıs sorunu; AB emperyalizminin sınırlarını Doğu Akdeniz’e taşıyacak ve Ortadoğu’daki stratejik ağırlıkları önemli oranda etkileyecek bölgesel nitelikte bir sorundur. AB tıpkı Yugoslavya’da yaptığı gibi; Türk ve Rum kesimleri arasında uluslararası anlaşmalarla güvenceye alınan “ denklik ilkesini” tek yanlı bo
— yol__________________________zarak Güney Kıbrıs’ı AB üyeliğine alma çabasındadır. Diğer yandan Kıbrıs’taki imkanlarını yitirmek istemeyen ABD; TC’nin direnciyle, bu girişimlere engel olmaya çalışmaktadır. Türk Devleti kara para merkezi ve kontrgerilla eğitim kampına çevirdiği Kıbrıs’ta halkın istekleriyle ilgili değildir. Politikasını belirleyen temel unsur; Ecevit’in de ağzından kaçırdığı gibi Bakü-Ceyhan Hattı’nın a- çılmasıyla daha da önemli hale gelecek Kıbrıs’ın stratejik değeridir. Bu paylaşım gerçekliğinden bakıldığında Türk Devleti ve onun soldaki hempalarının sözde u- lusalcılığının; AB ve ABD arasındaki pazarlık terazisinde gramaj ağırlığı olmaktan öte bir anlam taşımadığı daha açık görülebilir. Kıbrıs konusu TC’nin AB macerasını da, Avrupa ordusu denilen AGSP’nin gidişatını da doğrudan belirlemektedir. Pazarlıklar komplekstir ve şimdilik diplomatik siyasi yöntemlerle sürdürülmektedir. Fakat paylaşım sürecinin Yunanistan ile TC arasında bugünkü sahte dostluğu sıcak çatışma seviyesine sıçratma ihtimali küçük değildir.
Kilit coğrafyalardan birisi olan Kür- distan’da; Kuzey’deki haklı direniş, emperyalist güçlerin iç çelişkilerine rağmen elbirliğiyle darbelenirken, Güney’de Irak sömürgeciliğinden koparılan alan, ABD eliyle fiili bir devletieşme seviyesine getirildi. ABD stratejik önemi çok yüksek olan bu alanda işbirlikçi bir devletleşme- yi Körfez Savaşı’nda planlamış, fakat bölgedeki güç dengelerinin uygun olmaması ve özellikle TC ’nin itirazları bu adımı atmasını engellemişti. Bölge devletlerinden birinin koruması olmadan, bir dev- letleşmenin yaşatılmasının olanaksız olduğu; ‘96’da Irak ve İran ordusunun alana girip muhaliflerini dağıtmalarıyla açık-
14
ca anlaşılmıştı. Aynı dönemlerde gerçekleşen İsrail-TC-ABD stratejik işbirliğinin ardından Türk Devleti bu ittifakın hedefleri doğrultusunda Güney Kürdis- tan’ın gardiyanı konumuna çekildi. İran, Suriye ve Irak tecrit edilirken T ürk Dev- leti’nin istediği gibi alana girip çıkmasına, istihbarat ağını kurmasına, iktisadi ilişkilerini geliştirmesine ve Türkmenler üzerinden derinliğini artırmasına bu stratejik anlaşma çerçevesinde izin verildi. Eski Alman başbakanı Kohl’un “Türkiye’nin doğu sınırları belirsizdir” diye gösterdiği tepki bu gerçeklikle ilgilidir.
ABD’nin Irak’a yeni bir saldırı hazırlığı içinde olduğu biliniyor. Bu saldırının a- macı ne olursa olsun bölgesel güç dengeleri bir Kürt Devleti’nin oluşturulmasına izin vermeyecek niteliktedir. Böyle- si bir müdahale eğer fiyaskoya dönüşmezse; olabilecek en ileri sonucu Irak’ta rejim değişikliğini sağlamak ve Kürt ve Şii bölgelerinin fiili durumunu özerklik veya federasyon temelinde hukukileştir- mektir. Türk Devleti bu gelişmeleri kendi lehine çevirebilmek için oluşacak bir federasyonda Türkmenler’in de etkili olmasını sağlamaya çalışmaktadır. İsrail- ABD stratejik anlaşmasının gereklilikleri doğrultusunda gardiyanlık görevini yerine getiren Türk Devleti’nin; “ Kürt devletini savaş nedeni sayarız” sözleri ise, ABD’ye karşı değil, bölge devletlerinin ve yerel iradelerin denetimsiz çıkışlarını engelleme amacı taşıyan sözlerdir.
ABD emperyalizmi I I Eylül atmosferini kullanarak, Ortadoğu’da Körfez Savaşı sonrası kurulan, fakat geçen süreçte önemli ölçüde erozyona uğramış güç dengelerini kendi lehine yeniden düzenlemeye girişmiştir. Irak zayıflatılmış, fakat kesin sonuç alınamamıştır. Irak’ın za
yıflaması ABD’nin asıl hedefi olan İran’ın fazlasıyla güçlenmesine yol açtı. İran’ın güçlenmesi ise; Kafkaslar ve Orta Asya’da pratik sonuçlar yarattığı gibi Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar İslam ideolojisi temelinde bir etki alanının oluşması anlamı taşımaktadır. Arap yönetimleri ABD’nin etkisi zayıfladığı oranda ö- zellikle Suudi Arabistan’da olduğu gibi ABD’ye ödedikleri haraca itirazlarını artırıyorlar.
Bush hükümetinin Irak saldırısı böy- lesi geniş çapta bir düzenlemenin parçası olmaktadır. Bu düzenlemelerin ilk adımı ise; İsrail’in Filistin halkına dönük katliamlarla yürüttüğü operasyondur. ABD bu pervasız saldırıyla; Arap yönetimlerinin dirençlerini kırmak ve kesin bir saflaşmaya uğratmak, Irak saldırısı sırasında cephe gerisinde patlak verecek Filistin- İsrail çatışmasını engellemek ve Filistin özelinde Oslo sürecinin, genelde ise Ortadoğu’da elini bağlayan Clinton döneminin Pax Amerikana politikalarını bütün sonuçlarıyla süpürmeyi amaçlamıştır. Fakat Filistin halkı yalnızlaştırılmasına ve dünyanın gözü önünde acımasız yöntemlerle saldırıya uğratılmasına rağmen hala dize getirilemedi. ABD’nin Filistin’i Irak’ın basamağı yapma politikası feda eylemleri direnişine takıldı. AB emperyalizminin soruna duyarsızlığı ve göstermelik itirazları ABD’yi Ortadoğu bataklığına itme ve yalnızlaştırma taktiği ile ilgilidir.
Orta Asya’ya açılan kapı olarak Kafkasya çok daha şiddetli bir paylaşımın coğrafyasıdır. Hala petrolün ve doğalga- zın dünya enerji ihtiyacı içindeki payı % 60’ın üzerindedir, bölgenin taşıdığı t r ilyonlarca dolar değerindeki petrol ve doğalgaz zenginliği, bunun yaratacağı pa
___ politik durum değerlendirmesi__
zar ve daha önemlisi; bu kaynaklar üzerinde kurulacak hakimiyetin sağlayacağı rekabet üstünlüğü, emperyalist güçleri şiddetle karşı karşıya getirmektedir. Bu alandaki mücadele belki de Balkanlar’da- kinden çok daha kanlı geçmeye adaydır. Rusya Kafkasya’da inisiyatifi kaybetmesinin bedelini emperyalist konumdan sömürge konumuna düşerek ödeyeceğinin farkındadır. Bunun için dezavantajlı olduğu ekonomik metotlara karşı tek dayanağı, çatışma ve savaşı sürekli gündemde tutmaktır. Rusya ‘93’lere kadar iç sorunları ve Baltık Cumhuriyetleri ile uğraşırken ABD ve Türk Devleti yeni o- luşan Kafkas Cumhuriyetlerine derinlemesine girebilmişti. Fakat ‘93 sonrası Rusya’nın geliştirdiği yeni savunma kon- septinin ardından Azerbaycan’da darbe, Gürcistan’da darbe girişimleri, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalini kışkırtma ve bölge ülkelerinin tümüyle askeri üsleri de i- çeren yeni anlaşmalar yaptı. ‘93 sonrası Rusya, Kafkasları yeniden ele geçirdi. Rusya’nın darbeci yöntemlerine karşı ABD’nin kışkırttığı TC de bölgede karşı darbeler ve provokasyonlarda rol aldı. Bu çatışmalı sürecin ardından gelinen noktada Gürcistan; Şevardnadze’ye darbe girişiminde bulunanların kaçıp saklandığı Rus üslerini ve boru hatlarını koruma bahanesiyle davet edilen Amerikan askerlerini birlikte barındırmaktadır. Bu durum Gürcistan’ı olası bir ABD-Rusya geriliminin ilk patlak vereceği coğrafya yapmaktadır. Ermenistan, Rus inisiyatifi altındadır, ABD’ye yakınlaşan her yönetim ‘99 parlamento baskınında olduğu gibi pervasızca Rusya tarafından tasfiye edilmiştir. Azerbaycan, TC üzerinden ABD’nin denetiminde olmasına rağmen ancak Rusya’ya verdiği çeşitli ayrıcalık
— yol----------------------------------------larla ayakta kalabilmektedir. İran, Rusya ile geliştirdiği ilişkiye dayanarak Hazar havzasında etkili olmaya çalışıyor. Buna karşılık TC ise Tebriz bölgesindeki Azeri nüfusu kışkırtarak ve Güney Kürdis- tan’daki Halkın Mücahitleri’ni destekleyerek İran’ı sıkıştırma politikası yürütüyor.
Emperyalist dış politika dünyasına “geç gelen” Rusya, diğerlerini geride bırakacak kadar ilkesiz ve pragmatik tutumlar geliştirebilmektedir. ABD ve AB arasında kıvrılarak yürütülen bu politikalar; aslında bir emperyalist güç olarak u- zun vadeli stratejik çıkarları yerine kısa vadeli çıkarları esas alma zayıflığının bir göstergesidir. Bir yandan Çin ve Hindistan’la stratejik işbirliği yaparken, tümüyle bu ittifaka karşı bir üs oluşturma çabası olan ABD’nin Afganistan saldırısına onay verilmesi bu pragmatizmin sonucudur. Dünyanın en büyük petrol tekeli o- lan Gasfrom’un yüzde 25’inin Almanya’ya satılmasıyla; enerji konusunda AB emperyalizmiyle stratejik bir ortaklık geliştirildi. Bu yakınlaşmanın diğer ayağı da Türkiye içindeki AB uzantılarının marifeti olarak gerçekleştirilen ve Türkmen doğal gazını ABD inisiyatifinden Rusya’ya aktaran Mavi Akım projesiydi. Ancak Rusya; AB emperyalizmiyle kurduğu bu sıcak ilişkiyi pragmatik politikaları gereği dengelemiş ve bir kaç yıl önce “ Doğuya yayılması savaş nedenidir” dediği NATO ile işbirliğine girmiş ve petrolü olabildiğince AB’den uzak tu tmaya çalışan ABD’nin öne sürdüğü Ba- kü-Ceyhan Hattı’na, aktif karşı olma tutumundan vazgeçmiştir. Bizdeki sahte u- lusalcıların bağımsız politika diye yutturmaya çalıştıkları ve açıklandığında sansasyon yaratan; Genelkurmay’ın “ Rusya
16
ile ittifak” önerisi, özünde ABD’nin Rusya ile taktik yakınlaşma politikasıyla bağlantılıdır.
Bu politika Afganistan ve Irak saldırılarında müttefiklerinden yeterli destek görmeyen ABD’nin Rus engelini aşma taktiğidir. Rusya’nın yürüttüğü denge politikalarının ömrü de ABD’nin Kafkas- lar’ı gündemleştirme sürecine kadardır. Rusya; Kafkaslar’daki yaygın Rus nüfusu ve etnik gerilimlere dayanarak istediği anda istikrarsızlık yaratabilecek konumuna güvenerek, bugünkü pragmatik politikaları yürütebilmekte ve ABD’nin sızmalarına göz yummaktadır. Tek üstünlüğü elinde kalan askeri güç olan Rusya’nın diplomasiden çok gerilim politikasına yatkın olacağını kestirmek zor değildir.
I I Eylül sonrası ABD ilk hedef olarak Afganistan’a yöneldi. Bu seçim; Asya’da aleyhine oluşan stratejik dengeleri, dünya çıkarları açısından öncelikli tehdit olarak görmesiyle ilgilidir. Hint-Çin-Rus stratejik işbirliği anlaşması ve daha derinlemesine bir ilişki olan (Çin, Rus, Özbek, Kazak, Kırgız ve Taciklerin oluşturduğu) Şanghay İttifakı bölgede ABD’nin hareket alanını oldukça daraltan gelişmelerdir. Diğer yandan geçmişte Sov- yetler’i çevreleme politikasının üssü olarak kullandığı Afganistan’ın kendi eliyle beslediği Taliban yönetiminde giderek denetimden çıkması; bölgede bir boşluk oluşturmuş ve bölge güçlerinin, özellikle Çin ve İran’ın etkinliğini fazlasıyla artırmıştır.
Afganistan saldırısında ABD’nin ilk a- macı stratejik mevziyi yeniden sağlama alma çabasıdır. İkincisi; Afganistan kaynaklı yıllık ortalama yüz milyar dolarlık
uyuşturucu ticaretini denetime almaktır, üçüncüsü ise; Orta Asya’dan Hint Okya- nusu’na indirilecek petrol boru hatlarının rakiplerinin eline geçmesini engelleme amacıdır. Yapılan saldırının Amerikan ve onun kuyruğuna taktığı Türk askerinin alana yerleşmesinden öte ne kadar amaçlarına ulaştığı şüphelidir. Afganistan’a verilen biçimin kalıcı olmayacağı ve gerek dış güçlerin müdahalesi gerekse iç güçlerin iktidar mücadeleleri nedeniyle bir bataklığa dönüşme ihtimalinin son derece yüksek olduğu açıktır. Nitekim ABD’nin en yakın müttefiklerinin askerlerini alel acele çekip sorumluluğu Türk askerine devretmesi böylesi bir beklentinin göstergesi olmaktadır.
Uzakdoğu’da Japonya’nın zayıflaması, eşitsiz gelişim ilişkisini bir başka biçimde işletmiş ve Çin’in öne çıkarak kendi hegemonya alanını yaratma girişimlerine hız kazandırmıştır. I997’de Hong Kong’un devredilmesinin ardından stratejisini daha dışa dönük hale getiren Çin; Tayvan’ı da topraklarına dahil etmenin çabası içindedir. 1992-1995 arası dönemde 33 milyar dolarlık silah alımıyla dünyanın en büyük silah ithalatçısı olan Tayvan, ABD’nin bölgedeki yegane dayanağıdır. Tayvan’ın düşürülmesi ABD’yi Güneydoğu Asya’dan süpürecek bir gelişme olacaktır. Çin’in hak iddia ettiği ve gerilimi artırdığı diğer alan zengin petrol yataklarının olduğu Spratly takım adalarıdır. Çin, petrol bakımından da son derece zengin olan Spratly takım adalarının kendi karasuları içinde olduğu ve Tayvan, Malezya, Filipinler ve Vietnam’ın haksız işgali altında olduğunu öne sürmektedir. Çin’in hegemonya alanını genişletme adımları Japonya’yı da ürkütmüş ve ABD ile kapsamlı bir savunma iş
___ politik durum değerlendirmesi__
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 17 -----------
birliği antlaşması imzalamaya itmiştir. Japonya’nın bu doğrultudaki diğer adımı BM Güvenlik Konseyi üyeliğine başvurusudur. Fakat Çin veto etme hakkını kullanarak bu girişimi engellemektedir. Çin'in bu yayılmacı eğilimlerine karşı ABD insan hakları söylemleriyle ve Sin- can-Uygur bölgesindeki müslüman azınlık ile Tibet’i kışkırtarak Çin’in iç geri- limlerini derinleştirmeye çalışmaktadır.
Sonuç olarak; neoliberal politikaların tıkanmasıyla emperyalist paylaşım mücadelelerinin artışı arasında doğrusal bir i- lişki vardır. Liberalizmin tükenişinin en açık belirtileri; tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi krizlerin kalıcılaşması ve emperyalist rekabetin askerileşme eğilimiyle kendini göstermektedir. Liberalizmin geçmişteki çöküşü, temelini askeri sanayinin oluşturduğu Keynesyen politikalarla (devlet kapitalizmi) ikame edilmeye çalışılmış, bu da insanlığı da iki dünya savaşına ve faşizmlere sürüklemişti. Rosa Lüksemburg’un yüzyılın başında liberalizmin çöküşünü değerlendirirken söylediği “ ya sosyalizm ya barbarlık” sözü, “yeni liberalizmin” çöktüğü günümüzde bir kez daha ve bütün ağırlığıyla insanlığın gündemine girmiştir.
B- TÜRKİYE RAPORU
Uluslararası finans kapitalin; ‘70’lerde başlayıp esas olarak ‘80 sonrasında hakim kıldığı neoliberal politikaları ve ‘90 sonrası Sovyetler’in çözülmesinin ardından azgınlaştırdığı emperyalist paylaşım mücadeleleri; bağımlı ülkeleri çeşitli şiddetlerde etkisi altına alan temel uluslararası dinamikleri oluşturmaktadır. Bu iki yönlü emperyalist dayatma; devletsizleş-
— yol----------------------------------------tirmeden sınır değişimlerine, iktisadi siyasi yapıların deformasyonundan sınıf i- lişkilerinde köklü değişimlere kadar, bağımlı ülkelerin kaderini belirleyen çarpıcı sonuçlara yol açmıştır.
Türkiye her iki emperyalist dinamiğin keşistiği, dolayısıyla sonuçlarını bütün unsurlarıyla yaşayan ender ülkelerden birisi konumundadır. Son onbeş-yirmi yıl içinde milli hasılasına göre dünyanın en borçlu, gelir dağılımı en bozuk, krizlerin kronikleştiği, gelirine göre en fazla silahlanan vb. ülkesi konumuna gelişi, sözü edilen kesişmenin görünen sonuçlarıdır. Arka planda ise yakın döneme olduğu gibi, geleceğe de damgasını vuracak daha derin zemin kaymaları bulunmaktadır.
I- Ekonomik durumNeoliberal politikaların ilk büyük dal
gası 24 Ocak ‘80 kararlarıyla Türkiye’ye dayatılmıştı. Ekonomi yapısal bir değişime uğratılarak; iç pazara dönük olmaktan çıkartılıp, merkez ülkelerdeki emek maliyetini düşürecek ucuz tüketim malı üreten ihraç ekonomisine dönüştürüldü. Bunun zorunlu koşulu ülke içindeki üretim maliyetinin radikal bir şekilde kı- sılmasıydı. 12 Eylül faşizmi neoliberal uygulamaların siyasi yanını üstlendi. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülükleri dağıtılarak, reel ücretler büyük oranda geriletildi.
Emperyalizmin dayattığı uluslararası işbölümüne göre tekstil, gıda, turizm, hafif metal vb. bir kaç sektörde uzmanlaştırılarak tek yanlı bir gelişim içine sokulan Türkiye ekonomisi, merkez ekonomilerine daha derin bir bağımlılık ilişkisiyle “ entegre” edilmiş oluyordu. ‘65-
______ 18
‘80 arasında uygulanan “ ithal ikameci sanayileşmede” temel olan yaygın fabrika üretimi; ekonominin tek yanlaştırılması, iç pazarın daraltılması ve serbestleştirilen ithalat nedeniyle bir yandan daha yüksek tekelleşmeye doğru, diğer yandan fason üretim yapan yan sanayiye ve hizmet sektörüne çözülerek büyük o- randa tasfiye edildi.
sonrasında ortaya çıkan üretim temelindeki değişimin en önemli sonucu; toplumsal muhalefeti de zayıflatacak şekilde işçi sınıfının yatay ve dikey parçalanmaya uğramasıdır. Yaygın fabrika üretimine dayanan ithal ikameci model, kırdan gelen göçün hızla proleterleşmesine olanak tanıyor ve yarı proletarya ile sanayi proletaryası arasında kendiliğinden bir ittifak kurulabiliyordu. Kent küçük burjuvazisinden köylülüğe kadar etki a- lanına sahip olan bu ittifak, ‘65-‘80 arasının büyük kitle hareketlerinin de temelini oluşturmuştu. ‘80 sonrasında üretimdeki daralma ve farklılaşma, toplumsal muhalefetin her iki bölüğü arasındaki bu geçişkenliği büyük ölçüde kırdı. Varoşlardaki nüfus kayıtdışı ekonomiye ve yarı proleter konuma hapsedildi. Mücadelenin motor gücünü oluşturan sanayi proletaryası ise kamu işçisinin eritilmesi, hizmet sektörünün yaygınlaşması ve yüzde 30’lara varan işsizler ordusunun kuşatması nedenleriyle daha uzlaşmacı bir çizgiye geriletildi. Diğer yandan küçük ve orta burjuvazinin çıkarı işçi sınıfının daha yüksek ücret almasına bağlı olduğu ve siyasal eğilimleri de bu yönde şekillendiği ‘60-‘80 döneminin aksine; kırdaki mülksüzleşmenin artışı, göçler ve emeğin zor yoluyla ucuzlatılması tekellere olduğu gibi burjuvazinin diğer kesimlerine de bir emek yağması olana
ğı yaratmış, orta ve küçük burjuvazi fason üretim ve hizmet sektörü üzerinden yağmaya katılarak siyasi tutumunu da bu gerçekliğe göre yeniden şekillendirmiştir. Muhalefetin üç dinamiği arasındaki i- lişkinin bu tarzdaki değişimi kendiliğinden kitle hareketlerinin bitişinin de temel nedeni olmuştur.
Ekonomideki yapısal dönüşüm ‘90’la- rın ilk yıllarına kadar Türkiye kapitalizminde belli bir genişleme yarattı. Bu genişlemenin kaynağı; benzer ekonomik modelin uygulandığı Güney Kore, Tayvan vb. ülkelerde olduğu gibi ihracatın katlanarak büyütülmesinden çok reel ücretlerin faşizm zoruyla geriletilmesi- ne, ranta ve kamu ekonomisinden çeşitli yollarla özel sermayeye değer aktarılmasına dayanmıştır. Türkiye finans kapitalinin geleneksel eğilimi olan bu aktarım ilişkisi; “ ihracata yönelik sanayileş- me” nin tıkanmasıyla devreye sokulan neoliberal politikaların ikinci dalgasında olağanüstü boyutlara ulaşacaktır.
İhraç ekonomileriyle merkez ekonomilerine aşırı derecede bağımlı kılınan ülkeler, merkezlerdeki her tıkanmanın bedelini büyük dış ticaret açıklarıyla o rtaya çıkan ekonomik krizlerle ödediler. “ İhracata yönelik sanayileşme” de başarılı olamayan ve ‘90’ın ilk yıllarından itibaren peşpeşe krize giren Türk ekonomisi, bütün ağırlığıyla kamu servetinin yağmalanmasında derinleşti. Merkez ekonomilerinde ‘90’lar sonrası büyük bir ivme kazanan sıcak para hareketi, Türk e- konomisinin bu eğilimiyle üstüste düşüyordu. Özelleştirmeler, devlet borçlanmaları yoluyla açıktan, banka kurtarma, batık krediler ve “görev zararları” olarak üstü kapalı yoldan kamu serveti dehşetli bir hızla özel sermayeye dönüştü
politik durum değerlendirmesi__
19 ---
rüldü. Önceleri kirli savaşın finansmanı için kullanılan devlet borçlanması, süreçte bu aktarım ilişkisinin en aktif mekanizması haline getirildi.
Devlet borçlanması sayesinde kamu ekonomisi hızla tasfiye olurken, özel sermaye büyük oranda tefecileşti. (Kayıtlı verilere göre en büyük 100 şirketin gelirlerinin yüzde 80’i faiz ve rant gelirlerine dayanmaktadır.) Kamunun tasfiyesi ve özel sermayenin spekülasyona kayması ekonominin üretim temelini tümüyle daralttı ve yüzde otuzlara varan işsizlik, ihracatın kesilip ithalatın patlaması gibi yıkıcı sonuçlara rağmen, aynı aktarım ilişkisi ağırlaştırılmış vergiler ve dış borca dayanarak sürdürülmeye çalışıldı. Uluslararası sermayenin de dahil olduğu bu yağma politikası; ‘96’da milli gelirin yüzde 59’u seviyesinde ve 108 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamını, 6 yılda ikiye katlayarak 204 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 134’üne çıkardı.
Neoliberal politikaların birinci dalgası Türkiye ekonomisini merkez ekonomilerine entegre ederken, ikinci dalgası ise ekonominin tümüyle uluslararası fi- nans kapitalin denetimine geçişini sağladı. Günümüzde bu denetim; sıcak para hareketinin kriz yaratma potansiyeli de kullanılarak siyasal kararların yönlendirilmesi seviyesine sıçramıştır. Latin A- merika’daki benzerlerinden farklı olarak emperyalist paylaşım kuşağının kritik coğrafyalarından birisinde bulunması Türkiye’nin, en az iktisadi gerekçeler kadar siyasi gerekçelerle de krize sürüklenmesine neden olmaktadır. Kıbrıs’daki gerilim nedeniyle Alman Merkez Banka- sı’nın 6 milyar doları bir günde çekerek finansal krize yolaçtığı 2001 Şubat Krizi
— yol----------------------------------------buna örnek verilebilir. Spekülatif karakteri ekonomiyi siyasi gelişmelere aşırı derece duyarlı hale getirmiş ve geçmişte on yılda bir olan kriz periyodunu; ‘90 sonrası neredeyse iki yılda bire indirmiştir. (‘94, ‘96, ‘98, 2001-02 krizleri.)
Neoliberal uygulamalar ekonomide yarattığı yıkımla birlikte sınıf ilişkilerinde de köklü zemin kaymaları yaratmıştır;
S Geçmişte kamu ekonomisi, burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında artı değerin paylaşımını dengeleyerek (ucuz hammadde, altyapı sağlama ve en büyük alıcı olma konumuyla) burjuvazinin iç i- lişkilerini düzenleme fonksiyonuna sahipti. Kamu ekonomisinin tasfiyesiyle bu düzenleyici mekanizma büyük oranda boşa düştü. Askeri bürokrasiyle finans kapital arasındaki siyaset ve ekonomi yönetiminin paylaşıldığı geleneksel işbölümünü hızla erozyona uğratan bu gelişme; Genelkurmay’ı siyasi gücünü kabalaştırmanın zorunlu şartı olarak iktisadi ayaklarını inşa etmeye yöneltirken, TÜ- SİAD’la temsil olunan en iri sermaye gruplarını da askeri bürokrasiye teslim ettikleri siyasi vekaletlerini, adım adım uluslararası finans kapitalin “ küreselleşme hukuku” na devretmeye yöneltti. Kamu ekonomisinin tasfiyesi ve yerini rant ekonomisinin vahşi rekabetine bırakması; ucuz emek yağmasıyla palazlanan tekel dışı burjuvazinin de geleneksel sermaye bloğundan kopuşmasına ve islami kesimin açık, ticaret odaları çevresinin i- se daha belirsiz olmak üzere kendi siyasal temsiliyetlerini oluşturmalarına neden oldu.
^Egemen sınıf içi rekabeti sertleştiren ve ittifak ilişkilerini deforme eden diğer unsur; kamu servetinin özel ser
mayeye dönüştürülmesi sürecinin iktisadi metodlardan çok siyasi metodlara dayanmasıyla ilgilidir. Kamu servetinin yağmalanmasına, kirli savaşa ve uyuşturucu gelirlerine dayanan rant ekonomisinde; paylaşımın aşırı derecede siyasallaşması, hatta mafyalaşması bir yanda türedi zenginler yaratırken, diğer yanda siyasi olanakları daralan kimi finans kapital gruplarını iflasın eşiğine sürüklemiştir. “Yolsuzlukla mücadele” görüntüsünün arkasında tümüyle siyasallaşmış paylaşım mücadelesi bulunmaktadır.
S Geçmişte siyasi partilerin kamu sektöründe yaratılan değerleri kendi tabanlarına bir çeşit patronaj ilişkisiyle aktarması, burjuvazi gibi kitlelerin de ikili parti sistemi etrafında toparlanmasını sağlıyordu. Tasfiye süreciyle birlikte bu ilişki ortadan kalktıkça Siyasal İslam dışındaki burjuva partileri tabansızlaştılar ve büyük bir temsiliyet kaybına uğradılar.
Ortaya çıkan tablodan da anlaşılabileceği gibi; neoliberal politikalar gerek e- konomik yapıda gerekse sınıf ilişkilerinde derin bir paralizasyona yol açmıştır. Bu olgu önümüzdeki süreçte de etkili olmaya devam edecektir. İhraç ekonomisinin merkezlerdeki tıkanıklık nedeniyle başarı şansı kalmamıştır. Ekonomi içine düştüğü borç girdabı nedeniyle sıcak para hareketine tümüyle bağımlıdır ve bu nedenle mevcut yağma politikası mantıksal sınırlarına kadar sürdürülecektir. Bu süreç aynı kategorideki ülkelerde olduğu gibi tarımın tasfiyesini, kamu servetinin son kuruşuna kadar özelleştirilmesini ve mülkiyetin artan oranda yabancı sermayeye devrini getirir.
Sistemin yeni bir sermaye birikim
modeli şansı yoktur. Yalnızca Genelkurmayın öncülüğünü yaptığı savaş sanayisi ile mevcut ihraç ekonomisine “ asker ve silah ihracını” ekleme seçeneği gündem- leştirilmektedir. Bunun ne derece uygulanacağı ise bölgede yürütülen emperyalist paylaşım mücadelesi tarafından belirlenecektir.
II- Politik durum‘90 sonrası süreçte Türkiye’nin poli
tik ortamı önemli oranda, bölgedeki emperyalist paylaşım mücadelesinin sonuçları tarafından belirlenmiştir. Neoliberal politikaların iktisadi yapı ve sınıf i- lişkilerinde yarattığı paraiizasyonun bir benzeri de, emperyalist paylaşım tarafından Türkiye’nin stratejik konumlanışı ve siyasi kurumsal yapısı üzerinde yaratılmıştır. Türk Devleti’nin emperyalizme bağımlılığının yüksekliği dış politik gelişmelerin doğrudan iç siyasetine yansımasına ve onu biçimlendirmesine neden olmuştur.
İki kutuplu dünyada NATO ’nun güneydoğu kanadının en önemli ülkesi ve sosyalizme karşı kapitalizmin uç karakolu olan Türkiye; bölgedeki her türden sosyalist ve anti emperyalist gelişmeye karşı kalkan rolü üstlenmiş ve aynı politikaları iç siyasetine de yansıtmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin uluslararası siyaseti bölgede çeşitli iniş çıkışlar yaşasa da, stratejik işbölümünde Türkiye’ye biçilen bu statik rol neredeyse kırk yıl önemli bir değişikliğe uğramadı. Türkiye’nin siyasal kurumsal yapısı da ana hatlarıyla bu statik rolün gerekliliklerine göre biçimlendi.
Askeri ve siyasi olarak ABD’ye, ekonomik ilişkileri bakımından büyük oran-
___politik durum değerlendirmesi__ _
_________________________________________________________________ 21 -----------
— yol
da AB’/e bağlı olan Türkiye; geçmişte, Sovyetler’e karşı blok tutum alan emperyalist güçler tarafından aynı doğrultuda yönlendiriliyordu. Fakat Sovyet- ler’in çözülmesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun emperyalist yeniden paylaşıma tabi olması Türkiye’nin statik konumunu tümüyle boşa düşürmekle kalmadı, çelişen çıkarlar ve hegemonya mücadelesi nedeniyle farklı emperyalist stratejiler arasında şiddetli bir gerilime düşmesine yol açtı. Emperyalist tarafların tarihsel derinlikleri ve kendi uzantılarını yaratmaları, paylaşım mücadelesinin içsel bir olgu olarak yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum Türkiye’nin siyasal kurumsal yapısının hızla deformasyo- nuna, egemen sınıfın emperyalist taraflara göre saflaşmasına ve iktisadi ve siyasi krizlerin kalıcılaşmasına yol açmıştır.
Pratik gelişmeler izlendiğinde sözü edilen olgunun hangi evrelerden geçtiği daha net görülebilir. ‘90’da Körfez Sava- şı’nın ardından Türkiye’nin güneyinde ABD eliyle yaratılmış bir iktidar boşluğu doğdu. Bunu Rusya’nın Baltık ülkeleri ve iç sorunlarıyla uğraşması nedeniyle etkisinin azaldığı Kafkaslar’da; petrol ve do- ğaigaz bakımından son derece zengin yeni devletlerin ortaya çıkışı izledi. Bu ö- nemli bölgesel gelişmelere; Avrupa Bir- liği’nin genişleme rotasını Doğu Avrupa ve Balkanlar’a doğru değiştirmesi ve Türkiye’nin adaylığını geri plana düşürmesi eklenince; Türk Devleti 90 öncesiyle karşılaştırılamayacak bir stratejik konum belirsizliğine yuvarlandı.
Sovyetler’in çözülmesiyle kaybettiği jeostratejik rantı yeniden kazanmak isteyen Türk Devleti, ‘90 Körfez Savaşı sırasında emperyalist politikaların iştahlı uygulayıcılığına soyundu. ‘90-‘93 arası
Özal’ın başını çektiği bu eğilim; Güney Kürdistan’da hamilik önerisi ve desteklediği Elçibey’in Azerbaycan’da iktidara gelişine ve Balkanlarda Boşnaklar’la geliştirilen ilişkilere dayanarak “ Adriyatik ’ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye” söylemleriyle Neo-Osmanlıcılık hayalinin peşine takıldı. ‘90-‘93 arası; Türk Devle- t i ’nin geleneksel statik konumunu değiştirerek, ABD hattında yayılmacı eğilimlere girdiği bir süreç olmuştur. Bu yönelişin içteki yansımaları ise kuzeydeki KUKM engelinin aşılabilmesi amacıyla “ federasyon bile tartışılabilir” ifadeleri, ikinci cumhuriyet tartışmaları ve başkanlık sistemi önerileriydi.
Olaylar TC ’nin hayalleri yönünde değil, bölgedeki emperyalist güç dengeleri tarafından belirlendi. Rusya yaşam alanı olarak gördüğü Kafkasları kolaylıkla bırakmayacağını ‘93 başında ilan ettiği yeni savunma konseptiyle kanıtladı. Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalini destekledi, yine Azerbaycan’da örgütlediği darbeyle Elçibey’i indirdi, Çeçenistan’ı işgal etti, Azerbaycan ve Gürcistan’da askeri üs kurdu ve böylelikle TC’nin bölgedeki girişimlerinin tamamını çok kısa sürede boşa düşürdü.
Bu gelişmelerin ardından Türk Devleti; Kürdistan’ın Güneyi ve Kuzeyi’ne kirli savaşla, Kafkaslar’a ise karşı darbeci taktiklerle yöneldi. ABD’nin isteği doğrultusunda Azerbaycan ve Gürcistan’da darbe girişimleri, Çeçenistan’ın kışkırtılması gibi adımlarla Rusya’yı geriletmeyi amaçlayan bu yöneliş, iç siyasete de benzer nitelikte yansıtıldı. Genelkurmay güdümünde MHP kadroları ve DYP’nin parlamento desteğiyle oluşturulan özel savaş yönetimi; yükselen KUKM’nin batıdaki işçi sınıfıyla birleş
______ 22
mesi ihtimaline karşı; Gazi tipi kitlesel katliamlardan yargısız infazlara, aydınlara dönük provokatif suikastlardan Hizbul- lah tipi kontra örgütlenmelerine kadar cumhuriyet tarihinin en kirli uygulamalarını hayata geçirdi. Bugün demokrasinin şampiyonluğunu yapan AB emperyalizmi Rusya’nın geriletilmesinde çıkarı olduğu için Türk Devleti’nin bu politikasını PKK’nin faaliyetlerine yasak koyarak desteklemişti.
Fakat özel savaş ne dışarıda ne de i- çeride beklenen sonuçları vermedi. Ö- zellikle Güney Kürdistan’da ‘96’da yaşanan fiyasko, Kafkaslar’da Rusya’nın hakimiyetini sağlamlaştıması ve Körfez Sava- şı’nda kurulan dengelerin erozyona uğraması ABD’yi bölgede daha ileri adımlara zorladı. Temelleri kirli savaş döneminde atılan TC-İsrail ilişkisi, ABD güdümünde stratejik işbirliği seviyesine sıçratıldı. Bölgedeki güç dengelerinde köklü bir değişim yaratan bu ittifakın hedefleri; Kürdistan ve Kafkaslar başta olmak üzere Doğu Akdeniz’den Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir alanı kapsamaktadır.
TC ’nin Sovyetler’in çözülmesiyle o rtaya çıkan stratejik konum belirsizliği; ‘96’da yapılan bu işbirliğiyle ABD-İsrail hattına perçinlenmiş oluyordu. Bu derin ilişkinin iç siyasete yansıması da kapsamlı oldu. Önce içeride ve dışarıda işlevini tamamlayan ve giderek denetim dışına çıkmaya başlayan MHP kökenli kirli savaş kadroları, emniyet içindeki uzantılarıyla birlikte tasfiye edildi. Ardından büyümesi engellenemeyen Siyasal İslam’a karşı 28 Şubat “ postmodern darbe” si yapıldı. Arkasını stratejik anlaşmaya dayayan ve böylelikle geniş bir hareket alanı kazanan Genelkurmay, gerek burjuva
siyaseti üzerindeki ağırlığını, gerekse siyasi inisiyatifini kullanarak iktisadi imkanları olağanüstü genişletti. Rant ekonomisinin aşırı derece siyasallaşan paylaşım sürecinde, diğer finans kapital grupları gerilerken, OYAK Holding yüzde 500’lere varan karlılık oranlarıyla Türkiye’nin en büyük beş holdinginden birisi haline getirildi. Bütçeden alınan yüzde yirmilik pay, her yıl ortalama 7-8 milyar dolarlık silah alım harcamaları, savunma sanayi fonları ve bu sektörde öbeklenen sermaye biraraya getirildiğinde Genelkurmayın açık veya dolaylı olarak denetlediği sermaye miktarı diğer finans kapital gruplarının çok ötesine geçti.
ABD bölgedeki stratejik ittifakının e- lini sonraki yıllarda da kuvvetlendirmeye devam etti. TC’nin Kafkaslar ve O rtadoğu’ya dönük müdahalelerinde önü açmak için PKK Genel Sekreteri Öcalan, Mossad ve ClA’nın tezgahladığı bir operasyonla Türk Devleti’ne teslim edildi. Aynı yıl yapılan AGİT zirvesine gelen ABD Başkanı Clinton meclis konuşmasında; OsmanlI’nın geçmişteki etki alanlarında mirasçılarının yeniden söz sahibi olması gerektiğini söylüyor ve TC ’nin stratejik ufkunu çiziyordu. Hemen zirve öncesinde Yunanistan’ın şiddetli itirazlarına rağmen Türk askeri ABD eliyle Bosna’dan sonra Kosova ve Arnavut- luk’a taşınmıştı. Yine AGİT zirvesinde ABD’nin TC ’ye biçtiği rolü pekiştiren diğer gelişme Bakü-Ceyhan Boru Hattı Anlaşması’nın imzalanmasıdır. Bu anlaşma ile TC, Kafkas petrollerine eklemlenirken bölgedeki askeri varlığının da önü açılıyordu. Boru hatlarını koruma gerekçesiyle Gürcistan ve Azerbaycan’a Amerikan askeri ile birlikte Türk askeri de yerleştirildi. Diğer yandan sözü edilen
___ politik durum değerlendirmesi__
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------23 —
— yol
anlaşma çerçevesinde Irak, Suriye ve I- ran Güney Kürdistan’dan tecrit edilirken, Türk Devleti’nin iktisadi-siyasi ve askeri olarak derinlemesine nüfuz etmesine olanak tanındı.
Aynı süreçlerde TC’nin Helsinki zirvesinde aday olarak kabul edilmesi için AB ülkelerine yoğun bir diplomatik baskı uygulandı. Bugün de devam ettirilen bu yönelişle ABD’nin ulaşmak istediği e- sas amaç; askeri inisiyatifini tekelinde tuttuğu Türk Devleti’ni bir “ truva atı” olarak Avrupa Birliği’nin ordusu kabul e- dilen (AGSK) Avrupa Güvenliği Savunma Kimliği’ne sokabilmektir. ABD’nin bu adımını; “AB’nin ekonomik gücüyle doğru orantılı bir askeri-siyasi güce ulaşmasını engelleme” stratejik hedefiyle bağlantılı ve AB’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa’da ekonomik yoldan kapattığı a- lanları NATO üzerinden askeri olarak kuşatma politikasının bir parçasıdır
Bu gelişmelere karşılık Avrupa Birliği verdiği aday üyelikle Türkiye’yi yörüngesinde tutarak, sözü edilen ittifakın bölgede aleyhine gelişecek sonuçlarını azaltmayı ve eğer becerebilirse ekonomik ağırlığı ve içerideki uzantıları üzerinden kendi hegemonya alanını Kıbrıs ve Türkiye’nin doğu sınırlarına kadar genişletmeyi planlamaktadır. AB emperyalizminin sürekli gündemleştirdiği “ demokrasi" söylemleri; elbette demokratik bir toplum istediğinden değil, daha zayıf bir emperyalist güç olması nedeniyle -tıpkı bir zamanlar İngiltere’ye karşı “ ulusların kaderlerini tayin hakkım” savunarak sömürgelerde yayılan ABD gibi- hegemon güce karşı oluşmuş tepkileri kullanarak yayılma amacından kaynaklanıyor. “ Demokrasi” söylemlerinin daha özeldeki a- macı ise; ABD-İsrail stratejik işbirliğinin
içerideki uzantısı olan Genelkurmay’ın, siyaset üzerindeki ağırlığını boşa düşürmek ve böylelikle ABD’nin, Türkiye ve bölgedeki etkinliğini daraltmaktır.
‘90’ların ortasından itibaren yoğunlaşan müdahalelerle emperyalist paylaşım mücadelesinin içsel bir olguya dönüştüğü Türkiye’de; her iki emperyalist gücün çıkar çatışmasının sonuçları ekonomiden siyasete, askeri alandan kültürel alana kadar hemen her düzeyde şiddetle yaşanmaktadır. Siyasal-kurumsal yapı bu gerilim altında hızla deforme olurken, zaten neoliberal politikalarla iç ilişkileri gevşeyen egemen sınıf da emperyalist i- kiliğe göre yeniden ve keskin bir saflaşmaya uğramaktadır. Bu doğrultuda Genelkurmay “güvenlik” kavramını öne çıkararak, ABD-İsrail hattının gereklerini yasaklar ve provokasyonlarla topluma benimsetmeye çalışırken, TÜSİAD’ın arkasında durduğu “Avrupacı kesimler” i- se sözde demokrasi söylemleriyle başka bir emperyalist hegemonyayı ülkeye hakim kılma çabasındadır.
Fakat özellikle İsrail’le yapılan stratejik işbirliğinin ardından TC’nin AB ve ABD arasında duran geleneksel dengesi ABD lehine önemli oranda bozulmaya başlamıştır. AB gündemlerinde kopartılan cayırtılar ABD-İsrail eksenindeki katlanarak yürütülen ilişkinin üstünü ö rten bir işlev üstlenmektedir. Bu stratejik gidişatın getireceği sonuçları ise tahmin etmek güç değildir. Genelkurmay öncülüğünde daha fazla ABD’nin emrine çekilen Türk Devleti’nin, bölgede “ ikinci bir İsrail” rolü üstleneceği, bölge halklarına olduğu kadar Türkiye halklarına da daha fazla anti-demokrasi ve daha fazla gericilik getireceği açıktır.
24
Truman Doktrini’yle “ siyasi sorumluluğunu” Ingiltere’den devraldığı 1947’- den bu yana ABD’nin TC ile kurduğu i- lişkinin tarihi; topraklarını füze rampası ve askeri üs olarak kullandığı, dış politikasını anti-sovyetik paktlarla, “yeşil kuşak” projeleriyle yönlendirdiği, askeri darbelerle ve istikrarsızlaştırma operasyonlarıyla iç siyasetine derinlemesine nüfuz ettiği pervasız bir istismarın tarihidir. Bu ilişki bugün gerek stratejik işbirliği gerekse ABD’nin yeni saldırı politikalarında TC’nin bölgedeki en önemli ittifakı olması nedeniyle en üst noktasına tırmandırılmıştır. Bu doğrultuda ABD emperyalizmi; uzun yıllar AB’nin üzerine yıktığı TC’nin “ iktisadi yükünü” , askeri- siyasi inisiyatifini süreklileştirebilmek a- dına belli düzeyde üstlenmek zorunda kalmaktadır. IMF’den yapılan büyük miktarda sermaye aktarımı, yeni bir sermaye birikim modeli olarak savunma sanayinin önünün açılması, İsrail üzerinden ABD’ye ihracat imkanı tanınması, yüksek teknoloji üretimi yapılacak “ nitelikli sanayi bö!geleri” nin kuruluşu, petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçirilmesi, Güney Kürdistan’ın petrol ve pazar imkanlarının açılışı vb. bu yönde atılmış adımlardır.
Sistem iç siyasetini de şiddetle belirleyen iki temel stratejik seçenek arasında salınmaktadır. Daha baskın olanı Genelkurmay öncülüğünde Türk Devleti’- nin ABD’nin bölgesel ihtiyaçlarına doğru hızlı bir stratejik kayma yaşaması, AB ile ilişkilerin kopma noktasına getirilmesi ve dışa dönük saldırgan politikaların, kimi sermaye gruplarını da kapsayacak şekilde içteki muhalefete de yöneltilmesi durumudur. Orgeneral Kılınç’ın sansasyon yaratan açıklamaları bu doğrultuda
bir niyetin ifşasıdır. Yine Genelkurmayın kendi teamüllerine aykırı olarak en saldırgan unsurlarını başa getirmesi bu temelde bir pozisyon alma olarak yorumlanmadır. Diğer seçenek ise; AB’nin karşı ataklarla ağırlığını artırması ve toplumun tüm kesimlerinin emperyalist ikileme göre saflaştığı uzun yıllara yayılan bir iç gerilim ve çatışma sürecine girilmesidir.
Ancak henüz ne bölgede emperyalistler arası ne de içeride egemen sınıf klikleri arasında kalıcı bir güç dengesi o- luşmamıştır. Neoliberal politikaların e- gemen sınıf içi geleneksel ittifak ilişkilerini çözmesi, emperyalist paylaşımın içsel bir olguya dönüşerek yeni bir saflaşma dayatması ve bir bütün olarak bu dinamiklerin siyasal kurumsal yapıyı erozyona uğratışı sürecin temel belirleyenleridir. Güç ilişkileri köklü bir değişime uğramasına rağmen ona karşılık gelmesi gereken siyasal kurumsal yapı böylesi bir değişim yaşamamıştır. Sistemin yeniden yapılanma sorununu tarif eden bu durum, her kesimin “ kendi yeniden yapılanma modelini” hakim kılma çabası nedeniyle siyasi krizlerle yaşanmaktadır. Sistemin içinde bulunduğu konak geleneksel bağların çözüldüğü, her kesimin kendi ittifak güçlerini oluşturmaya çalıştığı bir dağılma ve yeniden saflaşma konağıdır. Bu paralizasyon süreci kapsamlı bir iç hesaplaşmayla tamamlanmadan, ne iç siyasette bir denge ve istikrar oluşması ne de herhangi bir stratejik hattın kalıcılaşması mümkün değildir.
Her sermaye grubunun kendi dolaysız temsilcisini siyaset sahnesine sürmeye çalışması, AB ve ABD’nin uzantıları üzerinden yaptıkları müdahaleleri ve kirli savaşla derinleşen “ MGK direktifle-
___ politik durum değerlendirmesi__
— y o l----------------------------------------------
riyle hükümet yönetme” tarzı, burjuva siyaset merkezinin tümüyle dağılmasına neden olmuştur. Uzun yılların faşizm koşullarında iradesizleşen burjuva parti ve hükümet sistemi, sözü edilen çok yönlü müdahaleleri dengeleyememiş ve tam anlamıyla çökmüştür. En geniş koalisyona ve muhalefetsizliğine rağmen mevcut hükümetin çözülmesi, çok sayıda ve birbirine tümüyle benzeyen partinin ortaya çıkışı, partilerin sübjektif zaaflarının değil temeldeki bu dinamiklerin sonucudur. Ancak paralizasyon sadece parlamenter düzlemde değil, sistemin tüm kurumsal yapısını kapsayacak boyuttadır. Yasama alanında mahkemelerin birbirini boşa düşüren ve tümüyle siyasal nitelikteki kararları, yürütme alanında MİT ve Genelkurmay’ın özellikle AB ve Kürt konusunda birbirleriyle çelişen açıklamaları bu durumun örneklerini o- luşturmaktadır.
Böylesine çok yönlü paralizasyonun hakim olduğu koşullarda yapılacak seçimlerin sistemin siyasi istikrar sorununu çözemeyeceği, aksine dağılıp bozulan koalisyonlarla kalıcı bir kriz sürecine girilmekte olduğu açıktır. Ancak bu sürecin son on yılda yaşanan krizlerden kimi farkları da vardır. Burjuva parlamenter yapısının iradesizliği, özellikle kirli savaş döneminde MGK’nın hareket alanını genişleten bir nitelik taşımıştır. Fakat partiler teker teker kullanılarak posalarının çıkartıldığı, siyasal merkez erirken dışlanmaya çalışan kesimlerin güç kazandığı bugünkü süreçte Genelkurmay aynı hareket kolaylığına artık sahip olamayacaktır.
Herhangi bir stratejik hat salt dış güçlere dayanarak hakim kılınamaz. Gerek egemen sınıf kliklerinin birbirlerine
güç yetirememeleri nedeniyle gerekse yeniden yapılanmanın kitlesel dayanaklarını oluşturma amacıyla geçmişe oranla kitleler siyaset alanına daha fazla çekilecektir. Avrupacı kanat liberal temelde kitleleri kapatmaya çalışırken, diğer yanda yarı proleter kesimleri faşizmin kitle tabanına dönüştürme çabaları vardır.
Sonuç olarak olguların kapsamından da anlaşılabileceği gibi mevcut durum basit bir “ egemen sınıf içi çatlak” olmaktan çok daha öteye, sınıf ilişkilerini ve politik akışı belirleyecek derinlikte bir zemin kaymasıdır. Dolayısıyla bu gerçeklikten “ emperyalistler arası veya e- gemen sınıf içi çelişkileri kullanma” tarzında yüzeysel bir taktik çıkartılamaz. Çıkartılması gereken sonuç; politik akışın temel dinamiklerini doğru kavrayarak Avrupacı ve Amerikancı stratejilere karşı “ üçüncü taraf’ın inşa edilmesi zorunluluğudur. Halkların ittifakı temelinde ve demokratik devrimin asgari programı çerçevesinde bir siyasi irade oluşturulmadığı sürece demokrasi güçlerinin emperyalist kategorilere dahil olması ve bunların siyasi sermayesine dönüşmesi engellen«vneyecektir.
Mehmet Yılmazer
11 EYLÜL'ÜN BİRİNCİ Yi UN DA DÜNYA
I I Eylül’den sonra “ hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” çok söylendi. Evet, değişen şeyler var, ancak Yeni Dünya Düzeni’nin esaslarında bir değişim var mı? Sorulması gereken soru budur.
Sovyetler’in yıkılışından sonra, emperyalist merkezler tarafından dünya yeniden paylaşılmaya başlandı. Bu paylaşım, günümüzün en temel özelliği ve gerçekliğidir. Bu temel özellikte I I Ey- lül’le birlikte bir değişim olmadı. Paylaşım devam ediyor; fakat ikiz kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırıdan sonra ö- nemli bir değişim oldu: Emperyalist paylaşımın temposu arttı. Afgan Savaşı’ndan sonra şimdi dünya Irak’a karşı başlatılacak savaşın eşiğine geldi. Irak’a karşı yapılacak bir operasyonun, tüm Ortadoğu dengelerinde ve büyük bir olasılıkla bazı Arap ülkelerinin iç siyasal dengelerinde önemli değişimlere yol açacağı öngörülebilir. Dolayısıyla dünya oldukça köklü değişimlerin eşiğindedir.
Öte yandan, I I Eylülle birlikte kurulan büyük koalisyon bugün dağılmıştır. Saldırıdan hemen sonra atılan “ Biz de A- merikalıyız!” çığlıkları artık atılmıyor. Dünya bu anlamda I I Eylül öncesine dönmüştür. Bush yönetimiyle Amerika’nın unilaterist (tek yanlı) politika izlemeye başlaması ve “ müttefiklerine” füze kalkanı projesini dayatmasıyla güç merkezleri arasında gerilim yükselmişti. I I Eylül saldırısı sırasında ortaya çıkan sözde dayanışmanın ne ölçüde kısa ömürlü
olduğu hemen ortaya çıktı. Dünyadaki durumu gerçek zemininde gören gözler için bu durum hiçbir şekilde sürpriz değildir. Daha I I Eylül saldırısından hemen sonra NATO 5. Maddeyi yürürlüğe koymaya niyetlenince, ABD Savunma Bakanı, hemen yardımcısını Brüksel’e yollayarak bunun gerekli olmadığını, koalisyonun görevi değil, “görevin koalisyonu belirleyeceği” haberini iletmişti. (Bush and the W orld, Michael Hirsh, Foreign Affairs, Sep/Oct 2002) Bunun anlamı yeterince açıktı. ABD, I I Eylül sonrası çıkacağı yolda sürekli olarak “ müttefikleri” ile birlikte davranmak yerine elini kolunu bağlayabilecek bu koşullardan kendini bağımsızlaştırmak yolunu tercih etmiştir. O günlerde yapılan NATO toplantısına gelen ABD Savunma Bakanı’nın “ dostlarından” açık hiçbir talebi olmamıştır. Irak’a karşı operasyona hazırlanan ABD, bugün bu tavrını iyice derinleştirme yolunu seçmiştir.
Bush’un başkanlığa seçilmesinden sonra ABD yönetiminde ve iç dengelerinde zaman zaman açığa çıkan bir mücadele yaşanmaktadır. Bu sürtünme başlıca üç kutup arasında seyretmiştir. Birincisi, “ Dışişleri Bakanı Colin Povvell ve onun tecrit edilmiş ılımlı mültilaterist destekçileri” ; İkincisi, “ Donald Rums- feld-Dick Cheney’in gerçekçi unilatera- listler ekseni” ; üçüncüsü, “ Paul VVolfo- witz’in etkili neo konservatif çizgisidir” . (M. Hirsh, a.g.y.) Bu güç dengesinde Co-
27 ----------
■
— yol
lin Povvel’ın “ ılımlı mültilaterist” çizgisi şahinler karşısında gerilemiştir. “ Sonuç olarak, Bush’un şahinleri politik mücadeleyi kazanıyorlar.” (M. Hirsh, a.g.y.) I I Eylül sonrasının güç dengelerinde en önemli değişim budur. Bu mücadele sadece ABD iç dengelerini ilgilendirmiyor, VVashigton’un uluslararası politikasının eksenini oluşturuyor. I I Eylül’ün birinci yılında Clinton döneminin mültilaterist politikalarının kesinlikle sona erdiği söylenebilir. Bunu en iyi Bush’un güvenlik konularında danışmanı Condoleezza Ri- ce açıklamıştı: “ Hayali bir uluslararası topluluğun çıkarlarından hareketle değil, ulusal çıkarların katı zemininden yola çıkacağız.” (M. Hirsh, a.g.y.)
"YENİ GRAND STRATEJİ"
“ Soğuk savaşın bitiminden sonra, Washington’da ilk kez yeni bir temel strateji şekilleniyor.” (American’s Impe- rial Ambition, G. John Ikenberiy, Fore- ign Affairs, Sep/Oct 2002) Yeni Dünya Düzeni, Baba Bush ile başlamıştı. Clinton ile devam etti. Oğul Bush ile yepyeni bir sürece doğru derinleşiyor. ABD temel stratejisi, oğul Bush ile yeniden şekilleniyor. İlk on yıl bir bakıma sosyalizme karşı zafer kazanan Batı dünyasının kutlama şenlikleriyle geçti. Öne çıkan stratejik yöneliş, ABD’nin “ müttefikleriyle birlikte” (mültilaterist) dünyayı yönetme biçimindeydi. Ancak bu süreçte bile ABD sürekli dünyayı tek başına yönetme eğilimleri gösterdi. Müttefiklerinin Körfez Savaşı’ndaki “ vefasızlığı” , Balkan Savaşı’ndaki “ beceriksizlikleri” zaten ABD yönetiminde önemli etkileri olan şahinlerin sürekli elini güçlendirdi. I I Eylül, stratejik bir dönüş için en iyi fırsa
tı yarattı. ABD artık kendi içinde ve dünyada bu konudaki beklenti ve tartışmalara bir nokta koyuyor. Kongreye sunulan “yeni güvenlik stratejisi” , Yeni Dünya Düzeni’nin ilk on yılında yaşanan müttefikler arasındaki balayı dönemine son veriyor. Bu anlamda “ soğuk savaşın bitiminden sonra Washington’da ilk kez yeni bir temel stratejin in şekillendiği tespiti doğrudur.
“ Bu yeni temel strateji yedi esası i- çermektedir.
“ Birincisi, ‘bu strateji, ABD’nin kendisine denk bir rakibinin bulunmadığı tek kutuplu bir dünyanın varolduğu esas tespitiyle başlar.’ ” (G.J.Ikenberiy, a.g.y.) Bu tespitin önemi ve ne anlama geldiği yeterince açıktır. A rtık iki kutuplu dünya sistemi sona ermiştir. YDD’nin ilk on yılındaki eski müttefiklerin “ çok kutuplu bir dünyanın inşa edilmesi” düşü böyle- ce ABD tarafından geri plana itilmektedir. Herkes gücü ölçüsünde konuşacaktır. Condoleezza’nın dediği gibi “ hayali bir uluslararası toplum” un çıkarları peşinden gidilmeyecektir. Bu bir hayaldir. Gerçek; ABD’nin rakipsiz tek güç olmasıdır.
“ İkinci esas, küresel tehditin dramatik yeni analizi ve onlara nasıl karşılık verilmesi gerektiği üzerinedir. ‘Bu terörist gruplar yatıştırılamaz ve caydırılamaz, yönetim onların imha edilmesi gerektiğine inanmaktadır.’ ” (Ikenberiy, a.g.y.) İki kutuplu dünyada düşmanın “ caydırılması” esastı; şimdi bu mümkün görülmediği için imha edileceklerdir.
“Yeni stratejinin üçüncü esası, soğuk savaş döneminin caydırıcılık kavramının ömrünü doldurduğunu ileri sürmektedir. Bu yüzden güç kullanımı, tehlike bü-
______ 28
yümeden potansiyel tehditi dikkate alarak, önceden davranılması (preemptive; bu deyim yeni stratejinin esas kavramıdır. b.n.) ve hatta engellenmesi biçiminde olmalıdır.” (a.g.y.) Gerçek tehdit ve caydırıcılığın yerine “ potansiyel tehdit” ve “ imha” geçmektedir. Bu stratejik e- sas, insanlığın gerçekten yeni bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Karşı ağırlığı olmayan bir dünyada bir tehlike potansiyeli keşfetmek ve imha etmek kararını tek başına VVashing- ton alacaktır.
“ Sonuç olarak, ortaya çıkmakta olan yeni temel stratejinin dördüncü esası, e- gemenlik kavramının yeniden kalıba dökülüp şekillendirilmesini içermektedir.” (a.g.y.) Açık konuşmak gerekirse tek e- gemen ulus ABD olacağı için, diğer ulusların egemenliği veya bağımsızlığı Was- hington’un izin verdiği ölçüde olacaktır. Ulusal egemenliğin yeniden tanımlanması Clinton döneminden beri tartışılmaktadır. Clinton bu kavramı “ insan hakları için müdahale hakkı” tanımlamasıyla sınırlamaya çalışmıştı; VV.Bush aynı işi “ potansiyel terörist tehdit” tanımlamasıyla yapmaya soyunmaktadır. Hedef aynıdır; Dünya egemenliği ve ABD ulusal çıkarları için herhangi bir ulusa müdahale hakkının meşrulaştırılmasıdır. Bu yolda Clinton ve Bush’un sadece araçları farklıdır. Şüphesiz ki, bu araç farkı büyük bir öneme sahiptir.
“ Bu yeni temel stratejinin dayandığı beşinci esas, uluslararası kuralların, anlaşmaların ve güvenlik için işbirliklerinin genel olarak değersizleştirilmesidir. Şekillenen unilateral strateji, keza uluslararası anlaşmaların değeri hakkında derin şüphelerle yüklüdür. Bu görüş kısmen, Birleşik Devletler’in çok yanlı kural ve
kurumların çürük ve zorlayıcı dünyasına karışmaması gerektiği biçimindeki, derin sezgi ve güvene dayanan Amerikan inancından kaynaklanmaktadır.” ABD’nin Birleşmiş Milletler dahil pek çok uluslararası kurum ve anlaşmaya soğuk baktığı sır değildir. İki kutuplu dünyada bu kurum ve anlaşmalar bazen ABD’yi sıksa da kapitalizmin genel çıkarları açısından katlanılabilir bir yönü vardı. Ayrıca sosyalizm karşısında kapitalist dünyanın tartışılmaz liderliğini yürüten ABD, pek çok konuda müttefiklerini ardına dizebiliyordu. Ancak Yeni Dünya Düzeni’nde artık kapitalizmin genel çıkarları yoktur, bunun yerine kapitalist ülkelerin tek tek çıkarları vardır. Bu noktadan bakınca u- luslarası pek çok kural ve kurum Was- hington’un elini kolunu bağlamaktadır. ABD yeni stratejisiyle kendisine daha fazla özgürlük alanı yaratmayı hedeflemektedir.
“ Akıncısı, yeni temel strateji, tehditlere cevap vermede ABD’nin doğrudan ve sınırlandırılmamış bir rol oynaması gerektiğini öne sürmektedir. Bu inanç, kısmen diğer başka bir ülkenin veya koalisyonun -AB dahil- dünyadaki, terörist ve haydut devletlere karşı güç planlama yeteneği olmadığı yargısına dayanıyor.” ABD, Sırbistan’ın bombalanması sırasında müttefiklerini bu konuda uyarmıştı. Avrupa’nın savaşma yeteneğindeki gerilik NATO ’nun davranış yeteneğini yavaşlatıyordu. Pentagon bu konuda yeterince özgür olmak istiyor. Hatta son Varşova’daki NATO toplantısında ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, terörizme karşı bir “ vurucu güç” inşasından söz etti. Bu öneri, bir bakıma, ağır aksak giden Avrupa Ordusu projesinin rafa kaldırılması anlamına geliyor.
_11 EylüPün birinci yılında dünya___
29 —
__ vol
“ Sonuncu olarak, yeni temel strateji uluslararası istikrara küçük bir değer atfediyor. Unilaterist blokta, eski geleneklerin bir kenara bırakılması gerektiği şeklinde duygusallıktan uzak bir görüş var. Örneğin, Kuzey Kore’ye karşı yönetimin şahince politikası bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilir, fakat böyle bir istikrarsızlık Pyongyang’daki kötü ve tehlikeli rejimin defedilmesi için ödenmesi gerekli fiyat olabilir.
“ Bu yeni zorlu dünyada, yeni bir imparatorluk isteyen düşünürler eski gerçekçi ve liberal temel stratejilerin çok yararlı olmadığını iddia ediyorlar.
“Asimetrik tehditler dünyasında, küresel güç dengesi, savaş ve barışı belirleyen kriter değildir.” (a.g.y, G.J.Ikenberiy)
Oğul Bush’un ABD Kongresi’ne sunduğu yeni temel stratejinin ana hatları budur.
Doğal olarak hemen akla gelen ilk soru Amerika’nın bu stratejiyi uygulama kararlılığı ve gücünün olup olmadığıdır. ABD bu sorunun cevabını yakın gelecekte verecektir. Ancak şu kadarı kesindir ki, dünya güç dengeleri ve Amerika’nın kendi iç sorunları böyle bir stratejiyi kaçınılmaz kılıyor.
Dünyadaki genel gidiş için şu tespitler yapılabilir:
I - Küreselleşmenin ilk büyüleyici dalgası tamamlanmıştır. Küreselleşmeyle hızlanan uluslararası finans kapitalin sermaye devşirme süreci bir tıkanma noktasına gelmiştir. “ I I Eylül’den önce, gerçekte, dünya ticaret ve yatırım miktarlarında büyük bir çöküş vardı. Ticaretteki büyüme 2000 yılındaki % 12.5 seviyesinden 2001 yılında %2’den daha aza düştü. Doğrudan dış yatırımlar, 2000’de varılan
1.3 trilyon dolar seviyesinden 200 l’de yarısına geriledi. Son otuz yılın en keskin düşüşü ve 1990’ların başından beri ilk düşüş.” (A Turning Point for Globalisa- tion?, Lael Brainard, Cambridge Revievv of International Affairs, July 2002)
2- Küreselleşmenin yaldızları dökülmeye başladıkça ilk önemli tepkiler de yükselmeye başlamıştır. Arjantin, Uruguay olayları bunun en belirgin kanıtıdır.I I Eylül, küreselleşmenin sembollerine vurarak aslında bir dönemin kapandığının dünyaya sarsıcı bir şekilde duyurulmasıdır. Dünya, küreselleşme ile yaratılan beklenti ve düşlerden gerçekler karşısında yükselen tepkiler sürecine giriyor. Tepkilerin gelişmeye başladığı bu süreçte öfkelerin en çok üzerinde yoğunlaştığı ülke Amerika’dır. ABD, sosyalizme karşı zafer kazandığı için el üstünde tutulacağını beklerken, öfkeleri üzerine çeken bir hedef tahtasına dönüşüyor.
3- Küreselleşme sürecinde multilate- rist (karşılıklı çıkarları dikkate alan) politikalar ABD egemenliğinin zayıflaması anlamına gelmektedir. Güç merkezlerinin “ barışçıl rekabeti” giderek ABD a- leyhine gelişmeler yaratıyor.
Özellikle sosyalizmin yıkılışından sonra ABD iç dengelerinde önemli kaymalar yaşanmaktadır:
1- En güçlü olan silah, havacılık ve e- nerji sektörleri, ‘90’lar sonrası yaşanan ilk süreçte büyük daralmalar yaşadı. Oysa Amerika, ancak bu kulvarda koştuğunda ipi göğüsleyebileceğini, aksi durumda kaybedeceğini düşünüyor.
2- ABD ekonomisi önemli ölçüde dış sermaye girişine bağımlıdır. Günlük olarak, yaklaşık 1.5-2 milyar doların ABD
_ _ 30
ekonomisine girmesi gerekiyor. Ancak güçlü bir ekonomi yabancı sermaye çekebilir. Bu nedenle Wall Street sürekli parıltılı olmalıdır. Oysa son yaşanan dev iflaslarla (Enron, VVorldCom gibi) ABD ekonomisinin nasıl spekülatif şişirmeler yaptığı gözler önüne serilmiştir. Üstelik, I I Eylül’ün bir sonucu olarak Amerika’daki Arap petro-dolarlarının 100 milyarı aşkın bölümü Avrupa’ya kaçmıştır.
3- “Amerikan tarzı yaşam” ın sonucu olarak Amerikan toplumu son 40-50 yılda bencilliğin zirvelerine tırmanmış, motivasyonunu ve ünlü “Amerikan iyimserliğini” yitirmiştir. Ulusal duyguları yeniden canlandırmak için şok edici tedaviler gerekiyor. Şarbonlu mektuplar ve savaş çığlıkları bu işlevi görüyor.
Sonuç olarak, 21. yüzyıl ABD egemenliği için büyük bir sınav olacaktır. ABD’nin stratejik hedefinin, dünya enerji kaynaklarını egemenliğinde tutarak rakiplerini denetlemek olduğu bir sır değildir. AB, Japonya ve hızlı gelişen Çin, bugünün dünyasında yoğun bir şekilde enerji olarak petrole bağımlıdır. Kıyametin kopma noktası bu alandaki egemenlik savaşındadır. Irak savaşı gerçekleşirse, bunun nasıl bir seyir izleyeceğini bugünden kestirmek zor olsa da, bu savaşın dünyadaki saflaşmaları daha da keskinleştireceği bellidir. Bu noktada ABD için büyük riskler başlamaktadır. Fakat ABD egemenliği için diğer multila- terist tercih de büyük risk taşımaktadır. Bu kritik kavşakta Washington, Afganistan ile 21. yüzyılın ilk savaşını başlattı, bütün gelişmeler bunun Irak savaşı ile devam edeceğini gösteriyor. Bu savaşla daha derin ve yaygın bir gerilim, dünya güçler dengesinin merkezine yerleşecektir. Bu durum kısa vadede ABD ege
menliğine hizmet etse de, orta vadede Amerikan ekonomisinin kırılganlığını artıracaktır. Lideri kırılganlaşan emperyalist dünya için bu noktadan sonrası, öncesinden daha dayanılmaz olacaktır.
2 7 .0 9 .0 2
_11 Eylül’ün birinci yılında dünya__
31
Mehmet Yılmazer
EMPERYALİZMDEN 'İMPARATORLUĞA'; YA DA POSTMODERN EMPERYALİZM
Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Harvard çıkışlı emperyalizm incelemeleri günümüz düşünce karmaşasına ve postmodern emperyalizmin “ tahliline” i- yi bir örnektir. Kavramlar üzerinde “ kutsallık” yaratmanın elbette bir anlamı yoktur. Bu anlamda, emperyalizm kavramı dokunulmaz bir tabu değildir. Fakat hangi nedenlere dayanarak yeni bir kavramın tercih edildiği; hiç şüphesiz bu yeni kavramın içerik olarak neyi kapsadığı ortaya konmak kaydıyla emperyalizm kavramı yerine bir başkası kullanılabilir. Bu nedenle, eleştirimiz “ imparatorluk” kavramına değil; onun içeriğinedir.
Günümüzde sorunlara yaklaşırken yaşanan büyük altüstlüklerden dolayı başlıca iki tuzak vardır. Bütün bu alt-üst- lükleri yorumlamakta zorluk çekince, hele dünyanın karşı devrimci gidişine sübjektif bir tepki de biriktirince, en sık düşülen hata eski düşüncelerin “ O rto doks” savunucusu konumunda durarak yaşamdan kopuk bir düşünce zırhının i- çine çekilmektir. Bunun diğer ucu, değişimlerden sarhoş olup, hatta hafıza kaybına uğrayarak “yeni” adı altında bilimsel temele dayanmayan tutarsız, derinliksiz, moda düşüncelere yönelmektir. Bilimsel düşüncede “ inkar” kendi içinde bir devrimdir. Eskiyen ve olaylarca yalanlanmaya başlayan düşünce sistemlerinden bir diğerine geçiş sancılı bir devrimdir. Bu yapılamazsa metafizik düşünce savrulmaları kaçınılmazdır. Günümüz dünya
sında postmodernizm tam da budur. Tamamen “yeni” ile ilgili olmak gibi bir ö- zelliği ve övüncü vardır; ancak ne tarihi kapsayan ne de geleceğe bakan bir düşünce sistemine sahip olmadığı gibi buna gerek de duymaz. Tarih bilincinden kopuk ve insanlığı geleceğe taşımayan bir “yeni” ne ise, postmodernizm de odur. Tarihle bağlantı kurmayan bir düşünce neye göre “yeni” dir. İnsanlığı geleceğe taşıma iddiasından yoksunsa “yeni” olmasının bir anlamı olabilir mi?
İnsanlık çok özgül bir süreçten geçiyor. Yeni bir düşünce sentezine varmadan önce ve böyle bir senteze varmak i- çin günümüzde savrulmalara uğruyor. Bir dönem, ağırlıklı olarak böyle yaşanacağa benziyor. Günümüz dünyasına ve büyük güçler arası ilişkilere baktığımızda, 20. yüzyıldaki ilişkilerle benzerlikler de vardır, farklılıklar da. Yöntem olarak, benzerlik ve farklılıkları mekanik olarak alt alta sıralamak fazla bir değer taşımaz. Sorun, emperyalizmin özünde, yani ona varoluş ve davranış özelliklerini kazandıran temel yapı taşlarında bir değişiklik o- lup olmadığındadır. Bir metale pek çok şekil verebilirsiniz ve görünüş olarak çok değişik formlara girebilir, ancak ısı karşısındaki davranışlarını onun molekül yapısı belirler. Dünyanın “yeni” düzenine bakarken düşüncelerin odaklaşması gereken alan, görüntü değil,onun temel yapısındaki değişimlerdir.
Bu konuda Hardt ve Negri’nin çarpı-
______ 32
cı iddiaları vardır. Bunları izleyerek günümüz emperyalizmini ne ölçüde açıkladığını irdelemeye çalışalım.
“ Bugün biz İmparatorluk’un modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.
“ Eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ve sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni olan modern ulus-devlet dünya sahnesinden siliniyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun.” (İmparatorluk, Hardt&Negri)
Burada iki temel tespit vardır. Modern ulus-devlet, emperyalist tahakküm ve savaşların nedenidir. Öte yandan, modern ulus-devletlerin sahneden silinmesiyle “ zalim rejimlerden” “ özgürlük potansiyeline” geçiliyor.
Şüphesiz ki, ulus devletler savaşın yaratıcısı değil, ancak yeni tip bir savaşın yaratıcısıdır. Emperyalist tahakkümün nedenini ulus devletlere bağlamak ise, o- nun kapitalizmin gelişim aşamalarıyla o- lan bağlantısını koparmak olur. Kapitalizm, feodal imtiyazlara karşı mücadele ederken ve kendini güçlendirmek için, ulus devletleri yarattı; ancak kapitalist genişleyen yeniden üretimin özelliği ise aynı zamanda ulusal sınırları zorlayan bir özelliğe sahipti. Emperyalizmin maddi altyapısı; üretimin tekelleşmesi, banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesiyle oluşan finans kapitaldir, sadece “ ulus devlet” değildir. Sermaye, ulus sınırlarını aşındırır. Ancak buradan hareketle, sanki doğru bir çizgi izleyerek ulus devletlerin yok olacağı sonucunu çıkartmak, ancak emperyalizmin bazı temel özelliklerini unutarak mümkündür. Emperyalist yayılmacılık sermaye, teknik ve zor
(askeri) gücüne dayanarak yürümektedir. Özellikle günümüzde, sosyalizmin yıkılışı ile ortaya çıkan tabloda bazı yanılgılar koyulaşmıştır. Dünya ölçüsünde kapitalist rekabetin, daha klasik deyimiyle pazar paylaşımının sırf barışçıl yollarla sermayeye, teknik güce ve “ risk alma” yeteneğine bağlı olarak sürdürülebileceği yanılgısı, 20. yüzyılın başlarındakine benzer bir şekilde ortalığı kaplamıştır. Bu paylaşımda zorun rolü (askeri gücün rolü) unutulduğunda, esasında emperyalizmin, başka bir ifadeyle tekelci kapitalizmin temel özelliklerinden birisi de u- nutulmuş olmaktadır. Buradan hareketle artık emperyalizmin niteliğini değiştirecek ölçüde yorumlamalara gidilebilir. Eğer emperyalist paylaşımda zorun rolü unutulmazsa buradan tekrar ulusal devletin rolüne gelinir. Ulusal devlet, tarihin gördüğü en organize zor araçlarını yaratmıştır. Bir tanesi ve en önemlisi ulusal ordulardır. Sermayenin sınır tanımazlığı ulus devletlerin sınırlarının erozyona uğraması sonucunu yaratıyor; ancak pazar paylaşımında zorun rolü ise u- lusal ordu örgütlenmelerini kaçınılmaz kılıyor. AB, buna güzel bir örnektir. Eğer tarih bugünkü yönünde akarsa, Avrupa devletleri arasında, ulusal egemenliklerin yerini Avrupa ölçüsünde kurumlar a- lacaktır. Avrupa parasıyla birlikte hemen Avrupa ordusu da gündeme gelmiştir. Bunun anlamı çok açıktır. Avrupa, emperyalist merkezlerden birisi olarak dünyanın paylaşımında yer alıyorsa, kaçınılmaz bir şekilde bunun zora dayalı ö rgütlenmesini de yaratmak durumundadır. Birkaç ulus belki ortadan kalkacaktır; ancak ortaya yeni bir “Avrupa Birleşik Devletleri” çıkacaktır. Böylece, bazı sınırlar ortadan kalkarken güç durumla-
_emperyalizmden ‘imparatorluğa’__
--------------------------------------- 33 —
— yolrina göre başka sınırların inşa edildiğini görmek zor değildir.
“ Modern ulus devletin dünya sahnesinden silindiğine” dair tespitler insanlığın tarihsel gidişi açısından belli bir anlama sahipse de, günümüz gerçekleri ve özellikle politik güç dengeleri açısından yanıltıcı sonuçlar doğuran “ erken” öngörülerdir. Tarihe baktığımızda, ulus devletlerin oluşma ve gelişme dönemi 17. yüzyılda başlayan 20. yüzyılda olgunluk dönemine giren bir süreçtir. Tarihsel olarak, artık bu süreç kendinden sonraki yeni bir doğum için birikim dönemine girmiştir. Ancak döl yatağındaki yeni oluşum henüz hiçbir belirgin özellik kazanmamıştır. Hatta kabaca bakıldığında sanki dünyada yeni bir uluslaşma dalgası yaşanmaktadır. 2001 yılında dünyadaki yaklaşık 120 çatışmanın sadece 10’u devletler arasındadır; diğerleri ulus-dev- letin kendi içindeki etnik veya başka nedenlerle yaşanan çatışmalardır. Balkanlar, Kafkaslar, Merkez Asya, Doğu ve Güney Asya ve özellikle Afrika’dan yeni ulus devletler doğmaktadır. Ancak bu doğumların hemen hepsi emperyalist paylaşım gerçekliğinden dolayı bir büyük gücün “ kurtarıcı” lığında olmaktadır. Yeni ortaya çıkan ulus devletler, kendi özgün renklerinden çok, yeniden paylaşımın çeşitli egemenlik alanlarının rengini taşımaktadır. “ Küçük ulusların” bu alın yazısı elbetteki yeni değildir. I. ve il. Dünya Savaşlarında pek çok “ küçük” u- lusun sınırları büyük güçlerin masalarında çizilmiştir. “ Küçük” ulusların sınırlarıyla böylesine pervasızca oynamak, şimdi “ insan haklan” veya “ uluslararası terörizm” koşullarına bağlanmıştır. Burada ortadan kalkan bir “ sınır” vardır; ancak bu sınır büyük güç merkezlerinin sınırla
__ 34
rı değil, “ küçük” ulusların sınırlarıdır. Bu sürece paylaşım gerçekliği dışından bakılınca demek ki, “ sayısız savaşlara neden olan ulusal devletin tarih sahnesinden silinmesi” , buna karşılık “ özgürlük potan- siyeli” nin çoğalması olarak görülüyor. I- şığı önünü görmek için ileriye tutmayıp yüzüne tutanların uğradığı körlük, “ modern” ve “zalim” iktidarlar döneminin kapandığını, postmodern özgür dünyanın doğmakta olduğunu sanmak, “ mo- dernizmin krizi” yle büyülenmektir. Fakat ortada gelecekle ilgili en küçük bir öngörü yoktur.
Ulus devletleri tarihe gömen bakış a- çısı, günümüz dünyasını ister istemez bu kalkış noktasından tanımlayacaktır.
“ Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir-örnek yapılandıran ve tartışmasız postkolonyal ve postemper- yalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan) tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim imparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır: Yani yeni bir hak nosyonu, daha doğrusu, yeni bir otoritenin kayda geçişi ve (sözleşmeleri güvenceye alan ve anlaşmazlıkları çözümleyen) yasal baskı aygıtlarının ve normların üretiminde yeni bir tasarım.” (Hardt & Neg- ri, a.g.y.) Bütün bu söylenenler Körfez Savaşı’nın yanlış okunmasından kaynaklanıyor. Yazarların da belirttiği gibi kitap Körfez Savaşı sonrası yazılmaya başlanmış, Kosova’daki savaş başlamadan önce bitirilmiştir.
Evet, Körfez Savaşı öncesi dünya politik ortamını Başkan Bush mükemmel bir şekilde koordine etmiş ve ortaya “ muhteşem bir ABD zaferi” çıkmıştı.
Ancak bütün bu olanlar nasıl okunmalıydı? Emperyalist güçler arası çatışma ve rekabetin ortadan kalkması; postemper- yalist bir döneme geçiş; çatışmanın yerini tek bir iktidar fikrinin alması; bu iktidar nosyonu ile sözleşmelerin güvence altına alınması ve anlaşmazlıkların çözümlenmesi; yazarlar Körfez Savaşı ve sonuçlarını böyle okuyorlar. Ulusların üstünde, “ üst-belirleyen, bir-örnek yapılandıran” “ tek bir iktidar fikri” imparatorluk çalışmasının kalkış noktasıdır. Ortada büyük güçlerin bir rekabet ve çatışması yoktur. İnsanın bir Körfez Savaşı ile bu ölçüde körleşmesi için, düşünce sisteminin çok önceleri postmo- dernizmle felç edilmiş olması gerekir. Bu savaşta aynı zamanda emperyalist güçler arası bir bilek güreşini görmek i- çin çok zeki olmak gerekmiyor. Ardından gelen tüm olaylar, hele Kosova Savaşı ve Afgan Savaşıyla başlayan süreç büyük güçler arası rekabet ve çatışmaların günümüz dünyasındaki tartışmasız örnekleridir. Çatışmaların gözlere batması için I. ve II. Dünya Savaşlarının bir biçimde tekrarı mı gerekiyor?
İmparatorluk kavramı ve tespiti elbette sadece büyük güçlerin davranış biçimlerine dayandırılmıyor. Postemper- yalizmin maddi temelleri şu birkaç temel başlıkta toplanır.
“ Günümüzde modernleşme sona ermiştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel ü- retim artık tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletemiyor. Modernleşme süreci, e- meğin tarım ve madencilikten (birincil sektör) endüstriye (ikincil sektör) göçüyle tanımlanırken, postmodernleşme ya da enformatikleşme süreci emeğin endüstriden hizmet alanına (üçüncü sek
tör) göçüyle tanımlanır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Emperyalizmin maddi temeli fi- nans-kapital egemenliği ve üretimin tekelleşmesidir. Yukarıda bir dönem değişiminden söz edilirken, emperyalizmin bu altyapısı konusunda açık hiçbir şey söylenmez. Kavram ve tanımlar da tam anlamıyla yeni ve karmaşıktır. Modernleşme, sadece “ üretim sektörlerinde” bir değişim değildir. Toprağa dayalı feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına bir geçiştir. Bu geçişle üretim, ü- retici güçler, üretim ilişkileri, sömürü biçimi tümüyle değişmiştir. Üretim, basit yeniden üretim olmaktan genişleyen yeniden üretime dönüşmüş; üretici güçlerde (feodal dönemde coğrafya ve tarih- gelenekler baskındır) kesin bir şekilde teknik ve insan (özellikle teknik) en ağır basan konuma gelmiş; üretim ilişkilerinde özel mülkiyet ve serbest pazar feodal mülkiyet ve imtiyaz tekelini parçalayarak öne çıkmıştır; sömürü biçimi serf angaryasından modern artı-değer sömürüsüne dönüşmüştür. Ancak “ modernizm- den postmodernizme geçişte” ya da “ e- meğin ikinci sektörden üçüncü sektöre geçişiyle” birlikte bu temel özelliklerden hemen hiçbirisinde bir nitelik farkı gerçekleşmemiştir. Yazarlar, bu konuda belirgin bir tespit yapmıyorlar, sadece “ endüstriyel üretimin tahakkümü” nün durmasından söz ediyorlar. Bu ne olduğu belli olmayan ya da kapitalist üretim ve artı değer sömürüsü açısından bir anlama sahip olmayan tespitin, modernizmin sonunu nasıl açıkladığı tümüyle karanlıktır. Ayrıca emperyalizmin maddi altyapısı açısından açıklayıcı bir yanı yoktur. “ Hizmet sektörü” ile “ endüstri sektörünü” kapitalizm koşullarında karşı karşıya getiren hiçbir neden yoktur. “ Enformas-
_emperyalizmden ‘imparatorluğa’__
--------------------------------------- 35 —
■
— y o l----------------------------------------------
yon çağı” ile, üretim biçimi olarak For- dizmin ömrünü doldurmasıyla, “ endüstriyel üretimin tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletememesi” nden hangi sonuçlar çıkar? Yeni esnek üretim biçimi, eğer ü- retkenliği ve artı değer sömürüsünü artırıyorsa, tahakkümünü bütün toplumsal olgulara yayacaktır. Şimdilik süreç bu yönde işliyor. Bu gelişmede, egemenlik ilişkileri açısından herhangi bir nitelik değişim' yoktur.
“ Postemperyalizm” in maddi temeliyle ilgili yapılan diğer tespit, üretim yapısındaki değişimle ilgilidir.
“ Endüstriyel ekonomiden enformasyon ekonomisine geçişin ilk coğrafi sonucu üretimin çarpıcı bir biçimde mer- kezsizleşmesidir.... Çalışanlar tam anlamıyla yeni enformasyon teknolojilerini kullandıkça bazı sektörlerde fabrika mekanı ortadan kalkmıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Üretimin hemen tüm aşamalarının aynı mekan ve aynı kent içinde toplandığı fabrika döneminin özellikleri enformasyon teknolojisiyle değişiyor. Üretim sürecindeki bu yığılma ve merkezilik yavaş yavaş farklı mekanlara yayılıyor. Bu yeni üretim biçimiyle depolama, işletme hantallığının verdiği zararlardan kurtulunuyor. Haberleşme ve ulaşım çok yüksek hızlara ulaştığı için, üretimin çeşitli aşamaları farklı yerlerde yapılabiliyor. İşgücünün ucuz olduğu alanlar, bu yeni mekan seçiminde etkin oluyor. Fakat üretimin fizik süreçlerindeki merke- ziliğin belli ölçülerde gevşemesiyle, üretimde tekelci yapının “ merkezsizleşme- si” arasında hiçbir bağlantı yoktur. Tam tersine, mali ve üretim alanlarındaki tekellerin gücü özellikle küreselleşme yıllarında çok daha fazla artmıştır. Bu tarz
__ 36 __________________________
bir “ merkezsizleşme” den “ özgürlük potansiyelleri” üretmek tam bir yanılgı o- lur.
“ PostemperyalizırTin bir diğer temeli “ altyapı-üstyapı” ilişkileriyle ilgilidir.
“ Postmodernleşme ve İmparator- luk’a geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir. İmparatorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faaliyet, hakim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Üstyapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir. Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda birbirini çapraz keser ve karışır. Bu bağlamda, politik ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımlar bulanıklaşır. Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle üretim i- lişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişen sermaye i- çinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu cümle ile Marksist ekonomi politik alt-üst edilmektedir; ancak bu teorik yaklaşımın kanıtları yoktur. “ Enformasyon çağı” nın parıltılı görüntüleri kanıt yerine geçemez.
“ Maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç haline gelmesi” , yazarlara göre, İmparatoriuk’a geçişin koşuludur. “ Maddi olmayan e- mek” düşünce üretimidir; bunun hakim üretici güç haline gelmesinin ölçüsü nedir? Yazarlar, bir tespit yaparken ne yazık ki, “ enformasyon çağı” nın görüntülerinden öteye bir derinliğe sahip değiller. Üretimde, maddi olmayan emeğin ege-
menliği, toplam işgücü içinde düşünce ü- retiminin baskın hale gelmiş olması demektir. Henüz kapitalist üretim süreçlerinde böyle bir olgu gerçekleşmemiştir. Kalite çemberleri, üretimde işçiden kaslarının dışında aklının da istenmesi, kapitalist üretimde fordizmin dönemini kapatmasıyla ortaya çıkan yeni ve çok ö- nemli bir süreçtir. Ancak üretimde hakim güç haline gelmesi başka bir basamaktır ve işçi sınıfı henüz böyle bir konumdan çok uzaktadır. Ayrıca bu konu yeni olduğu için ister istemez yeni kavram ve tanımları gerektiriyor. Bütün “ hizmet sektörünü” “ maddi olamayan e- mek” olarak ele almak, üretim ve emek ilişkisinde hangi nitelik farklılıklarını o rtaya çıkartır? Bu tü r yaklaşım, amacını a- şan hatalara yol açar. Fabrikada sürekli aynı kas hareketlerini tekrarlayan işçi ile bir büroda -hizmet sektöründe- tüm gün aynı “ maddi olmayan” işleri yapan işçi arasında, üretim ve emek ilişkisi açısından bir nitelik farkı yoktur. Fark, üretim ve emek ilişkisinin içine yaratıcı düşünce katılımının girmesiyle ortaya çıkar. “Team VVork” , kapitalizm koşullarında bunun bir uygulaması ve denemesidir. Ancak bu üretim biçimi henüz hakim üretici güç haline gelmemiştir.
Bugün, düşünce üretiminin denetimi ve ürünleri açısından olaya baktığımızda; sınıfın nicelik olarak sayısını bütün ücretli kesimlere genişleterek ele alıp, bütün düşünce gücü ile çalışanları dikkate aldığımızda bile sonuç değişmez; bütün bu üretim gücü, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar tarafından yönlendirilmekte ve denetlenmektedir.
“ Ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç” haline gelmesi ne anlama geliyor? Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırmış-
tır; birbirine bağlı halkalar haline getirmiştir. Bu, “ enformasyon çağfnda da devam ediyor. Ancak olaya emeğin toplu davranma yeteneğini sağlayan, yoğun birlikte üretim süreçleri -ki fabrika dönemi ve bant sistemiyle üretim, bunun en tepe noktasını temsil eder- açısından bakarsak, bu özellik yeni teknolojilerle gittikçe zayıflamaktadır. Üretimin “ mer- kezsizleşmesi” yoğun toplu üretim süreçlerini dağıtıcı bir sonuç doğurmaktadır.
Dolayısıyla, İmparatorluğun maddi temellerinden birisi olarak sunulan “ maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa ü- retimin hakim üretici güç haline gelmesi” tespiti, pratikte karşılığı olmayan bir abartmadır.
Yazarlar, İmparatorlukta “ politik e- konominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımların bulanıklaştığını” vurguluyor. İkisi çok ilginçtir: Üretici güçlerle üretim ilişkileri ve sabit sermaye ile değişen sermaye arasındaki sınırların birbirine karıştığı iddia ediliyor. Doğrusu, bu birbirine karışmanın, yine karşımızda a- na hatlarıyla olsun kanıtları yoktur. Ancak çok iyi biliyoruz, postmodernizm, felsefede “ ikiciliği” , madde ve düşünce ayrımını bir çırpıda (dil oyunları lehine) ortadan kaldırdığı için, neden ekonomi politiğin kategorileri arasındaki sınırları aynı yolla havaya uçurmasın!
İnsan toplumlarının gelişiminde harekete geçirici güç, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Eğer, bu çelişki, “ birbirinin içine geçerek” post- emperyalist toplumlarda ortadan kalkmış ise, böylece kapitalizm öldürücü sorununu da çözmüş olmaktadır. Bugünün dünyasında başlıca iki üretici güç, bilim
_ emperyalizmden "imparatorluğa’__
37 —
■
— yol(teknik) ve insandır; yine başlıca iki üretim ilişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyeti (özel mülkiyet) ve ünlü serbest pazardır. Bunlar birbirinin içine girip sınırlar bulanıklaşınca, kapitalist üretim biçiminin de can alıcı çelişkisi “ bulanıklaşmış” olur. Demek ki, İmparatorluk, çelişkilerin bulanıklaşarak ortadan kalktığı bir sosyal düzendir. Ne diyelim? Yaşayıp göreceğiz! Günümüzde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye, yazının sonuç bölümünde, emperyalizmin sınırları anlamında, değineceğim için, diğer bulanıklaşmaya geçiyorum.
“ Sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişen sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır.” (a.g.y.) Marksist ekonomi politikte bilindiği gibi sabit sermaye, işgücü dışındaki tüm üretim araç ve gereçlerini kapsar. Bunlar üretim sürecine sadece kendi değerlerini katarlar, üretim sürecinde kendi değerleri değişmez. İşgücü ise, üretim sürecine “ ücret” olarak girer, ancak üretime kattığı değerden dolayı, üretim süreci sonunda meta, değer olarak bu ‘artıyı da içerir. Ödenen ücretle bu artı farklı olduğu i- çin, işgücü “ değişen sermaye” dir. “ Sabit sermayenin değişen sermaye içinde o- luşma ve temsil edilme eğilimi” ile ne anlatılmak isteniyor? Kanıtı olmayan, e- konomi politik açısından hiçbir değeri bulunmayan bu cümle, öte yandan, çok yaşamsal bir anlama sahiptir. Bu birbirinin içinde “ oluşma ve temsil edilme” ile, yani sabit sermayenin değişen sermaye içinde temsili ile sonuçta artı değer sömürüsü tarih olmaktadır. Kapitalist sistemin bir önemli çelişkisi daha, böylece birbirinin içine girerek, buharlaşıp yok oluyor. Bu kadar saçmalık yeter!
Böylece, “ modern toplumsal düzenden “ postmodern toplumsal dü- zen” e geçişle, kapitalizmin, öldürücü iç çelişkilerinden kurtulmuş olduğunu gördük! “ İmparatorluk” böyle bir düzendir.
“ Postmodern bir dünyada bütün olgular ve kuvvetler yapaydır ya da tarihin parçasıdır denebilir. İçerisi ve dışarısı a- rasındaki modern diyalektiğin yerini bir oranlar ve yoğunlaşmalar, melezlik ve yapaylık oyunu almıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) “ İmparatorluk” böyle postmodern bir dünyada hüküm sürmektedir. “ Olguların ve kuvvetlerin yapay” olduğu bir dünya! Yugoslavya’nın bombalanması; ardından I I Eylül’le ikiz kulelerin ve Pentagon’un çöküşü; Afganistan’ın bombalanması, tabii bombalarla birlikte yiyecek paketlerinin atılması, tüm bu olanlar "melezlik ve yapaylık oyunu” dur. Demek ki, Harvard Üniversitesi’nden bakınca dünyanın yeniden paylaşımı böyle görünüyor. “ İçerisi (sübjektif ortam, bn.) ve dışarısı (objektif ortam, bn.) arasındaki modern diyalektiğin yerini oranlar ve yapaylık oyunu almıştır.” Evet, bu söylenenler postmodernizmin amentü- südür. Maddi dünyanın insan düşüncesini belirlemesi, düşüncenin yeniden maddi pratiğe yönelmesi, bu “ modern diyalektik” işleyiş artık yoktur. Ortada “ melez ve yapay oyunlar” vardır. O nedenle, örneğin; Afgan Savaşı’nı çözümlemek i- çin Körfez Savaşı sonrası gelişen dünya güçler dengesini, büyük güçlerin kendi çıkarları için tercih ettikleri stratejik yönelişleri, derinliğine kavramak gerekmiyor. I I Eylül saldırısı da, Afgan Savaşı da “yapay” oyunlardır.
İnsanlığın gelişme süreciyle birlikte onun düşünce sistemi de değişiyor. Objektif ve sübjektif koşulların birbiriyle i
__ 38
lişkisi insanlığın bilinçlenme süreciyle birlikte değişiyor. Fakat buradan “yapaylık” sonucuna varmak, ancak dünyayı ve olayları tarihsiz ve geleceksiz görmekle mümkündür. Bu çok önemli ve düşünce sistemleriyle ilgili konuya bu yazı çerçevesinde daha fazla yer vermek mümkün değil; ancak bizzat yazarların mantığıyla “ içerisi ve dışarısı” nın ilişkisi “ melez ve yapaylık oyunu”ysa, “ İmparatorluk” un bu yapaylıktan kendini ne ölçüde kurtarabileceğini sormak gerekiyor?
“ İmparatorluk çağına modern egemenliğin alacakaranlığından geçilerek girildi. Emperyalizmin aksine İmparatorluk toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da engelleri de tanımaz. İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır.”
“ İmparatorluk’un bu pürüzsüz uzamında hiçbir iktidar mekanı yoktur; iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir. İmparatorluk bir ou-topia, daha doğrusu bir yok-yerdir.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Bu, postmodern parlak cümleler, dünyamızı mı yoksa başka bir gezegeni mi tanımlıyor, insan gerçekten -gülmeyeceksek- şaşırmadan edemiyor.
Günümüz emperyalizmi, 19. ve kısmen de 20. yüzyıldaki gibi toprak temelli bir yayılma göstermiyor. Tüm yerküreye, bazen silah zoruyla, bazen sırf sermaye akımlarıyla yayılıyor. Bunlar belli ölçülerde açık. Ancak günümüzün dünyası “ merkezsiz” midir? Hiçbir iktidar mekanı yok mudur? iktidarın “ her yerde ve hiçbir yerde” olması -bu güzel diyalektik demagoji- ne anlama geliyor?
Dünyada büyük güçler, yani paylaşanlar ve “ küçük” güçler, paylaşılanlar vardır. Egemen olma anlamında “ iktidar” büyük güçlerin tekelindedir. Bu anlamda, bu iktidarların açık adresi, belli mekanları vardır. Onları “ yok-yer” gibi postmodern kavramlarla gizlemeye çalışsak da bu boşuna bir çaba olur.
Bu soyut gevelemelerden öteye, yazarlar, “ dışarısı” ile ilgili biraz daha somut konuşmak zorunda kalınca daha anlaşılır şeyler söylemektedirler.
“ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmuyor ve aslında günümüzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miyadını doldurmuştur. Hiçbir ulus, modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri o- lamayacaktır.
“ Her şeyden önce, oluşmakta olan İmparatorluk bir Amerikan İmparatorluğu olmadığı gibi, ABD de onun merkezi değildir. İmparatorluk’un bu kitap boyunca anlattığımız temel ilkesi, İmparatorluk gücünün fiili ve tespit edilebilir bir yerinin ya da merkezinin olmamasıdır.” (Hardt&Negri, a.g.y.)
Emperyalizmin ve onun en büyük gücü ABD’nin, daha güzel aklanması nasıl yapılabilir? Yukarıda söylenenler arasında bir tek doğru kırıntısı vardır. Tek e- gemen güç olması anlamında “ABD İmparatorluğu” bugünün dünyasında mümkün değildir. ABD, diğer güçlere göre oldukça güçlü olmasına rağmen, bu mümkün değildir. Ancak, ABD, bir emperyalist projenin merkezini oluşturuyor. Neoliberalizm, yani dünya kapitalizminin Amerikanlaştırılması, ‘80’li yılların başlarından itibaren hız alan, ‘90’h yıllarda ise adeta çılgınca koşturan bir Ame
_ emperyalizmden ‘imparatorluğa’__
39 ---
rikan projesidir. Yoksa bu, emperyalist bir proje değil de, dünyayı “ kalkındırma projesi” midir? “ Emperyalizm miyadını nasıl doldurmuş” tur? Özelleştirmelerle, mali liberalizm sonucu sıcak para oyunlarıyla, enerji bölgelerinin silah zoruyla yağmalanmasının adı ne olabilir? Ve bunların planlandığı, yönlendirildiği “ iktidar mekanları” gerçekten yok mudur?
“ Bu dönüşümün belki de en önemli belirtisi müdahale hakkı denen bir hakkın gelişmesidir.
“ Bu yeni müdahale hakkının, birincil olarak acil insani sorunları çözmeyi a- maçladığı için meşruluğunun evrensel değerlere dayandığını varsaymamız gerekmiyor mu?” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu ünlü “ insan haklan” adına “ müdahale hakkı” nın “ merkezsiz, iktidarsız İmpara- to rluk ’un” parolası olmayıp, bizzat ABD’nin Sovyetler’e, daha sonra tüm dünyaya müdahale edebilmek için uyguladığı bir strateji olduğunu görmek bu kadar zor mu? Postmodernizmin düşünce dehlizlerinden bakınca imkansızdır.
Emperyalizmin aklanması nasıl derinleştiriliyor, görelim.
“ Emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşlar bitmiştir. Bu tarihin sonu barışın hükümranlığını getirmiştir. Daha doğrusu küçük ve iç çatışmalar çağına girmekteyiz.” (Hardt& Negri, a.g.y.) Bu “ küçük ve iç çatışmaların” niteliği nedir? Emperyalist paylaşım için mutlaka topyekün dünya savaşı gerekmiyor. Bu “ küçük” savaşların niteliği önemlidir. Öte yandan, anti-emperyalist savaşların da sona ermesi yazarlar açısından çok doğaldır. “ Emperyalizm mi- yadını doldurunca” kime karşı savaşılacaktır!
— yol—-------------------------------------“ Bugün politik felsefenin ilk sorusu
direniş ve isyanın olup olmayacağı ya da niçin olacağı değil, isyan edilecek düşmanın nasıl belirleneceğidir. Aslında, düşmanı tayin edememe, direniş iradesini sıklıkla paradoksal döngülere sokan şeydir. Bununla birlikte, sömürünün artık özgün bir yeri olmadığı ve artık özgün fark ya da ölçü belirleyemeyeceğimiz kadar derin ve karmaşık bir iktidar sistemine gömüldüğümüz düşünülürse, düşmanı tayin etmek hiç de azımsanacak bir iş değildir. Düşmanlarımız olarak sömürü, yabancılaşma ve alt-üst ilişkilerini görüyor ve yaşıyoruz, ama baskı üretiminin yerini bilmiyoruz. Ve buna rağmen hala direniyor, hala mücadele ediyoruz.” (Hardt&Negri, a.g.y.)
Görünmeyen ve “yeri olmayan” bir düşmana karşı ne umutsuz bir mücadele! “ Enformasyon çağı” nın tüm buluşlarına, bilgilenmenin bu ölçüde yaygınlaşmasına, dünyanın “global bir köye” dönüşmesine rağmen, tüm didinmelerimiz boşa çıkıyor, “ baskı üretiminin yerini bilmiyoruz.” Harika! Emperyalizmin bu kadar güzel perdelenmesine ne demeli? Onu bir sihirbaz ustalığı ve şıklığıyla yok etmek, emperyalizme ne büyük bir hizmet!
Sosyalizmin yıkılışından sonra, post- modern dünyada, düşmanın kamuflajının gittikçe mükemmelleştiğinin farkındayız; ancak onun “yerini” bulamayacak kadar izini kaybetmedik. Bu ancak postmo- dern hafıza kaybı ile mümkündür. Hardt ve Negri bu hafıza kaybının mükemmel örneklerini veriyorlar.
Bu görünmeyen düşmana karşı nasıl mücadele edilecektir?
“ Mücadeleler (Tiananmen Meydanı,
__ 40
Los Angeles isyanı, Paris ve Seul’deki grevler, vb.) televizyonda, internette ve akla gelebilen her türlü kitle iletişim aracında son derece medyatikleşmiş olmalarına rağmen, iletişim kuramıyor. Burada bir kere daha iletişimsizlik paradoksuyla karşılaşıyoruz.” (a.g.y.)
Bu tespitten hareketle yazarlar şu sonuca varıyorlar:
"Bu noktalar yeni bir mücadeleler dalgasına benzer bir şey oluşturacaksa, bu aralarında iletişim kuran bir mücadeleler dalgası değil, tek tek ve şiddetli bir biçimde patlayan bir dalga olacaktır. Kısaca, bu yeni aşamayı tanımlayan olgu şudur: Bu mücadeleler yatay olarak bağlantılı değildir, her mücadele dikey olarak, doğrudan İmparatorluk’un virtüel merkezine sıçrar.” (Hardt&Negri, a.g.y.)
Farklı noktalardaki mücadelelerin dili birbirine çevrilemiyor, bir iletişimsizlik paradoksu yaşanıyor. Yazarlar, bu tespiti yaptıktan sonra nedenleriyle ilgili en küçük bir irdeleme yapmadan bu olguyu sabitleştirip, günümüz mücadelelerinin “ stratejisini” çiziyorlar. Yatay bağlantıları olmayan, birbiri ile iletişim kurmayan, bulunduğu yerden doğrudan İmparatorluğun görünmeyen merkezine dikey o- larak vuran mücadeleler, günümüzün mücadele biçimi olacaktır.
Sosyalizmin bir sistem olarak varolduğu koşullarda, bilindiği gibi dünyanın herhangi bir tarafındaki mücadelelerin söylemi, hemen ortak sosyalizm diline çevrilebiliyordu. Bugünün dünyasında i- se, bu merkez hem pratik olarak hem de bir siyasal program olarak ortadan kalktığı için, mücadeleler kendi bağlantısız kanallarında akıyor. Ancak bunun geçici bir süreç olduğu, bu dalgaların ortak
düşmana karşı birleşeceği, birleşmek zorunda olduğu anlaşılabilir. Elbette, dünyaya postmodernizmin penceresinden bakmazsanız bu mümkündür. Daha doğrusu böyle bakmayanlar, eninde sonunda mücadeleleri paralel kanallarda buluşturmak için bütün çabayı gösterecektir. Bunun için, “ enformasyon çağı” nın i- letişim ağları doğrusu oldukça olumlu roller oynuyor. Küreselleşme karşıtı gösterilerin örgütlenmesi, hep bu iletişim ağlarında yürüyor. Bu mücadelelerin dillerinin birbirine çevrilmesi, hem belli bir zaman alacak hem de sosyalizm teorisinin yetkinleşmesine ve pratikte yeniden güç olmasına bağlıdır. Ancak dünyaya postmodernizmin penceresinden bakınca, düşünce ve davranışların sentez- Ieşmesi, birbirine çevrilebilirliği mümkün olmadığı, sadece düşünce ve davranışların farklı kaplarda çökelip tortulaşması mümkün görüldüğü için, İmparatorluğa karşı birleşik mücadeleler imkansızdır. Ancak dikey olarak İmparatorluk’un görünmeyen merkezine, ayrı ayrı darbeler vurmak mümkündür.
Sadece bu kadar da değil, yazarlar İmparatorluk’a karşı başka bir mücadele biçimi de ileri sürüyorlar:
“ Burada bir kez daha ilk haliyle demokratik ilkeyi görüyoruz: Terk, çıkış ve göçerlik. Disiplinci çağda sabotaj temel bir direniş nosyonuyken, emperyal kontrol çağında bu nosyon terk edilebilir. Modernlikte karşı-oluş, sıklıkla kuvvetlerin doğrudan ve/veya diyalektik karşı karşıya gelişleri anlamına gelirken, postmodernlikte karşı-oluş eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etkiyi sağlayabilir. İmparatorluk’a karşı savaşlar eksilme ve çekilme yoluyla kazanıla- bilir. Bu terkin bir yeri yoktur; iktidar a-
_ emperyalizmden ‘imparatorluğa’__
---------------------------------------------------------- 41 -----
lanlarım boşaltmak anlamına gelir.” (Hardt-Negri, a.g.y.) Emperyal kontrole karşı mükemmel bir mücadele biçimi: Terk! Ancak terkin bir yeri yoktur. Hareket kanunları dışında olmayan bir yere nasıl gidilecektir? “ İktidar alanlarını boşaltmak” ! Bütün bunlar, dil oyunundan başka bir anlama sahip midir? Düşman tespit edilemediği için modern çağdaki gibi mücadeleler, bir “ karşı-oluş” biçimine giremiyor. Bunun yerine “ eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etki” sağlanabileceği ileri sürülüyor. Bütün bu postmodern dil oyunu saçmalarının gerçek yaşamda bir tek karşılığı vardır: Emperyal kontrole boyun “ eğmek” !
Sonuç olarak, İmparatorluk, günümüz emperyalizminin postmodern bir büyücülükle “yok” edilmesidir.
— yol----------------------------------------
__ 42
A yşe T an sever
ARJANTINAZO KURULU SAATLİ BOMBA
Arjantin’in dünyanın 7. zengin ülkesi olduğu söylenir. Yeraltı ve üstü zenginlikleri açısından yokun belki de yok olduğu bir ülkedir. Bu zenginlik onun daha 1950 yıllarından itibaren hızlı bir şekilde sanayileşmesine yol açar. 1943’lerdeki popülist Peron Hareketi ve II. Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin bir sistem olmasının kapitalizmde yarattığı korku, A rjantin’de sanayileşmeye özel ilgi gösterilmesini sağlar. Arjantin ekonomisi Brezilya dahil tüm Güney Amerika ekonomisi büyüklüğündeydi. Daha o günlerde tahıl ve büyükbaş hayvan dışında, orta düzey endüstrileşmiş bir ülke olmuş, manüfaktür meta ihraç edecek duruma gelmişti. Arjantin bir İspanya, bir Portekiz gibi gelişkin ülkedir. İşçi sınıfı genel çalışan nüfus içinde %40’lara ulaşmış, ülke nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı bir ülkedir. 70’li yıllarda Arjantin kapitalist anayurtlarda görüldüğü şekliyle sendikalar, tarım kooperatifleri, iyi eğitim görmüş halkı ile kalkınmış bir ülke düzeyine ulaşmıştır.
Ama her zaman Arjantin’de çok zenginler olduğu gibi çok yoksullar da olmuştur. Çok zenginler ABD ve İngiliz zenginleri gibidirler. Örneğin başkent Bounes Aires kuzey ve güney olarak o rtadan ikiye ayrılır. Kuzeyde manikürlü köpeklerini dolaştıran kürklü yüksek burjuvalara karşılık güneyde karnı aç dolaşan milyonlarca insan kartondan evlerde yaşarlar. Sokakta bırakılan çocukların
kendi kendine büyümek zorunda olduğu, suç oranının korkunç derecelere u- laştığı, ahlaksızlığın akıllara durgunluk verecek bir durumda olduğu bir ülkedir.
Aradan bir yirmibeş yıl geçer ve 20 Aralık 200 l’de Arjantin 150 milyar dolar dış borcu ile iflas etmiş bir ülkedir. Ne dış ne de iç borçlarını ödeyemeyecek hale gelmiş, yoksullaşmıştır. Burjuva legalliğini de çiğner. Özel mülkiyetin kutsallığını da kaldıramaz. Halkın bankalardaki hesapları dondurulur. Ya da hesaplarına el konulur.
Ülke nüfusunun üçte birinin yani 10 milyon insanın yaşadığı başkent Buenos Aires dahil tüm ülkede süpermarket talanları başlar. Halklar çoluk çocuk sokaklara dökülür. Kimisinin ellerinde tencereler, tavalar sokaklarda devleti protesto ederler. Karınlarının aç olduğunu dile getirmeye çalışırlar. Başkentin ana meydanında toplanırlar. Başta IMF gözdesi Maliye Bakanı Domingo Cavallo ve devlet başkanının istifasını talep ederler. Hiçbir politikacıya güvenlerinin kalmadığını bağırırlar.
Polis saldırır. Gözyaşartıcı bombaların, plastik ve sahici mermilerin, tazyikli suların kullanıldığı bir dövüş yaşanır. Hala resmi olarak açıklanmamasına karşın en az 30 kişi ölür. Yüzlerce yaralı ve bine yakın tutuklama yapılır. Halk öncüleri devlet sarayına girerler. Ortalığı yakıp yıkarlar. Cavallo istifa eder. Devlet Baş-
43 —
kanı Rua da bir helikopterle devlet sarayının damından kaçmak zorunda kalır.
Başa halkın sevgilisi olduğu söylenen R. Saa gelir. “ Ne devalüasyon, ne peso, ne dolar” der. Üçüncü bir para birim ini çözüm olarak önerir. Bunun ne demek olduğunu anlayan halk yılbaşından bir gün önce yine sokaklara dökülür. Bu kez başa Eduardo Duhalde gelir. Şimdi olaylar durulmuş gibi. Arjantin yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemin ne kadar süreceği ve olayların nasıl gelişeceği önümüzdeki günlerde yaşanarak görülecektir.
Böylesine zengin bir ülke yaklaşık 25 yıl içinde nasıl böyle borçlu bir ülke konumuna gelmiştir? Ya da getirilmiştir? Bir on yıldır neredeyse hergün Menem- ler ve Cavalloların uyguladıkları politikalarla beyinlerimiz yıkanıyordu. IMF ve Dünya Bankası ya da dünya finans- kapitali bu kişileri bize örnek olarak sunuyorlardı. Bu politikacıların neoliberal politikaları uygulamada gösterdikleri başarı dillerden düşmüyordu. Nasıl herşeyi özelleştirdikleri ve bunun ülkeyi nasıl kalkındıracağı ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Evet, Arjantin bir mali kriz içindeydi; ama borçlarını ödeyecekti. Gayri safi hasılasına göre borçlanması çok sayılmazdı, diye duyuluyordu. Ve birden halk ayaklanarak nasıl da durumlarının içler acısı olduğunu dünyaya duyurdu. Evet, dünyanın bu 7. zengin ülkesinin halkı nasıl böyle yoksul bir halk konumuna getirilmiştir? Ve buna başkaldırma nasıl örgütlenmiştir? A ltta yatan halk güçlerinin örgütlülükleri nelerdir? Bunları incelemek yerin- dedir.
— yol----------------------------------------PERONİZMİN KÖKLERİ
I900’lü yılların, başından itibaren A rjantin işçi sınıfı hareketi başlar. 1930’lar kapitalizmin krizi en derin yaşadığı günlerdir. Sosyalizm kurulmuştur. Tüm dünyada işçi sınıfı hareketleri başlamıştır. Arjantin’de de işçiler sınıf mücadelesini artırmışlardır. İşçi Federasyonu etkinliğini artırır. Ve gelecekte bu güç Pe- ronizm’in çekirdeği olacaktır.
Peron iktidarını 3 dönemde incelemek uygundur. Ordu iktidardadır. İspanya faşizminden etkilenerek faşizmin yararlarını savunmaktadır. Peron işçi komisyonunda komünizmin etkinliğini kurmuştur. İşverenlere giderek halkların durumlarının kötü olduğunu, sosyalizmi örnek alarak bir devrim gerçekleştirebileceklerini savunur. Cunta, Peron’u hapse atar. Halk sokaklara dökülünce de serbest bırakmak zorunda kalır. Pe- ron’un iktidar olması ile ikinci döneme geçilir. 1946-55 yıllarındaki bu dönemde işçiler bir çok hak elde ederler.
“ Peron iktidarında sosyal güvenlik çok genişledi. 5 milyon işçiyi kapsadı. Yaklaşık bütün işgücünün % 70’ini. Sağlık sigortası genişledi, yiyecek ve temel maddelerde sabit fiyat getirildi, işçilere ev kredisi garanti edildi; kamu sektörü genişledi ve gerçek ücretler 1946-49 a- rasında %60 yükseldi. İşçi sınıfının ulusal gelir içindeki payı 1946-50 arasında hızla yükseldi. (Shaping the Political Arena, Critical Junctures, The Labor Move- ment and Regime Dynamics in Latin A- merica, Berins Collier ve David Collier, Princeton Uni. Press, 1991, sf. 341)
Bundan sonra Peron döneminin ü- çüncüsü başlar. Peron’un bu politikaları
sonucu ilk yüksek enflasyon başlar. Dış ticaret durma noktasına gelir. Ekonomi kötüleşmeye başlar. Bu kez Peron verilen hakları geri almaya kalkar, kemer sıkma politikaları uygular. Sendikacılarla da anlaşır. Ama işçi sınıfı bu sendikacıları kapı dışarı ederler. Ve bundan sonra Peron ve anti-Peron iktidarlar bir iner, bir biner. Ve bu ara Peron ölür. Ancak Arjantin halkı Peron dönemini asla u- nutmayacaktır. Peron Partisi özünde sendikalizm temelinden bir işçi hareketi gibi çıkmış, popülist bir harekettir. Ve sonuçta devletçilikle beslenen finans-ka- pitalle kaynaşmış bir kesim yaratmıştır.
BORÇ BİRİKİM TARİHİ
1976-1983 yılları arasında iktidarda askeri cunta vardır ve de ilk ciddi borçlanmalar bu dönemde yapılır. Cunta A rjantin’in ABD ve İngiliz zenginleri kadar zenginleriyle kaynaşmış en zengin bir a- vucun iktidarıdır. Sınıflar savaşı yükselmiştir. IMF’ye borçlanılıp silah alınır ve halkın üstüne sıkılır. 30 bin genç bu dönemde katledilir. Başkent Buenos A ires’in en önemli merkezinde çocuklarının arkasından ağlayan ya da kaybolan evlatlarının fotoğrafları ellerinde onları arayan analar toplanırlar. Aynı bizim Galatasaray Meydanı’nda toplanan Cumartesi Anaları gibi. Bu meydana da bu nedenle Analar Meydanı denir.
İktidara geldiklerinde 8 milyar dolar olan borç, birkaç yıl içinde 45 milyara çıkar. Cunta üyeleri, silahtan geri kalan paraları İsviçre ve ABD’de bankalara kendi hesaplarına yatırırlar. 2000 yılında Arjantin Yüce Mahkemesi, cunta döneminde alınan kredilerin yasadışı harcan
dığı tespitini yaparak borçların ödenmemesi kararını aldı.
Yani bu dönemin borçları bu derece şaibeliydi ve cunta üyeleri tutuklanmışlardı. Ama yerine geçen Alfonsin hiç bunları önemsemedi, gözünü kırpmadan borçları üstlendi. 1989 yılına kadar iktidarda kaldı ve borçlara kendisi de bir 15 milyar ekleyerek bunu 60 milyara çıkardı. Döneminde en başta Renault ve ABD Citibank’ı gibi çok uluslu şirketleri zenginleştirdiği söylenir. Halklar yine sokaklara dökülürler. Peron Partisi’nin önde gelenlerinden -bizim halkımızın kanında Türklük olduğu için Türko dediği- Menem popülist talepleriyle ortaya çıkar ve iktidar olur. Menem 89-98 yılları arasında iki dönem devlet başkanlığı yapar.
Menem, Peronizm geleneğinden gelen burjuva temsilcisi olarak gerçekten neoliberal politikaların uygulanmasında parmak ısırtacak başarılar sergiler. Halk ayaklanması ile gelip orta burjuvaziyi zenginleştirmeye yarayacak neoliberal politikaları eşine az rastlanır bir şekilde uyguladı. Her şeyi, evet ama her şeyi, postasından tren yollarına, hava alanlarından emekli sandıklarına, ulusal petrol şirketlerinden bankalarına tüm ülke sanayini, her şeyi özelleştirir. Öylesine ö- zelleştirme derdine düşmüştür, buna öylesine inanmaktadır ki borçlu özel şirketlerin borçlarını devlet borcu olarak üstlenir ve çok uluslu yabancı şirketlere satar. Bir yabancı bankacı o zamanlar ö- zelleştirmelerle ilgili olarak “ Herhalde bir servet elde edeceğiz, hayatımızda e- limize bir daha böyle fırsat geçmeyeceğini biliyoruz.” diyor. (Financial Times,19 Mart 2002) Hayvanat bahçesindeki aslanlardan sokaklardaki kaldırım taşla-
____________________arjantinazo__
--------------------------------------- 45 ---
— yol
rina kadar her şey çalınır. Tüm dünyaya açıklık, şeffaflık nutukları çeken IMF, Dünya Bankası ve tüm dünya finans-ka- pitali bunu yapan kişileri gizleyerek de onların suçlarına aslında ortak olmuşlardır.
Menem, neo-liberal politikanın ö- nemli diğer ilkesini de aynı özelleştirmedeki gibi aşırı uçta uygulayacaktır. Ülke para birim değerinin dalgalanmaya bırakılması, yani serbest kur politikası. Borçların kolay ödenmesinin yolu enflasyondur. Bu canavar % 5000’lere tırmanır. Halk sokaklara dökülür. İlk süpermarket yağmalamaları yaşanır. Süpermarketlerdeki yiyecek madde fiyatlarının günde 3 kez değiştirildiği günler hala halkın anıla- rındadır. Halk 50’lerdeki gibi bir Peron aramaktadır. Ancak % 5000’lere varan bir enflasyon yaşayan ülke parasının neresi artık dalgalanmaya bırakılacaktır. Kimsenin pesoya güveni yoktur. Ne yapılacaktır?
Bizim Derviş’le birlikte IMF’de çalışmış olan Domingo Cavallo pesonun dolara eşitlenmesinde bulur çareyi. Enflasyonun yarattığı peso korkusu, ancak doların yarattığı pembe düşler dünyasından yatışabilecek olsa gerektir. Kimsenin güvenmediği peso ancak dolar gibi tüm dünyanın güvendiği bir para biriminin şanı şerefi ile değer kazanacaktır. 1991 yılından itibaren I peso = I dolar politikası uygulanır. Aslında bu devalüasyon yağmurundan kaçarken neo-liberalizm dolusuna tutulmak gibi bir şeydir. Ücretler de dolara bağlı olunca Arjantin dışarı mal ihraç edemez duruma gelir. Batı ü- retim tekniğinin yüksekliği ile Arjantin tekniği aynı değerde değildir. Üretim diğer ülkelerden daha pahalı hale gelmektedir.
Özelleştirme ve dolara eşit peso uygulamalarının bilançosu ‘96 yılında 120 milyar dolardır. Yani hem tüm ülke taşından toprağına satılmış hem de bu kadar borcun içine düşmüştür. Neoliberal politikalarla vadedildiği gibi tüm hizmetler hiç de ucuzlamamış aksine halkın yararlanma imkanlarının dışına çıkmıştır. Elektrik, telefon borçları ödenemez. Ö- zelleştirilen okullara çocuklar yollanamaz. Özelleştirilen hastanelere gidilip tedavi görülemez. Ne trenlere binilir, ne uçaklara. Öte yandan verimlilik artırmak adına işçilerin yarısı işten çıkarılarak geri kalan yarısı 2 kat çalışmaya zorlanır. Yani bütün bu borçlara rağmen halkın yaşamında bir iyileşme değil, tam tersine bir kötüleşme yaşanmaktadır.
1998’de adı uluslararası yolsuzluklara da karışan Menem iktidardan gider, e- vinde göz hapsi yılları yaşamaya başlar. Devlet Başkanlığı’na Rua gelir. A rtık e- konomide hiçbir iyileşme yoktur. İhracat gelirleri borçların ancak 5’te birini karşılamaktadır. IMF’den gelen kredilerle borç taksitleri ödenmeye başlanmıştır. Bunlar da yetmemektedir. Özel e- meklilik paralarına el konulur. Ücretler % 13 oranında azaltılır. Yerli bankalar devlet tahvili almaya zorlanır. İç borçlanma çok artmıştır. Buna rağmen aylarca devlet memurlarının maaşları ödenemez. Ordu paraları ödenemez. Yarım gün çalışmaya başlarlar. Bu kez bohç taksitleri önüne gelen her şeyi yemeye başlamıştır.
1999 yılından beri kimsenin Arjantin ekonomisine güveni yoktur. IMF sürekli olarak ihracatı artırmak için ‘finans politikasına çekidüzen vermeye’ davet edilmektedir. Bunun anlamı ortadadır. Pesonun değerini dolardan ayır ve yine
__ 46
dalgalanmaya bırak. Devalüasyon yap. Halk bu nedenle tekrar dolara kaçmaktadır. Bankalarda dolar hesapları açılmaktadır. Zenginler paralarını dışarı kaçırmaya başlarlar. Bugün yabancı banka kasalarında Arjantin’e ait 150 milyar dolar olduğu söylenmektedir. Tam da dış borçlara denk düşen bir para miktarı.
İçeride bankalarda ise 45-60 milyar dolar paranın olduğu da tahmin edilmektedir. Rua hükümeti işte 19 Aralık günü bu paralara el koyar. Bankadan para çekilmesi ayda 1000 dolarla tahdit e- dilir. Aslında bu paranın da IMF’ye ödenebilmesi için atılacak son adımın bir öncesidir. Ya da artık 10 yıldır uygulanan I pesonun I dolara eşit olmasının yükünden Arjantin burjuvazisi kurtulmak istemektedir. Bunun bedelini halka yüklemek istemektedir. Dolarlara el koyup 10 yıllık devalüasyonu bir çırpıda yakacaktır. Halk ayaklanır. Zenginler paralarını zaten internet aracılığı ile borsa- lardan hisse senedi alarak kaçırmışlardır. Orta burjuvazi elindeki son dolarları kaybetmemek için sokaklara dökülür.
Arjantin bilindiği gibi futbolun anavatanıdır. Arjantinlilerin futbolla yatıp futbolla kalktığı söylenir. Gol kelimesi de aynı bu ülkeden alınmıştır. Arjantinliler gollerin golüne golazo derler. Yani gol kelimesinin arkasına bir azo eki ekleyerek bir katmerleme yaparlar. Cordoba kentinde halk ‘69 yılında ayaklanır. Ve devrin yönetimine karşı çok güzel bir direniş sergiler. Kentin adı o günden beri Cordabazo olmuştur. Arjantinli’ler 19 Aralık’taki direnişlerine de Arjantinazo diyorlar. Tercüme edersek Arjantin halkı hükümetlerine bir gol atmıştır. Ya da bu halk direnişi Arjantin’de herşeyi değiştirecek, onu daha güzelleştirecek, o-
arjantinazo__
nu Arjantinliler’in Arjantin’i, Arjantinazo yapacaktır.
20 Aralık 2001 günü Arjantinazo dünya halklarına şunu duyurdu. IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, özelleştirme ve liberal politikalar halklara refah değil borç, yoksulluk, açlık, hastalık, cahillik getirirler. Bu politikalar karları özelleştir, borçları millileştir demektir. Neoli- beral politikalar halkların tüm birikimlerini, ellerinde avuçlarındakini almakla kalmaz, ayrıca geleceklerini de ipotek altına alır.
Arjantin halkı bunu tüm dünyaya ilan etmekte ve Arjantinazo yoluna çıktığını duyurmaktadır. Başa Sua geçer. Arjantinazo doğrultusunda sözde bir takım önlemler açıklar. Çok kısa bir zamanda I milyon işyeri açacak, halka bedava yiye- cek-içecek dağıtacaktır. Ne devalüasyon ne de dolara eşitlenme çözümdür. Ü- çüncü bir para birimi çıkarılacaktır. Halk bu son maddenin ne demek olduğunu i- yi bilmektedir. Tekrar halk sokaklara dökülür. Bu kez devlet başkanlığına Me- nem’in yaveri Eduardo Duhalde gelir. Batı finans kapitalini çok kızdıracak halk taleplerine uygun bir program açıklar.
DUHALDE PROGRAMLARI
Bush ve AB’nin, Duhalde’nin bankaların millileştirilmesi, fiyatların dondurulması, IMF borç ödemelerinin durdurulması taleplerine kızmalarında anlaşılmayacak bir yan yoktur. Duhalde, yerli orta burjuvaları koruyan, iflaslarında onlara dolar borçlarını ödemede ayrıcalık tanıyan iflas yasası çıkarmıştır.
Ayrıca şimdi ortada açık bir gerçeklik vardır. Peso-dolar eşitliği bozulmalı-
47 ---
dır. 10 yıllık devalüasyon birden yapılacaktır. Peki bu durumda bankalarda var olduğu söylenen 45-60 milyar arasındaki dolar ne olacaktır. Bir kez bu dolar, dolar olarak geri ödenmemelidir. Pesonun değer kaybetmesinden doğan zarar kimin hanesine yazılacaktır. Duhalde şu sözle iktidara gelmiştir: “ 100 bin doların altındaki miktarlarda I dolar 1.4 peso’ya eşittir.” Şimdi bunu kim ödeyecekti? Ayrıca dolar borçları I dolar = I peso bazından borç olarak tahsil edilecektir. Peki bu farkı kim ödeyecektir? Duhalde başta bu zararın çok uluslu şirketlere yazılmasının planlarını yapmaya başlar.
Bütün bu önerileriyle Duhalde, çok yönlü bir dış baskı altına alınır. Bush karşı çıkar, ispanya eski hükümet başkanı ö- zel olarak ricaya gider. Arjantin’e en çok yatırımı olan İspanya, kendi şirketlerinin üstünden yükün kaldırılması koşulunda I milyar dolarlık yardım önerisi ile gelir. AB dışişleri bakanları Brüksel’de “ tavsiye kararlan” alırlar. Bir yandan IMF, bir yandan Dünya Bankası baskı yaparlar. Tehditler başlar. Ülkedeki yabancı bankalar ülkeyi terk edeceklerini açıklarlar. Kısacası dünya finans kapital kurumlan bu kez Arjantin hükümetini top ateşine tutarlar. Tüm ilişkileri kesip yalnız bırakmakla tehdit ederler. Duhalde yumuşama belirtileri gösterir. Devalüasyondan doğacak bedellerin işte şu şekilde ödenmesi, yok bu şekilde filan diye geri adım atmaya başlar.
Bu sırada Devlet Yüce Mahkemesi Rua hükümetinin aldığı banka mevduatlarının dondurulması kararını anayasaya aykırı bulur. Bu uygulamanın derhal kaldırılmasını ister. A rtık bu bir rastlantı mıdır, nedir bilinmez; Duhalde ikinci programını açıklar. Ve Menem gibi po
— yol----------------------------------------pülist politikası 180 derece dönüş yapar.
Millileştirmelerden vazgeçilir. Fiyatların dondurulmasından vazgeçilir. Peso dalgalanmaya bırakılır. 100.000 dolara kadar olan hesaplar I dolar = 1.4 peso- dan, gerisi ise I dolar = I peso olarak ö- denecektir. Böylece nispeten az doları olanların hakları korunmuş olacaktır. A- ma temelinde tüm halka kazık atılmış ve 10 yıllık devalüasyon halka ödettirilme yoluna çıkılmıştır. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda I dolar, 4 peso olmuştu. Yani bir ay içinde % 400’lük bir değer kaybı. Böylece enflasyonun yolu açılmış ve halk bir de bu yoldan soyulmaya başlanmıştır. Bu gidişle eskilerin % 5000’li rekorları kırılacağa benzer.
Zaten halk perişan haldedir. Nüfusun yarısı, 19 milyon insan zaten yoksuldur. Şimdi 15 milyon insanın da yaşam için gerekli ihtiyaçlarını alamadığı söylenmektedir. Hergün 2000 kişinin yoksulların safına geçtiği, 10 çocuğun öldüğü söylenmektedir. Ücretler son zamanlarda % 50 düşmüştür.
Ama Duhalde buna çözümü tekrar IMF kredilerinde bulmaktadır. Ülke bir kez daha neoliberal politikaların peşine takılmıştır. Tükürülenler tekrar yalanmış, suçun neoliberal politikalarda değil uygulamalarda olduğu, Arjantin’de sivil örgütlenmelerin eksik olmasının da bu yanlış uygulamaları azdırdığı sonucuna varılmıştır. IMF de boyuna eskisi gibi reform önerilerini sürdürmektedir. Duhalde son yaptığı reformlarla IMF kredi yolunun açılacağı umudunu besliyordu. Ama halkın ayaklanmadığını gören IMF ve ABD, daha da zorlayabilecekleri düşüncesine varmış olsalar gerek ki, Duhalde reformlarını yeterli bulmadılar. A-
Iışık olduğumuz şekilde “ sosyal harcamaları 7 milyar dolar kes, vergileri 4 milyar dolar artır” diyorlar. Bunların anlamını bir ekonomist incelemiş, aynı miktarda vergi artırımı ABD için 400 milyar dolarmış. “Acaba Bush bu kadar vergi artırımını bir çırpıda yapabilir mi?” diye soruyorlar.
Latin Amerika geneli ve Arjantin ö- zelinde her şey aşırı uçlarda yaşanır. Bu bizdeki gibi koyu bir feodal baskı yaşama sonucu yoğurdu üfleyerek yeme alışkanlığı olmayışlarından mı geliyor, yoksa kapitalizmin disiplinini yaşamadıklarından mı kaynaklanır bilinmez, ama her şeyi a- şırı yaşarlar. Bir 25 yıl içinde 150 milyarlara varan borçlanma. Kılıfını bulmadan minare çalmalar. İnsan aklına durgunluk verecek % 5000’lere varan enflasyonlar ve sonra da I peso = I dolar. Şimdi de I ay içinde 180 derece değişen politik hatlar. Bu gidişin sonu nereyedir? Arjantin halkı bir gol attı Arjantinazo oldu. Şimdi dünya finans kapitali ve ortaklarından bir gol yediler. Bunun adı nedir bilmiyoruz, ama acaba halk Arjantinazoların Arjanti- nazosuna hazırlanıyor mu? Şimdi biraz da halkları tanımaya çalışalım.
HALK ÖRGÜTLENMELERİ
Duhalde hükümetinin birkaç yıl içinde değil, bir ay içinde 180 derece dönmesi, daha doğrusu dönebilmesinin nedenlerini elbetteki, alttaki halk örgütlenmelerinde aramak gerekir. Halklar sokaklara dökülüyorlar, devlet başkanları helikopterle kaçıyor ve sonra yerine gelen hükümetin kararlarını beğenmiyor, onu da al aşağı ediyor. Sonra Duhalde iktidar oluyor. Programını bir ay sonra
en baştakilere yakın yapıyor ve bu kez ses yok. Sanki ayaklanan halkla şimdi sesini çıkarmayan halk aynı değil gibi. Bunun nedenlerini sanırız halk örgütlenmeleri içinde aramak gerekmektedir.
Elbette çoğu sol çevreler Arjantin o- laylarına büyük umutlarla baktılar. Batı’- nın neoliberal politikalarına karşı bir halk direnişi nasıl ortaya çıkacak? Sosyalizm yıkıldıktan sonra yeniden bir sosyalist ülke kurulabilir mi? Kurulabilirse ve eskiyi tekrar etmeyecekse nasıl bir şey olur? Kimilerine göre de günümüz A rjantin’i hala devrimci bir durum yaşamaktadır. Devrim hazırlığı içindedir. Öyleyse alttaki örgütlenmelere daha yakından bakmak uygundur.
a) SendikalarArjantin’de 3 sendika federasyonu
vardır. Birincisi resmi olan CGT’dir. İ- kincisi muhalif CGT’dir. Arjantin’de yoğun bir işçi sınıfı geleneğiyle bu sendikaların grev yapmaları çok rastlanan şeylerdir. Hatta genel grevler bile bir uç olma özelliği taşır. Dünyada en çok grevin yapıldığı ülke Arjantin’dir. Arjantin’de herkes genel grevlerin ne anlama geldiğini çok iyi bilir. “ Bir taksi şoförüyle konuşup sorun; ‘Bu genel grevle ilgili ne düşünüyorsunuz?’ diye. Hemen ‘Bürokratlar öfke atmak için kullanıyorlar.’ yanıtını alırsınız. Bunlar hiç aktif bir mobi- lizasyonun ya da fabrika işgalinin yapılmadığı bir günlük eylemliliklerdir. İşveren bilir ve devlet de bilir ki, eğer bir günlüğüne birşey yapmazlar, karşı koymazlarsa ertesi gün herşey normale dönecektir.” (internet, www.zmag.org)
Bu gelenek ve alışkanlık içindeki sendikaların 20 Aralık ayaklanmasında ol-
____________________arjantinazo__
49
— yol
madıklarını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Herkes onların o- laylar sırasında yataklarının altına saklandıklarını bilmektedir. “Arjantinliler, bakacak yüzleri yok demektedirler.”
(a-g-y-)Üçüncü sendika federasyonu daha
çok memurlar arasında örgütlü CTA’dır.
“ CTA sendikaların içinde en radikal ve aktif olanıdır ve kamu çalışanları sendikası ATE şemsiyesi içindedir. İşsizlerle ve karakol kuranlarla bağlantılıdırlar.
“ Çok önemli yapısal sorunlar ortaya koydular. Ama hiçbir noktada kapitalist sistemi sorgulamadılar. Dahası militan eylemlilikler içine girip, sonra geri adım atıp pazarlığa oturma eğilimleri var... İşçi sınıfı sorununun eylemden çok lafını yapıyorlar.” (a.g.y.)
Arjantin’de yoğun bir işçi sınıfı vardır. Toplam çalışan nüfusun % 40’ı endüstri işçisidir. Bu az bir rakam değildir. Ve ilginç olanı, bunlar gruplar halinde bir arada işçi semtlerinde yaşarlar. Şimdi neoliberal politikalar sonucu bu işçilerin % 20’si işsizdir. Sendikaların bu duruma tavrı % 20’nin peşine takılmaktır. Yani bu % 20'nin, ellerindeki çalışanların çıkarlarını savunmaktadır. Elbette bunda da şu anlamda anlaşılmayacak bir sorun yoktur. Neoliberalizm- den başka bir ufuk taşımayınca ya da kapitalist düzenden kopuşmayınca başkası da düşünülemez. Sendikaların sarılıktan kurtulmaları yaşanan sosyalist sistemin eleştirisinin yapılması ile gerçekleşebilir. Böyle bir eleştiri ancak Marksizm’in de günümüz kapitalist üretimi çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi ile mümkündür.
b) Sol ÖrgütlenmelerSendikaların dışında sol örgütlenme
ler de 20 Aralık ayaklanmasında bir öncü yol oynamamışlardır. Marksist ve Troçkist sol partiler bireyler olarak o- laylara katılmışlar, bildiri ve gazetelerini dağıtmışlardır. Sol örgütler tüm dünyada olduğu gibi parçalıdırlar.
Arjantin Devrimci Komünist Partisi olayların içinde olmayışlarına bir gerekçe daha eklemektedir. “ Devrimci hattı- mız vurucu güç içinde çalışma yürütmeden düşünülemez. Ordu içindeki bir kesim kazanılıp diğer gerici kesim pasifize edilmeden bir halk ayaklanmasının mümkün olamayacağını defalarca söyledik.” (Aufbau, Sayı 25, Mart 2002) Devrimci Komünist Parti, neden ordu içinde çalışma yapmamıştır ya da yapamamıştır?
20 Aralık olaylarına baktığımızda o rduyu göremeyiz. Ordu barakalarından çıkıp polis ve kolluk kuvvetleri yanında yer almamıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi ordu, Arjantin finans kapitali, ABD ve İngiliz finans kapitalleri ile et-tırnak gibidir. ‘76-‘83 yıllarında cunta yönetimi halkı orduya düşman ettirmiştir. Halka kan kusturmuş, madden de soyup soğana çevirmiştir. Yaptıkları yolsuzluklara karşı Peronistler iktidarda orduyu lağ- vetmemişlerdir elbette; ama maddi manevi tüm yetkilerini ellerinden öylesine almışlardır ki kimi çevrelere göre Arjantin ’in savunması ortadan kalkmıştır. Ve son parasızlık döneminde ordu personeli % 50 çalışmaya başlamıştır. Yani o rdunun arası halk kadar iktidarla da pek i- yi olmamıştır. Ama elbette nihai olarak iktidar ile ordunun çıkarlarının birleşmesi kaçınılmazdır. Ancak son yaşanan
__ 50
olaylarda Peronistler, orduyu halka karşı ya kullanmadılar ya da kullanamadılar, daha büyük bir olasılıkla halkın nefretini üstlerine çekmek istemediler.
Bu durumda özelde Devrimci Komünist Parti'değerlendirmesi ve genelde de tüm sol partilerin olayların gerisinde kaldıklarını söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Bizim ülkemizde devrimciler bir 12 Eylül yenilgisi yediler. Sonra üstüne bir de sosyalist sistemin yıkılması gelince kendilerini toparlaması zorlaştı. Aynı şekilde Arjantin devrimcileri de cunta altında 30.000 şehit vermişlerdir. Devrimci siyasetler birinci olarak bunun, ikinci olarak da sosyalizmin hatalarının altında ezilmektedirler. Kendilerini daha toplayamamışlardır.
c) Kaseterol HareketiBanka hesaplarının dondurulması 20
Aralık günü Kaseterol Hareketi’ni doğurmuştur. Aslında bu sol hareketlerin yapamadıklarını halkın kendi kendine yapmasıdır. Sanırız bundan da çıkacak sonuç, halk hareketlerinin ölmediğidir. Halklar hala yaşam koşulları kemiğe dayandığında ayaklanacaktır. İster sol ö rgütlere bağlı, isterse de bağımsız. Onların öncülüğünde ya da öncülüğü olmadan. Ama Kaseterol Hareketi böyle bir öncüsüz davranmanın sonuçlarını da göstermektedir.
Orjinal adı CACEROLAZO’dur. Ca- cerola büyük kazan demektir. Büyük lokantalarda kullanılan cinsinden. Sonuna azo ekleyince de en büyük anlamına gelmektedir. Kazanların kazanı anlamına gelecek bir kelimedir. Yani dilimize çevirirsek kaseteroller kasetoreli. Kazanların kazanı hareketi.
arjantinazo__
Bu hareketin anavatanı Şili’dir. Pinoc- het diktatörlüğüne karşı Şiii halkı aç olduğunu dile getirmek için tencerelerle sokaklara dökülmüştü. Şimdi Arjantin halkı aynı şekilde sokaklara döküldüler. Bunlar Arjantin orta sınıf burjuvalarıdır, yoksul halk kesimleri değildir. “ Toplantıya katılanların çoğu ideallerine ihanet eden, kendilerini kandıran politik partilerden bıktıklarını dile getiren gençler. Ancak içlerinde pek çok işsiz de var. İşini kaybetmiş esnaf, emekliler, öğretmenler ve birçok meslek sahibi de bu toplantılarda aktif rol oynuyor. Çoğu daha önce böyle vatandaşa dayalı bir eylemlilik içinde bulunmamışlar.” (internet, commondreams.org) Bunlar bankadaki hesapları dondurulunca yoksullaşan burjuva kesimlerdir. İflas eden küçük esnafından doktoruna, avukatına ve muhasebecisine kadar herkes katılmaktadır. Ama bunların ortak noktası bankada dolar hesaplarının olmasıdır. Ve şimdi ya las etmiştir ya da paralarına el konulmuştur.
“ ‘En az 20 kişi toplanınca toplantı yapılıyor. O mahallede oturan herkes bir oy ve bir sözle katılabilir.’ Köşe başında durmuş eline de bir megafon almış kadın elindeki kağıttan okuyor. Yüzün üstünde mahalle sakini de çevrelemiş kadını dinlemektedir.
“ ‘Yürütme komitesi toplantıdan 15 dakika önce toplanıp komşuların verdiği önerilere göre gündem belirleyecek.’ diye okumasını sürdürüyor ve megafonu yanındakine iletiyor. ‘Burada kimse bir şeyleri kontrol etmiyor herkes sırayla konuşacak.’ ” (a.g.y.) 20 mahalle sakininin bir araya gelmesi ile oluşmuş mahalle komiteleri halkın kurduğu örgütlenmelerdir. “ Sonra bunlar birer temsilci
51
seçiyorlar ve bu temsilciler her pazar günü mahallelerarası toplantı yapıyorlar. Buralara 4000’in üstünde temsilcinin katıldığı söyleniyor.”
Ayaklanmalar sırasında en çok duyulan slogan “ Bütün politikacılar defol- sun!” du. “ Biz seçim sırasında oy atmakla tatmin olmuyoruz. Katılmak istiyoruz. Bizi de daha çok dinlesinler istiyoruz...” “ Politikacılarsız yaşayamayız, bu anarşi demektir... Bizi soyanları istemiyoruz. Onların yerine geçenleri yakından izle- yeceğiz.” (a.g.y.)
Bu grupların taleplerine bakalım. “ Girişimlerin çoğu emeklilere ve işsizlere yardım etmek için gönüllüler ekibi kurmak ve hastane personelinin önerileri doğrultusunda yardım etmek. Ancak sorunları ulusal zemine çıkarmak önerisi öncelikli. Mahalle toplantıları yasaların yapıldığı binaya bütçe konuşmaları sırasında bir yürüyüş düzenlemeyi düşünüyor. Ya dolar birikimlerinin pesoya çevrilmesini protesto etmek için banka merkezine yürümek ya da IMF temsilcileri ülkeye geldiğinde onları protesto gösterileri yapmak gibi öneriler dile geliyor.” (a.g.y.)
Görüldüğü gibi bu burjuva halk mahalle örgütlenmelerinin talepleri, bankada dondurulan dolarlarının peso olarak ödenmesini protesto etme zemininde olmaktadır. Ve bunun düzenin temellerini sarsıcı bir yapısı yoktur. Elbette; a- ma giderek de radikalleşmektedirler. Ancak çok karışık örgütlenmelerdir ve çeşitli zaaflarla inmeli olmaları kaçınılmazdır. Herkesin tek oyla temsil edildiğinin ve kontrolün kimsenin elinde olmadığının söylenmesi aslında örgütlülüklere karşı duyulan bazı şüphelerin belir
— yol----------------------------------------
___ 52 __________________________
tisi gibi yorumlanabilir. Ayrıca bunların içinde devlet yanlısı faşist gruplar vardır. Hatta 20 Aralık olayları sırasında bunlar halkı provoke etmişlerdir. Sanırız Du- halde hükümetinin bir ay içinde 180 derece dönebilmesinin altında bu mahalle löse örgütlenmeleri gerçeği ve Kasete- rol Hareketi’nin sırf tencereler tavalar vurup, düdükler çalarak dolaşmasında yatmaktadır. Sırf protesto zemininde kalmaktadırlar.
d) İşsizler Hareketi20 Aralık olaylarının militan gücü, o-
laylara damgasını vuran asıl bu harekettir. İşsizler Hareketi isminden de anlaşılacağı gibi eskiden işçi, şimdi işsiz olanların ö rgütlü bir hareketidir. Ancak içinde eski işçiler kadar henüz hiçbir işte çalışmamış gençler de vardır. Kadınlar, hareketin % 60’ını oluştururlar. “ Daha ilginci eski endüstri işçilerinin eşleridir. Bu işçilerin eşlerinin yüksek katılımı ve militanlıkları kayda değerdir. Kocaları artık uzun işsizlik dönemi sonucu moralini neredeyse tamamen yitirdiği için aile sorumluluğunu daha çok üstlenmektedirler. Kocalarını grev alanlarına çağıran ya da iş elde etmek için daha çok eyleme katılmaya zorlayan onlardır. Çünkü eğer yol kesme eylemi sırasında orada bulunmazlarsa komite toplandığında iş alma hakları da yok demektir.” (www.zmag.org)
Hareket nasıl başlamıştır? “ Özelleştirmenin sokağa attığı, üretim deneyi o- lan, bir fabrikada çalışmış ama şimdi işsiz olan işçilerin sorunlarını duyurmak amacıyla ortaya çıktı.
“ Bu son harika başarılar birkaç yılın sabırlı ve genellikle de karmaşık örgütlenmeleri üstünde yükseliyordu. İşsizler
belediyelere, devlete ve federal hükümetlere dilekçeler gönderdiler. Barışçıl olarak gösteriler yaptılar. Ancak bu taktiklerinden bir sonuç alamayınca daha direkt eyleme geçtiler. Devlet, belediye binalarını işgal etmeye, zaman zamanda ateşe vermeye başladılar. Yolları kapatmak ve kitlesel karakol kurmak eylemleri ülke içindeki Cutrol Co ve Plaza Hu- incal kentlerinde 1996 Haziran ve tekrar 1997 Nisan aylarında başladı. Bu gösteriler binlerce kişiyi işten çıkartmalara ve fabrika kapatmalarına karşı ö rgütledi. 1990’ların sonuna gelindiğinde kitlesel yol kesmeler Buenos Aires’in işçi sınıfı varoşlarında yaşanmaya başladı. Buralarda özelleştirilmiş elektrik santrali ve dağıtım şirketlerinin yolladığı yüksek elektrik faturalarını ve bu faturaları ödeyemeyen işsizlerin elektriklerinin kesilmesi protesto ediliyordu. 2000’lere gelindiğinde eskinin zengin petrol çıkarım kentleri Neuquen ve General Mos- coni de kitlesel gösteriler başladı. Özelleştirme iş alanlarının kapatılmasına ve kitlesel işten çıkarmalara karşı devlet alternatif iş alanları açma sözünü IMF’ye borç ödemek için bütçe kısıntıları yaptığından yerine getiremeyince yapıldı.” (monthlyreview.org )
İşsizler Hareketi’nin örgütlenmesi ‘96 yılında, yani özelleştirmelerin sonuçlarının alınmaya başlamasına denk düşer. Hizmetlerin bu nedenle pahalılanması ve kitlesel işten çıkartmalara karşı bir eylem olarak başlamıştır. Ve de ancak legal zeminde dövüşmesinin bir sonuç vermemesi ile de şiddete kaymaktan başka seçeneği kalmamıştır. Daha sonra 2001 Eylül ayında hareket ulusal kongresini yaparak ulusal çapta bir örgütlenme olduğunu tüm dünyaya duyurmuştur.
İşsiz İşçiler Hareketi (İİH)’nin temelinde herhangi bir sendika ya da siyaset yoktur. Genellikle belediyeler çerçevesinde merkeziyetçi olmayan bir anlayışla örgütlenirler.
“ Her belediyenin kendi sınırları içindeki tek tek varoşlar olarak örgütlüdürler. Her bir varoş alanı da büyüklüğüne göre çeşitli bloklardan oluşabilir. Her bloğun kendi gayri resmi lideri ve eylemcileri vardır. Her belediye tüm aktif eylemcilerinin katıldığı genel kongreyle örgütlenirler. Bu kongrelerde politika belirlenir. Talepler ve yol kesmelerin örgütlenmesi, tüm aktif üyelerin katıldığı genel kongrede ortak olarak yapılır. Bir otoyol ya da merkez yolun kesimi hedeflendi mi, kongre bloklar arası desteği de örgütler. Yüzlerce, hatta binlerce kadın, erkek ve çocuk bu yol kesmeye katılırlar, çadırlar kurulur, yol kenarlarına çorba mutfakları açılır. Eğer polis tehdit ederse, yüzlerce insan bölge varoşlarından akın ederler. Eğer hükümet görüşme kararı alırsa, hareket görüşmelerin tüm yol kesenlerin ortasında yapılmasını talep eder. Kararlar eylem yerinde ortak kongrede alınır.” (a.g.y.) Elde edilen işlerin ya da yiyecek paketlerinin dağıtılması hekesin eyleme katılış derecesine göre yapılır. Herkes eyleme katılış biçimi ile puanlar alır ve bunların toplanması da ganimetin paylaşımında temel ölçüdür.
Yıllardır bu yol kesme eylemleri başarıyla devam etmektedir. İİH’nin ne tür talepleri olduğunu görelim.
“ İşsizler Hareketi’nin yerel yönetimlerin denetiminde devletin finanse ettiği istihdam alanı gibi acil taleplerinin dışında şunlar bulunur: Yiyecek paketleri da
_____ ______________arjantinazo__
53
— yolğıtımı; tutuklanmış yüzlerce işsiz militanın serbest bırakılması; su, yol ve sağlık hizmeti olanakları gibi kamu yatırımları, istihdam talebi, karın tokluğuna geçici bir iş dışında geçim sağlayıcı kalıcı bir işte olabilir. General Mosconi’de hareketin liderleri 300’ün üstünde proje geliştirdiler. Bunların bir kısmı başarıyla işlemektedir. Taleplerde yiyecek dışında fırın, organik bahçeler, su arıtma tesisleri, mahalleye ilkyardım kliniği kurulması gibi birçok başka proje de vardır. Bir anlamıyla kent, bu yerel işsizler komiteleri tarafından yönetilmektedir. Yerel belediye kenara itilmiştir. Bazı işçi mahallelerinde İşsizler Hareketi sözde kurtarılmış bölgeler yaratmışlardır. Çünkü bunların gücü ve hareket yeteneği yerel yetkililerin ya elini koluna bağlamakta ya da onlardan daha üstün çıkmaktadırlar ve devlete ya da federal iktidara söz konusu konuda meydan okumaktadırlar. Sınırlı ölçüde de olsa yaratılan ‘paralel e- konomi’ işsizlerin kendileri ve çevrelerindeki insanların yaşamlarını kendi kendilerine yönetebilecekleri yeteneğini göstermekte olduğundan halkın desteğini de kazanmaktadır.” (a.g.y., s. 10)
Görüldüğü gibi varoşlarda halk kendi idarelerini kurmaya başlamakta yerel ve federal yönetimlere meydan okumaktadırlar. Tutukluların serbest bırakılması talebinden de anlaşılacağı gibi elbette zaman zaman çatışmalar olmaktadır. Ancak devlet çatışmanın kenar mahallelerden gelecek akın akın destekle ufak çaplı bir iç savaşa dönüşmesinden korkmaktadır. Sonuçta bu hareketler giderek yaygınlaşmakta, talepleri gelişmektedir.
Talepler güncel ihtiyaçlardan çıkmıştır. Eylül 2001 ’in başında 2000’in üstünde delege, sendikacı, öğrenci, sanatçı ve
___ 54 _______________________________________
NGO gruplarının katıldığı Matanza ve La Plata’da iki ulusal toplantı yapıldı. Burada şu ortak kararlar alındı:
“ Eylemlerin bağlantısını artırmak, fikir alışverişinde bulunmak, ulusal bir program oluşturmak ve bunun için mücadele planı yapmak.” (a.g.y., s. I I)
Bu toplantıda 6 tane acil talep belirlenmiştir. Kemerleri sıkan devlet politikasının kaldırılması, polislerin ateş açmasının yasaklanması, her işsize yiyecek yardımı ve küçük köylülüğe ödeme yapılması gibi konuları içerir.
“ Kongre eylül ayında taleplerine destek sağlamak için iki tane ulusal bazda yol kesme eylemi gerçekleştirdi. Kongre ayrıca 5 tane stratejik hedef belirlemiştir. (I) Hileli ve yasadışı dış borçların ödenmemesi, (2) Emekli ödentilerinin kamu kontrolü, (3) Bankalar ve stratejik konumdaki işletmelerin yeniden millileştirilmesi, (4) Küçük çiftçilerin boçlarının affı ve ürünlerine uygun koşullarda fiyat ödenmesi, (5) Açlığa yol açan rejimlerin ve politikacıların indi hindisine son verilmesi. Kongre aktif bir 36 saatlik genel grev ve yasadışı Central de Trabajadores Argentinos (CTA) sendikası ile koordinasyon sağlayacak ulusal kongre çağrısı yaptı.” (a.g.y., s.l I)
Görüldüğü gibi İşsiz İşçiler Hareketi ulusal bazda örgütlenme, ortak eylemler yapma kararı ve eylemliliği dışında önemli bir adım atmış, güncel taleplerin dışında ulusal talepleri önüne koymuştur. Ancak ulusal talepleri koyuşu ve örgütlülüğünü yükseltme isteği 20 Aralık ayaklanmasından yaklaşık üç ay öncedir. Ve bu anlamda erken yakalanıldığını ya da gerekli seviyede bir örgütlülük ağı örülemediğini söylemek yanlış olmaz sanırız.
İİH'DEN veKASETEROLCULARDAN ÇIKAN BAZI SONUÇLAR
Sosyalizm yıkılalı bir on yıl geçti. Kapitalizm neoliberalist ve global politikalarla dünyamızda cirit atıyor. Halklar i- nim inim inliyor. Kimse memnun değil, ama buna karşı iktidarı devirmek seviyesinde baş kaldıran yok. Elbette bu olacak, ama acaba açılışı kim yapacak? Kim şu dünyada kapitalizme ‘Yeter be kardeşim!’ diyecek? Kim öncü olacak? Hangi kıtadan gelecek? Yoksulun yoksulu A frika kıtasından mı? Yok yok, sömürünün katmerleştiği, yoksulluğun en dizginsizinin yaşandığı Asya kıtasından mı? Yok canım, bu olsa olsa Latin Amerika kıtasından mı çıkar? Acaba Arjantin olur mu? Arjantin halkı acaba bunu yapabilecek mi?
Belirleyici olan halk hareketleri. Bu anlamda Arjantin halk hareketleri iktidarın alınması anlamında yeni bir şeyler öğretiyor mu? Öyle ya sosyalist sistem varken bir devrim gerçekleşmesi bir şey, onun yıkılmasından sonra gerçekleştirmek başka şey. Bu anlamda Arjantin halk hareketlerine dışarıdan baktığımızda temel belki bazı tespitleri yapmak mümkündür.
I. Politikleşmeİlk olarak görülen en önemli olay
herhalde halkların politikleşmesidir. Bizim ülkemizde de olduğu gibi dünya halklarında politikadan soğuma vardı. Burjuva politikalarının, halk kitlelerinin çıkarına bir şey getirmediğini gören halklar ilk önce kendi partilerini kurmuşlardır. Ama uzun bir süreç içinde sol
partilerin burjuva politik arenasından ‘püskürtülmeleri’ sonucu, zor sonucu halklar kendi çıkarlarını savunan parti olmayınca, bu doğrultuda dövüşenler zindanlarda çürüdüğü için halklar politikadan uzaklaşmışlardır. Kitleler apolitik- leşmiş, daha doğrusu ölmemek için apo- litikleşmeye, politikayla uğraşmamaya başlamışlardır. Basın-yayın, eledeki tüm araçlar bu doğrultuda propaganda yapmaktadırlar. Politika öcü, kaka ve pistir. Sonuç bu işe karışmama olmuştur. Bırak ne halleri varsa görsünler. Burjuvazi boş politika alanında at koşturmuştu. Hele sosyalizmin yıkılmasından sonra da birbirlerinin pisliklerini ortaya dökmede sanki yarıştılar. Tüm dünyada burjuva politikacılarının üç kağıtçılıkları, rüşvet yemeleri, tüm pislikler hepsi ortaya döküldü. Halklar politikadan soğudukça soğudu. Tüm dünyada seçimlere katılma oranları düştü. Halkların güvenleri sarsıldı. Ama buna rağmen bir türlü de kendilerini savunacak partileri kurup desteklemek doğrultusunda kararlı olamadılar. Korktular.
Ama işte bu anlamda Arjantin halklarına bakarsak halkların kesinlikle tekrar politikaya dönmekten başla seçeneğinin olmadığını anladıklarını görüyoruz. Daha doğrusu eğer aç kalmak istemiyorlarsa, bu işe el atmaları gerektiğini ve bu kararı vermeleri gerektiğini anladıklarını görüyoruz. Politika insanların yaşamlarını belirleme uğraşı, yaşamın bir parçasıdır. Eğer bu görevi yerine getirmezsen kendi kaderini başkalarının eline bırakıyorsun demektir. Halkların bilinçlenmeye a- dım atması ve bundan kaçış olmadığını görmesi ve bundan zevk almayı öğrenmesi demektir. ‘İnsan politik bir hayvan- dır’ın gerçekleşmesidir.
___________________ arjantinazo__
55 ---
Arjantin halkı politikayla uğraşmazsa ölümünü görmektedir. Demek ki artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Ya da genellersek bıçak kemiğe dayandığında halklar politikleşmektedirler. Sokağa dökülmek bu işin başlangıcıdır.
Yoksul halklar politikleşin!
2. Örgütlenmeİkinci olarak politikleşme bir örgütlü
lük demektir. Arjantin halkı örgütlenme peşindedir.
ilk örgütlenmeye başlayanlar ilk soyulanlardır: İşsiz İşçiler Hareketi!
Bu nedenle doğmuştur. Onlar eğer aç kalmayacaklarsa örgütlenmek ve ö rgütlü davranmak gerektiğini zorla öğrenmişlerdir. Sorun iş bulmaksa ortak karar alınır. Eylem planlanır ve gerçekleştirilir. Eyleme katılanlar iş elde ederler. Örgütlenenler aç kalmaktan kurtulur. Bunun başka yolu yoktur. Örgütsüz- lük ölüm demektir.
Bugün finans kapital dünyanın en ö rgütlü gücü. Devletinden basınına, bankalarından borsalarına, ordusuna kadar herşeyiyle örgütlü. Halkları, karşısında zayıflatmak için örgüt düşmanlığı yapıyor. Son örgütlenmelerde buna itiraz ettiği için zindanlarda çürütülüyor. Ve halkı politikasız, örgütsüz bıraktığı içinde onlara istediğini yaptırtıyor, kemiklerine, iliklerine kadar soyuyor.
Ne yazık ki solun bu dediklerini halklar ancak acı deneylerle öğreniyorlar. Arjantin orta burjuvazisi 20 Aralık banka hesaplarının dondurulmasına ilk tepki olarak, örgütlenme ihtiyacını yerine getirmeye çalışıyor. Burjuva mahalleler mahalle örgütlenmeleri kuruyorlar. Ha
— yol----------------------------------------yatlarında ilk defa mahalle komitesi içinde yer alıyorlar. Bölge komiteleri, ulusal komite, ulusal kongre, gündem, herkese eşit oy ve söz hakkı gibi kavramlarla karşı karşıya gelmektedirler.
Sonuçta Arjantin’de görüldüğü şekliyle de halkların canlarını korumaya karşı ilk tepkisi örgütlenme olmaktadır. Örgütlülük modern toplumun birincil ihtiyacıdır. Halklar gene bıçak kemiğe dayanınca örgütlenmenin değerini ve gerekliliğini anlamaktadırlar.
Ancak şimdi örgütlülüğün kalitesi gibi sorunlarla karşı karşıyadırlar. Örgütlülük hem çok basit hem de çok zor bir iştir. Bütün bunlar bir gün içinde derinliğine sağlanacak işler değildir. Ve şimdi görüldüğü kadarıyla da geç kalınmış yani hazırlıksız yakalanılmıştır. Halklar ne kadar erken bunu kavradılar ve çıkarlarına uygun örgütlülük içine girdiler, o kadar iyidir.
Yoksul halklar örgütlenin!
3. Ve diğerleri...Politikleşme ve örgütlenmenin he
men arkasından elbette işler derinleşmeye başlamaktadır. Örgütlülük, ama hangi prensipler içinde?
Elbette demokratik. Halklar bunda hemfikirdirler. Herkes bir ağızdan demokraside hemfikirdir. Ama nasıl bir demokrasi?
Kaseterolcular burjuva demokrasisine, yani temsili sisteme itiraz ettiklerini dile getirmektedirler. 4 yılda bir oy atıp sonra kendisini kimin temsil ettiğini, nasıl temsil ettiğini, oylamalarda el kaldırdığı ya da kaldırmadığı zaman gerçekten halkın çıkarını mı, yoksa kendi çıkarını
56
mı düşünerek davrandığından kuşkusunu dile getirerek bujuva demokrasisini sorgulamaya başlamıştır. Onun kendilerine hizmet etmediğini anlamış, tüm burjuva politikacıları lanetlemektedir. Onların hiçbirine en ufak bir güven duymamaktadır. İyi de nasıl bir demokrasi? Arada sanki bir fark gelişmektedir.
Modern üretim iki sınıf yarattığına göre iki sınıfın kendisine göre demokrasi anlayışı vardır. Burjuva demokrasisi ve proleterya ya da işçi sınıfı demokrasisi. Eleştirilen burjuva demokrasisidir. Arjantin halkı burjuva demokrasisi istemiyor. Ama proletarya demokrasisi istiyor mu? Canım başka alternatif yok mu? Anarşizm? Yok onu da istemiyorlar.
Şimdi işler buraya gelince atılması gerekli ikinci adım karşımıza çıkıyor. E- ğer başka bir alternatif yoksa, o zaman işçi demokrasisine bakmak zorundayız. Ama işte ne yazık ki 1917 Devrimi’nin işçileri iyi bir örnek veremediler. Eğer böyle diyorsak o zaman demek ki bir yanlışlık arama peşindeyiz.
Uzatmayalım. Arjantin halkı burjuva demokrasisini lanetleyerek sosyalist demokrasiye istese de istemese de a- dım atmıştır. Ama önce eskinin yanlışını bulduğu taktirde yaşayabileceğini bilmektedir. Ve de bunun korkusu ürkekliği ile yeni bir yoldadır.
Demokrasi kavramı ile eşitlik kavramı madalyonun iki yüzüdürler. Eşitlik görüldüğü kadarıyla İİH içinde peşinde koşulan bir değerdir.
Herkesin emeğinin karşılığını alması bazında bir eşitlik uygulanmaya çalışılmaktadır. Ama bu yine de bazı değerleri gözardı etmeden.
_____________________arjantinazo___
“ Devlet fonlu geçici iş kotası talebi kabul ettirildikten sonra işlerin bölüşümü kolektif kararlarla ailenin ihtiyaçlarına ve yol kesme eylemine katılımdaki eylemliliğe göre yapılmaktadır. Eğer elde edilen iş sayısı işsiz sayısından az ise rotasyon sistemi uygulanmaktadır. Karakol kuranların her biri devletle pazarlıkta bulunurlar, çünkü iş dağıtmaya başlarlarsa aile dostları, arkadaşlar ve diğerleri kayırılmakta ve herkes kendisini liderlik konumuna getirmeye çalışmaktadır ve bizzat bu hareketin kendisini yozlaştırmaktadır.” (internet, monthlyreview.org)
İş dağılımı ya da ganimetin paylaşımı herkesin bileğinin hakkıyla kazandığı bir olaydır. Birilerini kayırma insan doğasında vardır. Belki de basit insan duygusunun kendisini ortaya koyuşu temelinde güzel bir doğallıkta olabilir. Ama bir hareketi yozlaştırmamak için buna karşı önlem alınmalıdır. İİH bunu yapmaktadır. İlk olarak herkes emeği karşısında eşitlenmektedir. Herkes verdiği e- mek ile ürüne ortak olmaktadır. Elbette uzun süredir işsizlik, hastalık vs. gibi değerler dikkate alınmaktadır.
Kaseterolcular ya da mahalle örgütlenmeleri daha geri, daha yüzeysel düzeyde ve içinde burjuva pislikleri taşıyan örgütlenmedir, elbette bu işin çok başındadırlar. İİH içine baktığımızda da daha derinlemesine tartışmalar olması olasıdır. Ulusal kongrelerini yapmış o lmaları böyle bir olasılığı artırmaktadır. Yani artık bölgesel zeminde değil ulus çapında sorunlarına çare arayıp bulma uğraşındadırlar. Ama henüz örgütlenmelerin sosyalist bazdaki derinlikleriyle ilgili bilgi yoktur.
--------------------------------------- 57 —
4. Deklaselik (sınıf dişilik)İşsiz İşçiler Hareketi adı üstünde işsiz
işçilerden oluşmaktadır. Marksist term inolojide bunlar lümpen, dejenere, dek- lase, yani sınıf dışı unsurlardır. Ve Marksizm, sosyalizm mücadelesini üretim i- çinde olan işçilerle verir. Ancak onlar ü- retimi ellerinde tuttukları için işçi iktidarını kurabilirler. Diğerleri lümpendirler. Disiplinleri yoktur.
Oysa Arjantin’de İİH Hareketi 20 A- ralık’ta ve daha öncelerinde örgütlü davranışlarla devleti sarsıcı eylemlilikler göstermiştir. Ulusal zeminde örgütlülük yoluna çıktılar ve bu düzeyde taleplerle karşımıza çıkıyorlar.
Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketi ve Arjantin’deki İİH içinde I I yıldır çalışan James Petras, Marksist teoriyi e- İeştiren bu soruyu sorduktan sonra yanıtlıyor:
“ İşsizlerin yol kesmesi endüstri işçisinin üretim kayışında makinaları durdurmasıyla aynı işlevi görmektedir: Biri karın gerçekleşmesini, diğeri değerin yaratılmasını engellemektedir... Deneyler yeni kitle hareketlerinin mücadele yürütebileceğini, şiddete karşı durabileceğini ve geçici ve acil tavizler koparabileceğini göstermiştir... Ulusal koordinasyon komitesinin kurulması ve köylüler ve küçük çiftçiler arasında da benzer ulusal düzeyde örgütlenmelerin olması yerel hareketlerin ulusal hale gelebileceklerini ve devlete karşı çıkacak bir potansiyel taşıdıklarını göstermektedir.” (internet, monthlyreview.org)
Hiç şüphesiz James Petras doğru bir konuya parmak basmaktadır. İİH, yani işsiz olmalarına karşın gerçekten Arjantin burjuva devletinin temellerini sarsıcı
— yol----------------------------------------eylemlilikler içindedir ve bu olgu giderek gelişmektedir. Ancak Petras’ın kendisinin de zaman zaman değindiği gibi bu işçiler zaten endüstri işçisi olmanın ne olduğunu bilen işçilerdir. Hatta bazıları eskiden sendika içinde bile çalışmışlardır. Ve bu deneylerini gençlerle paylaşarak yol kesme eylemlerini gerçekleştirmektedirler. Yani geçmişlerinde bir işçilik deneyi vardır. İşçilerin disiplini ve ö rgütlü çalışmasını bilmektedirler.
1900’lerin kapitalist üretimi ile günümüzün robotlu, bilgisayarlı üretimi arasında dağlar kadar fark vardır. Elbette ö- zel mülkiyet temelinde bir değişiklik yoktur, ama sömürü biçimi çok değişmiştir. Bu nedenle Marksizm’in temel taşları günümüz koşullarına doğru daha geliştirilmelidir. İşsizliğin artması ve ö- zelleştirme politikaları görüldüğü gibi kitlesel işten çıkarmalara yol açmaktadır. Merkezlerde işsizler sosyal şemsiye altındadırlar. Ancak bunun olmadığı merkez dışı ülkelerde sürekli işsizlikler ve iş bulma umudunun kalmaması işsizleri alternatif çözümler bulmaya itmektedir. Arjantin’deki şekliyle devletten zorla iş isteme ya da yiyecek paketi gibi şekillerde kendini göstermektedir.
5. SendikalarJames Petras İİH’yi incelerken sendi
kalara da değinmektedir.
Daha 1945 yılında, Peron sendikaları devlet güdümüne almıştır. Arjantin fi- nans kapitali daha o günden sendikal mücadeleyi kendi düzeninin çarklarına sıkıca bağlamıştır. Ancak şimdi bu sendikalar işsizleri kendi bünyeleri içinde ör- gütleyememekteler ve o işsizler düzenlerini sarsıcı hale gelmektedirler.
“ İşsizler Hareketi, alttan yukarıya doğru ve varoşlarda yüzyüze örgütlenir. Sendika bürokrasisi aidatlarını ödemeyen işçilerle ilgilenmezler ve örgütlenirken ‘profesyoneller’ yollarlar. Sonuçta işsizlerin güvenini kazanmazlar ve onları örgütlemekte daha az başarılıdırlar. İkinci olarak İşsizler Hareketi yatay bir yapıya sahiptir ve liderleri ve sempatizanları aynı kesimden gelirler ve toplantılarda eşit olarak tartışırlar. Sendikalar dikey örgütlenmelerdir ve üst bürokratlara sadık olan kişiler bazında yapılanırlar ve çoğu işverenlerle karşılaştırılabilecek düzeyde maaş alırlar. İşsizler Hareketi direkt eylem yapar ve açık toplantılarda pazarlık kolektif olarak yapılır. Sendika elitleri sembolik protestolarla uğraşır ve devlet ya da işverenlerle kapalı kapılar arkasında pazarlık yapar ve işçilerin ana ihtiyaçlarını pek dikkate almayan anlaşmalar imzalarlar. Sonrada anlaşmayı ü- yelere ‘satarlar’ ya da dayatırlar. Sonuçta İşsizler Hareketi’nin liderleri sempatizanların güven ve desteğini kazanırken sendika patronlarına devlet ve işverenlerle işbirliği içinde olanlar olarak bakıl- masalar bile kendilerine güven duyulmaz. (internet, monthlyreview.org)
Bu alıntı bize İİH ile sendikal hareket arasındaki örgütlenme farkını çizmektedir. Neden işsiz işçiler sendika çerçevesinde örgütlenmemekte ve başka bir ö rgütlülük aramaktadırlar. Sendikalar işsizlerle ilgilenmezler. Onların hiyerarşik yapıları vardır. Eşitlik yoktur. Sendika liderleri işveren gibi olmuşlardır. Çok maaş alırlar. Yani satılmışlardır. Kendi bencil ve işveren çıkarlarını nihai olarak temsil ederler. Sendika tepesinin çıkarlarına hizmet eden eylemlilikler haline gelmiştirler.
“ Hiçbir sendika patronu varoşların çamurlu, düzensiz yollarından geçip, buz kesen ya da cehennem sıcağındaki toplantı yerlerine gidip, ağlayan çocuklar, derhal yiyecek talep eden kadın militanlar ya da küreselleşme ve işsizlik konusundaki derslerden canları sıkılmış genç işsizler arasında toplantılara katılmaktan hoşlanmaz.” (a.g.y.)
“ Hiçbir sendika patronu elinde sapan, karşısında sahici mermilerle, yanan araba lastiklerinden barikatların arkasında durmaz. Bunun yerine kemer sıkma politikalarının nasıl yumuşatılabileceğini ve böylece programın uygulanabileceğini tartışabilecekleri bir üçlü komite kurmak için İş Bakanı’ndan yarım saatlik bir randevu ayarlamayı yeğler.” (a.g.y.)
Yazımızın başında 20 Aralık olayları i- çinde sendikaların olmadığını söylemiştik. Sendikalar ve içlerindeki işçiler buradan da anlatıldığından çıkarılabileceği gibi toplumun ayrıcalıklı kesimi haline gelmiştir. Günümüz yaşam koşullarında ne koşullarda olursa olsun çalışıyor olmak bir ayrıcalıktır. Çalışıyor olmak iyi koşullarda yaşıyor olmak demektir. A rtık işçi sınıfının koşullarından daha kötü koşullarda yaşayanlar da vardır. Elbette buna ne kadar yaşamak denecekse, yaşamaktır.
Marksizm’in teorisinin yapıldığı yıllarda Marx, işçileri zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlar olarak tanımlar. Ve de o dönemde işçiler gerçekten bir lokma ekmeğe saatlerce çalışırlarmış. Bugünkü işçiler yılların sınıflı mücadelesinde yığınla haklar elde etmişlerdir. Elbette merkez işçileri ve geri ülkeler işçileri yaşam koşulları arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak her iki
______ _____________ arjantinazo__
--------------------------------------- 59 —
durumda da işçilerin yaşam koşullarından daha kötü durumda olanlar vardır. Elbette örgütlülük sonunda işçiler kapitalist üretimden elde ettikleri paylarını artırmışlardır. Elbette kardan aldıkları o- ranın yüzdesinden söz etmiyoruz.
Bütün bunlara bir de son globalleşme ve neoliberal politik uygulamaları katarsak ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Arjantin bunun en çarpıcı örneğidir. İşçi sınıfı yarı yarıya azalıyor. Çalışan nüfus i- çinde % 40 olan işçi sınıfı % 20’ye düşüyor. Biz solcular özelleştirmelerin yoksulluk getireceğini hep söyledik. Üçüncü Dünya Ülkeleri sanayileri merkezlerin ÇUŞ üretimi altında dayanamıyorlar. İflas ediyorlar. İşçiler sokaklara dökülüyorlar. Nasıl bir zamanlar traktörler, biçerdöverler kırlara girince kırlarda yoksul köylülük iflas edip kentlerin kenarlarında varoşlar kurdularsa, şimdi aynı şekilde ÇUŞ’lar sınırların inmesi ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne giriyorlar ve buradaki fabrikaları kapattırıyorlar. İşçiler u- lusal sınırlara takıldığından dışarı çıkamıyorlar, kentlerde kalıyorlar ve İİH’ler doğuyor.
Eskinin kır işçileri işçi sınıfının deneylerine, disiplinine sahip değildiler. Onlar geri bir üretim biçiminin kalıntıları gibiydiler. Ama şimdi kent varoşlarındaki işsiz işçiler modern üretime çok yabancı değillerdir. Bu anlamda da burjuva devletini sarsıcı eylemlilikler içine girebilirler. Bunun elbette ayrıntılı şekilde incelenmesi ve Marksizm içinde teorikleştirilmesi gerektiği görüşündeyiz.
Öte yandan da özelleştirme ve global politikalar işi olan işçileri sanki burjuvalar haline getirmiştir. İşte kalmak demek bir ayrıcalık olmuştur. Burjuva
— yol----------------------------------------
__ 60 __________________________
politikalar işten çıkarılanlarla işte kalanlar arasında bir fark koyarak işçileri kendi saflarında tutmaya çalışıyorlar.
Ya da bunu modern üretim biçiminin doğurduğu başka bir sonuçla açıklamak mümkündür. İşverenleri işveren yapan yalnız sermayeleri değildir. Onlar aynı zamanda üretimin işçiler tarafından bilinmez örgütlenmesine de hakimdirler. Ancak günümüz modern üretiminde bilgisayarlar ve robotlar işverenleri işveren yapan bu özellikleri işçilerin bilgisine de açmıştır. Yani işverenlerin elindeki kendilerinin yokluğunda üretimi sekteye vurduracak özellikler şimdi işçi sınıfının da bilgisi içindedir. Bunun doğurduğu sonuç ise işçilerin daha yetkin ve bilgili olmasıdır. Ve ayrıca günümüz koşullarında zaten işverenler yoktur. Yönetim kurulları vardır. Bunlarda zaten üretimden kopuk, üretileni idare eden konumundadırlar. Eskinin mülk sahibi, fabrikasının başında sürekli durup denetim yapan fabrika sahipleri yoktur
Bu gelişim işçilerin üretimdeki gücünü çok artırmıştır. Yani artık işverenler ya da yönetim kurulları olmasa bile üretim süreci aksamadan devam edebilir. İşverenlerin ya da yönetim kurullarının bütün yaptıklarının belki de daha alasını işçiler yapabilirler. İşverenler de elbette bu değişimin farkındadırlar. Ve bundan sonsuz derecede korkmaktadırlar. Bu korkular işçi ücretlerinde kendisini göstermektedir. İşçi sınıfında bir kesim serbest meslekle uğraşan burjuvalar kadar maaş alabilirler. Bu da işçiler ve işsizler arasındaki gelir farklılığını artırmıştır.
Sonuçlandırırsak, kapitalizmin bu kadar zenginliğine karşın sömürüsü öylesine artmıştır ki, artık işi olanlar ayrıcalık
arjantinazolı konuma gelmişlerdir. Bu da işçi sınıfını bölmeye hizmet etmektedir.
6. İktidar sorunuBize göre sorunlar gelip bu noktaya
dayanmaktadır. Kaseterolculara baktığımızda onların önünde henüz örgütlenip bankadaki dolarlarına kavuşmaktan öte bir hedef yoktur. Elbette olaylar gelişmektedir. Aralık ayından beri yaşananlar sonunda dolarlarına bir daha kavuşamayacaklarını ya da bir şekilde kavuşsalar bile o dolarların o dolar olmayacağını görüyorlar. Altlarındaki yoksullarla aralarındaki fark hergün korkunç bir hızla kalkıyor. Bu onları elbette iktidar sorununa isteselerde istemeselerde itiyor. Sendikalı işçiler bu grubun içindeler. Her geçen gün ya işlerinden olup işsizler saflarına katılacaklarını ya da aldıkları ücretin eriyip yok olacağını için için hissediyorlar. Şimdiye kadar iktidar sorununa hazırlıkları yoktu. Onun için güvenmediklerini dile getire getire yine aynı şeye razı oldular. ‘Al bizi yönet ama gözümüz üstünde, bizden yana, bizi düşünerek politika yap. Haa, sonra yine al aşağı ederiz.’ diye tehdit ederek iktidarı yine burjuvaziye temsil etmekten başka bir çözüm ü- retemediler.
İİH yoksullar kesimi. James Petras bu konudaki düşünce ve umudunu şöyle dile getiriyor:
“ Mücadelenin örgütleyici ilkesi açlıktır... Üç düzey var. Birincisi temeldir. Burası dünyanın önde gelen tahıl ve et ihraç eden ülkesidir ve işçileri açtır. Etleri yok, ekmekleri yok, çocuklarını besleyemi- yorlar ve on binlerce ton etin Buenos A- ires’ten gemilere yüklenip Avrupa’ya götürülmek üzere trenlere yüklenmesini
seyrediyorlar.
“ Bu bir provokasyondur. Bir yanda işsiz kitleler ve Arjantin tarihinde görülmedik açları ile burası dünyanın en bereketli alanıdır.
“ Bu birinci düzeydir. İkinci düzey de ise, anti-kapitalist ve popülist diyebileceğimiz yapısal değişiklikleri kavrayan bir liderlik doğuyor. Ve sonra da sosyalizm ve devrimin rol oynayabileceği bir üçüncü düzlem var.” (internet, zmag.org)
James Petras açlığın bu insanları iktidara yönlendireceğini görüyor. Ama nasıl bir iktidar kurulacaktır? Bir liderlik henüz doğuyor. Petras bunlara anti-kapitalist ve popülist diyor. Yukarıda taleplerini gördük. Borçların haksız olanlarının ödenmemesi. Bankaların ve stratejik düzeydeki fabrikaların millileştirilmesi ve sosyal güvencelerden söz etmektedir.
Ama Petras üçüncü düzeyde sosyalist bir boyuttan da söz ediyor. Bunlar A rjantin’in gelecek için önünde duran sorunlardır. Şimdilik burjuvaziden umut kesilmiş ama iktidarı alacak güçler henüz hazır değillerdir. Bunun ne zaman olacağını kestirmek zordur. Ama devlet başkanı Duhalde Arjantin’i patlamaya hazır bir bomba olarak değerlendirmektedir. Önümüzdeki günlerde ne şekilde patlayacağı belli olmaz. Ayrıca birde şunu u- nutmamak lazım. İktidar olmak deney i- şidir. Burjuvazi yıllardır yanlış yapa yapa doğruyu öğrendi. İşçi sınıfı da elbette yanlış yapacak. Sonra bunları düzeltecek. Dersler çıkaracak. İktidarda oturmak böyle oldu ve böyle olacak. Her şey yaşanarak öğrenilecek. Önemli olan öğrenme isteği, cesaretin bir kez elde edilmesi. Arjantin’de kitleler buna doğru adım atıyorlar demek yanlış olmaz sanırız.
61 —
— yol
LATİN AMERİ KATA ETKİLERİ
Elbette sorunu sadece Arjantin sınırları içinde görmek yanlış olur. Günümüz modern üretim koşulları ülke sınırlarını çoktan aştı. Dünyamız birbirine üretim açısından sımsıkı bağlı. Herhangi bir ülkede üretilen çok az, belkide hiçbir ürün sırf ülke sınırları içindeki olanaklarla olmuyor. İğneden ipliğe her şey kocaman bir üretim sektörünün çarkları arasına girmiştir. Ülkeler yaşayabilmek için birbirlerinin yeraltı ve üstü zenginliklerine muhtaçlar. Gübresi, tohumu, taşıması, petrolü, kasası ve tutkalı derken mutlaka bir yerlerden dış bir ülkenin bir şeyine muhtaçızdır. Yeryüzü işbirliği bu anlamda çok ama çok artmıştır. Ürünlerin globalleşmesi bu anlamda çok yüksektir. Arjantin’de yaşananlar bir şekilde herkesi etkilediği kadar, orada yaşananlar tüm kıtayı ve dünyayı görünen ya da görünmeyen bağlar kanalıyla bir şekilde etkilemektedir.
Arjantin, Latin Amerika’nın İsrail’i o- larak tanınır. Yani İsrail nasıl Araplara karşı ABD’nin uşağı ise aynı şekilde A rjantin burjuvazisi de tüm Latin Amerika halklarına karşı ABD uşaklığı yapmaktadır. Latin Amerika’da en Amerikancı politika yürüten Arjantin burjuvazisi olmuştur. Hatta 20 Aralık’tan bir gün önce sırf ABD’ye yaranmak için Arjantin askerleri Afganistan’da dövüşmek üzere uçağa biniyorlardı. Böjge ülkelerinin kendi çıkarları doğrultusunda politika izlemelerine ABD, hep Arjantin burjuvazisi kanalıyla el koyar.
Ama Arjantin burjuvazisinin zor günlerinde ABD ne yapmıştır? Karışmamak değil, aksine IMF kredilerinin verilmesini engellemiştir. Latin Amerika’da en yakın
dostu burjuvaziyi zor durumda bırakmıştır. Hatta bizzat küçük ve orta burjuvaziyi yoksullaştırmakta, onları soymaktadır. Kar tutkusu artık buradaki eski müttefiklerini de sömürmesini dayatmaktadır. Borçların ödenebilmesi için a- yakta kalanların vergi vs. gibi yollarla daha çok gırtlağına sarılmasını istemektedir. Elbette bunlar tüm Latin Amerika burjuvaları için acı birer derstir. Yöre halkları zaten bugünkü yoksulluklarının kaynağının ABD olduğunu bilirler. Ama şimdi ABD soygunu orta burjuvalara kadar çıkmaktadır. İktidar güçlerine tır manmaktadır. ABD kıtada sürekli destek kaybetmektedir. Yürüttüğü emperyalist politika onu her geçen gün daha yalnızlaştırmaktadır. Uluslararası terörün gerekçesi de zaten bu değil midir?
İkinci olarak Arjantin’in kaldırım taşlarına kadar özelleştirmesi dillere destandır. Latin Amerika’nın en gelişkin, en zengin ülkesinin özelleştirmeleri tüm dünyaya örnek gösterildiği için halklar merakla izlemektedirler. Arjantin yalnız özelleştirme değil, devletin tüm ekonomi ve hizmetlerden çekilmesi anlamına gelen neoliberal ve global politikaları dünya finans kapitalinin isteklerine uygun olarak harfiyen yerine getirdi. Şimdi de Arjantin halklarının ayaklanması, bu politikaların herhangi bir şüpheye yer vermez şekilde halkların soygunu anlamına geldiği gerçeğini hafızalara iyice kazımıştır.
Bundan birkaç yıl öncesi Meksika devlet başkanı özelleştirme yolsuzlukları nedeniyle sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Aynı nedenle Peru Devlet Başkanı Fujimori Japonya gezisinden ülkesine geri dönemedi. Bu iki olay Latin Amerika halklarına özelleştirme ve neoglobal po-
—__ 62
litikalarm ne anlama geldiğini zaten öğretmiştir. Ve Arjantin olayları artık işin sağlaması oldu. Hatta bardağı taşıran son damla görevi gördü. Ekvador’da 17 elektrik dağıtım şirketinin % 5 I hissesinin özelleştirilme çalışmaları halkın tepkisi sonucu durduruldu. Kolombiya’nın kuzeyindeki yerliler özelleştirmelere karşı tüm belediyeyi işgal ettiler ve devlet geri adım atmak zorunda kaldı ve ö- zelleştirmeler durduruldu. Peru’da e- lektrik şirketinin özelleştirmesine karşı halk sokaklara dökülünce devlet ordu yollamak zorunda kaldı. Birkaç köylü öldü. Sonuçta Arjantin halklarının ayaklanması tüm Latin Amerika ülkelerini ABD ve dünya finans kapitalinin politikalarına ve bizzat ABD’ye karşı örgütleyen bir politika haline gelmiştir. ABD’nin çok istediği Amerika Serbest Pazarı projesi bir yana Orta Amerika Serbest Pazarı projesi, hepsi birer hayal olarak kalma durumuna gelmiştir. Hiçbir kıta finans kapitali, büyük halk karşı duruşlarını göze almadan bu projelere katılamayacaktır. Ve Arjantin olayları sonrası bu projelere ölmüş gözü ile bakılmaktadır. Bush’un son Latin Amerika gezisi bu gerçekliği ortaya koydu.
Arjantin olayları yalnız ABD politikalarının gözden düşmesi, kapitalizmin u- mut olmaktan tamamen çıkmasına yol açmaz, aynı zamanda sol politikaların daha da itibar kazanmasını sağlar. Aslında çoktan beri var olan bu süreç ABD’nin büyük savaşlar, mücadeleler sonucu bastırdığı bu eğilimler bu kez daha da güçlü bir şekilde kendilerini ortaya koyarlar.
ABD sömürüsü Latin Amerika kırlarında söndürülemeyecek küçük toprak sahibi ve kır proleteri hareketlerini baş-
arjantinazo__
latmıştır. Brezilya’da Kırda Topraksız İşçiler, kır proleterleri (MST) hareketi vardır. Bunlar geçtiğimiz günlerde devlet başkanının özel çiftliğine saldırdılar ve 1000’e yakın yoksul köylü kredi ve toprak konusunda taviz elde etti. Dünyanın ikinci büyük kakao yaprağı üreticisi Bolivya’da Cocaleros kakao yetiştiricileri hareketi 20 yıldır ABD politikalarına karşı mücadele veriyorlar. Paraguay’da Köylü Fedarasyonu’nun mücadelesi vardır. Ekvador’da yerli köylü hareketi CONAİE giderek güçlenmektedir. Ama 40 yıldır mücadele veren FARC birkaç yıldır devletle barış anlaşması imzalamıştır. Ancak bu o kadar işine yaradı ve işgal altındaki bölge halkının öylesine sempatisini kazandı ki Arjantin olayları sonucunda devlet barış görüşmelerini bozup savaşı başlattı. A rtık FARC’ın gücüne ne devlet güçleri ne paramiliter güçler ne de ABD güçleri yetti. ABD şimdi bölgedeki boru hattını korumak üzere aynı Afganistan’daki gibi burada savaşmak zorunda kalıyor. Kolombiya’daki mücadele kırlardan, içine kentleri de alarak hızla gelişiyor.
Orta Amerika köylü hareketlerinin en yenisi Meksika’da Zapatistlerdir. Meksika kentleri NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı) sömürüsüne girince köylüler EZLN arkasında örgütlenmek zorunda bırakıldılar. ’90’lı yıllara kadar Orta Amerika yoksul köylüleri Nikaragua Sandinistleri, El Salvador FMLN (Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi), Guatemala devrimci ve yerli hareketi vs. olarak ABD emperyalizmine karşı direniyorlardı. Sosyalizmin yıkılmasından güç alan ABD buralarda kıran kırana savaşlar verdi ve bu devrimci köylü hareketlerini burjuva hükü-
63 ----
— yol
metlerin güdümüne aldı. Belki iktidarlar ABD yanlısıdır; ama “ halkların sadece Honduras’ta %35’i, Nikaragua’da %24’ü, El Salvador’da % 2 l ’i, Guatemala’da %16’sı hükümetlerinden memnundur.” (internet, zmag.org)
Bu iktidarların uyguladığı politikalar sonucu 1.700.000 insan açlıkla yüzyüze- dir. “ Şimdi on binlerce orta Amerika halkı kuzeye doğru yola çıkmış. 1980 ve 1990’ların tersine savaş ve baskıdan kaçmıyorlar. Bir çoğu globalleşen ticaret ve ABD tahıllarının dampingi sonucu iflas eden çiftliklerini terk ediyorlar. Diğerleri liberalleşmiş faiz oranlarının yüksekliği karşısında küçük bir iş yeri açma u- mutları öldüğü için kaçıyorlar. Yine bir başkaları ise fabrika sahiplerinin büyük devlet yardımı görmesine karşı işçilerin aldıkları ücretle yaşamalarının önünde engellerin olduğu serbest alanlardan kaçıyorlar.” (a.g.y.)
Bütün bunların sonucu bölgede eski silahlı mücadele veren gerillalar şimdi politik arenada iktidara doğru yaklaşıyorlar. Sandinistler Nikaragua’da son seçimlerde çok az oy farkla yenildiler. Oysa El Salvador’da 2004 seçimlerinde FMLN’nin iktidar olmasına % 100 gözü i- le bakılıyor. “ FMLN en büyük 14 kentin 7’sinde, 19 belediyenin I2 ’sinde iktidarda... FMLN liderleri sosyalist mücadelenin yenildiği yerde demokratik devrimin kazanacağını umut ediyorlar.” (monde- diplo.com, 03.09.2002, Salvador)
Görüldüğü gibi tüm kıtada köylü hareketleri yılların baskılarının altından daha da güçlenerek ve arkalarına kentleri de alarak ya da kendileri kent çıkarlarıyla da bütünleşerek ortaya çıkmaktadırlar. Neoliberal global politikalar çok kı
__ 64 __________________________
sa zamanda soygunu görülmedik derecede artırarak anti-emperyalist, anti- ABD mücadelesini yeni boyutlara çıkarmıştır. Kırlara şimdi kentler de eklenmiştir. Son politikalar devrimci mücadeleyi kentlere taşımışlardır. Buna Arjantin en büyük örnektir. Dominik Cumhuri- yeti’nde kent yoksulları Arjantin’e benzer şekilde mücadele vermektedirler. Burada kent ayaklanmaları günlük sıradan olaylar halindedir.
Kıtanın en sol iktidarı Küba’nın en yakın dostu Venezüella’dır. Devlet başkanı Hugo Chavez, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ziyaret eden birkaç devlet başkanından biri olarak ABD’nin cinlerini başına toplamıştır. Hugo Chavez, ABD’nin üçüncü büyük petrol sağlayan ülkesi olarak buna denk düşen hakkı almak istemektedir. Bu nedenle ABD petrol şirketlerinin 50 yıldır imtiyazlı anlaşmalarını değiştirip karlarından biraz daha fazla geliri yoksul gecekondu halkına dağıtmak istediği için her an Cl- A ’nin bir komplosuna kurban gidebilir. Zengin köylülerin işlemediği toprakları toprak reformu ile yoksul köylüye dağıtmak istediği içinde ülkesindeki tüm gericilik Arjantin’deki gibi işçi sendikaları ile birleşmiş karşısına dikilmişlerdir. Ancak popülist Chavez gecekondu halklarının ve yoksul kır proleterlerinin desteği ile ayakta durmaktadır. Ve gerçekten ülkesine şu anda hiçbir Latin Amerika ülke halklarının görmediği olanakları sağlamaktadır. İktidarda olduğu iki yıl içinde I milyon çocuğun okumasını olanaklı hale getirmiştir.
Latin Amerika’da bugün popülist politikaların ömrü tartışılmaktadır. Her kriz sonrası bir popülist politikacı gelmiştir. Örneğin Portekiz ve İspanya sö-
mürgeciliğine karşı Bolivar mücadele vermiştir. Vahşi kapitalist sömürüye karşı daha sonra Peron ve Ailende ortaya çıkmıştır. Şimdi onların Venezüella tekrarı olarak sayılabilecek Hugo Cha- vez, sınıf mücadelesi bayrağını popülist politika ile ne kadar götürebilecektir, tartışılmaktadır. Kimilerine göre popülizm kıtada ömrünü tamamlamıştır. Bunun anlamı olsa olsa bir devrimci hareketin çıkması demektir.
SONUÇ
Sosyalizmin yıkılması ile kapitalist sömürü dizginlerinden kurtulup neoliberal ve global politikalarla dünyamızı görülmedik şiddette sömürdü. Ancak sömürünün şiddeti halkların çok kısa zamanda bu politikalara karşı direnmesini ve örgütlenmesini getirdi. Kapitalist gelişimin yüksek olduğu Arjantin’de de ilk karşı duruş gerçekleşti. Bu politikaların sömürüsüne işçi sınıfının en gelişkin olduğu Üçüncü Dünya Ülkesi’nden gelmesine şaşmamak gerekir.
Yeni soygun bir yandan kısa zamanda kendini deşifre ederken, öte yandan da kapitalizmin başka bir ekonomik alternatifi olmadığı gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Arjantin’de görüldüğü şekliyle bu politikalardan başkası üretilememektedir. Kapitalizmin politik çözümsüzlüğüne karşı elinde askeri çözümden başka seçenek kalmamıştır. Uluslararası terörizm politik ekonomik çözümsüzlüğe karşı ele alınmak istenen bir zor sopasıdır. Ancak bu ne kadar işe yarayacaktır? Arjantin’de görüldüğü kadarıyla halklar bu zora karşı örgütlenmek kararını almakta, giderek politikleşmektedir-
ler. Elbette bu politikleşme onları sosyalizmin yaptığı yanlışları bulmaya ve dolayısıyla kendilerine daha çok güvenmeyi getirecektir. Ancak ondan sonra kendi kaderlerini ellerine alma doğrultusunda çıktıkları yolun son konağına varacak ve iktidarı kendi ellerine alma cesaretini göstereceklerdir. Arjantin’de 20 Ara- lık’ta atılan adım bir ileri adımdır. Ama arkasından tekrar geri adım atılmıştır. Ancak halklar bir adım ileri bir adım geri gide gele herhalde kendi güçlerinin farkına varacaklardır.
13.09.02
___________________ arjantinazo__
65 ---
'APTALCA BİR EYLEM'Geçtiğimiz Nisan ayı başında
Venezüella’nın tartışmalı, ilginç lideri Hugo Chavez ABD destekli bir darbe sonucu iktidardan indirildi. Kendisini destekleyen halklar sokaklara döküldüler. Üç gün sonunda devlet sarayını 150 bin dolayında Caracaslı yoksul halk işgal etti ve seçtikleri liderlerini tekrar iktidar koltuğuna oturttular. Diğer bir Latin A- merika ülkesi Arjantin’de dört ay önce yaşanan olaylar neoliberal politikaların halkların yoksulluğu anlamına geldiğini kanıtlamıştı, şimdi Venezüella’daki olaylar da halklara ABD darbelerinin yenilebileceğini anlattı.
Venezüella’da üç gün içinde yaşanan olaylar halklar açısından büyük derslerle doludur. Bu nedenle de derinlemesine incelenmesi gerekmektedir. Devlet başkanı Hugo Chavez paraşütçü askerken ‘92 yılında günün faşist iktidarına karşı bir darbe yapar. Başarısız olur. Hapsedilir. İki yıl sonra faşist iktidarı yenen burjuva güçler tarafından diğer siyasi tutuk- lularla birlikte, bundan sonra ancak seçimle iktidara geleceği sözünü vererek serbest bırakılır. Ve de sözünü tutar. ‘98 yılı seçimlerinde iktidar olur.
Hugo Chavez tartışmalı bir kişiliktir. Kimilerine göre Şili’nin Allende’si gibidir. Başkaları da onu Arjantin’in Pe- ron’una benzetir. Biz de onu ‘60 27 Mayıs Devrimi’nin lideri Cemal Gürsel Paşa’ya yakın bulabiliriz. ABD entelektüel çevreleri Chavez’i felsefe bakımından Jan Jack Rousseau’dan etkilenmiş olarak
A yşe T a n se v e r _______________________________
___ 6 6 ______________________________________
görseler de o Simon Bolivar olmak özlemi taşıyan bir popülisttir. Atının üstüne binmiş kırmızı beresini takmış olarak Bolivar’ın yaptığı gibi halkını eziyetten kurtarmak isteyen bir idealistir. Bir romantik olduğundan da dünyaya sınıf gözlükleri ile değil, pempe bir camdan baktığı için bazı katı gerçeklikleri göremez. Bolivar, İspanya’nın feodal sömürü biçimine karşı dövüşmüştür. Chavez ise ABD ve Avrupa Birliği’nin finans kapital egemenliğine karşı dövüşmek zorundadır. Bolivar’ın silahları ile finans kapital a- ğı ne kadar yırtılabilirse ancak o kadar yırtabilir. Bu nedenle de kimileri onu yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot’a benzetirler.
'APTAL BİR EYLEM'
Dünya finans kapitalinin cinlerini başına toplayan Chavez, Castro ile dosttur. Venezüella, Küba’ya ihtiyacı olan petrolün yarısını çok ucuz fiyatlarla verir. Karşılığında Küba’dan sağlık yardımı alır. Chavez, Küba yardımı ile yoksul halkların sağlık koşullarında büyük gelişmeler sağlamıştır.
Chavez, çoğu kişinin adını ağzına almaktan korkacağı Saddam’ı ziyaret etme cesaretini göstermiştir. Onunla petrol konusunda konuşmalar yapmıştır. Dönüşte de Kaddafi’nin çadırında acı bir kahve içmiştir. Chavez, OPEC örgütüne daha kişilikli politika çizdirmede önemli görevler yapmıştır. Kimileri petrol fiyat-
larının 10 dolardan bugünkü düzeyine çıkmasında O ’nun parmağı olduğu düşüncesindedir.
ABD’nin korkulu düşü Kolombiya ve Ekvador devrimcileri ile arası iyidir, onlara siyasi iltica hakkı tanır. Bunu yaptığı için hiçte kendisini terörist görmez, aksine asıl ABD, Afganistan’a saldırarak terörist olmuştur. O zamanda Venezüella burjuvazisi Chavez’i Latin Amerika’rjın bin Ladin’i ilan ederek ABD’nin saldırısına çanak tutmaya çalışır. Chavez gerçekten ABD’nin tüm cinlerini başına toplayıcı olmadık işler yapar. Beyaz Saray, Chavez’e karşı politika belirlemek i- çin Kasım 2001 yılında üç günlük bir seminer düzenler. Ve burada bazı kararlar alınır:
“ Birleşik Devletler Chavez’i kendi Rousseau/Bolivar içeriği içinde anlamak zorundadır. O bizim çeşit demokrat olmayabilir, ama tipik bir Venezüella ve Latin Amerika demokratıdır. Neolibera- lizme karşı yükselen olumsuzluklar ve tüm yarım kürede demokrasiden duyulan hayal kırıklıkları ve Latin Amerika kamuoyu araştırmalarından ortaya çıkan ‘güçlü devlet’ çığlıkları ışığında (bazı ülkelerde bunlar demokrasi yanlılarından daha fazlalar) Rousseau ya da Bolivar demokratlar serisinin belkide ilkidir.
“ Gerçekten aptalca bir eylem içine girmezse, ki bu olası değildir, ABD Chavez yönetimi ile birlikte yaşayabilir ve dönemini tamamlamasını bekleyebilir. Ayrıca müdahale etmeden ve çatışmadan ABD demokratik değer ve uygulamalarına daha çok uyması uyarısını yapabilir. Öte yandan pragmatik açıdan Chavez ve onun gibi karışık rejimlerle (sınırlı demokrasiler, Rousseau vari de
mokrasiler, Bolivar vari demokrasiler) birlikte yaşamayı ve kabul etmeye kendimizi hazırlamalıyız, çünkü gelecek yıllarda bunların pek çoğuyla karşılaşabiliriz.” (internet, Csis Understanding Chavez, American Program)
ABD’nin politik hattı bize ABD’nin dünyaya nasıl baktığı konusunda da ilginç ipuçları vermektedir. Birincisi, ABD neoliberal politikalar sonucu Chavez türü protestoları beklemektedir ve de kendisini Latin Amerika ve dünyada bu tür politik liderlerle de işbirliği yapmaya hazırlamaya çalışmaktadır. Bunlara yeni tip demokrat, Bolivar demokratı gözü i- le bakmaktadır. Ancak elbette işbirliği anlayışına bir sınır da çizilmektedir. Eğer ‘gerçekten aptalca bir eylem içine girmezse’ denmektedir. Bu ‘aptalca bir ey- lem’den biz ABD çıkarlarına karşı olacak, yani halkların çıkarlarını savunucu eylem anlamaktayız. ABD bu yazı kaleme alındığında böyle bir olasılık beklememektedir.
ABD, neden Chavez’le anlaşabileceğini düşünmektedir? Chavez politikalarında görünürde hiç de ABD’nin işine gelmeyecek şeyler var gibi gelse de neden onu tam olarak karşısına almak istememektedir? Onunla birlikte yaşamayı öğrenmesi gerektiği düşüncesine varmaktadır? Bu sorulara yanıt aranmalıdır. Ayrıca Nisan ayına gelen süreye kadar neler yaşanmıştır ya da Chavez hangi ‘aptalca eylemi’ yapmıştır da artık ABD bir darbe yapmaktan başka çıkar yol bulamamıştır? Bu sorulara verilecek yanıtlar ABD’yi sınıf düşmanı görenler açısından önemlidir. Son olarakta ABD neden Chavez’i yıkmak darbesinde başarılı olamamıştır. Bir halk direnişinden de çıkarılacak çok dersler olsa gerektir.
_____________ ‘aptalca bir eylem’___
--------------------------------------- 67 —
CHAVEZ POLİTİKALARI
a. Yeni Sanayi Alanları AçmaChavez seçimlerde halkına ülkeye
yeni sanayi dalları açmak sözü verir. Chavez petrolden elde edeceği gelirleri hem yoksul halklarına dağıtacaktır hem de yeni sanayi kurmaya. Yeni iş alanları açmaya çalışacaktır.
Venezüella tüm Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi I. Sömürgecilik Dö- nemi’nden, yani meta sömürüsünden kurtulduktan sonra kapitalist kalkınma modelini seçer. Petrol kara altındır. Ülke petrol ile kalkınacaktır. Ancak ne yazık ki Venezüella petrol gelirlerine rağmen hiçbir zaman bir Brezilya, bir Şili ya da Arjantin düzeyinde sanayileşeme- yecektir. Petrolden elde edilen dövizler bir türlü sanayi dalı kurmaya aktarılama- yacaktır. Bunun nedeni de yine petrolün kendisidir.
Venezüella dünyanın dördüncü petrol üreten, ABD’nin petrol iç tüketiminin üçte birini sağlayan ülkedir. Elinde döviz vardır. Ve de bu döviz ile zengin bir pazar görünümündedir. Petrol ile elde edilen dövizler ticaret yoluyla petrol dışı tekellerin kasasına aktarılmalıdır. Bizzat iç ve dış finans kapital güçleri tarafından ülkenin kendi ayakları üstünde durabileceği diğer sanayi dallarının kurulması engellenir. Petrol üreten tüm ülkelere bakalım hepsi aynı kaderle inmelidirler. Kapitalizm koşulları onların başka sanayi dalları kurmasını engeller. Petrol gelirleri üretime değil ticarete yatırılır.
Chavez, ülkesinde sanayi alanı kurmak vaadi verirken özünde ticaretle yaşayan burjuvaları karşısına almaktadır.
— yol----------------------------------------
___ 6 8 ______________________________________
Ama öte yandan da aslında yeni burjuvalar yetiştirmek istemektedir. Ve de bunu tam da ‘98 yılında Dünya Ticaret Ör- gütü’nün kurulduğu, tüm dünyada gümrük duvarlarının indirildiği, globalleşmenin başladığı bir zamanda, Peron gibi yerli burjuvaların yetişmesini, yerli üretim yapılmasını ister.
Globalleşme çağında, burjuva üretim ilişkileri çerçevesinde yerli sanayi kurmak imkansız olmasa bile çok zordur. Globalleşme neoliberal politikalarla sınırları indiriyor. Dış finans kapital güçleri kendilerine pazar kapıyorlar. Ve de bunu yaparken bizzat ülkelerin içindeki küçük ve orta, hatta büyük burjuvaları, hatta dünya finans kapital ağı içindeki burjuvaları iflasa sürüklüyorlar. Dünyamız finans kapital sömürüsüne yeni bir tarzda açılmış durumda. Ve de Chavez bu dünya koşullarında yeni sanayi dalları kuracak. Elindeki dövizi ticaretten çekecek ve de yatırıma harcayacak. Bizzat bu yapılması zor bir olaydır. Ve de bununla zaten finans kapital güçlerini aktif olmasa da pasif olarak karşısına almaktadır.
Bu politika elbette burjuva olma sevdası taşıyanlar arasında destek bulmaktadır. Yeni işyerleri açılması, herkesin iş bulması elbette halkları cezbedici vaad- lerdir. Chavez’in sesinin gücü buralardan gelmektedir.
b. Sosyal PolitikalarChavez ilk iş olarak faşist dönemden
kalma anayasayı değiştirip yürütmek istediği politikaya uygun bir burjuva legal- liği yaratır. Böylece 4. Cumhuriyet Dönemi kapanır, 5. Cumhuriyet Dönemi başlar. Bu cumhuriyet yeni anayasa ile daha adil ve halktan yana olma bayrağını
göndere çeker. Yeni Anayasa parlamentoda, yani yine burjuva yasalara uygun o- larak oy çokluğu ile kabul edilir. Yani bu anayasanın yasallığı konusunda hiçbir kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur.
Chavez yoksul halklara yaşam koşullarını düzeltme vaadi vermiştir. Petrolden elde edeceği kaynaklarla bunu yapacaktır. Ve gerçekten de petrol fiyatlarının yüksek olmasından elde ettiği kaynakları eğitim alanına yatırır. Döneminde I milyon çocuk okula kayıt yaptırmıştır. Halkın sağlık koşullarını iyileştirmek de diğer bir Chavez vaadidir. Küba’dan getirtilen sağlık personeli ve know-how ile bu olanaklar da geliştirilir. Sağlığa harcanan devlet fonu %4 artırılır. Ayrıca ilaç fiyatlarında %30-40’lık indirimler sağlanır. Bunlar halk arasında Chavez’in itibarını artırır.
Ekonomi de burjuva çerçevesinde i- yiye gitmektedir. Tüm Latin Amerika ülkelerinde ekonomiler durgunluk içindeyken Venezüella %4’lük bir kalkınma hızına ulaşmış ve enflasyon %40’lardan %12’lere düşmüştür. Bunlar kapitalist ü- retim ilişkileri çerçevesinde değerlendirildiğinde gerçekten başarılarıdır.
Ancak 3 yıllık iktidarın sonuna gelindiğinde halka dağıtılacak kaynaklar daralmaya başlar. Petrol gelirleri eski hızlı yükselme eğilimini kaybetmiştir. İhracat gelirleri artmaz. İkinci olarak, petrol tesisleri eskimiş ve yenilenmek, modernleşmek istemektedir. Yani petrol gelirleri yine petrole yatırılmak zorunda kalmaktadır. Petrol pastası üzerindeki kapışma savaşı 2001 yılında yükselir. Ya da sınıf savaşı şiddetlenir. Chavez halktan yana ilk ciddi eylemlerine başlar. Kasım 200 l’de 49 tane yasa çıkarır ve bunları
da parlamentodan geçirir.
“49 yasa 5. Cumhuriyet Anayasasında taçlandırılan ilke ve değerlerin gerçekten uygulanması doğrultusundaki ilk adımdır. Bu anayasa Venezüella’yı ‘Adaletin ve Yasaların Demokratik Sosyal Devleti’ yaparken mantık sonucu ola- rakta serbest pazarı, kendilerini ABD’nin kuzeni sanan ekonomik oligarşiyi karşısına alır ve ülkenin çürümüş geçmişine savaş açar.” (internet, zmag.org, Latin America, Class struggle looms in Venezüella, s. I)
Chavez pratiklerden yolunu bulan bir adamdır. Halkının yoksulluğunu iktidarının ilk günlerinde biraz ferahlatmıştır, ama verdiği çoğu sözü de yerine getirememiştir. Ve de giderek daha çok halktan yana kararlar almaya başlamıştır. 49 yasayı bu nedenle çıkarır. Ve içlerinden 4 tanesi Venezüella’da bundan sonra yaşanacak olayların temel nedeni niteliğindedir. Ve de bu yasalarla Chavez politik düşüncelerinin özünü ortaya koymaktadır. Birincisi, devletçilikle ilgilidir. Bu yasaya göre devlet uygun gördüğü şirketleri millileştirebilecektir. İkincisi, toprak yasasıdır. Devlet toprak yasası ile yoksul köylüye toprak dağıtacaktır. Balıkçılık yasası ile devlet deniz sınırı S’ten 10 mile çıkartılır. Bazı durumlarda bankaların millileştirilebileceğini söyler, v.s.
I. Devlet müdahaleleri49 yasadan biri devletin ekonomi i-
çindeki rolü ve işlevini artırmaktadır. Devlet yeni sanayi alanları kurma görevini üstlenmektedir ve de uygun gördüğü şirketleri devletleştirmeyi yasallaştırmaktadır.
İlk önce devletleştirmenin genel ola-
--------------------------------------------- 69 ----
_____________ ‘aptalca bir eylem’___
rak ne anlama geldiğine bakalım. Millileştirme yeni moda olan neoliberal politikaların tam tersidir. Dünyada tam bir ö- zelleştirme havası vardır ve devlet malları özelleştirilmektedir. Herkes özelleştirme yarışındadır. Ayrıca devletin ekonomiden eli çekilmeye çalışılmakta ve e- konomi tamamen özel sektörün hizmetine terk edilmektedir. Oysa Chavez bu iki olguya da ters çıkmaktadır. Hem mil- lileştirebilmenin yasal sınırını çizmekte hem de devletin rolünü artırmaktadır. Bu yalnız Venezüella açısından değil, tüm kıta, hatta dünya açısından önemli bir politik değişikliktir. Ve de bu yasa ABD’nin yukarıda alıntısını yaptığımız kararından sonraki bir gelişmedir. Ve de sanırız Chavez’in, ABD’ye göre, yaptığı ‘aptal eylemlerden’ biridir. Bize göre Chavez’in halktan yana attığı önemli a- dımlardan biridir.
Demek ki, birinci çıkacak sonuç şudur. Globalizm çağında, neoliberal politikalar moda iken, dünya finans kapitali tüm dünyayı paylaşma derdindeyken, ö- zel sektörün gücünü düşürücü bir eyleme hiçbir şekilde tahammül gösterilmeyecektir. Ve de Venezüella’nın böyle bir kararı tüm Latin Amerika’ya yayılma tehlikesi taşımaktadır. Ve de bu olaylar yayılmadan çaresine bakılmalıdır. Örneğin, Arjantin’de paranın devalüe edilmesinin doğurduğu zararın özel sektöre yüklenmesi iki ülke arasında en önemli sürtüşme konusudur. Ancak şurası kesindir ki, artık birinci sömürgecilik dönemine tepki olarak ortaya çıktığı gibi yeniden bir millileştirme dalgası ya da devletin yeniden sanayiler kurması, millileştirme havasının ortaya yayılmasından ABD çok korkmaktadır. Ve bunu başlamadan ortadan kaldırmayı gerekli
— yol__________________________görmektedir.
Akla şu soru gelebilir: Kapitalist a- nayurtlarda, örneğin İngiltere’de özelleştirilen devlet demiryolları ya da suları çok kötü koşuldadır. Ve de bunların tekrar millileştirilmesi düşünülmektedir. Ama kapitalizm bunu başka yollardan yapmaya çalışmaktadır. Devletin kredi vermesi gibi üstü örtülü yollara gidilmektedir. Ama artık yeniden millileştirmeler çağını şimdilik bile olsa kapitalizm defterinden silmiştir.
2. Toprak reformu49 maddelik değişikliğin önemli bir
diğer maddesi toprak reformudur. Venezüella topraklarının %60’ı nüfusun %2’sinin elindedir. Kabul edilen Toprak Reformu Yasası ile tüm topraklara değil, ancak işletilmeyen topraklara el konulmasını öngörmektedir. Tefeci bezirganların ya da Latin Amerika adıyla latifun- da ağalarının işletmeden ellerinde tu ttukları topraklar alınacaktır. Ve bunlar yoksul köylüye dağıtılacaktır. Ve bu toprakların çoğunun işlenmeyecek kadar ya kötü ya da birer karışlık alanlar olduğu bilinmektedir.
“Yasalar hiçbir şekilde sosyalist falan değildir. Örneğin toprak reformu Venezüella’ya gelişkin kapitalist ülkelerde 200 yıl önce kabul edilen ilkeleri getirir: Devletin boş ve az işlenen toprakları yeniden dağıtma hakkı. Bazı daha objektif yönetici sınıf eleştirmenlerinin işaret ettiği gibi Meksika, Rus ve Çin Devrimle- rinde yapılan toprak reformlarından daha az radikaldir.” (internet, znet, Latin America/ Class struggle looms in Venezüella, s. I)
Bir Ulusal Toprak Enstitüsü kurulur
__ 70
ve ülke topraklarını boş, verimli ve verimsiz olarak sınıflandırmakla görevlendirilir. Ancak bu Venezüella için hiçte yeni bir şey değildir. Yani Chavez’in o rtaya attığı yeni bir şey sayılmaz. Bu madde aslında 1961 Yasası’nda vardır. Ama çürümüş iktidarlarca hiçbir zaman yürürlüğe konulmamıştır ve toprakta büyük arazi sahipliğine göz yumulmuştur. Chavez şimdi bunu işletmek istemektedir. Büyük toprak sahipleri hop oturup hop kalkarlar. Ancak boş tutulan işletilmeyen toprakların kullanımı aslında kırda kapitalist ilişkilerin gelişmesini sağlayacağı için ve de aslında sosyalizmdeki gibi bir toprağın devlet mülkiyetine geçmesi anlamını taşımadığı için burjuvaların pek de karşı olmaması gerekir. Aslında kırda özel mülkiyet temelini yaymaktadır. Ayrıca kırda üretimin artmasını sağlayarak da kentlerde kapitalist ilişkilerin gelişmesini sağlayacaktır.
Ama toprak ağaları işi başka şekilde yorumlama eğilimindedirler. “ Oligarşinin histerisi, yasanın özel mülkiyeti o rtak çıkara tabi kılması gerçeğinde yatmaktadır.” (internet, znet, Latin America/ Class struggle looms in Venezüella, s. I) Evet kendisine bir ideolojik dayanak arayan Chavez böyle demiştir. Herkesin çıkarı özel çıkardan üstündür. Toprak a- ğaları bunun özel sektöre saldırının başlangıcı olduğu ve Chavez’in bir komünist olduğu propagandasını yapmasına yol a- çar.
Topraklar şu anda iştetilmiyor olsa da, bu tür toprak reformlarını kapitalizm bir zamanlar kendisi yapmış olsa da günümüz koşullarında ABD ve dünya fi- nans kapitalinin bunu hoşgörüyle karşılamayacağı anlaşılmaktadır. Chavez’in yapmayı düşündüğü bu reform Latin A
merika halklarına bir ışık tutacaktır. Ve şurası gerçektir ki, ABD çıkarları başka yerlerde de zedelenebilecektir. Bu anlamı ile bu yasada Chavez’in ‘aptal eylem- leri’nden biridir.
3. Balıkçılık yasasıBu arada Chavez birde balıkçılık ya
sası çıkarır. Ulusal deniz sınırlarını 5 milden 10 mile yükseltir ve bu sınırlar içinde büyük ve yabancı balıkçıların avlanmasını yasaklar. Bu karar aslında dünya denizcilik yasası ile ilgilidir. Bildiğimiz kadarıyla da Birleşmiş Milletler’ce de kabul edilmiş bir yasadır. Ancak ABD kendi deniz tekellerini korumak için bu yasayı imzalamayan bir avuç ulustan bir tanesidir. Chavez bu yasayı imzalayıp kendi yoksul balıkçılarını büyük deniz avcılarına karşı korumak amacını güderek de ABD’nin cinlerini başına toplamaktadır. ABD çeşitli dünya toplantılarında bu yasaya karşı yandaşlar ararken bir de bu darbeyi yemiş olmaktadır. Chavez’in ‘aptal eylemleri’nden biri ile daha karşı karşıyayız. Ve de elbette Chavez, kendisine yoksul balıkçılar arasında da sempati toplamaktadır. ABD karşıtlarını kendi arkasına almaktadır.
4. BankalarChavez sık sık bankalara meydan o-
kur.
“ Olası ikinci hedef ülkenin özel bankalarıdır. Bunlar mevduatlara %2 öderlerken (enflasyon %13’lerde seyrediyor) ticari kredilerden %50 alırlar ve ‘vergi’ kelimesinden haberleri yoktur.
“ Fedecamaras’ın, Venezüella İşverenler Konseyi’nin bir günlük grev dü-
_____________‘aptalca bir eylem’___
---------------------------------------------------------- 71 —
— yol
zenlemesinin ardından Chavez Aralık a- yında şöyle bir açıklama yaptı: ‘Yasalara uymayan herhangi bir bankayı millileştirebiliriz... Herhangi bir banka, ulusal ya da uluslararası yasalara uymayan banka tutuklanacaktır.” (internet, znet, Latin America/ class struggle, s.2)
Chavez’in mevduata az faiz verip krediden çok faiz alan bankalara kızması finans kapital ağına girememiş, yani ban- kalaşmamış bizim yaban burjuva dediklerimizi korumak anlamında yorumlanabilir. Yaban burjuvalar girişimci burjuvalar olup, bankalardan alacakları kredilerle semirmeye çalışırlar. Yoksul köylüler de ipotek edecek değerde toprakları yoksa kredi alamazlar. İpotek edip kredi alanların çoğu da en ufak bir doğa koşulu bozukluğunda borçlarını ödeyemez duruma gelirler, bankalara ipotek ettikleri topraklarını kaybeder ve kır proleteri o- lurlar. O nedenle, bankalara saldırı küçük köylü ve kentlerdeki yaban burjuvaları ilgilendirir. Ülkede ulusal banka kadar yabancı bankalar da vardır.
Günümüzde bankalara yapılacak saldırı ABD ve dünya kapitalizminin hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir olgudur. Bunlar elbette bu laflardan öcü görmüş gibi olurlar. Bu kapitalizme söylenebilecek en büyük, en korkutucu laftır. Bu da Chavez’in büyükcene ‘aptal bir eylem’i olsa gerektir.
5. Ulusal Petrol ŞirketiYukarıda değindiğimiz gibi Venezüel
la’nın döviz kaynaklarının %80’i petrolden gelir. Petrol, devlet şirketi Petroleos de Venezuela tarafından çıkarılır. Yani petrol şirketinin millileştirilmesi eskiden yapılmıştır. Devletin topladığı vergilerin
yarısı da yine petroldendir. Yani petrol ülkenin kanı canı gibidir. Ancak işin püf noktası şudur. Her ne kadar petrol şirketi devletin olsa da, petrolün satımı yabancı şirketlere kiralanmıştır.
“ Chavez hükümeti son günlerde yabancı şirketlerle yapılan 60 yıllık eski anlaşmayı değiştirmeye, böylece %1’lik gümrük vergisi ve büyük vergi indirimlerini kaldırmaya çalışıyor. Burada bir servet yatmaktadır. Venezüella’da bilinen 77 milyar varillik petrol rezervi vardır ve ABD açısından en büyük petrol kaynağıdır. Phillips Petroluem ve Exxon Mobil bu ineği sağarlar. Eğer yeni yasa yürürlüğe girerse ABD ve Fransız petrol şirketleri kazançlarının büyük bir kısmını kaybedeceklerdir.” (internet, znet, Colom- bia, The Scent of Another Coup s. I)
Yılda 30 milyarlık petrol satılmaktadır ve ister inanılsın ister inanılmasın devlet bundan sadece %\ gümrük vergisi almaktadır. Venezüella halkının %80’ni yoksulluk içinde yaşarken, petrol şirketleri onların topraklarından aldıkları karları cebe indirmektedirler. Bu daha önceki faşist ve işbirlikçi iktidarların halkların başına ördükleri bir çoraptır.
Chavez’in devlet payını %1’den yukarı çıkarmak istemesi kapitalizm koşullarında bile doğal bir iş akti değil midir? A- ma bu zengin dünya petrol şirketlerine vurulacak bir darbe anlamına gelecektir. Kesinlikle böyle bir şey ABD ve dünya finans kapitalinin kan akıtacağı bir olgudur. Bu değil kıtada, tüm dünyada var olan tekeller ve burjuva devletler ilişkisini inme- lendirecek güçtedir. Bu artık, Chavez’in bardağı taşıran ‘aptal eylem’lerinden en büyüğüdür. ABD hemen kolları sıvar. Ve daha önceki plan yürürlüğe sokulur.
__ 72
SINIFLAR SAVAŞI ŞİDDETLENİR
Bundan sonra olaylar hızla gelişir. Chavez’in yoksul halklara verdiği sözü yerine getirebilmesi için güçlenmesi, kendi saflarını güçlendirmesi gerekmektedir. Ülke solcularıyla olan işbirliğini artırır. Ayrıca zaten Venezüella geleneksel solcuları ve sistem karşıtları yıllardır bunu savunmaktadırlar. O anlamıyla destek bulması da zor değildir. Hükümette değişiklikler yapılır. Örneğin Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na “ özel sektör düşmanı ve kapitalist kültürden çok nefret eden” birini getirir. (Financial Times, 28 Ocak ‘02) İçişleri Bakanlığı’na getirilen deniz subayı Rodriguez Chaven, Kolombiya Devrimci Güçleri (FARC) ile i- lişkileri yürüten adamdır. “ Petrol şirketinin başına getirdiği solcu profesör ‘70’lerdeki millileştirme planının mimarıdır ve ‘90’lı yıllarda ülkenin yabancı yatırımlara açılmasına karşı çıkmıştır.” (Financial Times, I I Şubat ‘02) Chavez sola kaydıkça ülke içinden ve dışından yankısını bulur. Ordu tepesi sesini yükseltir. Ordu, tüm Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi ABD’nin zaten en baş destekçisidir. Ayrıca görevden alınan petrol eski yöneticisi hiçte şaşırılmayacağı gibi emekli bir generaldir.
Sınıflar savaşı her geçen gün daha da yükselir. “ Bay Chavez’in geçen hafta canlı televizyon gösterisinde (Chavez her hafta halka televizyondan bir konuşma yapar, bn.) tüm ekonomiye hakim o- lan devlet petrolleri, Petroleos de Vene- zuela’nın (PDVSA) üst düzey yöneticiler grubunu görevlerinden aldığını açıklaması üzerine kritik patlama noktasına gelindi.” (Financial Times, 13 Nisan ‘02)
Yabancı petrol şirketlerinden alman
verginin artırılması girişimi sonunda tek bir yöneticinin alınmasından tüm yönetim kurulunun görevine son verilmesi seviyesine sıçrar. Devlet petrolleri Chavez’in kontrolüne geçer. Bundan sonra sıra payların artırılmasına gelecektir. İç ve dış finans kapital güçleri saldı- raya başlarlar. Yeni görevden almaları bahane ederek petrol yüklemesini yavaşlatırlar. Sonra da sendikalı işçiler 5 gün süren bir grev başlatırlar. Grev sonucunda darbenin yapılacağı yürüyüş başlar.
Petrol şirketi ticaret bağları ile greve katılanların sayısını artırır. Örneğin O- cak ayında yapılan grev, ittifakları nasıl kurduklarına güzel örnektir. “ Grev işverenler Odası, CTV (işçi sendikası, bn.) ve eski politik örgütlerin kutsal olmayan ama güçlü ittifakının sonucudur. Onlar herhangi bir gönülsüz küçük işyerini mal vermeme tehdidi ile korkutarak greve zorluyorlardı.” (a.g.y.) Yani büyük tüccarlar altlarındaki küçük esnafı, belki de çıkarı grevde yatmayanları mal satmamakla tehdit ediyorlardı. Chavez’in destekçisi işportacılar bile sonunda greve katılmak zorunda kalmışlardı.
Sendika bürokrasisi de burada finans kapital cephesindedirler. Bu olguyu iki şekilde açıklamak mümkündür düşüncesindeyiz. İlk olarak, bu Latin Amerika sömürgecilik koşullarının yarattığı bir o- luşumdur. Latin Amerika ülkeleri 2 tü rlü sömürgecilik yaşamışlardır. Birincisi, İspanya feodal düzeninin sömürgeciliği, kapitalist üretim biçimi anlamında olmayan metaların yurt dışına kaçırılması anlamındadır. Bu durumda bir yönetici sınıf olur ve yerli halkı iliklerine kadar sömürür. Sonra ABD kapitalizminin pazar olgusu çerçevesinde sömürüsü yaşanır.
_____________ ‘aptalca bir eylem’___
--------------------------------------- 73 ---
Bu sömürü biçimi birinci ile üst üste düştüğü noktalarda pazarlar tepedeki fi- nans kapital sömürüsü şeklinde başlamıştır. Bunun anlamı yerli burjuvaların doğuşu ve çıkışı sanki bir işçi hareketi gibi olsa gerektir. Bu durumda da ulusal burjuvaların çıkarlarının işçi sınıfı çıkarları ile üst üste düştüğü noktalar olabilir. Yerli burjuvalar bizzat ABD ve dünya fi- nans kapitaline karşı işçi sendikaları ile işbirliği yapma geleneği yaratmışlardır. Bu Arjantin’den Brezilya'ya böyle bir orijinallik taşır. Ve de ancak sınıflar savaşının günümüzdeki yükselmesi ile her halde yerli yerine oturacaktır.
İşçilerin gerici zeminde kalmasının i- kinci nedeni, günümüz global sömürü koşullarının yarattığı bir olgudur. Özelleştirmeler, kitlesel işten atılmalar yaratıyorlar. Böylece çalışmak bir ayrıcalık haline geliyor. Ve sosyalist ufkun olmadığı bir düzen içinde işçilerin işlerini koruyucu politikalar çerçevesinde finans kapital saflarında yer almaları sonucu doğabiliyor. Sanırız olayı böyle açıklamak mümkündür.
Ancak hiç şüphe yok ki bu geçici bir olgudur. Ve Latin Amerika genelinde ve Venezüella ve Arjantin özelinde işçi sınıfının kendi çıkarları çerçevesinde diğer saflara geçmesi çeşitli şekillerde zaten yaşanmaktadır. İşsiz işçiler ve yoksullaşan işçilerin bu ittifak dışına çıkması kaçınılmazdır.
İşçiler dışında Chavez’e karşı saflarda şu grupları saymak mümkündür. “ Boli- var Devrimi’nin düşmanları tüm bildik zanlıları kapsar; Katolik Kilisesi hiyerarşisi, toprak sahipleri ve ticari elit ve onların deniz aşırı işbirlikçileri ve entelektüelleridir.” (a.g.y.)
— yol----------------------------------------Kiliseler bilindiği gibi eskinin toprak
ağaları gibidirler. Büyük toprakları vardı. Ancak Latin Amerika halklarının yoksulluğundan etkilenmeden edemezlerdi. Çoğu ülkede kilise üyeleri giderek yoksul halklardan yana tavır almak zorunda kalmaktadırlar. Örneğin Granada Devlet Başkanı bir kilise papazıdır. Ama Chavez ya Castro’dan etkilenmiştir ya da her zamanki gibi ortaya radikal bir laf atmıştır. Kilise hiyerarşisini ‘Venezüella’nın tümörü’ olarak değerlendirince kiliseyi de karşı saflara atmıştır ve sürekli onunla da savaşmak zorunda kalmıştır. Aslında bu Chavez’in yanlışlarından biridir. Hiç yere güç kaybetmektedir.
Ve de bu güçler 9 Nisan günü sokaklara dökülerek protesto yürüyüşüne geçerler.
CHAVEZ'İN TABANI VE ÖRGÜTLERİ
Chavez’in destek tabanı elbetteki ülkenin %80’ini oluşturan yoksul halklardır. “ Chavez’in sosyal destek tabanı en başta yoksul köylülük ve topraksız kır işçileri, kent yoksulları, işi olan işçi sınıfının bazı kesimleri kadar küçük esnaftır. İç talebin artması ve tariflerdeki ufak artış politikalarından kazanç sağlayan ulusal kapitalistlerin bir kısmı da Chavez’i bu noktada desteklerler, (internet, zmag.org, content.nichols)
Chavez cezaevinden çıkarken söz vermiştir. Eğer iktidarı almak isterse bunu sandık yoluyla yapacaktır. Chavez kendisini iktidara taşıyacak olan geniş tabanlı Chavismo (Chavizm) adını verdiği halk örgütlenmelerini böylece kurmaya başlar. Bunlara Bolivar Devrimi 2000
Hareketi denir. Seçimlerde Chavez kitlelerini topladılar gösteriler yaptılar.
"... ancak sınıf savaşı yükseldiğinde gerekli olacak şeylere yanıt veremiyor- lardı. Bu nedenle Chavez iki yeni örgütlenme kurdu. En önemlisi ‘Bolivar Çem- berleri’dir (Bolivarian Circles). 17 Ara- lık’ta Caracas’ta bunların 8000 tanesi yarım milyon kişilik bir gösteri örgütlediler. Bu Çemberler, devrimin temel hücre örgütleridir ve mahalleler, belediyeler ve işyerleri seviyesinde tüm ülke i- çinde örgütlüdürler.
“ Çemberler’in ideolojisi Ispanya’ya karşı bağımsızlık savaşının Simon Bolivar zaferi ile başlayan Venezüella’nın devrimci geleneğine dayanır ve ‘tüm Latin Amerika ve Karayipler kardeş halklarının özgürlük mücadelesinin teorik, pratik ve ideolojik zenginliklerini de içerir.
“ Görevleri şunları içerir: ‘Vatandaşların bilincini yükseltmek; çevrede her türden katılımcı örgütlenmeler geliştirmek... bireylerin ve çevrenin yaşantısında yaratıcılık ve girişimi harekete geçirmek... (ve) sağlık, eğitim, kültür, spor, kamu hizmetleri, konut ve çevre koruma, doğal kaynaklar, tarihi gelenek gibi konularda çevrenin ilgisini yükseltici projeler gerçekleştirmektir.
“ İkinci yeni örgütlenme Devrimin Yurtsever Komutası’dır (Patriotic com- mand of the Revolution). Genel başkanı Venezüella Komünist Partisi (PCV) eski genel başkanı ve Venezüella askeri diktatörlüğünü deviren hareketin emeklisi Guillermo Garcia Ponce’dir. Garcia Ponce’ye göre: ‘Komuta Venezüella Bolivar Cumhuriyeti’nin anayasasını ve Hu- go Chavez’in yürüttüğü politik reform projelerini destekleyen tüm güçleri bir
leştiren bir merkezdir. Amacı devrimci güçlerin birliğini güçlendirmek ve geliştirmek; politik ve sosyal reformlar için destekleyici programlar inşa etmek; halkı örgütlemek; kitlelerin politik eğitimini artırmak ve Bolivar güçlerini yönlendirmek için ideolojik temel yaratmaktır, (internet, zmag.org, content)
Chavez halkı örgütlemeye, kendine bağlı bir ittifak gücü kurmaya çalışmıştır. Bu yaptıkları nedeniyle de elbette tartışmalı bir kişilik oluşturmuştur. Çünkü burjuvazi karşı sınıf halk örgütlenmelerini dağıtmaya çalışır, oysa Chavez halkları örgütlenmeye adeta zorlamıştır. Sanki sosyalist bir yapı kurmak istemiştir. Ve de finans kapital onun bu örgütlerinden çok korkmaktadır. Ve darbe sırasında da Chavez örgütlerinin ateş açtığı yalanını atarak onları kamuoyu gözünde karalamaya çalışmışlardır.
Petrol şirketinde çalışan işçiler ve an- ti-Chavez’ciler yürüyüşe geçerken Chavez taraftarları da olayları seyretmek için kentte devlet sarayının civarındadırlar.
CHAVEZ'İ DEVİREN OLAYLAR VE TARİHİ ÜÇ GÜN
Ulusal Petrol Şirketi’nin yönetim kurulunun değiştirilmesi ve grevlerin başlaması sırasında ABD Caracas elçiliğine giren işadamları, ordu mensuplarının trafiği fazlalaşır. Ve de sonradan gelen haberlerde de ABD’nin petrol şirketlerine e-mail’ler çekerek hazırlıklı olma uyarısında bulundukları bilinmektedir. Ordu generalleri darbe için ABD elçiliği ile tam bir birlik içindedirler. Ancak darbenin yenilmesinden sonra tüm bu bağlantılar ortaya çıkar ve ABD yalanlamaya
_____________ ‘aptalca bir eylem’___
75 ---
— yol
çalışır.
Grevci işçiler ve tüm Chavez karşıtları I I Nisan Perşembe günü yürüyüşe geçerler. Polis güçleri en önde sanki onları korur ve yol açar gibi yürümektedir. Ayrıca bazı otellerin damlarında ve devlet binalarında mevzilenmiş kolluk kuvvetlerinin keskin nişancıları vardır. Sonra devlet binasına yakın bir yere geldiklerinde uzakta Chavez yanlıları durmaktadır. Ve kolluk kuvvetleri olayları seyretmekte olan Chavez yanlılarına ateş a- çar. Ve 18 kişi ölür, 150 kişi yaralanır. Aynı anda ordu generalleri Chavez’i halk istemiyor diye iktidardan alırlar ve uzak bir adaya götürürler. Olanlar bunlardır. Bir darbe yapmışlardır. Ve hemen iktidara petrol şirketi ileri gelenlerinden Pedro Carmona oturtulur.
Sonradan kanıtlanacağı gibi olaylar böyle gelişir, ancak bu gerçeklik halka ve dünyaya çok başka şekilde yansıtılır. Sözde Chavez kendi destek gücü Bolivar Çemberleri’ne protesto edenlere ateş açma emri vermiştir. Ve de ardebe çıkmıştır. Chavezciler çok kişiyi öldürmüşlerdir. Poliste barışçıl yürüyüş yapanları korumak zorunda kalmıştır. Olaylara Chavez çok üzülmüş ve istifa etmiştir. Venezüella’da basının %99’u Chavez karşıtı finans kapital güçlerinin elindedir. Ve de onlar sürekli olarak bu yayını yaparlar ve video görüntülerini bozarak, görüntü hileleri yaparak verirler.
Olayları yaşayan halk güçleri, basından gelen haberlerin çarpıtıldığını yaşamaktadır. I I Nisan Perşembe gününden 14 Nisan Pazar gününe kadar iç çatışmalar yaşanır. Chavez yanlısı halk gecekondularından çıkarak kent merkezine doğru yürürler. Sokak sokak, hatta bina bi
__ 76 __________________________
na çatışmalar yaşanır. Halk, kontrolüne aldığı yerlerde radyoları ve televizyonları da işgale başlar ve ancak bundan sonra gerçeklik tüm ülkeye ve dünyaya duyurulmaya başlanır. Ancak taraflı basın sürekli susmuştur. Son Pazar günü 150 bin kişi devlet sarayını işgal eder ve darbeciler istifa ederler ve Chavez serbest bırakılır. Ve böylece ilk kez bir ABD destekli darbe halk güçleri tarafından yenilmiş olur. ABD’nin yenilebilirliği tüm Latin Amerikan halklarına duyurulmuş olur. Ve yalnız Venezüella için değil, tüm Amerika kıtası için tarihi bir gündür. A- çıkcası ABD’nin APTALCA BİR EYLEM’İ bozulmuştur.
Bu devrimin kazanımından çıkarılacak çok dersler vardır. Ancak en önemlilerinden biri basının devrim sırasındaki göreviyle ilgilidir. Venezüella basını sürekli olarak anti-Chavez propagandası yapmış ve olayları çarpıtmıştır. Halkın sokaklarda çatıştığı sıralarda bu ticari medyalar sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yayınlarını T om ve Jerry filmleri göstererek sürdürmüşlerdir. Ancak lokal radyolar halka gerçeklikleri yansıtmakta çok önemli rol oynamışlardır. Burada çalışanlar darbeciler tarafından büyük işkenceler görmüşlerdir. Çoğu içeri tıkılmış ya da kaçmak zorunda kalmışlardır. Ancak halkın işgal ettiği lokal radyolar bağımsız yayın yapmayı sürdürmüş ve Venezüella halkını darbecilere karşı ö rgütlemişlerdir. Burada korkusuzca çalışan medya mensupları dünyada kendilerini “ bağımsız” ilan eden yayın kurumla- rını kamuoyu önünde hesap vermeye çağırmışlardır. Bunların içinde Paris merkezli ünlü Sınır Tanımaz Gazeteciler (Reporters vvithout Borders), New York merkezli Gazetecileri Koruma
Komitesi (Committees to Protect Jour- nalists) ve Miami merkezli Inter-Ameri- can Association vardır. Tüm bunlar ne kadar sözde bağımsız olduklarını göstermişler ve gerici basının çarpıtmalarını doğru gibi yayınlamışlardır. Bu nedenle, bu devrime basın devrimi adı da verilmiştir. Ve bu medya grupları “ İşgal A ltında” isimli bir kurum oluşturmuşlar ve Amerika kıtası içinde gerçekten bağımsız bir yayın kanalı oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Halk hareketinin önemli diğer güçleri arasında interneti saymak yerindedir. Gerçekleri gören ve yaşayanlar internet kanalı ile açtıkları sayfalarla Venezüella halkına gerçekleri duyurmakta büyük hizmet görmüşlerdir. Ve internet her ne kadar yoksul halkların elinin altında olan şeyler olmasa da elbetteki internet kahveleri ve bedava ya da çok ucuza kullanma olanağı sunan yerler bulmak zor değildir. Ve bunlar halkın bu tü r olaylarda örgütlenmesini sağlayan, doğru haber almalarına hizmet edecek unsurlardır. Ve Venezüella’da bu günlerde iyi değerlendirilmiştir, kullanılmıştır.
Halkın iletişimine en büyük hizmetlerden biri de cep telefonlarıdır. Bu aletlerle halk güçleri çok kısa sürede binlerce insanı belirli merkezlere sevketmeye yaramıştır. Herkes birbirine telefon e- derek eylemleri anlatmış, olaylar cep telefonları aracılığıyla yayılmıştır.
DARBECİLERİN YANLIŞLARI
İktidara geldikleri andan itibaren darbecilerin yaptığı bir takım yanlışlıklar vardır. En başta o eski diktatör geleneğine uygun bir iktidar kuracaklarını belli
ederler. Kurulan kabineye sadece en tutucu muhalefet adamları alınır. “ Ilımlı” demokratlar kabine dışında bırakılır. En başta işçi sınıfı sendikası CTV desteğini çeker. Arkasından diğerleri gelir. Yani kurulduğunun ertesi günü ittifak dağılır. Zaten sonradan ortaya çıktığı gibi iktidar alınacağından, böyle bir ABD planından çoğunun haberi bile yoktur.
Carmona, hemen yüce mahkeme, başsavcı, seçim komisyonu, valiler gibi Chavez’in adamlarını görevden alır. 1999 Chavez Anayasası’nı iptal eder. Sıkıyönetim kararı ile ülkeyi yönetecektir. Chavez’in kabine üyelerini tutuklamaya başlar. Bunlar darbeci cephenin çözülmesine hizmet eder. Chavez taraftarları kendilerine yalan söylenildiğini, aslında Chavez’in istifa etmediğini anlarlar ve başkanlarını geri getirmek için sokaklara dökülürler. Darbeci cephe artık iyice çözülür. Ordu tabanı üstlerinden kopar, sokaklarda halk saflarına katılırlar. Ve de halkı bastıracak silahlı yaptırım gücü giden darbeciler teslim olmaktan başka çare bulamazlar. Mahalle mahalle polis güçleriyle çatışan halk, devlet sarayını işgal eder.
Bu arada diğer Latin Amerika ülkelerinden de darbeye destek gelmez. En başta Peru Devlet Başkanı, Bolivya Devlet Başkanı ile birlikte basın toplantısı yaparak darbecileri geri çekilmeye zorlarlar. Ayrıca olası ABD ısrarlarına rağmen Meksika ve Brezilya da darbecileri tanımaz. ABD, biraz da onları ikna etmek için darbeye destek verdiğini el altından yaysa da bu darbecileri iktidarda tutacak uluslararası desteği sağlamaya yetmedi.
Bugün Latin Amerika halkları arasın-
--------------------------------------------- 77 ----
_____________ ‘aptalca bir eylem’_ _
da ABD düşmanlığı çok yüksektir. Ayrıca yaşanan Arjantin olayları Latin Amerika burjuvalarına ABD’nin nasıl Arjantin gibi kendine en sadık uşak iktidarı bile i- şine gelmediği zaman yüz üstü bıraktığını gösterdi. Burjuva iktidarlar artık ABD aşkına halklarına baskı yaparken daha temkinli davranmak zorunda kalıyorlar. Hiçbir burjuva devlet kendini halklara karşı güvenlikte hissetmemektedir. O nedenle, Chavez’in devrilmesi özünde ABD’ye karşı bir gücün gitmesi demektir. Ve Chavez’i desteklemek çıkarlarına daha uygundur.
NİSAN SONRASI VE CHAVEZ'İN AÇMAZLARI
Chavez acaba şimdi ne yapmaktadır? Yaşananlardan sonra sağa mı kaymıştır, yoksa sola kayışını sürdürmüş müdür? Darbeden ne tür sonuçlar çıkarmıştır?
Ne yazık ki bu soruya yanıt vermek çok zordur. Venezüella’dan ses soluk kesilmiştir. Aynı şimdi Afganistan’dan pek haber gelmediği gibi. Şimdi gündemde Irak vardır. Diğer herşey ikincildir. Ayrıca Venezüella basını yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi çok yanlıdır. Elbette Batı basını da öyle. Asıl darbe yiyen kendileri olduğu için olayların unutulmasını istemekte ve yok gibi davranılmak- tadır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz gerçek bağımsız basından bazı ipuçları elde etmek mümkündür. Ama kesin bir karar vermek zordur.
Chavez darbecileri elbetteki dava etti. Ve sonuç ne dersiniz? Darbeciler suçsuz bulundular. İnsanın aklı almıyor, ama gerçeklik budur. Ayrıca Chavez bir de
— yol----------------------------------------
ğil, iki değil, tam tamına üç kez dava açtı. Hepsinin sonucu aynı oldu. Bunun ü- zerine şimdi dördüncü kez dava açtı. Ancak bu kez şu tehdidi savurdu. “ Eğer bağımsız davranmazlarsa adliye kurumu- nu dağıtacağım.” Evet, Chavez hala daha bazı dersleri almamış gibidir.
Ayrıca gelen haberlerde Latin Amerika Kalkınma Bankası Chavez’e petrol tesislerini yenilemek için kredi açmıştır. Bu haberde onun uzlaşmadan yana olduğunu göstermektedir. Yoksa devrimci bir Chavez’e arkasında ABD ve dünya fi- nans kapitali olan banka kredi açmazdı. Değil mi?
Ama öte yandan 20 Haziran’da darbeciler yeniden küçük bir darbe girişiminde bulunmuşlar ve bu komik bir şekilde 1300 kişinin meydanda toplanması ile son bulmuş. Ama yine Chavez, Cas- tro ’yu ziyaret etmiş. Söylendiğine göre ondan akıl almıştır. Venezüella Sanayi Odası Başkanı 18 Eylül günü yaptığı konuşmada şöyle diyor. “ Chavez Venezüella’da komünizmi kuracak.” (internet, vheadline.com, 19 Eylül 2001) Ya da şu haber. Güney Amerika’nın en gerici lideri haline gelen Kolombiya Devlet Başkanı, Venezüella ile olan ticari ilişkilerini keseceğini açıklıyor.
Bütün bu haberler aslında Chavez’in küçük burjuva tavrının devam ettiğinin i- şaretleridir. Chavez “ aptal eylemler” yapmaktan çok, tipik küçük burjuva politikalar yürütmektedir. Ve bu değerlendirme, onun soldan eleştirilmesi anlamına gelecektir. Chavez genellikle bol ve keskin laflar etmekle suçlanır. Ettiği lafları pek nadir olarak eylemlerle destekler denir. Genel olarak büyük lafların arkasından küçük işlerle uğraşır denir. Ya-
da Chavez’in kendi kurduğu örgütlenmelerine pek güvenmediği ve bu insanları iktidar kademelerine çıkartmadığı söylenir. Sanırız tüm bu özelliklerin nedenleri vardır.
En başta Chavez devrimci bir mücadele sonucu iktidara gelmemiştir. O burjuva legal sınırları içinde iktidar olmuştur. Ve büyük bir titizliklede bu le- galiteyi çiğnemek istememektedir. Her attığı adıma uygun yasalar çıkarmayı ihmal etmemektedir. Ve bu yasaları özenle parlamentodan onaylatmaktadır. Sanırız bu çok önemlidir. Çünkü o dünyanın herhangi bir yerindeki bir ülkede değildir. Venezüella ABD’nin burnunun di- bindedir. Dünyanın finans kapital kabesi- nin en saldırgan ülkesiyle karşı karşıyadır. Ve de üstüne üstlük bu ülkenin petrolünün üçte birini vermektedir. Yani ABD bu ülkedeki çıkarlarına en ufak bir el dokunulmasına izin vermeyecektir. Chavez işte böyle bir ip üstünde oynamaktadır. Bu ipinde burjuva legalite ile i- yice sağlamlaşmasının yapılması çok ö- nemlidir. En ufak bir legalite açığı gerçekten Chavez’in sonu olabilir. Ve de bu ipteki Chavez’in yüreği yoksul halklarının acısıyla yanmaktadır. Böyle bir Boli- var türü devrimcinin elinden gelebilecekleri yapmaya çalışmaktadır.
Chavez zikzaklar çizmektedir. Haklı- dırda. Bugünkü güçler dengesi bunu gerektirm iyor mu? I I Eylül’ün üstünden daha bir yıl geçmeden kurulan ittifakların kaç tanesi kaldı? Dünya finans kapitali zor günler yaşıyor. Onun içinde artık neredeyse günlük çıkarlar peşinde koşuyor. Bu durumda Chavez’den zikzak çizmemesini beklemek biraz insafsızlık olacaktır. Bel kemiği oluşturmaya hizmet edecek bir sosyalizm de yoktur
yeryüzünde. Yoksul halklar farkında olsunlar olmasınlar, içinde yaşadıkları sefil koşullar, aslında onların temsilcisi olan sosyalizmin olmayışından da kaynaklanmıyor mu? Bugün kapitalizmi dizginleyebilecek bir karşı güç yok. Ve bundan kendileri bile rahatsızlar. Chavez de elbette bu güçler dengesindeki durumdan kendine düşen payı almaktadır. Somut güçler dengesi bırakalım sosyalist devrimciliği, Chavez gibi popülist devrimcilerin bile çok aleyhindedir. Ve Chavez Latin Amerika gibi bir yerde dört yıla yakın süredir iktidarda halklarının çıkarını kendi bildiğince savunmaya çalışmaktadır. Chavez’i bu dünya gerçekliği içinde yorumlamak, O ’nu daha iyi değerlendirmek anlamına gelecektir.
2 0 .09 .2002
_____________ ‘aptalca bir eylem’___
79
H a şa n O ğ u z
ÜRETİCİ GÜÇLERİNTEK YANLI GELİŞİMİ VE İŞÇİ SINIFI
Bugün ortak bir söylemden bahsetmek gerekirse, bu sözün büyüsü “ değişim” sözcüğünde kendini ifade ediyor, dolayısıyla onunla bütünleşiyor. Değişimi ifade eden farklı ideolojik akımların hemen hemen bütününün, bu büyülü sözden çıkardıkları sonuç farklı tonlar taşıyor. Bu farklı tonlara karakterini veren esas öge de sınıfsal bakışın içinde anlam kazanıyor. Kim hangi sınıf aidatından ve onun düşünsel kulvarından baktığı sorunsalına gelip takılıyor.
Devrim ve değişim diye bir başlık atsak yazıya, sanıyorum devrim sorununu da kendi sınıf pozisyonundan hareketle bu değişim süreci içinde izah edeceğimiz anlamına gelir. Nitekim öyle de oluyor. Burada son derece çetrefilli bir analizle karşılaşacağımız açık. O halde burjuvazinin ve değişik tonlarının ideolojik bakışını bir tarafa bırakarak söylemek gerekirse, 21. yüzyılın başlangıç eşiğinde devrimsel olanakları tartışırken gerçekte o- nun öznel gücü olan üretici güçleri nasıl izah edeceğimiz sorununa gelip takılırız. Daha önce bunu farklı bir boyutta başka bir yerde tartışmıştım.1
Şimdi tartışmak istediğim başka bir nokta var; değişimin ve gelişimin temeli olması gereken üretici güçler, bugün tarih sahnesinde nasıl bir rol oynuyor? Böylece üretici güçler değişimin temel öznesi olarak nerede duruyor? Ya da bu soruyu açarak şöyle soralım; üretici güç olarak işçi sınıfı, değişim olanaklarını ye
niden kazanabilir mi? Elbette bu soruların hayatta nesnel bir karşılığı vardır ve anlamsız olarak ortaya da atılmış değildir. Dolayısıyla soruların üzerinden önemsiz diyerek atlayıp geçemeyiz.
Tartışılan konuların başında üretici güçler sorunu gelmektedir. Yoğunlaştırılan karşı argümanlar şu düşünceler üzerinden geliştirilmiştir; küresel kapitalizmin değişim sürecine paralel olarak, üretici güçler (ÜG) de değişmiştir, dolayısıyla üretici güçler artık bir sınıf devriminin öznesi olmaktan çıkmıştır! Başka bir deyişle üretici güçlerin gelişimi, sosyalist devrimin ateşleyici bir gücü değildir! Tarihsel olarak bu sona ermiştir! Dolayısıyla devrimlerden bahsedilse bile bu devrim mülkiyet ilişkilerini sorgulayacak bir devrim olamaz! Olsa olsa kapitalizmin daha insancıllaşmasına yol açacak reformlarla sınırlı bir “ devrim” olabilir vb!
İşte bizim karşımıza çıkarılan sorunun düğüm noktası esas olarak burasıdır. O halde bizim de işe başlama noktamızın burası olacağı açıktır.
BUGÜN ÜRETİM İLİŞKİLERİ İLE ÜRETİCİ GÜÇLER ARASINDAKİ İLİŞKİ NASIL BİR SEYİR İZLİYOR?
Üretim sürecinde insanlar iki şeyi elde eder; bunlardan birisi zenginliklerin (maddesel gereksinmeler) üretimidir, i-
80
kincisi bilgi, beceri ve yeteneklerin üretimidir. insan üretimle birlikte hem maddi bir olgunluğa hem de insanal düşünmenin bir sonucu olarak ortak değerler toplamına kavuşur. Bu genel anlamda e- sas olarak üretici güç olan insanın gelişme düzeyine tekabül eden bir olgudur. Gelişme düzeyi veya ilerleme dediğimiz zaman, esas olarak üretici güçlerin gelişme düzeyine denk düşen ilişkiler toplamını anlarız. Bu aslında üretici güçlerin i- lişki biçimleri olarak bireylerin yaşam, çalışma, meslek vb. faaliyetlerinin de toplam ilişkisidir. Bunlar esas olarak kendini politikada, sanatta, ideolojik çalışma alanlarında ve diğer zihinsel etkinliklerde gösterir. Bu ilişkilerin kendisi ancak üretimin koşulları içinde anlaşılmaktadır. Sistem içindeki kapitalizmin yarattığı bu koşullar, üretimin karakterinden dolayı ü- retici etkinliği engeller ve gelişmenin ö- nünde ayak bağını oluşturur. Çünkü içinde hareket ettiği yapısal düzlem olarak, üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasında var olan çelişki, gelişimin hem dinamiklerini yaratır hem de çelişkisel yapının varlığı ile birlikte gelişmeyi frenleyen bir dizi argümanları da üretir. Marx’ın dediği gibi “ ...bu koşullar tesadüfi birer a- yak bağı olarak ve bu ayak bağını daha önceki döneme yükleyen bilinç olarak ortaya çıkar.”2
Küresel kapitalizm kuşku yok ki tarihsel kapitalizmin üst bir evresi anlamına gelmektedir. Ama onun dar ve statik bir tekrarı olmadığı açık. Böylece küresel koşulların kendisi, gerçekte üretici güçlerin gelişmesi önünde hiçbir dönemde görülemeyecek kapsamda çelişkiler dizimini yaratmıştır. Böylece kapitalizmin hızla gelişme düzeyi esas olarak ÜG’leri iki noktada etkilemiştir;
1- Küreselleşmenin hızına bağlı olarak yeni üretim süreci aynı düzlemde modern tekniği geliştirmiştir. Bu süreç doğrudan üretime aktarılarak ÜG’leri (maddi üretici güçler anlamında) hızla geliştirmişir. Anlaşılan bunun tek yanlı gelişme olduğu noktasıdır.
2- Küresel kapitalizmin yarattığı bu koşullar, esas olarak canlı emekte anlam bulan ve onun temeli olan ÜG’leri (zihinsel üretici güçler anlamında) tahrip etmiş ve yıkmıştır. Bir insan olarak işçinin insanal kimliğini makinanın kimliği i- çinde eritmiş, onun zihinsel üretkenliğini elinden aldığı gibi değerler sistemini de erozyona uğratmıştır. Çelişkisel yapının bu özelliği, gelişmenin önündeki ayak bağının esas olarak derinleştiğini gösterir. Bu durum başka bir yanıyla bilincin sıçramasını ve kendi değerleriyle birleşmesini de engelleyen esas faktör olarak izah e- dilebilir.
Kuşkusuz bu ilişkilerde ardışık bir sıralanma vardır. İnsan önce bir birey olarak faaliyetinin gelişmesini ve zihinsel etkinliklerini sürdürmesi gerekir. Sanatta, sporda, gündelik faaliyetlerde, sosyal veya politika vb. çalışmalarındaki toplam insanal etkinliklerdir bunlar. Ancak bu etkinlikler, kapitalizmin yapısal koşulları tarafından sarılarak sınırlandırılır. Böylece gelişme durdurulmaya çalışılır veya en asgari düzeye çekilir.
Eskiden doğal gelişme şöyle seyrediyordu; eski dönemin ilişkileri ÜG’lerin gelişmesine denk düşen bir seyir izliyordu. Ve bu ilişki kendini yeni ilişkilere bırakıyordu. Aynı zamanda bu durum, kişinin bireysel gelişmesinin de zorunlu bir kertesiydi. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde bu ilişkiler, ÜG’lerin geliş-
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
81
meşini sağlayan bir koşul olarak çıkıyordu ortaya. Bir noktadan sonra bu gelişme, hem var olan yapısal ilişkilerle hem de kendi kendisiyle çelişkili olarak gelişmeyi frenler hale geliyordu. Burada gelişme, her daim ÜG’lerin bütünsel bir gelişmesine tekabül ederse (ki kriter budur, yani üretici güçlerin iki boyutta paralel gelişmesi olarak), ilerleme ve yenilenmenin kendi tarihini de oluşturabilir diyebiliriz. ÜG’lerin gelişmesini Marx bu noktada eş zamanlı bir gelişme koşulu ile ele almaktadır. Yalnız bu “ eş zamanlı” gelişme salt bir zaman kavramı ile sınırlanmamıştır. Aynı zamanda ÜG’lerin ekonomik yapıda ve teknik düzeyde yenilenmesi, bir ÜG olan insanın zihinsel yenilenmesi ile de paralel gitmek zorundadır. Şu asla unutulmamalıdır; ÜG’lerin zihinsel gelişimi, nesnel olarak üretim süreci içinde o- luşduğu ne kadar doğruysa, bu gelişme aynı oranda kurulan bu yapıdan bağımsız olarak gelişmek zorunda olması da o kadar doğrudur. Çünkü bilme eylemi aynı zamanda bağımsız bir karaktere de sahiptir. Bunu aşağıda ele alacağız. Bu paralel süreç (yani ÜG’lerin çift yönlü gelişimi) gerçek anlamda sadece sosyalist üretim ilişkileri içinde anlam kazanır. Bunu şimdilik bir tarafa not edebiliriz.
Küresel kapitalizm koşullarında ÜG’lerin tek yanlı gelişmesi, ÜG ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi yok etmez. Onu daha da derinleştirir. Böylece ayak bağı sürmeye devam eder. Kapitalizm koşullarında ÜG’lerin zihinsel gelişmesi ve etkinliği her zaman yeniden üretilmeye müsait ortamı da yaratır. Bunun yeniden elde edilmesi sınıfın ve başta öncü sınıf güçlerinin kolektif mücadele ve örgütlenme sürecine bağlıdır. Bu asla u- nutulmamalıdır. Dolayısıyla bu çelişkisel
— yol--------------------- ------------------yapı, ÜG’lerin en azından bir dönem için yeni tarafından değiştirilmesinin önündeki engelleri yok saymaz. Tersine bireyin kişisel (zihinsel) etkinliği veya ilişkiler sistemi, koşulların ilişkileriyle çatışmalı olsa da onu aşan ve yeniyi yaratan bir dinamiği bağrında taşır. Bu küresel kapitalizmin tüm engellerine rağmen böyledir.
Daha önce (serbest kapitalizm döneminde) ÜG’lerin kendi gelişme tarihi, kendi başlarına meydana gelen ve başta bağımsız olarak gelişen, ama aynı zamanda diğerleriyle ilişki içinde olan çeşitli u- lus, bölge, kabile, iş kolu vb. içinde doğup gelişen bir süreç izlemiştir. Marx bu süreci gelişmenin “ üstün çıkarları” olarak tanımladı. Ancak gelişmenin “ üstün çı- karlarfnın egemen yapı tarafından ikinci plana düşürüldüğünü de belirtmeden geçmedi. Artık bağımsız ve kendi başına bir gelişme, bugünün koşulları içinde söylemek gerekirse küresel kapitalizmin güçleri tarafından yönlendirilir bir noktaya çekilmiştir. Bunun anlamı egemen yapının hakimiyeti altındaki duruma işarettir. Şimdi bu çelişkili yapının, aynı şekilde insanlığın geleceğine ışık tutacak bir bilincin oluşmasını engelleyip engellemeyeceği noktası tartışmanın da en temel noktası olmuştur. Oysa gerek tarihsel bilincimiz gerekse nesnel ilişkiler, bu bilincin engellenmesinin olanaksız olduğunu gösteriyor. Bunun tümüyle sınıfın öncü güçlerine ve onların bilinçli çabasına bağlı olduğunu vurguladık. Ama yine de gelişmenin bu bağımsız dinamikleri, aynı şekilde sistem tarafından manipülasyona uğratılarak sahte bir bilincin oluşmasını ortadan kaldırmıyor, en azından onu yok saymıyor. Bunun küresel çağda esas olarak nasıl bir gelişme gösterdiği üzerinde durmak gerekiyor. İşimizin en çetrefilli ve
__ 82
aşmamız gereken noktası burasıdır ve bu asla unutulmamalıdır.
Küresel kapitalizmin üretim ilişkilerinde var olan üretici güçlerin ikinci ayağı dediğimiz beceri, yetenek ve zihinsel gelişim sorunlarında ciddi problemlerin ortaya çıktığını biliyoruz. Bu yadsınamaz. Üretimin biçimi ve nasıl üretildiği, insanların yaşamının da biçimini oluşturur. Genel olarak şöyle de diyebiliriz; insanın tarihi aynı zamanda üretimin de tarihidir. Elbette üretim maddi bir karakter taşır. Bunu anlamak mümkün. Ama doğayla insanlar arasındaki ilişki, kuşku yok ki aynı şekilde toplumsal bir karakterle de tanımlanabilmektedir. Dolayısıyla toplumsal temeli olmayan bir üretimden bahsetmek gülünç olabilir.
İlkel üretimden ve üretim araçlarından modern üretim ve modern araçlara geçiş, ortak üretim sayesinde olmuştur. İlkelliğin aşımı, işbirliği ve ortak çalışma i- le gerçekleşmiştir. Deneyim, bilgi, beceri bireyden topiuma mal oldukça, toplumsal yapıdaki gelişme üretimin gelişmesine paralel gelişme gösteriyordu. Böylece e- meğin üretkenliğinin artması, doğanın insanlar tarafından egemenlik altına alınmasına bağlı olarak gelişiyordu. İlk ihtiyaçların karşılanması için gerekli aletler yeni ihtiyaçlara yol açtı. Bu ise yeni ilişkilere... Bu anlamda gerçek tarihten bahsetmek gerekirse, doğal olarak insanın yaşamını idame ettirmek için verdiği mücadeleden (üretim ve bölüşüm mücadelesinden) bahsetmek gerekir. Burada kullanılan araçlara paralel olarak tüketilen güç olarak insan emeği ve bunların toplamı, üretici güçleri oluşturdu. Deyim yerindeyse emek üretici güçlerin çekirdek merkeziydi. Böylece üretim sürecinde ortaya çıkan toplumsal üretim, zo
runlu olarak toplumsal ilişkileri doğurmuştur. İşin doğalı şudur; üretim güçleri ile üretim ilişkisi birbirini koşullayan ayrılmaz bir bütünlük göstermeden edemez. Bu birlik üretim tarzı ile anlam kazanmıştır.
Gerçekte üretim güçleri dediğimiz zaman, insan ile doğa arasındaki dönüşümü gerçekleştiren güçlerin toplamı anlaşılır. İnsanın doğa ile ilişkisinde, doğanın içinde var olan maddi nesneleri ve süreçleri çalışmanın konusu yaparlar. Bunun i- çin iş araçlarından yararlanırlar. Çalışmanın konusu ile iş araçları birlikte üretim araçlarını oluşturur. Araçlar üretici güçlerin önemli bir parçasıdır. Bu araçlar doğal olarak üretim güçlerinin gelişme düzeyini göstermesi bakımından önemlidir. Gerek çalışmanın konusu gerekse de iş araçları, canlı varlık olan insandan ayrı düşünülemez. Ayrıldığı noktada üretici güç üretici güç olmaktan çıkar. Üretim de ortadan kalkar. Olmazsa oimaz koşul canlı insan emeğinin devrede olmasıdır. Bu nedenle asıl üretici güç insandır fo rmülünün espirisi bu noktada anlam kazanır. Böylece üretim araçlarının kullanımı, yeni araçların üretimi bütünüyle işçinin bilgi ve becerisi ile ilgili bir sorundur. Yenilenen ve modernize edilen iş araçları, doğanın dönüşümü için doğa biliminin bilinçli kullanımını yarattı. Elbette bu doğanın bilinçli dönüşümünde emeğin rolünü ve toplumsal ilişkileri önemli derecede görmezden gelen pozitivizmin sınırı ile a- çıklanamaz. Böylece bu süreç yeni var o- luş biçimine dönüştü. Sonuçta bilimsel teknik devrim olarak formüle edilen süreç, üretim güçlerinin niteliksel değişiminin yollarını açmıştır. Böylece emeğin ü- retkenliği, verim ve kalite artmıştır.
Bu süreç doğal olarak canlı emekte
--------------------------------------------- 83 —
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
değişimlere yol açtı. Denetleyici, göz- lemleyici uzman ve meslek yapılarında yenilikler ortaya çıktı. Kafa emeği ile kol emeği aynı gövdenin uzuvları olmasına karşın ayrışması derinleşti. Kuşkusuz ÜG’lerin doğasal gelişmesi, bilgi, beceri ve kültürel gelişmenin artması anlamına gelecekti. Ama bu süreci boşa çıkaracak önemli manipülasyonlar geliştirildi. Kapitalist yapının ideolojik aygıtları elit bir tabaka dışında bu sürecin önünü kesen bir dizi argümanlarla birlikte oluştu, işsizlik, bilginin dezenformasyonu, kültürlerin yıkımı, toplumsal güvensizlik, küçük ve o rta işletmelerin yıkımı, enflasyon, artan fiyatlar, savaşlar, hastalıklar vb. bu düşünceyi sınırladı, onu gündelik çıkarlar içinde eritti. Sermayenin artan egemenliği altında üretici güçlerin gelişmesi, insanların çıkarına olmaktan ziyade tekellerin daha fazla sömürüsüne ve kar hırsının artmasına yol açtı.
Var olan denklemde bir terslik olduğu açık. Çünkü ÜG’lerin büyümesi ve gelişmesi emeğin üretkenlik düzeyini de belirler demiştik. Bu anlamda toplumsal ilerlemenin de denek taşıdır. Doğal olarak maddi üretimin artışı işçinin düşünsel ufkunun da artması demektir. Kolektivizm, ortak mücadele, örgüt, bilinç vb. konularında gelişme göstermesi demektir. Doğal gelişme böyle olması gerekirdi. Ama gelişme böyle olmadı. Biliniyor ki bireylerin ne olup olmadığı sorunu, Marksist dünya görüşü tarafından, ancak üretimin maddi koşulları tarafından belirleneceği fikrine dayandırılır.
O halde küresel kapitalizm koşullarında birey, üretimin maddi koşulları i- çinde nasıl bir evrim gösteriyor? Bu soruya cevabımızı verebilmek için biraz daha derinleşmeye ihtiyaçımız vardır.
— yol----------------------------------------İŞBÖLÜMÜ İLE DÜŞÜNCE YAPISI ARASINDAKİ İLİŞKİ SORUNU
Marx şöyle bir değerlendirme yapar; “ Bir ülkedeki üretici güçlerin hangi düzeye kadar geliştiği o ülkedeki işbölümünün geliştirilmiş olduğu seviye tarafından gayet açık bir şekilde ortaya konur.” 3
Bugün işbölümündeki gelişme seviyesinin düzeyi, gelişmiş üretici güçlerin de (maddi ürettici güçler olarak) seviyesine eşittir. Bunun ayrıntısına atıf yapmaya ve göstermeye gerek olmadığına inanıyorum. Yeni işbölümlerinin dünyamızın i- çinde bulunduğu koşullarda artan oranda gelişmiş olması, sermayenin ve özel mülkiyet sisteminin tümüyle egemen karakterini göstermesi bakımından önemlidir. Elbette bu üretimdeki verimlilik ve ona bağlı olarak maddi araçların geliştiği düzeyi gösterir. Fakat bu durum aynı şekilde bu sürece bağlı olarak bireyler arasındaki ilişkilerde de kendini duyumsatmış- tır. Bu ilişkinin ana karakteri yukarıda belirttiğimiz gibi insanın insan olma kimliğinin tümden yıkımı ile kavranabilir olduğudur. Kuşkusuz düşünce üretimi, maddi ilişkilerin ve maddi eylemlerin diliyle oluşur der Marx. Bugün ne yazık ki bütün maddesel ilişkiler, fikirlerin kolektivizmini yıkan bir karakter ile tanımlanabilmektedir. “ İnsanlar kendi kavramlarının ve fikirlerinin üreticisidirler” diyen Marx devamla şunları belirtmişti; “ ...kendi üretici güçlerinin belirli gelişimi tarafından belirlenen ve en ileri biçimlerine kadar bu ü- retici güçlere tekabül eden gerçek, aktif insanlar olarak insanlar.” (Marx K, s. 26)
Bugün üretici güçlerin gelişimi, üretimin maddi koşullarına bağlı olarak, üstelik bu üretici güçlere tekabül eden düzey olarak yeni insan ilişkilerini ortaya çıkar
84
mıştır. Bugünün postmodernist ideolojisinde insan ilişkileri sistemi aynen Marx’ın ifade ettiği gibi “ karanlık film o- dalarındaki gibi tepe üstü ortaya konulmuştur.” Böylece “fiziksel yaşam süreci içerisinde cisimlerin görüntülerinin retinaya ters düşmesi gibi bu olgu da, doğal olarak, onların tarihsel yaşam süreçlerinden aynı şekilde tepe üstü çıkar orta- ya.” (Marx K, s.26)
Kapitalizmin postmodernist ideolojisi, insanal varoluşun temel öznesi olan kolektif bilinci yıkarak, insanı amaçsız ve gündelik bir yaşamın esiri haline dönüştürmüştür. Marx’ın da belirttiği gibi insanı insan yapan bilinci, karanlık film odalarına hapsetmiştir.
Gerek üretici güçler gerekse onun bir öğesi olan ve canlı emekte billurlaşan bilinç, küresel kapitalizmin üretim koşullarında, hem birbirini tamamlayan hem de birbiriyle çatışmalı olan süreçleri yaratmıştır. Ama burada bir başka öğeden daha bahsetmek mümkündür; bu da toplumsal ilişkilerdir. Denklemin bu üç ayağı, zorunlu olarak üretim sürecinden başlamak üzere bütün toplumsal yapı i- çinde işbölümünün yaygınlaşması üzerinden şekillendi. Sistemin oluşmasının asli öğeleri olan bu süreç, daha önce belirttiğimiz gibi zorunlu olarak çatışmalı bir süreçtir. Çelişkili toplumsal yapı, sistemin varoluş öğeleriyle birlikte yabancılaşmanın (sadece üretim sürecinde işçinin üretilen mala ve sermaye gücüne karşı bir kopuşu/yabancılaşması değil) ağırlıklı bir eğilim olarak, toplumun varoluş etmenlerine karşı bir süreç içinde oluşmasını da yaratmıştır. Yabancılaşma iki pratik öncül tarafından ortadan kaldırılabilir; ilki emekçilerin tahammül edilemez bir duruma doğru kayması, ister istemez bir
devrimsel başkaldırıya yol açar. Hatta Marx’ın ifadesiyle söylemek gerekirse “ insanın kendine karşı devrim yaptığı” durumdur bu. İkincisi çoğunluğun mülk- süzleşmesi sürecidir. “ Mevcut zenginlik ve kültür birikiminden yoksun olmak.” (Marx K, s.41 -42)
İşte bu iki temel öncül, genel olarak (olması gereken) ÜG’lerin yüksek düzeyde gelişmesini de sağlar. Dolayısıyla ÜG’lerin gelişmesi mutlak gerekli bir pratik öncül olarak kabul edilebilir. Çünkü kapitalist üretim biçiminde çelişki, “ ...sermayenin içerisinde hareket ettiği ve tek başına hareket edebildiği, özgül ü- retim koşulları ile sürekli çatışma içerisine giren, üretici güçleri mutlak biçimde geliştirmeye doğru bir eğilim taşımasından doğar.”4
Kapitalist yapının bu onulmaz çelişkisi içerisinde, işçi kendi yaşamını idame ettirmek için sürekli olarak talep etmesi (maddesel veya zihinsel gelişmesi anlamında) gerekir ve doğal olarak bu yaygınlaşır. Bu emekçinin sürekli yoksullaşması ile paralel giden bir süreçtir. Taleplerle ihtiyaçların genelleşmesi mücadelenin nesnel zeminlerini de olgunlaştırır. Zorunlu olarak bu durum üretici güçlerin sadece maddi/teknik yanını geliştiren bir öge olmaktan çıkar. Devreye emekçinin gündelik yaşamından kaynaklanan çelişkiler zinciri onun zihinsel gelişmesinin temellerini de atar. Devrimin hem büyüme ve yaygınlaşmasının hem de birbirine bağlanmasının şartlarını yaratır. İşçi sınıfının özgürleşmesinin ve kendi değerleriyle buluşmasının yolu, emek sürecinde sınıfın günlük kaygılardan kurtulduğu noktadan sonra başlar. Yeni süreci tanımlarken tam da bu noktada bir kopuştan bahsetmemizin anlamı bu noktada
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
saklıdır. Küresel kapitalizm bir dizi argümanla işçi sınıfını gündelik kaygıların içine hapseden araçları yaratmıştır. Üstelik bu sadece maddi araçlar da değildir. İdeolojik ve kültürel manipülasyon araçları bu sürecin derinleşmesine eşlik etmektedir.
KÜRESEL KAPİTALİZM KOŞULLARINDA ÜRETİCİ GÜÇLERİN TEK YANLI GELİŞİMİ VE MANİPÜLASYON SÜRECİ NASIL AŞILABİLİR?
19. yüzyılda ağır sanayinin İngiltere’de filizlenmesi, özel mülkiyet sistemi olarak tanımlanan kapitalizm için ayak bağını o- luşturacak temel olan üretici güçleri yaratmıştı. Gelişen bu üretici güçler başlangıçta tek yanlı geliştiler ve bir süre sonra kendilerinin işe yaramaz olduklarını gördüler. Bunun nedeni yine üretici güçlerin tek yanlı gelişmesi sorunundan kaynaklanıyor olmasıydı. Marx bu süreci şöyle i- zah etti; “ Bu üretici güçler özel mülkiyet sistemi içerisinde te k yönlü ge liş tile r ve büyük bir çoğunluğu yine aynı sistem içerisinde yıkıcı birer güç haline geldiler, dahası, bu güçlerin büyük bir çoğunluğu kendilerini işe yaramaz bir durumda buldular.” (abç)5 Kendilerini işe yaramaz durumda bulmalarının esas nedeni, burjuvazinin, üretici güç olan işçi sınıfının zihinsel üretiminin paralize edilmesine dayanmış olmasıdır. Üretimin asli öğesi o- lan işçi, üretim sürecinde nesnel bir varlık olarak yer almış olsa da, o, bir canlı varlık olarak kendini var eden düşün- sel/zihinsel üretkenliğinden kopartıldı. Böylece ideolojik ve kültürel baskı, sınıfın kendi değerlerinden kopmasına yol a- çan sürecin önünü açtı. Elbette bu, teknik ihtiyaçların yeniden devreye sokul
__yol__________________________
ması ve yeni taleplerin yaratılması sürecinde oluştu. Nitekim Marx’ın da dediği gibi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, “zihinsel üretim araçlarını da kontrol etmektedir.” Nitekim bu durum, yani düşünsel üretim araçlarından yoksun bırakılan işçi sınıfı ve onun düşünsel dünyası, zihinsel üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi tarafından yönlendirmeye açık hale geldi. Elbette bu açıklama, yeni sürecin küresel kapitalizm koşullarında nasıl bir işlevle yükümlendirdiğini göstermesi bakımından önemlidir ve yol gösterici bir özelliğe sahiptir. Dahası günümüzde özel olarak işçi sınıfının genel olarak insanlığın kendi değerlerinden kopuşunun nedenlerini ve ilk ipuçlarını vermesi bakımından hayati bir açıklama gücünü gösterir.
Küresel kapitalizm koşullarında, ÜG’lerin tek yanlı gelişmesinde çok ö- nemli sonuçlara yol açan belli başlı yapısal özneler üzerinde durulabilir. Bu dönemde, özellikle spekülatif sermayenin ve onun üzerine oturan politik yapıların, üretim sürecinde ortaya çıkan üretim güçlerinin zihinsel üretim dediğimiz ideoloji, politika ve kültür değerlerinin yıkımını ve tahrip etme gücünü gösterdi. Elbette bir önceki döneme göre bu farklılığın üzerinde düşünmek gerekir.
Ama yine de bu süreç, ÜG’ler üzerindeki yıkıcı olmasına rağmen, kapitalizm i- çin ayak bağını ortadan kaldırmadığı gibi onu daha da derinleştirdi. Üretim güçlerinin modernize edilen teknik araçlar düzeyinde tek yanlı gelişmesi ile düşünce aktivitesi arasındaki kopukluğun tarihte hiçbir zaman görülmemiş bir düzeye işaret ettiği doğrudur. Ama onun var oluşun nedenlerini yok edemediği de bir o kadar doğrudur.
_ 86
Bu yıkıcı öğenin ÜG’lere maliyeti esas olarak iki alanda ortaya çıkmıştır; ilki yapının değişim sürecinde ÜG’lerin kendini işe yaramaz olarak görmeye yol açmıştır. Adeta bugün tarih yeniden tekerrür e- der gibidir. Bugün işçi sınıfının genişleme ve büyüme sürecindeki fiziksel gücüne paralel düşmeyen bir atalet içinde olmasının ve konum kaybına yol açmasının e- sas nedeni bu noktadır. Çünkü işçi, şimdilik kendini ve değiştirme gücünü kendi öznesinde görmüyor. Bunun esas nedeni sınıfın kendi değerlerinden kopmuş olması ve bilinç parçalanması olarak açıklanabilir. Ufuk kaybı dediğimiz noktadır bu. İkincisi tümüyle bununla ilgilidir. Üretici güç olarak değiştirmenin bütün olanakları, sistemi yıkacak olanaklar anlamında kendi elinde toplanmıştır. Çünkü o meta üretiminin asli öğesidir ve emek olmadan hayatın yeniden var olması da düşünülemez. Bu kendi düşünsel sınırından bağımsız olarak ona verilen fiziksel bir gücün de göstergesidir. Çünkü kapitalizm, ulusal çitleri de yıkarak uluslararası düzlemde üretimin asli öğesi olan bir sınıfı yarattı. Bu sınıf, gerek kapitalistle ilişkisinde gerekse kendi kendisiyle ilişkisinde açık ve anlaşılır yapısal bir olgu yarattı. Bu çatışma ortamının kendisine bir vurgu olarak ortaya çıktı. Böylece üretim i- lişkisi ile üretim güçleri arasında ki anta- gonizmanın çözümü, zorunlu ve kaçınılmaz olarak devrimi gündeme getirecek bir sürecin önünü açması gerekirdi. Bu noktada özellikle şu tanım önemlidir; “ ...bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla, bir yandan bunların tekabül ettikleri üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan, üretici güçler, üretim kuvvetleri ve bunları yerine getirenlerin gelişmesi arasındaki çelişkiler ile uzlaşmaz karşıt
lıkların ulaştıkları derinlik ve genişlik ile kendisini belli eder. Bunu, üretimin maddi gelişmesi ile toplumsal biçimi arasındaki bir çatışma izler.’’6
Her ne kadar bu süreç yeni bir devrimin kaldıracı olmasını sınırlayan bir dizi etmen tarafından sarılmış olsa bile, bu varoluşun kendisi ortadan kaldırılmış değildir. Şimdiki süreçte bu durum kısa vadede çözümsüz gibi duruyor. Ancak ça- tışmalı bu potansiyelin çözümünün başka bir seçenek yolu da kalmamıştır, dolayısıyla bu yol tümden kapanmıştır. Şunu demek istiyorum; bu antagonizma. bütün toplumsal yaşamı ve onun bütün versiyonlarını belirleyen bir ortamın varlığına işaret etmektedir. Çözümsüz kalma noktası toplumsal krizin ana nedeni olarak ortaya çıkmıştır. Bunun daha fazla devam etmesi insanlığın toptan yok olması anlamına gelmeyecekse tersi düşünülemez. Eğer çözümsüzlük devam e- derse, başka bir deyişle çözüm devrimsel bir yolla kendi kanalına akmazsa, yani sınıf bilimi kendi rolünü oynayacak bir zemin bulamazsa, o zaman ortaya bütün bir toplumun yıkımı anlamında yeniden bir barbarlık dönemine yol açar. Elbette şu değerlendirmeyi yok sayamayız; “ Kendi kendini ortadan kaldıran aklın gelişmesi son bulduğunda, kendisine, barbarlığa ya da tarihin başlangıcına geri dönmekten başka yapacak bîr şey kalmaz.”7 Bu ise sonuç olarak insan soyunun tüketilmesi ve yok edilmesi sürecidir. Dolayısıyla insanlığı bu sorunun çözümüne çekecek olan uluslararası proletarya, ağır bir toplumsal krizin içinden geçerek kendi çözümünü zorunlu olarak dayatmak durumundadır. Bu sadece proletarya için değil, bütün toplumun kurtuluşu için gerekli bir kuraldır. Bunun şim
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
______________________________________8 7 -—
dilik bölgesel veya ulusal bazda ipuçlarını görüyor olmamız gelecek açısından o- lumlu bir referansı bize iletmektedir. Çünkü insan düşüncesinden bağımsız o- larak gelişen sınıflararası mücadele nesnelliği, zorunlu olarak işçi sınıfının ideolojik, politik ve kültürel değerleriyle birleşmesini sağlayacak olanakları hızla devreye sokacaktır. Kuşku yok ki bu süreç, burjuvazinin kapsamlı manipülasyon hareketleri tarafından engellenmektedir, a- ma bu süreci tümüyle ortadan kaldıramamaktadır. Şimdi tam da olan budur. Marx’ın şu değerlendirmesi sadece tarihsel bir anektod anlamında değil, ama daha çok günümüzün hareket biçimini göstermesi bakımından da önemlidir; “ Daha önce gördüğümüz gibi, üretici güçler ile ilişki biçimleri arasındaki çelişki, geçmiş tarihlerde, kendi temelini tehlikeye düşürmemiş de olsa, her seferinde zorunlu olarak bir devrime yol açmamış da olsa, ikinci derecede önemli çeşitli biçimlerde, örneğin, her türlü çatışmayı, çeşitli sınıfların çatışmasını, bilincin çelişkilerini, düşüncelerin savaşını, politik mücadeleleri vs. kucaklayan biçimlerde, devam ederek birçok defalar ortaya çıktı. Dar bir bakış açısıyla bakıldığında bu ikinci derecedeki önemli biçimler devrimin kendisinden kopartılarak devrimin asıl temelleriymiş gibi kabul edilirler; ve bu devrimci mücadeleye girmiş bireyleri kendi eylemleri konusunda, kültür düzeylerine bağlı olarak ve tarihsel gelişim aşamasına göre en kolay aldatabilecek (yanıltabilecek) bir şeydir.” 8
Demekki var olan, üstelik seyri en a- ğır bir şekilde gelişen bu antagonizma, kaynağını üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden almaktadır. Bu temel var oldukça bu çelişkinin var olma
— yol----------------------------------------sı nasıl ki kaçınılmaz bir durumu gösteriyorsa, onun çözüm yollarını da kaçınılmaz olarak gösterecek demektir. Burjuvazinin manipülasyonu bu süreci ortadan kaldıramaz ve bu başka bir şekilde devrimci durumun varlığına işaret etmektedir. O halde gerisi devrimci mücadelenin yanıltıcı öğelerden kurtulmasına ve kendini her düzeyde yenilemesi sürecine bağlıdır.
Üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin çelişkisel varlığı, özünde sermaye ile e- mek arasındaki çelişkinin yapısal düzeydeki görüntüsüdür. Bu çelişkinin ortadan kalkması, yoğunlaşmış emek ile özel mülkiyet arasındaki ilişkiden birisinin egemen olmasına veya her ikisinin birden ortadan kalkmasına bağlıdır.
ÜG olarak birey/işçi, bu çelişkinin çözümündeki asli öğeyi oluşturur dedik. O halde bu temel özne üzerinde durmamızın anlaşılır bir nedeni daha vardır. Birey, kapitalist üretim yapısı içinde diğer yapılar gibi işbölümüne tabi tutulmuştur. Bu gelişmenin ortak bir özelliği de karşılıklı birbirine bağımlılık ilişkisidir. Marx’ın Sis- mondi’den aktardığı gibi, karşılıklı ilişki bireylerin ortak örgütlenmesinin de çıkış noktasıdır ve “bireylerin birliği, sermayenin birliğine karşı olmadan kurulamaz,” İşbölümünün olağanüstü artması, sermayenin olağanüstü dağılımını, dolayısıyla egemenliğini perçinleniştir. Ancak emeğin biçimi ne olursa olsun emek koşullarını, kullanılan araçları ve mülkiyet biçimlerini belirleyen esas etken sermayenin yoğunlaşmış halidir. Marksizm bu süreci şu ana eğilim üzerinden analiz eder; ÜG’lerin feodal dönemden farklı olarak bireylerin birbirinden bağımsız ve kopuk bir şekilde ortaya çıktığı doğrudur. Bunun sebebi, bireylerin
___ 88
birliği temel bir güç olduğu halde, bunun farkında olmadan parçalanmış olarak yaşamlarını sürdürüyor olmalarıdır. Aslında bu noktada emeği temsil eden bireylerin gücü, kendi öznesinden koparak, ö- zel mülkiyetin gücü haline dönüşmüştür. Burada kendi gücünden habersiz bir ÜG’lerden bahsetmek yanıltıcı değildir. Demek ki der Marx “ ...bir yanda olması gerektiği gibi maddi biçimlerle varlığını sürdürmüş olan ve bireyler için artık bireylerin gücü olmayıp özel mülkiyetin gücü olan ve dolayısıyla özel mülkiyet sahibi oldukları orana göre bireylerin gücü olan bir üretici güçler topluluğu vardır e- limizde.” Marx devamla belirtir; “Geçmiş devirlerin hiçbirinde üretici güçler bireyler olarak, birey ilişkilerine hiçbir zaman bu kadar yabancı olmamıştı.” (abç) (Marx K, s.88)
Bu analiz, bugün için ÜG’lerin rolünü ve işlevsel konumunu tayin etmek açısından önemli çıkış noktamızdır. Şu soru yersiz değildir; bugün üretici güç olan bi- rey/insan, tarihin belli bir evresinde şimdi yeniden geriye dönüşle yüzyüze mi kalmıştır? Tarih geriye doğru mu dönmektedir? Kendi değerlerinden kopmuş bir ÜG’lerden bahsetmek yanıltıcı mıdır? Benzetme farklı tarihsel koşulların varlığına rağmen, ÜG olan bireyin kendi kendine yabancılaştırdığı doğrudur. Böyle- ce kendi gücünün farkında olmayan parçalanmış bir ÜG’ler topluluğu vardır ö- nümüzde ve bu sermayenin vahşi egemenliğinin sürdürülmesinin de asli nedenidir. Bu aynı şekilde yabancılaşmanın derinliğini de gösteren bir açıklamadır. Kuşku yokki üretici olan birey, birbirinden kopartılarak insanı var eden gerçek yaşam değerlerinden uzaklaştırılarak birer soyut varlıklar haline getirilmiştir.
Sonra döneceğimiz gibi, sosyalist stratejinin yeniden kurulmasının kilometre taşlarından birisi, insanı yeniden tanımlayacak bir felsefi pratiğin (tarihsel materyalizmin) konusu olacağıdır. Bu ise önümüze “praksis felsefe”ye (üretken üretkenlik dediğimiz) yeniden dönmemiz gerektiğini göstermektedir.
Bugün ÜG olarak insan, başka bir deyişle bireylerin var oluş biçimi arasında temel bağ olan emek, kendi varoluşsal aktivitesini büyük oranda kaybetmiştir. Bunun nedeni küresel emperyalizmin, ü- retim süreci dahil bütün altyapı öznelerini parçalaması, daha da önemlisi bu yapının üzerine kurduğu politik egemenlik yapısının medya faşizmi ile insanal değerlere dönüşün ilk kıvılcımları olan zihinsel üretkenliği yok etmeye çalışması ve insanı düşünemeyen bir varlık olarak “ hayvanlaşma” sürecine çekmesidir. Çünkü bireyler arası bağımsız ilişkiler birbirinden koptukça, maddi hayatın üretiminde emek, artık zihinsel üretimi geliştiren bir temelden koparak, salt maddi üretimin birer araçlarına dönüşür. Yani “ insanın a- raçsallaştığı” (Marcuse H.) dediğimiz bir noktadır bu.
Şu yanıltıcı anlayıştan kurtulmak zorunda olduğumuzu söylemek istiyorum; ÜG’ler, her daim değişmeyen/biçimlen- meyen ve statik olarak sürekli ileriyi temsil eden bir olgusal güç değildir. Bu zaman zaman olumlu bir dinamik gösterebileceği gibi olumsuz bir rol de oynayabilir. Eskiden ÜG olarak birey, kendi asli amaçlarıyla birlikte varlığını güvenceye almak için, bütün ÜG’leri kendi durumlarına uydurmak zorundaydı. Çünkü kontrol mekanizması zorunlu olarak kendi elinde toplanıyordu. Ancak bunun
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
--------------------------------------- 89 —
paralel bir ilişki olarak ortaya çıkabilmesi için, ÜG ile üretim ilişkisine denk düşen bir süreç yaşaması gerekiyordu. Her ne kadar ÜG ile Üİ arasında bir antago- nizma varlığını sürdürse de, Üi’nin varlığı o günün koşulları ve nesnelliği düzeyinde ÜG’lerin çift yönlü gelişmesini engelleye- miyordu. Bu güçlerin kendi asli rolünü oynayabilmesi için, üretim araçlarına hükmederek (ve ona denk düşen) bireysel yeteneklerin geliştirilmesi sürecini yaratması gerekir. Oysa bugün küresel kapitalizm koşullarında, ÜG’ler ile Üİ arasındaki ilişki de, egemenlik yapısı, üretimin de parçalanması ile birlikte ÜG'lerin üzerinde kendi kültürünü, ahlakını vb. yaratarak onu önemli derece de yıkıma uğratmıştır. Bu süreci aşmanın yolu şudur; ÜG olarak canlı emek, aynı zamanda bir bireyse, birey olarak ÜG’ler kendi toplam yapısını, yine kendi öz faaliyetine göre biçimlendirmek zorundadır. Durum şimdilik böyle bir rota izlemiyor. Çünkü birey kendi asli varoluş süreçlerinden kopartıl- mıştır. Politik yapı bu süreçlerin araçlarını yok ederek kendi yapısal araçlarını yaratmıştır. Bu anlamda en büyük ÜG olan insan, bugün ne üretim araçlarını kontrol edebilmekte ve ona hükmetmekte ne de yetenekleriyle birlikte zihinsel üretkenliğini gerçekleştirebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi bunun bir nedeni, zihinsel üretim ile birlikte yeteneklerini de sınırlayan yeni üretim sürecinde emeğin, teknolojinin gelişmiş aygıtlarına bağlanmış ve onun bir parçası haline dönüştürülmüş olmasıdır. Bu yeni süreç, krize çözüm olmadığı gibi, tersine giderek onu daha da derinleştirmiştir. Ama gelişme umut dolu bir süreci önümüze koymuştur; çünkü işçi sınıfı ilk görüntülerin bu
— yol----------------------------------------olumsuz tablosuna karşın, yine de devrimci dinamikleri yaratmadan var olamamaktadır. Bu sürecin iki temel görüntüsü şudur; teknolojik gelişimin hızına paralel ortaya çıkan yeni işbölümü süreçleri, e- mek sürecini parçalamış olsa da, üretimin bilgisine sahip olan ve giderek zihinsel üretim koşullarını hazırlayarak kültürel değerlere sahip çıkacak bir sınıf profilini ortaya çıkarmıştır. Bunun temelini şimdiden hazırlamıştır. Dolayısıyla egemen yapı ne yaparsa yapsın bundan kaçı- namamaktadır. Bu sürecin derinleşmesi diğer birçok faktörün çözümünü de hızlandıracaktır. Kuşkusuz burada öncünün, politik felsefenin çözümleyici gücünü yaratmak gerektiğinin önemli olduğunu söylemek gerekir. İkinci nokta doğrudan kapitalizmin krizine bağlı olarak temel çelişkinin artması sürecidir. Burada kastettiğimiz gerçek şudur; üretimin aşırı karakteri ile tüketim kalıplarının sınırlanmış olması krizin daha da derinleşmesini göstereceği açıktır. Bütün istatistiki veriler de gösteriyor ki, dünya nüfusunun 5/6’sı açlık ve yoksulluk ve açlık sınırında yaşıyor. Bu ekonomik dilde karşılığı e- mek ile sermaye arasında, politik dilde i- se burjuvazi ile işçi ve emekçi sınıflar a- rasındaki onulmaz çelişkinin derinliğini gösterir. Artan işsizlik dünyada “ nüfus fazlası” olarak da yorumlanmaktadır. Bir zamanlar Marx, “ bireylerin çoğunluğundan” bahsetmişti. Bu fazlalık kapitalizm i- çin elbette bir fazlalıktır. Bu durum şimdilik bir yanıyla işçi sınıfı hareketini zorlayan ve onu sınırlayan bir rol oynadığını biliyoruz. Başka bir yanıyla bunun gelişmenin dinamikleri açısından önemli bir kaldıraç olduğunu da saptayabiliriz. Ancak gelişimin motor gücü olan hayatın bu nesnel çelişkili yapısı, nüfus fazlalığı de
__ 90
nen, daha çok işsiz kitle olarak tanımlanan bu yeni ve hazır emek potansiyelini yeni bir stratejik denklem ile birleştirecek politikalara gereksinim duymaktadır. İşte dünyanın yeni olan bu nesnelliği, şimdilik birbirinden kopmuş olan bu iki devrimci dinamiği birbirine yaklaştıran bir sürecin önünü açması gerekir. Burada hem genişleyen ve büyüyen yeni e- mek biçimleri devreye giriyor hem de o- nun doğrudan ayrılmaz bir parçası olan “ üretken veya yararlı” emek türü devreye giriyor. Aslında bu, ÜG’ler sorunsalının yeniden Marksizm’in yaratıcılığı temelinde yeni bir analize kavuşturulması gerektiğini gösterir. Bu ikili yapının ortak bir strateji etrafında birleştirilmesinin becerisi tümüyle sınıfın öncü güçlerinin inisiyatifine bağlanmış durumdadır. Küresel kapitalizmin bütün ideolojik ve kültürel araçları ile bu iki yapıyı birbirinden kopartmaya dönük manipülasyonunun kırılmasının olanakları tümüyle doğmuştur. Çünkü gerçek yaşamın bizzat kendisi devrimcidir ve bu bize büyük olanaklar sunmaktadır.
Bugün ÜG’ler sorunsalında çözüme kavuşturulması gereken sorun, büyük o- randa kendi özsel faaliyetinden kopartılmış olan emekçilerin (bireyin), ÜG’lerin işlevsel bütünselliğine uygun hale getirilmesi ve kişisel faaliyetini kendi sınıf gerçekliği ile bütünleştirmesi sorununda yatmaktadır. Aslında bu sorun, proletaryanın işlevinde saklıdır. ÜG’ler ile Üİ arasındaki çelişkinin çözüm noktası da bu işlevde yükümlenmiştir. Kuşku yokki proletaryanın bu işlevi, toplumsal bir devrimi zorunlu kılmaktadır. Devrimin yolu, bireyin kişisel etkinliğini özfaaliyet olarak tanımladığımız sınıfın kolektif faaliyeti düzeyine çıkarmanın da yoludur. Şimdi ka
pitalizmin bütün manipülasyon araçları i- le bu özfaaliyeti yok eden çabalarının nasıl boşa çıkarılması gerektiğinin imkan ve olanaklarını araştırmak, onu yeni bir stratejik denklem içinde tanımlamak gibi bir sorunla yüzyüze kaldığımız gerçeği durmaktadır önümüzde.
TEKNOLOJİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ YABANCILAŞTIRMA ETKİSİ
Üretici güçlerin tek yanlı gelişmesinde teknolojinin rolü, yadsınamaz bir gerçekliktir. Yeniden teknolojik sürece dönmemizin bir anlamı da bu noktadır. Şimdi biz bu sorunu, özet bir sunum içinde salt üretici güçler bağlamında ele almaya çalışacağız.
Teknolojinin rolünü anlamak aynı zamanda onun toplumsal işlevini anlamak demektir. Teknoloji, hem doğasından gelen hem de kullanım biçiminden kaynaklanan bir dizi sorunu gündeme getirmeden edememiştir. Gerçekte teknoloji toplumda Dickson’un da belirlediği gibi üç temel role sahiptir. Bunlardan ilki politik roldür, İkincisi güç dağılımını göstermesine ilişkin roldür, üçüncüsü toplumsal denetim işleyişine paralel düşen roldür.9
Teknoloji tek başına ele alındığında kuşku yokki o bir nesnedir, bir araçtır. Ama bu araç/nesne kapitalist burjuvazinin elinde, dolayısıyla onun kullanımında politik bir baskı aracına dönüşebilmektedir. O nedenle ne teknoloji bir ÜG olarak tarafsız bir kimlik ile tanımlanabilir ne de onun arkasındaki politik gerçek yok sayılabilir. Gerçekten “ ...teknolojik yeniliğin arkasında politik bir süreç var
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
------------------------------ -------- 91 ---
— yoldır” derken Dickson haklıdır. (Dickson D, s. 214) Bir araç olan teknolojik aygıtlar, üretim sürecinde Marcuse’un da belirttiği gibi “insanın araçlaştırılması- na” yol açmıştır. Gerçekten de teknolojinin politik bir baskı aracına dönüşmesi nesnel bir durumun ayırdedici ö- zelliğini göstermesi hiçte şaşırtıcı değildir. Nitekim Marcuse’un şu değerlendirmesi yabana atılacak bir değerlendirme değildir; “...toplumsal kuvvetleri terör ile olmaktan çok teknoloji ile yenerek, ezici bir etkinliğin ve yükselen bir yaşam ölçüsünün ikili temeli üzerinde ayırdedici yanını gösterir.”10
Bir ÜG olarak teknolojik gelişme, to talitarizm ve diktatörlüklerin yolunu a- çan, bu sistemleri daha kolay inşa edebilecek olanaklar sağlayan ve insanı somut insanlıktan soyut insanlığa geçiren, dolayısıyla sanal bir dünyanın bireylerine dönüştüren bir gelişmenin önünü açmıştır. Nitekim Jacgues Ellul şöyle bir belirleme yaparken haklıdır; “ ...teknoloji, kendi kurallarına boyun eğen ve bütün geleneklerle bağlarını kopartmış, herşeyi yutan bir dünya yaratmıştır... İnsanın kendisi teknoloji tarafından yenik düşürülmekte ve onun nesnesi haline gelmektedir.” "
Kuşkusuz sanayileşme, dolayısıyla teknolojik yenilenme, insanın yaşam standartını yükseltmede başarılı olmuştur. Bunu tek başımıza aldığımızda doğrudur. Ancak sanayinin yarattığı olanaklar, burjuvazinin elinde daha fazla kar ve zenginlik hırsına büründükçe, hem çevrenin tahribatına hem de insanın insan olarak yıkımına yol açmıştır. ÜG’lerin tek yanlı yıkımı veya tek yanlı gelişimi bu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Gerçekte
__ 92 __________________________
teknolojinin yapısal konumu ile yol açtığı ideolojik konum arasında ilişki ve ayrımın üstü kolay kolay örtülemez. Sanayileşme süreci ile birlikte ortaya çıkan burjuva ideolojisinin esas öznesi, teknolojik gelişmeye paralel olarak, sömürü, politik manipülasyon ve saptırma onun değişmeyen özellikleri olarak kalmıştır. Böylece sömürü meşrulaşmış ve bireyler onu adeta kendi kaderleriymiş gibi algılamaya yol açmıştır.
Bilimsel teknolojik gelişmenin özsel faaliyetinde rasyonel durumu kabul etmek gerekir. Bu rasyonel durumu var e- den özsel durum, onun -üretim sürecindeki işlevsel rolüdür. Ama açıktır ki, bu durum aynı zamanda oluşturulan kurumsal yapıyı da tehdit eden bir potansiyeli taşıması üzerinden atlanamaz bir gerçeği gösterir. Şunu anlatmak istiyorum; teknolojik yenilenme kapitalist ü- retim yapısında, bu yapının varoluş gerekçesinden kaynaklanan çelişkisel konumu hızla derinleştirmiştir. Bu çelişkisel durum, kapitalist yapıyı ve onun ku- rumsal/işlevsel yapısını tehdit eden bir öğedir. Aslında bu aynı zamanda ÜG’lerin canlı emek bölümünü işlevsel kılarak kendini aşan bir potansiyelin de açığa çıkmasının zemini demektir. Elbette bu potansiyelin açığa çıkarak işlevsel bir ro le bürünmesi, tümüyle işçi sınıfının kolektif hareketini, dolayısıyla onun ideolojik ve politik hareketliliğini var sayar. Bu işin öncel kısmıdır. Kuşkusuz bu potansiyel, üretim ilişkileri sürecinde sınıf dinamiklerini de kısıtlayan bir dizi meşruluk standartlarını yok saymaz. Ama burada esas mesele, sınıfın bu potansiyelinin bilincine vararak kolektif direnişin yolunu açacak örgütsel yapıların kurulmasıdır.
* * *
Kuşku yok ki teknolojinin hızla gelişmesi, üretici güçler üzerinde tek yanlı bir rol oynamıştır. Bu esas olarak ‘maddi ü- retici güçler’ dediğimiz süreçle ilgilidir. ÜG’lerin teknolojik olarak enformasyo- nal bir düzeye çıkmasıyla birlikte, nes- nel/maddi varoluş olarak, bir başka varoluş nedenini, yani insanın varoluş nedenini, dolayısıyla onun bütünsel değerlerini bozmuştur. Daha açıkçası ÜG’ler tek yanlı bir gelişme içinde, yeni teknoloji kullanımı ile üretimde hem bir artışa hem de verimliliğe yol açmıştır, ama ÜG’lerin esas öznesi olan canlı emeği makinanın bir parçasına dönüştürerek insanal kimliğini ve değerlerini yıkmıştır.
Üretimin kendisi, insanın bir canlı varlık olarak gelişme süreçlerinin ortaya çıkışının da nedeni sayılmaktadır. Gerçekte insan kendi beceri ve yeteneklerini bu süreç içinde kazanmaktadır. Çünkü araçları yaratan ve kullanan işçidir. Ancak teknolojik yenilenmenin hızla gelişmesi, işçinin beceri Ve yeteneklerini yine işçinin elinden alarak önemli ölçüde teknik araçlara bağladı demiştik. Bu durum doğal olarak işçinin yeteneklerini de sınırladı.
Gerçekte teknoloji burjuvazi tarafından, hem üretimin maddi süreçlerinde hem de ideolojik süreçlerinde kullanılmaktadır. Yani özünde bu süreç politik bir süreç olarak tanımlanabilir. Üretici güçlerin maddi bir öğesi olan teknoloji, küresel kapitalist ideolojinin meşrulaştı- rılmasında, bireyin kolektif konumunun yıkımında ve burjuva egemenlik yapısının tahkim edilmesinde politik bir işleve sahip bir konuma çıkarıldı. Elbette bu süreci teknolojinin kendiliğinden yarattığı bir
süreç olarak tanımlamak yanlıştır. Böyle bir yanılsama bizi haklı olarak ‘teknolojik determinizme’ götürebilir. Çünkü işçi sınıfı ve emekçilerin toplumsal örgütlenmesinin aleyhine bir konuma sürüklenmesi, teknolojinin kendi yapısından kaynaklanmaz. Sorun onun hangi ellerde ve nasıl bir kullanıma sahip olduğuyla ilgilidir. Artık teknolojik yenilenmenin ekonomik ve politik gelişmelerden bağımsız olduğunu iddia etmek, olsa olsa “ ekonomik determinizm” in görüş noktasıdır.
Maddi ÜG’lerin tek yanlı gelişme süreci, teknolojinin hızıyla birlikte, üretim sürecinde zorunlu olarak üretim araçlarına yansıyan, başka bir deyişle, teknoloji ile sistem modellerinin birbirini karşılıklı etkilediği, bunu hem maddi ilişkilerde hem de ideolojik süreçlerde ve bu yapıların kurulmasında bir rol oynadığı asla unutulmaması gereken önemli bir ayrım noktasıdır. Üretim ve toplumsal ilişkilerde karşımıza çıkan teknoloji, doğası gereği zorunlu olarak egemen yapının çıkarlarına koşullanmış bir karakter ile tanımlanabilir. Kapitalizm koşullarında burjuvazinin çıkarları, toplumsal örgütlenmeyi ve bireyin kolektif düşünme kalıplarını yıktığı oranda, teknoloji sınıfsal ve politik bir rol oynamaya başlar. O toriter ve hiyerarşik örgütlenmenin denetimi, teknoloji ve onun kullanımı ile çelişkili değildir. Bu kullanım biçimi aslında bütünsel bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla burada bilgi de kapitalist egemenliği perçinleyen bir role soyundurulmuştur.
Daha öncede belirttiğimiz gibi, ÜG’ler, genel bir doğru olarak, ilerlemenin ve toplumsal devinimin asıl temelidir. Ancak bu gelişmenin tek boyutu yoktur. Yani ÜG’ler, ikili bir boyut içinde rol oy-
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
93 —
— yol
nadıkları zaman, (hem maddi üretici güçleri hem de zihinsel üretim güçlerini geliştirdiği zaman), kolektif hareketin gelişme zemininin de ortaya çıkmasına yol a- çar. Gerçekte insanlar bu çelişkinin bilincine vardıkları zaman, ilerlemenin toplumsal yolu açılmıştır. Tarihsel sürecin böyle bir gelişme gösterdiği dönemlerde, doğal olarak toplumsal devrimler de gündeme gelmiştir. Demek ki kolektif bilinç edinimi, bu maddi hayatın çelişkisi ü- zerinden, başka bir deyişle ÜG’ler ile Ü- l’nin çelişkili zemini üzerinden tanımlanıyor olması, Marksist sınıf kuramının vazgeçilmez bir özelliğidir. Ama burada esas sorun, üretici güçlerin çift yönlü gelişmesine denk düşüp düşmemesi meselesidir. Kuşkusuz eski ilişkilerin tasfiyesi ÜG’le- rin gelişme düzeyi ile bağlantılıdır. Gerçekten “ insanlık kendi önüne çözüme bağlayabileceği sorunları koyar” , çünkü der Marx, “ ...sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” 12 Sorunun çözüm başlangıcı tam da şu cümlede yatar; “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır.” (Marx K, s.3l)
İşçi sınıfının bu siyasal ve entelektüel koşullanmaları nerede ve nasıl kırılmıştır? Maddi süreçler toplamı ile ideolojik koşullanmalar arasındaki kopuşun nedeni, bu eserin asli konusunu oluşturmaktadır. Bizim cevap aradığımız esas sorun bu noktadır.
Burada ÜG olarak teknoloji, kapitalist üretim biçimine özgü bir yapı olarak zihinsel ÜG’ler üzerinde yıkıcı bir rol oynadığını biliyoruz. Bunun nedeni tek başına ÜG olarak teknolojinin kendisi de
__ 94
ğildir, tersine onun kullanış biçimini de belirleyen kapitalist üretim ilişkilerinin varoluşudur. Kapitalist Üretim Biçiminde (KÜB), emek süreci gibi, bilimsel ve teknik süreçler de sermayeye bağımlı bir duruma getirilmiştir. Bundan dolayı sermaye ile bilimsel teknik süreçlerin, emek üzerindeki yönetiminin birbirinden ayrılması düşünülemez. Tersine bu süreçler birbirini tamamlayan süreçler olarak izah edilebilir. ÜG’lerin bir bölümü, teknoloji olarak ifade edilen bilimsel teknik gelişme, hem sınıf ayrımını derinleştiren hem de insanları politik süreçlerden kopartan bir rol ile tanımlanabilmektedir. Bu konuda David Dickson’un araştırması dikkate değer bir özellik göstermektedir. Dickson bu konuda şöyle diyor; “ Çağdaş teknolojinin sınıf ayrımlarını ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktan çok, nasıl pekiştirdiğini ve beslediğini şimdiden görebiliyoruz. Teknolojiden yararlanmak için yeterli kaynaklardan yoksun olanlar, kalıcı bir biçimde dezavantajlı konuma düşürülürler... Herkese eşitlik getirecek büyük demokratikleştirici olmak şöyle dursun, teknoloji bir toplumsal sınıfın bir diğeri üzerindeki egemenliğini sürdürdüğü bir başka araç haline gelmiş bulunmaktadır. Teknoloji ne kadar karmaşıklaşırsa bu etkide o kadar çok büyük olur... Teknoloji, insanları politik süreçten uzaklaştırdığı gibi, işçinin sınai üretim sürecinde denetim kurmasını engellemek için gereken araçları da sağlar ve ona kendisinin bu süreçte oynaması beklenen, önceden tanımlanmış bir rol sunar.” 13
Gerçekte Marx, işçinin üretim sürecindeki konumunu açıklarken, bu süreci “yabancılaşma” terimi ile izah etmişti. Çünkü bütün değerlerin yaratıcısı olan ve aynı zamanda ÜG’ierin temeli olan
canlı emek, kapitalist üretim sürecinde, kendini makinanın bir dişlisi gibi duyumsamış, dolayısıyla üretimde araçsallaşan bir özne olarak sürece yabancılaşmıştır. İşçi bilindiği gibi bu yabancılaşma sürecini dört boyutu ile yaşamaktadır; bunları şöyle izah etmek mümkündür; üretim sürecinde işçi, işine ve çalışma hayatına, kendi ürettiği ürüne, kendi kendine ve giderek insanlığa karşı yabancılaştırılmıştır. Kuşkusuz bu durum sınıfın toplumsal mücadelesini doğrudan etkilemiştir. Herşeye rağmen buradaki kopuş, toplumsal mücadelede ikili bir rol oynamıştır; bir yanıyla bu işçinin insanal kimliğini aşındıran bir rol oynarken (ki bu aynı zamanda sınıfı politika dışına iten manipü- lasyonların etkisini, nesnenin içine doğru geliştiren bir durum yaratmaktadır), ama diğer yandan nesnel bir varlık olarak üretim ilişkileri sürecinde, doğru bir düşünsel etkinlikle birlikte (stratejik birlik) o- nun devrimci rolünün de açığa çıkarılabilmesinin nesnel zeminlerini geliştiren bir rol oynayabilmektedir. Yani insan düşüncesinden bağımsız olarak var olan nesnelleşme süreçleri, ister istemez varlığın içine doğrudan giren çelişkileri ve çelişkilerin nedenlerini yaratmadan edemez. Bu kapitalizmin kaçınamadığı çelişkili bir varoluştur.
Teknolojinin modernleşmesinin hızlandığı endüstri toplumlarında insan, yalnız, edilgen, güçsüz, tedirgin ve korkak olarak kendini hisseden bir kimlikle tanımlanabilmektedir. Psikolog Erich Fromm’da bu tanımdan yola çıkar. “ U- mut Devrimi; İnsani Bir Teknolojiye Doğru” adlı eserinde Fromm, bu süreci psikoanaliz çözümlemeleri üzerinden hareket etmiştir. Başka bir grup yazar ‘Kültürün Sanayileşmesi’nden hareketle şu
öngörülerde bulunmaktadır; “ama tekniğin toplum üzerinde otorite kazanmasını sağlayan zeminin, ekonomik yönden en güçlülerin toplum üzerindeki iktidarı olduğu suskunlukla geçiştirilmektedir. Teknik rasyonellik bugün egemenliğin rasyonelliğidir. Bu rasyonellik kendine yabancılaşmış toplumun cebri niteliğidir. Otomobiller, bombalar ve sinema, kendilerine ait bir düzeye getirici öge hizmetinde bulunduğu haksızlık üzerine gücünü gösterene kadar, bütünü bir arada tutmaktadır.” 14
Yeniden Marx’ın insanları kendi zihinsel etkinlik sürecinden kopartan yabancılaştırma analizine dönersek, bu analizi en doğru yorumlayan Melvin Seeman’a atıf yapmadan geçemeyiz. Seeman bu süreci dört kategori içinde yorumlamıştır; bunlar; I-Birey kendi dışında cansız sistem (teknoloji) tarafından denetlendiği için kendi güçsüzlüğünü hisseder. 2-Üretim görevlerinin bölünmesi ve küçük parçalara ayrılmasıyla şiddetlenen, bürokratik yapı tarafından beslenen bir duyguyla işine yakıştırdığı anlamsızlık, 3-Sık sık işinden kişiliksizleştirilmiş bir biçimde koptuğunu duyumsayan işçinin kendine yabancılaşması ve 4-Toplumsal yabancılaşmaya ya da bütünleşmiş toplulukların genel çözülülüşüne yol açabilen, sık sık Fransız toplumbilimci Emile Durkheim’ın anomi kavramı ile ilintirilen genel bir normsuzluk ve yalıtımdır.15
Aynı yerde Amerikalı toplum bilimci Robert Blauner’in sanayi proletaryası ü- zerine yaptığı bir araştırmadan çıkardığı sonuç ise oldukça ilginçtir. Blauner’in vardığı sonuç şudur; “ Her ne kadar yabancılaşmanın söz konusu boyutları biçim ve yoğunluk olarak, üzerinde çalışılan sınai sisteme göre farklılık göster-
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
mekteyse de, modern imalat teknikleri ve bürokratik sınai örgütlenme ilkeleri genel yabancılaştırdı eğilimler içerirler.” 16
Böylece şu noktaya geliyoruz; ÜG’le- rin kapitalist üretim ilişkilerine ayakbağı olabilmesi, yabancılaşmadan kurtulabilmesi ve toplumsal ilerlemeyi sağlayabilmesi için, ÜG’lerin bir noktadan sonra ü- retim ilişkilerinden ‘bağımsız’ bir karakter taşıması lazım. Başka bir deyişle üretim sürecinde ortaya çıkan ilişkilerin a- ğırlık noktası, genellikle üretim biçimi tarafından biçimlendirmekle beraber, üretim ilişkilerinden bağımsız bazı ilişkilerin var olmasını dışlaması olanaksızdır. Çünkü burada üretim sürecinde ortaya çıkan ilişkilerin esasını kapitalist ilişkiler süreci belirliyor olsa da, işçinin toplumsal ve zihinsel ilişkilerini tümüyle kapitalistin belirlemesi düşünülemez. Burada yerinde olarak Buravvoy, emek sürecinde iki tür ilişkinin birbirinden ayırdedilmesi gerektiğini söylerken haklıdır. Buravvoy’a göre bu ilişkilerden ilki “üretimdeki toplumsal ilişkilerdir.” Diğeri ise “üretimdeki teknik ilişkilerdir.”17 Ya da yukarıda ifade ettiğimiz gibi ‘maddi üretici güçler.’ Böyle bir ayrımın kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Ongen, “ ...bu ayrım benimsenirse teknolojinin kapitalist olmayan bir toplumsal örgütlenme i- çinde insan kapasitesi üzerinde yıkıcı etkilere yol açmayacağı daha kolay öne sürülebilir.” (Öngen T, s. I 14) Bu ayrımın kabul edilmesi sadece teknolojinin yıkıcı etkisini bertaraf eden ve canlı emeğin toplumsal ilişkilerinin önünü açan bir konum kazanması ile sınırlı değildir, aynı zamanda ÜG’lerin tek yönlü gelişmesini sınırlayan, böylece ÜG’lerin teknik/bilim- sel gelişmesine karşın onun zihinsel geliş
— yol----------------------------------------
mesini, dolayısıyla sınıfın kendi değerleriyle buluşmasını da sağlayacak bir toplumsal dönüşümünün de yolunu açacak bir konuma kavuşmasıdır. Bu asla unutulmamalıdır. Dolayısıyla böyle bir ayrımın yapılmasının, ÜG’lerin bağımsız gelişme sorunu üzerindeki engelleyici etkilerin kırılmasının önemli bir gelişme olacağını düşünüyorum. Üretimdeki toplumsal i- lişkilerin, teknik ilişkilerden kısmen bağımsızlığı (her ne kadar kapitalist üretim biçiminde ondan kurtulması tümden dü- şünülemese de), ÜG’lerin toplumsal dinamiğini, böylece belirttiğimiz gibi onun zihinsel üretimini, kolektif hareket ve ö rgütlenme sürecini hızlandıran bir etmen olarak düşünmek gerekir. Çünkü ÜG’lerin tamamını, dolayısıyla emeğin toplumsal örgütlenmesinin tümünü, sınıf bilincini, ideolojiyi, kültür ve politikayı vb. tü müyle sermaye sürecinin dolayımsız bir sonucu olarak görmek yanıltıcı bir yaklaşıma kapıyı aralar. Bu Marksizm’in analitik düşünce yapısına da aykırıdır ve bu “ teknolojik determinist” bir yaklaşım o- lur. Eğer Burawoy’un bu ayrımı kabul e- dilirse, ÜG’lerin asli öznesi olan canlı e- meğin (işçinin) devrimci dinamizmini anlamamızı daha da kolaylaştırır ki, bu noktadan sonra alternatif politikaların çıkış noktası çok daha anlaşılır olabilir.
İŞİN DEĞERSİZLEŞMESİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ ROLÜ
Küreselleşme sürecinin temel karakterinden birisi, emeğin sermayeye olan bağımlılığının görülmemiş bir düzeyde artmış olmasıdır. Bu durum ortaya çıkan teknik iş biçimleriyle birlikte, doğal ola
__ 96
rak emek sürecinde bir değer yitimine yol açtı. Böylece yeni iş sürecinde bir de- ğersizleşme ortaya çıktı. İş sürecindeki bu değer yitimi, insanın zihinsel üretimini de doğrudan etkiledi. Genellikle bu a- landa çalışma yapan düşünürlerin ortak eğilimi, teknik işbölümüne dayanan üretim sürecinde insanın büyük oranda düşünsel etkinlikten koptuğudur. Gerçekten emeğin küresel kapitalizm koşullarında her zamankinden daha fazla otamas- yonlaşan makinaya bağlanmış olması, hem sömürüyü katmerleştirmiştir hem de canlı emeğin konumunda değişimlere yol açmıştır. Çünkü bu süreç insanı, tüketici bir öge olarak aptallaştırıcıdır ve insanlık dışı köleleştirici öğelerle doldurulmuştur. Bu durum doğal olarak “...uygulayımbilim (bilimsel teknik sü- reç/bn) kas yorgunluğunun yerine gerilim ya da ansal çabayı geçirmiştir” diyen Charles R. VValker’ı doğrular.'8
Nitekim bu süreci yorumlayan Mar- cuse’un yorumu ise şöyledir; “ Çalışmanın ırasında (karakterinde/bn) ve üretim araçlarındaki bu değişimler, emekçinin tutum ve bilincini değiştirirler ki, bu da yaygın olarak tartışılan bir olguda, emekçi sınıfın anamalcı (kapitalist/bn) toplum ile ‘toplumsal ve etkinsel bütünleşmesi’ olgusunda açığa çıkar.” (Marcuse H, I997;34) Marcuse bu süreci sadece bilinçteki bir değişim olarak yorumlamaz. Bu noktadan hareket eden Marcuse Marksistleri eleştirir. Çünkü ona göre Marksistler bilince olduğundan fazla ö- nem vermişlerdir! Oysa eleştirilmesi gereken Marksizm değil, Marksizm’i dogmatikleştiren akımlar olmalıydı elbette. Çünkü Marksizm yaratıcı bir bilim olarak, bilinç sürecindeki değişimlerin nes
nel temelinde, esas olarak emek sürecindeki değişimler olduğunu zaten baştan kabul eder. Bilincin böyle temelli olarak değişim göstermesi, kuşku yok ki toplumsal varoluştaki bir karşılığa tekabül etmektedir. İdeolojik süreçler her ne kadar bağımsız karakter taşısa da, elbette bu süreç üretim sürecinin değişiminden ve onun halkalarından bağımsız değildir. Gerçekten şu öngörü tümüyle doğru bir saptamadır; “ Gereksinmelerde ve özlemlerde, yaşam ölçününde, boş zaman etkinliklerinde, politikada benzeşme fabrikanın kendisindeki, özdeksel üretim sürecindeki bir bütünleşmeden türer.” (Marcuse H, I997;34)
Üretimdeki bilimsel teknolojik süreç, işin değersizleşmesine ve işgücünün nite- liksizleşmesine yol açmıştır, ama daha ö- nemlisi bu çalışma süreci, işçi sınıfının konumundaki (özellikle muhalif toplumsal konumuna ilişkin) olumsuzluğa yol a- çan bir dizi argümanı da gündeme taşımıştır. Bu zayıflama işçi sınıfının hem yerleşik toplumsal aktörlere hem de var o- lan egemen sisteme karşı dinamik konumunda ortaya çıkan gerilemenin de nedeni olarak anlaşılabilir. Gerçekten bu durum, üretimdeki teknolojik yenilenme süreci tarafından daha da derinleştiren bir etki taşıması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle üretim sürecindeki bu değişim, emeğin fiziksel ve zihinsel yapısına dönük olumsuz bir etki yaratmıştır. Bu durum üretimin kapitalist karakterinden dolayı emeğin yabancılaşmasına paralel gelişen teknolojik yenilenme, işin değersizleşmesine yol açmıştır. Böylece işçi sınıfının nesnel dinamik öğeleri sübjektif öğeler tarafından sarılmaya ya da işlevini sınırlamaya götürecek gelişmelere kaynaklık etmiştir.
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
Ancak emeğin değersizleşmesini Marx, sadece işin yabancılaştırılmasına bağlamamıştır, aynı şekilde nüfusun büyük bir bölümünün iş bulma güçlüğü ile ilgili bir mesele olduğunu da belirtmiştir. Çünkü üretimde teknolojik yenilenme istihdamı daraltmış ve iş gücünü önemli derecede üretim süreci dışına atmıştır. Bu noktadan hareket eden Braverman, makinalaşmaya bağlı olarak üretim sürecinin hem yeni iş güçlerine gereksinim duyduğunu hem de yedek emek ordusunu büyüttüğünü belirtirken tümüyle haklıdır. Kuşku yok ki bu durum sınıf stratejilerinin yeniden kugulanması açısından bize ortak bir temel sunmaktadır.
Fakat emeğin değersizleşmesi kavramı bu açıklamalar ışığında yine de göreceli olmaktan çok fazla öteye geçmez. Çünkü emeğin nitelik veya becerisi sorunu, herşeye karşın teknolojik yenilenme sürecinde makinaya bağlanmış olması bir sınırlama taşısa bile, burada ikili bir karakter vardır; hem makina kullanımının, dolayısıyla teknolojinin üretime aktarılması, sonuçta canlı emeğin yaratmış olduğu doğal bir sonuç olarak bu sürecin bilgisine kavuşmasını sağlamaktadır, hem de genel olarak bütün ülkelerin, bilhassa geri bıraktırılmış ülkelerin endüstrileri, özellikle geri teknolojik girdilerden dolayı, insan emeğinin ağırlık taşımasını (zorunlu olarak ona gereksinim duymayısı- nı) ortadan kaldırmadığı gibi emeğin nite- liksizleşme eğilimini aynı düzeyde var olmaktan çıkaran ve genelleşmeyi güçleştiren bir özellik taşımaktadır. Niteliksizleş- menin ortaya çıkmasındaki esas sorun o- lan emeğin dönüşüm süreci/parçalanma- sı, kendi başına salt serbest kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişin dinamikleri ile açıklanamaz. Çünkü tekelci kapi
— yol—-------------------------------------talizme yol açan dinamikler içinde, özellikle Buravvoy’un de ifade ettiği gibi, mutlak artı değerden göreli artı değere yol a- çan süreçte işçi sınıfının mücadelesi vardır ve bu merkezsel bir gerçekliktir. A- ma bu konuyu tamamıyla başka bir çalışmanın konusu olarak şimdilik bir tarafa not edelim.
Burada bizim tartışma konumuz açısından dikkat edilmesi gereken nokta şudur; emeğin niteliksizleşme süreci, onun nesnel olarak taşıdığı dinamik ve değiştirici rolünü hangi düzeyde etkilemektedir. Başka bir deyişle sınıfın toplumsal konumu olarak onun kurucu rolünü hangi düzeyde etkilediği sorunudur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, üretici güçlerin temeli olan canlı emeğin devrimci rolünü sınırlayan ve onu tek yanlı geliştiren küresel kapitalizmin üretim sürecini anlamamıza yol açan temeller vardır. Emeğin niteliksizleşmesinin, hem ÜG’lerin tek yanlı daralmasında hem de emek ile e- meğin yeniden üretimi arasındaki bağlantıyı koparan yabancılaşmanın anlaşılmasında bir durak olduğuna işarettir. Gerçekte emek süreci, hem sermayeyi, dolayısıyla teknik yenilenmeyi üretmiştir, hem de kapitalist emek süreçlerini de ü- reten biçimleri yaratmıştır. Bunun anlamı şudur; üretim sürecinin doğrudan sonuçlarından birisi, salt maddi değerlerin üretimi olmayıp aynı şekilde kapitalizmin toplumsal öznelerinin üretimini de içermiş olmasıdır. Burada acımasız sömürü i- le başat giden egemenlik biçimlerinin var oluşu, devrimci dinamik dediğimiz özneleri de içermesi anlamına gelmektedir. Bu her ne kadar küresel kapitalizm sürecinde bir dizi ideolojik araç tarafından manipülasyona uğratılsa da, kapitalist ü- retim süreci bundan hiçbir zaman kaçı-
__ 98
namamıştır. Kapitalist üretim süreci sadece maddi değerlerin üretimi değildir, aynı şekilde toplumsal ilişkilere ve ona paralel düşen düşüncelerin üretimi anlamına da gelmektedir. “ Kapitalist üretim sürecinin, genellikle toplumsal üretim sürecinin, tarihsel olarak belirlenmiş bir biçimi olduğunu görmüş bulunuyoruz” diyen Marx devamla şöyle der; “ Genellikle toplumsal üretim sürecinde, özgül tarihsel ve ekonomik üretim ilişkileri içerisinde yeralan, bu üretim ilişkilerinin kendilerini üreten ve yeniden üreten ve böylecede bu sürecin varlığının maddi koşullarını ve bunların karşılıklı ilişkilerini, yani kendilerine özgü toplumsal ve e- konomik biçimini devam ettiren bir süreç olarak, insan yaşamının maddi koşullarının bir üretim sürecidir. Çünkü bu ü- retim faaliyetine katılanların doğayla ve birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerinin bütünü, ekonomik yapısı açısından düşünüldüğünde, toplumun ta kendisidir.”19
Kuşkusuz kapitalist yapının baskıya ve sömürüye dayanan siyasal bir aygıt olması gerçeğinin tek başına analiz edilmesi yeterli değildir. Belki de daha önemlisi o- nun ideolojik ve siyasal sonuçlarıdır. O nedenle haklı olarak Buravvoy’un teknik iş süreçlerinin tüm biçimlerinin (Taylo- rizm, Fordizm veya esnek üretim vb.) sadece birer teknik üretim süreçleri değil, aynı zamanda birer ideolojik yapılar olması düşüncesi doğru bir açıklamayı ifade eder. Bir dizi ideolojik araç küresel kapitalizm koşullarında tarihte bugüne dek görülmemiş bir düzeyde yeniden ü- retilmiştir. işte bu yeni gelişme süreci, işçi sınıfının, giderek bütün toplumsal e- mek katmanlarının, kendi var oluş zeminlerinin görülmesine yol açmıştır. Dolayısıyla bu manipülasyon, ÜG’lerin bir
yanının geçici de olsa yıkacak ve işlevsiz bırakacak süreçlerin önünü açmıştır. A- ma dediğimiz gibi bu geçici bir süreçtir ve kalıcı olarak devam etmesi düşünülemez. Çünkü bu süreci geriye doğru çeken bir dizi gelişme vardır; kitlesel işsizlik, yoksullaşma, üretilen maddi değerlerden yararlanamama, savaş, hastalıklar ve bir dizi başka nesnel faktör, hayatın yeniden devrimcileşmesine doğru yol a- lan gelişmeler dizisi, hayatı üreten ve o- nu yeniden kuracak olan emeğin, kendi gerçek sürecine yeniden dönmesinin temellerini vermektedir bize. Burada esas sorun bu süreci yeniden üretecek ve o- nu teorik ve politik bir strateji ile birleştirecek düşünsel etkinliğin yeniden kurulması sorunudur. Ve bu tümüyle olanaklıdır.
PROLETARYA YENİDEN TOPLUMSAL MÜCADELENİN ÖNCÜSÜ OLABİLİR Mİ?
Bu soruya cevabımız evettir. Şimdi bunun nedenlerini irdelemeye çalışalım.
Küresel kapitalizm koşullarında ÜG’lerin tek yanlı gelişiminin temeli, kapitalist üretim biçiminin mantıksal özünde gizlenmiş olmasıdır dedik. Hem nesnel yaşamda hem de ideolojik süreçlerde emek, ekonominin nesnel koşullarıyla birlikte bir varlık gerekçesi sayılmıştı. Kapitalizme özgü bir süreç olarak, kapitalizmin var olan koşulları sanayinin nesnesi olan işçiyi, aynı şekilde emeğin de nesnesi haline getirdi. Böylece kapitalist üretim sürecinde meta (ürün) ile işçi (canlı emek) arasındaki ilişki de kavranması gereken önemli bir nokta ortaya çıktı; meta üretiminin nesnesi olan emeğin kendi
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
--------------------------------------- 99 —
faaliyeti, üretim sürecinde kendisine karşı konuma yol açan bir dizi işlevlerle donatıldı. Başka bir deyişle işçinin kendi e- meği yine işçinin karşısına nesnel bir şeymiş gibi ‘bağımsız’ bir kimlikle çıkartıldı. Yani emeğin insan kimliğinde billurlaşması, aynı şekilde kendisine karşı da nesnelleşen bir olguya dönüştü. Böylece meta haline gelen emek, insanal özden ve bu öze ilişkin ideolojik, kültürel, politik vb. süreçlerden koptu.
Gerçekten işçi sınıfının yeniden toplumsal dinamizme kavuşmasının yolu, genişleyen emek sürecinin salt maddi üretim alanının içinden değil, aynı şekilde o- nun dışsal bir süreç olarak kavranılabilir olmasında yatmaktadır. Burada kastedilen işçinin maddi üretim sürecinden kopması değildir. Tersine insan düşüncesi, nesnel bir zemin olan üretim faaliyetinin zorunlu koşulu içinde gelişebilir, ama bu süreç ondan görece bağımsız bir alan i- çinde oluşmaktadır. Çünkü insan nesnesi cansız bir varlık olmadığına göre, onun kendisine ait olan değerler sistemine kavuşması, dışsal bir etkiler dizisi üzerinden bilinç sayesinde olur. Marx’ın şu belirlemesi tartışma konumuz açısından ö- nemlidir:
“ insanın gelişmesiyle birlikte, duyduğu gereksinmeler artacağı için bu fiziksel gereksinmeler alanı da genişler, ama aynı zamanda da, bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir ve bu, en az enerji harcamasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar al
— yol----------------------------------------tında başarılır. Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; a- ma bu da ancak temelindeki bu zorunluluklar alemi ile serpilip gelişebilir. (abç)”20
İşçi sınıfının yeniden kendi toplumsal rolünü oynayabilmesinin yolu, Marx’ın da belirttiği gibi “ toplumsal insan” ın yeniden kurulmasından geçmektedir. Toplumsal insanin ilk ve temel ölçütü, kendini var e- den, dolayısıyla insanı insan yapan değerler toplamının yeniden belirleyici bir kimliğe kavuşması anlamına gelmektedir. Açık olan gerçek şudur; toplumsal insanın kurulması, nasıl ki bireyler topluluğu olan işçi sınıfının kendi dinamizmine hız kazandıracaksa, ama daha önemlisi, toplumsal insanın kurulmasının nesnel temeli olan fiziki ve zihinsel üretim süreci, zorunlu olarak bu değerler sistemini de yeniden üretmek zorunda kalmasına bağlıdır. Kuşkusuz bu bir süreçtir. Ancak bunun işçi sınıfı içinde maddi güce dönüşmesinin belki de ilk yolu, onun üretim süreci içinde ortaya çıkmasına1 ve anlam kazanmasına bağlıdır. Bütün insanlığa doğru gelişecek toplumsal değerler diziminin yeniden varedilmesi, işçi sınıfının bağrında ve onun öncülüğünde gelişen bir süreçler toplamı olarak anlamak gerekir. Buradan başlamak üzere, bütün insanlığa doğru akıp gidecek bu süreçler toplamı, ancak işçi sınıfının kendi değerleriyle buluşması demektir. Bunun tek bir yolu vardır, o da; kolektif üreticilerin kendi gücünün (her iki boyutta, hem fiziki olarak hem de zihinsel olarak) farkına ve bilincine varmasıdır. Bugün kolektif ü- reticiler tanımından çıkaracağımız, salt
__ 100
rüretici güçlerin tek yanlı gelişimi
maddi üretimi yaratma yeteneğine sahip üreticiler değil, ama daha önemlisi ortaklaşa üretim ve ortaklaşa bölüşüm olarak da tanımlayabileceğimiz kültürel, ideolojik, politik, sosyal vb. bütün zihinsel üretim değerlerinin yeniden kurulması süreci olarak tanımlanmasıdır. Artık bu toplumsal ilişkilerin bütünü demektir. İşte toplumsal ilişkilerin neden sınıf ilişkilerine dayanması gerektiğini buradan çıkarırız.
Burada kanımca en önemli sorun; bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçişte, temel belirleyici olarak işçi sınıfının kendi tarihsel rolünü oynayabilmesi gerekir. Ancak şimdi sınıfın kendisine ait olan bu rolünü açığa çıkaracak bir forma ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun anlamı şudur; sınıf hareketini ve ona bağlı diğer sınıfsal özneleri toplumsal formasyon düzeyinde analiz etmemiz demektir. Bu bakış tarzı krizin çıkış çözümünde de temel bir öneme sahiptir. Sınıfın toplumsal formasyonu, nesnel olarak onun üretim sürecindeki rolünden i- leri geliyor olsa da, nesnel yapıdan göreceli daha bağımsız bir alanda ortaya çıkan ilişkiler toplamının bütününü de ifade e- decek bir genişlik gösterir. Eğer bu belirleme yapılmamış olsaydı, doğal olarak ü- retici güçlerin bu derece yıkımı (yoksullaşma ile birlikte kültürel değerlerin yıkımı vb. olarak) patlamalarla sonuçlanması gerekirdi. Oysa üretici güçler, üretim tarzının değişiminde genel olarak temel bir rol oynasalar da, bugün toplumsal formasyon düzeyinde değiştirici/dönüş- türücü ilişkileri yaratmaktan uzaktır. Bunun esas nedeni tam da bu noktadır. Gerçekten tarihsel olarak ÜG’ler, bugün gelişmenin çelişkilerle birlikte nesnel verilerine rağmen, belirli bir zaman aralı
ğından bu yana, toplumsal potansiyellerini açığa çıkaramamaktadır. Bunun asıl nedeni, ÜG olarak işçi sınıfının somut olarak kendi rolünü tarihsel olarak toplumsal formasyon düzeyinde açığa çıkaramamış olmasında görülmelidir. Bunun anlamı ikilidir; hem sınıf olarak kendi toplum- sal-sınıfsal rolü olarak hem de diğer toplumsal güçler ile bağı ve ilişkisi anlamında bir kopuş olarak...
Küreselleşme süreci, bilimsel teknik gelişme ile birlikte KÜB’de sadece emeğin meta olmasını derinleştirmekle kalmamış, dahası eskiye göre sadece emeğin kolektif direnmesini tahrip etmekle de kalmamış, aynı şekilde kendi varoluş koşullarına karşı oluşturulan nesnelleşme sürecinin bütün argümanlarını da yaratmıştır. Eskiden emeğin metalaştırılma- sı KÜB’ün ana eğilimi olsa bile, hatta e- mek kendisine karşı bir sürece dönüştürülüyor olsa bile, yine de bu süreci sınırlayan gelişmeler söz konusuydu. Bu esas olarak kendini yeniden üretme yeteneğine sahip olan emeğin, insani varoluş biçimiydi. Böylece emek, kendi varlık temeli de olan kolektif direnmenin ideolojik ve politik yapılarını da kuruyordu. Şimdi bu yapıların nesnel temelleri eski döneme göre potansiyel olarak çok daha fazla a- çığa çıkmasına karşın, bu potansiyeli eriten karşı süreçler gündeme gelmiştir. Çünkü sermaye olağanüstü bir etkinlik i- le sosyal ve politik olarak toplumsal yapıları yıkmış ve böylece sosyal yapılar ü- zerinde büyük bir dezenformasyon hareketi başlatılmıştır. Bu doğal olarak sınıfın toplumsal formasyonunu altüst etmiştir.
Buradan iki temel sonuç çıkar; ilki belirttiğimiz gibi emeğin metalaştırılma süreci kendi varoluşuna karşı bir sürece kaydırılmış olmasıdır. Sermaye ile emek
101----
arasındaki bu kopuş süreci, çelişkili yapıyı hafifletmemiş, tersine daha da derinleştirmiştir. Kuşku yokki bu süreç, genel anlamda iş gücünün niteliksizleşmesi ile birlikte, işçi sınıfını paralize ederek, hem onun potansiyel gücünü hem de ideolojik, politik, sosyal veya kültürel değerlerinden kopuşun araçlarını yaratarak görünmez kılmaktadır. İkincisi, küreselleşme hızı birinci nedene bağlı olarak emeğin kendisinde insanal varoluşun yıkımı üzerinden bir derinleşme gösterecek olması (hiçbir insan yok ki, kendi varoluşuna karşı bir tehdite duyarsız kalmış olsun), doğal olarak başka bir düzlemde e- nerjinin depolanmasına ve potansiyelin açığa çıkmasına neden olacak faktörlerin birikimi anlamına gelmektedir. Bu enerjinin açığa çıkmasının ve kendi gücünün farkına varmasının önündeki ideolojik, kültürel veya şiddet araçları ile bir dizi engei ve saptırma, nesnel sürecin bu olgularını ortadan kaldırmaz. Anlaşılması gereken nokta, kendi enerjisinin ve dönüştürme gücünün açığa çıkarılması ve bunun ideolojik, politik ve örgütsel yapılar içinde yeniden kurulmasıdır ve bu tümüyle olanaklıdır.
* * *
Burada şu soruya yeniden dönelim; proletarya, bütün bu engelleme süreçlerine karşın, nasıl olur da, kendi değerleriyle birlikte yeniden direnmenin ve toplumsal dinamizmin temel öznesi olarak tarih sahnesine çıkabilir?
Proletarya nesnel olarak iki şeyle tanımlanabilir; ilki proletaryanın tarihsel bir sınıf olduğu gerçeğidir. İşçi sınıfı bir süreç içinde ortak bir tarihe sahiptir. Ve bu ortak tarih, onun var olma tarihidir de aynı zamanda. Aslında şöyle de diye
— y o l -----------------------------------------------------------
biliriz; insanın (dar kapsamda işçinin) tarihi, aynı zamanda üretimin de tarihidir. Gerek bireyler olarak gerekse sınıf olarak, çok fazla gelişmenin farkında olmasa bile, sonuçta tarih, bu insanlar topluluğu tarafından yapılır. Ancak tarihsel materyalizmin bize öğrettiği gibi, burjuva egemenlik biçimlerine karşı, işçi sınıfının, kendi sınıfsal rolünü oynayabilmesi için, kendi tarihini bilinçli kılması gerekir. Bunu ete kemiğe büründürerek başaran tek sınıfta yine proletaryadır. Marx’ın da belirttiği gibi, tarihin hem oyuncusu hem yazarı olarak... Burada tam da ikinci nedene geliyoruz; proletaryanın toplumsal konumundan ileri gelen ve bir kavram o- larak, bilginin ve bu bilgiye olan gereksinmesinin, canlı bir metabolizma olarak işçi sınıfında bulunmasının ve onun tarafından kavranılmasının, diğer insan topluluklarına rağmen daha fazla olanak dahilinde olmasıdır. Çünkü işçi üretken bir güç olarak bütün çelişkilerin odağında yer alır. Bu ise bilginin geniş bir kavram olarak anlaşılması düzeyidir. Toplumsal bilinç, toplumların pratiği sayesinde üretilir. Böylece bilinç, hem nesnel gerçekliğin yansımasıdır hem de üretilen pratik sonuçların kavranılması ve sezinlemesi sürecidir. Dikkat edilirse burada iki şeyden bahsediyoruz; tarih ve bilgi. Tarih ve bilginin ortak bir süreç içinde birbirini tamamlaması ya da madalyonun farklı yüzleri olarak üst üste düşmesi, herşey- den önce işçi sınıfının bilinç öğesinde anlamsal bir gerçeklik olarak ortaya çıkar. Bu durum işçi sınıfının ortak değerler ve ortak hareket ve direnme potansiyelini açığa çıkaracak vazgeçilmez bir temelini gösterir. Bu koşulun yerine getirilmesi i- çin şunlara gereksinme duyulacağı açıktır; canlı bir varlık olarak işçi (insan), in
___ 102
sanın yemesi-içmesi kadar doğal olan bütün gereksinmeler gibi, kendini var eden insanal değerler dizinimini (kategoriler dizinimi de diyebileceğimiz), yine bir insan olarak kendisi tarafından talep edilmesi onun vazgeçemeyeceği bir isteğini gösterir. Onun bilincine varmak, onu işlemek bu sürecin doğal bir karakteridir de aynı zamanda.
O halde bu nasıl sağlanacaktır? Bu soruya cevabımız şudur; genel olarak insanlığa özel olarak işçi sınıfına ait bu kategoriler (ilkeler), yaşadığımız zamanın kategorileri (insanlığın yıkımına yol açan değersizleş- me kategorileri olarak) ve yapısal bileşenleri üzerinde belirleyici bir aşamaya gelmek zorundadır. (Hemen belirtelim; insani kategorilerin yeniden insanlığa kazandırılmasının ve bütün insanlığa mal edilmesinin ilk yolu, işçi sınıfının pratik ve düşünsel kulvarı üzerinden kurulabilir.) Ancak durum şimdi farklı bir rota izliyor. Küresel kapitalizmin yapısal özneleri, yıkıcı kategorik değerlerle birlikte, insana özgü olması gereken değerler sistemini paralize ediyor, onu yıkıyor. Eski kategoriler ile işçi sınıfına ait yeni kategoriler arasında, bugüne kadar olmayan bir ilişkiler biçimi gelişti. Kuşku yokki bu ilişkiler, bugüne kadar tek yanlı ve yıkıcı bir özne olarak süreç üzerinde belirleyici oldu. Böylece insana özgü kategorilerin yapısal oluşumunda bir tıkanma ve şimdilik bu tıkanmanın ö- nünü açacak yeni gelişme süreci ciddi o- larak doğum sancısını çekmeye başladı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tıkanmanın en özgün durumu, ÜG’lerin tek yanlı gelişme süreci olarak izah edilmişti. Çünkü bu sorun doğrudan küreselleşme sürecinin içinde oluşturulan toplumun e-
konomikve politik yapısı ile ilgili bir noktaya işaret etmektedir.
Konumuz açısından burada tarihsel bir anekdottan bahsetmek mümkündür; Marx’ın Proudhon eleştirilerinde var o- lan bir gerçeği yeniden saptayalım; bildiğimiz gibi Proudhon’un toplumsal analizlerinde, tarih ile bilgi (ilkeler ve değerler sistemi olarak) birbirinden ayrılmıştı. Doğaİ olarak bu toplumsal çözümlemelerinde Proudhon’u yanıltıcı sonuçlara götürmüştü. O halde şu noktaya geliyoruz; sınıf tarihsel rolünü oynayabilmesi i- çin, tarih ile bilgi sürecinin birbirini tamamlaması, hatta birbirinin varlık nedeni olması gerekmektedir. Ama tarihsel gerçeklik veya tarihsel deneyler, sınıfa özgü bu tarihsel aklın her zaman eşdeğer bir süreç izlediğini göstermez. O nedenle Marx, özellikle belli bir kategorinin farklı yüzyıllarda farklı olarak ortaya çıkış nedenini saptarken şöyle diyecektir;
“ Her ilke, kendisini içinde ortaya koyacağı kendi öz yüzyılına sahip olmuştur. O torite ilkesi, örneğin I i. yüzyıla sahipti, tıpkı bireycilik ilkesinin 18. yüzyıla sahip olması gibi. Mantıksal sıralanmaya göre ise, ilke yüzyıla değil, yüzyıl ilkeye aitti. Bir başka deyişle, ilkeyi yapan tarih değil, tarihi yapan ilkeydi. Bunun sonucu, tarihi olduğu kadar ilkeyi de kurtarmak i- çin, kendi kendimize belirli bir ilkenin herhangi bir başkasında değilde, neden I I. ya da 18. yüzyılda ortaya çıktığını sorduğumuzda, zorunlu olarak, insanların II. yüzyılda nasıl olduklarını, 18. yüzyılda nasıl olduklarını, bu yüzyıllardaki gereksinmelerinin, üretici güçlerinin, üretim biçimlerinin, üretimlerinin, hammaddelerinin neler olduklarını -kısacası, bu varolma koşullarının ortaya çıkardığı insanlar arası ilişkilerin neler olduklarını in
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
---------------------------------------103-----
ceden inceye incelemek zorunda kalıyoruz. Bütün bu sorunların altından kalkmak demek, her yüzyıl için insanların gerçek, sıradan tarihini yazmak ve bu insanları kendi dramlarının hem yazarları ve hem de oyuncuları olarak sunmaktan başka nedir? Ama insanları kendi tarihlerinin oyuncuları ve yazarları olarak sunduğumuz anda (dolambaçlı yoldan), gerçek başlangıç noktasına ulaşırsınız, çünkü daha baştan sözünü etmiş olduğunuz o ölümsüz ilkeleri bırakmış bulunuyorsunuz.”21
Bu değerlendirmeden çok önemli bir sonuç çıkarmamız gerekir. Demek ki amprik olarak toplumsal bir yapının olduğu gibi kabul edilmesi ile, başka bir ifade ile söylemek gerekirse, kendi değerler sisteminden kopmuş bir toplumsal yapı ile, bu yapının değiştirilip değiştirile- memesi arasındaki farklılaşma, Marksist- ler ile oportünist dogmatik “ Marksistler” arasında ki yarılmanın en bariz örneğini teşkil etmektedir. Anti-Marksistlerin bugün için en büyük çıkmazı, bu öznenin değiştirilemez olduğu düşünce noktasına gelip takılmış olmalarıdır. Dolayısıyla en ileri düzeyde bu düşünürlerin bugün için değişim sürecinden anladıkları, sistem i- çinde tutunma ve reformcu isteklerle kendini tanımlama çizgisidir. Kuşkusuz değiştirme, salt bir istekten öte bir anlama sahiptir. Çünkü değiştirme isteği toplumsal bir zorunluluk haline gelmedikçe, onu gerçekleştirmek sadece bilinçlerdeki soyut bir istek olarak kalmaya mahkumdur. Gerçekte bu toplumsal zorunluluk, bir noktadan sonra toplumda gerekli olan bir isteğe dönüşmelidir. Ama bu noktadan sonra acil sorun, bu isteği kendi meşru zemininde değiştirmenin nedensel ilkele
— yol----------------------------------------ri ile buluşturmaktır. O nedenle haklı o- larak Lucas’ın şu belirlemesini önemsemek gerekir; “ Felsefi açıdan söz konusu olan şey, toplumsal gerekliliğin varlığını yeniden biçimlendirmek veya yapısal biçimini değiştirmek için gereksindiği zaman süresini belirlemek değildir. Mesele toplumsal gerekliliğin varlığın içine işlemesine genelde imkan veren ilkeleri keşfetmektir.”22
Bugün devrimci dönüşüm sorununun temelinde bulunan açmaz, insanı insan yapan toplumsal zorunluluklar ile toplumsal varlık arasındaki kopuş noktasında yatmaktadır. Çünkü toplumsal varlık henüz toplumsal zorunluluğun değişim bilincinde değildir. Toplumsal varlıktan “ bağımsız” olarak toplumsal zorunluluk, herşeyden önce bilinç ve değerler toplamının yine canlı bir varlık olan insanda billurlaşmasıdır. Sorunun odak noktası şudur; varlık ile o varlığın içinde zorunlu bir öge olarak bilinç biçimleri arasındaki diyalektik bağ bugün için kopmuştur. Bilinir ki bu diyalektik bağ insan metabolizmasında her zaman dolayımsız olarak zaten vardır. Sorun onun işlenmesidir. Fakat burada ÜG’lerin tek yanlı gelişim süreci bu kopuşu derinleştirmiş ve işçi sınıfını şimdilik kendi işlevinden büyük oranda kopartmıştır. Çünkü bu zorunluluk kategorisi işçinin bilincinde kırılmıştır. Gerçekten işçi kendi toplumsal varlığının bilincine ancak üretim ilişkileriyle kurduğu ilişkiler sürecinde varıyor ve kendisi meta olduğunun farkına vardığı zaman bilinç öğesi devreye giriyor ve buradan hareketle toplumsal bir rol oynamaya başlıyor. Bunun anlamı sınıfın toplumsal formasyonunun işlevsel rolüdür. Bu kopuş ister istemez bu ilkelerin toplumsal değişimde rolünü önemli derecede işle
mez hale.getirmiş olduğu noktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi emeğin meta haline gelmesi sürecinde işçi, bu sürecin bir nesnesi olarak mekanikleşiyor, standartlaşıyor, ama yine de o bu sürecin içinde konumlanıyor. Yani işçi, ü- retim sürecinin en işlevsel (olmazsa olmaz) bir parçası olarak yer alıyor. Ama şimdilik bu sadece, üretim parçaları içinde görünen nesnel/maddi bir olgu olarak yansıyor. Oysa o canlı bir organizma. Dolayısıyla işçi, sadece meta üretiminin bir dişlisi olarak görülse bile, aynı zamanda sürecin gözlemcisi/denetleyicisi olarak da sahnede yer alıyor. Burada gözlemci kategorisini Türkçe’deki anlamının ötesinde bir içerik ile tanımlamak gerekir. İşçi hem üretimin bilgisine kavuşuyor hem de bir insan olarak düşünce ve duygulara sahip bir canlı. Görüldüğü gibi burada ikili bir yapı var. Gözlemci olan işçinin, sermaye ile olan ilişkisinde metanın saf bir nesnesi olmaktan çıkarak, bir an- lama-kavrama ve sorgulama sürecine girmesi gerekiyor doğal olarak. Gözlemcilik böylece yerini başka bir düzeye, çelişkinin bilgisine bırakıyor. Bunu başaramadığı zaman, bu bilinç, “ metanın kendine yönelik bilinci” (Lucas G, s.27l) olarak o rtaya çıkıyor. Yani küresel kapitalizm koşullarında postmodernist düşünce akımı, aslında Lucas’ın belirttiği gibi tam da metanın kendine yönelik bilincinin karşılığı olarak çıkıyor tarih sahnesine. Ancak işçi kendinin bir meta olduğunun bilincine ulaşması halinde, hem sınıf bilincinin gelişmesinin önünü açıyor hem de pratik o- larak toplumsal mücadelede fiziki bir rol oynamaya başlıyor. Çünkü işçi, önce kendisinin ne olduğunun bilincine vardığı oranda (ki bunun anlamı işçinin kendisinin bir meta olduğunun bilincine varması
ile başlıyor demiştik), diğer sınıfların ya da toplumsal öznelerin de ne olduğunun bilincine vararak haraket ediyor. Böylece bilginin yapısında bir değişikliğe yol açıyor. Dolayısıyla emeğin ortaya çıkardığı ürünlerin kullanım değeri ya da kapitalistlerin egemenliğinde daha değişik maddesel olan değerler toplamı, bu bilinç sayesinde toplumsal bir gerçeklik halini alıyor. Başta işçi sınıfı sonra da diğer toplumsal özneler, bu yolla nesnel sürecin bilgisine kavuşmuş oluyor. Eğer bu bilinç, toplumsal öznelerce kavranılmamışsa, o zaman kapitalistin her türden manipülas- yonuna açık hale geliyor demektir. İşte işçi, bu bilinç sayesinde değiştirme öznesini kavrıyor ve onu değiştirmek için harekete geçiyor. Artık metanın içinde var olan bu emek, üretim süreci içine Lu- cas’ın da belirttiği gibi bir “ çekirdek” olarak giriyor. Böylece bu çekirdek, hem toplumsal ilişkilerin devindirici gücü olarak hem de bilinçli işçinin gücü olarak karşımıza çıkıyor ya da çıkması gerekiyor.
Küresel kapitalizm döneminde sorun tam da bu noktada bulunuyor. Çünkü ü- retim sürecinde bu çekirdek nesnel bir varlık olarak yok olmuyor. Bütün değişken koşullara rağmen varlığını koruyor. Fakat o yok olmamış olsa bile önemli o- randa paralize olmuştur. Çünkü çekirdek parçalanmıştır. Bu çekirdek, parçalı olarak kendini sadece üretim sürecinin basit bir dişlisi olarak görmeye yol açan bir dizi argümanlar dizisinin baskısı altında kalmıştır. Fakat bizim için ilerletici o- lan temel nokta şudur; bugünün üretim süreci içinde bu çekirdek bir varlık olarak ortadan kalkmış değildir. Parçalı olan bu çekirdek yapısı, aynı zamanda hayatın devamını sağlayacak bir bütünleşme öge-
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
---------------------------------------105 —
sini de göstermeye başlamıştır. Çünkü çekirdek artık bundan sonra parçalı olarak bir bütünsellik göstermektedir. Gerçekte burada tam da tümevarım metodu egemen hale gelmektedir. Parçalar bütünü oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, parçadan bütüne doğru bir evrim süreci... Yani bunlar parçalar halinde ama kendi ortak yatağı içinde ırmaklar halinde okyanusa doğru akmaktadır. Artık proletarya dediğimiz zaman ortak emek sürecindeki büyük bir okyanustan bahsediyoruz demektir. Bu geleceğin de en büyük teminatıdır. Bunun ortadan kalkması üretimin tümüyle ortadan kalkması demektir. Aynı zamanda yaşamın da. Şimdi görev tam da bu sürecin felsefi temelleriyle birlikte bu parçalı yapıyı ortak bir strateji etrafında birleştirme sorunudur. Bunun mümkün olabileceğini söylemek, bazılarının iddia ettiği gibi hayal değildir. Çünkü küresel kapitalizm koşullarında 2 1. yüzyıl insanı, bütün insanlığa yetecek kadar mal ürettiği halde yoksulluk ve açlık sınırında heder oluyor. Sorun tam da bu noktada düğümleniyor. Kapitalizm, her dakika ve her saniye devrimci ortamı yeniden üretiyor ve gelişmeler bunu tetikliyor. Üretim ve üretimin bö- lüşümündeki adaletsizlik var oldukça, e- mekçinin bilinç edinme süreçleri de nesnel olarak var olacak demektir. Bundan kaçınmak mümkün değildir. Yalnızlaşan, bireyselleşen, parçalanan ve tüm mani- pülasyona açık işçi gerçeği ne kadar doğru olursa olsun, üretimin bu temelleri var oldukça bu çekirdek de var olacak demektir. Onun varlığı yeni dirilişin de nedenidir. İşte bu nokta umudumuzun nedensiz olmadığı noktadır. Kuşkusuz aynı şekilde bunu tamir etmenin yolları da var demektir.
— yol----------------------------------------Kapitalizmin diğer sistemlerden farkı,
sınırları kaldırıp insanlar arası ilişkileri toplumsal ilişkilere dönüştürüyor olmasında yatar. Doğal olarak sermaye bundan kaçınamıyor. Her ne kadar kapitalist burjuvazinin düşüncesi, insan ilişkilerini kırıp onu birbirine düşüren bireyciliği ü- retiyor olsa da, kapitalizmin ana mantığı toplumsal ilişkileri sürekli geliştirmeden edemiyor. Bu koşul hiç kuşku yok ki, küresel kapitalizm koşulları içinde böyledir.
Gerçekten toplumsal ilişkilerin merkezinde işçi sınıfı duruyor. Daha da genişleyen ve büyüyen bir emek ordusu o- larak. Küresel kapitalizmin bu emek o rdusunu yalnızlaştıran, onu birbirine düşürerek kendi değerlerinden koparan ve bireyci kimliği her düzeyde bilinçlere işleyen bu süreçlerden kurtulmasının yolu yok mudur? Elbette vardır. Şimdi bundan kurtulmanın belli başlı temel noktalarını belirlemeye çalışalım; ilk nokta şudur; KÜB, zorunlu olarak yaşamın kendi doğasından gelen ilişkiler bütününü toplumsallaştırıyor dedik. Bu toplumsallığın o- dağında genişleyen işçi ve emekçiler duruyor. O halde ilk elden yapacağımız şey, değerlerden kopmuş, bireyselleşen veya standartlaşan ilişkilerin temeli ve çekirdeği olan insanı (işçiyi) yeniden keşfetmektir. Evet tam da ondan bahsediyorum. Yani insanı yeniden keşfetmekten. Bu bir yanıyla doğrudan praksis felsefenin bir alanıdır. Bunu şimdilik geçiyorum. Ancak insanın bireyselleşen veya sıradanlaşan ilişkilerden kopartılmasının yolu, “ ...ancak bu ilişkilerde yatan ‘dolayımı’ ortadan kaldırmakla mümkün olabileceğidir.”23 O nedenle oluşan bu yapının kendisinden kurtulmak gerekir. Elbette bu yetmez. Bunun için başka şeyler de gerekir: Toplumsal ilişkilerde ortaya çı
_ 106
kan kapitalist biçimler, burjuva toplumu- nun nesnelleşen biçimleridir. Bu nesnelleşen biçimleri ortadan kaldırmak sadece düşüncenin hareketi ile olamaz. Aynı zamanda düşüncenin prtatiği tarafından ortadan kaldırılabilir. Ancak pratikten anlaşılması gereken nedir? Söz konusu pratiği, bilginin veya düşüncenin kendisinden ayırmak mümkün olmadığına göre, bu pratiği, hedefleri belli bir bilgi ile donatmak gerekir. Pratiğe yol gösteren bilgi bizim için gerekli bir zorunluluktur. Bu ise tam da, şimdi bize ait teorinin yeniden üretimi anlamına gelir. İşte sorun tam da bu noktada düğümlenmiştir. Şu soru yersiz değildir; bu pratiği ve bu bilinci yüklenecek sınıf hangisidir? Artık biliyoruz ki bu pratiği ve bu bilgiyi, proletaryadan başka hiçbir sınıf yüklenemez. Bu aynı zamanda “ proletaryanın olgu haline gelen bilincidir” de. (Lucas G, s.283)
Ama yine de belirleyici faktör olan pratik kavramına yeniden dönelim. Pratik dediğimiz bu kavram da iki temel yüklem vardır; bunlardan birincisi pratiğe yüklenmiş siyasallıktır. Bu pratiğin hem niteliğini hem de işlevselliğini belirlemesi açısından önemlidir. Ancak buna paralel bir öge daha vardır ki, o da pratiğe yüklenmiş bilgi kavramı. Yani pratikteki epis- temolojik bir kavram olarak. Pratikteki bu iki kavram, toplumsal yapının umutsuzluk dönemlerinde umudun nesnel a- rayışının aracı olarak temel bir rol oynar. Marx, I.Enternasyonalin II. Kongresi’nde önemli bir konuşma yapar ve şöyle der; “ Devrimciler bazen bunalımın mutlak o- larak çözümsüz olduğunu kanıtlamaya çabalıyorlar. Bu yanlıştır. Mutlak olarak umutsuz bir durum diye birşey yoktur... Durumun ‘mutlak’ olarak çıkışsız olduğunu önceden kanıtlamaya çalışmak bil
giçliktir, kavramlarla, sloganlarla oynamaktır. Bu ve benzeri sorunlarda sadece pratik bir ‘kanıt’ getirilebilir.”24
Doğal olarak bu kanıt, umutsuz durumdan çıkışta, gerçek yolun bulunmasının köşe taşlarını verir bize. Elbette her- şeyden önce umutsuzluğun nedenleri veya umutsuzluğa neden olan olguların incelenmesi gerekir. Bunun tek bir yolu vardır; bilincin yüklenimidir, yani öğrenmek, bilmek hareketi olarak... Kuşku yokki bunun için belirli bir teorik kavrayış gerekir. Ama daha önemlisi bu tarihsel bir eylemi, pratiği gerekli kılar. Pratik bütünlük olmadan düşünce, bilme sürecinde ilerlememiz mümkün değildir, işte bu noktada Alman bilimci Heidegger’in şu görüşlerine başvurabiliriz; “ Kendileriyle ilgili olduğumuz ölçüde şeyler, ister işleyelim, kullanalım, dönüştürelim ya da isterse yalnızca bakalım ve inceleyelim; pragmata, praksis ile bağıntılıdır. Burada praksis hakikaten geniş bir anlamda alınır, yoksa pratik kullanım (khresthai) ile ilgili dar anlamda ya da ethik eylem olarak praksis anlamında değil. Praksis, her türlü yapıp etme, takip etme ve sürdürmedir ki, aynı zamanda poeisisi de içe- rır.
Bize ait bir düşünceyi veya teorik bir yapıyı bireysel düzlemde ele almayacaksak, onun proletaryaya tekabül etmesi gerekir. Etle kemik gibi birbirini bütünlemesini zorunlu kılar. Ama şimdi bunun böyle olmadığını biliyoruz. Burada teorinin doğru olması tek başına yeterli değildir. Onu aynı şekilde belirli bir tarihsel süreç içinde, hem yeniden üretmesi hem de pratik olarak üstlenmesi gerekiyor. Açıktır ki bunu proletaryadan başka bir sınıf üstlenemez. Sınıfın stratejik başarısı burada yatar. Kuşku yokki bu kopuş, sü
_ üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
---------------------------------------------------------- 1 0 7 —
recin daha da sancılı geçtiğini gösteriyor. Böylece değişimin yolu daha da ağırlaşıyor.
Genel olarak toplumsal sınıflar (özellikle işçi sınıfı) bugünün özelliği ile söylemek gerekirse, düşünen birer canlı varlık olarak, bilgi ile nesnenin birbirini bütünleştirdiği bir süreçten uzaktır. Yani işçi bir varlık olarak, yine kendi varlık gerekçesi olan bilinç sürecinden kopmuştur. Elbette bu zorunluluklar veya ihtiyaçlar nedeniyle nesne olarak işçi sınıfının, bilinç edinme sürecinin önünü açmaması anlamına gelmez. Çünkü bu ihtiyaçlar veya çıkarlar, emeğin rolü açısından proletaryaya güçlü silahlar olarak verilmiştir. Gerçekte şu öngörü doğrunun bir anlatımıdır; “ Doğru teori, doğru pratiği yürüten sınıfın teorisidir. Doğru pratikte, doğru teoriye, doğru görüşlere sahip o- lan sınıfın pratiğidir.”26
Ama tek başına bu olgu, doğrunun ne olursa olsun proletarya da temsil edildiği anlamına gelmez. Bugün proletaryanın büyük gövdesinin gerici ve sağ partilerin oy deposu haline gelmesini ancak böyle açıklayabiliriz. Egemen sınıfın dayattığı i- deolojik ve kültürel abluka, toplumsal yapıda bireysel çıkarları güçlü bir şekilde sınıfın toplumsal çıkarlarının önüne geçirmiştir. Daha da ötesi egemen devlet sisteminin gücüne tapmaya yol açacak ideolojik veya şiddet araçlarını gündelik olarak işleyebilmektedir. Mesela varlığı spekülatif sermayeye dayanan ve bu sermaye grubuna ait olan bir TV kanalından, a- dı var kendisi yok olan bir parti, günde beş on sefer (aynen reklam spotları gibi) sözde başkanı aracılığıyla yayın yaparak şunları söylüyor; “ ...devlet güçlüdür, o- nun gücüne güveneceksiniz ki, devlet devlet gibi çalışsın... sorunların çözümü
— yol__________________________devletin gücüne inanmaktan geçer vb...” Bu korkunç bir dezenformasyon propagandasıdır. Buna paralel olarak proletaryanın kendi içinde farklılaşması, grup veya bireyler halinde bölünmesi, kolektif yapının oluşumunu engelliyor. Bu teori i- le pratiğin birbirinden kopuş noktasıdır. Elbette bu ‘özne ile nesnenin özdeşliğini’ tarihsel bir süreç olarak geçersiz kılmaz. Öznenin nesneyi tanıması, nesnenin de özne ile bütünleşmesi her zaman mümkün ve olanaklıdır. Yani özne olan bilinç her dönem nesne olan işçi sınıfı tarafından öğrenilebilir, kavranılabilir anlamına gelmektedir. Ama bu şimdilik yukarda belirttiğimiz nedenlerden dolayı kopmuştur. Sorun bunun nasıl aşılacağıdır.
* * *
Burada yine birey ile sınıf ilişkisine bazı kısa notlar düşmek zorundayız. Soyut olarak ilk bakışta tek tek bireyler sınıfı o- luşturur. İşçi sınıfı da, bu bireyler çoğunluğunun üretim sürecinde yine bireyler tarafından kurulmasından başka bir şey değildir. Ancak bu birey, işlevinden soyutlanmış ve ortak hareket tavrı göstermeyen bir sınıf yapısına dönüşmüşse (aynen şimdi yaşadığımız süreç gibi), değiştirme gücünü de yitirmiş demektir. Artık o belirleyici bir öge olmaktan çıkmış demektir. Çünkü bireyin gerçeklik olarak i- fade ettiğimiz nesnellik karşısında almış olduğu tutum, değişimin öznesi olan sürece karşı edilgen bir tutumun da göstergesi olur. Böylece o, nesnel gerçeklik ile kurulacak ilişkinin öznesi değildir. Bu ilişki pratik tarafından kurulacaksa burada birey, bu pratiğin yapısal öznesi değildir. Dolayısıyla bu ilişkiyi sadece konumundan dolayı proletarya kurabilir. Çünkü işçinin varlık gerekçesi, onun meta ile
108
kurduğu ilişkiden sonra başlar. Gerçekten işçi sınıfı, kendisine karşı kurulmuş o- lan kapitalist sistem içinde çürüyen ve yozlaşan ilişkiler karşısında bir şeyi gözlemler; bu yalnız kendi yaşamının tek başına çürümesi veya yozlaşmasını değil, aynı zamanda bir bütün olarak yaşamının da tehlikede olmasıdır. Sınıfın bunu anladığı ve bilince çıkardığı nokta, onun değiştirme pratiğinin de başladığı noktadır.
Değiştirmenin temeli olan işçi, bugün bir varlık olarak kendisini ne yazık ki salt bir birey düzeyinde duyumsuyor. Dolayısıyla bilinçli bir sınıf tavrı içinde yer alamıyor. Böyle olunca da değişimin pratik öncüllerini yerine getiremiyor ve büyük oranda ondan uzaklaşıyor. Birey olan işçi, artık güvensiz, içe dönük, korkak ve edilgen bir kimliğe bürünüyor böylece. Bu durum, her dakika ve her saniye kapitalist burjuvazi tarafından ideolojik düzeyde işleniyor. Ama yine de burjuvazi aynı şekilde işçiyle bu koşullar altında durmadan ilişkisini geliştirmeden geri durmuyor. Böylece oluşması gereken toplumsal varlık ile toplumsal zorunluluk arasında ki bağ yukarıda da belirttiğimiz gibi kopuyor. Demek ki “ ...insanı birey o- larak herşeyin ölçeği saymak, düşünceyi mitologyanın labirentlerine sokmak demektir.”27
Burjuvazinin bir sınıf olarak çıkarı, bireylerin ilişkisini tekil olarak birbirinden koparmak, onları parçalayarak yönetmektir. Burada proletaryanın talihsizliği şu noktada ortaya çıkmaktadır; proletarya toplumsal yaşamda bir süreç olarak her zaman yer almaktadır, ama işçi bu süreç içinde, sürekli kendi varlığı üzerinden hep içe doğru çekilmiş, başka bir deyişle içine doğru hapsedilmiştir. Hem kendisiyle hem de diğer sınıf kardeşleriy
le olması gereken bağ kopartılmıştır. Aslında bunun nedeni, karşı ideolojik süreçlerin baskısının bir sonucu olarak doğmuştur diyebiliriz. İşçinin üretim sürecindeki oynaması gereken rolün bu o- lumsuz konumu, bir dizi ideolojik araçların, özellikle reformcu bir dizi ideolojik akımların etkisel ağırlığı ile sarılmıştır. Gerçekten sınıfın kendi varlığı içine çekilmek, diğer emekçi sınıf ve katmanlarla bağını zayıflatmak, işçi sınıfını güçsüzleşti- ren bir öğedir de aynı zamanda. Bu durum, işçinin burjuvazi ile ilişkilerinde, süreci sorgulayan ve iktidar ufkuyla hareket eden bir özellikten çok, kendi dünyası içinde örselenmeyi yaratmıştır. Böylece karşı ideolojik bombardıman, kapitalist toplumun bir öğesi olarak onun hareketini sınırlayarak iç dünyası içinde yalnızlaştırmış ve güvensiz bir konuma kaydırmıştır. Sonuç olarak bu durum işçiyi, ya burjuvazinin koyduğu yasalara ve o- nun devletine değişmez gözle bakarak boyun eğmeye yol açmaktadır ya da kendi dünyasının içine doğru yalnızlaştırılmasına... Oysa bir işçi olarak sınıfın üstünlüğü; tarihsel bir eğilim içinde toplumun bütününü sorgulayan ve ona kurtuluşun yolunu gösteren bir yeteneğe sahip olmasından ileri gelir. Elbette her insan gibi birey olarak işçi de kendini var eden değerlerden kopabilir. Kendi gücünün farkında olmayabilir. Standartlaşan ilişkiler içine doğru çekilebilir vb... Ama bir sınıf olarak proletarya, yine de bunları bir süreç olarak kavrama yeteneğine sahip tek sınıftır. Onu bilinç ve pratik bütünlüğüne taşıyan tek devrimci sınıf olma özelliği buradan ileri gelir.
Bütün insanlığa doğru kayma gösteren değerler sisteminden kopuşun önüne geçmek mümkün müdür? Bu soruya
__üretici güçlerin tek yanlı gelişim i_
109---
cevabımız evettir. Burada öncelikle yukarıda izah ettiğimiz çelişkiyi tanımlarken bazı noktalardan hareket etmiştik. Şimdi burada artık bazı temel noktalar üzerinde durma zamanıdır:
I . Çelişki belirlemesi yaparken, öncelikle bu çelişkisel yapıyla anlaşılır ve somut ilişkiler kurmak gerekir. Bunun anlamı elbette tek başına oluşan yapının anlaşılma düzeyi değildir. Aynı şekilde çelişkinin bir tarafı proletarya olduğuna göre, onunla sınıf bilinçli öncünün arasında kopmuş olan ilişkiyi reorganize etmek gerekir. Çünkü bu, oluşan yapı içinde çelişkili pozisyonun bir yanını gösterir. A- ma burada sorun, öncelikle öncünün kendisinin krizli ve sorunlu olan var olma koşullarını tamir etmesi demektir. Öncü gerek kendi içine dönük sorunların çözümünde gerekse sınıf güçleri ile olması gereken ilişkinin kurulmasında çıkışın tek bir yolu vardır; emek ile sermayenin çatışma alanının içinden kurulan ilişkiler ile kendini tanımlamak ve kendini reorganize etmektir. Öncü proletarya içinde bir merkez olacaksa, bu merkez, ilişkilerin antagonist yapısı üzerinden kurulacak olması anlamrfıa gelmektedir. Ancak o zaman proletarya tarihsel rolüne yeniden dönebilir. Dolayısıyla somut çelişki ile dolayımsız bir ilişki kurulmuş elemektir artık.
2. Bozulan ve değer kaybına yol açan yapının yeniden kurulabilmesi için, çelişkili olan bu yapının bilincine varmak, bütün değişim öznelerini kavrayarak analiz etmek ve bu süreci stratejik bir bütünlüğe kavuşturarak sürecin önünü açmak... Proletaryanın kendiliğinden bilinci, bütünü ve sürecin köşe taşlarını içine alan bir bilinç olmayacağına göre, sınıf bilincinin sürecin tümünü tanımlayan bir bilinç sü
— yol----------------------------------------recine evrilmesi gerekir. Artık bundan sonra bilinç eylemi, hem tarihin bir nesnesi olarak hem de değişim sorunlarına yanıt üretecek bir pratiğin öncüsü olarak, bu gelişme süreçlerini proletaryanın eline vererek maddi güce dönüştürmenin kanallarını açabilir.
Ama şimdilik durum olumsuz bir tabloyu göstermektedir bize. Ve daha ö- nemlisi, proletarya, bugünkü bilinç düzeyi ile bunu sürecin bütününe yayacak o- lanaklardan da yoksun bulunmaktadır. Doğaldır ki bu durum krizi daha da ağırlaştırmaktadır. Burada sürecin bütününden kastımız, sınıf bilincinin bütün proletaryanın üyeleri tarafından kavranılması süreci değildir. Buna baştan gerek de yoktur. Önemli olan bilincin yarattığı değerler sistemini bir gelenek düzeyine çıkarmaktır. Bütün üyelerin heyecan duyduğu ve burada gelecek gördüğü bir akımı, deyim uygunsa ortak bir geleneği yaratmaktır asıl olan.
3. Bu noktada en önemli soruna, değiştirici pratiğin işlevsel rolüne geliriz. Bütünsel yapının işlevine uygun, yanlışlıkları aşarak doğru bir temelde genişleyen bir pratik, sorunun köklü çözümü demek olacaktır. Yukarıda bir yanıyla belirttik. Gerçekten pratik hem bilincin kendisi demektir hem de somut anlamda sonuç alıcı eylemin dilidir. Çünkü Marx, Feurbach tezlerinde, insan düşüncesinin gerçek olup olmaması sorununun teorinin değil, pratiğin bir sorunu olduğunu söylerken adeta günümüze de ışık tu tmaktadır. Gerçekten pratikten soyutlanmış bir düşünce metafiziğin dünyasına a- ittir. Şu asla unutulmamalıdır; proletarya tek tek bireylerden bir sınıf haline geldiyse, bunun nedeni aynı zamanda bilincin pratikte gerçeklik haline gelmiş olmasın
__ 110
dan dolayıdır.
Şimdiki zamanın krizi şurada görülebilir; var olan sorunların özü, bir yanıyla pratiğe yüklenmiş bilincin deformasyona uğramasıdır. Dolayısıyla değişimci bir pratiğin kendi özsel konumundan kopması, krizin de esas nedenidir. Başka bir ifade ile sorunların esas nedeni, öngörülen pratikte ortaya çıkması gereken bilincin, sınıf bilinci süreçlerinden kopmasından ileri gelmiştir. Çünkü bu pratikte, kendine dönük olarak (yani proleteryaya dönük) yozlaşma süreçlerini değiştire- meme düzeyinde ortaya çıkan bilinçteki kaymalardır. Engels’in de belirttiği sahte bilinç olgusu olarak...
Bugünün düşünce yapısı, diyalektik ö- zünü yitirmiştir. Bu doğal olarak kendi i- çinde çözümsüzlüğü de üretmektedir. Günümüz insanının en önemli problemi, bu tarihsel düşünce yapısında ortaya çıkmıştır. Deyim uygunsa bugün insanda somutlaşan düşünce biçimi, kendi varlığını da tehlikeye sokan koşulların değiştiricisi değil, tersine birer ‘gözlemcisi’ konumundadır. Böylece günümüzde oluşan düşünce kalıpları, hem varlığın hem de kavramların mantıksal sonucunu değişim üzerinden değil, adeta değişmezlik üzerinden kurgulamaktadır.
O nedenle diyalektik düşüncenin biçimi, bir varlık olarak sınıfın içine doğru işlemesi gerekir. Başka bir deyişle varlığın bu düşünce ile bütünleşmesidir. Bu gelişmenin zorunlu bir koşuludur. Bugün sorun tam da bu noktadadır. Varlık ile düşünce birbirini dışlar bir görüntü vermektedir. Tarihsel sürecin gelişme momenti, birbirini dışlayan bu süreci birbirini tamamlayan bir sürece doğru kayma göstermesini gerekli kılmaktadır. Bunun
olanakları bugün artmıştır. Kriz derinleşmekle kalmamış, daha da ötesi insanın yaşamını tehdit eder bir aşamaya gelmiştir. Kuşkusuz bu daha da dibe vuracak ve çürüme daha da yoğunlaşacaktır. İşte u- mut tam da bu kritik nokta da gündeme gelecektir. Çelişkili olan bu süreç, zorunlu olarak proletaryanın bilincine yansı- mamazlık edemez. O nedenle kurtuluş, proletaryanın pratikleşecek olan bu sınıf bilinci içinde saklıdır ve egemen yapı asla bu süreçten kendini kurtaramayacaktır. Bir zaman tanımı yapamasak bile, gelişmenin dinamikleri bu doğrultuda yürümek zorundadır. Artık sınıf bilinci, önüne çekilmiş duvarların bilincinde olarak, o- luşturulan bu setleri yıkabilmek için, pratikleşen bir bilgi donanımına ulaşmak durumundadır. Elbette bu asla gözlemci olmayan, soyut ve bilgi edinimci, durağan ve statik olmayan bir bilinçtir. Artık bilinç, sınıf stratejisi düzeyinde yeni bir düzey kazanmak zorundadır.
Şimdi birey olarak işçi, kolektif bir sınıf kimliği ile yeniden zorunlu bir varlık olarak, kendi sınıf bilincine varması, onu hem toplumsal bir sınıf kimliği olarak kendi asli sürecine hem de kendi dışındaki diğer toplumsal ilişkiler sürecine önderlik görevlerine doğru bir kaymayı başarıp başaramayacağı sorunudur. Bütün veriler bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Bunun kuşku yok ki ilk yolu, yukarıda da belirttiğimiz gibi sınıfa bilinç taşıyıcı öznelerin yapısal olarak kendini yeniden kurması sürecidir. Krizin ağırlaştığı bu koşullarda bunu tamir etmenin yolu şimdi çok daha fazla olanaklıdır. Unutulmasın ki sadece bir soy olarak işçi sınıfı değil, bütün insanlık tehdit altındadır.
28 .07 .2002
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__
111 ----
DİPNOTLAR
1. Oğuz, H. “Teorinin Sorunları Üzerinden Marksist Hareket ve Liberal Sol Hareket” , Yol, sayı: I , Nisan 20012. Marx, K.- Engels, F. Alman ideolojisi, s.83, Melsa Yay.3. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.2 1, Melsa Yay.
4. Marx, K. Kapital III, s.228, Sol Yay.5. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.72, Melsa Yay.6. Marx, K. Kapital III, s.774, Sol Yay.7. Horkheimer, M. Aydınlanmanın Diyalektiği II, s.6, Kabalcı Yay, 1996.8. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.73-74, Melsa Yay.9. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Da- vid Dickson’un “Alternatif Teknoloji” adlı eserine bakılabilir, s.28, Ayrıntı Yay.10. Marcuse, Herbert. Tek Boyutlu İnsan, s.7, İdea Yay, 1997.11. Ellul, Jacues. Teknolojik Toplum,s. 14, Londra 1965/akt.Dickson, D. age, s.59.
12. Marx, K. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.26, Sol Yay.13. Dickson, D. age, s.5l, Ayrıntı Yay, 1992.
14. Max Horkheimer, Thedor W. Ador- no, Aydınlanmanın Diyalektiği II, s.8-9 Kabalcı Yay, 1989.15. Seeman, Melvin. Yabancılaşmanın Anlamı Üzerine, akt.Dickson, D. age, s.53.16. Blauner, Robert. Yabancılaşma ve Özgürlük, Chicago, 1964, akt. Dickson,D. age, s.53
17. Buravvoy, The Politics of Production, s.52, akt. Öngen, T. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, s. I 14, Alan Yay.18. VValker, C.R. Tovvard the Automati- on,l960, akt. Marcuse, H. Tek Boyutlu
— yol-------------------------------------İnsan, s.3l, İdea Yay.19. Marx, K. Kapital III, s.719, Sol Yay.20. Marx, K. Kapital III, s.720, Sol Yay.21. Marx, K. Felsefenin Sefaleti, s. I 14- I 15, Sol Yay.22. Lucas, G. Tarih ve Sınıf Bilinci, s.261, Belge Yay.23. Lucas, G. age, s.282, Belge Yay.24. Marx, K. Collected VVorks, c.3,s.226-227, akt; Horkheimer, Max. Akıl Tutulması, s.46, Metis Yay.25. Heidegger, M. Bilim Üzerine İki Ders, s.49, Paradigma Yay, 1998.26. Horkheimer, M. Akıl Tutulması, s.47- 48, Metis Yay.27. Lucas, G. age, s.305.
_ _ 112