31
Din Dilinde MUCİZE

Din Dilinde MUCİZE - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D241067/2015/2015_ZEYVELIH.pdfhattâ birtakım canlılar klonlanabiliyor. Uzaydan uydularla neredeyse göz-lenmedik bir mahremiyetimiz

  • Upload
    others

  • View
    14

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Din Dil indeMUCİZE

105

Ku r ’ a n v e Ku r ’ a n - D ı ş ı

İ s l â m î R i v â y e t l e r d e M u ci ze

Hikmet Zeyveli

İstanbul 29 Mayıs ÜniversitesiKURAMER Bilim Kurulu Üyesi

A. Giriş

İslâm kelâmcılarının muʿcize için yaptıkları tanımlar özetle şöyledir:

Peygamber olduğunu ileri süren bir kimsenin elinde / doğruluğunu ka-nıtlamak için meydana gelen / hârikulâde olay.1

veya,

Peygamberlik iddia eden bir zatın elinde / inkârcılara meydan okuduğu bir sırada / kendisini doğrular mahiyette / başkalarının benzerini yapamadık-ları / Allah tarafından yaratılan / olağanüstü olay.2

ا ومع عجز قومه عن بـوة مع حتديه قومه املعجزة: أمر يظهر خبالف العادة على يدي مدعي النـ(ʿAbdulḳâhir el-Bağdâdî) .معارضته مبثلها على وجه يدل على صدقة ىف زمان التكليف

1 “Peygamber olduğunu ileri süren bir kimsenin elinde doğruluğunu kanıtlamak için Allah tarafından yaratılan hârikulâde olay”. Halil İbrahim Bulut, DİA ‘Mûcize’, Cilt: 30; sayfa: 350.

2 Osman Karadeniz, İlim ve Din Açısından Muʿcize, Marifet Yayınları, İstanbul 1999. Ayrıca bkz.: ʿAbdulḳâhir el-Bağdâdî, el-Farḳ beyne’l-Fıraḳ, I, 333-34; el-İsferâyînî, et-Tebṡîr, I, 169; el-Cuveynî, Lumaʿu’l-Edille, I, 124; eş-Şeh-ristânî, el-Milel ve’n-Niḥal, I, 102; el-Ḳurṭubî, el-İʿlâm, I, 239; es-Sefârînî, Levâmiʿu’l-Envâr, II, 290.

106

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

لدعواه موافقا التكليف زمان يف العادة خبالف بـوة النـ مدعي يدي على يظهر فعل املعجزة: وهو يدعو اخللق إىل معارضته ويتحداهم أن توا مبثله فيعجزوا عنه فيبني به صدق من يظهر على يده.

(İsferâyînî)

لقول من لتحدي، سليم عن املعارضة، يتنزل منزلة التصديق املعجزة: فعل خارق للعادة، مقرتن (Şehristânî) .حيث القرينة، وهو منقسم إىل خرق املعتاد، وإىل إثبات غري املعتاد

بـوة هو حتديه ويعجز عاىل اخلارقة للعادة املستمرة وظاهرها على حسب دعوى النـ وهي أفعال هللا تـ(Cuveynî) .مثاهلا الذين يتحداهم النيب ووجه داللتها على صدق النيب يان عن اإلتـ

Bunlar; zenginleştirilmiş, dinî bir muhteva kazandırılmış muʿcize tanımlardır. Kur’ân’dan veya hadislerden çıkarılmış tanımlar değildir.

Günümüzde Batı’nın klasik teizminin muʿcize için tercih ettiği ta-nım ise şöyledir:

“A miracle is an event of an extraordinary kind, / brought about by a god, / and of religious significance”: Bir tanrı tarafından gerçekleştirilen / dini önemi haiz / olağanüstü bir olay.3

Bu tanım da kelâmcıların yukarıdaki tanımları gibi geliştirilmiş bir tanımdır.

Arapça aslıyla “muʿcize” kelimesi, “ʿa-c-z” kökünden türetilmiştir ve kelime karşılığı “aciz bırakan” demektir; “insanların, tecrübe ve bilgi bi-rikimleriyle izahını yapamadıkları, yani izahında acze düştükleri olaylar” için kullanılagelmiştir.

Takdir edilecektir ki, bu kabil ḫâriḳu’l-ʿâde (olağanüstü) olayların izahı, toplumların fikrî seviyelerine ve geçmişteki tecrübe ve gözlemlerinin zenginliğine göre çok farklılık arzeder. Geçmişinde hiçbir ‘deprem’ tecrü-besi olmamış bir toplum için, yaşayacağı ‘ilk deprem’ izahsızdır, olağanüs-tüdür. Eğer böyle olay bir din veya peygamberle ilişkilendirilirse ‘muʿcize’ olur. Bunun gibi bir “volkan püskürmesi”, bir “med-cezir (gel-git)” olayı, bir “güneş tutulması” ya da çok az tekrarlanan veya her yerde görülemeyen bir tabiat olayı ilk müşahidi (gözlemcisi) toplumlar için “muʿcize”dirler; çünkü onlar için olağanüstüdürler ve izahsızdırlar. Ancak bu olaylar tekrar tekrar yaşandığında giderek kanıksanmaya ve alel‘âde (olağan) görünmeye başlarlar. Nihayetinde tekrarlanan bu olaylarda sebep-sonuç ilişkileri keş-fedilerek yeni bir tabiat (doğa) kanunu olarak tescil olunurlar.

3 Richard Swinburne, The Concept of Miracle, s.1.

107

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Günümüzde bir ‘deprem’, bir ‘volkan püskürmesi’ ya da bir ‘tsunami’ olayı bütün dehşetengizliğine rağmen, izah edilebilir (olağan) birer olay-dırlar ve muʿcize sayılmazlar.

İngiliz fizikçisi ve filozofu John Locke’un (1632 – 1704) aşağıda verdiği olay bu konuda fikir vericidir:

Siyam [Thailand]’daki Hollanda elçisi, Siyam kralına, ülkesi Hollanda hakkın-da, ilgi çekici şeyler anlatmaktadır. Hollanda elçisi, birçok şey meyanında, ken-di ülkesinde, suyun, bazı soğuk havalarda, insanların üzerinde yürüyebileceği kadar katılaştığını (donduğunu), hattâ bir fili bile taşıyabilecek hale geldiğini söylediğinde kral elçiye şöyle der: “Beyefendi, sizi ciddi, dürüst bir insan olarak gördüğümden, şimdiye kadar anlattığınız tuhaf şeylere inanmıştım; ancak şu an, artık eminim ki yalan söylüyorsunuz.”4

Siyam, ekvatora yakın bir enlemde yer aldığından orada don olayı görülmez. Olay 17. yüzyılda geçmektedir ve Siyam kralı, Hollanda gibi, kış şartlarında don yapan bir ülkeye seyahat etmemiştir; dolayısıyla “don olayı” hakkında bilgisi yoktur. Bu durumda Siyam kralı için iki şıktan biri söz konusudur: Ya anlatılan olay bir muʿcize olarak kabul edilecektir, ya da elçi yalan söylemektedir. Olayın dinî bir muhtevayla ilgisi olmadığından Siyam kıralı, elçinin yalan söylediğine hükmetmiştir. Oysa ki bir Hollanda’lı için, bu olay ne bir muʿcize’dir, ne de yalandır.

Mıknatısın çekim gücünü bilmeyen bir kimse için mıknatıslı bir gösteri, “sihirbazlık” ya da “muʿcize” gibi görünecektir.

Demek ki, bir olay veya olgunun alel’âde (olağan/sıradan) veya fev-kal’âde (olağanüstü/muʿcize) sayılması kişiden-kişiye, toplumdan-topluma değişebilmektedir.

Günümüzde, geçmişte olsaydı muʿcize sayılacak birçok olay veya olgu artık izah edilebilir (olağan) olaylar arasında yer almaktadır. Ve ‘izah edilebilen’ olaylar, ne kadar hayret verici olurlarsa olsunlar artık ‘muʿcize’

4 John Locke, An Essay Concerning Human Understanding, s.485: [As it hap-pened to a Dutch ambassador, who entertaining the king of Siam with the particularities of Holland, which he has inquisitive after, amongst other things, told him, that the water in his country would sometimes, in cold weather, be so hard, that men walked upon it, and that it would bear an elephant, if he were there. To which the king replied, “Hitherto I have believed the strange things you have told me, because I look upon you as a sober fair man; but now I am sure you lie.”]

108

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

sayılmamaktadır: Yaklaştığımızda açılan kapılar, elimizi altına tuttuğumuz-da su akıtan musluklar bizim için sıradan olaylardır artık.

‘İzah edilebilir’ ifadesiyle tam olarak ne kasdediyoruz?

Mevcut tecrübe ve gözlemlerimize aykırı düşmeyen, yani sebep-so-nuç (nedensellik) ilişkilerini bildiğimiz olaylar ve olgular; başka bir ifadey-le, ‘bilinen’ tabiat (doğa) kanunlarına aykırı düşmeyen olay ve olgular ‘izah edilebilir’dirler ve muʿcize sayılmazlar.

Ancak, toplumların tabiat (doğa) hakkındaki tecrübe ve bilgi biri-kimleri günümüzden geçmişe doğru gidildikçe azalır, hattâ ilkelleşir. Do-layısıyla geçmiş toplumlarda birçok tabiat olayının izahı o toplumların bilgi birikimleriyle mümkün olamadığından muʿcize şeklinde menkıbeleşmek ve sonraki nesillere o karakterleriyle taşınmak durumundaydılar.

Antik toplumlardan, günümüz teknolojik çağına doğru gelindikçe, insanların tabiat (doğa) hakkında gözlem ve tecrübelerinin ve dolayısıyla bilgilerinin fevkalâde artmış olduğu bir gerçektir. Geçmişte, yer-çekimi kanunundan habersiz bir insana, dünyanın küre şeklinde olduğu iddiası çok saçma görünecekti. Zira onun mantığı, kürenin alt tarafındaki insanların baş aşağı yaşadıklarını akıl dışı bulacak ve iddiamızı reddedecekti. “Yer çekimi kanunu”nu bilmediği veya kabul etmediği sürece de bu mantığında haklı olacaktı. Bugün ise, dünyanın küresel (veya ‘geoid’) şeklinden kim-senin şüphesi yoktur.

Günümüzde elde edilen keşif ve icadlar, hayranlık verici olmalarına rağmen ‘izah edilebilir’ yani ‘olağan’ şeyler sayılmaktadırlar: Bilgisayar tek-nolojisi sayesinde dünyanın her yerine anında yazılı, görsel ve işitsel malzeme gönderilebiliyor; yüzlerce ton ağırlıklı uçaklarla havada seyahat edilebiliyor; hattâ birtakım canlılar klonlanabiliyor. Uzaydan uydularla neredeyse göz-lenmedik bir mahremiyetimiz bırakılmıyor. Birçok belgeselde izlediğimiz harika tabiat olayları karşısında da hayranlık duyuyoruz ve şaşırıyoruz.

Demek ki, geçmişe göre çevremizdeki tabiatın birçok sırlarını çöz-müş bulunuyoruz. Ve fakat bütün bunlara ‘dînî anlamda’ ‘muʿcize’ demi-yoruz. Başka bir ifadeyle, tabiat hakkında bilgimiz arttıkça muʿcize’ler o nisbette azalıyor. Aslına bakılırsa tabiatımızda veya tabiatta keşfettiğimiz kanunların bizzat kendileri üzerimizde muʿcize etkisi yapmaktadır.5 Çünkü

5 In this picture [in the Newtonian system], although there are no miracles or exceptions to natural law, nature itself, in its beautiful works, can be regarded as

109

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

tabiattaki nedensellikleri (sebep-sonuç ilişkilerini) keşfedebiliyoruz fakat ‘niçin’ böyle tercih edildiği konusunda –bir Yaratıcı’nın müdahil kudreti-ni kabul etmediğimiz sürece– hâlâ tatmin edici cevaplar bulmaktan çok uzağız.

Teknolojinin ve keşiflerin ulaştığı bunca seviyeye rağmen gene de bilinmeyenlerimiz oran olarak azalmamıştır. Etrafımızdaki tabiatın hâlâ keşfedilmemiş harikalarla, yani bir anlamda ‘muʿcize’lerle dolu olduğunu kabul edebiliriz. Hattâ keşf olunan harikaların, keşf olunmayanlara naza-ran sayısal olarak çok cüz’i kaldığını da söyleyebiliriz. İngiliz Astrofizikçi-si Sir James Jeans’e göre: “‘Bilinenler’in sayısı aritmetik bir dizi şeklinde (1,2,3,4..) artarken, ‘bilinmeyenler’ kübik bir dizi şeklinde (1,8,27,64..) art-maktadır ve her yeni keşif, arkasında karanlık bir meçhuller uçurumunu beraber getirmektedir”.6

B. Kur’an’da Mucize

Bilindiği gibi, Kur’an’da ‘muʿcize’ kelimesi geçmez. Bunun kök anla-mı ‘acz’le ilgili birkaç kullanım varsa da7 o kullanımlar ‘muʿcize’ye karşılık gelmez. Kur’an’da ‘muʿcize’ yerine ‘âyet’ kelimesi geçer. ‘Âyet’: işaret, belge anlamındadır. Allah’a işaret eden, O’na götüren belgeler anlamında ‘âyet’ kavramı; hem Kur’ân’ın cümleleri için, hem de harikulâde olsun-veya-ol-masın her çeşit tabiat olayı için kullanılır.

Kur’an’da müşriklerin Peygamber’den talep ettikleri “harikulâde olaylar/muʿcize’ler” de gene bu ‘âyet’ kelimesiyle ifade edilmiştir. Ancak müfessirler muʿcize anlamındaki bu kullanımı diğer ‘âyet’lerden ayırdetmek için bunlara “hissî âyetler” demeyi tercih etmişlerdir.

Kur’an’da müşriklerin talep ettikleri hissî âyetler konusunda selbî bir tutum sergilenmiş, bu tür âyet talepleri hep karşılıksız bırakılmıştır. Bu konuda birkaç âyetin serdiyle yetineceğiz:

miraculous. (John Avery, Science and Society, 2nd Ed. H.C. Ørsted Institute, Copenhagen, 2005, s.117)

6 Sir James Jeans, Etrafımızdaki Kâinat, Çev.: Salih M. Uzdilek, M.E.B. Yay., tsz. s.43.

عجزه , معجزين , أعجزت 7 .vd ليـ

110

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

ت ا اآل ت من ربه قل إمن وقالوا لوال أنزل عليه آ

ا أ نذير مبني ﴿٠٥﴾. عند اهلل وإمن

29/50.  Dediler ki: “Ona Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?” De ki: “Âyetler yalnızca Allâh katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım.”

لى تـ يـ الكتاب عليك زلنا أنـ أ يكفهم أومل

عليهم...

29/51.  Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmi-yor mu?8…

فجر لنا من األرض ؤمن لك حىت تـ وقالوا لن نـ

بوعا ﴿٠٩﴾ نـ يـ

17/90.  Dediler ki: “Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanma-yız.”

ر فج تـ فـ وعنب خنيل من جنة لك تكون أو

فجريا ﴿١٩﴾ هار خالهلا تـ األنـ

17/91. “Ya da, kendine hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe var edip ara-larından şarıl şarıl akan ırmaklar akıt-madıkça..”

أو نا كسفا عليـ زعمت ماء كما الس تسقط أو

هلل والمالئكة قبيال ﴿٢٩﴾ يت

17/92. “Ya da, iddia ettiğin gibi, göğü üstümüze parça parça düşürmedikçe.. Ya da Allâh’ı ve melekleri yüz-yüze karşımıza getirmedikçe...”

يف تـرقى أو زخرف من يت بـ لك يكون أو

نا عليـ زل نـ تـ حىت لرقيك ؤمن نـ ولن ماء الس

إال هل كنت ريب سبحان قل قرؤه نـ كتا

بشرا رسوال ﴿٣٩﴾

17/93.  “Ya da, altından bir evin ol-madıkça, ya da göğe yükselmedikçe... –Gerçi bize okuyacağımız bir kitap in-dirmedikçe senin göğe yükseldiğine de asla inanmayacağız ya!” De ki: “Rabbi-mi tenzih ederim (hâşâ!); ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim?”

Bu âyetlere göre, bütün yaratılmışlara tasarruf etme gücü/kudreti (muʿcize yaratma gücü) sadece Allâh’a aittir!

C. Kur’an’ın ‘Âyet’ Vurgusu

Kur’ân-ı Kerîm’de, müşriklerin muʿcize talepleri hep seviyesiz ve samimiyetsiz bulunarak reddedilmiştir. Yukarıda verilenlere ilave olarak aşağıdaki âyetler bu gerçeğe işaret ederler:

8 Bu âyetten, “Kur’an muʿcize olarak yetmiyor mu?” anlamı çıkmaz. Âyetin de-vamında ifade edildiği üzere “rahmet ve uyarı olarak Kur’an yetmiyor mu?” şeklinde anlamak bağlama daha uygun düşmektedir.

111

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

ا الغيب قل إمن قولون لوال أنزل عليه آية من ربه فـ ويـ

تظرين ﴿٠٢﴾ تظروا إين معكم من المنـ هلل فانـ

10/20. Ve derler ki: “Ona rabbinden bir âyet indirilseydi ya” De ki: “Gayb yal-nızca Allâh’ındır, siz bekleyedurun; ben de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim.”

ا قول الذين كفروا لوال أنزل عليه آية من ربه إمن ويـ

وم هاد ﴿٧﴾ أنت منذر ولكل قـ

13/7. Ve o kâfirler derler ki: “Ona rab-binden bir âyet indirilseydi ya”. Sen yalnızca bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderi vardır.

قول الذين كفروا لوال أنزل عليه آية من ربه قل ويـ

ب أ من إليه ويـهدي يشاء من يضل اهلل إن

﴾٧٢﴿

13/27. O kâfirler derler ki: “Ona rab-binden bir âyet indirilseydi ya”. De ki: “Şüphesiz Allâh dilediğini saptırır, kendisine samimi yöneleni de dosdoğru yola hidâyet eder.”

زلنا ملكا لقضي وقالوا لوال أنزل عليه ملك ولو أنـ

نظرون ﴿٨﴾ األمر مث ال يـ

6/8. Ve dediler ki: “Ona bir melek indi-rilseydi ya” Eğer bir melek indirilseydi elbette işleri bitirilmiş olurdu da kendi-lerine bir an bile göz açtırılmazdı.

زل عليه آية من ربه قل إن اهلل قادر وقالوا لوال نـ

علمون يـ ال رهم أكثـ ولكن آية زل نـ يـ أن على

﴾٧٣﴿

6/37. Ve dediler ki: “Ona rabbinden bir âyet indirilseydi ya”. De ki: “Şüphesiz Allâh, âyet indirmeye Kadîr’dir”. Ama onların çoğu bilmezler.

آية هم جاءتـ لئن أميام جهد هلل وأقسموا

ت عند اهلل وما يشعركم ا اآل ا قل إمن ؤمنن ليـ

ؤمنون ﴿٩٠١﴾ ها إذا جاءت ال يـ أنـ

6/109. “Kendilerine bir âyet gelse, ke-sinlikle ona inanacaklarına” dair olanca güçleriyle Allâh’a yemin ettiler. De ki: “Âyetler ancak Allâh katındadır; onlara (âyetlerimiz) gelse de asla iman etme-yeceklerinin şuurunda değil misiniz?

الموتى وكلمهم المالئكة إليهم زلنا نـ نا أنـ ولو

ؤمنوا إال بال ما كانوا ليـ وحشر عليهم كل شيء قـ

رهم جيهلون ﴿١١١﴾ أن يشاء اهلل ولكن أكثـ

6/111. Biz onlara melekler göndermiş olsaydık ve ölüler kendileriyle konuş-saydı ve her şeyi karşılarına çıkarıp önlerinde bir araya toplamış olsaydık (bile), Allah dilemediği sürece yine inanmazlardı. Ama onların çoğu (bun-dan) tamamen habersizdir.

Bu âyetlerde geçen ‘âyet’ lafızlarıyla ‘hissî âyetler’in (‘muʿcize’lerin) kasdedildiği açıktır. Nitekim müfessirlerimiz de öyle anlamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm, müşriklerin bu taleplerini cevapsız bırakmasının ya-nısıra muhatapların dikkatini başka ‘âyetler’e yönlendirmektedir. Kur’ân’ın ilgi çektiği, hedefe koyduğu bu ‘âyetler’, aslında insanlara ‘sıradan/olağan’ görünen olay veya olgulardır.

112

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

20 defa tekil (آية), 29 defa çoğul (ت -olarak geçen bu âyetlere ör (آnekler verelim:

الليل واختالف واألرض ماوات الس خلق يف إن

فع الناس نـ هار والفلك اليت جتري يف البحر مبا يـ والنـ

ماء من ماء فأحيا به األرض زل اهلل من الس وما أنـ

ح عد موا وبث فيها من كل دابة وتصريف الر بـ

ت ال واألرض ماء الس ني بـ ر المسخ حاب والس

عقلون ﴿٤٦١﴾ لقوم يـ

2/164. Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratıl-masında, gece ile gündüzün ard-arda ge-lişinde, insanlara yararlı şeyler taşıyan de-nizde yüzen gemilerde, Allâh’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yay-masında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evi-rip-çevirmesinde akleden bir toplum için gerçekten âyetler vardır.

الليل واختالف واألرض ماوات الس خلق يف إن

ت ألويل األلباب ﴿٠٩١﴾ هار ال والنـ

3/190. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılı-şında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten âyetler vardır.

بات ماء ماء فأخرجنا به نـ زل من الس وهو الذي أنـ

حبا منه خنرج خضرا منه فأخرجنا شيء كل

وان دانية وجنات راكبا ومن النخل من طلعها قنـ متـ

ر متشابه تون والرمان مشتبها وغيـ من أعناب والزيـ

ت نعه إن يف ذلكم ال ر ويـ انظروا إىل مثره إذا أمث

ؤمنون ﴿٩٩﴾ لقوم يـ

6/99. O gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindiril-miş taneler üretiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkım-lar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler. Ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde meyvesine bir bakıverin. İnanan bir toplum için bunda gerçekten âyetler vardır.

يف اهلل خلق وما هار والنـ الليل اختالف يف إن

قون ﴿٦﴾ تـ ت لقوم يـ ماوات واألرض ال الس

10/6. Gerçekten, gece ile gündüzün ardar-da gelişinde ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde ittiḳâ eden bir toplum için elbette âyetler vardır.

هار والنـ فيه لتسكنوا الليل لكم جعل الذي هو

ت لقوم يسمعون ﴿٧٦﴾ مبصرا إن يف ذلك ال

10/67. O, dinlenmeniz için geceyi, gündü-zü de aydınlatıcı (mubṡır) olarak sizin için yaratmıştır. Şüphesiz duyup-dinleyen bir toplum için bunda gerçekten âyetler vardır.

هارا وهو الذي مد األرض وجعل فيها رواسي وأنـ

ني يـغشي نـ ومن كل الثمرات جعل فيها زوجني اثـ

رون فك تـ يـ لقوم ت ال ذلك يف إن هار النـ الليل

﴾٣﴿

13/3. Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsıl-maz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmış-tır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphe-siz bunlarda tefekkür eden bir toplum için gerçekten âyetler vardır.

شراب منه لكم ماء ماء الس من زل أنـ الذي هو

ومنه شجر فيه تسيمون ﴿٠١﴾

16/10. Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvan-larınızı onda otlatmaktasınız.

113

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

واألعناب والنخيل تون والزيـ الزرع به لكم نبت يـ

رون فك تـ ومن كل الثمرات إن يف ذلك الية لقوم يـ

﴾١١﴿

16/11. Onunla sizin için ekin, zeytin, hur-malıklar, üzümler ve meyvelerin her tür-lüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, tefekkür eden bir toplum için bir âyet vardır.

مس والقمر والنجوم هار والش ر لكم الليل والنـ وسخ

عقلون ت لقوم يـ مره إن يف ذلك ال رات مسخ

﴾٢١﴿

16/12. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı size musahhar kıldı; yıldızlar da O’nun buyru-ğuyla musahhar kılınmıştır. Şüphesiz bun-da, akleden bir toplum için âyetler vardır.

ما ماء الس جو يف رات مسخ ري الط إىل روا يـ أمل

ؤمنون ت لقوم يـ ميسكهن إال اهلل إن يف ذلك ال

﴾٩٧﴿

16/79. Göğün boşluğunda musahhar kılın-mış kuşları görmüyorlar mı? Onları (böy-le boşlukta) Allâh’dan başkası tutmuyor. İnanan bir toplum için bunda gerçekten âyetler vardır.

فيها لكم وسلك مهدا األرض لكم جعل الذي

ماء ماء فأخرجنا به أزواجا من زل من الس سبال وأنـ

بات شىت ﴿٣٥﴾ نـ

20/53. “Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık.”

ألويل ت ال ذلك يف إن عامكم أنـ وارعوا كلوا

النـهى ﴿٤٥﴾

20/54. “Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için el-bette ayetler vardır.

أزواجا أنفسكم من لكم خلق أن ته آ ومن

يف إن ورمحة مودة نكم يـ بـ وجعل ها إليـ لتسكنوا

رون ﴿١٢﴾. فك تـ ت لقوم يـ ذلك آل

30/21. Onda ‘sükûn bulup durulmanız’ için, size kendi nefislerinizden eşler ya-ratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir toplum için ger-çekten âyetler vardır.

ماوات واألرض واختالف ألسنتكم ته خلق الس ومن آ

ت للعالمني ﴿٢٢﴾. وألوانكم إن يف ذلك آل

30/22. Göklerin ve yerin yaratılması ile dil-lerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda âlimler için gerçekten âyetler vardır.

من وابتغاؤكم هار والنـ لليل منامكم ته آ ومن

ت لقوم يسمعون ﴿٣٢﴾. فضله إن يف ذلك آل

30/23. Geceleyin ve gündüzün uyumanız ile O’nun fazlından (geçiminizi temin için rızkınızı) aramanız, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz duyup-dinleyen bir toplum için gerçekten âyetler vardır.

أمل تـرى أن الفلك جتري يف البحر بنعمة اهلل لرييكم

شكور صبار لكل ت آل ذلك يف إن ته آ من

.﴾١٣﴿

31/31. Görmüyor musun ki, size âyetlerinden (bazlarını) göstermesi için, gemiler Allah’ın nimetiyle denizde akıp gitmektedir. Hiç şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için gerçekten âyetler vardır.

ت للمؤمنني ﴿٣﴾. ماوات واألرض آل إن يف الس 45/3. Şüphesiz, inananlar için göklerde ve yerde âyetler vardır.

114

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Gece ile gündüzün ard-arda gelişinde / denizde yüzen gemilerde / yağan yağmurda / esen rüzgârda / gökyüzünde uçuşan kuşlarda / erkek ve kadının ayni özden yaratılmış olmasında… kısacası göklerde ve yerde, heryerde ‘âyetler’ var!

Yukarıdaki ‘âyetler’; çevremizde müşahade edebildiğimiz her tabiat olayına, Allâh’ın kudretinin işaretleri olarak (âyet/muʿcize olarak) dikkat çekmektedir. Bu âyetlerin kimlere hitab ettiğine dikkat edelim: Akleden, tefekkür eden, inanan, ittika eden, sağduyu sahipleri…

Demek ki Rabbimiz, hitaba değer bulduğu kullarını, müşriklerin taleb ettikleri türden sıra-dışı şeylere değil, ‘enfüs ve âfaktaki muʿcizeler’e, yani ‘tabiattaki / tabiatımızdaki’ muʿcizelere daha doğrusu tabiattaki ilâhî kanunları keşfe yönlendirmektedir. Bunlar gafil bir toplum için sıradan, ‘düşünen bir toplum’ için ise muʿcize olaylardır.

41/Fussilet: 53 âyeti düşünen bir toplum için ‘âyetler’in her yerde var olduğunu bildirmektedir:

بـني تـ فسهم حىت يـ تنا يف اآلفاق ويف أنـ سنريهم آ

هلم أنه احلق أومل يكف بربك أنه على كل شيء

شهيد ﴿٣٥﴾.

41/53. Biz âyetlerimizi hem âfâkta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun Hak olduğu kendilerine açıkça tebeyyün etsin. Her şeyin üzerinde Rabbinin şâhid olması yetmez mi?

Bu âyette, gösterileceği vâdedilen ‘âyetler’i sadece “çevre ülkelerin ve Mekke’in fethi” şeklinde basit bir anlama hasretmek âyetin siyak-sibakına uymamaktadır. Birçok müfessir âyetin anlamının daha şümullü olduğunu belirtmişlerdir. Meselâ Ḳurṭûbî, buradaki ‘âyetler’i “vahdâniyetimizin ve kudretimizin işaretleri [عالمات وحدانيتنا وقدرتنا]” şeklinde yorumlamıştır).

D. Mucizenin İmkânı

Bu felsefî konu, çalıştayımızın diğer tebliğlerinde daha kapsamlı tartışılacak olmakla beraber biz burada sadece kısa bir temasta bulunacağız.

Tabiat kanunlarına aykırı, yani hiçbir zaman bilimsel bir izahı yapı-lamayacak (sebep-sonuç ilişkileri bilinemeyecek) olaylar veya olgular anla-mında muʿcizeler mümkün müdür?

Bunun doğru cevabını verebilmemiz için “Tabiat (doğa) kanunu” ile neyi kasdettiğimizi netleştirmemiz lazım:

115

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

‘Tabiat kanunları’ dediğimiz şeyler; deney ve gözlemlerle elde edi-len sonuçların genellemesiyle (“induction/istikra’/tümevarım” yoluyla) elde edilen kanunlardır. Tümevarım yoluyla elde edilen bu sonuçlar daima ‘is-tatistikî’ olduklarından aklen zorunlu addedilemezler ve daima ‘istisna’ları (gerçek anlamıyla muʿcizeler) söz konusu olabilir.

Dolayısıyla, tabiat kanunu olarak bildiklerimize aykırı olayların (muʿcizelerin) aklen mümkün olduğu inancını paylaşıyoruz. Ancak, “aklen mümkün” olan her olayın “vukuu”nun zaruri olmadığı ilkesini de akılda tutmak gerekmektedir.

E. Sünnî Gelenek ve Mucize

Sünnî Müslümanlar, muʿcizeleri peygamberlerle irtibatlandırdıkla-rından “muʿcize” anlamında “âyet” kelimesini peygamberlere izafeten kul-lanmışlardır: “Peygamberlerin âyetleri (muʿcizeleri) haktır”.9

Aslında bu riskli / yanıltıcı bir kullanımdır ve halk seviyesinde bu riske fazlasıyla düşülmüştür. Bu anlayışın sonucu olarak toplumda, ‘muʿ-cizeler’ döneminin geçmişte Son Peygamberle (s) kapandığı şeklinde yanlış bir kanaat gelişmiştir. Aynı müslümanlar, peygamberler dışındaki bazı in-sanların da, tasarruflarıyla olağanüstü olaylar meydana getirebileceklerine inanmışlar ise de bunlara muʿcize adını vermeyip bu kişilerin mü’min veya kâfir olduklarına göre bu olayları ‘kerâmet’, ‘istidrâc’, ‘ma‘ûnet’ veya ‘irhas’ gibi isimlerle ifade etmişlerdir.

“Ehl-i Sünnet” veya “Sünnî Müslümanlar” adına geliştirilen bu inançların, yukarıda verdiğimiz Kur’ân âyetleriyle bağdaşmadıkları açıktır.

Bu açıklamalardan sonra ‘muʿcize ve imkânı’ konusunda şu tespitleri yapabiliriz:

1) ‘Muʿcize’ kavramı daha çok ‘dînî’ bir kavram olarak kullanılagel-miş olup müşahidlerince (gözlemcilerince) mantıkî bir izahı yapı-lamayan (bilinen tabiat kanunlarına uydurulamayan) ḫâriḳu’l-ʿâde / olağanüstü her olay veya olgu için kullanılmıştır.

2) Ancak, her ḫâriḳu’l-ʿâde olay ḫâriḳu’ṭ-ṭabîʿa değildir. Yani izahı yapılamayan her olayın tabiat kanunlarını ihlal etmiş olması ge-rekmez. Bir zaman/mekânda ḫâriḳu’l-ʿâde görülen bir olay, başka

9 Ebû Ḥanîfe, el-Fıḳhu’l-Ekber, 51: (بتة لألنبياء والكرامات لألولياء حق ت .(واآل

116

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

bir zaman/mekânda ʿale’l-ʿâde (olağan) bir olay haline gelebilir. Bir ‘deprem’ veya ‘tsunami’nin, ilk yaşandığında ḫâriḳu’l-ʿâde bir olay olarak algılanması gibi.

3) Bazen daha önce yaşanmamış bir tabiat olayının zamanlaması o olayın muʿcize olarak algılanmasına sebep olur: Normalde yürü-nebilen bir sahil şeridinin10 beklenmeyen bir tsunami dalgasına maruz kalmasıyla o anda üzerinde yürüyen zalim bir toplumun yok olması,11 gibi. İnanan birisi için bu zamanlama ancak İlâhî iradeye atfedilebileceğinden bu olaya –aslında herhangi bir tabiat kanununu ihlal etmediğinin bilinmesi halinde bile–“muʿcize” de-mek yerinde olacaktır. Geçmiş toplumlardan bize ulaşan muʿcize algılarının çoğunun bu tür olaylar olduğunu düşünüyoruz.

4) Allâh’ın irade ve kudreti içerisinde muʿcize’ler hem –ḫâriḳu’l-ʿâ-de, hem ḫâriḳu’ṭ-ṭabîʿa anlamıyla– ‘mümkînât’tandırlar; vuku bulmaları mümkündür.

F. Mucizelerin Vukuu Meselesi

Geçmişte, peygamberler döneminde vuku bulduğu iddia edilen muʿ-cize’ler, sonraki nesillere hep ‘tarihî nakiller’le aktarılmış bulunmaktadır. Bu tarihi nakillerin deney ve gözlemlerle test edilmesi mümkün olamadı-ğından, kabule şayan olabilmeleri için hangi usûl ve kriterlere uygunluk şartını sağlamalıdırlar?

İslâmî usûl’de tarihî bir ‘rivâyet’in mefhûmunun makbul ve hüccet olabilmesi için başlıca iki şartın sağlanması gerekli görülmüştür:12

1. Haberin ‘Subût’unun kat‘î olması:

Olay veya olgunun ‘tevâtür’ derecesinde bir sağlamlıkla bize kadar gel-miş olmasını gerektirir. Tevatürün kapsamlı bir tarifi ise şöyle yapılmıştır:13

خرب مجع ميتنع تواطئهم على الكذب عن حمسوس

10 Bkz.: Ek-5. Ayrıca Kur’an’ın بسا onlara denizde kuru“ : فاضرب هلم طريقا يف البحر يـbir yol tut” (20:77) ve رك البحر رهوا Denizi durgunken geride bırak” (44:24)“ : واتـâyetleri üzerinde de düşünülmelidir.

11 Graham Phillips, The Moses Legacy, 96-98.12 Mâturîdî, Teʾvîlât, I, 134.13 Zekeriyyâ el-Enṡârî, Ğâyetu›l-Vuṡûl, I, 100.

117

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Tevâtür: Duyumlarla kavranacak bir alanda, yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün görülmeyen bir kalabalığın verdiği haberdir.

Tarifteki “duyumlarla kavranacak bir alanda” kaydı, Sübkî’nin iza-hına göre حدى احلواس اخلمس الظاهرة، كسمع حلس أي وقوله «عن حمسوس» أي أمر يدرك لعقل، فإنه جيوز الغلط فيه، بل قد يتيقن الغلط. أو بصر، وخرج به ما كان عن أمر معقول أي يدرك

rivâyetin “akla aykırı olmaması” şartını ifade etmektedir. Bu durumda akla aykırı bir iddianın tevatür derecesinde yaygınlaşmasının onu “kabule şayan” bir konuma yükseltemeyeceği anlamı çıkmaktadır.

(Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıhta öldükten sonra dirildiği veya Şiî Müslümanların Mehdi’sinin bin-yüz küsür senedir yaşamakta olduğu, iddiaları gibi…)

Tevâtür için verilen bu tarifden hareketle bazı usûlcülerin şu genel kuralı da koymuş olduklarını hatırlatalım:

فكل حديث رأيته خيالف املعقول، أو يناقض االصول، فاعلم أنه موضوع فال تتكلف اعتباره.

Bir hadisi (rivayeti) ‘ma‘ḳûle muhalif ’ veya ‘usûle aykırı’ görürseniz, biliniz ki o uydurmadır; itibara alınmaz. Meselâ, “Ölülerin diriltilmesi” tevâtür iddiasıyla kabul edilemez; zira “menḳûle (Kur’ân’a) ve ‘maʿḳûle (akla) muhâlif”tir.

2. Haberin ‘Delâlet’inin kat‘î olması:

Olay veya olgunun aklen itiraz edilemez bir şekilde net bir anlam ifade ediyor olması ve farklı yorumlara müsait olmaması, anlamındadır.

Birinci Kritere (subûtun kat‘î olması) Uygunluk:

Kur’ân-ı Kerîm’in bütünü “subûtu kat‘î” bir metindir, “tevâtür” kriterini sağlamaktadır. (Lafzen Mütevâtir).

Kur’ân-dışı tarihî malzemeyle bize gelen muʿcize rivâyetlerinin hiçbiri bu şartı sağlamamaktadır. Bu rivâyetlerin hepsi ‘âhâd’ ha-berler olup kesin bilgi ifade etmemektedirler.

Meşhur İskoçya’lı filozof David Hume (1711-1776) da muʿcize ha-berlerinin aktarılmasında genel olarak aşağıdaki zaafları ileri sürmüştür14:

1) Tarih boyunca mucizeye tanıklık eden insanların sayısı yeterli değildir.

14 Tuncay İmamoğlu, Tanrı’nın Doğası ve Mucizenin İmkânı, s.105.

118

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

2) Bu insanların aldanmadıklarını bize gösterecek hiçbir bilgi ve bulgu bulunmamaktadır.

3) Bu insanların bizi aldatmayacak kadar dürüst oldukları bilinme-mektedir.

4) Bu insanlar, ortaya attıkları iddiaların sahteliği ortaya çıktığında bundan zarar görecek kadar saygı ve şeref sahibi değildir.

5) Yine bu insanların tanık olduklarını iddia ettikleri olaylar ünlü bir yerde ve açık bir şekilde olmamıştır.

Hume’un tespit ettiği bu zaafların (özellikle 1, 2 ve 5 şıklarının), Kur’ân-dışı islâmî rivayetler için de geçerli olduğunu düşünüyoruz. Bu zaaflara “mânâca naklin tecviz edilmesi” ve “tasnifin gecikmesi” zaafları da eklenmelidir.

İkinci Kritere (delâletin kat‘î olması) Uygunluk

İster Kur›ân-ı Kerîm metninde, isterse Kur›ân-dışı rivayetlerde ol-sun, muʿcize olduğu ileri sürülen olay ve olgularda delâletin kat‘îliğini zedeleyecek birçok zaaf sözkonusu olmaktadır.

Bu zaafların bir kısmını söyle sıralayabiliriz:

G. Önemli Zaaflar

1. Yetersiz ve Yanlış Bilgi

Bu zaafı da iki şekilde düşünebiliriz:

Tabiat ve tabiat olayları hakkındaki yetersiz ve yanlış bilgi:

Ay ve güneş tutulmalarına atfedilen mânalar.15

“Güneş, her batışında arşın altına gidip secde eder”16 hadisi’nin dü-şündürdükleri.

15 Hz. Peygamber, oğlu İbrahim’in vefatı günü vuku bulan ‘güneş tutulması’nın yanlış yorumlanmasını “Güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden birer âyettirler; Allah on-larla insanları korkutur ve onlar hiçbir kimsenin ölümü için tutulmazlar” şeklinde bizzat kendisi düzeltmiştir (ما ال ما خلقة وا ت هللا خيوف مس والقمر آيتان من آ إن الش(.Birçokları meyanında, eş-Şeybânî, el-Ḥucce, I, 326) (ينكسفان ملوت أحد

16 el-Buḫârî, es-Ṡaḥîḥ, IV, 107.

119

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Dünya hakkındaki yanlış bilgiler: Dünyanın ‘düz’17/’hareket-siz’18/’kainatın merkezi’ olduğu şeklindeki yanlış bilgiler.

Filolojik (Lisanî) veya kültürel yetersizlik:

Tefsir ve tasnif geleneğinin geç dönemlerde başlaması / mânâ kaymaları.

Musannıfların çoğunun Arab olmaması, kültür farkı problemle-rinin yaşanması.

Bazı ahvalde ‘mecâz’–‘hakikat’ ayırımının doğru yapılamaması.

Örnekler:

Semitik kültürde: ‘Allâh’ın oğlu’ tabiri ‘sâlih insan’ anlamında yaygın olarak kullanılırken19 Greko-Romen kültürde gerçek anlamıyla ‘Allâh’ın oğlu’ şekline dönüşmüştür.

‘İhyâu’l-Mevt’ (ölüleri diriltme) mecâzı hakikat olarak algılanmıştır.20

-ifadesi mecâz mıdır, yoksa ay hakikaten ya (’Ay yarıldı‘) انشق القمرrıldı mı?21

وم يكشف عن ساق يكشف (هلم) عن ساقه âyeti (68:42) nasıl يـ -şeklinde ant فـropomorfik bir ifadeye dönüşmüştür?22

2. Hz. Peygamber’i (s) aşırı yüceltme gayretleri

Bu konuda Resûlullâh’ın, ashabına iki uyarısı olduğunu biliyoruz:

Ümmetinin geçmiş ümmetleri taklid etme tehlikesi:

Buḫârî [Hz. Ebû Saʿîd el-Ḫudrî’den]:23

17 es-Suyûṭî, Celâleyn, (88/Ğâşiye 20 âyetinin tefsirinde).18 er-Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, II, 94 (2/Baqara 22 âyetinin tefsirinde).19 Kur’an 5:15, Çıkış 4:22, Mezmur 2:7, 1.Tarihler 17:13, Yuhanna 1:12, Romalılar

8:13.20 Bkz.: Kur’ân-ı Kerîm, 2:179, 5:32, 6:122, 8:24, 35:19-23.21 el-Mâverdî, en-Nuket ve’l-ʿUyûn, V, 409; er-Râğıb el-Iṡfehânî, el-Mufredât, I,

459.22 el-Buḫârî, es-Ṡaḥîḥ, IX, 129; ed-Dârimî, es-Sunen, III, 1848.23 Buḫârî hadis numaraları Muḥammed Fuʾâd ʿAbdulbaḳî numaralandırmasına

göredir.

120

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

را بشرب، وذراعا بذراع، حىت لو سلكوا جحر ضب لكم شبـ بـ تبعن سنن من قـ ٦٥٤٣ – «لتـهود والنصارى؟» قال: «فمن؟» لسلكتموه» . قلنا: « رسول اهلل، اليـ

را وذراعا بذراع ، حىت لو دخلوا جحر ضب را شبـ لكم شبـ بـ عن سنن من كان قـ بـ تـ ٠٢٣٧ – «لتـهود والنصارى؟» قال: «فمن؟» تبعتموهم» . قلنا: « رسول اهلل ، اليـ

Muslim’den: (5362)

را بشرب وذراعا بذراع حىت لو دخلوا يف جحر ضب بلكم شبـ تبعن سنن الذين من قـ ٢٢٨٤ – «لتـهود والنصارى؟» قال: «فمن؟» عتموهم» قلنا: « رسول اهلل آليـ بـ التـ

Resûlullâh buyurdu ki:

“Sizden önceki ümmetleri takip edeceksiniz: –karış-karış, adım-adım; öyle ki, onlar bir kertenkele deliğine girseler siz de girersiniz.” Ey Allâh’ın Resûlu, bunlar yahûdî ve hıristiyanlar mıdır? diye sorduk; “Başka kim ola-bilir ki!” buyurdu.

Ümmetin Hz. Peygamber’i aşırı yüceltme (‘uçurma’) tehlikesi:

Buhârî: H.nr. 3445, 6830 [Hz. Ömer’den]

قولوا عبد اهلل ورسوله» ا أ عبده ، فـ «ال تطروىن كما أطرت النصارى ابن مرمي ، فإمن

«ال تطروىن كما أطرى عيسى ابن مرمي وقولوا عبد اهلل ورسوله»

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı uçurdukları gibi (siz de) beni uçurmayın! Ben ancak ‘Allah’ın kulu’yum. (Siz de bana) ‘Allah’ın kulu ve Resûlü’ deyin!

Nasâra Hz. İsa’yı nasıl uçurdu?

Bizzat Hıristiyanlardan dinleyelim:

“İsâ Tanrı’dır. Tüm Hıristiyanlık inancının esası budur. (…) Eğer İsâ Tanrı değilse Hıristiyanlık parçalanır gider. Hıristiyanlığı ayakta tutan kuvvet İsâ’nın Allah olduğu inancıdır.

“(…) Bir Hıristiyan İsâ’nın Tanrı olduğunu nasıl söyleyebilir? Gerçek şudur ki, Tanrı bu inanca yeterli ispatı vermiştir. İsâ’nın yaşadığı hayat, ileri sürdüğü iddialar, işlediği mucizeler, O’nun gerçek Tanrı olduğunu yetki ile gösterir.”24

“O Tanrı’ydı, insan olan Tanrı’ydı.”25

24 D. Rhoton, Bilebilir miyiz?, s.21-22.25 A.g.e. s.16.

121

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

“Eğer Mesih, Tanrı’nın insan şeklindeki görünümü ise, o zaman O’nun sözleri dinlenmeli, O’na saygı gösterilmeli ve hatta O’na tapınılma-lıdır”…

“… Kutsal Kitap, putperestlik konusunda taviz vermez. (...) İsâ ya Tanrı’dır ya da Tanrı değildir. O’na yanlış bir şekilde inanmak da bir put-perestlik şeklidir.”26

“Metne bakacak olursak, Tanrı ve Mesih aynı kişilerdir.”27

Bu mantığa göre, Müslümanlar, İsâ’ya ‘Tanrı’ demeyip ‘Peygamber’ dedikleri için ‘putperest’ olmaktadırlar.

Alıntı yaptığımız bu yazarlar, iki milyarı aşkın Hıristiyan âlemi adına konuşmaktadırlar.

Bu dogma; Hıristiyanlık tarihinde, M.S.325’deki İznik Konsili’nden, 1965’deki II. Vatikan Konsili’ne kadar, on yedi yüzyıl boyunca, –birçoğuna imparatorların/kralların başkanlık ettiği– 21 ‘Ekümenik Konsül’le dayatıl-mış; ayrıca kilisenin altı asırlık ‘engizisyon’ uygulaması ile de desteklenerek günümüze kadar yaşatılmıştır.

İznik Konsülü İman Deklarasyonu’nda yer alan şu ifadeler bu inancın temelini oluşturmaktadır:

We believe

in one God the Father Almighty … ,

and in one Lord Jesus Christ, the only begotten of the Father, that is, of the substance [ek tes ousias] of the Father... of the same substance with the Father [homoousion to patri]...,

and in the Holy Ghost ...

(Gr. Homoousion – from homos: same and ousia: essence; Latin con-substantialem, of one esence or substance), the word used by the Council of Nicaea to express the Divinity of Christ)

“Kur’ânî Tevhîd”de ise böyle bir ilahlaştırmaya (‘teslîs’e) yer yoktur: Hıristiyanlığın bu bâtıl inancı hiçbir “dinler-arası diyalog”la mazur göste-rilemez. Kur’ân bu inancı “küfür” olarak ilân etmiştir (5/Mâide: 72-73):

26 Josh McDowell & Bart Larson, Mesih İsa’nın Tanrılığı, s.12.27 A.g.e, s.86.

122

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

لقد كفر الذين قالوا إن اهلل هو المسيح ابن مرمي وقال المسيح بين إسرائيل اعبدوا اهلل ريب

المني من أنصار (٢٧) لقد كفر قد حرم اهلل عليه اجلنة ومأواه النار وما للظ هلل فـ وربكم إنه من يشرك

ن الذين كفروا قولون ليمس ا يـ هوا عم تـ نـ لث ثالثة وما من إله إال إله واحد وإن مل يـ الذين قالوا إن اهلل

هم عذاب أليم (٣٧) منـ

Gerçekten, “Allah, Meryem oğlu Mesih’dir” diyenler kâfir oldular; (hem de) Mesih’(in bizzat kendisi): “Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!”28 dediği halde (…) (Evet) Tek Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı halde “Allah üç cevherden biridir” di-yenler kâfir oldular.

Müslümanlar Ne Yaptılar?

Müslümanlar, günümüze gelinceye kadar, “Allah’ın Resûlü ve kulu” olan peygamberlerine insanüstü bütün vasıfları yakıştırmaktan geri kal-madılar.

Hz. Peygamber’in doğumu, mitolojik her kahraman gibi olağanüstü olaylarla bezenmiştir. Bu doğum Kisrâ’nın sarayını sarsmış, Mecûsîlerin âteşgedelerindeki ateşlerini söndürmüş ve daha bir nice olayların vukubul-masına sebep olmuştur.

Hayatının her safhasında muʿcizeler göstermiş, her müşkilinde Ceb-rail’i yanıbaşında bulmuştur. Gaybın her çeşidinden ümmetine haber ver-miştir. Hıristiyanların Hz. İsa’ya atfettikleri ‘Savior’ (Kurtarıcı) özelliğine karşı gelen ‘Şefâat’ yani hesap günü “günahkârları azabdan kurtarıcı” bir makam ihdas edilmiştir (Makam-ı Mahmûd). Allahın rızasının yanısıra Peygamberin şefaatinin de kazanılmasının yolları icad edilmiştir.

Hattâ, Peygamber’in aslında ölmediği, ruhu ve bedeniyle bazı müs-lüman azizlere göründüğü iddia edilmiştir.

Aşağıdakı alıntı, 75 defa Hz. Peygamber’le uyanık olarak buluşmuş olduğunu iddia eden29 velûd İslâm âlimi Suyutî’den yapılmıştır:

تصرف قول واألحاديث أن النيب (ص) حي جبسده وروحه، وأنه يـ فحصل من جمموع هذه النـ

ل منه بد تـ بل وفاته مل يـ ها قـ ئته اليت كان عليـ ويسري حيث شاء يف أقطار األرض ويف الملكوت وهو يـ

28 Krş. Matta iv, 10; Luka iv, 8; Yuhanna xx, 17.29 M. Said Hatiboğlu, İslâmî Araştırmalar, “Hz. Peygamberi Yanlış Yorumlama

Tezahürleri”, Sayı 2 (Ekim 1986), s.10.

123

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

رفع اهلل أراد فإذا جسادهم، أحياء مع كوم المالئكة غيبت األبصار كما عن مغيب وأنه شيء،

إىل داعي وال ذلك، من مانع ال ها، عليـ هو اليت ئته هيـ على رآه برؤيته إكرامه أراد ن عم احلجاب

التخصيص برؤية المثال.

Bütün bu rivâyet ve hadislerden çıkan sonuç şudur:

Hz. Peygamber (s) bedeni ve ruhuyla hayattadır; vefâtından önceki şekli hiç değişmeden, yeryüzünde ve melekût âleminde tasarruf eder ve dilediği gibi gezer. Gözlere görünmüyor olması, tıpkı meleklerin bedenle-riyle hayatta oldukları halde görünmemelerine benzer. Allâh, birine ikram olarak Peygamberini göstermek istediğinde O’nu gerçek haliyle gösterir. Buna hiçbir engel yoktur ve bu görüntüyü ‘Peygamberin hayali’ şeklinde özelleştirmeye de sebep yoktur.30

Aynı âlime göre, Hz. Peygamber’ın teri, kanı, idrarı, gaytası özellik-lidir; alelade insanlarınkinden farklıdır!31

Hz. Peygamberin “erkeklik gücü” de, 4000 ‘dünya insanı’nın gücüne eşitlenmiştir. Bu tespiti de Sahih-i Buhârî’nin meşhûr şârihi İbn Ḥacer el-ʿAsḳalânî’den okuyoruz: (Hadis No: 268/7563)

الليل من الواحدة اعة الس يف نسائه على يدور النيب (ص) مالك «كان بن أنس عن ...

وة ثالثني وقال ث أنه أعطي قـ تحد لت ألنس أوكان يطيقه قال كنا نـ هار وهن إحدى عشرة» قال قـ والنـ

هم: تسع نسوة ثـ تادة إن أنسا حد سعيد عن قـ

... ووقع يف رواية اإلمساعيلي من طريق أيب موسى من معاذ بن هشام «أربعني» بدل «ثالثني»،

وهي شاذة من هذا الوجه، لكن يف مراسيل طاوس مثل ذلك، وزاد: «يف اجلماع»، ويف صفة اجلنة

أليب نعيم من طريق جماهد مثله وزاد: «من رجال أهل اجلنة»، ومن حديث عبد هللا بن عمر ورفعه:

«أعطيت قوة أربعني يف البطش واجلماع»

وعند أمحد والنسائي وصححه احلاكم من حديث زيد بن أرقم رفعه: «إن الرجل من أهل

نبينا قوة حساب يكون هذا فعلى والشهوة» واجلماع والشرب األكل يف مائة قوة ليعطى اجلنة

آالف. أربعة

30 es-Suyûṭî, el-Ḥâvî li’l-Fetâvî, II, 319. [M. Said Hatiboğlu Hocamız Suyûṭî’nin bu ifadelerini verdikten sonra şu soruyu sorar: “Bu satırların altına Vatikan’ın imzasını koyabilmesi için, son iki peygamberin yerlerini değiştirivermekten başka bir zahmete ihtiyaç olacak mıdır dersiniz?”, A.g.m. s.5-11].

31 es-Suyûṭî, el-Ḫaṡâîṡu’l-Kubrâ, II, 440-442.

124

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Günümüz âlimlerinden de bir örnek verelim:32

يالحظ أن فضالت النيب (ص) من دم وقيح وقيء، وغائط وبول ومذي وودي طاهرة.

Hz. Peygamber’in (s) vücûdundan çıkan herşey tâhir (temiz) sayıl-mıştır: Kan, irin, kusmuk, gayta, bevl, mezî, vedî. (…).

Peygamberlerini bu mertebe uçuran bir seviyeden her çeşit muʿcize beklenmez mi?33

3. Muʿcize’leri Arttırma Yarışı (Tedricî Teraküm)

Siret, hadis, delâil ve tefsir kitaplarında Peygamber Efendimize at-fedilen muʿcizelerin adedi, Asr-ı Saâdet’ten günümüze doğru gelindikçe kümülatif (terâkümî) olarak hissedilir şekilde artmaktadır. İlk kaynaklarda çok az sayıda olan muʿcizeler son kaynaklarda sayıca çok abartılmıştır.

Buḫârî (ö.256/870) ‘Alâmâtu’n-Nubuvve fi’l-İslâm34 başlığı altında altı kategoride toplam elli kadar rivâyet zikretmiştir:

1) Suları bereketlendirmesi (parmakları arasından sular akıtması),

2) Yemeği / hurmayı / sütü bereketlendirmesi,

3) Duasıyla yağmur yağdırması,

4) Kendisinden ayrılmak istemeyen kütüğün inlemesi,

5) Gelecekteki fitneleri ihbar etmesi (Türklerle savaş gibi),

6) Bir işaretiyle ayın iki parçaya ayrılması..

Buḫârî’den daha önceki bir dönemde yaşamış siret alimi Musa b. ʿUḳbe (ö.141/759)’nin el-Meğâzî’sinde ise Buḫârî’nin muʿcizevî olarak nak-lettiği birçok olay, ya tabiî bir anlatımla verilmiş ya da hiç bahsi geçme-miştir.

Buḫârî’den sonra yazılan el-Ḫaṡâʾisu’l-Kubrâ, Delâʾilu’n-Nubuvve, el-Mevâhibu’l-Ledunniye… gibi eserlerde ise muʿcize sayısındaki abart-malar açıkça görülmektedir. Bu eserlerin müellifleri Hz. Peygamber’in

32 Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, 1, 109, dn 2. [el-Fıqhu’l-İslâmî ve Edilletuhu, I, 152, dn. 2].

33 Günümüzde büyük câmilerde merasimle ta’zimde bulunulan ‘sakal-ı şerif ’leri de unutmamak lazım.

34 el-Buḫârî, es-Ṡaḥîḥ, Kitâbu’l-Menâḳıb, Bâbu ʿ Alâmâti’n-Nubuvve fi’l-İslâm, IV, 191-207.

125

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

binlerce muʿcize gösterdiğinden dem vurmaktadırlar.35 Bu durum zaman içinde çok sayıda muʿcize üretildiğinin göstergesidir. Günümüzde yazılan “el-Mu‘cizâtu’l-Muhammediyye”36 gibi bir eserde ise –bütün sıkılığına rağ-men– 104 farklı muʿcizeye yer verilmektedir.

4. Psikolojik zaaflar

İnsanların olağanüstü ve abartılı anlatımlara karşı olan eğilimi/zaafı.

Bazı menkibeleri gerçek olarak algılamak ve abartılı katkılarla nak-letmek.

Sahih ve normal bir aslı olan bazı olayları süsleyerek ve genişleterek anlatmak. (Kur’ân-dışı muʿcize iddialarının çoğunluğu bu türdendir).

Yanılma/hayal/yanlış gözlem/sanrı zaafları.

Bilim-kurgu türü rivayetlere düşkünlük. Bu düşkünlük hem anla-tanlar için, hem dinleyenler için sözkonusudur.

5. Modern Zaaflar

Son olarak, bizzat Kur’ân’ın muʿcize olduğunu ispat etmek iddia-sıyla, modern bilimin keşif ve sonuçlarının Kur’ân’da aranması şeklinde –günümüzde yaygınlaşan– bir zaaftan bahsedebiliriz.

Ancak bu yolda ileri sürülmüş bulunan iddiaların hemen hemen tamamına yakınının, Kur’ân diline ve üslûbuna vukufsuzluğun bir sonucu olduğunu kanıtlamak pek zor olmadığı gibi, bu teşebbüslerin, Kur’ân’ın hidayet hedefini saptırmaktan başka bir işe yaramadığı da görülmektedir.

Kur’ân’da ‘elektrik’in, ‘big-bang’in, ‘güneş sisteminin bilimsel olu-şumu’nun ya da ‘dünyanın kutuplarda basık olduğu’nun… bildirilmiş oldu-ğu şeklindeki bu iddialar gerçekten ciddiye alınacak ilmilikte değildirler.

Bu kompleks ve psikozla yazılmış aşağıdaki meâller ise işin vehâme-tini göz önüne serecek mahiyettedir37:

Biz galaktik gökyüzü, atomik yer ve bunların ikisi arasındaki dalgalar âlemi kozmogonisini ancak kendi normları gereğince var ettik (ماوات واألرض وما خلقنا السحلق هما إال نـ يـ .(Hicr 85/15) (وما بـ

35 Beyhakî, Delâʾilu’n-Nubuvve, I, 10.36 Velîd el-Aʿẓamî, el-Muʿcizâtu’l-Muḥammediyye,, Beyrût 1977.37 Salih Parlak, Bilgi Toplumuna Doğru Kur’ân-ı Kerim: Meâl-Tefsiri, s.495, 772.

126

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Onlar yeşerip ölen doğada bilimsel araştırma yapmıyorlar mı? Allah fotosen-tezle DNA çekirdeğine nasıl enerji soğurtup nasıl açığa çıkarıyor? (روا كيف أومل يـبدئ اهلل اخللق مث يعيده (Ankebût 19‘/29) (يـ

Biz kuasarötesi meleklerle senin yüreğini ışınlamadık mı? İşte dünya yükünü senden alıp tragedyadaki yerine yücelttik. (94/İnşirah 1-2)

Gaz püskürüp tepkili itiş prensibiyle çalışan roket-motorlara… Yanma odasındaki basınçla tepkime gösterip ateşleyenlere… (100/Âdiyât 1-2)

H. Genel Değerlendirme

Kur’ân-ı Kerîm’in “muʿcize” kelimesini kullanmadığını onun yerine “âyet” kelimesini kullandığını; “âyet” kelimesinin de, harikulâde olsun-ol-masın Allâh’a götüren, O’nu hatırlatan her işaret/belge anlamına geldiğini gördük. Bu demektir ki, Kur’ân-ı Kerîm bize klasik tanımıyla “muʿcize” diye kabul edilmesi gereken herhangi bir olay veya olgu dayatmamaktadır. Son Peygamber Hz. Muhammed’in müşrik muhataplarının bu anlamda ta-lep etmekte oldukları “muʿcize”lerin de onlara verilmediği ve verilmeyeceği yine Kur’ân’da kesin bir dille ifade edilmiştir.

O halde, Kur’ân’dan, “Enbiyâ’nın muʿcizeleri haktır” inancı da; “mu-ayyen âyetlerle anlatılan olaylara muʿcize olarak (müfessirlerin anladığı gibi) inanılacaktır” dayatması da çıkarılamaz. Çünkü bu âyetlerin “delâletlerinin kat’iliği” şartı hiçbir şekilde sağlanamamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in bizzat şehadeti Son Peygamber’in (s), müşriklerin anladığı mânada herhangi bir ‘hissî âyet’le desteklenmediği doğrultusundadır.

نا مثود الناقة مبصرة فظلموا ا وما يـ ت إال أن كذب ا األولون وآتـ آل رسل عنا أن نـ وما منـ

ت إال ختويفا آل رسل نـ

İsrâ 17/59. Bizi [öncekiler gibi, bu mesajı da] mucizevî belirtilerle birlikte göndermekten alıkoyan tek sebep, önceki toplumların onları hep yalanlamış olmalarıdır; nitekim, Semûd kavmine uyarıcı-aydınlatıcı bir belirti olarak dişi deveyi verdik, ama onlar bunu kâle almadılar. Oysa biz bu kabil belirtileri yal-nızca korkutup uyarmak amacıyla göndermişizdir [M. Esed].

Bu âyette, Son Peygamber’e (s) hiçbir hissî âyet (muʿcize) ve-rilmediği anlamı açık olmasına rağmen O Peygamber için kitaplar dolusu muʿcize icad edilmiştir. El-Ḫaṡâʾisu’l-Kubrâ, Delâʾilu’n-Nu-buvve, el-Mevâhibu’l-Ledunniye… edebiyatı bunun en önemli türlerini

127

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

oluşturur. Bu eserlerde Hz. Peygamber’e yüzlerce, hatta binlerce38 muʿ-cize atfedilmiştir.

Önemli bir soru akla gelebilir: Yukarıdaki İsrâ 17/59 âyetinden –en azından– önceki peygamberlere ‘muʿcizeler’ verilmiş olduğu sonucu çıka-rılamaz mı?

Bu soruya şöyle cevap verilebilir: İsrâ 17/59 âyetinden, geçmiş üm-metlere ‘muʿcize’ olarak algılanan, ḫâriḳu’l-ʿâde olayların verildiği anlaşıl-maktadır. Fakat bunların ḫâriḳu’ṭ-ṭabîʿa olmadığını düşünüyoruz.39 Bunlar, o toplumun kendi kültür birikimleriyle izahını yapamadıkları olaylardır. Her ḫâriḳu’l-ʿâde olayın ḫâriḳu’ṭ-ṭabîʿa olması gerekmez. Hıristiyan ilahi-yatçı St. Augustine (354-430) de, Hz. İsa’nın muʿcizelerinden bahseder-ken aynı şekilde düşünmektedir. O şöyle der: Aslında “[İsa’nın gösterdiği] muʿcizeler tabiat kanunlarına aykırı değildiler, fakat [o gün] tabiat hakkında bilinenlere aykırı idiler” (…miracles were not contrary to nature, but ‘cont-rary to what is [now] known of nature).40

Bu itibarla, İsrâ 17/59 âyetiyle ifade edilen husus; Son Peygamber (s) ümmetinin, ne ḫâriḳu’ṭ-ṭabîʿa ve ne de ḫâriḳu’l-ʿâde muʿcizelerle imtihan olunmayacağıdır. Zira her iki türden olaylar da görsel ve işitsel olduğundan akıldan çok hisler üzerinde etkili olacaklardı. Halbuki insanlık tekâmül etmiş, rüştüne ermişti ve son peygamberle akıl çağına ayak basmıştı. Artık bu ümmet, akıl ve vahyin rehberliğinde ve başka bir peygambere ihtiyaç duymadan kıyamete kadar entelektüel varlığını idame ettirmeliydi.

Bir toplumun ısrarlı talepleri üzerine Allah tarafından hissî muʿcize-lerle uyarılması halinde, bu özel davranışa rağmen iman etmeyenlerin ma-zeretleri kalmamış olduğundan, talep sahiplerinin hemen cezalandırılması ilâhî bir sünnet olarak bilinmektedir.41 Bundan dolayı Allâh, son ümmeti, bir taraftan her zaman/mekânda geçerli olan aklî âyetlere42 yönlendirirken, diğer taraftan da mazeretleri kalmamış bir konuma düşürüp âcil bir cezaya maruz bırakmamakla lütufta bulunmuş olmaktadır.

38 İbrâhîm ez-Zencânî ʿAḳâidu’l-İmâmiyye el-İŝnâʿaşeriyye, I, 48.39 Aynı görüş için bkz.: Milaslı İsmail Hakkı, Kur’an’ın Mûcizeleri, s.13.40 Ian Jones, Joshua, The Man They Called Jesus, s.108. (De Civitate Dei [The City

of God], 21, 8’den naklen).41 5/Mâide 114-115 ve 17/İsrâ 59 âyetleri üzerindeki yorumlardan. (Örnek olarak

bkz.: ez-Zemaḫşerî, el-Keşşâf, II, 674).42 Yukarıda zikredildi.

128

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Son Sözler

Ḫâriḳu’ṭ-ṭabîʿa anlamında muʿcizeler aklen mümkündür. Allâh tarihe de, tabiata da müdahale eder / etmektedir. (وم هو ىف شأن كل يـ[55:29]).

Kur’ân-dışı kaynaklarda nakledilen muʿcize rivayetleri’nin –ince-leyebildiğimiz kadarıyla–hemen hepsi problemlidir. (“Su bereket-lendirme” muʿcize’leri gibi).

Kur’an’da gerek geçmiş peygamberlere, gerekse Son Peygamber Hz. Muhammed’e atfedilen muʿcize’lerde hep yorum hataları/zaafları vardır ve bunların birçoğunun alternatif mâkul yorumları da yapılmıştır/yapılmaktadır. Bu mâkul yorum sahiplerini peşi-nen determinist, pozitivist, rasyonalist, natüralist… gibi isimler-le yaftalayıp mahkûm etmek ilim adına bağnazlık sayılmalıdır. Önyargılı davranmamak şartıyla elbette bu alternatif yorumlar tartışılabilir, yetersiz bulunup reddedilebilir; buna da hiç kimse-nin itirazı olamaz.

Yahudi ve hıristiyanların kutsal kitaplarında muʿcize olarak al-gılanan rivayetlerin43 hemen hepsinin sıradan (izah edilebilir) olduğunu savunan Batı’lı teist bilim adamları olmuştur. (David Hume,44 W. Montgomery Watt45 ve Ian Jones46… gibi). Jefferson İncili47 de bu temayüle örnek verilebilir.

Bizzat Kur’ân’da, Son Peygamber’e (s) hiçbir hissî muʿcize verilme-diği açıkça ifade edilmişken, O Peygamber’e (s) yüzlerce muʿcize isnad eden bir zihniyetin, daha antik dönemlerde yaşamış bir pey-gambere neler atfedebileceği ve o dönem olaylarının bize ne kadar efsanevi/menkibevî tarzda intikal edeceği tasavvur edilmelidir.

43 Eski Ahid (Tanakh)’de çeşitli peygamberlere atfen 75 olay mucize sayılmaktadır (Bunların 14’üne Kur’an’da da atıf var). Yeni Ahid’de ise Hz. İsa’ya 37, Havarilere ise 20 civarında muʿcize atfedilmiştir.

44 David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding. Ch. X.45 W. Montgomery Watt, Günümüzde İslam ve Hıristiyanlık, s.158-169.46 Ian Jones, Joshua, The Man They Called Jesus, pp.101-117.47 A.B.D. üçüncü başkanı Thomas Jefferson (1743-1826) dört incilin la-

tince, yunanca, fransızca ve ingilizce metinlerinden, bütün mu’cizeleri dışarda tutan ve kendi adıyla anılan bir İncil derlemiştir. Bu incilin adı The Jefferson Bible-The Life and Morals of Jesus of Nazareth olup ilk resmi baskısı 1904’te Washington’da yapılmıştır.

129

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Hz. Peygamber’in hayatındaki gerçek muʿcizeler, “muʿcize” id-diasıyla bize nakledilenler değildir. Bize göre; Akabe bey’atleri, Bedir zaferi, Hudeybiye anlaşması, Mekke’nin fethi … gibi olaylar Hz. Peygamber’in hayatında Allâh’ın kudretine ve yardımına işa-ret eden gerçek muʿcize’ler sayılmalıdır.

Rabbimizin gerçek muʿcizeleri, ‘enfüs ve âfâk’taki muʿcizelerlerdir (Fussilet: 53). Bunlar Allâh’ın tabiata koyduğu kevnî kanunlardır. Akıl sahibi mü’minlerin bu kanunları keşfetmeleri beklenirken, Allâh’ın vahyinden bu kevnî kanunlarla çelişen anlatımlar çıkar-maya çalışmak bu “mü’min kullar”ın yaman bir çelişkisidir. Bu çaba çağdaş bir Müslüman alimin ifadesiyle Allâh’ın fi’li ile (‘work of God’) kelâmını (‘word of God’) karşı karşıya getirme psikozudur.

İslâmî tefsir geleneğinde muʿcizevî olarak yorumlanan Kur’an âyetlerinin hemen hepsinin alternatif makul yorumlarını elde et-mek bizce mümkün görünmektedir. Tefsir ve Sîret kaynaklarında zikredilen belli-başlı muʿcize iddialarının bazılarına tarafımızdan yapılan alternatif yorumların bir kısmı müzakerecilerin bilgisine sunulmuştur.

Son olarak diyebiliriz ki; Allah muʿcizelerini ‘hikmetli’ bir tarz-da izhar eder: Bir muannidi/kâfiri kerhen teslim alarak ve “teklif sırrı”nı bozarak izhar etmez. Çölde susuz kalmış ve Rabbi’ne yakaran bir insana gökten zenbille su indirmez fakat içgüdüsüne müdahale ile onu bir vâhaya yönlendirebilir.Yine de, son sözü söylememe hakkımızı koruyarak ve “En doğrusunu Allâh bilir” diyerek konuyu noktalayalım.

Bibliyografya

ʿAbdulḳâhir el-Bağdâdî, Ebû Manṡûr ʿAbdulḳâhir b. Ṭâhir et-Temîmî el-Esferâyînî (ö.429/1038), el-Farḳ beyne’l-Firaḳ ve Beyâ-nu’l-Firḳati’n-Nâciye, Beyrût 1977.

el-Aʿẓamî, Velîd, el-Muʿcizâtu’l-Muḥammediyye, el-Mektebetu’l-İslâmî, Beyrût 1977.

Balcı, İsrafil, Hz. Peygamber ve Mucize, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2013.

Beyhaḳî, Delâʾilu’n-Nubuvve, nşr. ʿAbdulmuʿṭî el-Ḳalʿacî, Dâru’l-Kutu-bi’l-ʿİlmiyye, Beyrût 1985.

130

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

el-Buḫârî, Ebû ʿAbdillâh Muḥammed b. İsmail b. İbrâhîm (ö.256/870), Ṡaḥîḥu’l-Buḫârî = el-Câmiʿu’l-Musnedu’s-Ṡaḥîḥu’l-Muḫtaṡar min ʾUmûri Resûlillah ve Sunenihi ve ʾEyyâmihi, thk. Muḥammed Zu-heyr b. Nâṡır en-Nâṡır, I-IX, 1422/2001.

Bulut, Halil İbrahim, D.İ.A. “Mucize”, Cilt: 30; sayfa: 350 - 352.

el-Cuveynî, Ebû’l-Meʿâlî ʿAbdulmelik b. ʿAbdullâh (ö.478/1086), Lu-maʿu’l-Edille fî Ḳavâʿidi ʿAḳâîdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâʿa, thk. Fevḳiyye Ḥuseyn Maḥmûd, Beyrût 1407/1987.

ed-Dârimî, Ebû Muḥammed ʿAbdullâh b. ʿAbdurrahman b. el-Faḍl et-Temîmî (ö.255/869), es-Sunen, thk. Ḥuseyn Selîm ʾEsed ed-Dârânî, I-IV, 1412/2000.

el-En ârî, Ebû Yaḥyâ Zekeriyyâ b. Muḥammed (ö.926/1520), Ğâye-tu›l-Vuṡûl fî Şerḥi Lubbi›l-ʾUṡûl, Mısır, ts.

Esed, Muhammed (1900-1992), Kur’ân Mesajı, Çev.: Cahid Koytak-Ah-met Ertürk, İstanbul 2009.

Hume, David (1711-1776), An Enquiry Concerning Human Understan-ding, Oxford 1902.

Işık, Dr. Aydın (1971-), Bir Felsefî Problem olarak Vahiy ve Muʿcize, Elis Yayınları, Ankara 2006.

İmamoğlu, Tuncay, Tanrı’nın Doğası ve Mucizenin İmkânı, İz Yayıncılık, İstanbul 2007.

el-İsferâyînî, Ebu’l-Muzaffer Ṭâhir b. Muḥammed el-İsferâyini (ö.471/1079), et-Tebṡîru fî’d-Dîn ve Temyîzu’l-Firḳati’n-Nâci-ye ʿani’l-Firaḳi’l-Hâlikîn, thk. Kemâl Yûsuf el-Ḥavt, , Beyrût 1403/1983.

Humphreys, Colin J., The Miracles of Exodus, New York 2003.

Gürkan, Salime Leyla, D.İ.A. “Diğer Dinlerde Mucize”, Cilt: 30; sayfa: 352 - 356.

Jeans, Sir James, Etrafımızdaki Kâinat, Çev.: Salih M. Uzdilek, M.E.B. Yay., İstanbul, ts.

Jefferson, Thomas, The Jefferson Bible-The Life and Morals of Jesus of Nazareth, Beacon Press, Boston 1989.

131

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Jones, Ian (1931-), Joshua, The Man They Called Jesus, Lothian Books, Melbourne 1999.

Karadeniz, Osman, İlim ve Din Açısından Muʿcize, Marifet Yayınları, İstanbul 1999.

el-Ḳurṭubî, Ebû ʿAbdillâh Muḥammed b. Aḥmed b. Ebî Bekr el-Enṡârî el-Ḫazrecî (ö.671/1273), el-İʿlâm bimâ fî Dîni’n-Naṡârâ mi-ne’l-Fesâdi ve’l-Evhâm, thk. Aḥmed Ḥicâzî es-Saḳḳâ, Ḳahire, ts.

Locke, John, An Essay Concerning Human Understanding, Londra 1841.Mâturîdî, Ebû Manṡûr Muḥammed b. Muḥammed b. Maḥmûd

(ö.333/945), Teʾvîlâtu Ehli’s-Sunne, thk. Mecdî Bâsellûm, I-X, Beyrût 1426/2005.

el-Mâverdî, Ebû’l-Ḥasan ʿAlî b. Muḥammed b. Muḥammed b. Ḥabîb el-Baṡrî (ö.450/1058), en-Nuket ve’l-ʿUyûn, thk. es-Seyyid b. ʿ Ab-dilmaḳṡûd b. ʿAbdirraḥîm, I-VI, Beyrût.

McDowell, Josh & Larson, Bart, Mesih İsa’nın Tanrılığı, Çev.: Fikret Böcek, Zirve Yay. İstanbul 2001.

Milaslı İsmail Hakkı, Kur’ân’ın Mucizeleri ve Müteşabih âyetlerin Tefsir-leri, Türkiye Matbaası, İstanbul 1935.

Nedvî, Seyyid Süleyman, Hz. Muhammed (a.s.) Hakkında Konferanslar, Ter. Osman Keskioğlu, D.İ.B. Yay., Ankara 1957.

Phillips, Graham, The Moses Legacy-The Evidence of History, Pan Books, Oxford 2003.

er-Râğıb el-I fehânî, Ebû’l-Ḳâsım el-Ḥuseyn b. Muḥammed (ö.502/1109), el-Mufredât fî Ğarîbi’l-Ḳurʾân, thk. Ṡafvân ʿAdnân ed-Dâvûdî, Dimeşḳ , Beyrût 1412H.

er-Râzî, Ebû ʿAbdillâh Muḥammed b. ʿUmer b. el-Ḥasan et-Teymî (ö.606/1210), Mefâtihu’l-Ğayb, thk., I-XXXII, Beyrut 1421/2000.

Rhoton, D., Bilebilir miyiz?, Çev.: Bünyamin Candemir, Pakhayat Yay. İstanbul 1968.

Parlak, Salih, Bilgi Toplumuna Doğru Kur’ân-ı Kerîm: Meâl-Tefsiri, İs-tanbul, 2001.

es-Sefârînî, Ebu’lʿAvn Şemsuddîn Muḥammed b. Aḥmed (ö.1188/1774), Levâmiʿu’l-Envâri’l-Behiyye ve Sevâṭiʿu’l-Esrâri’l-Eŝeriyye, I-II, Di-meşḳ 1402/1982.

132

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

es-Suyûṭî, Celâlu’d-Dîn ʿAbdurraḥmân b. Ebî Bekr (ö.911/1505), el-Ḫaṡâîṡu’l-Kubrâ, Dâru’l-Kutubi’l-ʿİlmiyye, I-II, Beyrût.

......... , el-Ḥâvî li’l-Fetâvî, I-II, Beyrut 1424/2004.

Swinburne, Richard (1934-), Mucize Kavramı, çev. Dr. Aydın Işık, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009.

eş-Şehiristânî, Ebu’l-Fetḥ Muḥammed b. ʿAbdu’l-Kerîm eş-Şehristânî (ö.548/1153), el-Milel ve’n-Niḥal, I-III.

eş-Şeybânî, Ebû ʿAbdillâh Muḥammed b. el-Ḥasan b. Ferḳad eş-Şey-bânî (ö.189/805), el-Ḥuccetu ʿ alâ ehli’l-Medîne, thk. Mehdî Ḥasen el-Keylânî el-Ḳâdirî, I-IV, Beyrût 1403.

Watt, William Montgomery (1909-2006), Günümüzde İslâm ve Hıristi-yanlık, İz Yayıncılık, İstanbul 2002.

Zuhayli, Vehbe, İslâm Fkhı Ansiklopedisi, çev. Ahmet Efe [ve öte.], Risâle Yayınları, İstanbul 1994, I–X.

Oturum Başkanı Prof. Dr. Yaşar Düzenli:

Öncelikle belirtilmeli ki bence güzel bir başlangıç oldu burada. O da şu: Mucize Nedir? Yani kafamızda arı duru bir tanımın olması. Anlaşıldı ki, evet bir insan bir gün bir sabah Hira’dan gelip Mekke’ye “Ben Allah’ın elçisiyim” diyor. Muhatapları da “Olur mu böyle; senin Allah’ın elçisi ol-duğunu nasıl bilelim?” diyorlar. Eski hafızalarını da kullanarak “Bize ola-ğanüstü şeyler göster” diyorlar. O, peygamberlik belgesi olarak da Allah O’nun vasıtasıyla, bir başkasının asla yapamayacağı, meydana getiremeyece-ği yani “ḫâriḳu’l-ʿâde”; yani işleyen sistemin üstünde/ötesinde bir durum, bir oluşum… “Bakın, ben işte Allah’ın elçisiyim, belgem de bu” şeklinde bir durum. Olay bu.

Şimdi kendim bu mucize meselesiyle ilgilenmeye başladığımda, bir an zaman tünelinden geçerek, hakikaten birisi sabah gelip bana “Ben peygamberim” dediğini farzettim. “Ben ona neden inanırım ve peygam-berliğini kabul ederim” diye sordum. Ve bu sorumu sürdürürken risâlet, daha doğrusu mucize konusunu bir tarafa bırakarak soruyu şöyle sordum: “Evet peygambersin. Benim neyim olursun? Benim hangi derdime derman olursun; niye geldin? Bana söyleyeceğin, resul olarak benimle olan ilişkin nedir?” Burada önemli bir kavram karşımıza çıkıyor. Bu kavram bizzat

133

Kur

’an

’da

ve K

ur’a

n-D

ışı İs

lâm

î R

ivây

etle

rde

Muc

ize

Peygamberimizin kendisi ile de alakalı gerçekleşiyor; hidayet ve dalalet… Bence hidayet kavramı bu bağlamda son derece önemlidir. Kendi bakış açım ve eldeki imkânlardan hareketle “hidâyet”in kendi içerisinde iki aşa-malı bir anlam ifade ettiğini düşünüyorum:

1) Ben buradayım; buranın anlamı ne? Geldim ve gidiyorum; ye-deği olmayan bir hayatı yaşıyorum. Yaşadığım bu hayatın anlamı nedir?

2) Şimdi ne yapmalıyım?

Yani burada bulunuşumun anlamı nedir ve bu anlama mutabık bir süreç içerisinde ne yapmam gerekir diye soruyorum.

Bu noktada bir parantez açarak, âyet kelimesi ile ilgili söylenen güzel şeylere ek olarak bir şey söylemek istiyorum. Malum, ilk muhataplara müş-rik diyor Kur’an. “Müşrik ya da şirk nedir” diye sorduğumuz zaman müşrik ya da şirkin bir yanılsama, bir kurgu olduğunu görüyoruz. Sonuçları kesin fakat zihniyet olarak bir kurgu. Bu kurguda zihnin donduğunu görüyoruz. Zihin donduğu için burada bulunan şeylere (eşya; Lât, Menât, Uzzâ, lider, önder vs.) yoğunlaşmakta ve orada donup kalmaktadır. Benim hidayetim ya da dalalet noktasında ve aynı zamanda ne yapacağım noktasında Kur’an’ın kullandığı “âyet” kavramı son derece diriltici ve anlamlı gelmektedir. Bu-rada temas edilmedi ama bu kavramla alakalı bir kırılma olduğunu düşü-nüyorum. Şöyle ki; “âyet”i her hâlükârda “işaret/alamet” olarak anlamalı mıyız? Benim tespitlerime göre âyet kelimesi ilk dönem kullanımında ya-hut sözlüklerde “teʾeyyi” kelimesinden, “teŝebbüt, iḳame ʿale’ş-şey” olarak tanımlanıyor. Bu benim için çok ufuk açıcı. Buradan baktığım zaman, âyetin bir tesebbüt’ü yani sabitesi var. Bir gerçekliği var. Aynı zamanda bu gerçeklik bir başka şeye işaret ediyor. Sabitesi ve gerçekliğinin olması hak kelimesi ile de çok yakından alakalıdır. Yani bu bir gerçeklik yahut Allah’ın belirlediği bir durum olarak var. Bunu araştırıyorum; bu benim okumama konu olan bir şey. Anladığım odur ki, âyetin Allah’a işareti… Alamet ve işaret meselesi de ikinci derece bir meseledir. Yani bundan/sabiteden do-layı olan bir şeydir. Ancak bakıyorsunuz sonraki dönemlerde âyet kelimesi ısrarla mucize şeklinde ifade edilmiştir. Şimdi, mucize dediğimiz zaman, sözümün başında da belirtmeye çalıştığım kavramsallaştırmada, hatta bu-rada dikkat edersek burada sabahtan bu yana Peygamberimizin mucizesi olmadığı, mucizelerin Rasûlullah öncesinde olduğu üzerinde konuşuyoruz. Neden? Çünkü mucizeleri “ḫâriḳu’l-ʿâde” yani tesebbut’un Allah’ın gücü

134

bağlamında, gücünün de ifadesi olarak o sabitenin değişimi olarak görü-yoruz. Resûlüllah döneminde bunu böyle görmüyoruz.

Şimdi, mucize dediğimizde kanaatime göre sınırları oldukça daraltı-yoruz; hep geçmişte arıyoruz çünkü. Ama âyet dediğim zaman benim için halk/yaratılmışlar bağlamında âyet değeri olmayan hiçbir şey yok. Her şey bu anlamda âyet. Allah’ın kudreti bağlamında baktığımız yahut mucizeye hasrettiğimiz zaman kanaatime göre biz bu gücü sınırlıyor ve kısıtlıyoruz. Çünkü hep geçmişte olan bir olay üzerine konuşmuş oluyoruz. Halbuki âyet bağlamında düşündüğüm zaman, benim yaratılmış şeylerin karşısın-da acziyet içerisinde olamayacağım hiçbir şey yoktur; her şeyin karşısında acizim ben. Şu âyeti kerîmeyi bu bağlamda, şirk ile de bağlantılı olarak dik-katlerinize sunmak ve sözlerimi bitirmek istiyorum: “ماوات وكأين من آية يف السهلل إال وهم مشركون٤٨ رهم ؤمن أكثـ ها معرضون وما يـ ها وهم عنـ -Yerde ve gök ”واألرض ميرون عليـteki onca âyetler, sıradanlaşmış bir müşrik için bir şey söylemiyor, dilini kaybetmiş adeta. Sadece donuk şeyler. Kur’an ise enfüste ve âfakta, gökte ve yerde her şeyin o anlamda bir gerçekliği ve aynı zamanda bir mesajı ol-duğunu söylüyor. Mesajı anlam–hidayet bağlamında bana şunu söylüyor: “Lâ ilâhe illallah”.

Hepinize teşekkür ediyorum.

48 Yûsuf 12/106.