Upload
yunus-emre-bolat
View
251
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
1
1
Editörden
Yunus Emre BOLAT
Bengütaş
Duvar Gazetesi'nin
2015 yılındaki ilk
sayısını yayınladık.
Bu vesileyle tüm
okuyucularımıza da
sağlık, mutluluk ve
başarı dolu bir yıl
diliyor, gazetemizi
bu sene de en iyi şekilde sunmaya devam
edeceğimizi bildirmek istiyorum. Bizleri
takip eden, destekleyen herkese
teşekkürler.
Bu ay yine Türkoloji camiasından
bir büyüğümüzü ağırladık, bununla beraber
yine bölümümüzden ve bölümümüz
dışından birçok kişinin eserlerine yer
verdik. Gazetemizin kurucusu değerli
hocamız Doç. Dr. Özer Şenödeyici bizlere
çok büyük bir hediye sundu. Gazetemizin
ilk altı sayısında yayınlanan yazılardan
seçmeler yapılarak "Bengütaş'tan Seçmeler
(Bengütaş Duvar Gazetesi Seçkisi)" adlı
kitap vücuda geldi. Hocamızın
editörlüğüyle ve çabalarıyla yayınlanan
kitapta, yapılan söyleşiler, şiirler,
denemeler, hikâyeler ve araştırmalar yer
almaktadır. Bu büyük işler yaptığımızı,
kıvılcımın kor olduğunu gösteriyor.
Hocamıza bu vesileyle şahsım ve
yazarlarımız adına teşekkür ediyorum.
Bengütaş Duvar Gazetesi için 2015
yılında yapılacak birçok işimiz,
planlarımız, projelerimiz var. Bunları siz
değerli okuyucularımızla yeri geldiğinde
paylaşacağız, yaptığımız işleri en iyi
şekilde ortaya koyacağız. Gün geçtikçe her
zaman daha iyiye yönelen, yükselen bir
yayın organını ortaya koymanın haklı
gururunu ve sonsuz mutluluğunu
yaşıyoruz.
Hepinize iyi okumalar dileyerek, bu
güzelliği sizlere 9. kez sunuyoruz.
Editör
Yunus Emre BOLAT
Editör Yardımcıları
Nuray ACAR
Hilal TUNA
İhsan BAYRAK
Tashih
Serap CENGİZ
Kevser BAYAZIT
Ayşenur AYYILDIZ
Seçil HAVUZ
İletişim Sorumları
İhsan BAYRAK
Gamze SAK
Röportaj Ekibi
Damla KARAYİĞİT
İrem ERTEN
Burcu BEKİROĞLU
İhsan BAYRAK
Yazı Denetimi Samih YIKILGAN
Eray KARAHAN
Oğuzcan KIYMIK
Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT
Bayram AKI
Pano ve Arşiv
Nuray ACAR
Merve CAN
Gülsüm KANOĞLU
Meryem ZENGİN
Büşra BİRCAN
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.
bengutasduvargazetesi.blogspot.com
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın
herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir.
Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu
yazarlara aittir.
2
PROF. DR. TİMUR KOCAOĞLU
İLE SÖYLEŞİ
Söyleşiyi Yapan: İhsan BAYRAK
- Öncelikle kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
- 31 Mayıs 1947’de İstanbul’da doğdum, göçmen bir
aileden geliyorum. Babam Osman Hoca 1878’de Türkistan’ın Oş
şehrinde (bugün Kırgızistan’da), annem Hakime Töre 1900’de
Afganistan’ın başkenti Kabil’de doğmuşlar. Ancak, babamın ailesi
Buharalı, annemin ailesi Kokand’dan 1878’de Afganistan’a
göçmüş. İstanbul’da doğmuş olsam da, hayatım değişik ülkelerde
geçti. 4 yaşındayken ailemle birlikte Pakistan’a gittik (1951-1957).
İlkokul 1-3. sınıfları Peşaver şehrindeki okulda okudum İngilizce
ve Urduca olarak. Küçük yaştan 5 dille büyüdüm: Türkçe, Özbek
Türkçesi, Farsça, İngilizce, Urduca (Pakistan’ın resmi dili). İstanbul’a dönünce ilkokul 4-5.
Sınıfları Bostancı’daki Ahmet Rasim ilkokulunda okudum, sonra Kartal Ortaokulu ve Pendik
Lisesi’ni bitirdim. Daha sonra lisansımı İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
bölümünde bitirdim (1971). Ortaokul sırasında elimdeki eski o kutu gibi Kodak fotoğraf
makinesiyle okulda hocalar ve öğrencilerin resimlerini çekerek para kazandım. Lise
öğrenciliğim sırasında bir eczanede çırak olarak çalıştım, Üniversite yıllarımda da rahmetli
Sosyolog Prof. Mümtaz Turhan’ın yardımıyla Psikoloji Bölümünde “hademe” kadrosuyla o
bölümün sekreterliğini yaptım, Mümtaz Turhan hocanın eserlerini ve makalelerini daktiloda
yazdım.
Üniversitenin son yılı ve sonrasında iki yıl
yeni çıkmaya başlayan Meydan-Larousse
Büyük Ansiklopedi’de çalışarak Türk dili
ve edebiyatıyla ilgili maddeler hazırladım
(1970-1972). Bir yandan çeşitli dergilerde
Türk tarihi ve edebiyatı konularında
yazılarım ve şiirlerim yayımlandı: Türk
Kültürü, Hareket (Nurettin Topçu), Varlık,
Yeni Edebiyat, Yordam, başkalar.
New York şehrindeki Columbia
üniversitesinde Orta Doğu Dilleri ve
Kültürleri bölümünde Orta Asya tarihi ve
edebiyatı konusunda dersler veren Prof.
Edward Allworth bana burs sağlayarak
bana ABD’ye giderek bu üniversitede Orta
Asya alanında Master (1977) ve Doktora
(1982) yapmamı sağladı. Doktora tezi
yazma sırasında Almanya’daki Hürriyet
Radyosu / Hür Avrupa Radyosu (Radio
Liberty/Radio Free Europe)’nda 20 yıl
Özbekçe bölümünde sunucu, metin yazarı,
editör, baş editörlük yaptım ve aynı
kuruluşun Araştırma Merkezi’nde Orta
Asya Sovyet cumhuriyetleri konusunda
İngilizce makaleler yazdım (1977-1985,
1988-1994).
Türkiye’de de Marmara
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
bölümünde Yrd. Doçent ve Doçent olarak
ders verdim (1985-1988). Daha sonra 17
yıl Koç Üniversitesinde Karşılaştırmalı
Edebiyat, Tarih ve Uluslararası İlişkiler
bölümlerinde dersler verdim (1994-2011).
Ağustos 2011 yılından buyana ABD’deki
Michigan State University (MSU)’da
Uluslararası İlişkiler ve Orta Asya Türk
tarihi konusunda dersler veriyorum ve
ayrıca bu üniversitede verilen 4 yıllık
Türkiye Türkçesi, Özbekçe, Kazakça,
Azerbaycan Türkçesi ve Osmanlıca
derslerinin de danışmanlığı ve hocalığını
yapıyorum.
3
Evliyim ve 3 çocuğum var.
- Dil alanında çalışan bir
akademisyen olarak bu alanı seçmenizde
neler etkili olmuştur?
- Küçük yaştan ailemle değişik
ülkelerde bulunarak küçük yaştan 5 dille
büyümüş olmam başlıca etken oldu. Orta
Asya ve Türk Dünyasına ilgimi de babama
borçluyum. Bana küçük yaşlardan beri
Türkistan’ın Abdullah Süleyman Çolpan
ve Mağcan Cumabayoğlu gibi büyük
şairlerinin şiirlerini okumamı sağlamıştı.
Babam Osman Hoca (Kocaoğlu)’nın
Türkistan’da 1910-1922 yılları arasında
hem Yenileşme Hareketleri hem de siyasi
faaliyetleri dolayısıyla Türkistan tarihine
ilgim küçük yaşlarda başladı. Daha sonra
İngilizce, Rusça, Almanca da öğrenince
dünya dillerinin değişik dil aileleri ve
dilbilgisi yapıları ilgimi çekti.
- Türk dili ve lehçeleri üzerine
çalışmalarınız var. Türkoloji ve Türkiye
olarak bu çalışmaların neresindeyiz?
- Türkiye'de 19. Yüzyılın sonunda
başlayan Türkoloji çalışmaları özellikle
Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal
Atatürk’ün de özel çabalarıyla oldukça
gelişti. Soğuk Savaş yıllarında (1950-1991)
Sovyet ve Komünizm korkusu ve çekincesi
dolayısıyla Türk Dünyası konusunda hem
Atatürk dönemi (1923-1938) hem de
Almanya, İngiltere, ABD gibi başka
ülkelere göre geride kaldık. 1992’den
sonra yeniden bir canlanma oldu Sovyetler
Birliği’nin dağılması ve yeni Türk
Cumhuriyetlerinin bağımsızlığa
kavuşmasıyla. Bugün bence çok sayıda
genç Türkologlar artık en az 1-2 değişik
Türk yazı dilini biliyorlar (başta
Azerbaycan Türkçesi, Türkmence,
Özbekçe, Uygurca, Tatarca olmak üzere,
sonra Yakutça ve Çuvaşça gibi oldukça
uzak Türk dili kollarını da anlayan ve
konuşabilen 1-2 dilcimiz var). İngilizce,
Almanca, 1-2 kişi de olsa Çince, Japonca,
Macarca, Moğolca bilen Türkoloğumuz
var.
Yine de genel olarak baktığımızda
yabancı dil bilen Türkolog sayımızın
artması gerekiyor, yurt dışı çalışmaları ve
yayımları düzenli izleyebilmek için.
Ancak, bütün 21 Türk dili kolları
ile onların sayısız ağızlarının tam
anlamıyla karşılaştırmalı bir sözlüğü ve
karşılaştırmalı dilbilgisini daha yapamadık.
Bu büyük bir eksikliktir. Türk dilinin
kökenbilgisi (etimolojisi) konusunda Prof.
Tuncer Gülensoy ve Prof. Hasan Eren’in
yalnız Türkiye Türkçesini kapsayan
çalışmalarını saymakla birlikte, tam
anlamıyla daha Türk dilinin genel ve geniş
bir kökenbilgisi sözlüğümüz yok!
Bir de üniversitelerimizin Türk Dili
ve Edebiyatı ile Çağdaş Türk Lehçeleri ve
Edebiyatları bölümlerinin günümüze göre
yeniden yapılanması, metin ağırlıklı
çalışmalar yerine değişik Türk yazı ve
konuşma dillerini daha çok özgün
konuşabilme yeteneğini sağlayacak
duruma gelmesini başarmamız gerekiyor.
- Derin bir Türkoloji bilginiz var.
Yani alanınız olan dil dışında da geniş
bir bilgi birikiminiz ve ilgi alanlarınız
var. Bunu sadece merak duygunuza mı
borçluyuz?
- Doğru ilgi (merak) bilimsel
araştırmalar için en önemli başlama
noktasıdır. İkincisi, artık bugünün
dünyasında bir araştırmacının yalnızca dar
bir alanda uzmanlaşması çok tehlikeli bir
engeldir. Bir kişi dilci bile olsa, edebiyatı,
tarihi, başka kültür alanlarını, politikayı da
bilmesi gerekiyor. Kısacası, bir kişinin
disiplinlerarası bir eğitim alması ve bu
değişik alanlardan yararlanarak daha
sağlıklı yorumlar yapabilmesi gerekir. Bir
Türkolog şunu dememeli: “Ben yalnız Eski
Anadolu Türkçesi uzmanıyım. Öyle Eski
Türk dili, Göktürkçe, Karahanlıca ile
çağdaş Türk yazı dilleri beni ilgilendirmez.
4
Ben dilciyim, edebiyatla ilgilenemem,
tarihle hiç ilgilenmem, müzik, minyatür
sanatı, halk edebiyatı benim alanım dışıdır!
Politika mı, yok yok benim işim değil!”
Benim Türkiye ve Türkiye
dışındaki eğitimim beni disiplinlerarası bir
araştırmacı yaptı: Türk dili, genel dilbilim
(linguistik), Türk edebiyatı, Arap
edebiyatı, İran edebiyatı, Çin edebiyatı,
Avrupa edebiyatı, Türk kültürü, yabancı
kültürler, Türk tarihi, dünya tarihi, müzik,
resim, arkeoloji, Türk ülkeleri politikaları
beni yakından ilgilendiriyor. Kendimi tek
alana, sözgelimi “yalnızca Türk dilciliği”
içine sıkıştıramam. Kişi tek yönlü ve
yalnızca tek alan odaklı olmamalı. Türk
dilini ele alalım, bu alanı Türk tarihi, Türk
kültüründen, geçmiş ve bugünkü siyasi
gelişmelerden soyutlayamayız.
- Rahmetli babanız Osman
Kocaoğlu büyük bir devlet adamıydı ve
Buhara Cumhurbaşkanlığı yaptı. Sizin
üzerinizde nasıl bir etkisi var? Onun
hakkında neler söylemek istersiniz?
- Osman Hoca Kocaoğlu (1878-
1968)’nun hayatı mücadelelerle geçti. O
daha 20 yaşındayken 1898’de Çarlık
Rusyası'na karşı Türkistan’da patlak veren
Andican ayaklanmasında tutuklanan 900
kişi arasındaydı, sonra o yarı bağımsız
Buhara Emirliği vatandaşı olduğu için
Buhara Emirliği’ne gönderildi. Osman
Hoca daha sonra 1900 başlarında
Türkistan’daki Ceditçilik (Yenileşme)
hareketi içinde yer aldı, 1909’da Kırım’ın
Bahçesaray şehrine giderek büyük Türkçü
ve Ceditçi Gaspıralı İsmail Bey’in yanında
1 yıl kalarak onun Cedit okullarının
yöntem ve ders araçları konusunda bilgi
aldı. 1920’de İstanbul’a geçerek
İstanbul’daki Osmanlı aydınları, İttihad-ı
Terakki ve Genç Türklerle tanıştı.
Buhara'dan gelen başka aydınlarla
İstanbul’da Buhara Tamim-i Maarif
Cemiyeti’ni kurarak onun nizamnamesini
bastırdı (1911). Bu derneğin amacı Buhara
ve Türkistan’dan öğrenciler getirterek
İstanbul ve başka yerlerde onların yüksek
eğitim almalarını sağlamaktı. Osman Hoca
İstanbul’da 3 yıl kaldıktan sonra 1913
yılında Buhara Emirliği’ne dönerek orada
Gaspıralı’nın Cedit okulları modelinde
modern ilkokul ve ortaokullar açmaya
başladı. Ancak, Buhara Emiri Alim Han ve
Çar Rusyası bu modern okulların halkı
aydınlatmasından rahatsız olunca, Buhara
Emirinin buyruğuyla bu okullar kapatıldı.
Genç buharılar (Yaş Buharalılar) hareketi
1916’dan sonra siyasi harekete dönüşerek,
Emirlikten meşrutiyete geçilmesi için
faaliyet ve mitingler yapmaya başladı.
1920’de Buhara Emirliği devrildi ve yerine
bağımsız Buhara Cumhuriyeti kurulunca,
Osman Hoca önce Maliye Bakanı oldu ve
bir yıl sonra 1921’de Cumhurbaşkanı
seçildi. Buhara Cumhuriyetini 5 ülke
tanımıştı: Ankara hükümeti, Rusya,
İngiltere, Afganistan ve İran.
1921’de Osman Hoca Türkiye'den
gelen yardım isteği üzerine İstiklal Savaşı
sürerken Anadolu’ya verilmek üzere 100
milyon altın Ruble karşılığı altınları trenle
Moskova’ya göndertti (o sırada tek ulaşım
yolu bu idi, bu altınlar Afganistan ve İran
üzerinden Anadolu’ya gönderilemezdi).
Moskova'daki Sovyet yönetimi ise, o 100
milyon altın Ruble yardımın ancak
%20’sini Anadolu'ya bir bölümü nakit altın
para ve bir bölümü silah ve mühimmat
olarak ulaştırdı, %80’ini kendileri aldılar.
Osman Hocanın ilk işi Sarıkamış ve
Ardahan'da Ruslara tutsak düşüp
Sibirya'daki Krasnoyarsk şehrindeki
kamplardan kaçarak Taşkent’e gelmiş olan
Osmanlı Türk subaylarına Buhara bir
çekirdek ordu kurma görevi verdi. Bu
kurulan çekirdek ordudan bir kaç birlikle
Osman Hoca 1921 Aralık ayında Buhara
Cumhuriyeti içindeki Duşanbe şehrinde
(bugünkü Tacikistan’ın başkenti) bulunan
Bolşevik Rus ordu karargâhına hücum etti
ve oradaki Rus generalleri, Rusya büyük
elçisini esir aldı. O sırada Doğu Buhara'da
bulunan Enver Paşa da komutasındaki
subay ve askerlerle Osman Hocaya
5
planlandığı gibi yardıma gelecekti. Ancak,
İbrahim Lakay adlı bir hain Basmacı lideri
Afganistan’a kaçmış olan eski Buhara
Emiri Alim Han ile anlaştığından, Enver
Paşa ve arkadaşlarını değişik köylerde ev
hapsine almıştı, Enver Paşa’nın
Duşanbe’ye gitmesine izin vermedi. Enver
Paşa’nın gelmemesi ve üstelik İbrahim
Lakay’ın bazı silahlı adamlarının Buhara
ordusunu arkadan vurması ve Taşkent’ten
gelen yeni Rus birlikleri yüzünden Osman
Hoca yaralandı ve ordusu yenildi. Osman
Hoca Afganistan’a çekilmek zorunda kaldı.
(1922)
Afganistan’da da Sovyet Rusya
Osman Hocanın oradaki faaliyetlerini
yakından izledi ve Afgan kralından Osman
Hoca’yı ya Moskova'ya vermesini ya da
yurt dışına çıkarmasını talep etti.
Osman Hoca eşiyle birlikte Ekim
1923’te İstanbul’a geldi. İstanbul’a 1925’te
Eski Başkurdistan cumhurbaşkanı Zeki
Velidi Togan ve Alaş-Orda ile Türkistan
Muhtariyet hükümetlerinin önderi Mustafa
Çokayoğlu gelince, onlarla 1925’te
İstanbul'da toplantı yapan Osman Hoca
İstanbul’da Yeni Türkistan ve Paris’te Yaş
Türkistan dergilerinin yayımlanması için
anlaştılar. Sovyetlere karşı mücadele
İstanbul ve Paris’te yürütülecek,
kamuoyuna Türkistan’ın bağımsızlığı
düşüncesi aşılanacaktı.
Osman Hoca, Zeki Velidi Togan ve
başka Türkistanlı aydınlar İstanbul’da Yeni
Türkistan dergisini 1927’de çıkarmaya
başladılar Arap alfabesi ve Türkiye
Türkçesinde. Mustafa Çokayoğlu ise
Berlin'de okuyan Türkistanlı öğrencilerle
Paris’te Türkistan Türkçesinde ve Arap
alfabesinde Yaş Türkistan (Genç
Türkistan) dergisini yayımlamaya
başladılar. Yeni Türkistan dergisi 1928 yılı
sonundan sonra Yeni Türk Latin
alfabesiyle 1934 yılına kadar çıktı.
Paris’teki Yaş Türkistan dergisi ise 1938’e
kadar Arap alfabesinde çıktı.
Sovyet Hükümeti’nin baskısı
yüzünden Başbakan Celal Bayar hükümeti
Bakanlar Kurulu Osman Hoca’yı 4 Kasım
1938’de Türk vatandaşlığından çıkararak
24 saat içinde Türkiye’den çıkması istendi.
Osman Hoca trenle Polonya’ya geçerek
daha önce oraya gelmiş olan eski
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Mehmet Emin
Resülzade ve başka Türk aydınları ile
buluştu ve sonra İran’a geçerek,
Türkiye'deki eşini de Tahran’a getirtti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Osman Hoca
ve eşi (annem) Tahran’da kaldılar, Özey
ablam 1941’de orada doğdu. 1944 yılı
sonunda Türkiye Osman Hoca’ya yeniden
Türk vatandaşlığı verince, Osman Hoca,
annem ve ablam İstanbul’a döndüler. Ben
de 1947’de İstanbul’da doğmuş oldum.
Eğer Osman Hocaya Türkiye dönüş hakkı
verilmeseydi, demek ben de İran’da
doğmuş olurdum.
Osman Hoca’ya Atatürk 1923’te
T.C. Başbakanlık Örtülü Ödeneği’nden
aylık bağlatmıştı. Demokrat Parti iktidarı
sırasında bu aylık 1950-1960 arasında
kesildi. 1960 Devriminden sonra bu aylık
Alparslan Türkeş’in özel girişimiyle
Osman Hoca’ya yeniden verilmeye
başlandı 1968’de ölümüne kadar, daha
sonra da bu aylık annem Hakime Hanıma
verildi onun 1995’te ölümüne kadar, sonra
kesildi.
- Türkler üzerine yapılan tarihi,
etnik, dilbilimsel, sosyal ve kültürel
alandaki çalışmalara ilginiz var. Bu
çalışmalar hakkında bizi
bilgilendirebilir misiniz?
- Türk dili, edebiyatı, kültürü,
tarihi, siyasi tarih, uluslararası ilişkiler
konusunda 120’den fazla Türkçe ve
İngilizce yazım var. Kitap olarak da, 8
Türk lehçesinde konuşma cümlelerini
içeren Türk Dünyası Konuşma Kılavuzu
(İstanbul: TDAV, 1992), Türkistan tarihi
konusunda Türkistan’da Yenilik
Hareketleri ve İhtilâller (Haarlem,
Hollanda: SOTA, 2001) ve kaybolmakta
6
olan Türk dili kollarında Karayca üzerine
de İngilizce Karay: The Trakai Dialect
(Münih: Lincom Europa, 2006) adlı
çalışmalarım var. 2015 yılı içinde
Afganistanlı halk edebiyatı araştırıcısı
Abdulkayyum Azizi ile ortak çalışmam
olarak Afganistan Özbek Ağızlarından
Derlenmiş Bilmeceler adlı çalışmamız
yayımlanacak. Ayrıca son 20 yıldır
üzerinde çalıştığım 13-14. yüzyıl Kuman
Türkçesindeki dil anıtı Codex Cumanicus
adlı eserin çeviri-yazı, çeviri-ses ve
sözlüğünü hazırlıyorum yayıma 2016’da
basılmak üzere. Yine 2016’da
yayımlanacak olan Kurtuluş savaşı
sırasında şehit düşmüş ve eserleri
bilinmeyen Türk şair ve yazarı Şerafettin
Özdemir (şair Ahmet Kutsi Tecer’in
ağabeyi)’in kızı tarafından bana verilmiş
olan 8 defterlik toplu eserlerini (şiirler,
hikâyeler, piyesler, mektuplar)
hazırlıyorum.
- Akademik kariyerinizin
yanında şiir ve öykü de yazıyorsunuz.
Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Şiir ve hikâye benim
çocukluğumdan beri, sanırım 8-9
yaşlarımdan bu yana sürüyor. Ancak, uzun
süre akademik çalışmalar ve ders
yoğunluğu yüzünden epey aralar da
verdim. 1996’da Ömer Seyfettin Hikâye
Yarışmasında ikincilik ödülü verilmişti,
birkaç hikâye Türk Edebiyatı (İstanbul
Türk Edebiyat Vakfı) dergisinde
yayımlandı. Ancak artık hikâye
yazmıyorum yoğun olarak şiirle
uğraşıyorum.
Şiirlerim de çeşitli edebiyat
dergilerinde yayımlandı. Şimdi ağırlıklı
olarak internet sanal dergileri (Antoloji,
Edebiyat Defteri gibi siteler) ile Facebook,
Twitter gibi sosyal medyada yayımlanıyor.
Şiirde arı duru Türkçe kullanıyorum,
yabancı sözler olmadan arı Türkçeyle her
türlü duygu ve düşüncenin dizelerde
verilebileceğini göstermek için. Genellikle
kısa şiirler yazarım (1, 2, 3, 4, 5, 6 dizelik).
- Yurt dışında ve yurt içinde
akademik hayatınıza devam
ediyorsunuz. Yurt dışında çalışan bir
akademisyen olarak bu durumun
artıları ve eksileri nelerdir?
- Yurt dışında bir üniversitede
yabancı öğrencilere Türk dili, edebiyatı,
tarihi, kültürü konusunda bilgi verebilmek,
Türkçeyi ve Türkleri sevdirtebilmek güzel
bir duygu ve heyecan vericidir. Buna
karşılık yurt özlemi, arkadaşlardan ayrı
kalmak üzüyor kişiyi, özlemle geçiyor
günler. Yalnız güz ve bahar dönemlerinde
Ağustos sonu ile Mayıs başında ABD’de
ders veriyorum, yazları ise 4 ay Türkiye'de
oluyorum.
Öte yandan, Amerika'daki bir
üniversitede çalışmanın kaynaklar
açısından büyük yararı var. Çalıştığım
üniversite kütüphanesinde bulamadığım bir
yayını ABD’deki başka üniversitelerden 2
aylığına ödünç getirtme imkânı var.
Bilgisayar başında üniversitemin
kütüphanesindeki kişisel hesabımdan
istediğim eserin adını girdiğimde karşıma o
eserin başka hangi üniversitelerden
getirtebileceğim menüsü çıkıyor, o eserleri
işaretledikten en çok 4-5 gün içinde o kitap
bana geliyor. Onu okuduktan bizim
kütüphane o eseri alındığı kütüphaneye
geri gönderiyor. İstanbul’da Koç
Üniversitesi'nde çalışırken böyle bir
imkâna sahip değildim.
Ancak Marmara Üniversitesi ve
Koç Üniversitesi'nde Türk öğrencilere
verdiğim dersleri de özlüyorum, yurt
dışında olduğumdan Türk öğrencilere ders
verebilme özlemim zaman zaman artıyor.
Yaz ayları bazen Kazakistan’da Kazak
üniversitelerinde kısa seminerler ve
Türkiye'deki üniversitelerde de birer
günlük konferanslar vererek bu özlem de
giderilmiş oluyor birazcık da olsa.
- Yurt dışında Türklere ve
Türkoloji'ye bakış açısı nasıl?
Gözlemlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
7
- Bakış açılar kuşkusuz
Türkologdan Türkoloğa, bilimkişilerinden
bilimkişilerine değişiyor. Genelleme
yapmak o kadar sağlıklı olmaz. Türkleri
sevenler de var, sevmeyenler, önyargılı
davrananlar da. Örnek verirsem, Türkleri
sevmeyen Ermeni veya başka milliyetten
olanlarla karşılaştığım gibi, Türkleri içten
seven ve önyargılı olmayan birkaç Ermeni
asıllı Amerikalı bilimkişisiyle de tanıştım.
Belki bu konuda kendimizden de örnek
verebiliriz. Bizde de başka bazı milletleri
sevmeyen bilimkişileri olduğu gibi,
önyargılı olmayan bilimkişilerimiz de var.
- Son olarak Bengütaş Duvar
Gazetesi hakkında neler söylemek
istersiniz?
- Bengütaş Duvar Gazetesi'ni
çıkaranlarla buna emek verenleri kutlamak
isterim. Türk kültürünün bütün alanları
konusunda sanal ortamda geniş
toplulukları bilgilendirmek çok yararlı bir
girişimdir. Özellikle böyle söyleşiler
yoluyla bu alandaki hoca ve
araştırmacıların tanıtılmaya çalışılması da
çok güzel. Sizlere başarılar dilerim!
- Bize zaman ayırıp soruları
cevapladığınız için gazetemiz adına
teşekkür ederim.
- Ben de sizlere içten sevgilerimi
yolluyorum, sağ olunuz, var olunuz!
SADECE SEVDİM
Buse ÇEÇEN
En çok ellerini sevdim
Onlardı çünkü yüreğimi yakıp kavuran
Birde gülüşünü sevdim
Gözlerinin derinliklerindeki seni…
Aslında ben seni değil
Senin içindeki küçük çocuğu, samimiyeti sevdim
Ya da senin bedeninle bütünleştirdiğim o masum insanı sevdim
VİRANE
Mesut YILMAZ
Ağaçlar döktü son nefesini
Ellerimde üşüyor çiğ tanesi
Bulutlar ağlamaklı, kan çanağı gök yüzü
Ufkuna dalmış yüreğim yalnızlığın
Arıyor virane yokluğunda seni
Yıkıntıları içinde gönlümün
Kaybettim senide her şeyi de
8
Tanıtım
"BENGÜTAŞ"LARA ADANMIŞ BİR
ÖMÜR: CENGİZ ALYILMAZ
İhsan BAYRAK
Bengütaşlar, tarihimiz, kültürümüz ve dilimiz hakkında
bilgiler veren önemli kaynaklardandır. Bu kaynaklar, birçok araştırmacı
tarafından araştırılmış ve incelenmiştir. Bu araştırmacılardan biri de Prof.
Dr. Cengiz Alyılmaz'dır.
Cengiz Alyılmaz, 1964 yılında Kars'ta dünyaya geldi. İlk
ve orta öğrenimini Kars'ta ve Aydın’da tamamladı. 1986 yılında Atatürk
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden
mezun oldu. Aynı yıl Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Eğitimi Bölümü Türk Dili Anabilim Dalı'nda açılan araştırma görevlisi sınavını
kazandı ve 1987 yılında göreve başladı.
1988 yılında, henüz 24 yaşındayken "Türk Dili
Uzmanı"; 1994 yılında “Türk Dili Doktoru" oldu. Bu genç
yaşlarda dil konusuna merak sarmıştı, henüz çok gençti ve
içindeki araştırma arzusu üst seviyedeydi. Bunun için yola
koyuldu. Araştırmaya, belgelemeye başladı. Ata toprakları
olan Orta Asya'da başladı çalışmalarına, karış karış gezdi
toprakları; kültürümüzün, yazımızın, damgalarımızın izini
sürdü. Hiç yorulmadı, çünkü bu işi severek yapıyordu.
Yandaki resimde arka plandaki tabloda sırtını verdiği anıt
gibi bengü çalışmalara imza attı. Aslında resim anlatıyordu
herşeyi; sırtını ve ömrünü verdiği anıtlarla bir hayat kurdu
kendine. Tıpkı bir tarlada insanların bütün alın terilerini
verdikleri topraklarına uzanıp buldukları huzur gibi.
Arkadaki anıt ona huzur veriyordu. Ayrıca ince bir mesaj
vardı bu fotoğrafta: " Sırtını tarihine, kültürüne, diline
verirsen o sırt bir daha asla yere gelmez."
1997 yılında, Moğolistandaki Türk
yazıtlarını kurtarmak ve Ötüken Türk
kültür ve medeniyetini ortaya çıkarmak
amacıyla başlatılan ve Türk İşbirliği ve
Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) tarafından yürütülen Moğolistan'daki
Türk Anıtları Projesi'nde "Epigrafya
Grup Başkanı" ve “Üst Kurul Üyesi”
olarak görev aldı.
1997-2002 yılları arasında
Moğolistan'da, Türk anıt ve yazıtlarıyla
ilgili araştırma ve incelemeler yapıp Eski
Türk Yazıtları'nın epigrafik
belgelemelerini gerçekleştirdi.
Moğolistandaki çalışmaları sırasında
Moğolistan Millî Üniversitesi bünyesinde
Türkoloji Merkezi açılması için proje
hazırladı ve merkezin açılmasına vesile
oldu. Kırgızistan’da bulunduğu sırada
“Orta Asya'daki Kültür ve
Uygarlıkların Araştırılması“ adlı bir
proje hazırladı.
Bütün bu çalışmalarda Türk
kültürüne ve Türk diline hizmeti esas aldı.
Biliyordu ki araştırılması gereken çok şey
vardı. İzlerin sürülmesi gerekiyordu ve
bunu yapmak için yorulmaz bir bilim işçisi
olmak lazımdı. Bu yola çıkmadan iyi
9
düşünmek gerekiyordu, çünkü bu yol
herşeyiyle kendini bu yola adamış kişiler
istiyordu.
Cengiz Alyılmaz, 2006 yılında
doçent; 2012 yılında “profesör” oldu.
Alyılmaz, Atatürk Üniversitesi ve Pekin
Üniversitesi arasında 2009 yılında
başlatılan ve hâlen devam eden Çin Halk
Cumhuriyeti, Orta Asya Türk
Cumhuriyetleri ve Rusya
Federasyonu’ndaki Yazıtlarla İlgili
Epigrafik ve Fotogrametrik
Araştırmalar adlı uluslararası projenin
eşbaşkanlığı görevine getirildi.
2012 yılında Uluslararası TEKE
(Türkçe Edebiyat Kültür ve Eğitim)
Dergisi’ni bilim dünyasının istifadesine
sundu.
Gezdiği, gördüğü, araştırdığı
yerlerde bulduklarını resmetti, belgeledi.
Tıpkı yazıtlarda geçen: "Her ne sözüm
varsa bengütaşa vurdurdum, yanılıp
öleceğinizi de buraya vurdum" sözünü
hayata geçirmişti ve bize: "Her ne
gördüysem buraya kaydettim, ne
araştırdıysam buraya yazdım; ileride ne
araştıracağınızı da buraya vurdum. Ey
Türk, atalarının sana bıraktığı izleri sür ve
mirasına sahip çık" diyordu. Kökten
başlamıştı resmetmeye; gövde kökten
geliyordu. Yandaki fotoğraf bunu iyi
anlatıyordu. İyi çalışmak gerekiyordu,
çünkü en ufak bir ayrıntıda bile çok şey
saklıydı. Bunu çok iyi biliyordu ve bunun
için kaçırmadı en ufak bir ayrıntıyı. Yola
çıktığında biliyordu ki bu kutlu yolda
yürümek için ilk başta inanmak lazımdı.
Bunun için yeri geldi toprağa yattı,
toprağıyla bütünleşti; yeri geldi yükseklere
tırmandı, göğüyle bütünleşti. Ne demişti
Bilge Kağan: " Ey Türk milleti beyleri!
Üstte gök basmadıkça altta yağız yer
delinmedikçe senin ilini, töreni kim
bozabilecekti?"
Uzun süren çalışmalar için eşinden,
çocuğundan uzak kaldı. Eşi Doç. Dr.
Semra Alyılmaz kendisini yalnız
bırakmadı. Sevgi ve gönül bağının yanında
bu araştırmalar ile aralarında bengü bir bağ
vardı. Hem hayat yoluna hem de bu yola
birlikte baş koymuştular.
Sadece yazıtlar değildi ilgilendiği;
damgalarımızı aradı, resimleri aradı,
dillerde kalmış en eski kelimelerimizi
aradı, kültürümüzü aradı. O bir "ulak"tı.
Ata topraklarında atalarımızdan gelen
10
haberleri bize ulaştırdı. Bulduklarını
birleştirip bir sentez ortaya koydu. Gezip
araştırdığı yerler Türk Kültür Havzası'nı
içine alıyordu.
Cengiz Alyılmaz, 2013 yılında
Türk Dil Kurumu Bilim Kurulu Üyesi
olarak seçildi. Türk Dil Kurumunda Yazıt
Bilimi Kolunun ve Türkçenin Öğretimi
Kolunun kurulmasına öncülük etti;
tüzüğünü ve çalışma prensiplerini
hazırladığı Yazıt Bilimi Kolu
Başkanlığına getirildi. 2013 yılında
Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü tarafından
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Müdürü olarak atandı.
Birçok görevi aynı anda
yürütüyordu ve aynı zamanda öğrencilerini
de aksatmamaya çalışıyordu. Ardında
kendisi gibi çalışan asistanlar bırakıyordu.
Biliyordu ki insanlar hayatta kalıcı değiller
ancak yaptıkları ile sonsuza kadar yaşarlar.
Bu yaptıkları ile adı yüzyılarca yaşayacaktı
ama sadece bu yetmezdi. Bu yolu devam
ettirecek, onun inşasına başladığı yapıya
bir taş koyacak insanlar lazımdı. Bu taş,
bengü bir taş olacaktı. Bu yolda öğrenciler
yetiştirdi, bütün yoğunluğuna rağmen.
Yazıtlarda geçen: "Üstte gök basmadıkça,
altta yağız yer delinmedikçe senin ilini
töreni kim bozabilecekti" sözünü kendine
uyarlamıştı. "Üstte gök basmadıkça, altta
yer delinmedikçe seni bu araştırmalardan
kim alıkoyabilecekti. Atalarının sana
bıraktığı mirası bul ve çıkar." diyordu bize.
Atalarımız bize bengü bir miras bırakmıştı.
Bu ebedi mirası bulup, yorumlayıp
ebediyete uşlaştırmamız gerekiyordu.
Cengiz Hoca da bunun bilicindeydi. Bunun
için yola koyuldu. Nerede ufak bir iz, bir
harf, bir damga bulduysa resmetti. Sonra
bunları kayıt altına aldı, yorumladı ve
anlamlandırdı. Bir bakıma o da bize bir
miras bıraktı.
25 yılı aşkın bir süreden beri
Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan,
Kırgızistan, Özbekistan, Rusya
Federasyonu (Tuva, Hakasya, Dağlık
Altay), Moğolistan, Çin Halk Cumhuriyeti,
Japonya, Hindistan, İran, Arabistan… vd.
bölgelerde Türkoloji ve Türk dünyası ile
ilgili bilimsel çalışmalarını özveri ile
sürdürmektedir.
Cengiz Alyılmaz’ın söz konusu
bilimsel araştırma ve incelemeler
sonucunda hazırlamış olduğu 26 kitabı,
yurt içi ve yurt dışında yayımlanmış 85
makalesi, Türk lehçe ve şivelerinden 7
çevirisi, yurt içi ve yurt dışında katıldığı
sempozyum, kongre, panel ve
konferanslarda sunduğu 104 bildirisi ile 70
radyo ve televizyon konuşması bulunmaktadır.
Bütün bunlar, o inanç ve azmin;
çalışma ve araştırmanın eseriydi. Gezdiği
ve gördüğü taşta, çayırda, bayırda, ağaçta,
insanların dilinde ve kültüründe hep eski
yazılarımızı ve damgaları aradı. Bu yazılar
ve damgalar vardı, bir yerlere
saklanmışlardı. İşte bunları saklandığı
yerden çıkarmaya uğraştı. Ama sadece
çıkarmak yetmiyordu, anlamak ve
yorumlamak lazımdı. Bunu da büyük bir
özveriyle yaptı.
11
Durmadan, yorulmadan Türk
dünyasına hizmet etti. Yeni bulunan
yazıttaki yazıları okurken yaşadığı heyecan
ve bize yaşattığı gurur da aşağıdaki
fotoğrafta net olarak görünüyor. Maalesef
bu buluşa Türkiye'den ilgi gösterilmedi.
Hem yürütmekte olduğu ulusal ve
uluslararası nitelikli projeler hem de
hazırladığı kitaplar, makaleler ve bildiriler
sayesinde Türk dilinin, Türk edebiyatının
Türk tarihinin, Türk kültür ve
medeniyetinin eskiliğinin, gelişmişliğinin
ve zenginliğinin ortaya çıkarılmasına
önemli katkılarda bulundu. Bunların
nişanesi olarak:
Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından verilen “2005 Yılı Osman
Turan Türklük Araştırmaları Ödülü”ne;
“
2005 Yılı Necmettin
Hacıeminoğlu Dil Araştırmaları
Ödülü”ne,
“Türk Dünyası Yazarlar ve
Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) 2010 Yılı
Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”ne;
“Türkiye Mühendisler ve
Mimarlar Birliği 2011 Yılı Türk – İslam
Dünyası Kültür ve Sanatına Hizmet
Ödülü”ne;
“Dünya Genç Türk Yazarlar
Birliği 2011 Yılı Bahtiyar Vahabzade
Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”ne;
“2011 Yılı Kars Şehrengizi Onur
Ödülü”ne;
2013 Yılı Yeni Ufuklar Derneği
Türk Kültürü Hizmet Ödülü”ne;
Eskişehir 2013 Türk Dünyası
Başkenti Ajansı tarafından verilen Türk
Dünyası Bilim, Kültür ve Sanat Ödülleri kapsamında “Türk Dünyası Bilim
Ödülü”ne layık görüldü.
Bütün bu çalışmalar ve ödüller
gösteriyor ki başarmak için inanmak lazım.
Ve bütün bunlar için bir ömür adamak
lazım. İşte Cengiz Alyılmaz'ın hayatı ve
çalışmaları; Bengütaşlar, Türk kültürü,
yazı dili ve damgalar uğruna adanmış. Her
dakikası araştırmalarla dolu dolu geçen
hayat, titiz ve istekli çalışmalar. Belki de
bu başarının en büyük anahtarları
bunlardır. Bizzat tanışma ve sohbet etme
imkânı bulduğum Cengiz Alyılmaz, Türk
dili ve kültürünün yorulmaz, bıkmaz
araştırıcısıdır. Bu yolda kendisine başarılar
diler, saygı ve sevgilerimi sunarım.
12
Yazı Türü
MİTOLOJİK ZAMANLARA AİT BİR
DOST -HÜSEYİN YILDIZ’IN
MENKIBEVİ HAYATI-1
Doç. Dr. Özer Şenödeyici
Hakkında pek çok yazılı belge olmasına karşın hayatı ve kişiliği müphem kalmış
efsanevi bir şahsiyettir. Kimileri onun tıpkı Anka kuşu gibi ismi olup cismi olmayan esatiri
bir varlık olduğundan dem vurur. Bazı kaynaklar bu zatın isminin Zerdüşt dinine ait Zend
Avesta’da yad edildiğini savunmuşlardır. Buna göre iyilik tanrısı Hürmüz’ün sağ kolu olan
Hus Eyni iyilik ve kötülük adına verilen mücadelede “karşılıksız iyilik yapıp da karşılığında
kötülük alanlar taifesi”nin başında yer almaktadır. Bu taife ki iyilik ve kötülük arasındaki
mücadele son bulduğunda yani zaman ebede ulaştığında ordusuyla dünyaya hücum edecektir.
Bindiği kanatlı at bir nur demetine dönüşecek ve o nur kötülerin gözlerini kör edecektir. İyiler
ise o ışığın aydınlığı ile cennetin kapılarına kadar geleceklerdir. Zend Avesta bu sahneyi şöyle
anlatmaktadır: “Yeryüzünde son demler yaşanırken Tanrı Hürmüz’ün yarı tanrı dostu Hus
Eyni dünyada yapılacak son kötülüğü işleyecektir. O kötülük ki tüm iyilerin iyiliğinedir.
Kötülerin hepsini yeryüzünden silinmesinin ardından Hus Eyni kendi ordusunda çarpışanlara
soracaktır, “Ey ölümlüler! Bir daha ölmemek ve sonsuza kadar güzel yaşamak kaydıyla asla
kötülük yapmayacağınıza söz verirseniz sizin adınıza Hürmüz Efendimize kefil olacağım.
Ardından onun ile çarpışan cengâverler, kadını ve erkeği ile bağıracaklar: Ey Hus Eyni!
Ebediyen iyi olacağız ve ebediyen yaşayacağız.” Bu dokunaklı sahnelerde anlatılan Hus Eyni
adlı mitolojik karakterin bizim mitlerimizde sözü edilen Huseyn Yıldız olması muhtemel
değildir. Türk kültürüne mâl olan Huseyn Yıldız’ın İslami döneme geçişte zuhur eden bir
derviş olduğu ağırlık kazanmaktadır.
Dede Korkut Hikâyelerinin mukaddime kısmında yâd olunan Uldızoğlu Torlak
Huseyin’in de aynı karakterden mülhem bir kişilik olması muhtemeldir. Bu hikâyelerde
Uldızoğlu Hüseyin kadınların türlerinden bahseden kısmında şöyle zikrolunur:
“Bismillahirrahmanirrahim ve bihi nestain, avratlar ki üç kısımdur. Bir kısmı solduran
sopdur ki otağın ocağını söndürürler erlerin benizlerin soldururlar, diger kısmı tolduran topdur
ki rast geldükleri her topu toldurmaga yeltenürler, bir digeri ise hoplatan popdur ki anlar yek
başlarına bir memleketi batırurlar, hoplayup zıplayup yas turalar ve erlerin yolların
gözlemezler, gözleri başka cânibde, kimün ne nesnesi vardur deyü kollarlar. Ol mübarek zat
ki Hak yolundan bir dem ayrılmadı, adına Uldızoğlu Torlak Hüseyin dirler idi. Ol Yusuf-ı asr
ki malûm oldugı üzre bir dilber-i fitne-engîze mübtelâ olup sülûk-ı ehl-i irfândan cüdâ düşüp
sâlik-i ehl-i âşıkâna talib oldu, andan sonra helak olup gitti...” Dede Korkut Hikayelerinin
yazıldığı dönemde oldukça meşhur bir macera olduğu anlaşılan Uldızoğlu Huseyn Hikayesi
daha sonraları yazıya geçirilmediği için unutulmuştur. Ancak son dönemde yapılan bir
araştırmada Hikayelerin üçüncü bir varyantı Vatikan Kütüphanesinin Papa II. Jean-Paul
bölümünde ortaya çıkarılmıştır. Bu nüshada diğer iki nüshada yer almayan on üçüncü bir
1 Yazı, üniversitede edindiğimiz birikimi harcayacak bir mecra aradığımız dönemde (2005 yılı), yalnızca deşarj
olabilmek için yazılmıştır. Kadim Dostum Hüseyin Yıldız’a hürmet ve muhabbet hisleriyle ithaf ederim.
Kendisinin yazdığı nazireyi de Bengütaş’ta görmek isterim.
13
hikâye olduğu söylenmektedir. Yalnızca bir varağının mikrofilmi İstanbul Üniversitesi
mikrofilm arşivi no: 13’te bulunmaktadır. Bin bir eza ve cefa ile ulaştığımız bu varakta hikâye
şu başlıkla yer almaktadır: “Uldızoğlu Torlak Huseyn ile Bamsı Beyrekin Banı Çiçek
Yüzünden Kapışmasını Bildürür”. Nüshanın mikrofilmi güneşte çok kaldığından diğer
kısımlar okunamamıştır. Bu sebeple bu olay hakkındaki bilgilerimiz bu kadarla kalmıştır.
Papalık ise Huseyin Hikâyesi’nde kilise inancını zedeleyici unsurların bulunduğuna
hükmederek eserin neşrine izin vermemiştir.2
Türk tarihi ve kültürünün Huseyn Uldız (batılıların tabiriyle Hussain Star) kültü
aslında İslam öncesi döneme dek uzanmaktadır. Ünlü Türk bilimcisi Strahlanberg’in arkadaşı
olan Marco Desturlan Çin’e yaptığı seyahatlerinden birinde tesadüfen ele geçirdiği eski bir
varaktan “Hu-Se-Yin” adını okuyabilmiştir. Bu varakta genelde yıldızlardan bahsedildiği için
de mevcut belgenin Huseyn Yıldız’ı İslam öncesi döneme çıkaran kesin bir belge olduğunu
öne sürmüştür. Belgenin ele geçişi de bir takım entrikalarla doludur. Desturlab, İkinci Cihan
Harbi yıllarında Çin’e yaptığı seyahatte komünistlerin devriminin ardından ülkeden
çıkamayacağını anlayınca boş boş gezinmeye başlamış, ardından Kingan dağları eteklerinde
bir Budist manastıra sığınmıştır. Dazlak kafasıyla dereye su çekmeye giden ve günde üç kez
Nirvana’ya ulaşan Desturlan, bir gün mabedin arka kısmında yer alan gizli bir bölmeyi
keşfeder. Desturlan, arka kısımdaki bölmeye girdiğinde dehşete, vahşete düşer. Çünkü
binlerce kâğıt parçası tozlu raflarda öylece durmaktadır. Bunlardan birini hatıra olarak
saklamaya karar verir.
Ayrıca Divanu Lügatü’t-Türk’te yer alan bir koşukta da Uldız adlı bir yiğitten
bahsedilmektedir:
Huseyn Uldız küldi mi
Küldügini bildi mi
Bildigini kördi mi
Emdi cürek cırtılur
Ulaşıp kören zırlayu
Börtü böcek hırlayu
Damda pisi mırlayu
Öter Allah deyu deyu
Bunun yanı sıra Göktürklere ait olduğu bilinen Çengü Taşlarda da Huseyn Uldız
kültünün izlerine rastlanmaktadır. On üçüncü göbekten Kültigin’in inisi olduğu anlaşılan
(ama “ini”nin ne olduğu anlaşılmayan) bir kimsenin yazmış olduğu Çengü Taş şöyle
demektedir:
“Üze kök Tengri basmasar asra yir tilingmeser, sining kelmişingi keçmişingi atangı
törüngi kim artatı udaçı erti. Kün togısınga sü süledim, kün batısınga ü ürü üledim. Huseyn
Oglıngı özümge yagı belledüm...” Anlaşılan Kültigin’in inisi, Huseyni kendisine aşılması
gereken bir engel olarak görmektedir. Ayrıca sözlü gelenekte günümüze kadar gelmiş olan bir
destan da Huseyn’den bahsetmektedir. Geçtiğimiz asırda halk şairlerinden Aşık Tırâşî’den
derlenmiş olan halk hikayesi, destan dönemine ait bir olayın aşık geleneğinde almış olduğu
biçimi de ortaya koymaktadır. Bu hikâyenin en heyecanlı bölümü olan iki aşığın karşılaşması
2 Miladın ilk yıllarının meşhur paparazzilerinden olan İbni Kallâvi meşhur eseri El-Muhabbetü’l-Ahû Min-el
Cinneti Yâhû (Geyik Muhabbeti Cinnettendir Yahu; Çeviren: Kazım Dallanbudak, Ankara 1984)’da kiliseye
yapılan bu eleştirilere hak verir. bkz. aynı eser s. 635.
14
sahnesi çok meşhurdur ve yıllardan beri dillerden dile dolaşmaktadır. Yeşilçam’ın meşhur
“bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı” motifinin de buradan esinlendiğini
düşünmekteyiz (Encylopedia De La Turca-William Homsen, Strassbourg 1938, s. 12-18).
Mensur kısmın yalnızca bir bölümü yazımıza alarak manzum kısmı aynen vermeyi yeğledik:
“Nâkilân-ı asr ve râviyân-ı zamân bildirdiler ki o Huseyn ma’şukunu gördü ve derûnu
sûz-ı aşkla kül olduğu gibi gönlü de meşkle doldu. Bir zamanlar fakir ve hakir ayrıldığı
memleketine son model bir beyaz kısrakla ricat etti. Kesesi dolu, ama kalbi defolu idi.
Görenler onu tanıyamadı, bilenler onu bilemedi. Şehrin tâ orta yerine geldi, yüksekçe bir yere
çıktı. Maşuk’u bile onu tanıyamadı amma sahip olduklarını gördükte tanımadan da
sevebileceğini fark etti, o anda âşık oluverdi tanımadığı Huseyn’e. Aldı sazı Huseyn:
Aldın aşkımı sen yerlere çaldın
Bu dertli gönlümü dertlere saldın
Farz et şu dünyada bir tek sen kaldın
Dönülmez sevdiğim dönemem artık
Bu hakir Huseyn’i rezil ettin de
Sûz-ı firâkınla kandil ettin de
Saçların bağını sümbül ettin de
Onulmaz yâremi onamam artık
O anda sevdiceği, biriciği, çeşm-i dîdesi ile ciğeri ve mîdesi olan Maşûk birden
kafasında şimşekler çakaraktan inci dizerekten bade süzerekten yanaştı Huseyn’e. Aldı sazı
eline aldı ne dedi Maşûk:
Diyârdan gittin de kaldım bir başa
Kurtuldum sandım da basmışım yaşa
Ben talîm edemem kuru bir aşa
Yemeğimin tuzu Huseynimsin sen
Beyaz atlı prensim gel hele bana
Kesenin ağzını doğrult bu yana
Yaşayalım aşkı gel kana kana
Ben çoban sen kuzu Huseynimsin sen
O anda Huseyn duygularının Araf’ında kaldı. Bir yanda izzet-i nefs diğer yanda
tatmin-i heves. Amma yiğit adammış ki almış sazı eline almış ki ne demiş:
Bilmezsin yüreğim kaç pâre oldu
Öğrendim ben aşkı kaç pâre oldu (ahenk gereği “para”, “pâre söylenmiş”)
Aşkımı kemiren bir fare oldu
Bitirmiştir beni aşüfteliğin
Gidersin cennete hûri diye sen
Azmış müslümana tek hediye sen
Benimçün yeltenip çiğ tavuk yesen
Bitirmiştir bu aşkı cevvâreliğin
Huseynim bu ilden kimlere gidem
15
Şimden geri derdim kimlere diyem
Dostum Özerimin sözünü tutam
“Sevdalısı olmaz âvâreliğin”
Amerika’nın hemen ortasında bulunan “Kızıldere” mezrasına mensup Kızıldereliler
(Günümüzde “e-i” değişimi neticesinde “Kızılderili” olarak söylense de galattır) de Huseyn’e
ayinlerinde okudukları dualarda yer vermişlerdir. “Kızgın kumlardan soğuk sulara geçişin
tanrısı” olan Kızgın Kumlardan Soğuk Sulara Geçen Tanrı’ya adaklar adanırken O yâd edilir.
Türklerin ve Kızılderelilerin akraba oldukları yolundaki tezler de tamamıyla Huseyn’e
bağlanır. Bir de çadırda yaşama söz konusudur ki, Türk toprakları üzerinde ne zaman bir yer
sarsıntısı meydana gelse iki yıl çadırlarda yaşanır. Bu, mitolojik devirlere ait kardeşliği
sembolize eden bir ritüeldir. Türk kavmi kanlarına işlemiş göçebelik gereği, evlerini sağlam
yapmazlar ve en uygun fırsatta da hemen açık bir arazi üzerine çadır kurarlar. Aslında bu iki
kardeşin ayrılışı Kızılderelilerin duasında açık seçik ifade edilir. Aynen tercümesini
alıyorum.3
“Ugh -dilimizde karşılığı selâmünaleyküm’dür-
Ulu Manitu, sen ki iki kardeşi birbirinden ayırdın, araya boğazlar koydun, sen ki
onların samimiyetini beğenmedin. Onlar ki kımız içtiklerinde kendilerinden geçerler, onlar ki
kımızı sek ve mezesiz içerler. Toprak daha çatlamamıştı, kıtalar daha ayrılmamıştı. Kardeş
kardeş yaşardık o kavimle. Birden depremler oldu, kıtalar birbirinden ayrıldı, kardeşler ayrı
düştü. Bak o gün bugündür çadırlarda yaşarız. Girdi araya Bering Boğazı, dağıttık şanzımanı
–bunun da dilimizde karşılığı yok- unuttuk kışı yazı. “Yıldız”lar döküldü yeryüzüne, kanar
olduk âdîlerin sözüne. Sen koru Ulu Manituuuu, auuuuuuuu!”
Dünyaya nereden geldiği bilinmeyen, nereye gittiği de aynı üstü kapalılığa sahip olan
bir karakterin tarihi seyrine değindik. Huseyn’in kim olduğu önemsizdir. Önemli olan onun
naçiz vücudu değil, bıraktığı eserleri ve kültürümüze tesirleridir. “Bâkî kalan bu kubbede bir
hoş sadâ imiş”. Esen kalınız.
3 Tercüme esnasına bana yardımcı olan aziz kızıldereli dostum “Sabah Kahvaltısında Nergis Çiçeği Yiyen
Öküzümsü Ayı”ya teşekkürü bir borç bilirim. Eşi “Gece Karanlığında Makyaj Yapabilen Kozasız Kelebek”e de
selamlarımı iletirim. Nasılsınız iyi misiniz, küçüklerimin ellerinden büyüklerimin vs.
16
Deneme
MİSTİK BİR ŞÂİRİN
GÜNCESİNDEN NOTLAR
- Özer Nâmlı Vaslî Efendiye Nâm
Virildiğüdür -4
Hüseyin YILDIZ
Okuyucuya Birinci Not:
Mistik şâirin ismine ulaşılamamıştır. Başına ne
geldiği bilinmemektedir, güncesinden de yalnızca
aşağıdaki üç günü kapsayan yapraklara
ulaşılabilmiştir.
29 Ocak 2005, Cumartesi
Bir şey iyi olmuyorsa kötü de mi olmuyor?
Özerü’d-din Vaslî Efendi
Türk edebiyatı zaviyesinden bakıldığında ismi – son derece gizli bir şahsiyetmiş gibi –
anılmaya korkulmuş bir zât olan Özerü’d-din Vaslî Efendi5 hakkında üç beş kelâm etmenin
lüzûmuna kanaat getirdikten sonra, konuyla ilgili sözlü ve yazılı kültür mahsullerinin te’mîni
için üstün bir çaba sarf etmekteydim. Vaslî Efendi hakkında pek çok rivâyete tesadüf
etmemek yâhud alelâde bir şahsiyetin urbasının iç cebinde taşıdığı bir cönkte bile Vaslî’nin
bir beytinin bulunmamasının neredeyse mümkînâtı yoğidi. Mitolojik zamanlardan başlayarak
18. asrın ikinci yarısına kadar bu zâtın ismine bir yerlerde rastlamak artık beni şaşırtmıyor,
sadece bir anlık merâkımı kamçılıyor, akabinde de insanın yüzünde tatlı bir esinti bırakan bir
meltem gibi ilim güzergâhımızdan geçip zihin arşivimizdeki yerini alıyordu.
Vaslî hakkındaki en eski bilgi ünlü Türkolog Bang Bang’ın Türk Esâtîri ve Klasik Batı
Kaynaklarında Türkler (Agutto Kardassowitz - Wiesbaden,1787) isimli çalışmasında
geçmektedir. Aynen aktarıyoruz:
Milattan önceki devirlerde, Türklerin atası olarak kabul edilen Hiung-nu’ların da
kökünün dayandığı büyük sultan Ulıg Kam Börk Kan6 zamanında yaşamış olan
4 Bu yazı, kadim dostum Özer (Şenödeyici)’le Ankara sokaklarında dolaşıp, Güven Park’ta çay içtiğimiz,
kitapçılardan 1 milyon liraya üç kitap aldığımız – o zamanlar Türk lirasından sıfırlar yeni atılıyordu ve biz
henüz alışamamıştık – dönemde (2005 yılı) yazılmıştır. Kadim dostuma en samimi duygularımla ithaf ederim. 5 Özerü’d-din Vaslî Efendi ismi fevka’l-âde uzun olduğundan metinde bazen, kendisinden kısaca Özer diye bahis
edilecektir 6 Türkler ile Almanlar (bilhassa Türkçe ve Almancada rastlanan benzerlikler münasebetiyle) arasında bir
akrabalık olabileceği tezini ilk defa Macar Türkolog Janos Rızai (Yanoş Rızayî) Birinci Türkoloji Kurultayında
dile getirmiş ve buna misâlen de Türkçedeki –lIk eki ile Almanca –liech sontakısını ve Ulıg Kam Börk Kan
ismini göstermiştir. İki ekin benzerliği ilk anda göze çarpıyor, işlevsellik ve görev bakımından incelendiğinde de
son derece düşündürücü sonuçlara ulaşılıyor... Rızai’ye göre bir Alman şehri olan Hamburg’un ismi de Türklerin
büyük büyük büyük atası olan Ulıg Kam Börk Kan’ın isminden gelmektedir. Yine ona göre ismin başındaki
17
isimsiz bir kahramandan bahseden Çin kaynakları; kendi ataları Khai To-kai’lerin7
bu Ulıg Kam Börk Kan’dan pek çok kez mağlubiyet duygusunu tattıklarını da Çin
papirüslerine nakşetmeyi ihmal etmemişlerdir.
Bu isimsiz kahraman, o devirlerde başlayan ve yüzyıllarca devam edecek olan
Türk – Çin savaşlarında büyük cengâverlikler göstermiş ve düşman kuvvetlerine
muazzam zayiât verdirmiştir. Onun bu muvaffakiyeti elbetteki yüce sultan Ulıg
Kam Börk Kan’ın da dikkatinden kaçmamıştır. Onunla tanışmak isteyen Ulıg Kam
Börk Kan, kahramanı yanına çağırtarak ismini öğrenmek istemiştir. Aldığı cevap
üzere kahramanın isimsiz olduğunu öğrenen Ulıg Kam Börk Kan ona bir isim
vermek istemiştir ve gecelerce düşündükten sonra rüyasına giren bir Aksakalın
verdiği fikir kırıntısının neticesinde, Türk milletinin bağrından çıkan, yiğidin
harman olduğu yerden gelen, Ulu Türk’ün öz çocuğu olan bu cengâvere “Öz” ve
“Er” isimlerinin terkibinden oluşan “Özer” ismi layık görmüştür.8 Daha sonra
Türklerin müslüman olmasıyle Türklerin bir hevesle zaman zaman çevrelerinde
“Ulıg” sözcüğü esasında bir sıfattır ve Günümüz Almancasında unutulmuş olup şu anda “groß” sözcüğüyle
karşılanmaktadır. Bu yüzden pek bir önem arz etmez. İsmin sonunda bulunan “Kan” sözcüğü ise Günümüz
Almancasında “khan” şeklinde yaşayan ve “hükümdar” manasında kullanılan Türkçe bir sözcüktür. İsmin orta
kısmını teşkil eden ve Rızai’ye göre Hamburg şehrinin isminin kaynağı olan “Kam Börk” kısmı ise tamamen ses
değişmelerine dayalı olarak günümüzde “Hamburg” şeklini almıştır. Bazı kendini bilmezler “burg” sözcüğünün
“şehir”, burjuva yani “burgiva” sözcüğünün de “şehirli” anlamına geldiğine vurgu yaparak ukalalık yapmak
isteyebilirler. Onlara verilecek cevap da işte “börk” kelimesinde saklıdır. Börk “genellikle hayvan derisinden
yapılan başlık” manasında kullanılan bir giyecek adıdır ve eski Türklerde yalnızca hükümdarın giyebileceği
başlık anlamında kullanılmıştır. Hükümdar idarî bir yerde bu işi ifa edebileceğinden bu işin yapıldığı yere, yani
“il”e törü (yahud töre) gereği olarak bir isim verme lüzûmiyeti doğmuş ve neticede “börk” ismi verilmiştir. Hatta
uzunca bir süre Türkler başkent yerine il, kut, törü, börk kelimelerinden oluşan şu birleşik isimleri
kullanmışlardır: İlbörk, kutbörk, ilkut, törübörk, iltörü, kuttörü. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Arthur
Baudelaire, Türklerde Yerleşik Hayatın Tarihi, Paris, 1895; Charles Perwiniev, Eski Türklerde Devlet Anlayışı,
Moscow, 1953; Muhittin Rıza, Hayatü’l- İctimâî (Türkler bahsi), Beyrut 1964; Mehmet Emin Topçu, Türklerin
Sosyal Hayatına Şöyle Bir Bakış, Ankara, 1985; O. M. F. Rahmeti Pamir, Türk İçtimaî Müesseseleri Tarihine
Giriş, İstanbul, 1947…) 7 Khai To-kai’ler Çinlilerin ataları olup Çin Seddini ihâleye ilk açanlardır. Ancak ihâleyi kazanan Büyük Kardeş
Chou-i Hanedânı işi zamanında bitiremeyip, üstelik seddin deniz kıyısına yapılan bir kısmının da 3.1
şiddetindeki bir tsunamide târumâr olması neticesinde dönemin dâhiliye nâzırı Fang Ting Kong ikinci bir ihâle
açmak zorunda kalmış ve iş, deniz kıyısında olan bölümler de iptal edilerek Tsu-i’n hânedânına verilmiştir.
(Ayrıntılı bilgi için bkz. Peter Peterson, Çin’in İçinden misin?, Beijing, 2000; Muttalib Ferhengî, Çin’den
Selamlar, Tahran, 2002; İkik-ei Ti-kie, Kültür ve Tarih Bağlamında Çin, Beijing, 2004 ) 8 Bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Meselâ ünlü Türkolog ve Arabist olan James Nerély Ulıg Kam Börk
Kan’ın sarışın ve yeşil gözlü, filiz gibi bir delikanlı olan kahramana isim vereceği sırada “Öh höö öö” diye
öksürmesini müteâkiben, Farisî lisânında Türkçe “sarı” kelimesinin mukâbili olan “zer”i telâffuz etmesini esas
alan ve elde kalem hazır bekleyen kâtipler nüfus kayıt defterine “ö-zer” lafzını kaydediverirler. İşbu vakitten
sonra kahramanın isminin “ö-zer” yani “sarı” manasına geldiğini belirten Nerély, buna delil olarak da
kahramanın sarışın olduğuna dâir yüzlerce vesikayı öne sürmüştür. Bir diğer rivayet ise Kanadalı Folklorist Steve
McCalinn’in görüşüdür. McCalinn’e göre hükümdarın kahramana “Özer” ismini vermesinin sebebi, kahramanın
savaş meydanında çok iyi iş görmesi ve önüne geçen herkesi adeta yoğururcasına özeye özeye yere yapıştırıp,
insanın bir nevi pestilini çıkarmasıdır. Bu yüzden Türkçe bir isim olan “öz” sözcüğüne isimden fiil yapma eki
olan “-e”nin eklenmesiyle vücûda getirilmiş olan “öze-” fiili, ismin asıl köküdür ve isim olan “özer” ise “özeyen,
özemekte olan, özeyici” anlamlarına gelmektedir. Hatta kahramanın 45. göbekten torunu olan ve Türkiye’nin
Kocaeli vilayetinde ikâmet eden vârislerinin kendilerine soyadı olarak “şenödeyici”yi seçmeleri hiç de tesâdüfî
olmasa gerektir. Daha çok Arapçanın etkisiyle meydâna gelen bir ses hâdisesi olan “–z– > –d–” değişikliği
(örneğin. velezzâallîinn > veleddâallîinn) dikkate alındığında “şenödeyici”nin hadd-i zâtında “şenözeyici”
olduğu kolaylıkla anlaşılabilecektir. (Bu konuda bkz. James Nerély, Türklerde İsim Verme Âdeti Üzerine Bâzı
Mülâhazalar, Türkiyât Mecmuâsı, Cilt 2, 1905, s. 101-156.; James Neréely, Türklerde Unvan ve İsimlerin
Kökeni Üzerine Bir Giriş Denemesi, Central Asiatic Journal (7), 1918; Mesûd Feihreinhairth, Türklerde İsim
Kültürü, Berlin-İstanbul, 1980)
18
Arabî ve Acemî isimlere yer vermesinden etkilenen Özer kendisine mahlas olarak
“Vaslî”yi seçmiştir.
Anlaşılacağı üzere Özer ismi Türk tarihinde ve hatta Türk edebiyat tarihinde hiç de yabana
atılmayacak önemli bir yere sahiptir. Bu yeri pekiştirmek için hem öyle fazla bir çaba da sarf
ettiği söylenemez. Sadece birkaç kalem oynatma, birkaç nutuk atma onun bu haklı şöhrete
ulaşmasında son derece etkili olmuştur. Öyle ki yüzyıllardır Avrupalı pek çok yazar çizer
takımının Anadolu, Mezopotamya, Arabistan ve Mısır coğrafyalarına yaptığı büyük projeler
çerçevesinde gerçekleştirilen seyahatlerinde tanıdığı Nasreddin Hoca, Dede Korkut, Yunus
Emre, Fuzulî, Ömer Hayyam, Mevlânâ, İbn Arabî, Ahmed Yesevî gibi pek çok mühim ve
mutasavvıf şahsiyetin arasında, belki onlardan da önde yer almayı başaran bir şahsiyettir
Özerü’d-din Vaslî Efendi. Nitekim efsâneleşmiştir ve hakkında peyderpey destanlar
yazılagelmektedir...
30 Ocak 2005, Pazar
Hiçbir şey öğretemediysem,
Mücadele etmeyi öğrettim...
Bu da bana yeter...
Özerü’d-din Vaslî Efendi
Çalışma masamın başına oturmuş ünlü oryantalist Edward Replick’in yazdığı ve ünlü
Amerikan dergisi Times’ın son sayısında yer alan Hitler’in On Yedinci Sevgilisi Hanna’nın
Psikopatolojisi Üzerine Notlar isimli makaleyi okumaktaydım. Fakat o da ne? Hanna’nın
büyükannesi Helga Tuvarthebingen’in Birinci Cihan Harbi yıllarında Anadolu coğrafyasında
gezinen, daha sonraları ismi Gestapo olacak olan Alman Millî İstihbarat Pro-Teşkilâtı (AMİP-
TEŞ) çalışanları arasında yer alan ve Türkiye’de ismi “Hatçe Bacı” olarak bilinen meşhur
Alman casusu olduğu yazıyordu.
Hafızam yanıltmıyorsa bu konuda bir şeyler okumuştum. Zannederim Sorbonne
Üniversitesinde doktora tahsili görmekte olduğum yıllardı. Hocamız Prof. Paul Dény de
Vitoc’un elinde Le Monde’un o günkü sayısı vardı ve gazetede Alman casusu Helga
Tuvarthebingen adıyla bilinen nâm-ı diğer “Hatçe Bacı”nın Kırkbirinci Özerü’d-din Vaslî
Efendi’nin sevgilisi olduğu yazıyordu. O zamanlar pek ihtimal vermemiş olmakla birlikte
gazetenin ilgili sayfasını, daha yeni yeni oluşturmakta olduğum arşivime almıştım. Gazetenin
manşetinde şöyle yazıyordu: “Alman Casusu Türk Dostu Çıktı!” Ayrıntıda ise bayağı etraflıca
bilgi veriliyordu.
Bu sırada, Prof. Paul Dény de Vitoc, Helga’nın soyadı hakkında bize bilgi vermeye
başlamıştı. Helga’nın soyadı, devrin büyüklerinden olan ve soyadı kanunu çıktığında
konulmasını bizzat arzu eden Maruf Paşa tarafından tespit olunmuştu. O dönemde çok meşhur
olan Özer ile Helga’nın aşkı, söylentiye göre bir duvar dibinde vukû bulan elektriklenme ve
sıkı münasebet çerçevesinde başlamıştı. Bu münasebetle Maruf Paşa ilgili kanun çıktığında
Özer – Helga çiftinin soyadının “Duvardibi” olmasını vasiyet ve arzu etmişti.9 Daha sonraları
9 Ancak bu rivayetin bazı ilim çevrelerince kabul gördüğü söylenemez. Nitekim, ünlü siyaset bilimci ve tarihçi
Prof. Dr. Kenan de Véren bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır. “Helga’nın soyadını Maruf Paşa’nın vasiyet
ettiği doğrudur. Netekim tarif yanlıştır. Helga’nın soyadının Tuvarthebingen olmasındaki tek etken Özer- Helga
çiftinin meşru ilişkilerini Maruf Paşa’nın “tepinen davarlar” şeklinde yorumlamaları ve bunun Alman lisanına
19
soyadı kanununun çıkması gecikmiş ve Kırkbirinci Özerü’d-din Vaslî Efendi’nin bahçe
sulamakta iken Rus mavzerlerine hedef olması sonucu Türk tarihine altın harflerle yazılan “İlk
Bahçe Sulama Şehidimiz” haklı honoré ve unvanını taşıyan kocasından ayrı düşen Helga’nın
anavatanına karnındaki küçük Özerlerle beraber (ultrason sonuçlarına göre Helga’nın üçüz
doğurması bekleniyordu. Kaynak: La Gazzetta Della Sport, 17 March 1945, İtaly) dönüşü
başlamıştı. Şu sıralar Kırkbirinci Özer’in çocuklarının Almanya’nın Leipzig kentinde bir
süpermarket işlettikleri, küçük torunu Ouzher Mauser Tuvarthebingen’in ise bahçede top
oynamakta ve boş zamanlarını bahçe sulamakla geçirdiği sanılmaktadır.
Bu konuya daha fazla temas etmenin Türk ve Alman istihbaratına olumsuz etkileri
olacağından, bugünlük, yine Özer Efendi ile ilgili olan yeni bir konuya değinmekle
yetineceğiz. 17. yüzyılda yaşamış bir zât olan On Dokuzuncu Özer Efendi’nin dostları arasında
sayılan ve asıl adı “Mehmed bin Darende bin Sâye’nde bir Pera bin Kende” olan Fâhirü’l-
Leblebî’nin esasında bir İlluminati üyesi olup hendese ve cebir ilimlerinde Bağdat
külliyelerinde elbise eskitmiş bir allâme-i cihân olduğuna dâir söylentiler vardır. Hatta o sıralar
Osmanlı ülkesine ilim öğrenmek için gelen Christopher Wallace’ın günlüğünden
öğrendiğimize göre Fâhirü’l-Leblebî otuz iki basamaklı iki sayıyı üç saniyede çarparak tam
sonucu anında verebilmekte ve müritleri aynı sonucu elde etmek için iki sayının çarpımıyla bir
hafta boyunca uğraşmaktadırlar.10
Zamanında Özer Efendinin de bu işlerle alakadar olduğu
fakat kendisine gelen bu müthiş teklifi, “Dünyanın En İyisi Olma” niyetine hizmet eden bu
fırsatı kaçırmanın aptallık olduğunu düşünerek şevkle kabul ettiği bilinmektedir. Ancak Özer
Efendinin bir süreliğine (1645 Yaz – 1647 Bahar) ortadan kaybolması son derece düşündürücü
olsa da, bu zamanda yaşadıklarını anlattığı uzun mesnevîsinde tatmin edici bilgilere
ulaşmaktayız. İlgili mesnevîye bir başka yazımızda değineceğimiz için burada fazla temas
etmemekle yetindik.
Tekrar Fâhirü’l-Leblebî’ye dönelim. Kahire’nin ünlü câmisinin iç dizaynını ve Tahran Millî
Parkı’nın çevre düzenlemesini yapan bir mimar da olan Fâhirü’l-Leblebî’nin çalışmaları ve
eserleri hakkındaki bilgilerin tamamına ulaşıldığı henüz söylenemez.11
Hatta Fâhirü’l-Leblebî
hakkında okuduğum bir makalede şöyle denmekteydi.
Yüzlerce eser bırakarak Türk-İslam hatta dünya ilim tarihinde eşine az rastlanır bir
şahsiyet olma şerifine erişmiş olan bir zattır, Fâhirü’l-Leblebî. Hakkında Avicenna
(İbn Sinâ), Alfarabius (Farabî) ve Takiyüddîn’den etkilendiğine dâir birtakım
bilgilere rastladığımız Fâhirü’l-Leblebî’nin aslında bunların tamamen beyhude
cümleler olduğunu ispatlayan bir ilim adamı olduğunu, kendi yazdığı “Yedi Onda
Beş, Onda Dört” isimli ve şu anda Batı dünyasındaki pek çok üniversitede
okutulmakta olan kitabından anlıyoruz. Fâhirü’l-Leblebî bu eserinden ismi geçen
“Tuvarthebingen” olarak geçmiş olmasıdır.” (Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.thebingen.com ; Kenan de
Véren, Bir Alman Casusu Ne Yer Ne İçer?, Türk Teşkilatçılık Kurumu Yayınları, Ankara, 1981; Edégü Spanacs,
Gestapo ve Futbol Topları Tarihine Dâir, National Geographics, 1986, Cilt: 27, s. 15-104) 10
Ayrıntılı bilgi için bkz. Christopher Wallace, Fâhirü’l- Leblebî ile 28 Gün, Westing House, Birmingham,
1678; Dennis Dé Nmeyis, Fâhirü’l- Leblebî’nin Bütün Eserleri-I Üç Kere Beş (Tercüme, Tenkitli Metin,
Tıpkıbasım) , London, 2000. 11
Bu konuda Fransız ve Çek Araştırmacıların ortak bir projesi vardır. Heyetin başında Fransız Dil Bilimci
Mérlyn F. Bookermann bulunmakta ve 2003 yazında başlayan çalışmaların 2006 sonunda bitmesi
beklenmektedir. Heyet yetkililerinden İvan Toborsky’nin yaptığı açıklamada Fâhirü’l-Leblebî’nin eserlerinden
ancak 213 tanesine ulaşabildikleri, bunlardan pek çoğunun ise eksik ya da yazısı silinmiş metinlerden oluştuğu
bildirilmiştir. Daha sonra heyet sözcüsü Mehmed Zarrî’nin okuduğu yazılı bildiride Türk, Arap ve İranlı
hükümet yetkililerinden çalışmalarını yavaşlatan ekonomik ve bürokratik engellerin telafisi yolunda destek
istendi ve bu konuda sivil toplum örgütlerinin de kendilerine yardımcı olacaklarını umdukları vurgulandı.
(Kaynak: Nevada Vileyitining Geziti, (21.01.2005) Türikşe-Orusşa Gezit, St. Petersburg, Russia)
20
üç şahsiyetin tezlerini çürütmekte ve hatta boğaza kaçan ekmek kırıntılarını ekmek
bıçağıyla çıkarabilmektedir.12
31 Ocak 2005, Pazartesi
Güvendiğin dağlara kar yağdıysa,
Yap bir kardan adam,
Kardan da olsa, adam olsun
Özerü’d-din Vaslî Efendi
Bu sabah, ofisimden içeri girdiğimde kapının altından atıldığı belli olan sarımtrak bir zarfla
karşılaştım. Zarfın üzerine keçeli kalemle “Hüseyin Yıldız’a” yazıyordu. Pul yapıştırılmamış
ya da herhangi bir postanenin mührü vurulmamıştı. Tuhaf bir posta şekliydi! Birisi bana bir
şeyler söylemek istiyordu, ama ne? Zarfı açtım ve bir kağıt parçasıyla karşılaştım. Kağıdın üst
kısmında yazı olduğunu tahmin ettiğim acayip bir şey vardı. Aslında bir tabloya benzetmiştim
bu şekli. Tuhaftı, ama tanıdık gelen bir şeyler vardı. Bunu hissedebiliyordum. Öncelikle gayet
ince bir kağıda yazılan - ya da çizilen - bu şeyleri çözmem gerekiyordu. Kağıdı hemen
tarattıktan sonra bilgisayarıma aktardım ve üç farklı dosyanın içine üç farklı isimle kaydettim.
Niyetim kağıdı tanıdığım dostlarıma, Richard Kleiderzinski gibi kriminalist, yahud Necip
Tombalacı gibi uzman arkeologlara göstermekti. Birden aklıma yeğenimin geçenlerde
bilgisayarımla uğraşırken yüklediği bir program geldi. Bu programa göre, bilgisayar ya da
daktilo ortamında yazılmış metinler olduğunda bunu elektronik ortamına aktararak insanı
uzun uzun uzun yazmaktan kurtarıyordu. Denemeye değerdi. İsmini güçlükle o anda
hatırladığım ancak şu anda unuttuğum bu programa girerek düşündüğüm şeyi yapmaya
çalıştım. Bir şeyler olmuştu galiba. En azından şimdi yazıya daha çok benziyordu. Hatta en
işaretler vardı; mesela “e, x, p, z” gibi harfleri biliyordum. Ama bu harflerin benim dilimdeki,
yani Türkçedeki ses değerleriyle bu yazıdaki ses değerleri acaba aynı mıydı? Hem baştaki
benziyordu. Sonra yatay bir çiz
O sırada içeri sarışın, uzun boylu ve bi’ttabiî güzel asistanım Tamara girdi.13
“Merhaba
Profesör” dedikten sonra yanıma yaklaşan Tamara, adeta ne yapmak istediğimi anlamışçasına
metindeki, taramadan kaynaklanan pürüzlü noktaları gidermeye başladı. Yazı daha da
netleşmişti. Ve birden “Aa” dedi, “Öz Er Han’ın şeceresi mi bu?” diye soruverdi.
Afallamıştım. Öz Er Han’ın şeceresi mi demişti bu kız?
Birisi gelmiş, bir zarfın içine Öz Er Han’ın şeceresini koymuş ve kapımın altından
atıvermişti. Yüzyıllardır aranan, fakat bulunamayan; hatta bir zamanlar haçlı seferleri
sırasında Tapınak şövalyelerinin sakladığı iddia edilen, bir ara Engizisyon mahkemelerince
12
Bkz. Dennis Dé Nmeyis, Fâhirü’l- Leblebî’nin Bütün Eserleri-IV Yedi Onda Beş, Onda Dört (Tercüme,
Tenkitli Metin, Tıpkıbasım) , London, 2000, s. 112, levha 5. 13
Aslen Gürcü olan ve yanımda Türkoloji tahsili görmekte olan Tamara, Kuzeydoğu Türkçesi aksanıyla
konuşuyordu. Babası da Gürcistan’da tanınmış bir Türkolog olan Tamara; Türkçe, Rusça, İngilizce, Almanca,
Çince, Japonca, Korece, Moğolca, Tunguzca ve Malayca üzerine yaptığı çalışmalarla gelecek vaat eden zeki,
gözleri çakmak çakmak, güzel bir kızdı ve koç burcuydu (Bkz. Eduardo Hattion, Gürcü – Türk Münasebetleri,
Nereye Kadar?, Bükreş, 1995, Marquez Sipinacci, Eski Bir Dosttan Yeni Öyküler, 1968, Napoli, İtaly)
21
yargılanmaksızın yakılan bir zat olan Aziz Augustionius’un cüzdanında olup onunla beraber
yandığı tahmin edilen; bir rivayete göre Buhara Külliyesi’nin kütüphanesinde parşömeni
insandan daha çok sevdiği düşünülen farelerce kemirildiği iddia edilen ve hatta Ermiş
Lubeydetü’l-lâh’ın kasasında sakladığı İsfahan şehrinin gayri resmi tapusunu çalan kırk
haramilerin ganimetleri arasında sanılıp da para etmediğine inanan aklı kıt bir haramînin bit
pazarında, iki tas leblebiye sattığı hakkında güçlü deliller gösterilen büyük Türk kağanı Öz Er
Han’ın şeceresini mi kastediyordu bu kız? Üstelik bir zaman o şecerenin Moğol istilası
müsebbibi Cengiz Han’ın hazinesiyle birlikte yok olduğuna dair bir makale bile yazmıştım.14
“Nasıl anladın?” diye sorduğumda verdiği cevap çok zekiceydi. “Nasıl mı, tabii ki yazıdan
profesör, biz bu yazıyı arkadaşlarımızla çetleşirken15
kullanıyoruz. Bakın dosyaya girip de
yazı seçimini “symbol” yaparsanız, bunu siz de fark edebilirsiniz.” Hakikaten de öyleydi.
Üstelik yazının tamamı da çözülmüştü. Tamara daha sonra odasından birçok doküman
getirmiş ve Öz Er Han hakkında bildiklerini anlatmıştı. Bunlar arasında birçoğunu benim de
bildiğim, ilginç bilgiler de vardı. Yaklaşık yirmi Gürcüce kaynak da bunun bir göstergesiydi.
Meşhur Gürcü ozanı Aguusta Veli’nin Yunus Emre’ye nazîre yaptığı şiirinde Öz Er Han’dan
bahsedilmesi hele son derece enteresandı. Demek o zamanlarda bile Öz Er Han’ın ismi
yabancı memleketlerde övgüyle anılacak denli büyüktü.16
Müthiş bir zekâ ürünü olan bu şiir
Türk tarihini değiştirecek nitelikte bir ehemmiyet arz etmekteydi. Tanrım, rüya mı
görüyordum yoksa!. Önce Öz Er Han’ın şeceresi ardından Agusta Veli’nin şiiri, güne fevka’l-
âde başlamıştım ve bu bence böyle sürmeliydi. O an aklıma Özerü’d-din Vaslî Efendi’nin bir
vecizesi gelmişti. Onu mırıldandım: Bir şey iyi olmuyorsa kötü de mi olmuyor!. Tamara bir
an yüzüme baktı, alakasız bir söz söylemiştim. Olsun, Özerü’d-din Vaslî Efendi’nin sözüydü
ya, o yeterdi. En sonunda…
Okuyucuya İkinci Not:
Mistik şâirin günlüğü burada
kesilmektedir.
14
Makale için bkz. Hüseyin Yıldız, Kimin Eli Kimin Cebinde…, Türk Muhakemeleri Tetkikat Mecmuası
(TÜM-TEM) Yıllığı, 1987, Ankara. 15
O vakitler kullanılan tuhaf bir Türkçe kelime olup Anglo-Sakson lisanındaki chat kelimesinden gelir, sohbet
manasınadır. 16
Rustaveli’nin Yunus Emre’ye yazdığı şiir:
აბწჭ გბად ევ თიზუფტ /// სრჰჲჳჴჶყწ ჭხ პონმძცლ /// კჩში თყღწ ჭ გბაზვქ ფ /// ე დუჲჳჵჲჱ ჰჯჟრაბგ
[Çev. Rıza Pir Meskhiedze] /// Yungus bolsan emne kılar /// Çinggis Tawda özge kar tapılbas /// Tengri bilip
turur atta yular /// Bolgança, Öz Erten car kapılbas… (Kaynak Tiflis Çocuk Dergisi, Tiflis, 2004)
22
Şiir
ÂŞIKLAR MECLİSİ’NDE
Yavuz Fermân KILIÇ
Tâhir ile Zühre Meselesi
Tâhir idi ismi
Bir türkü söyleyecek… Pek de yanık sesi
Lakin bir şart
İçinde geçmeyecek bir kelime Zühre’si
Zühre derse ölecek
Demezse herkes ona gülecek.
Hoş bir türkü… Eyvah ‘’Zühre’’ dedi
Yanacak
Hiç mi düşünmedi
Zühre, buna nasıl dayanacak?
Âh Tâhir!
Kolay olanı seçtin
Herkes sana gülecek diye mi korktun
Cândan, cânândan geçtin?
Sen görmedin, yine herkesi kendine güldürdün
Yazık değil mi
Zühre’yi âhlar içinde öldürdün?
Ferhâd ile Şîrin Taksimi
Ferhâd idi ismi
Her güzel sözüne Şîrin’i yerleştirdi
Ferhâd… Aşk yolunda kül olmuş cismi
Ferhâd… Bî-sütûn, ismini ölümsüzleştirdi.
Âh Ferhâd!
Elindeki kazmayı, havaya mı atacaksın
Yoksa Şîrin’e mi kızıyorsun?
Ferhâd… Sevda derinlerdir
Ferhâd…
Sen, dağın üstünü kazıyorsun.
Leylâ ile Mecnûn Taksîmi
Mecnûn idi ismi
Aşk yolunun resmi elinde
‘’Leylâ’’ zikri, her daim dilinde.
Çüllerin yagâne mihmânı
Öyle ki, andırıyordu bir nevi Fermân’ı
Mecnûn… Leylâ’sına sitem etti.
23
Ondandır ki, ömrü çöllerde bitti.
Âh be Mecnûn!
Bilmez misin, efendisinden şikâyet etmez, köle
Nedir bu sitem, nedir bu şikâyet
Bile bile
Leylâ’yı âhlar içinde öldürdün?
Fermân ile Mihribân Taksîmi
Fermân idi ismi
Aşktı, âşıktı, maşûktu…
Fermân… Mihribân yolunda, aşk elinden âvâre
Şikâyeti yok, en azından bir kere
Fermân…
Çöllere, özünde mihmân olan
Fermân…
Dağları, demir halkalar gibi boynuna alan
Fermân…
Ömrünün tek sermâyesi: Mihribân
Son Nefes Taksîmi
Mecnûn:’’Dermân’’ dedi
Ferhâd: ‘’ Biraz daha zamân’’ dedi
Tâhir: ‘’ Son bir imkân’’ dedi
Fermân: ‘’Mihribân’’ dedi
Ve Sonra Bilenler Dediler ki:
Tâhir olmak da ayıp, Zühre olmak da
Ferhâd olmak da, Şîrin olmak da ayıp
Leylâ olmak da ayıp, Mecnûn olmak da
Sevdâ uğruna çöle düşmek da ayıp
Dağları delmek de
Fermân ile Mihribân olamadıktan sonra
Sevdâ uğruna ölmek de ayıp
Mesele, ne Tâhir ile Zühre’yi anlayabilmek
Ne Ferhâd ile Şîrin’i
Ne de Leylâ ile Mecnûn’u
Mesele, Fermân ile Mihribân’ı anlayabilmek
Ya Fermân, ya da Mihribân olabilmek
Fermân ile Mihribân olamadıktan sonra
Tâhir olmak da ayıp, Zühre olmak da
Hatta sevdâ uğruna ölmek de ayıp
24
Hikâye
ŞAİRİN ÖLÜMLE DANSI
Tuğba BESEREK
Bir şair vardı. Gözleri şiir şiir bakardı. Bir gün melek yüzlü
cennet gözlü, pembe düşlü bir kızı sevdi. Sevda yollarında koşardı.
Can pazarından öte aşk pınarında yaşardı. Sevda büyüdükçe kız da
büyüdü. Cennetten öte kokardı. Kız pembe düşlerini odasına asar
aydınlığında yaşardı. Uyurdu şiirce. Mışıl mışıl. Gecenin uykusu
gözlerinde sevdandan bir su. Karanlığa kurulmuş pusu. Ağladı şair,
sildi göz yaşlarını. Güldü şair. Eşlik etti gülmelere. Önce canı gibi
sevdi. Sonra canından öte sevdi kızı. Kızda hayalleriyle savaşırken
anlamsızlaştı düşleri. Şair sevda bakan gözlerindeki anlamı da anlayamaz olmuştu. Şair
anlayamadı. Anlamsızlaştı her şey. Kırılır gibi oldu kalbi. Olmadı. Sabretti şair. Şiir gözlüm,
yağmur yüreklim dedi. Kokladı. Cennet kokuyordu. Cennetti kız. Kız ağlamalarının yanına
şairin de göz yaşlarını aldı. Ağlamaları sevişti her gün damla damla.
Kız ağlıyordu, şair ağlıyordu. Kız
anlatıyordu. Şair anlamıyordu.
Anlaşamıyorlardı. An’a dertlerini
anlatamadıkları için an’laşamıyorlardı. Bir
gün kara bir leke gördü şairin gözlerinde
kız. Karardı dünyası. Kara bir leke. Gözleri
kırmızı alev gibiydi. İçinin yangınlığı
karartmıştı. Yakmıştı önce özünü sonra
gözünü. Kız olmaz dedi. Gözünde kara var
sevgilinin. Belki de kör olacaktı. Kör
birinin sevemezdi. Kariyer yapacak,
sevdiceğini koluna takacak, “bu şairim
benim. Ben de onun şiiriyim. Bunu şair
eden kadın benim.” diyecekti. Pembe
hayallerinde kör birini sevemezdi.
Anlamını kaybetti tüm kelimeler. Çok
üzüldü şair. Hiç kimseye değildi sitemi.
İçine idi. Yelda gecelere, kanlı bakışlara,
yangın sevdalara idi. Çok sevdiği kalbe de
değildi kırgınlığı. Karanlık düşlerineydi.
“İncimdin, incimdin, incim benim
sevincimdin” dedi içinden.
Kız, seher vaktinde ezan sesiyle uyanır.
Gözünü açınca cancazım der sevdiceğini
görürdü karşısında. Sokulur, koklar,
sinesine çekerdi. Hayalliyle konuşur. Şiir
şiir yağardı duyguları yastığına. Ve
kanaviçe gibi, dantel, gül örgüler olurdu
sevdası yastığına. Bir gün seher vakti
söyleşirken şairle birden hava karardı. Kar
yağmaya başladı. Çok soğuktu, fırtına
esiyor, camlara kar taneleri çarpıyor ve
ölüyordu. Kar ölüyor taneler ölüyor.
Sevdalar ölüyordu. Kız gözlerini açtı ve
yıllarca gördüğü gözleri göremedi yanında.
Anlayamadı algılayamadı, anlatamadı.
Öyle kalakaldı kız. Yapayalnızdı.
Seccadesine koydu alnını kız kapattı
gözlerini. Öylece uyuyakaldı. Meleklerin
kucağında buldu kendini. Rabbinin
huzurunda açtı gözlerini. Ama şair yoktu,
bulamadı. Kararmıştı pembe düşleri. Fark
etmemişti. Anlayamamış, anlatamamıştı.
Pişmandı. Ağlamak için yalvardı Allah’a.
Ancak Allah gözyaşlarını da almıştı
elinden. Ağlayamıyordu. Anlayamıyordu
kız. İçi yangın yeri gibi oldu. Ne göz yaşı
vardı ne de şair. Sonra içinden mırıldandı.
Yoksa ağlamak mı şiir ve bir gözyaşı mıdır
ki şair. Yoktu düşlerinde okşayıp
kokladığı, sevda çektiği, cennet çiçeği.
Kokusuna hasret kalmıştı. “Aşk ki
gözyaşına teşne. Nerdesin ey sevgili!”
dedi. Ama kızı duyan bir damla olmadı
gözünden. Akmadı yaşlar. Sustu kız.
Zaman sustu. Ten sustu. Beden sustu. Şair
neredeydi. Ne yapıyordu. Ağlıyor muydu?
Anlıyor muydu? Anlatamıyor muydu?
Yandı içi. Yandı canı. Kızın gözleri aradı
kara lekeli şairin gözlerini. “Failin gözü
eladır. Sevdası başa beladır.” diye diye
mırıldanırdı. Ela gözlüsünü arıyordu.
Bulamadı. Elini cebine attı gözyaşlarını
silmek için. Eline bir kâğıt ilişti. Baktı
25
kâğıda. Şairin imzası vardı. Sabahın
seherinde uyurken kızın alnında öpmüş ve
paltosuna koymuştu şair. “Son sözlerim
bunlar” diye ilave etmişti. Heyecanla açtı
kâğıdı kız. Okudu. “keşke öldürmeseydin
sendeki beni.” yazmıştı. Dudakları soğukta
üşümüş kalmış gibi dondu kaldı. Titredi.
Titrek titrek. Ağladı kız. Hıçkırıklarını
yuttu. Yandı canı. Durdu damarlarında
kanı. Ne gözlerinden yaş akıyordu. Ne de
damarlarından kan. Ve alev alevdi vicdan.
Nefesinin bitmesini istedi. Canın gitmesini
istedi kız. Ne nefes yetti bu acıya ne can
dayanabildi. Ve kız sessizce yasını tutmaya
başladı şairin. Şiir şiir ağladı yağmur
yüreklim deyişine. Canından can verirdi
siyah gözlerine. Ağlayamadan
anlatamadan derdini. Eline aldı kâğıdı.
Tuttu, şairinin elini tutar gibi. Sıktı
parmaklarını sıkar gibi. Kokladı sonra,
tenini koklar gibi. “ sen yoksan senden öte
bir senim var benim.” dedi ve koynuna
soktu gül demeti gibi şairin son sözlerini.
Bir gün şair bir göl kenarında gezerken bir
kumru gördü. Aşkını anlattı. Dinledi
kumru. Anlamadı ama dinledi. Sonra uçtu
gitti. Şairde uçup gitmek için can attı ama
nafile. Bir başına kaldı orada. Oturdu
suyun kenarına. Bir başına suya saldı
hayallerini. Düştü hayallerinin peşine. Kızı
gördü suda. Ağlıyordu. Denizkızı kadar
nazik, nazenin. Su tenli ayaklarıyla girmişti
suya. Su, sevda sevda dalgalanıyor, kız
efkâr efkâr ağlıyordu. Kızın seyrine daldı
şair. Şiirini okudu için için. İçi yandı
şairin. Kız fark etmedi şiirliğini. Karşı
dağlara baktı kız. Bir türkü söyledi. “ey
sevdiceğim sana bir şikâyetim var/ ne
sevdiğin belli ne sevmediğin.” diye. Şair
belli etmek istedi aşkını. Kız ağlıyordu. Su
dalgalanıyordu. Şehrin ışıkları, suda alev
alev sevda olup yanıyordu. Usulca
sokulmak istedi şair. Dokunmak istedi
ardından kızın. Uzattı ellerini. Dokunsa
yanacak gibi oldu. “Bakışlarımdan
kıskanırken yüzünü. Dokunursam alev olur
tenim.” dedi. Vazgeçti. Öldürmekten
vazgeçti sevdasını. “Şiir bakışlım hadi
gidelim.” dedi. “Olmaz!” dedi kız.
“Ağlamak istiyorum doya doya. Sen sen su
olmak istiyor, göle dolmak istiyorum!”
dedi. Kıskandı sudan kızı şair. Ayakları
suda sevda kürekleri çeken kız farkına
varmadı. Daldı ufuklara. Bir kanatlı ata
bindi. Şairi de ardına bindirdi. Gittiler
uzaklara. Ne bir can vardı ne de canan.
Sadece ikisi vardı. Biri şiirden bir yürek,
diğeri de şiir şiir yanan. Şiirim dedi şair.
Dokundu kelimelere. Şairim dedi kız.
Döküldü kelimelerden. Sarıldı kelimeler
birbirine. Gözlerine baktı şairin kız.
Cenneti görür gibi oldu. Bir kapı açıldı
şairin gözlerinden. Girmek istedi içeri.
Korktu kız. Bilmiyordu ne olduğunu.
Usulca sokuldu şaire. Baktı gözlerinden
içeri. Uzun, sulu bir yol görür gibi oldu.
İlerisinde bir ayna vardı. Uzattı başını kız.
Aynada gördü kendini. Daldı güzelliğine.
Daldıkça aynadaki seyrine. Yaklaştı daha
güzel görmek için kendini. Farkına
varmadı. Şaire yaklaştığını. Nefesi şairin
nefesine değer gibi oldu. Şairin gözlerinde
cennet aynasında seyrindeyken cennetin
kokusunu aldı kızdan şair. İçine çekerken
bir ah çekti. Yangın yeri yüreğinden bir
alev çıktı yandı nefesleri. Tutuştu dalga
dalga kızın saçları. Yandı, dudakları,
gözleri, kaşları. Aldı kucağına şair, koştu.
Koştu. Yanıyordu sevdiceği alev alev. Kız
yanıyordu, şair yanıyordu. Şiiri ölüyor,
sevdası ölüyor, aşklarından bir efsane
doğuyordu. O anda bir damla düştü kızın
gözlerinden. Bir damla. “Affına geldim
sevgilim” dedi kız. Gözyaşı göle dönüştü.
Şairin ayağı kaydı göle düştü. Yangın
söndü. Kız güldü. “Ve bu bizim hikâyemiz
olsun. Çocuğumuz gibi büyütelim” dedi.
Aldılar yanlarına aşk hikâyelerini.
Büyütmeye başladılar. Hikayeleri
büyüdükçe aşkları da büyüyordu...
26
Şiir
ŞŞŞİT
Hilal TUNA
Vatanını en çok seven,
Görevini en iyi yapandı; unuttunuz !
Hatırlatanlara kan kustunuz.
Derin bir uyku hali istediniz.
Uyandılar diye perdeleri çektiniz.
Herkes sussun,
Sussun ve unutsun dediniz.
Kimsenin sesi yok,
Seninde olmasın; unut dediniz !
Şişt...
Düzen bu ya
Herkes sesini kaybetmiş !
Çarklar dönüyor,
Keyifler şahane.
Şahane keyifler; ya çark sahibinde,
Ya da çarkı çeviren de !
Şişt...
Sessiz olun
Keyifler şahane
Kolum çarkta kaldı
Ama,
Perde kapalı
Ve
Keyifler çok şahane...
Hepinizin bir görevi vardı,
Unuttunuz !
İnsanlık diye bir şey vardı !
Çat, pat, küt, tik, tak...
Şişt...
Sessiz olun
Çark dönüyor
Ve
Keyifler şahane !
PıRrR...
Kuş uçtu !
Perde kapalı
Her şey yolunda
Keyifler çok şahane !
27
Şiir
BEN BİR AŞIĞIM
Mesut ÇAM
Ömür dediğin iki adımlık yol yürür dururum
Her adımda bin yara alır kanar dururum
Dikenli yollardan geçer dururum
Ben bir aşığım arar dururum
Günden güne tükenir nefesim, takatim kalmaz
Kimi zamanda adım atacak derman bulunmaz
Yüreğim elverse de kalbim dayanmaz
Ben bir aşığım arar dururum
Coşkun ırmaklar gibi önüme katar giderim
Yusuf kadar güzel olmasam da sevmesini bilirim
Düşünce kalkmasını da bilirim
Ben bir aşığım arar dururum
Ne saraylarım var ne de köşklerim
Ne yol arkadaşım kaldı ne de sırdaşım
Ne gidecek yerim kaldı ne barınağım
Ben bir aşığım arar dururum
Şiir yazmaya da kalmaz mecalim
Yolun sonuna da geldim sevdiğim
Dertlerim tükenmez bunu da bilirim
Ben bir aşığım arar dururum
Şiir
KIRMIZI KİREMİT
Geç kalınmış bir yazı Nazan KILIÇ
Sana dair...
Çok geç kaldım değil mi?
Yetişemedim bir türlü yağmurlarına...
Evimin damı kırmızı kiremitlerle örtülünce demiştim!
Örtülmedi...
Yakıştıramadılar kırmızıyı, kiremide de gerek yokmuş ya aslında
Öyle dediler!
Anlatamadım derdimi bilmiyorlardı kırmızıyı, görmemişlerdi seni...
Ben de kırmızı kiremitli damlar aradım çatısız evlerle örülü şehirlerde‼
Bağışla bulamadım...
Kırmızı uçlu kurşun kalemimle yazıyorum sana bu yazıyı
Sen kırmızı kiremitli damların sonuncusuydun
Bana düşecek dam kalmadı...
Not: kırmızı uçlu kurşun kalemden çıkan son yazı
Nesli tükendi!
28
Deneme
ŞİİR VE ŞAİR HAKKINDA BİRKAÇ
SÖZ
Halil Sercan KOŞİK
Platon ve Aristo’dan bu yana şiir hakkında çok şey yazılıp söylendi.
Bu konuda kalem oynatan kim varsa hep kendince anlam vermeye çalıştı
ona. Yetmedi, her şair kendi şiirinin poetikasını yazdı sonra. Şiiri nasıl ve ne
şekilde ortaya koyduğunu anlattı okuruna. Şiirden ne anladığını, onun nasıl
olması gerektiğinden de uzun uzadıya bahsetti. Yani şiirini değerlendirme
hakkını ilk kendisinde buldu şair. Böylece şairlerin şiir hakkındaki düşünce
ve teorilerini yazması bir gelenek halini aldı. Ben de her ne kadar kendimi
gerçek bir şair olarak görmemekle birlikte bir edebiyat araştırmacısı olarak şiir ve şair
hakkında birkaç kelam etme cesaretini kendimde buldum.
Eskiler, şiir hakkında pek çok tarif
yapmışlarsa da en genel görüş onun
“mevzun ve mukaffa söz” olduğudur.
Bununla birlikte Orhan Veli diye bir büyük
şair çıkmış ve şiirin vezinsiz ve kafiyesiz
de yazılabileceğini göstermiştir Türk
insanına. Her ne kadar bu şiirler ilk
başlarda garip görülse de insanlar
tarafından çokça okunup sevilmiştir. Bu
nedenle benim âcizane görüşüm şiirde
vezin ve kafiyenin önemli olmakla birlikte
çok gerekli olmadığıdır. Çünkü bu
fakirinki gibi şiir namına yazılmış nice
vezinli ve kafiyeli söz vardır ki şiir
değildir. Yine nice şiir gibi şiir vardır ki
vezin ve kafiyesizdir. Bu hususta üstat
Hüsrev Hatemi vb. bazı günümüz
şairlerinin şiirleri örnek gösterilebilir.
Vezin ve kafiye bana göre şair için bir can
simididir. Yani önemlidir ama gerekli
değildir. Şair isterse onsuz da yüzebilir şiir
ummanında. Bununla birlikte vezin ve
kafiyenin olması şiiri daha güzel yapar.
Aynı edebi sanatlar gibi.
Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı
Mülahazalar” adlı makalesinde şiirin sözle
musiki arasında olduğunu ama sözden
ziyade musikiye yakın olduğunu söyler.
İşte içerisindeki diğer ses kombinezonları
dışında şiiri musikiye yaklaştıran en
önemli araçlar vezin ve kafiyedir. Ama
unutulmaması gereken bir husus var ki o
da şiirin asla bir musiki olmadığıdır. Bence
eğer şiirden maksat kulakta güzel ses
tınıları bırakmaksa bu durum birbirine
benzer çeşitli seslerin dizeler içerisinde
birbirine yakın veya paralel bir şekilde
kullanılmasıyla da elde edilebilir. Nitekim
eski şairlerin pek çoğu bu hususa dikkat
etmişlerdir.
Şiir, insanlık kadar eski olup insanoğlunun
en önem verdiği sanat dallarından birisidir.
Şüphesiz o, geçmiş toplumların hafızası ve
kültür aktarıcısıydı. Şiir, hafızada kolay
tutulması sayesinde geleneğin en büyük
taşıyıcısı konumuna yükselmiştir. Yazının
icadına kadar dilden dile aktarılan şiirler,
yazının bulunuşuyla daha kalıcı bir hale
gelmiştir. Bugün Sümer kil tabletlerinin
pek çoğunda çeşitli şiir formlarıyla
karşılaşmaktayız. Ayrıca yine biz, bu
şiirlere vücut veren şairlere ilk dönemlerde
farklı bir gözle bakıldığını da bilmekteyiz.
Şiiri efsunlu sözler olarak niteleyen o
dönemin insanları onları bu garip sözlerle
etkileyen şairi de bir büyücü yahut sihirbaz
olarak görmekteydi. Nitekim çok değil
daha 1500 sene önce Allahın, yer yer şiir
formuna da yaklaşan yüksek belagatli,
edebi ve büyüleyici kelamını insanlara
ulaştıran Hz. Peygamberin, kendi toplumu
29
tarafından ilk başlarda büyücü olarak
görülmesi bu durumun en önemli kanıtıdır.
Toplumun büyük çoğunluğu tarafından
ortaya konulamayan şiiri, insanlar her
zaman beğenmiş ve ona vücut veren şaire
de çeşitli toplumlarda farklı statüler
verilmiştir. Tabiri caizse şairler kimi
toplumlarda deli, kimilerinde ise veli
olarak görülmüşlerdir. Şüphesiz şairin veli
olarak görülmesi onların Tanrıdan aldıkları
ilhamla şiirlerini yarattıklarına olan büyük
inançtır. Belki de bu sebepledir ki Necip
Fazıl, çizdiği bir cemiyet piramitinde
şairleri peygamberlerle evliyaların arasına
koyar.
Şair olmak insanın elinde mi yoksa değil
midir? Yahut eskilerin deyimiyle şair
vehbî midir kesbî midir? Bu husus diğer
toplumlarda olduğu gibi bizim toplumuzda
da çokça tartışılmıştır. Kimi şairi vehbî
yani Allah vergisi bir yeteneğe sahip olan
kişi diye görmüşken kimisi ise onun kesbî
yani çalışarak bu kabiliyeti kazandığını
düşünmüştür. Bununla birlikte şairin hem
vehbî hem de kesbî olması gerektiğini
söyleyenler de yok değildir. Bense insanın
şair yaratılışında olmasa da şiir
yazabileceği inancındayım. Ama bunun
için çok cehd etmesi, gayret göstermesi ve
en önemlisi de işinde sebat etmesi gerekir.
Bu hususta Yahya Kemal’in bir şiirindeki
kelime için yirmi sene beklediği hatırda
tutulmalıdır. Bununla birlikte Allah vergisi
şairlik yeteneğine sahip olan bir kişi
çalışarak, bu yeteneğe sahip olmayan ama
onu kazanmak için uğraşan kişiden elbette
daha iyi olacaktır. Çünkü Allah gerçekten
de insanoğlunun bir kısmını, bir kısmına
üstün kılmıştır. Bazı istidatlar ne yazık ki
sonradan kazanılamıyor. Ama vehbî de
olsa iyi bir şair olmak isteyen bir kişinin
ilk başta yapması gereken iş, şiir yazacağı
dili bütün inceliklerine vakıf bir biçimde
öğrenmek olacaktır. Ayrıca o dilin kelime
hazinesi olabildiğince onun zihninde
kendisine yer edinmelidir. Bunun dışında,
şair bir kimsenin belagat ilmini de iyi bir
biçimde öğrenmesi gerekir. Nitekim pek
çok büyük divan şairi, bu ilmi medresede
yahut kendi kendine çalışarak öğrenmiştir.
Arapların şiiri “ilm-i şi’r” olarak tavsif
etmeleri boşuna değildir. Bütün bu
söylediklerimden garaz, insanlara şair
olmanın yollarını öğretmek değildir.
Beğenin yada beğenmeyin bunlar benim
çeşitli şairlere tuttuğum aynalardan
gördüklerimdir. Bununla birlikte ben,
Allah vergisi yeteneğin üstüne bir şey
koymayan kimsenin çok başarılı şiirler
yazacağına inanmıyorum. Çünkü şiir, her
şeyden önce bir emek işidir, çalışmadır,
gayrettir. Şair dediğin kimse bir kuyumcu
titizliğiyle sesleri ve kelimeleri yanyana
getirir. Şiirini kilim gibi yavaş yavaş,
sabırla dokur. Bir mimar gibi inşa eder
onun yapısını. Kimi zaman bu yapıyı
beğenmez ve yıkıp tekrar yapar. Çünkü o
şiiriyle sonsuzluğu arar. Ebediyete ancak
bu yolla ulaşacağına inanır. Bu yüzden de
şair, şiiri üzerinde ne kadar çok çalışırsa,
söz konusu şiir o kadar güzel olur. Yani
şiir ilhamsız da yazılabilir ama gayretsiz
asla. Dostoyevski’nin dediği gibi ilham
aslında kalemin ucundadır. O da bir şiire
%10 bilemediniz %20 etki eder. Gerisi
dediğim gibi cehd işi. Fuzuli, divanının
önsözünde şiir yazarken bir mazmun
bulabilmek için kimi zaman sabahladığını
boşuna söylemiyor. Kısacası bir şair kolay
olunmuyor.
Peki şiir için ilim tahsil etmek gerekli
midir? Bu hususta ilk olarak yine üstat
Fuzuli’ye kulak verelim. Bilindiği üzere
Fuzuli, Farsça divanının önsözünde ilimsiz
şiirin temelsiz duvara benzeyeceğini
belirtir ve sadece şiir yolunda ilerleyip bu
alanda erişilmez noktalara yükselmek için
astronomi, tıp ve matematik ilmini
öğrendiğini söyler. Nitekim onun eşsiz
güzellikteki Su Kasidesi’ne yakından
bakanlar onun maden, kimya ve coğrafya
biliminden bu şiirini oluştururken ne
ölçüde yararlandığını göreceklerdir.
Şüphesiz ben de bu büyük şairle aynı
görüşteyim. Çünkü bugün, geçmişte
yaşamış pek çok büyük şaire baktığımızda
hepsinin iyi bir tahsil
hayatı geçirdiğini, onların şiir yolunda olduğu kadar bilim yolunda da büyük mesafeler kat
ettiklerini görüyoruz.
Peki şiiri şairin yazdığı manada anlamak mümkün müdür? Bunun için Araplar “El-
ma’nâ fi batnı’ş-şâir” demişler. Yani, “Mana şairin karnındadır”. Çok doğru bir söz. Çünkü
bir şiirin gerçek manasını elbet onu yazan bilir. Ama şairlerin farklı yaratılışta insanlar olduğu
hususu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Onlar normal insan değillerdir. Bu nedenle şuara
zümresi geçmişten itibaren çoğu zaman kendilerinin de tam olarak mana veremedikleri sözler
söylemişlerdir. İşte burada devreye edebiyatçı girer. Onun şiirinde neyi anlatmış olabileceği
üzerinde bazı kıstaslara bağlı kalarak çeşitli yorumlar getirir. Şüphesiz onun söyledikleri de
tam olarak doğruyu yansıtmaz. Ama yine de edibin yorumu bizi şiirin gerçek anlamına
götürür. Şiirde anlam derinliğinin olması her zaman olmamakla birlikte çoğu zaman şiire
değer katan bir özelliktir.
Türkiye gibi duygusallığın çok ön planda olduğu doğu toplumlarında kendini şair
olarak görmek daha doğrusu kabul ettirmek oldukça zor bir iştir. Bizim gibi toplumlarda
nesire pek değer verilmez. Düzyazı olarak yazılması gereken pek çok konunun manzum
olarak kaleme alınması atalarımızın şiir hassasiyetini gözler önüne serer. Çünkü onlar için şiir
padişahtır nesir ise teba’a. Bugün bile yetmiş beş milyona yakın Türkiye’de yetmiş milyon
şair yahut şair adayının olduğunu söylesek mübalağa yapmış olmayız. Aslında bu husus
sosyologlar için de büyük bir malzeme niteliği taşır. Bugün Türkiye’de basılan şiir kitapları,
roman, hikaye vb. nesir türündeki eserlerin sayısı ile karşılaştırıldığında zannedersem söz
konusu durum daha net görülebilir. Türkler, duygu ve düşüncelerini manzum formda ifade
etmekten hâlâ büyük bir keyif almaktadır.
31
Şiir
BU KADAR
Gülsüm Simay KANOĞLU
Ruhu kararmış sokağın inci işlemeli saatisin
Kadranın hareket ettikçe ışıldıyorsun
Tik tak sesini duydukça yenileniyorsun
Karşı çıkıyorsun yenilgilere
Destek çıkıyorsun ümitlenmelere
Karamsarlıklara içtenliğinle gülümsüyorsun.
Sessizlik korosunun tek solistisin
Önce kendi sesini duyumsuyorsun
Ne istediğini anlamaya çalışıyorsun
Anlayınca, silkiyorsun omuzlarını
Gereksiz yitikliğine son veriyorsun
Siliyorsun hafızandan kötü anılarını
Irmak misali akan zamana
Kulak misafiri oluyorsun
Aydınlık asumanın küçük beyaz bulutusun
Kendi saltanatının umudusun
Tan yeri ağarırken
İzin veriyorsun güneşin doğmasına
Gün sessizce derine gizlenirken
İzin veriyorsun batmasına
Bulutların karardığını kımıldamadan izliyorsun
Karanlık kainatın kaymayan yıldızısın
Yerin ‘huzur’da sabitlenmiş
Düşmemek için direniyorsun
Öyle bir ışıldıyorsun ki
Kararmış yürekleri bile parlatıyorsun
Acı çikolatadaki mutluluk hormonusun
Tüm acılığına rağmen bünyemde mutluluk barındırıyorsun
Tek bir gülümsemen
Düşlerimi gerçeğe dönüştürmeye yetiyor
Çünkü sen huzurumun başlangıç meridyenisin
Her şey seninle başlıyor, sevginle bitiyor
İşte bu kadar benim hayatı sevmem
32
Şiir
YÜREĞİMİ SIKIP BIRAKTINIZ
Kübra GÜLPINAR
Yüreğimi sıkıp bıraktınız
Aydınlıklarda tuttunuz ellerimi, dost oldunuz
Çok güzel anlar yaşattınız
Gösterirken dünyanın gerçeklerini
Karanlıklara gelince ellerimi bıraktınız
‘Biz aydınlığı severiz’ deyip
Beni derin çukurlarda yaşamaya terkettiniz…
Yüreğimi sıkıp bıraktınız
Bir yaşam tutturmuştum kendi köşemde
Bu rahat fazla, dünyanın gerçekleri de var dediniz
Sözde gerçeklerinizi önüme sundunuz
Bilip acı çektiklerime milyonlar eklediniz.
Tabi ızdıraplarıma duyarsız da kalmadınız
Rahat bir nefes aldırmak adına göklere çıkarıp
Ansızın uçmam için salıverdiniz boşluğa
Oysa kanatsız bir cesettim
Siz ise bir o kadar duyarsızdınız
Yüreğimi sıkıp bıraktınız
Belki de uçsuz bir sahrada kaybetmiştim onu
Kilometlerce uzakta yaşarken benliğime,
Üstüne yeni ben’ler eklemeye çalıştınız
Beni ben değil ben’ler oluştursun istediniz
Ben daha benliğime anlam veremezken
Ben’ler arasında sözlüksüz bıraktınız
Yüreğimi sıkıp bıraktınız
Kıvranırken yanlışlar içerisinde
Hepiniz doğru yollar göstermeye çalıştınız,
Oysa farklı menzillere varıyordu, tüm doğruların yolları
Birini seçsem diğerinden olabileceğim onlarca doğru
İşte böyle beni karanlık şehirlerde garip bıraktınız
Yüreğimi sıkıp bıraktınız
Size, değer verdiklerime emanet etmiştim yüreğimi
Onarılacağından bir nebze şüphem olmadan…
Sizse içini boşaltınız dolduramadınız,
Oysa hakikate muhtaçtı bu yürek.
Bu boş yüreği atıp bir kenara uzaklaştınız
Bense sizde yoruldum
O’nu sevdim…
O’na dayandım…
O’nda yok oldum…
33
Şiir
ÜSTADIM GİDİYOR
Yunus Emre BOLAT
"Değerli Hocam, üstadım Doç. Dr. Özer Şenödeyici'ye..."
Kalemime gücü, sevdayı veren,
Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.
O karalıklarda ışık gösteren,
Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.
Durur mu ki yaşı şimdi gözümün
Yoktur ki değeri artık sözümün
Söner mi ateşi yanan közümün
Üstâdım gidiyor; içim yanıyor
Trabzon'da şimdi matem havası,
İzmir'e de geldi neşe sırası,
Kırıldı gönlümün coşkun hevesi,
Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.
Bir derman ararım şimdi kendime,
Bulunmaz ki çare benim derdime,
Nasıl dönerim ben şimdi kadime
Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.
Bolat'ım söyledim acım derindir
Yenilerin gönlü şimdi serindir
Bulunduğunuz yer hep berterîndir
Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.
34
HABERLER
HALİL SERCAN KOŞİK’TEN BİR YALNIZLIK SAATİ Bölümümüz eski araştırma
görevlilerinden olan ve şu anda Dokuz Eylül
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatında araştırma görevlisi kadrosunda
görevine devam eden Halil Sercan Koşik’in
Bir Yalnızlık Saati isimli şiir kitabı
yayınlandı. Gece Kitaplığı yayınları
arasından çıkan eser, şairin yayınlanmış ilk
şiir kitabı olma özelliğini taşıyor. İçerisinde
şairin çeşitli zamanlarda kaleme aldığı
şiirlerden başka “Kârie” adını taşıyan önsöz
niteliğindeki bir giriş ile Koşik’in şiir ve şair
hakkında kendi görüşlerini içeren bir
poetikası da yer almakta. Bengütaş Duvar Gazetesi olarak eski editör yardımcılarımızdan
Halil Sercan Koşik’i bu kitabından dolayı kutluyor ve başarılarının devamını diliyoruz.
HİKÂYELERİYLE ŞİİRLER PROGRAMI
Bölümümüz öğretim
üyelerinden Doç. Dr. Özer
Şenödeyici önderliğindeki
öğrenci ekibinin hazırlayıp
sunduğu "Hikâyeleriyle Şiirler"
adlı program 17 Aralık'ta Nazım
Terzioğlu Anfisi'nde gerçekleşti.
Programda şiirler, hikâyeleriyle
beraber seslendirildi. ürkülerin
de okunduğu program,
öğrencilere katılım belgelerinin
verilmesiyle son buldu.
BENGÜTAŞ'TAN SEÇMELER
Değerli hocamız Doç. Dr. Özer Şenödeyici
editörlüğünde, gazetemizin ilk altı sayısındaki
eserlerden seçilerek hazırlanan kitap raflarda yerini
aldı. Bizlere bu güzel duyguları yaşatan değerli
Hocamıza, gazetedeki tüm yazarlar ve görevliler
adına teşekkür ediyoruz. Kitaba seçkin kitapçılardan
ve internet üzerinden ulaşmak mümkün.
35
TÜRK HALK BİLİMİ GÜNLERİ PROJESİ BAŞLADI
Türk Halk Bilimi Günleri Projesi,
KTÜ Türk Dili ve Edebiyatı öğrencilerinin
gerçekleştirdiği bir projedir. Belirlenen
toplantı günlerinde, daha önceden
kararlanmış bir konunun tartışılması esasına
dayanan etkinlikleri içermektedir. 18
Aralık'ta bölümümüzde öğrenciler tarafından
gerçekleşen ilk halk bilimi gününde,
günümüzde devam eden eski Türk inanışları
konuşulmuştur. Bir sonraki toplantının
konusu, saati ve yeri bölümde öğrencilere
duyurulacaktır. Herkesi aramıza bekliyoruz!
ÜST OKURUN YENİ FİLİZİ ‘ŞİİR GÜNLERİ’
Üst Okur 2010 yılında Karadeniz Teknik
Üniversitesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Ülkü Eliuz
tarafından kurulmuş kitaplar üzerine tahlil yapan ve
akabinde öğrencileri tarafından yeni filizler doğuran
bir grup. Romanlarla, hikâyelerle yolculuğuna başlayan
bu grup üçüncü filizini Serap Cengiz’in Şiir Günleri
programı ile gerçekleştirdi. Bunun öncesinde Sefa
Yeşilyurt “Kitaplarla Var Olmak”, Samih Yıkılgan
“Kitaplarla İç İçe” adlı gruplarıyla Üst Okur’un çatısı
altında oluşan filizlerdi.
Bu grubun yeni bir filizi doğdu ‘şiir günleri’…24 Aralık Saat 15.00 da gerçekleştirilen
Şiir Günleri’nde programında Cemal Süreya şiirleri ile anıldı. Panel tadında gerçekleştirilen
programda Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı lisans öğrencileri Cemal
Süreya üzerine metinler hazırlayıp dinleyiciye sundu. Hilal Tuna; Cemal Süreya ve Cemal
Süreya’nın içinde bulunduğu akım olan İkinci Yeni’den, ardından Serap Cengiz Cemal
Süreya’nın edebi kişiliğinden bahsetti. Samih Yıkılgan ise şairin bu akımda kullandığı
semboller üzerine başlığıyla konuşmasını gerçekleştirdi. Program sonunda dinleyiciler küçük
anekdotlar ve şiirlerle katkıda bulundular.
36