414

Bediüzzaman Said Nursî - cetele.org · İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın

  • Upload
    others

  • View
    14

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Bediüzzaman Said Nursî

İ’tizarRisale-i Nur Külliyatından el-Mesneviyyü’l-Arabî ile

muanven büyük Üstad’ın cihanbaha pek kıymettar şu eserini deAllah’ın avn ve inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeyemuvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız,aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafazaedemedim. Evet, o cevher-baha hakikatlere zarf olacak ne birharf ve ne bir lâfız bulamadım. Tercüme lisanı da fikrim gibinâkıs ve kasır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur’ânîhakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarikedebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış. Fabrika-idımağiyemin bozukluğundan, bu kadarını da, müellif-imuhterem Bediüzzaman’ın mânevî yardımlarıyladokuyabildim.

Evet, bir tavuk, kendi uçuşuyla şahinin veya kartalınuçuşlarını taklit vetercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygunve lâyık bir tercümedeğildir. (Pek kısa bir meal, bazan da

tayyedilmiş, tercüme edememiş). Çok yerlerde yalnız mealinialdım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak, aslındaki hakaikievlâd-ı vatana gösteren küçük bir ayinedir.

Risale-i Nur Müellifinin neseben küçük kardeşi ve on beş seneondan ders alan

Abdülmecid Nursî

RİSALE-İ NUR’UN BİR NEVİ ARABÎ MESNEVÎ-İŞERİF’İ HÜKMÜNDE OLAN BU MECMUANIN

MUKADDEMESİ

BEŞ NOKTA’DIR.

BİRİNCİ NOKTA: Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyadeulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslekaradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaatedemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir dereceyaralıydı, tedavi lâzımdı.

Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazıbüyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı,onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var.Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı.İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et”demiş. Yani, “Yalnız bir üstadın arkasından git”1 O çokyaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

“Üstad-ı hakikî Kur’ân’dır. Tevhid-i kıble bu üstadlaolur” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi,

hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-iemmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu mânevî ve ilmîmücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belkiİmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ıRabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-iistiğrâkın akılgözünü kapadığı yerlerde, o makamlardagözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsunki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş,

girmiş. Hattâ و�اح�د اي�ة تدل� ع�ل� انه ء� له�2و�ف�� ك ل� ش�

hakikatine mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risale-i Nur’uylagöstermiş.

1. İmam-ı Rabbanî, el-Mektubat, 1:87. 75. Mektubat.2. “Herbir şeyde Onun bir olduğuna delâlet eden bir delil vardır.” İbnü’l-Mu’tez’in bir şiirinden alınmıştır. İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, 1:24.

İKİNCİ NOKTA: Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ıRabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalbittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhunyaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temineçalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said’e inkılâp etmiş.Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o daArapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe,Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar,Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta veLemeatı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça datab’ etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nursuretinde, fakat dahilî nefis ve şeytanla mücadeleye bedel,hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i

felsefeye karşı, Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîlerhükmüne geçti.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: O Yeni Said’in münazarasıyla nefis veşeytanın tam mağlûp edilmesi ve susturulması gibi,Risale-i Nur dahi yaralanmış tâlib-i hakikati kısa birzamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalâleti de tamilzam ve iskât ediyor. Demek, bu Arabî Mesnevîmecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığıhükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dahilî nefis veşeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî veinsînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmatise, meşhûdat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakînderecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Eski Said, ilm-i hikmet ve ilm-ihakikatin çok derin meseleleriyle meşgul olması ve büyükulemâlarla derin meseleler üzerinde münazarası vemedresenin yüksek derslerini gören eski talebelerininfehimlerinin derecesine göre yazması ve Eski Said’in deterakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesinde, yalnız kendisianlayacak bir sûrette, gayet kısa cümlelerle ve gayetmuhtasar bir ifadeyle uzun hakikatlere kısa kelimelerleişaretler nev’inde, o mecmuayı yazdığı için, bir kısmını enmüdakkik âlimler de zorla anlayabilir. Eğer tam izaholsaydı, Risale-i Nur’un mühim bir vazifesini görecekti.

Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî vedahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmayamuvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî,

hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricîdaireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış.Adeta Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş isesu çıkarmış...

Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğindegitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, herşeyde birpencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibiKur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetlizamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûpolmayıp galebe etmiş.

BEŞİNCİ NOKTA: Eski Said’in Yeni Said’e inkılâp etmesizamanında, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatler, ayrıayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said telifederken, meselelerin başında “i’lem, i’lem, i’lem”lerle,herbir hakikatı—ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetliiken—birkaç satırda, bazan bir sahifede, bazan bir ikisatırda zikrediyorlar. Adeta herbir “i’lem” bir risaleninşifresidir.

Hem “i’lem”ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerinve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından, omecmuayı okuyanlar, bu noktaları nazara alıp itirazetmesinler.

Said Nursî

Lem’alarTürkçe Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Sözüyle aynı

mealdedir.

1ال+*ه خال�ق ك ل� ش��ء� و�هو� ع�ل� ك ل� ش��ء� و�ك�يل#له م�قال�يد

2الس8م6و�ات و�اال2ر0ض �فسب0ح�ان الذى بي�ده� م�ل: وت ك ل

3ش��ء�4و�اFن م�ن0 ش��ء� اFالE ع�ندنا خز�ائ�نه

م�ام�ن0 د�اب8ةH اFالE هو� 5اخ�ذ بناص�ي�ت�ه�ا

Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hâdiseleri esbabaisnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, malsahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında işgören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelenhakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek,daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki,

yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor.Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâldahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.

1. “Allah herşeyin yaratıcısıdır. Ve O her şey üzerinde hakkıyla görüpgözeticidir.” Zümer Sûresi, 39:62.2. “Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona âittir.” Zümer Sûresi, 39:63.3. “Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir.” YâsinSûresi, 36:83.4. “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın.” Hicr Sûresi,15:21.5. “Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmişolmasın.” Hûd Sûresi, 11:56.

Evet, Sultan-ı Ezelînin memurları vardır, ama icraatçılarıdeğillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar.Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretinicraatını ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzırmüşahitlerdir ki, gördükleri evâmir-i tekviniyeye karşıyaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir neviibadet yapmış olurlar. Demek esbab, ancak ve ancakkudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vazedilmiş birtakım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz veihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir. Beşersultanlarının memurları ise, sultanların ihtiyaç ve aczlerinidef için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı veortaklarıdır. Binaenaleyh, Allah’ın memurlarıyla insanınmemurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahilolanlar hâdiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzelliklerigöremediklerinden, Cenâb-ı Haktan şekva ve şikâyetlerebaşlarlar. İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmekiçin esbab vaz edilmiştir. Çünkü, kusur onlardan çıkıyor,

onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-ilâtif sûretinde bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki:

Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakka demiş ki:

“Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekvaedecekler. Benden küsecekler.”

Cenâb-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki:

“Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklarperdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sanaküsmesinler.”

Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhümolunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikîolarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ınvazifesine mütealliktir. Öyle de, Hazret-i AzrailAleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahirenmerhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasipdüşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete birnâzır ve kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir.

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-ikudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbabellerini çeksinler tesir-i hakikîden.

TenbihArkadaş,

Tevhid iki çeşit olur:

Birisi âmiyâne tevhiddir ki, “Allah’ın şeriki yok ve bukâinat Onun mülküdür” der. Bu kısım tevhid sahiplerininfikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır.

İkincisi hakikî tevhiddir ki, “Allah birdir, mülk Onundur,vücut Onundur, herşey Onundur” der; lâyetezelzel biritikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyinüstünde Cenâb-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyincephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve busayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâletve evhamın taarruzundan kurtulurlar.

Kur’ân-ı Hakîmden istifade ettiğimiz ikinci kısımtevhidin birkaç mertebelerini birkaç lem’a zımnında izahedeceğiz:

BİRİNCİ LEM’A: Bakınız: Herbir masnûun yüzünde öylebir sikke vardır ki, ancak herşeyi halk eden Hâlıkamahsustur. Ve herbir mahlûkun cephesinde öyle bir hâtemvurulmuştur ki, herşeyi yapan Sâniden maada kimsede o

hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektuplarındanherbir mektubun âhirinde, taklidi kàbil olamayan öyle birturra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebede hastır. O gibisikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i’câzabakınız ki, hayatla birşeyden pek çok şeyler husule gelir,icad edilir Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vahide emr-iRabbâniyle inkılâp ederler. Meselâ, su, bir şey-i vahid ikenpek çok uzuvlara, cihazlara Allah’ın izniyle menşe olur,icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemeklerve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tekbir cisim husule getirir.

İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu cihetidüşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri îcad edipçıkartmak ve çok şeyleri birşeye tahvil etmek, ancakherşeyi halk eden ve herşeyi yapan Sânia mahsus birsikkedir.

İKİNCİ LEM’A: Sayısız hâtemlerden canlı mahlûkatavaz’ edilen hayat hâtemine bakınız. Evet, canlı bir mahlûk,câmiiyeti itibarıyla, kâinata küçük bir misaldir, şecere-iâleme güzel ve tatlı bir meyvedir, kevn ve vücuda birnüvedir ki, Cenâb-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerinörneklerini derc etmiştir. Sanki, o zîhayat gayet hakîmânemuayyen nizamlarla bütün vücutlardan sağılmış bir katreveya bir noktadır. Bu itibarla, bir zîhayatı halk etmek,bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenâb-ı Haktanmaada hiçbirşeye isnad edilemez.

Evet, aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde

anlar ki, meselâ balarısını pek çok şeylere fihriste yapan vekitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazanve incir nüvesinde incir ağacının programını derc eden veinsanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapanve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallûkatıylaberaber yazan, ancak ve ancak herşeyi yaratan Hâlıkolabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabbü’l-Âlemîne mahsus bir hâtemdir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A: Cenâb-ı Hakkın canlı mahlûkatabastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenâhî nakış vekeyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:

Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut,seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi herşeydeşemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilvebulunur. Kezalik, Şems-i Ezelînin de bütün canlımahlûkatta “ihya ve nefh-i hayat” cihetiyle bir tecellî-iehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibioldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve netaklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktanacizdirler. Buna binaen, şeffaf şeylerde görünen o timsallerşemsin timsali olup, şemsten o şeffaf şeylere in’ikâs etmişolduklarına hükmedilmediği takdirde, o sayısız katrelerdeve zerrelerde, herbirisinde hakikî bir şemsin maddesiylemevcut bulunduğuna hükmetmek lâzım gelir.

Kezalik, Şems-i Ezelînin şualar menzilesinde olantecellî-i esmasının nokta-i merkeziyesi olan hayat, Şems-iEzelîye isnad edilmediği takdirde, bir sineğe, bir çiçeğe

varıncaya kadar herbir zîhayatta nihayetsiz bir kudret,muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi, Vacibü’l-Vücuddanmaada hiçbirşeyde vücudu mümkün olmayan sair sıfatlarınmevcut olmasına cahilâne, ahmakane, gülünç bir batılhüküm lâzım gelir. Ve aynı zamanda, şu batıl hükümle,herbir zerreye ve herbir sebebe bir ulûhiyet-i mutlakayıisnad etmekle sayısız şerikleri ispat etmek mecburiyetihasıl olur.

Maahaza, tohum olacak bir habbe veya bir çekirdektekigarip, acip, muntazam vaziyete bakınız ki, o habbe, tohumuolacak cismin bütün eczasıyla münasebettar olduğu gibi,nev’iyle, yani ebnâ-yı cinsiyle de ve bütün mevcudatla damünasebetleri vardır. Ve onlara karşı o münasebetlerinisbetinde vazifeleri vardır. Eğer o tohumcuk habbeninKadir-i Mutlaktan nisbeti kesilip kendi nefsine isnadedilirse, yani kendi kendine olmuştur denilirse, herbirtohumda, herşeyi görecek bir gözün ve herşeye muhit birilmin bulunmasını itikad etmek lâzım gelir. Bu ise, sabıktemsilde, herbir şeffaf zerrede hakikî bir şemsin vücudunuiddia etmek gibi gülünç bir hamakattir.

DÖRDÜNCÜ LEM’A: Bir kitap el yazısıyla yazılırsa,yalnız bir adama ve bir kalemeihtiyaç vardır. Fakatmatbaada basılırsa, kalem işini gören pek çokdemirkalemler lâzımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalarve âlât ve edevat ve mürettipler gibi çok şeylere ihtiyaçolur. Kezalik, şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler veharflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmışolduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve

mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleritabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin ensuubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü,bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ vebastırılması için ekser kâinatın tab’ına lâzım olan teçhizatlâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.

Ve keza, toprağın, suyun, havanın herbir cüz’ünde,nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki,mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve veçiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı okadar ziynet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için,o üç unsurun herbir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerinve çiçeklerin hassalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilipyapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünkü, bu üçunsurun herbir cüz’ü, herbir nebatın teşkiline medar vemenşe olabilir. Evet, bir saksıdaki toprak, cihazları veşekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatıntohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh,ikinci yola zehab edenlerce, o küçük saksı içerisindesayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki,hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.

BEŞİNCİ LEM’A: Bir kitapta yazılı bir harf, yalnız bircihetle kendisini gösterir ve kendisine delâlet eder. Fakat oharf, kâtibine çok cihetlerle delâlet eder ve nakkaşını târifeder.

Kezalik, kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbirkelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok

cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir,esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle,nakışlarıyla âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir.Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan biradam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir.

ALTINCI LEM’A: Cenâb-ı Hak, bütün cüz ve cüz’îlerdesikke-i mahsusasını ve bütün küll ve küllîlerde hashâtemini vaz’ ettiği gibi, aktar-ı semâvat ve arzı, hâtem-ivahidiyetle ve mecmu-u kâinatı sikke-i ehadiyetlemühürlemiştir. Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ,

فانظر0 اFل� اثار ر�ح0م�ت ال+*ه� كPي0ف� يحN�0 اال2ر0ض� ب�ع0د1م�و�ت�ه�ا اFن ذل�ك لمحN�0 الم�و�ت� و�هو� ع�ل� ك ل� ش��ء� قدير#

1. “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardındannasıldiriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; Oherşeyehakkıyla kàdirdir.” Rum Sûresi, 30:50.

âyetinin işaret ettiği ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindekihâtem-i İlâhîye bakınız ki, pek çok garip garip haşirleri,acip acip neşirleri göresiniz!

Evet, bilhassa arzın ihyasında, her sene üç yüz bindenfazla saha-i vücuda getirilen mahlûkatın nevilerinde haşirve neşirler vardır Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, şuhaşir ve neşirlerin ekserîsinde, iade edilen emsalaralarındaki misliyet o kadar ayniyete karibdir ki, hemenhemen, dirilen evvelkinin ne aynı ve ne gayrıdır denilebilir.Her ne ise, misliyet, ayniyet mevzuu bahis değildir. Her

nasıl olursa olsun, o haşir neşirler beşerin suhulet-i haşrinedelâlet ettikleri gibi, beşerin haşrine birer misal ve birerörnek olabilirler.

İşte, birbirine muhalif, nihayet derecede karışık olan oenvâ-ı kesireyi kemâl-i imtiyazla ihya etmek ve hatasız,haltsız, galatsız olarak mümtazâne iade etmek, nihayetsizbir kudrete ve muhit bir ilme sahip olan Zât-ı Zülcelâlinhâtem-i has ve sikke-i mahsusasıdır.

Ve keza, sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız,sehivsiz, kemâl-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleriyazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, herşeyiniçyüzü, herşeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbirşey onunteveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez.

Hülâsa: Sath-ı arzda, altı ay zarfında, beşerin haşrinitemsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünenrububiyetin o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük veince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlûkatın icadında görünenşu intizamlar, suhuletler, sür’atler, imtiyazlar hep o hâteminparıltısından meydana geliyorlar. Evet, her baharmevsiminde pek hakîmâne, basîrâne, kerîmâne faaliyetlerbaşlar ve harikulâde san’atlar yapılır. Ve bütün buameliyat, kemâl-i sür’atle, suhuletle, muntazaman cereyanetmekte olduğu görünür.

İşte, bu harikulâde faaliyetler öyle bir Zâtın hâtemidirki, hiçbir mekânda olmadığı halde, her mekânda ilim vekudretiyle hâzır ve nâzırdır.

YEDİNCİ LEM’A: Bakınız, aktar-ı semavat ve arz

sahifeleri üstünde hâtem-i ehadiyet göründüğü gibi,kâinatın heyet-i mecmuasının büyük sahifesi üzerinde depek vazıh bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

Evet, bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazambir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. Bu fabrika-ikâinatın eczası, efradı ve envâı, âlât ve edevatı arasındahakîmâne bir muarefe ve tanışmak ve dostâne birmükâleme ve konuşmak ve pek kerîmâne bir muavenet veyardımlaşmak vardır ki, kemâl-i sür’atle pek uzunmesafelerden birbirinin savtını işitir ve ihtiyacını görür gibiderhal imdadına yetişir, ihtiyacını def eder. Evet, semadakiecram ve yıldızların birbirine ve arza verdikleri ziya,hararet, bilhassa arza yaptıkları sair yardımlarınıgörüyorsunuz. Ve keza, bulutla arz arasında cereyan edensu alışverişine bakınız ki, arz, suyu buhar şeklinde bulutaveriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatıyaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor.Sanki o camid cirimler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibibirbiriyle konuşur ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar.Bilhassa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, kemâl-iciddiyetle zevilhayata lâzım olan şeyleri tedarik etmekhizmetinde sa’y ediyorlar ve bir Müdebbirin emrine bağlıolup bir gayeye teveccüh ediyorlar.

Evet, şu teavün kanununa ittibaen, şems, kamer, geceve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlarsayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren nebatat izn-iİlâhî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbânî ilebeşerin ihtiyacatını yerine getirir. Balarısıyla ipekböceğinin

insanlara yaptıkları yardımlar, bu dâvâyı ispat eder.

Evet, bu gibi eşya-yı camidenin yekdiğerine yaptıklarışu yardımlar, pek âşikâr bir delildir ki, onlar kerîm birMüdebbirin hademesi ve amelesi olup Onun emriyle,izniyle iş görürler.

SEKİZİNCİ LEM’A: Gıda olarak mahlûkata, bilhassahayvanata taksim edilen rızıklara dikkat lâzımdır ki, burızık vakt-i muayyeninde yetişir, vakt-i ihtiyaçta sevk edilir.Ve derece-i ihtiyaç nisbetinde yapılan sevkiyatta büyük birintizam vardır. İşte, bu umumî rızık hakkında görünengeniş ve muntazam rahmet ve inayetler, ancak herşeyinmürebbîsi ve herşeyin müdebbiri ve herşey yed-iteshîrinde bulunan bir Zâtın hâtem-i hassı olabilir.

DOKUZUNCU LEM’A: Bakınız, âlem-i arz ve bütüncüz’iyat üstünde hâtem-i ehadiyet bulunduğu gibi, dağınıkneviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-iehadiyet bulunur.

Evet, bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, otarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarlasahibinin malıdır. Yani, o buna, bu da ona şehadetediyorlar.

Kezalik, kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem veanasır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisan-ı halleriyleettikleri şehadete göre, masnuatı ile âlem-i anasır, yanitohum ile tarla ve muhit ile muhat, hep bir Sâni-i Vâhidinyed-i tasarrufundadır. Demek ednâ bir mahlûka yapılan

tasarruf-u hakikî ve zayıf bir mevcuda edilen tevcih-irububiyet, âlem ve anâsır kabza-i tasarrufunda bulunanZâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvirve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-irububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur.İşte, hâtem-i tevhid dediğimiz budur. Eğer birşeye temellüketmeye niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bakne söylüyorlar: En cüz’î bir fert, “Ancak nev’imi yaratanbeni yaratabilir” diyor. Çünkü efrad arasında misliyetvardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir surette bulunan enküçük bir nevi, “Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır”söylüyor.

Arza bak, ne söylüyor: Sema ile aralarında alışverişibulunduğu için, “Beni halk edebilen, ancak mecmû-ukâinatı halk eden Zâttır” diyor. Çünkü aralarında tesanütvardır.

ONUNCU LEM’A: Arkadaş! Hayat ve ihya vezevilhayatla herbir cüz ve cüz’îye ve herbir küll ve küllîyeve kâinatın heyet-i mecmuasına darb edilen tevhidhâtemlerinden bir kısım misalleri, mezkûr beyanattananlaşıldı. Şimdi dinle: Envâ ve külliyat üstüne vaz edilenvahdaniyet sikkelerinden bir taneyi zikredeceğiz. Şöyle ki:

Tek bir semere ile semeredar şecereninyaratılışlarındaki suubet ve suhulet birdir. Çünkü ikisi debir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye vekeyfiyetleri birdir. Malûmdur ki, merkezin ittihadı, kanununvahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde külfet, meşakkat,

masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki, pek çoksemereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semereninyapılışı da eyâdi-i kesireye tevdi edildiği zaman, her ikitarafın yapılışları suhuletçe bir olur. Ve aralarındayaratılışça fark yoktur. Çok adamlar tarafından yapılan birsemerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlat veedevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredarşecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadarmalzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir.

Meselâ: Bir ordu askere yapılan elbise tedariki için nekadar âlât, edevat ve makine lâzımdır; bir neferin elbisesiiçin de o kadar âlât ve edevat lâzımdır. Ve keza, bir kitabınbin nüshasıyla bir nüshasının ücreti matbaaca birdir. Bazanda tek bir nüshanın tab’ı, daha fazla bir ücrete tâbi tutulur.Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalarabaşvurulursa, bir kaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzımgelir.

Evet, kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdetikesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur. Demek, dağınıkbir nev’in icadındaki suhulet-i harika, vahdet ve tevhidsırrına bağlıdır.

ON BİRİNCİ LEM’A: Arkadaş! Bir nev’in efradıarasındaki tevafuk ve bir cinsin envâı arasında âzâ-yıesasiyede bulunan müşabehet, sikkenin ittihadına, kaleminvahdetine delâlet ettiklerinden anlaşılıyor ki, bütünmütevafık ve müteşabihler, yani birbirine benzeyen çokluk,bir Zât-ı Vâhidin eser-i san’atıdır.

Kezalik, inşa ve icadlarda görünen şu suhulet-i mutlaka,bütün mevcudatın bir Sâni-i Vâhidin eseri olduğunu, vücubderecesinde istilzam ediyor. Aksi halde, suubet, güçlüköyle bir derece-i imtinâ ve muhaliyete çıkacaktır ki, o cinsve nevilerin ademden vücuda çıkmalarına bir sed çekilmişolur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın zâtında şeriki olmadığıgibi—çünkü intizam bozulur, âlem fesada gider—fiilindede şeriki yoktur. Çünkü, suubetten, güçlükten dolayı âleminademden çıkmamasına sebep olur.

ON İKİNCİ LEM’A: Arkadaş! Hayat, Hâlıkınehadiyetine burhan olduğu gibi, mevt de devam vebekasına bir delildir.

Evet, nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerinkabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsinziyâ ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadetettikleri gibi, o kabarcık gibi şeffaflar ölüp söndükten sonrayerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsinziyâ ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam vebekasına ve bütün o şuâat, celevat ve timsallerin bir şems-ivâhidin eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar,vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriylede şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar.

Kezalik, mevcudat, vücuduyla Vâcibü’l-Vücudunvücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî birteselsülle yerlerine gelen emsali, Sâniin ezelî ve ebedîvâhidiyetine şehadet ediyorlar.

Evet, leyl ve neharın ihtilâfı, fusul-i erbaanın tahavvülü

ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şugüzel mevcudat ve bu lâtif masnuatta devam ile cereyaneden mübadele ve devr ü teslim muamelesi kat’î birşehadetle, sermedî, âlî, dâimüttecellî bir Sahib-i Cemâlinvücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat’î birburhandır.

Ve keza, senevî inkılâplarda, müsebbebatla esbabınbirlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikteiâdeleri, esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu vemahlûklardan olduğuna delâlet ettiği gibi, bu masnuat vemevcudatın, bir Zât-ı Vâhidin müteceddid bir san’atıolduğuna da şehadet eder.

ON ÜÇÜNCÜ LEM’A: Arkadaş! Zerrelerden tut,seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadarherşey, zâtında, hakikatinde sabit olan acz ve fakrın lisan-ıhaliyle Sâniin vücub-u vücudunu ilân eder.

Ve keza, acziyle beraber, nizam-ı umumîninbozulmaması için, hâmil bulunduğu acip ve mühimvazifeler cihetiyle Sâniin vahdetine delâlet eder.Binaenaleyh, Sâniin vâcip ve vâhid olduğuna herşeyde ikişahit olduğu gibi, Hâlıkın ehad ve samed olduğuna daherbir zîhayatta iki âyet vardır.1

ON DÖRDÜNCÜ LEM’A: Arkadaş! Mevcudat, Cenâb-ıHakkın vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettiği gibi,celâlî, cemâlî, kemâlî olan cemî sıfâtına da delâlet etmekle,Hâlıkın zâtında naks ve kusur olmadığını ve şuûnatında,sıfâtında ve esmâsında ve ef ’âlinde de naks ve kusur

bulunmadığını ilân ediyor.

Zira, eserin kemâli bilmüşahede fiilin kemâline, fiilinkemâli bilbedâhe ismin kemâline, ismin kemâli bizzaruresıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakîn ile şuûnatınkemâline delâlet eder. Şe’nin kemâli ise, hakkalyakîn birsûretle Zâtın kemâlini gösterir.

1. İhtar: Kâinatın eczasından her bir cüz’ün elli beş lisanla Vâhid-i Ehad veVâcibü’l-Vücudu ilân etmekte olduğunu, Kur’ân’ın feyzinden fehmedip,icmâlen “Katre” namındaki eserimde beyan etmişimdir. Arzu eden orayamüracaat etsin.

Binaenaleyh, bir kasrın ve bir sarayın nukuş vetezyinatındaki mükemmeliyet, sâni ve mühendisinyaptıkları o nakışlar üstünde ve tezyinat altında görünenef’âlin mükemmeliyetine delâlet eder.

Ef ’âlin mükemmeliyeti dahi, o sâniin taktığı isim velâkapların mükemmeliyetini gösterir. Esmânınmükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delâlet eder.Sıfâtın mükemmeliyeti, şuûnatın mükemmeliyetini tasriheder. Şuûnatın mükemmeliyeti dahi, o nakkaşınmükemmeliyet-i zâtına delâlet eder.

Kezalik, kâinatta görünen âsârın kemâli, hadsî birmüşahedeyle, ef ’âlin mükemmeliyetine, ef ’âlin kemâli defâilin kemâl-i esmâsına, esmânın kemâli sıfâtın kemâline,sıfâtın kemâli şuûnat-ı zâtiyenin kemâline, şuunatın kemâliZât-ı Zülcelâlin kemâline delâlet eder.

Reşhalar

TenbihHâlık-ı Âlemi bize târif ve ilân eden deliller ve

burhanlar, lâyüad ve lâyuhsâdır. O delillerin en büyükleriüçtür.

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu kitab-ıkebir-i kâinattır.

İkincisi: Bu kitabın âyetü’l-kübrâsı ve divan-ı nübüvvetinhâtemi ve künûz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-iMuhammed Aleyhissalatü Vesselâmdır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşıAllah’ın hücceti olan Kur’ân’dır.

Şimdi, birkaç reşha zımnında ikinci burhanı tariftensonra sözlerini dinleyeceğiz.

BİRİNCİ REŞHA: Arkadaş! Hâlıkımızı tarif eden, pekbüyük bir şahsiyet-i mâneviyeye mâlik, burhan-ı nâtıkdediğimiz, “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmkimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:

Hazret-i Muhammed (a.s.m.) öyle bir zâttır ki, azamet-imâneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın mescid-iaksâsıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-iMünevvere onun minber-i fazl-ı kemâlidir. Cemaat-ımü’minîne en son ve en âli imam ve nev-i beşerin hatîb-işehîridir; saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütünenbiyânın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünkü,dini bütün dinlerin esasatına câmidir. Ve bütün evliyânınbaşıdır; şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.

O zât (a.s.m.) öyle bir kutup ve nokta-i merkeziyedir ki,onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiyâ-i ahyâr, ebrâr-ısâdıkîn onun gelmesine müttefik ve kelâm-ı nutkuylanâtıktırlar. Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar vekökleri, enbiyânın esasat-ı semâviyesidir. Dal ve budakları,evliyânın maarif-i ilhamiyesidir.

Bu itibarla, herhangi bir dâvâyı iddia etmiş ise, bütünenbiyâ mu’cizelerine istinaden ve bütün evliyâkerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. Evet,bütün dâvâlarının tasdiklerini iş’âr eden, bütün kâmillerinhâtem ve mühürleri vardır. Ezcümle:

O zâtın (a.s.m.) dâvâlarından biri tevhiddir. Bu dâvâyıtasrih ve ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i mübârekesidir.O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve

gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i iman vevird-i zeban etmişlerdir. Demek, o dâvânın hak ve hakikatolduğuna kanaat ve itmi’nan ve iz’anları hâsıl olmuş ki,zaman ve mekâna şâmil bir tarzda, o kelime-i mübâreke,meşrepleri, meslekleri, an’aneleri mütehalif, mütebayininsanların ağızlarında Mevlevîler gibi semâvî deveran vecevelân ediyor.

Binaenaleyh, gayr-ı mütenahî şahitlerin tasdikiyle hakve hakkaniyeti tahakkuk eden bir dâvâya, hiçbir vehminhaddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!

İKİNCİ REŞHA: Arkadaş! Tevhidi ispat ve nev-i beşeriirşad eden o nuranî burhan; biri sağında, diğeri solunda,biri mütevatir, diğeri mecma-ı aleyh bulunan nübüvvet vevelâyetle mücehhezdir. Ve aynı zamanda, irhasat denilenkablen-nübüvvet kendisinden zuhur eden harika hallerinrumuzatıyla ve kütüb-ü semâviyenin beşârâtıyla ve hevâtifdenilen, gayptan verilen tebşirat-ı müteaddide ilemusaddaktır.

Ve keza, o burhan-ı nurânîden zuhur eden inşikak-ıkamer, parmaklarından fışkıran sular, ağaçların onundâvetine icabetleri, duasının akabinde yağmurun nüzulü,pek az bir yemekten çokların yiyip doymaları ve kurt,ceylân, deve, taş ve sairenin konuşmaları gibimu’cizelerinin delâlet ve şehadetiyle tasdik edilmiş birzâttır (a.s.m.).

Ve keza, dünya ve âhiret saadetlerini temine kâfil vekâfi olan şeriatı, nübüvvetini tasdik ve ispata kâfidir. Geçen

derslerde, şems-i şeriatinden bazı şuaları gördük. Tatvil-ikelâmı mucip tekrarları lâzım değildir.

ÜÇÜNCÜ REŞHA: Arkadaş! O zât (a.s.m.), delâil-iâfâkiye denilen haricî delillerle musaddak olduğu gibi,delâil-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil veişaretlerle dahi musaddaktır. Çünkü o zât şems gibidir;zâtını, zâtıyla ziyalandırarak gösterir. Meselâ, bütün ahlâk-ıhamîdenin en yüksekleri o zâtta içtimâ etmiş olduğunabütün âlem şehadet ediyor. Ve keza, en nezih hasletleri vehuyları ve en yüksek seciyeleri câmi bir şahsiyet-imâneviye sahibi olduğuna icmâ vardır. Ve keza, o zâtın enyüksek derecede bulunan zühd ve takvâ ve ubudiyetişehadetleriyle mâlik olduğu kuvvet-i imaniyeylemusaddaktır. Ve keza, siyer-i nebeviyenin şehadetiylederece-i vüsûku ve kemâl-i ciddiyet ve metaneti ve bütünişlerinde ve harekâtında kuvvet-i emniyeti, hakkamütemessik ve hakikate sâlik olduğunu tasdik eden kat’îdelillerdir. Evet, yaprakların yeşilliği, çiçeklerin tarâvet vegüzelliği ve semerelerin tazeliği, ağacın canlı, hayatlı, hayyolduğuna sadık şahittirler.

DÖRDÜNCÜ REŞHA: Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-imekânın muhâkemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza, 1

كPالع�ي�ان الخب�ر düsturunaلي0س� ittibâen, şu zaman ve

muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekânla,hayalen Ceziretü’l-Araba gidelim ve Medine-iMünevverede nurânî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış,nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı

bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz.

1. Haber, gözle görmeye benzemez, ikisi aynı şey değildir.

İşte, hayalen oraya gittik. Bak, harika bir surette hüsn-üsuret ile hüsn-ü sîreti cem eden o mürşid-i umumî, ohatîb-i kudsî, cevâhir dolu bir kitab-ı mu’cizülbeyan elinealarak, bütün insanlara mele-i âlâdan nâzil olan bir hutbe-iezeliyeyi okuyor. Ve bütün benî Âdemi ve cinleri vemevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haberveriyor. Hilkat-i âlemin acip muammâsını açıyor. Kâinatınsırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-ihikmetin, nev-i beşere, “Siz kimlersiniz? Neredengeliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye irad ettiğiakılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor.

BEŞİNCİ REŞHA: Arkadaş! Şu zât-ı nuranî (a.s.m.),mürşid-i imânî, Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm)bak, nasıl neşrettiği hakikatin nuruyla, hakkın ziyasıyla,nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek,âlemde yaptığı inkılâp ile âlemin şeklini değiştirereknuranî bir şekle sokmuştur. Evet, o zâtın nuranî güzelliğiylekâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içindegörünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebî vedüşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenazesuretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zevalve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Vekâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla,nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı.Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir

olacaklardı.

İşte, o zâtın telkin ettiği iman nazarıyla kâinatabakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı birşekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle veiman gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı,hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr edecektir.

Evet, kâinat iman nuruyla mâtem-i umumî yeriolmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirinedüşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeşolmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat,ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtınınâtık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan,müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetindezâkir, Halıkına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât,tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor.Rabbânî mektuplar, âyat-ı tekviniyeye sahifeler, esmâ-iİlâhiyeye ayineler suretine inkılâp ederler.

Hülâsa: İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki,“Hikmet-i Samedâniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelilve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafınınkuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle,kalbinin şuaıyle, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilâfet vehâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaçve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesinesebep olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekbersuretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanınziyasıyla ziyadar ve nuranî görünmeye başlar. Karanlıklı

gece şeklinde olan istikbal, Kur’ân’ın ziyasıyla tenevvüreder, Cennetin bostanları şekline girer. Buna binaen, o zât-ınurânî olmasaydı, kâinat da, insan da, herşey de ademhükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat içinböyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. “Eğerbu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı” meâlinde 1

اال2فال]ك خلقت لم�ا لو�ال2ك olanلو�ال2ك hadis-i kudsî şu

hakikatı tenvir ediyor.

1. Ali el-Kàri, Şerhü’ş-Şifâ, 1:6; Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 2:164.

ALTINCI REŞHA: Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyanzât, kâinatın kemâlâtını keşfeden canlı bir güneştir;saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor. Nihayetsizrahmeti keşfetmiş, ilân ediyor. Saltanat-ı Rububiyetinmehâsininin dellâlı ve esmâ-i İlâhiyenin gizli definelerininkeşşâfıdır.

Evet, o zât (a.s.m.) vazifesi itibarıyla, hakkın burhanı,hakikatın ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir.Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmâniyeninmisali, rahmet-i Rabbâniyenin timsali, hakikat-iinsaniyenin şerefi, şecere-i hilkatin en kıymettar vekıymetli bahâdar bir semeresidir. Tebliğ ettiği dini deharika bir sür’atle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerinbeşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zâtın dâvâlarındanefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân varmıdır?

YEDİNCİ REŞHA: Arkadaş! O zâtı harekete getirip oinkılâpları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir.Evet, bilhassa Ceziretü’l-Arabda yaptığı inkılâp ve icraatabak:

O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çokmutaassıp ve asabiyetlerinde fevkalâde inatçı ve kasâvet-ikalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri dirikızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bileolmayan pek çok vahşî kavimler oturmakta idiler. O zât-ınuranî, kısa bir zamanda, o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerinikaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ, o zât-ımürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşîinsanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Vemedeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın(a.s.m.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî birsaltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ıbâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisinecezb ve celb etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshiretmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenviredici ve nefislere mürebbî ve ruhlara sultan olmuş veolmaktadır.

SEKİZİNCİ REŞHA: Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibiküçük bir âdeti, birşeyi tiryakisinden ref etmek pekzahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azimle, küçükbir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyükmüşkilâta rastgelir. Halbuki bu zât-ı nuranî, pek çokâdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, cüz’î birkuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek,

nezih ahlâk ve âdetlerle doldurmuştur.

Evet, Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb’ın (radıyallahü teâlâanh) İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu meseleyegüzel bir misaldir. Bunun gibi, icraat-ı esasiyesindenbinlerce harikalar vardır. O zâtın, o zamandaki icraatınaharika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, ozamanda, o vahşet-âbâd cezireye gidip, pek uzunzamanlarda o vahşîleri ıslah için çalışsalar, o zât-ı mürşidinbir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senedemuvaffak olabilirler mi? Hâşâ!

DOKUZUNCU REŞHA: Arkadaş! Aklı başında olan biradam münazaralı dâvâlarda yalan söyleyemez. Çünkü,bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar.Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübâlibir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlısöylenmesine girişemez velev âdi bir mesele, küçük bircemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahısolsun. Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük birmeselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pekbüyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısındaiddia ettiği bir dâvâda yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilirmi?

İşte, o zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle birtarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var,ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, hâlis birciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere,akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini kırıyor.

Acaba böyle bir dâvâda, böyle bir makamda, böyle birşahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasınaimkân var mıdır? Hâşâ!

1;Evet, hak hileye muhtaç değilاFن هو� اFالE و�ح�0[ يوح�6

hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikatigören bir nazar halkı iğfal etmez, hilâf-ı hakikat söylemez,hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas olamaz.

ONUNCU REŞHA: Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i beşerikorkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Veinsanları tebşir için, kalbleri cezb ve akılları celb edenmeselelerden haber veriyor.

Yahu! Hakaik ve garaibi keşif için insanlarda öyle birşevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşifyolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar. Bu zâtın (a.s.m.)keşf ve ihbar ettiği hakaike ne için ehemmiyetvermiyorlar? Halbuki, bütün enbiyâ ve evliyâ ve sıddıkîngibi ehl-i şuhud ve ashab-ı ihtisas, bilittifak o zâtı tasdiketmiş ve ediyorlar.

Bu zât (a.s.m.), öyle bir Sultanın şuûnundan bahsediyorki, kamer Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acipharikalardan bahsettiği gibi, pek müthiş infilâk veinkılâplardan da haber veriyor. Bakınız: O hutbe-iezeliyede,

2اFذا الشم0س ك و^ر�ت03اFذا الس8م�اء انفطر�ت0

اFذا زلزلت

4اال2ر0ض زلز�اله�ا

gibi tilâvet ettiği âyetlere dikkat ediniz.

1. “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Necm Sûresi, 53:4.2. “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.3. “Gök yarıldığı zaman.” İnfitar Sûresi, 82:1.4. “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır.” Zilzâl Sûresi, 99:1.

Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki,dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Veöyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri onanazaran rüyalar gibi olur. Evet, bu kâinatın perdesi altındaçok acaip şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onlarıintizar ediyoruz. Binaenaleyh, o acaibi görüp bizekeyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insanlâzımdır ki, o harika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize desöylesin.

Ve keza, o zât, Hâlıkımızın bizden talep ettiği şeylerdenbahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden haberveriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feyâ acaba! Ekser-inâs neden böyle hak şeylerden göz yumuyorlar,hakikatlerden kulak tıkıyorlar?

ON BİRİNCİ REŞHA: Arkadaş! Şu minber-i âlidehutbe-i ezeliyeyi okuyan ve şahsiyet-i mâneviyesiylebizlere meşhud ve yüksek şuûnatıyla âlemde meşhur olanzât-ı nurânî, (a.s.m.) vahdaniyet-i İlâhiyeye bir burhan-ısâdık-ı nâtık ve tevhidin hakikat olduğuna bir delil-i hak vesaadet-i ebediyenin de vücuda gelmesine kat’î bir delil ve

zahir bir burhandır.

Ve keza, o zât, insanları hidayete davet etmekle saadet-iebediyenin husulüne sebep olduğu gibi, vüsulüne desebeptir.

Ve keza, o zât, duasıyla, ubudiyetiyle o saadetinvücuduna ve icadına vesiledir. Evet, bak: O zât, nev-ibeşere imamdır. Mescidi, yalnız Ceziretü’l-Arab değildir,küre-i arzdır. Cemaati de yalnız o zamanın insanlarıdeğildir. Belki Âdem zamanından kıyamete kadar herbirasrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onunarkasında, onun duasına “Âmin” diyorlar.

Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmâda umum zevilhayataşâmil pek şedit bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onunduasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve semâ ve bütünmevcudat “Âmin” söyler. Yani, “Yâ Rabbenâ! onun duasınıkabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun talepettiğini talep ediyoruz.”

Bilhassa, o cemaat-i uzmâ önünde kıldırdığı namazda,öyle bir tazarru ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle birhüzünle niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir, ozâtın duasına iştirâk eder. Evet, öyle bir maksat için niyazeder ki, eğer o maksat husule gelmezse, yalnız mahlûkatdeğil, âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i sâfilîne düşer.Çünkü, o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemâlâtaerişir.

Acaba o zât, o matlubu kimden istiyor? Evet, öyle bir

Zâttan talep eder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’îbir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabuleder, ihtiyacını yerine getirir. Ve keza, en ednâ bir emeli, enednâ bir gaye için, en ednâ bir zîhayatta görür ve onu onayetiştirmekle ikram ve merhamet eder. Bu dualarınneticesinde yapılan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamlacereyan eder ki, o terbiyelerin ancak bir Semî’ ve Basîr, birAlîm ve Hakîmden olduğuna şüphe bırakmaz.

Acaba o zât, o minberde Arşa müteveccihen ellerinikaldırarak yaptığı dua ile ne istiyor ki bütün mahlûkat“Âmin” söylüyor?

Evet, o zât, Cenâb-ı Hakkın rızasını ve Cennettemülâkat ve rüyetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilenşeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbapolmadığı takdirde, o zât-ı nurânînin tek duası ve tazarru ileniyaz etmesi, Cennetin icadına ve îtâsına kâfidir.Binaenaleyh, o zâtın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şudünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, o zâtınubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücâzat için dâr-ıâhiretin îcadına sebep olur.

Evet, bu yüksek intizam ve geniş rahmet ve güzel san’atve kusursuz cemâl ile zulüm ve çirkinlik arasında tezatvardır. İçtimaları mümkün değildir.

Evet, ednâ bir sesi, ednâ bir kimseden, âdi bir iş içinişitip kabul etmekle, en yüksek bir savtı, en büyük bir işiçin işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik vebir kusurdur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, hüsn-i zâtî,

kubh-u zâtîye inkılâp eder. İnkılâb-ı hakâik ise muhaldir.

ON İKİNCİ REŞHA: Arkadaş! O hatib-i mürşiddengördüğün, işittiğin kâfidir. Çünkü ahvalini tamamıyla ihâtaetmek mümkün değildir. Öyleyse, ondan sonra gelenasırların o zâttan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geridönelim. Bak, arkadaş! Bütün bu asırlar o Asr-ı Saadetingüneşinden Ebû Hânife, Şâfiî, Ebû Yezid, Cüneyd-iBağdadî, Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-iArabî, Ebû Hasen-i Şâzelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ıRabbânî (radiyallâhü anhüm ecmaîn) gibi binlerce nurânîziyâdar yıldızlar ayrılıp âlem-i beşeri tenvir etmişlerdir.

Meşhudatımızın tafsilâtını başka vakte tehir ederek,mu’cizat sahibi o zât-ı nurânî Aleyhissalâtü Vesselâma birsalât ü selâm getirelim.

ا الذات النور�ان��^ الذى اللهم8 ص�ل� و�س�لم0 ع�ل� ه6ذانزلع�لي0ه� القر0ان الح�:�يم م�ن� الر8ح0م6نN الر8ح�يمi م�نالع�ر0شالع�ظ�يمi اع0ن�� س�ي�دنا مح�م8د الف الف ص�ال]ةHو�الف الف

س�ال]مm بع�دد ح�س�نات ام8ت�ه�.ع�ل� م�ن0 ب�شر� برس�الت�ه� التو�ر�اة و�االFنجيل و�الز8بۇرو�ب�شر�

بنبوqت�ه� االFر0ه�اص�ات و�ه�و�ات�ف الجنو�او�ل�ي�اء االFنس و�كPو�اه�نالب�شر و�انشق8 باFشار�ت�هالقم�ر.. س�ي�دنا و�م0و�الsنا مح�م8د الف

الف ص�ال]ةH و�الف الف س�ال]مm بع�دد انفاس ام8ت�ه�.ع�ل� م�ن0 ج�اء�ت0 ل�دع0و�ت�ه� الشج�ر، و�نز�ل� سر0ع�ة

بدع�ائ�هالم�طر، و�اظلته الغم�ام�ة م�ن� الح�ر�، و�شبع� م�ن0ص�اعm م�ن0 طع�ام�ه� م�ات# م�ن� الب�شر، و�نب�ع� الم�اء م�ن0

ب�ي0ن�اص�ابع�ه� ثال]ث� م�ر8ات كPال:Pو�ثر و�س�ب8ح� ف�� كPفي0ه� الح�ص�اةو�الم�در،و�انطق� ال+*ه له الض8ب8 و�الظب0ى� و�الذى�ب�

و�الجذع�و�الذر�اع و�الج�م�ل� و�الج�ب�ل� و�الح�ج�ر� و�الشج�ر�اغ الب�ص�ر... ص�اح�بالم�ع0ر�اجi و�م�ا ز

س�ي�دنا و�م�و�ال2نا و�شف�يع�نا مح�م8د الف الف ص�ال]ةH و�الفالفس�ال]مm بع�دد ك ل� الحروف المتش:�لة� ف�ىال:Pل�م�ات المتم�ثلة��باFذن الر8ح0م6نN ف�� م�ر�اي�اتم�و�ج�ات اله�و�اءF ع�ند ق�ر�اء�ة� ك ل

كPل�م�ةH م�نالقر0ان م�ن0 ك ل� قارئ م�ن0 اوqل النزول اFل�اخ�رالز8مان و�اغف�ر0 لنا و�ار0ح�م0نا ي�ا اFله�نا ب: ل� ص�ال]ةHم�نه�ا

1ام�ين� ام�ين� ام�ين�.

Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pekbüyük bir yekûn teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söznamındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir.

O zâtın izhar ettiği bine yakın mu’cizeleriyle Yirmi BeşinciSöz namındaki eserimde tafsil edilen kırk vech-i i’câzabâliğ olan Kur’ân, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) şehadetettiği gibi, bu kâinat da âyâtıyla o zâtın nübüvvetinedelâlet eder. Evet, kâinatta yazılan sayısız âyetler Zât-ıEhadin vahdaniyetine şehadet ettikleri gibi, risalet-iAhmediyeye de (a.s.m.) delâlet ve şehadet ederler.

1. Salât ve selâm o nurânî zâta olsun ki, o zât, Rahmân ve Rahîm’den ve Arş-ıÂzamdan gelen Furkân-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’dir.Ümmetinin iyilikleri sayısınca milyonlar salât ve milyonlar selâm üzerineolsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsatla,cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşer kâhinleriylemüjdelenen; bir işaretiyle ay’ı parçalayan Efendimiz Muhammed’e, ümmetininnefesleri sayısınca milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşupgeldiği, duâsıyla yağmurunhemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutlarınona gölge yaptığı,bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarınınarasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, onun hürmetine Allah’ın,kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşıve toprağıkonuşturduğu, Miracın sahibi olan ve gözü asla şaşmayan o büyükmiraç mu’cizesinde rüyetullaha mazhar olan Efendimiz ve ŞefaatçimizMuhammed’e, Kur’ân’ın ilk inmeyebaşladığı andan zamanın sonuna kadar onuokuyan her bir okuyucununokuduğu her bir kelimenin hava dalgalarınınâyinelerinde Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harflerisayısınca, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan her birihürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.

Ezcümle: Kâinatta görünen hüsn-ü san’at dahi risalet-iAhmediyeye (a.s.m.) delâlet ve şehadet eden kat’î birdelildir. Zira, şu ziynetli masnuatın cemâli, hüsn-i san’at veziyneti izhar eder. San’at ve suretin güzelliği, Sânidegüzelleştirmek ve ziynetlendirmek isteği mevcut olduğunadelâlet eder. Güzelleştirmek ve zînetlendirmek sıfatları,Sâniin san’atına olan muhabbetine delâlet eder. Bumuhabbet ise, masnuatın en ekmeli insan olduğuna

delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır.İnsan dahi masnuatın en câmi ve en garibi olduğundan,şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semeregibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en câmi vebaîd bir cüzdür. İnsan zîşuur ve câmi olduğu cihetle, nazarıâmm, şuuru küllî olur. Nazarı âmm olduğundan şecere-ihilkati tamamıyla görür, şuuru da küllî olduğundan, Sâniinmakasıdını bilir. Öyleyse, insan Sâniin muhatab-ı hâssıdır.

Evet, âmm ve şumullü olan nazar ve şuurunu Sâniinibadetine ve muhabbetine sarf ve san’atını istihsan, takdirve teşhirine tevcih ve nimetlerinin şükrüne istimal eden birfert, verdiği nimetlere karşı şükür isteyen ve yarattığımahlûkatı ibadete, şükre davet eden Sâniin has muhatapve habibidir.

Ey insanlar! Zikredilen ahval ve şuûnatla muttasıf olanHazret-i Muhammed’in (a.s.m.), Sâniin o ferd-i feriddediğimiz muhatab-ı hassı olmamasına imkân var mıdır?Ve tarihinizin gösterdiği nev-i beşerden en büyük insanlararasında, bu makama daha lâyık diğer bir şahıs var mıdır?

Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar!Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: Rububiyet dairesidir.

İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.

Birinci levha: Hüsn-ü san’attır

İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.

Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınızki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesihesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası dabütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasınabakıyor.

Bu hakikati gözünle gördükten sonra, rububiyet veubudiyet dairelerinin reisleri arasında en büyük birmünasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? VeSâniin makasıdına kemâl-i ihlâsla hizmet eden ubudiyetreisinin Sâni ile azîm bir münasebeti ve kavî bir intisabı veo intisapla her iki daire reisleri arasında bir muârefe vemükâleme ve alışverişin olmamasına ihtimal var mıdır?Öyleyse, bilbedâhe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi,rububiyetin has mahbup ve makbulüdür.

Ey insan! Bu süslü masnuatı envâ-ı mehasinle tezyineden ve bütün zîhayat olanların zevklerine, iştahlarına görebu kadar nimetleri in’âm eden Sâni’in en kâmil, en cemîlve ibadetine kemâl-i iştiyakla teveccüh eden ve Sâni’inmehasin-i san’atına takdir ve istihsanatıyla arş ve ferşitaraba, sevinmeye getiren ve Sâniin ihsanatına yaptığıteşekkürat ve tekbirat ile berr ve bahri cezbeye getiren şugüzel mahlûk ve masnuuna iltifat edip sözünü nazar-ıitibara almaması ve teşekküratına mukabele etmemesi veteveccüh edip, kendisiyle konuşmaması ve iktidarına görebütün mahlûkata bir imam ve mürşid yapmaması imkânıvar mıdır?

LâsiyyemalarOnuncu Sözün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Sözün

Arabî ikinci makamıdır.

Kâinatın bütün zerratı, müçtemian ve münferiden,lisan-ı acz ve fakr ile vücub-u vücud ve vahdetine şehadetettikleri Sâni-i Hakîme hamdler, senâlar, şükürler olsun. Vekâinatın tılsımını açıp, âyâtını keşf ve beyan eden Resulüile âl ü ashabına ve sair enbiya ve mürselîn ihvanına veibâd-ı sâlihîne salât ü selâmlar olsun.

Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısınıkapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkintemeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleriyok. O muhalattan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin nekadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. Şöyle ki:

Şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyleküfrüne baktığı zaman, o küfrü iman ve iz’an edebilmekiçin, bir zerre-i vahideye bir ton ağırlığında bir yükyükletmeye ve her zerrede sayısız matbaaları icad ediptabiat ve esbabın eline vermeye ve bütün masnuatta bütünsan’at inceliklerini tabiata ders vermeye muztar ve mecbur

olur. Zîra, hava unsurundan, meselâ, herbir zerre, bütünnebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerindevazifesini yapmak salâhiyetindedir.

Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olupCenâb-ı Hakkın emir ve iradesine tâbi oldukları kâfirâneinkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, obünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesilâzımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kâfiritikad edebilir.

Maahaza, bir semere, bir şecerenin bir misal-imusağğarıdır. Ve o semeredeki çekirdek, o şecerenindefter-i a’mâlidir. O ağacın tarih-i hayatı o çekirdekteyazılıdır. Bu itibarla, bir semere şecerenin tamamına, belkio şecerenin nev’ine, belki küre-i arza nâzırdır. Öyleyse, birsemerenin san’atındaki azamet-i mâneviyesi, arzıncesameti nisbetindedir. O zerreyi, san’atça hâvi olduğu oazamet-i mâneviyeyle bina eden, arzı haml ve binaetmekten âciz olmayacaktır. Acaba o kâfir münkir, kalbindeböyle bir küfrü taşımakla, akıl ve zekâ iddiasındabulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?

Arkadaş! Her birşey için iki suret ve şekil vardır:

Biri: Maddiyedir ki, âdeta bir gömlek gibi, herşeyinvücuduna göre kaderin takdiriyle biçilmiş şu görünensuretlerdir.

Diğeri: Mâkuledir ki, birşeyin yaşadığı bir ömürdemürur-u zamanla değiştirdiği muhtelif maddî suretlerin

içtimâından tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.

Bir ateşin sür’atle tedvirinden hasıl olan daire-i vehmiyegibi, herşeyin tarih-i hayatını bildiren ve kadere medarolan ve mukadderat-ı eşya denilen şu ikinci suret,mâkuledir. Suret-i maddiye itibarıyla herşeyin bir nihayeti,bir gayesi olduğu gibi, suret-i mâneviye itibarıyle de birnihayeti ve gizli bazı hikmetler için bir gayesi de vardır.Binaenaleyh, herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-iRabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesindeise, kader mistardır, yani, teşekkülâtın çizgilerini çizer;kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılanteşekkülât, kudretten sudur eder.

Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreyebir terzilik san’atını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendinehâlık ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif vemütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?

Bak, ey gözden mahrum kâfir! Şecere-i hilkatin semeresive kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğinbütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem edip dikenli birşecerenin âzâlarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki,Sâni-i Hakîm herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam,cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hullelerikemâl-i sür’at ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhânallah!

Evet, münezzehtir, herşeyin vücudu emrine bağlı olanAllah münezzehtir. Herşeyin içyüzü elinde bulunan Sânimünezzehtir. Bütün mahlûkata merci olan Sânimünezzehtir.

Arkadaş! Herbir mevcudun üstünde, Sâni-i Ehad veSamedin bir sikkesi, bir hâtemi olup, o mevcudun Sâni-iEhad ve Samedin mülkü ve eser-i san’atı olduğuna şehadetediyorlar.

Evet, gayr-ı mütenahi ehadiyet sikkelerinden vesamedâniyet hâtemlerinden, yalnız bahar mevsimindesahife-i arza darb edilen sikkeye bak ki, şu zikredilecekmüteselsil fıkralar, cümleler o sikkeyi güneş gibigösteriyorlar ve izhar ediyorlar.

Evet, sahife-i arzda pek garip, hakîmâne bir icadgörünüyor. Bu görünen icadın gösterdiği kuvvet ve faaliyetigörmek istersen, şu gelen fıkralara dikkat et

1. O icad fiili, pek azîm ve geniş bir sehavet-imutlakadan geliyor.

2. Bir suhulet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadançıkıyor.

3. Mutlak bir intizamla, sür’at-i mutlakada meydanageliyor.

4. Mevzun ve mizanlı olarak bir vüs’at-i mutlakadabulunuyor.

5. Güzel bir eser-i san’at olmakla beraber, mutlak birucuzlukta görünüyor.

6. Taallûk ettiği şeyler pek karışık olmakla beraber,büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibasla yapılıyor.

7. Mahall-i taallûku gayr-ı mütenahi olmakla beraber,

eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen şekilde husule gelir.

8. Efrad ve envâ arasında, bu’d-u mutlak ile beraber,tevafuk-u mutlak var.

Arkadaş! Bu fıkraların herbirisi tek başına da o sikkeyiizhar etmeye kâfidir.

Bakınız, en harika bir sehavetle en harika bir hüsn-üsan’at, muhit bir kudretin hassasıdır.

Ve intizamla beraber harika bir suhulet, hiçbir şeydenâciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur.

Tartılmış gibi gayet mizanlı olmakla beraber, mu’cizânebir sür’at-i mutlaka, herşeyi emrine ve kudretine teshireden Zâta mahsustur.

Nevilerin pek dağınık bulunmasından, pek geniş birtasarrrufla harika bir hüsn-ü san’at, ilim ve kudretiyleherşeyin yanında bulunan Zâta hastır.

Kesret ve mebzuliyetle beraber her ferdin san’atitibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ımütenahi hazinelere malik olan Zâta mahsustur.

Efradın ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassızve fevkalâde imtiyaz ve teşahhuslara mazhar olmaları,herşeye basîr ve herşeye şehîd ve herbir fiili kendisinidiğer bir fiilden men etmeyen Zâta mahsustur.

Ve keza, arzda dağınık bulunan efrad arasındakiuzaklıkla beraber, suretçe, vücutça, teşkilâtça aralarında

husule gelen tevafuk, küre-i arz yed-i tasarrufunda,ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan Zâta mahsustur.

Ve keza, nev’in kesret-i efradıyla beraber her ferdinharikulâde bir hüsn-ü hilkate mâlik olması, Kadîr-i Mutlakahastır ki, az çok, küçük ve büyük herşey Ona nisbetenbirdir.

Geçen fıkraların herbirisinde, herşeyin tek bir Sâniinsun’u ve san’atı olduğuna delâlet eden başka bir âyet dahavardır. Evet, sehavetle kuvve-i iktisadiye arasında vesür’atle mizanlı olmak arasında ve ucuzlukla kıymetliolmak arasında ve karışık olmakla mümtaz bulunmakarasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem etmek,ancak kudreti hadsiz bir Sâni-i Kadîre mahsustur.

Hülâsa: Herbir fıkra, tek başına hâtem-i ehadiyeti izharakâfi olduğu takdirde, fıkraların heyet-i içtimaiyesi pek zahirbir tarik-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti gösterir. İşte buizahtan,

1و�لئ�ن0 س�ى�لتهم0 م�ن0 خلق� الس8م6و�ات و� اال2ر0ض� لي�قولن8 ال+*ه

âyet-i kerîmesinin sırrı zahir oldu. Yani, o inatlı münkire,“Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduğu zaman,çar u nâçâr, “Allah’tır” diyecektir.

1. Lokman Sûresi, 31:25.

Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, ahiret, kâinat arasındahakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve

sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu istilzam eder.Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.

Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfibir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudumümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelîninvücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancakNakkaş-ı Ezelîye iman etmekle kitab-ı kâinata şahitolabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış veziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni vesânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücududa Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoşolmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.

Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksinigösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsinvücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozukolmayanlar için, kemâl-i intizamla tahavvül ve teceddüdeden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâniin vücub-uvücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatımeşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinindüsturlarıyla tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim veinayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esmâ vesıfâtının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bâni veSânidir.

Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği takdirde, kâinatınzerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların kabulünemecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu

kâinatı halk etmeye kàdir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatınherbir cüz’îsi, zevilhayatın küllüne, yani umumuna birfihristedir. Cüz’îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kàdirolmalıdır.

Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi,ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülile olur.

Ve keza, hadd-i kemâle bâliğ olan en yüksek bir cemâlinbilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifilâzımdır.

Ve keza, kemâl-i cemâle bâliğ olan kemâl-i hüsn-üsan’at, resullerin delâletiyle olur.

Ve keza, rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Buda zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka ilânetmeleriyle mümkün olur.

Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayinebulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onunhüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu daancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyleHâlıkın hüsnüne ayinedir; risaleti cihetiyle de halka izharve ilân eder.

Ve keza, bir zâtın cevahirle, zîkıymet eşya ile doluhazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zâtınkudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak ozâtın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş birmemur lâzımdır. İşte o memur resuldür.

Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu vazifeleri en mükemmelgörebilecek Hazret-i Muhammed AleyhissalâtüVesselâmdan başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, enkâmil, en fâzıl o zâttır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif,tavsif, izhar, ilân eden, o zâttır.

Aziz arkadaş! “İman-ı billâh” ile “âhiret imanı”arasındaki telâzuma geldik. Hazır ol, dinle:

Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere demücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza,bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr veterbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiyede mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri âhirettir.

Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan birsultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere,kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetinigöstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bucihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.

Ve keza, lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-imutlakaya sahip olan bir sultan için umumî ve daimî birdâr-ı ziyafet lâzımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinindevam ve bekàlarını ister. Bu da ancak âhirette olur.

Ve keza, bir cemâl sahibi, dâima hüsün ve cemâlinigörmek ve göstermek ister. Bu ise âhiretin vücudunu ister.Çünkü daimî bir cemâl, zâil ve muvakkat bir müştaka râzıolmaz, onun da devamını ister. Bu da âhireti ister.

Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere

cevap vermek hususunda, pek rahîmâne bir şefkat sahibiolan bir sultan—ki ednâ bir mahlûkun ednâ bir isteğiniderhal yapar, verir—elbette bütün mahlûkatın en büyük birihtiyacını kemâl-i suhuletle yapar. Böyle umumî ve enmühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harikabir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâlarıiçin yalnız dar bir misafirhane yapılmış; dâimî olarakmilleti istiâb edemez, daima dolar boşalır. Ve birimtihanmeydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder. Vesultanın bazı âsâr-ısan’atına ve ihsanatına bazı nümunelergöstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder.Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonradaimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup vesakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe delâleteder.

Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütüna’mallerini, ef ’allerini, hizmetlerini, hâcetlerini tamamıylayazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hâdiseve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit vehıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, birmuhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın vukua geleceğinekat’î bir surette delâlet eder.

Ve keza, mükâfat ve mücâzat hakkında tekrarla pek çokvaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ü vaîd edilen şeylerkudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pekehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf

olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.

Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak veicmâlarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı vecevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçükmenziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz.Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakarsaltanata makar olamaz.

Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çokşeyleri, içtimâları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzatmaksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ıekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerinigöstermektir. Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacakmuameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyanedecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, oâlemde bâki ve daimî semereler verecektir.

Evet, o Sultanın şu fâni menzillerde ve korkunçmeydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet veşefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân hâricidir.Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika san’atlar, daimîmekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri isterler ki,o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar olsunlar.Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet ve merhametin inkârılâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden veinayetinden zuhur eden fiiller sahibinin—hâşâ!—zâlim,gaddar, sefih olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılâb-ı hakâikiistilzam eder.

Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye

makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller,burhanlar vardır. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemiicad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatıgetirmemek, budünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamakimkânı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat vemücâzatı ister.

Ve keza, Sâni-i Âlemin herşeyi içine almış ve herşeyiistilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin,hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri veküçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmetderyasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şufâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet vebelâlarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler veebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur.Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimetinikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzetieleme ve rahmeti zıddına kalb eder…

Ve keza, âlemde görünen tasarrufattan anlaşılıyor ki,Sâni-i Âlemin pek yüksek, celâlli, izzetli bir haysiyeti vardırki, ubudiyetle Sânii tâzim etmeyenlerin veya istihfafedenlerin te’diplerini, tehir ve imhal etse bile, ihmal etmez.

Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsizgörüp imanla imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerinisevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar içinrububiyetin ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat vemücâzat olacaktır.

Ve keza, bütün mahlûkatta görünen hüsn-ü san’atlar,

intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekteolan maslahat ve faidelerden anlaşılıyor ki, kâinat taht-ıtasarrufunda bulunan Sâni-i Zülcelâlde pek büyük birhikmet-i âmme vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyüktaltif ve in’amlara mazhar olacakları o hikmet-i âmmeniniktizasındandır.

Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vazediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaçsahibinin hâceti, istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerinmatlupları—bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrîlisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun—cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete birmahkeme-i kübrâ lâzımdır ki, rububiyetin hâkimiyetiylehukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü, fâni olan şu dünyamenzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz.Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet-i bâkiye, bircehennem-i dâime lâzımdır.

Ve keza, görünüyor ki, bu âlemin Sahibi, yaptığı şukadar fiillerin delâletiyle, harika bir sehavete sahip olduğugibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve vesemereleriyle hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çokhazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehavet, tükenmezservet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçlarında devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira, nihayet bir sehavet,harika bir kerem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktizaeder. Bu ise, ihsan ve in’amlara minnettar ve muhtaçolanların devam-ı vücutlarını ister.

Ve keza, şu mu’cizeli ve hikmetli ef ’âl-i kerîmânenin

tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizlikemâlâtı vardır. Ve daima o kemâlâtı, enzar-ı âleme arz veteşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemâl, daimî birtezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder.Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemâlâtakıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal vetahkir eder.

Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnûatınSânii için mücerred mânevî bir cemâl vardır. Ve Onun, omahfî hüsün ve cemâl için pek çok mehâsin ve letâifivardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, ocemâlin kesif ayinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arzher asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellîetmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân veizhar eder.

Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemâlsahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasınıngözüyle, cemâlini ve cemâlinin inceliklerini görmek istiyor.Binaenaleyh, cemâl sermedî ve dâim olursa, behemehalonun inceliklerini gösteren ayinelerinin de ebedî ve dâimîolması zarurîdir. Çünkü, bâki bir hüsn fâni bir müştaka razıolamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olanmahbubuna muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eliveya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini tesellî içintakbih eder. Bu itibarla, bu âlem Sâni’i istilzam ettiği gibi,Sâni’ de âlem-i âhireti istilzam eder.

Ve keza, bu âlemin Sâni’inde pek rahîmâne bir şefkat

vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen birmusibetzedeye kemâl-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ıizzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleriveriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabulediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin enbüyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütüninsanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-iebediyeyi ve ba’sü ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, oreis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat,bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.

Bak, o zât öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadetisteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-isâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten,faidesizlikten, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete,bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olmasıderecesine çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârâneyleistiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle yalvarıyorki, güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecdegetirip, duasına “Âmin, Allahümme, âmin!” dedirtiyor.

Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstündedurup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerinhülâsa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye(a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-ikevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim.Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, bekàistiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat ayinelerinde

cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyleberaber istiyor, o esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.

Eğer, âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delâil-i vücuduolmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadıkadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetinbinasına sebebiyet verecekti. Demek, nasıl ki, o zâtınrisaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, 1

اال2فال]ك خلقت لم�ا لو�ال2ك sırrınaلو�ال2ك mazhar oldu;

onun gibi, ubudiyeti dahi, öteki dâr-ı saadetin açılmasınasebebiyet verdi.

اللهم8 ص�ل� و�س�لم0 ع�ل� ذل�ك الح�بيب الذى هو�ال:Pو�ني0نN و�فخر الع�الم�ي0نN و�ح�ي�اة الدار�ي0نN و�و�س�يلة س�ي�دالس8ع�اد�تي0نN و�ذو الج�ناح�ي0نN و�ر�سول الثقلي0نN و�ع�لىال�ه�

و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين� و�ع�ل� اFخو�ان�ه� م�ن� النبي�ينو�المر0س�ل�ين�،2ام�ين�.

1. Hadis-i kudsî. “Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” Ali el-Kari,Şerhü’ş-Şifâ, 1:6; el-Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 2:164.2. Allahım, her iki dünyanın efendisi, iki âlemin medar-ı fahri, dünya veâhiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenâheyn ve cin ve insin resulüolan şu Habîbine, onun bütün âl veashabına ve onun enbiyâ ve mürselînkardeşlerine salât ve selâm et.Âmin.

Ve keza, bu âlemin geliş ve gidişatında ve bütünmahlûkatın bir hedefe sevkinde ve semâvî, süflî bütünecramın bir kudrete bağlı ve musahhar olmasında pek

büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyorki, bu mevcudatta tasarruf eden Sâniin azîm rububiyetindeharika bir saltanatı vardır. Halbuki, bu dünya menzilitahavvülâta, zevale mâruzdur. Sanki misafirler içinyapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisininsabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararıvardır. Ve Sâni-i Âlemin garip ve acip san’atlarınınnümunelerini teşhir ve ilân için tahavvülden hâli kalmayanbir meşherdir. Bu itibarla o handa ve o meşherde içtimâeden insanlar sabit kalacak değiller. Çünkü meskenlerisâbit değildir.

İşte bu hal ve şu vaziyet, bu fâni menzilden sonra osermedî saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâkî, ebedî,sermedî saadetlerin, Cennetlerin ve sarayların olacağınakat’î bir delâletle şehadet eder. Çünkü, fâni, bâkiye makamve medar olamaz. Evet, bir melikin gelip giden misafirleriiçin yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturanmisafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarcalirayla yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Veondaki ziynetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir.Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnız tadınabakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve herbirmisafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerinresimlerini alırlar. Ve melikin de gizli memurları onlarınbütün harekât, ef ’al ve muamelelerini yazıyorlar. Ve omelik her mevsimde milyonlarca o ziynetleri, o güzelşeyleri yeni gelecek misafirler için tahrip ve tecdit ediyor.Ve hakeza, pek çok garip ve acip şeyler görünüyor.

İşte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibininpek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedîsarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller,misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek şeylere teşvik içingösterilen nümunelerdir.

Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanlarınahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedîkalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ıHakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menzilinedâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve birbekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen lezizşeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerininlezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.

Maahaza, o lezzetlerden hiç kimse tam mânâsıylamuradına nail olamaz. Ya olezzetlerin ömürleri kısa olurveya insanın ömrü kısa olduğundanmuradına yetişemez.Ancak, o lezzetler ve o nefîs şeyler ibret ve şükre sevkiçindir. Çünkü, onlar Cenâb-ı Hakkın ehl-i iman içinCennetlerde ihzar ettiği hakikî nimetlere nümunelerdir.

Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem içindeğildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, mânâları,neticeleri alınır; âlem-i bekàda, ehl-i bekà için ebedîmanzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedîâlemde Sâni-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünkü, omasnûat, bekà içindir. Onların o zahirî ölüm ve fenâları,vazifelerinden terhistir, idam değildir.

Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten

fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, kudret-iEzeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl birkelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de,Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplardamilyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllaradedince mânâları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamandavazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onugören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiylehâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir.Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, ogül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sankibirer fotoğraf ve bekàsı için birer menzildir.

Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz birhayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef ’âliyazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a’mâlinin neticeleri hıfzediliyorki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. Hülâsa, hergüz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek baharmevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmekve bir nevi terhis ve izinlerdir.

Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ımübîni vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıphıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerindenâlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak:

Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey,vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa,Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini levh-i mahfuzlardatesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde

nakşeder ve pek çok gaybî ayinelerde ibkà eder. Meselâ,bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu dameyveyle hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresimevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Vekeza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-ihâfızasında mevcut kalır.

İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet kanunu ne dereceihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pekbüyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ıhıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazasıiçin sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam birintizam ve saltanat vardır ki, ednâ bir hadiseyi, âdi birhizmeti yazar ve yazdırır.

İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbetteâlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şumuhafaza kanunu, bütün eşyada câri olduğu gibi,mahlûkatın en eşrefi olan insana da şâmildir. Çünkü, insanCenâb-ı Hakkın rububiyetine ait şuûnat ve ahvâlineşahittir. Ve mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah’ın birliğinedellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilâfet-ikübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu keramete, buşerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ulzannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışıkhesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehakolduğu yere gidecektir.

Evet, Kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşringelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet,

nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet,geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu’cizat-ı kudret,Sâniin bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna kat’îşahit ve burhanlardır.

Ve keza, bu âlemin mâliki, kendi kudretine pek kolay vepek ehven ve ibâdına fevkalâde mühim ve pek şedidü’l-ihtiyaç olan haşrin tekrar be tekrar vaadinde bulunmuştur.Malûmdur ki, hulfül-vaad, kudretin izzetine, rububiyetinmerhametine zıttır. Zira, vaadin hilâfını yapmak, cehlinveya aczin alâmetidir. Bu ise, Kadîr-i Mutlak, Hakîm-iMutlak olan zâta muhaldir.

Maahaza, insanların haşri nebatatın haşri gibidir. Bunugören onu nasıl inkâr eder? Haşrin icadına olan vaadi ise,bütün enbiyanın tevatürüyle ve büyük insanların icmâıylasabit olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîmin lisanıyla da sabittir.

Ezcümle,

�ال+*ه ال2 اFله� اFالE هو� لي�ج0م�ع�نك م0 اFل� ي�و�مi الق�ي�ام�ة� ال2ر�ي0ب� ف�يه1و�م�ن0 اص0دق م�ن� ال+*ه� ح�ديثا

1. “Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. And olsun ki,geleceğinde şüphe olmayankıyamet gününde O sizi kabirlerinizden toplayıpdiriltecektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” Nisâ Sûresi, 4:87.

olan âyet-i kerime, büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrinicadına söz veriyor. Fakat, bazı insan pek nankördür ki,bütün mevcudat, sıdkına ve hak olduğuna delâlet ettiği oMâlikü’l-Mülkün sözlerini tasdik etmez, kendi hezeyanına

ve ahmaklığına itimat eder.

Ve keza, bu âlemde pek ihtişamlı bir rububiyet âsârıylaşâşaalı bir saltanatın şuâları görünmektedir. Evet,görüyoruz ki, koca arz, sekenesiyle beraber, ehlî, zelil, mutîbir hayvan gibi o rububiyetin emri altında beslenir. Güzdeölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks vehareketi ve sair bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi,şemsin de seyyaratıyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetlerio emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-isermediye ve bu saltanat-ı ebediye şöyle zayıf, zâil,muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bumütebeddil, belâlı, kederli, fâni dünya üzerine kaimolamaz. Ancak, bu dünya o azametli rububiyetin pek azîmve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan,kudretin mu’cizelerini teşhir ve ilân için kurulmuşmuvakkat bir menzildir ki, tahrip edilip pek muazzam,geniş, ebedî ve bâki bir âleme cüz olmak için tebdiledilecektir. Binaenaleyh, bu tebeddülât ma’razı olanâlemin Sânii için, diğer tagayyürsüz, sabit bir âleminvücudu zarurîdir.

Maahaza, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyireashabı ve kulûb-u münevvere aktabı ve ukul-ü nuraniyeerbabı ve kurb-u huzur-u İlâhîde dahil olanlar, o Zât-ıZülcelâlin, mutîler için bir dâr-ı mükâfat ve âsiler için birdâr-ı mücâzat ihzar ettiğini ve pek metin vaadlerle şedittehditleri olduğunu kat’î ihbar ediyorlar.

Malûmdur ki, vaadleri ifa etmemek bir züldür. Hâlık-ı

Âlem züll ve zilletlerden münezzehtir. Ve aynı zamanda, ohakikati ihbar eden ehl-i hakikat ve enbiya ve evliya veasfiya cemaatlerine kâinat bütün âyâtıyla, kelimatıyla,zâhir olarak ihbarlarını teyid ve takviye ediyor. Ey insan!Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden dahadoğru bir söz var mıdır?

Ve keza, bu âlemin mutasarrıfı, dar ve muvakkat şu arzmeydanında, âlem-i âhiretin büyük meydanının çokmisallerini, nümunelerini her vakit gösteriyor.

Ezcümle: Bahar mevsiminde arzın sathında yapılannebatî haşirlere dikkat lâzımdır. Evet, altı gün zarfında, okarışık nebatatın tohumlarından ölmüş, çürümüş,kaybolmuş olan cesetleri galatsız, haltsız kemâ fi’s-sâbıkinşa ve iâde etmekle, arz meydanında nebatî haşirleriyapan kudret, semâvat ve arzı altı günde halk etmesindenâciz değildir. Ve o kudrete nazaran göz işareti kadar kolayolan haşr-i insanîyi yapmamak imkânı var mıdır? Evet,haşr-i nebatîde kelimeleri, yazıları tamamen silinmiş üçyüz bin kadar sahifeleri, birlikte, bilâhalt ve bilâgalat, kısabir zamanda eski yazılarını iâde eden bir kudrete tek birsahifeden ibaret bulunan haşr-i insanî ağır gelir mi? Hâşa!

İşte o kudret sahibi, lisan-ı Kur’ân’la emrettiği,

فانظر0 اFل� اثار ر�ح0م�ت ال+*ه� كPي0ف� يحN�0 اال2ر0ض� ب�ع0د1م�و�ت�ه�ا اFن ذل�ك لمحN�0 الم�و�ت� و�هو� ع�ل� ك ل� ش��ء� قدير#

âyet-i kerimesi bu meselenin hakikat olduğuna

sarahatle şehadet ediyor.

1. “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardındannasıldiriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. Oherşeyehakkıyla kàdirdir.” Rum Sûresi, 30:50.

Ey aziz arkadaş! Cenâb-ı Hakkın şu tasarrufatından veşuûnatından anlaşıldı ki, arz meydanında yapılan nebatîhaşirler ve neşirler ve sair içtimâ ve iftiraklar maksud-ubizzat değildir. Çünkü, öteki âlemin meydan-ı kebîrindeyapılan o büyük ve mühim ihtifallerle kısa bir zamandayapılan şu cüz’î, gayr-ı sabit bu semereler arasındamünasebet yoktur. Ancak bu cüz’î semereler, birtakımmisal ve nümunelerdir ki, bunların suret ve neticelerine omecma-i kebirde muameleler tatbik ve icra edilsin. Demekbu fâni şeylerin suretleri, o âlemde bâki semereleri meyveverecektir.

Ve keza görüyoruz ki, Sâni-i Sermedî, Sultan-ı Ebedî, şuinhidama meyyal menzillerde ve zevale mahkûmmeydanlarda öyle bir hikmet-i bâhirenin ve bir inayet-izahirenin ve bir adalet-i âliyenin ve bir merhamet-icâmianın âsârını izhar ediyor ki, kalbi paslanmamış, gözükör olmamış bir insan, aynelyakîn ile anlar ki, o hikmettendaha ekmel bir hikmet olamaz. Ve o âsârı görüneninayetten daha ecmel bir inayet kabil değil. Ve o emârâtıgörünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur. Ve osemeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamettasavvur edilemez. Öyleyse, o Sultanın memleketindedaimî mekânlar, sâbit meskenler, daimî ve mukim sakinlerbulunmazsa, şu görünen hikmet, inayet, merhamet ve

adaletin, kalb ve fikir sahiplerince inkârları lâzım gelir. Veaynı zamanda o ef ’âl-i hakîme sahibinin—hâşa!—sefih,zâlim olmasını istilzam eder. Bu ise, hakikati zıddına kalbeden bir muhaldir.

Ey sözlerimi dinleyen arkadaş! Haşrin vücuduna vevukuuna dair delillerin, şu zikredilen kısma, emâreleremünhasır olduğunu zannetme. Kur’ân-ı Kerimin gösterdiğigayr-ı mütenahi emârelerden istihraç edilen hakikat şudurki: Hâlıkımız, şu muvakkat dünya meşherlerinde daimîolan rububiyetinin sabit karargâhına bizleri nakledecektir.Ve bu seyyal memleketi sermedî bir memlekete tebdiledecektir.

Ve yine zannetme ki, haşir ve âhireti iktiza eden, Esmâ-iHüsnâdan yalnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîzisimleridir. Belki, kâinatın tedbiriyle alâkadar olan herbirisim, âhiret ve haşri iktiza eder.

Hülâsa: Haşir meselesi öyle bir hakikattir ki, celâliyle,cemâliyle, esmâsıyla Hâlık-ı Zîşan, bütün kütüb-üsemâviyeyle enbiya ve evliya ve asfiyanın icmâlarınıtazammun eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve Fahr-i KâinatHazret-i Muhammed (a.s.m.), ekmelü’l-halk ve eşrefü’l-insan, haşrin geleceğine ittifakla hükmettikleri gibi, şukâinat dahi, bütün âyatıyla ve kelimatıyla haşrin vücut veicadına şehadet ediyor. Hattâ herbir cüzün, cüz’î olsun küllîolsun, cüz olsun küll olsun, iki veçhi vardır. Bir vecihleHâlıka bakar, vahdaniyete delâlet eder. Diğer vecihle deâhirete nâzırdır ki, haşrin, âhiretin vücutlarını ister.

Meselâ, bir insan kendi vücuduyla, hüsn-ü san’atıylaSâniin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ettiği gibi,âmâl ve istidatları ebede kadar uzandığı halde pek sür’atleölüm ve zevali, âhiretin vücuduna delâlet eder. Bütünmevcudatta görünen intizam-ı hikmet, tezyin-i inayet,taltif-i rahmet, tevzin-i adalet, Sâni-i Hakîmin vücut vevahdetine şahit oldukları gibi, âhiretin ve saadet-iebediyenin de icad ve vücutlarına delâlet ederler.

اللهم8 اج0ع�لنا م�ن0 اه0لN الس8ع�اد�ة� و�اح0شر0نا ف��اءF بشفاع�ة�نبي�ك اءF و�اد0خ�لنا الج�نة م�ع� الس�ع�د زم0ر�ة�الس�ع�دالمختار فص�ل� و�س�لم0 ع�لي0ه� و�ع�ل� ال�ه� كPم�اي�ل�يق بر�ح0م�ت�ك

1و�بحر0م�ت�ه� ام�ين� ام�ين� ام�ين�

1. Allah’ım, bizi saadet ehlinden kıl, Said’ler zümresinde haşret veSaid’lerleberaber, Nebiyy-i Muhtârının şefaatiyle Cennete idhal et. Ona veÂlinede, Senin rahmetine ve onun hürmetine lâyık şekilde salât ve selâmet.Âmin, âmin, âmin.

KatreTevhid Denizinden

İFADE-İ MERAM

Malûmdur ki, insan, hasbelkader çok yollara sülûk eder.Ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rastgelir. Bazankurtulursa da, bazan da boğulur. Ben de kader-i İlâhîninsevkiyle pek acip bir yola girmiştim. Ve pek çok belâlarave düşmanlara tesadüf ettim. Fakat acz ve fakrımı vesileyaparak Rabbime iltica ettim. İnayet-i ezeliye, beniKur’ân’a teslim edip, Kur’ân’ı bana muallim yaptı. İşte,Kur’ân’dan aldığım dersler sâyesinde o belâlardan halâsolduğum gibi, nefis ve şeytanla yaptığım muharebelerdende muzafferen kurtuldum. Bütün ehl-i dalâletin vekili olannefis ve şeytanla ilk müsademe,

سب0ح�ان ال+*ه� و�الح�م0د ل�+*ه� و�ال2 اFله� اFالE ال+*ه و�ال+*ه اك�ب�ر1ال2ح�و�ل� و�ال2 قوqة اFالE بال+*ه�

kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerindetahassun ederek o düşmanlarla münakaşalara giriştim.

Herbir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukuageldi. Bu risalede yazılan herbir kelime, herbir kayıt,kazandığım bir muzafferiyete işarettir.

Bu risalede yazılan hakikatler, zıtlarına bir imkân-ıvehmî kalmayacak derecede yazılmıştır. Uzun bir hakikate,deliliyle beraber bir kayıt veya bir sıfatla işaretyapılıyor.HAŞİYE-1, İHTAR

1. Allah her noksandan münezzehtir. Ve hamd Allah’a mahsustur. VeAllah’tanbaşka ilâh yoktur. Ve Allah herşeyden büyüktür. Ve havl ve kuvvetancakAllah’a aittir.Haşiye-1 İHTAR Bu zamanın cereyanı, benim gibi çoklarını vehmî tehlikelereatmıştır. İnşaallah, bu eser Allah’ın izniyle onları kurtaracak ümidindeyim.

1الح�م0د ل�+*ه� و�الص8ال]ة ع�ل� نبي�ه�

Bu risale, dört bab ile bir hâtime ve birmukaddeme üzerine tertip edilmiştir.

MukaddemeKırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört

kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir.Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerdenmaksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır. Şöyleki:

Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile veesbab hesabına bakmak hatâdır.

Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar,diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakkabakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir camparçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecekbir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığızaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazaredildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.

Ve keza, nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder.Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi birhareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadetigünaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsacehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.

Birinci kelâm: م�ال�:�� لس0ت BenاFن� kendime mâlik

değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir. Fakat kendimemâlik nazarıyla bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikînin sıfâtını vesıfatların bir derece mâhiyetini ve hududunu bileyim. Evet,mevhum, mütenahi hududumla Mâlik-i Hakikîninsıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim.

1. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hamd Allah’a mahsustur. SalâtOnun peygamberi üzerine olsun.

İkinci kelâm: ح�ق� ت�.Ölüm haktırالم�و Evet, bu hayat ve

bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir.

Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemikgibi mütehalif şeylerden terekküp etmiş; kısa bir zamandatevafukları, içtimaları varsa da iftirakları ve dağılmaları hervakit melhuzdur.

Üçüncü kelâm: و�اح�د .Rabbim birdirر�ب�ى Evet, herkesin

bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahîme olan teslimiyetebağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünküinsan, câmiiyeti itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkasıvardır. Ve herşeye karşı, hissederek veya etmeyerek,teessürü, elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi birhâlettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-ikudretine bir perde olan Rabb-i Vâhide teslimiyet, firdevsîbir vaziyettir.

Dördüncü kelâm: اناile tâbir edilen benlik, yani kendisine

bir vücut, bir kıymet vermektir ki, bu ene, Cenâb-ı Hakkınsıfâtını, şuûnatını bilmek için bir santral ve bir vahid-ikıyasîdir.

Birinci Bab.beyanındadır الs اFله� اFالE ال+*ه

الح�م0د ل�+*ه� ر�ب� الع�الم�ين� و�الص8ال]ة و�الس8ال]م ع�ل�1س�ي�دالمر0س�ل�ين� مح�م8د و�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين�

1. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salât ve selâm peygamberlerinEfendisiolan Muhammed’in ve onun bütün Âl ve Ashâbının üzerine olsun.

Allah’tan başka hak bir ilâhın bulunmadığını kalbentasdik ve lisanen ikrar ettiğime, bütün gören ve görüneneşyayı şahit gösteriyorum.

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücuduna ve Vahid, Ehad,Ferd, Samed olduğuna Hazret-i Muhammed (a.s.m.) birşahid-i sadık ve bir burhan-ı nâtıktır

Öyle Muhammed (a.s.m.) ki, icmâ ve tasdiklerinemazhar olmakla, enbiya ve mürselîne siyadet ünvanını; veittifak ve tahkiklerini almakla, imamü’l-evliyâ ve’l-ulemâlâkabını almıştır.

Ve öyle Muhammed (a.s.m.) ki, âyât-ı bâhire, mu’cizat-ı

katıa ve secâyâ-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye sahibi olmaklamehbit-i vahy-i İlâhî olmuştur.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.) ki, âlem-i gayb vemelekûtu seyir ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede vemelâikeyle musahabe, cin ve insanlara irşad vazifesinialmıştır.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)’dır ki, şahsiyet-imâneviyesiyle kâinatın kemâline bir fihriste olmakla,bütün saadetlerin ve medeniyetlerin düsturlarını havi birşeriata sahiptir.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)’dır ki, âlem-i şehadetteiken gaybiyattan haber verir bir beşîr ve nezîr olup bütünkuvvetiyle, kemâl-i ciddiyetle ve vüsuk ile ve itminân ile,

yüksek bir iman ile nev-i beşere karşı tevhid dinini له�Fا sال.ile ilân ve ilâm ediyorاFالE ال+*ه

Ve keza, öyle bir Allah ki, vücub ve vücûduna, celâl vecemâline, Vahid-i Ehad olduğuna şehadet edenlerden biriside Furkan-ı Hakîmdir.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîmdir ki, bütün enbiyakitaplarının tasdiklerine mazhardır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîmdir ki, bütün akıllar vekalbler, hükümlerini kabul ve tasdike icmâ ettikleri vecihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitaptır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîmdir ki, mazhar-ı vahiy olan

resullerce, mahz-ı vahydir. Ehl-i keşif ve ilhamca ayn-ıhidayettir. Mâden-i iman ve mecma-i hakaiktir. Hükümleridelâil-i akliye ile müeyyed ve fıtrat-ı selîmenin şehadetiylemusaddaktır. Lisanü’l-gayb olup, âlem-i şehadette nev-i

beşeri 1ile tevhide emir ve dâvetفاع0لم0 انه الs اFله� اFالE ال+*ه

ediyor.

1. “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur.” Muhammed Sûresi, 47:19.

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ıkebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla,sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadetettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütünâzâsıyla, cevahiriyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla,ahvaliyle delâlet eder. Yani bu kâinat, ihtiva ettiği bütün

envâıyla ال+*ه EالFله� اFا sالve o âlemlerin erkânıyla EالFخال�ق� ا sال;هو� ve o erkânın âzâsıyla ;الs ص�ان�ع� اFالE هو� ve o âzanın

eczâsıyla هو� EالFا مدب�ر� sال; ve o eczânın cüz’iyatıyla sالالs متص�ر�ف� اFالve o cüz’iyatın hüceyratıyla E ;مر�ب�ى� اFالE هو�ve o zerratın ;الs خال�ق� اFالE هو� ve o hüceyratın zerratıyla ;هو�

tarlası olan esiriyle هو� EالFا اFله� sالsöyleyerek, bütün

envâıyla, erkânıyla, âzâsıyla, eczâsıyla, hüceyratıyla,zerratıyla, esiriyle, elli beş lisanla vücub-u vücud vevahdetine şehadet ve delâlet eder. Şu lisanların tafsili

gelecektir. Şimdi icmal ile zikredeceğim. Şöyle ki:

Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldekinizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksekhikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattakimuavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd,hikmet-i âmme, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ıâmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân,hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat vehâkezâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrinvücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemâliyesine şehadetettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Cenâb-ıHakka tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin(a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.

Geçen lisanların tafsiline geçiyoruz. Şöyle ki:

Kâinatta görünen tanzimat, nizamat, muvazenat, kabza-itasarrufunda bir mizan ve nizam bulunan Hâlıkın vücub-u

vücuduna delâlet etmekle ال+*ه EالFا اFله� sال ال+*ه 1هو�

cümlesini okur.

Ve keza, kâinatta intizam ve ıttırad hüküm-fermadır. Buiki sıfat, mutasarrıfın vahdetine ve bir olduğuna şehadet

etmekle و�ه EالFله� اFا sال 2ال+*ه hakikatini ilân ediyor.

Ve keza semâvat sahifesini güneş ve yıldızlarla yazankudretle, balarısıyla karıncanın sahifelerini hüceyrat ve

zerratla yazan kudret bir olduğundan; و�ه EالFله� اFا sال ال+*هilemeselenin ilânıyla Hâlıkın bir olduğuna delâlet ve şehadeteder.

1. Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.2. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, meselâ bulutla arz gibi câmid ve mütehalifşeylerde tecavüb ve muavenet, yani birbirinin hâcetinecevap vermek ve seyyarat gibi şemsten pek uzak olanyıldızların şemse veya birbirine tesanüd etmeleri, bütüneşyanın bir Müdebbirin idaresinde bulunduğuna şehadet

ederek و�ه EالFله� اFا sال ال+*هile ilân eder.

Ve keza, semâvatın yıldızlar gibi âsâr-ı muntazamadakimüşabehet ve arzın birbirine benzeyen çiçeklerinde,hayvanatındaki münasebet, Hâlıkın bir olduğuna delâletle

şehadetini و�ه EالFله� اFا sال ال+*هile ilân eder.

Ve keza, herbir zîhayat, çok isim ve sıfatların tecellîsinemazhardır. Meselâ, bir zîhayat vücuda geldiğinde Bâriisminin cilvesine, teşekkülünde Musavvir sıfatının cilvesine,gıdalandığı zaman Rezzak isminin cilvesine, hastalıktan şifabulduğunda, Şâfi isminin tecellîsine, ve hâkezâ, tesirdemütesanit, âsârda mütehalif, çok sıfat ve isimleremazhardır. Bu sıfatların ve isimlerin hedefleri birolduğundan, elbette müsemmâları da bir olur. İşte her birzîhayat, şu mazhariyetle Hâlıkın bir olduğuna dair olan

şehadetini, و�ه EالFله� اFا sال 1ال+*ه ile ilân eder.

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, manzume-i şemsiyeyle balarısının gözleriarasındaki irtibat ve keyfiyetçe birbiriyle münasebetleri,

ikisinin bir Nakkaşın nakşı olduğuna olan delâletlerini ال+*ه.ile ilâm ediyorlarالs اFله� اFالE هو�

Ve keza, zerrat arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlararasında bulunan câzibeye kardeş olması, her iki kısmın da

bir kalem-i vahidin yazısı olduğunu و�ه EالFله� اFا sال ال+*هileizhar ediyorlar.

Ve keza, terkip ve mürekkebatta görünen intizam, omürekkebattaki her zerrenin, lâyık mevziine konulmasıylahasıl olmuştur. Binaenaleyh, o zerreleri, aralarındakimünasebetler bozulmamak şartıyla lâyık mevkilerinekoyabilmek, ancak bütün o mürekkebatı yaratabilecek birkudret sahibine hastır.

İşte, zerrattaki intizam ve şu vaziyetin lisanıyla Allahu

ekber diyerek, و�ه EالFله� اFا sال ال+*ه’yu okur.

Ve keza, bir neviden bir ferdin, bütün efraddanimtiyazını temin edecek teşahhus ve taayyününün kalem-ikudretle yazılması, bütün nev-i beşerin, meselâ, efradının

nazar-ı kudrette meşhud ve melhuz olduğunu istilzam eder.Çünkü, bir fert, alâmet-i farikası cihetiyle bütün efradamuhalif olacaktır. Eğer bütün efrad hazır bulunmazsa,taayyünlerinde, alâmatlarında muhalefetin bulunmamasıihtimali vardır. Bu ihtimal ise bâtıldır. Öyleyse, bir ferdinhâlıkı, bir nev’in hâlıkı olacaktır.

Ve keza, bir nev’e hâlık olabilmek, cinse de hâlık

olabilmeye mütevakkıftır. En nihayet, iş و�ه EالFله� اFا sال 1ال+*ه

’da nihayet bulur...

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, hilkat ve yaratılışın Vâcibü’l-Vücuda isnadedilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baîd, garip, külfetliolduğunu tevehhüm etmekle inkârına zehab ediyorlar.Halbuki, esbaba isnad edilirse, onların tevehhüm ettikleribu’d, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkılâpeder. Çünkü Vâcibe daha kolay olur. Meselâ, bir adamdanbirkaç şeyin suduru, birkaç adamdan birşeyin sudurundandaha ehvendir. Meselâ, balarısının hilkati, kudret-iİlâhiyeye isnat edilmezse, nihayetsiz müşkilât olur.

Maahaza, vahidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı,kesret çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Meselâ, birkumandanın pek çok neferlere verdiği intizam vaziyeti oneferlere verilse, suhuletle yapamazlar. Demek Hâlık-ıVahide yapılan isnadda zahiren bu’d ve garabet varsa da,esbab ve kesrete edilen isnadda muzaaf olarak müteselsil

muhaller vardır. Şöyle ki:

Herbir zerrede, Vâcibü’l-Vücudun sıfatlarını farz etmeklâzım geliyor. Çünkü, nakıştaki kemâl, san’attaki hüsün, osıfatları ister. Hem şirketi kabul etmeyen vücub hakkında,gayr-ı mütenahi şeriklerin farzı lâzımdır. Hem herbirzerrenin, bütün zerrelere hem hâkim-i mutlak, hemmahkûm-u mutlak olması lâzım geliyor.

Çünkü, nizam ve intizam öyle ister. Hem herbir zerrede,ihatalı bir şuur, tam bir ilim lâzımdır. Çünkü, zerrelerarasında tesanüd ve muvazene vardır. Bu tesanüd vemuvazene ise ilimle olur.

İşte, eşyayı esbaba isnad etmekte bu kadar muhallervardır. Amma sahib-i hakikî olan Vâcibü’l-Vücuda isnadedildiği vakit, o zerreler şöyle bir vaziyete girerler ki,şemsin cilvelerine, timsallerine, lem’alarına mazhar olansu katreleri gibi kudret-i ezeliyenin nurânî tecellîsine,cilvelerine, lem’alarına o zerreler de mazhar olup, sahib-ikudretin izniyle, gayr-ı mütenahî olan ilim ve iradesiyle, ozerrelerde teşekkülât ve terkibat yapılır. Binaenaleyh,kudret-i ezeliyenin bir lem’ası kudretin hâsiyetine mâlikolduğundan, esbabın binler lem’asından ve esbabınsultanından daha tesirlidir. Çünkü, bunda tecezzî veinkısam vardır, kudret-i ezeliyede ise yoktur.

Ve keza, külfet ve uğraşmak da yoktur. Çünkü, kudretSâniin zâtına zâtîdir, ârazî değildir. Acz, kudretine tahallüledemez. Kudretin bir lem’asına zerreler, şemslermütesavidir. Büyük, küçükten ağır ve zahmetli değildir. Ve

keza, hayat, vücut, nur gibi şeylerin zahir ve bâtınları şeffafolduğundan, icadları zamanında, vesait-i esbab altındakudretin tasarrufu görünür. Evet, hayatın vaziyetlerine vederecelerine dikkat edilirse kudretin tasarrufu görünür.

Meselâ, bir salkım üzümün yapılması için ince, câmidbir dal; ve bir cam parçasında şemsin timsalini tersim içinküçük bir delikten ziyanın geçmesi; ve bir evi tenvir için birkibrit tavassut ediyor. Ve bu gibi basit esbab altındayapılan o azîm ve garip işlerde kudretin tasarrufu gündüzgibi görünmesi âşikârdır.

Ve keza, eşyanın esbaba isnadındaki istib’addan veistiğrabdan hasıl olan inkârdan neş’et eden dalâletlerdenhasıl olan ıztırabat, bütün akılları, ruhları Vâcibü’l-Vücudafirar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünkü, ancak Onunkudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılaraçılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar.Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah’a iltica ile olur.

1فف�ر�وا اFل� ال+*ه�2اال2 بذك�ر ال+*ه� تطم�ئ�ن� القلوب

İşte, kâinat şu hakikatin lisanıyla, و�ه EالFله� اFا sال 3ال+*ه ’yu

söylüyor.

1. “Hepiniz Allah’a koşun.” Zâriyât Sûresi, 51:50.2. “Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.” Ra’dSûresi, 13:28.3. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, esbab-ı zahiriye pek basit, mahdut, fakir,

câmid, şuursuz, iradesiz ve kanunlar kısmı da itibarî,mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan harika nakışlar,ziynetler, garip ve acip san’atların o gibi kıymetsiz esbablakat’iyen münasebetleri yoktur. Binaenaleyh, meselâbedenin hüceyratındaki nizamlı, intizamlı teşekkülâtı,ekmek yemesine ve kuvve-i hâfızada yazılan gayr-ımahdud muntazam nakışları, kulaktaki ve baştaki telâfifeve konuşmakta, tefekkürde, harflerin teşekkülâtına vesuver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri gibiesbaba isnadları, ahmakçasına bir hükümdür. Ancak, o gibimüsebbebat, gayr-ı mütenahî bir kudretle bir ilim ve biriradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki, kevnve vücutta müessir-i hakikî ancak kudreti gayr-ı mütenahîbir Hâlık-ı Kadîrdir; esbab ise bahanelerdir, vesait deperdelerdir. Havas ve hasiyetler dahi, kudretin tecellîyatınave lem’alarına isim ve unvanlardır. Hem kanunlar venevâmis denilen şeyler, ancak ilimle irade ve emrin envâaolan tecellîlerinin isimleridir. Evet, kanun emirdendir,nâmus iradedendir.

İşte, kâinat müsebbebatın lisanıyla و�ه EالFله� اFا sال 1ال+*ه

ile Hâlık-ı Hakikîyi ilân ediyor.

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, kâinat sahifesinde pek büyük bir itina veihtimamla harika bir tarzda yazılan nakışlar, münferiden vemüçtemian, gayr-ı mütenahî bir kudreti iktiza ettiklerinden,kâinat da bir Vâcibü’l-Vücud, bir Hâlık-ı Kadîrin vücuduna

bizzarure delâlet eder ki, o Hâlıkın tesir-i kudretine nihayetolmadığından, şeriklerden bilbedâhe müstağnidir, şerikeihtiyacı yoktur.

Maahaza, şerik hadd-i zâtında mümtenidir. Bir ferdininvücudu mümkün değildir. Çünkü, kudret-i kâmilenin tesirigayr-ı mütenahidir. Şerik olduğu takdirde, kudretin tesirimahdut olur. Mütenahi olmadığı halde mütenahî olur,inkıtaa uğrar. Bu ise birkaç cihetten muhaldir. Öyleyse,istiklâl ve infirad, ulûhiyet için zâtî hassalardır.

Maahaza, şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zâtîyoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de birdelilden neş’et eden bir ihtimal ve ne de bir emare vekâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. Bilâkis,hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür.Demek, müessir-i hakikî ancak ve ancak Allah’tır.

Evet, insan kâinatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı engeniş olduğu halde, ef ’âl-i ihtiyarîsi içinde yemek ve içmekgibi en âdi bir fiilinde, yüz cüz’ünden ancak bir cüzü insanaait olabilir. Esbabın sultanı olan insan, böyle eli bağlı,tesirsiz olursa öteki esbab-ı câmide ne halt edebilir?

İşte kâinat şu hakikatten tebarüz eden vücut ve vahdet

lisanıyla و�ه EالFله� اFا sال 1ال+*ه’yu tilâvet eder.

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, kâinatın bütün eczâ ve zerratına tecellî eden

esmâ-i İlâhiye arasındaki tesanüd, yani birbirine dayanaraktecellî ettikleri bir temazüç, yani elvan-ı seb’a gibibirbiriyle memzuç olarak eşyayı cilvelendirdikleri eserleribir olduğu gibi, müsemmâlarının da vâhid, ehad olduğuna

şehadet eder. Ve bu şehadet lisanıyla, kâinat EالFله� اFا sال ال+*ه.diyerek ilân ediyorهو�

Ve keza, kâinatın—küllî ve cüz’î—ihtiva ettiği bütüneczasını istilâ eden bir hikmet-i âmme görünür. Ve buhikmet-i âmme, kast, şuur, irade, ihtiyar sıfatlarınıtazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Hakîm-i Mutlakınvücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü, kâinat mef’ul vemünfaildir. Mef’ul fâilsiz olamadığı gibi, mef ’ulün câmidbir cüz’ü de fâil olamaz.

Ve keza, kâinat sahifesinde bir inayet-i tâmme parlıyor.Bu inayet, tazammun ettiği hikmet, lütuf, tahsin sıfatlarıyla,bir Hâlık-ı Kerîmin vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü,in’am ve ihsan, mün’im ve muhsinsiz olamaz.

Ve keza, kâinatı müştemilâtıyla beraber içine alan pekgeniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet,hikmet, inayet, in’am gibi çok sıfatları tazammun ediyor.Bu sıfatlar, bir Rahmân-ı Rahîmin vücub-u vücudunaşehadet eder. Çünkü, sıfat mevsufsuz olamaz.

Ve keza, zevilhayat ve canlı mahlûkata tevzi edilen birrızk-ı âmm vardır. Ve bu rızk sıfatı, geçen sıfatları istilzametmekle, bir Rezzak-ı Rahîmin vücuduna delâlet eder.

Çünkü fiil fâilsiz olamaz.

Ve keza, bütün kâinatta intişar eden bir hayat vardır. Buhayat sıfatı dahi, geçen sıfatları iktiza etmekle, bir Hayy-ıKayyûm, bir Muhyî ve Mümît Hâlıkın vücub-u vücudunadelâlet eder.

Arkadaş! Elvan-ı seb’a gibi memzuc olan şu beş hakikat,kâinata bir Rab, Kadîr, Alîm, Hakîm, Kadîm, Rahîm,Rahmân, Rezzak, Hayy-ı Kayyûm zarurî olduğunabilbedahe delâlet ve şehadet eder. Ve kâinat bu

şehadetlerini و�ه EالFله� اFا sال 1ال+*هile ilân eder.

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.

Ve keza, kâinat yüzünde hüsn-ü zâtîyi gösteren birhüsn-ü arazî ve bir cemâl-i mücerredi gösteren bir cemâl-ihazîn ve mahbub-u hakikîye işaret eden bir aşk-ı sâdık vebütün esrarı cezb eden bir hakikat-ı câzibeye işaret edenbir cezbe ve bir incizap vardır. Bu hakikatler, kâinata birRabb-i Vâcibü’l-Vücud lâzım ve zarurî olduğuna şehadet

ettiklerini, kâinat و�ه EالFله� اFا sال ال+*هile tâlim ve ilâm ediyor.

Ve keza, bütün envâın cüz’iyatında bir tasarruf var. Butasarruf, faideli iş ve maslahatlar içindir. Ve nebatat vehayvanatta bir tebeddül ve tahavvül var. Bu da pek çokmenfaatler içindir. Küre-i arzda gece ve gündüz cihetiylebir tağyir var. Bu dahi büyük büyük gayeler içindir.Kâinatta hükümferma olan nizam ve intizamla beraber,

faaliyet hususunda elvan-ı seb’a gibi tebarüz eden şuhakikatler, bilbedahe bir Mutasarrıf-ı Hakîm, Kadîr, Fâil-iMuhtar gibi bütün evsaf-ı kemâliye ile muttasıf bir Hâlıkın

vücub-u vücuduna yaptıkları delaleti, kâinat EالFله� اFا sال ال+*ه1هو�

ile tebliğ ediyor.

Ve keza, kâinatın ihtiva ettiği bütün envâ ve eczâ vezerratı istilâ eden hudus, bir Muhdis ve bir Mûcidi iktizaeder.

Ve keza, kâinat bütün eczâsıyla beraber gayr-ı mütenahîeşkâl ve vaziyetlere kabiliyeti, ihtimali, imkânı varken buşekl-i hâzıra girmesi, elbette bir Hâlık-ı Vâcibü’l-Vücudunihtiyar, irade ve tercihiyle olmuştur.

Ve keza, büyük bir fakr ve ihtiyaçta bulunan kâinatınenvâ ve eczâsına lâzım olan işlerini, hâcetlerini evkat-ı

münasipte 2ifa ve is’af etmek, birم�ن0 ح�ي0ث ال2 ي�ح0تس�ب0

Rezzak-ı Kerîmin vücub-u vücuduna delâlet eder.

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.2. “Beklemediği yerden.” Talâk Sûresi, 65:3.

Ve keza, kâinat, umumî ve hususî, maddî ve mânevî pekbüyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerekbekàsına lâzım şeyleri, işleri görmekten âcizdir. Bu gibimatluplarının şuuru olmaksızın yerine getirilmesi, elbetteRahmân-ı Rahîm ve Vâcibü’l-Vücud bir Sâni-i Hakîmtarafındandır.

Ve keza, kevn ve vücutta, imkân, kesret, infialmertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesinebakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdetmertebesine nâzırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi,fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebelerarasındaki istilzam, bizzarure vâcip, vâhid, fa’al bir Hâlıkıiktiza ve istilzam eder.

Ve keza, bakıyoruz ki, kâinatta herhangi birşey, hadd-ikemâle vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor.Kemâline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûndaoturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemâli ister, kemâl desübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemâl iledir.Kemâlin kemâli de devam ile olur. Öyleyse, bir Vâcib-iSermedî, Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütünkemâlâtı, Onun nur-u kemâlinin cilvelerine birer gölgedir.Öyleyse, Cenâb-ı Hak zâtında, sıfâtında, ef ’âlinde kâmil-imutlaktır.

Ve keza, herşeyin bâtını zahirinden daha lâtif, dahaşeffaftır. Bu ise, Sâniin o şeyden hariç ve baîd olmamasınadelâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesininSânii tarafından temin edildiği cihetle de, Sâniin o şeydedahil olmamasını iktiza eder. Öyleyse, bir masnûun zâtınabakılırsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birliktebakılırsa, Sâniin fevkalküll bir sem’ ve basara mâlik olduğugörünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i Âlem, âlemdedahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi vekudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyinfevkindedir. Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber

görür.

Bu hakikatler, kavs-i kuzeh renkleri gibi mâcun, birtakımnurânî âyetlerdir. Kâinat, bütün evsaf-ı kemâliyeylemuttasıf bir Hâlıkın vücub-u vücud ve vahdetine delâlet veşehadet eder. Evet, kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi,esmâsının tecelliyatı, ef ’alinin âsârıdır.

Arkadaş! Kâinatın, şu geçen hakikatlerin lisanıyla

söylediği و�ه EالFله� اFا sال 1ال+*ه delâiliyle EالFة اqل� و�ال2 قو�ال2 ح�و

2بال+*ه� ’ı ispat eder. Ve keza,

3 EالFا اFله� sال انه فاع0لم0

4مح�م8د ر�سول ال+*ه� hakikatiال+*ه’ı istilzam ediyor.

da, imânın beşمح�م8د ر�سول ال+*ه� rüknünü tazammun

ettiği gibi, sıfât-ı rububiyete de mazhar ve mir’attır. Bu sırra

binaendir ki; ال+*ه� ر�سول imânınمح�م8د mizan ve

terazisinde اFله� اFالE هو� s5ال ile karîn ve muvazi olmuştur.

Nübüvvet, sıfât-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan,umumî bir câmiiyete mâliktir. Velâyet ise, hususî ve

cüz’îdir. Aralarındaki nispet الع�ال�م�ين� ر�ب� ile

arasındakiر�ب�ى nispet gibidir ki, birisinde izafe umumîdir,

ötekisinde hususidir. Veya arzdan Arşa olan mirac ilesecdedeki mirac arasında veya Arş ile kalb arasındakinispet gibidir.

1. “Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır.” Bakara Sûresi:2:255.2. Allah’ın kudret ve gücünden başka kudret ve güç yoktur.3. “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur.” Muhammed Sûresi, 47:19.4. Muhammed Allah’ın Rasulüdür (elçisidir).5. Ondan başka ilâh yoktur.

Arkadaş! Şu yüksek olan matluba zikrettiğimizburhanlar, matlubu ihata eden bir dairedir. Matlup olanvücub-u vücud ve vahdet o dairenin merkezindedir.Daireyi teşkil eden burhanların herbirisi, parmağını uzatıp,matlubun hak ve sâdık olduğuna imza atıyorlar. Oburhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd vardır.Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf burhanlarınzâfiyeti zâil olur. Zâil olmasa bile itibardan düşmez.İtibardan düşse bile, dairenin bozulmasına sebep olmaz.Ancak daire küçülür.

Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettübeden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek veher fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetineişaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkilediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyettendolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülenkuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır.

Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı dahavaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bugibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıptutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın.

TakrizFâzıl-ı muhterem Meclis-i Mesahif ve Tetkik-i Müellefat-ı

Şer’iye Reis-i Âlisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin takrizidir:

Cenâb-ı Hakka hamd ve kendisine Kur’ân nâzil olanPeygamberimize ve dinin binasını tahkim ve temhid eden Âl veAshabına salât ü selâm olsun.

Tevhid Denizinden Bir Katre namındaki risale gözümetecellî etti. O denizle bu katre arasında bir fark göremedim.Çünkü, o katre hakikatte o denizden geliyor ve o denizedökülüyor. Tevhid denizinden avuçla su içmekte ve İslâmiyetmemesinden süt emmekte kardeşimiz olan allâme BediüzzamanSaid Nursî’nin sa’yinden dolayı Cenâb-ı Hakka hadsizşükürler olsun.

El-fakir, türabu akdâmu’l-ulemâ Safvet (rahmetullâhialeyh)

HâtimeŞu hatime, dört çeşit hastalıkları beyan eder ve tedavi

çarelerini gösterir.

Birinci hastalık: “Yeis”tir.

Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptankorkar, ye’se düşer. Böyle bir me’yusun gözüne, dinîmeselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman birburhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez,diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâmdâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.Binaenaleyh, a’mâle muvaffak olamayanlar, ye’sedüşmemek için şu âyete müracaat etsin.

قل0 ي�ا ع�ب�ادى� الذين� اس0ر�فوا ع�ل� انفس�هم0 ال2تقنطوام�ن0ر�ح0م�ة� ال+*ه� اFن ال+*ه� ي�غف�ر الذنوب� ج�م�يع�ا اFنههو� الغفور

1الر8ح�يم

1. “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım!Allah’ınrahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütüngünahları bağışlar.Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhametedicidir.” Zümer Sûresi, 39:53.

İkinci hastalık: “Ucb”dur.

Arkadaş! Ye’se düşen adam, azaptan kurtulmak için,istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, birmiktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına belbağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemâlât beni kurtarır, yeter”diye bir derece rahat eder. Halbuki, a’mâle güvenmekucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığıkemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlaragüvenemez.

Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir.Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda

bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymetiolmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almışdeğildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san’at, acipnakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-ikudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan ohanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlercetasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyarsahibi insan iken, ef ’âl-i ihtiyariye namıyla kendisine malzannettiği ef ’âlin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husûlünde,yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havâssınınen genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklınsemerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken,nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun.

Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çokfiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde,şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili birSâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın...Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendinimehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Vekat’iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır.Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemâlâtı bile tağyirediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bileemanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın

meksûbedir. Binaenaleyh, 1له الملك و�له الح�م0د و�ال2ح�و�ل�

.deو�ال2 قوqة اFالE بال+*ه�

1. Mülk Onundur; hamd de Onadır; havl ve kuvvet ise ancak Ondandır.

Üçüncü hastalık: “Gurur”dur.

Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât vemehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıylabaşkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtınıkâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar,malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ıizâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Veevhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar.Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı,bunlar kırk senede bulamazlar.

Dördüncü hastalık: “Sû-i zan”dır.

Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesikendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-iahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Vebaşkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbihetmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetinibilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-izan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.

Arkadaş! Tahtel’arz yaptığım hayalî bir seyahattegördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:

Birinci hakikat: Arkadaş! Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsinfiravunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan

bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisinikendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümündebulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyasile hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle,Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederekahkâm-ı İlâhiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.

Halbuki, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilenbenlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere birvahid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyar ilehâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöylebana göründü ki:

Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarınıfehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlargörmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ,bir adam Cenâb-ı Hakkın kudretini anlamak için birtaksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir,bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgiçizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar,hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlikolmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acipbir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-iezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh,insan o firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkümâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğerhıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ınmülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.

İkinci hakikat: Ey nefs-i emmare! Kat’iyen bil ki, seninhususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki, âmâl, ümit,taallûkat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temeltaşı ve tek direği, seninvücudun ve senin hayatındır.Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı daçürüktür. Hülâsa,esastan fâsit ve zayıftır. Daima harap olmaya hazırdır.

Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil;ancak et ve kemikten ibaretbirşeydir. Âni olarak seninbaşına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mâzi,senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi,istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugünsen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin.

Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken,insanlar adedince dünyaları hâvidir. Çünkü, her insanıntam mânâsıyla hayalî bir dünyası vardır. Fakat öldüğüzaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar

Üçüncü hakikat: Şu gördüğün dünyayı, bütün lezâiziyle,sefahetleriyle, safâlarıyla pek ağır ve büyük bir yükgördüm. Ruhu fâsit, kalbi hasta olanlardan başka kimse oağır yükün altına giremez. Çünkü, bütün kâinatla alâkadarolmaktansa ve herşeyin minnetine girmektense ve bütünesbab ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, birRabb-i Vâhid, Semî ve Basîre iltica etmek daha rahat vedaha kârlı değil midir?

Dördüncü hakikat: Ey nefis!1 Kâinatın uzak çöllerinegidip Sâniin ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Birkulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim

kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icadsilsilelerinden, hilkatin mu’cizelerinden ve harikasan’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerindenve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve enînler lisan-ıhaliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyimüştemilâtıyla beraber yaratan Hâlıkın, o ah u enînleriişitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcât ve âmâlin ne varsataht-ı taahhüde alır. Zîra, sineğin kafasındaki o küçükküçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk!” söyleyen o Sâni-iSemî ve Basîrin, senin dualarını işitmemesi ve o dualaramüsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkep veene ile tâbir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğinküçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör,îmana gel! Ve “Yâ İlâhî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî!Yâ Mâlikî ve yâ Men Lehü’l-Mülkü ve’l-Hamd! Seninmülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübeciktemisafirim, mâlik değilim” de; o bâtıl temellük dâvâsındanvazgeç. Çünkü o temellük dâvâsı, insanı pek elîm elemleremâruz bırakır.2

1. Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrîhen, başkalara da târizen söylüyor.2. Mütercimin bir itizârı: Mesnevî-i Nûriye’nin Arabî asıl nüshasında bulunan veyeri burası olan Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Allahu Ekber’e dair çok kıymetlive ehemmiyetli bir kısmı, üslûbunu ve fesahatini muhafaza edememek veevrad makamında okunabilen o hakikatleri Türkçeye çevirmekle, kıymet-iasliyesini haleldar etmek endişesiyle tercüme etmedim. Kàrilerden özür diler,rahmet ve hayır dualarını beklerim. Mütercim

Nükte

Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti,irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.

Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrıgösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindirki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyükbir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhundahırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadıvardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebekâfirlerde olur. Ve keza, kâfir, dünyada hasenatınınmükâfatını filcümle görür. Mü’min ise, seyyiatının cezasınıgörür.

Bunun için dünya, kâfire cennet (yani âhirete nisbeten),mü’mine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesinenisbeten)—yoksa, dünyada dahi mü’min yüz derece ziyademesuttur—denilmiştir.

Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete lâyık bircevhere kalb eder. Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür,zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğununiçerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüb ile kabuğu tefriketmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik

derecesinden kömür derecesine indirir.

Nokta

Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefeilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalıkmarazı da ulûm-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir.Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlereteşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ıkalbiyeye müptelâ olur.

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.

Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da,bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur.

İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınendaimî bir ünsiyetle doludur.

Kur’ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiret ile muttasıl olanikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddıolup ademle muttasıldır.

Ve keza, mümkinatın da iki veçhi vardır:

Birisi: Enaniyet ile vücuttur. Bu ise, ademe gider veademe kalb olur.

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-Vücuda bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücutistersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın.

Nükte

Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyethakkındadır.

Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelikömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyetemâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acipbir iksir ve bir mayedir.

Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden vecanlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatıhasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet birruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs,ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az birzamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az birömürde Cennet, bütün lezaiz ve mehâsiniyle kazanılır. Veniyet ile insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.

Ve keza, dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetlebakılır:

Bir cihette, o nimetlerin bir Mün’im tarafından verildiğidüşünülür. Ve nazar, o lezzetten in’am edene döner, Onudüşünür. Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmektendaha lezizdir.

İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını onahasrederek, o nimeti ganimet telâkki ederek minnetsiz yer.

Halbuki, birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bileruhu bâkidir. Çünkü Mün’imi düşünür. Mün’im ise

merhametlidir. “Daima bu nimetleri bana verir” diyeümitvâr olur. İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki,ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır.Musibetlerin ise, zevâlinden sonra dumanları söner, nurlarıkalır. Lezzetlerin zevâlinden sonra kalan dumanları,günahlarıdır.

Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere,imanla bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki,emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misligelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancakteşahhusat-ı cüz’iyede firak ve iftirakları vardır. Bununiçindir ki, lezaiz-i imaniye, firak ve iftirakla müteessir vemükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, herbir lezzetinzevâli var. Ve o zeval, hadd-i zâtında elem olduğu gibi,düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareketdevriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ilemahkûm olur.

Nokta

Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa,zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ, kelp, bütün hayvanlariçerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır ve o sıfatlarile iştihar etmiştir. Hattâ, sadakat ve vefâdarlığı darb-ımesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlararasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıylabakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasındamübarekiyet değil, necisü’l-ayn addedilmiştir. Tavuk, inek,kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları

ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca azizve mübarek addedilmektedirler.

Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundanesbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki,Mün’im-i Hakikîden bütün bütün gafletine sebep olur.Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikîdenyaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhirolsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Vebeynennâs tahkir darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.

Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba okadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarrueder—senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonraöyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe yokmuş vekendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. AncakMün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratlarıSânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar—şuurolsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, yâRahîm, yâ Rahîm”dir.

Nükte

Yine gördüm ki: Eğer herşey Cenâb-ı Hakka isnadedilmezse, bir ân-ı vahidde, gayr-ı mütenahî ilâhların ispatılâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şuilâhların herbirisi, bütün ilâhlara hem zıd, hem misilolması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütünkâinata elini uzatmış, tasarrufatta bulunuyor gibi birvaziyet alması lâzım gelir. Meselâ, balarısının bir ferdini

yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfizolması lâzımdır. Zîra, o balarısı kâinatın unsurlarınanümunedir, eczâsını kâinattan alıyor. Halbuki, vücutsahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcib-i Ehademahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse,herbir zerreye bir ulûhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya’nınbânisi inkâr edildiği takdirde, herbir taşı bir Mimar Sinanolması lâzım geliyor. Öyleyse, kâinatın Sânie olan delâleti,kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir,daha evlâdır. Öyleyse, kâinatın inkârı mümkün olsa bile,Sâniin inkârı mümkün değildir.

Nokta

Gafletten neş’et eden dalâlet, pek garip ve aciptir.Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında birmukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse,birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletinşe’nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delilolamaz.

Nükte

Arkadaş! د1نع0ب’deki un ifade ettiği’ن cem’ ve cemaat,

fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı birmescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkületmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-ikübrâ içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

1. “İbadet ederiz.” Fatiha Sûresi, 1:5.

Ve keza, ل+*هFا Eله� االFا sالolan kelime-i zikriyeyi bir insan

vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyületmekle, o halkanın sağ tarafı olan mâzi cihetindeenbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanınoturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de, o cemaat-ıuzmâ içinde bulunarak şu kubbe-i minâyı dolduran yüksek,İlâhî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül etsin.Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinatmescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-izikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâlarıdinlesin.

Nokta

Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşitolur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdanyukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onunmuhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Vemahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olanmuhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bumuhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısımmuhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Vebazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetinimânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur.Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.

Nükte1âyet-iو�م�ا م�ن0 د�اب8ةH ف�� اال2ر0ض اFالE ع�ل� ال+*ه� رزقه�ا

kerimesiyle, rızık taahhüt altına alınmıştır. Fakat, rızıkdediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızık, mecâzî rızık. Yanizarurî var, gayr-ı zarurî var.

1. “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’aait olmasın.” Hûd Sûresi, 11:6.

Âyetle taahhüt altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet, hayatıkoruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedeninsemizliği ve zaafiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz.Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şâhittir. Mecâzîolan rızık ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’yve kisbe bağlıdır.

Nokta

Arkadaş! Mâsum bir insana veya hayvanlara gelenfelâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığıbazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenindüsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücudunatâbi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. Oşeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardanhusule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziyeedilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineğiöldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkatemuhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüpbaşı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o

muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarınaolan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallıceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar.Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat vehimâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynımusibete mâruz kalır.HAŞİYE-1 İHTAR

Haşiye-1 İHTAR Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağhayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.

İtizar

Arkadaş! Bu risale, Kur’ân’ın bazı âyâtını şuhudî birtarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesâil,Furkan-ı Hakîmin Cennetlerinden koparılmış birtakım gülve çiçekleridir. Fakat, ibaresindeki işkâl ve îcazdantevahhuş edip, mütâlaasından vazgeçme. Mütalâasınatekrar ile devam edilirse, meluf ve menus bir şekil alır.Kezâlik, nefsin temerrüdünden de korkma. Çünkü, benimnefs-i emmârem bu risalenin satvetine dayanamayarakinkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da “Eyne’l-meferr?”diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis veşeytanımdan daha âsi, daha tâği, daha şakî değiller.

Kezâlik, Birinci Babda tevhidin beyanı için zikredilendelillerde vâki olan tekrarları faidesiz zannetme. Hususîmakamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet, hatt-ıharpte siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafındabulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içindediğer bir pencereyi açması, elbette bir ihtiyaca binaendir.

Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın,

keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü,bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşıyapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthişmücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenlikelimelerdir. O, ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda,başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâhminarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimigörüyordum. Çünkü, tâkib ettiğim yol, akıl ile kalbarasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe,kalbden akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için,bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne birkelimebırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığımkelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamakiçin birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonrabaktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar,Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.

اللهم8 اج0ع�لN القر0ان نور�ا ل�عقول�نا و�قلوبنا1و�ار0و�اح�ناو�مر0ش�دا ال2نفس�نا ام�ين� ام�ين� ام�ين�

1. Allah’ım, Kur’ân’ı akıllarımıza, kalblerimize, ruhlarımıza nur ve nefislerimizede mürşid eyle. Âmin, âmin, âmin.

Katrenin Zeyli

الح�م0د ل�+*ه� ر�ب� الع6الم�ين� و�الص8ال]ة و�الس8ال]م ع�ل� س�ي�دنا1مح�م8د و�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين�

Remz

Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazaraalmakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine girendaireler gibi Beytin etrafında teşekkül eden saflarıgörmekle, yakın saflar Beyti ihata ettikleri gibi, en uzaksafların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ilegörsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmâya dahilolsun ki, o cemaatin icmâ ve tevatürü, onun namazdasöylediği her dâvâya ve herbir sözüne bir hüccet ve birburhan olsun.

Meselâ: Namaz kılan الح�م0د ل�+*ه�dediği zaman, sanki o

cemâat-i uzmâyı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğrusöyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve butasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı mânevîbir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütünhasseleri, lâtifeleri, duyguları o namazdan zevk vehisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalînazarı, kasdî değil, tebeî bir şuurdan ibaretbulunmalıdır.HAŞİYE-1 İHTAR

1. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Salât ü selâm ise, efendimiz Muhammed’e (a.s.m.) ve onun âl veAshâbına olsun.Haşiye-1 İHTAR Sath-ı arz mescidini mütehâlif ve muntazam harekâtıylatezyin eden o cemaat-i uzmânın, satırları andıran saflarının o güzel manzarasımuhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kaderle, İlâhî birfotoğrafla tersim ve terkîm edilmekte olduğu, ihtimâl ve imkândan hâli değildir.

Remz

Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken,Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmbavazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya birhadd-i şer’î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor.O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf veudûl ederse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval vekorkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyeolacaktır.

Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzüleden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir,saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise,uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan

Firavun gibi bir firavun olur.

Remz

Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz birukde var ki, zıtları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olanherbirşeyi lehte zanneder. Meselâ, güneşin eli sana yetişir,ziyasıyla başını okşar. Fakat, senin elin ona yetişemez. Vesenin keyfin üzerine hareket etmez. Demek, şemsin sanakarşı iki ciheti vardır: biri kurb, diğeri bu’d. Eğer seninondan baîd olduğun cihetle “O bana tesir edemez” veonun sana karîb olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim”desen, cehlini ilân etmiş olursun.

Kezâlik, Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’dvardır. Kurb Hâlıkındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis uzaklığıcihetiyle enâniyet ile Hâlıka bakıp “Bana tesir edemez”diye bir ahmaklıkta bulunursa, dalâlete düşer. Ve keza,nefis mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de öyleyapaydım, böyle olaydım” der. Mücâzâtın şiddetini degördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini tesellî eder.

Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef ’âli sana nâzırdeğildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerineyapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) dediği gibi: “Melikin atiyelerini,ancak matiyyeleri taşıyabilir.”

Remz

Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir

tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyükbirşey en küçük birşeye musahhar ve muti’ olur. Evet, kırıkbir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık birmâsumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti,hiddeti inmeyebaşlar. Demek dualara cevap veren Zât,bütün mahlûkata hâkimdir. Öyleyse, bütün mahlûkata dahiHâlıktır.

Remz

Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki,küllü cüz’îde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediğitakdirde red ve inkâr eder. Meselâ, küçük bir kabarcıkta,güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediğiiçin, o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder.Halbuki, şemsin vahdeti, tecelliyâtının da vahdetiniistilzam etmez.

Ve keza, delâlet etmek tazammun etmeyi iktizâ etmez.Meselâ, kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücudunadelâlet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içinealamaz.

Ve keza, birşeyi birşeyle tavsif edenin o şeyle muttasıfolması lâzım gelmez. Meselâ, şeffaf bir zerre, şemsi tavsifeder, fakat şems olamaz. Balarısı Sâni-i Hakîmivasıflandırır, amma Sâni olamaz.

Remz

Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde

yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yoluise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pekkolay ve zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihât-ısittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevîgibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirirveya güneşi o mesafe-i baîdeden celp ile gövdesininetrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığınamisaldir. İkincisi de, küfrün zahmetlerine misaldir.

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirlerkabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnızşirk hevâ-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer;mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İmanise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içinebırakılır.

Remz

Arkadaş! Bir kelime-i vahidenin işitilmesinde, bir adam,bin adam birdir. Yaratılış hususunda da, kudret-i ezeliyeyenisbeten birşey, bin şey birdir. Nev’ ile fert arasında farkyoktur.

Remz

Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî vemânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ınhârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle beraber,tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar,

bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsınfehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığıtenezzülât, Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir birburhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebepolmuştur. Çünkü, zamanların ihtiyaçları mütehaliftir.İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir.Kur’ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için,Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamlarıniktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrıolmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, engüzel ifade çeşitlerini Kur’ân’ınherbir ifâdesinde aramakhatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmineuygun olanbir üslûbun mizan ve mirsadıyla, mütekellime bakan,elbette dalâlete düşer.

Remz

Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır.

İkincisi: Esmâ-i Hüsnâya bakar. Çünkü onların mektepve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasten ve bizzat kendi kendine bakar. Buvecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatıntekâlifine medar olur.

Nur-u iman ile dünyanın evvelki iki vechine bakmak,mânevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanınfena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.

Remz

Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emvâl-i mîriyeden birneferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, ohayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi,insan da o vücudu beslemeye mükelleftir.

Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren,nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:

Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: “Senbirşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?”

Dedi ki: “Madem mâlik değilim, ben de hizmetinigörmem.”

Dedim ki: “Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarifelleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür.Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin” diyeikna ettim.

Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamenöğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna veilzam ederim.

Remz

İnsanı dalâletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudurki: İsm-i Zâhir ile ism-i Bâtın’ın hükümleri ayrı ayrı oluyor;bunları birbirine karıştırıp mercilerini kaybetmekmahzurludur.

Kezâlik, kudretin levazımıyla hikmetin levâzımı bir

değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden talep etmekhatadır.

Ve keza daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad vetevhidin iktizası bir değildir Onu bundan istememeli.

Ve keza, kudretin taallûkatı ayrı, vücudun cilveleri veyasair sıfatın tecelliyâtı ayrıdır; birbirine iltibas edilmemeli.Meselâ, dünyada vücudun tedricîdir; berzahî ayinelerde ânive def ’îdir. Çünkü, icad ile tecellî arasında fark vardır.

Remz

Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, birrahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifadeetmişlerdir. Çünkü, İslâmiyetin telkinatiyle küfr-ü mutlak,inkâr-ı mutlak, şek ve tereddüde inkılâp etmiştir. Otelkinatın kâfirlerde de yaptığı in’ikâs ve tesirat sayesinde,kâfirlerin, hayat-ı ebediye hakkında ümitleri vardır. Busayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıylazehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılâpetmez. Yalnız tereddütleri vardır. Tereddüt ise, her iki tarafabaktırır. Devekuşu gibi, tam mânâsıyla ne kuş olurve ne dedeve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetindenkurtulur.

Remz

Arkadaş! Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetiniterk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecekbir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için

bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder.Sonra mülâhaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet,ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar.Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mes’uliyetleraltında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunubilmiş olsa, derhal tevbe ile vazifesine avdet eder.

Remz

Arkadaş! Herbir insanın bir nokta-i istinadıbulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefâvütüne göreinsanların yapabileceği işler de tefâvüt eder. Meselâ, büyükbir sultana istinadı olan bir nefer, bir şâhın yapamadığı birişi yapar. Çünkü, nokta-i istinadı şahtan büyüktür. Evet,kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda, yanisivrisineğin Nemrud’a olan galebesi; ve bir çekirdeğinFâlıku’l-Habbi ve’n-Nevâ tarafından verilen izin ve kuvvetebinâen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammunetmesi, yani içine alması bu hakikati tenvir eden birerhakikattir.

Remz

Arkadaş! Katrenâmındaki eserimde Kur’ân’dan ilhamentakip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleriyol arasındaki fark şudur:

Kur’ân’dan tavr-ı kalbe ilham edilen asâ-yı Mûsâ gibi,mânevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatınherhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar.Çünkü müessir ancak eserde görünebilir.

Mânevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâ-ihayatı bulmak pek müşküldür.

Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi Arşakadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum edenvesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlûp olup caddedençıkmamak için, pek çok burhanlar, alâmetler, nişanlarlâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.

Kur’ân ise, bize asâ-yı Mûsâ gibi bir hakikat vermiştir ki,nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyıvuruyorum, mâ-i hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderekuzun seferlere ve su borularının kırılmaması veparçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum.

Evet, و�اح�د اي�ة تدل� ع�ل� انه ء� له�1و�ف�� ك ل� ش� beytiyle,

bu hakikat hakikatiyle tebarüz eder.HAŞİYE-1 İHTAR

1. “Herbir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır.” İbnü’l-Mu’tez’in bir şiirinden alınmıştır. İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, 1:24.Haşiye-1 İHTARKur’ân’ın delâletiyle bulduğum yola gitmek isteyen için veona o yolu güzelce tarif etmek için, Risale-i Nur Külliyatı güzel bir tarifçidir.

Remz

Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlükvücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşiningörünmesine mâni bir hicap olur. Evet, müşâhedemlesabittir ki, kat’î, yakînî burhanlarla deliller dolu olan büyükbir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse, o kör olasınefis o kaleyi tamamen inkâr eder, altını üstüne çevirir. İştenefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan

anlaşılır.

Remz

Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller veişlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde birnisbetindedir. Bâki kalan Mâlikü’l-Mülke aittir.Binaenaleyh, kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altındaezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile büyük taşları kaldırmakteşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın Onunmülküne el uzatma. Binaenaleyh, gafletle, kendi hesabınabir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikinhesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin vemeşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetinide şeriatından öğrenirsin.

Remz

Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, odersi benden al.

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Veinsanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete

düşersen, 1.de, o belâdan kurtulاFنا ل�+*ه� و�اFنا اFلي0ه� ر�اجعون

1. “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.” Bakara Sûresi, 2:156.

HubâbKur’ân-ı Hakîm’in ummanından

ك�ر�م� خود� م�لك خود�ر�ا م�� خر�د� از تو ب�ر�اى تو اى پ�ر� خد1ن�گ�ه� د�ار�د� ب�ه�اى بى گ�ر�ان د�اد�ه

iالر8ح�يم Nال+8ه� الر8ح0م�ن iبس0مالح�م0د ل�+*ه� ر�ب� الع�الم�ين� و�الص8ال]ة و�الس8ال]م ع�ل�

2س�ي�دنامح�م8د و�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين�

İ’lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş! 2اشه�د ان الال+*ه EالFا 3اFله�

ve ال+*ه� ر�سول 4مح�م8د ve ل�+*ه� 5الح�م0د

gibi

mübarek kelimelerle ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin

bir dâvâ ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz,milyonlarca mü’minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiraneder.

1. Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük birfiyatveriyor. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor,kıymetiniyükselttiriyor. Yine sana hem bâkî hem mükemmel bir suretteverecektir.bk. Sözler, s. 290.2. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi olanAllah’amahsustur. Salât ve selâm Efendimiz Muhammed’e ve onun bütün ÂlveAshabının üzerine olsun!3. Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığını şehadet ederim.4. Muhammed (a.s.m), Allah’ın resulüdür.5. Ezelden ebede kadar her türlü hamd ve şükür ancak Allah’a aittir.

Ve keza, İslâmiyetin hak ve hakikat olduğuna vehükümlerinin doğru bir sadık olduklarına delâlet edenbütün deliller, şahitler, burhanlar, senin o dâvânın veitikadının hak olduğuna delâlet ederler.

Ve keza, söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlarapek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüpeder.

Ve keza, cumhur-u mü’minîn ve muvahhidînin okelimât-ı mübarekeden kalben zevk ettikleri mâ-i hayatı veşarâb-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrabalardan içersin.

İ’lem! Kavâid-i usuliyedendir ki: Bir mesele hakkındaispat edenin sözü, nefyedenin sözüne müreccahtır. Çünkü,ispat edenin yardımcıları var, sözünde kuvvet olur.Nefyedeninyardımcısı olmadığından tek kalır, sözündekuvvet yoktur. Hattâ bin adam birşeyi nefyederse, bir adamgibidir. Bin adam da ispat ederse, ispatedenlerin her birisi

bin olur. Çünkü hepsi birşeye bakıyorlar. Ve birnoktayaparmak bastıklarından birbirini takviye ediyorlar.Nefyedenlerde birbirini takviye etmek yoktur; her birisi tekkalır.

Meselâ, bin pencereden bir yıldızı görüp ispat eden binadamın herbirisiötekisine yardımcı olur, sözünü takviyeeder. Çünkü, o bin adam,parmakla işaret eder gibi, o şeyiispat ediyorlar. Nefyedenler öyledeğildir. Çünkü, nefiy içinsebep lâzımdır. Sebepler de ayrı ayrı olur.Meselâ, birisi“Gözümde zâfiyet var, göremedim,” ötekisi “Evimizdepencere yok,” ötekisi “Soğuktan başımı kaldırıpbakamadım” der. Ve hâkezâ, herbirisi nefyine, müddeâsınaayrı bir sebep gösterdiğinden, kendisince yıldızınbulunmaması, nefsülemirde de yıldızın bulunmamasınadelâlet etmez ki, birbirine yardımcı olsun.

Binaenaleyh, bir mesele-i imaniyenin nefyi hakkındaehl-i dalâletin ittifakları haber-i vahid hükmündedir, tesiriyoktur. Amma ehl-i hidayetin mesâil-i imâniyede olansözleri, herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Ey aziz kardeşim bil ki: ) Bir küll neşeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, birşecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semereninvücuduna da lâzımdır. Öyleyse, semerenin Hâlıkı,şecerenin de Hâlıkı O oluyor. Hattâ arzın ve şecere-ihilkatın da Hâlıkı, o Hâlık olacaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İki tarafı birbirinden gayet uzak birmesele var ki, herbir tarafı bir çekirdek gibi sümbül vermiş,

ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mesele üzerineşükûk ve evhâmın konmaması lâzımdır. Çünkü, birçekirdek diğer bir çekirdekle, çekirdekolarak toprak altındakaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaçolduktan,meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler seninaleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektirdiye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzipederler. Elma ağacına inkılâp etmiş bir çekirdeği, hanzaleağacının çekirdeği farz etmek sana müyesser olmaz. Ancaktevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmişolmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.

Binaenaleyh, nübüvvet öyle bir çekirdektir ki, İslâmiyetşeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdektençıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şemsgibi, İslâmiyetin on bir rüknünü intaç etmiştir. Acaba, bucihan-bahâ semerelere bakıp gördükten sonra,çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Hâşâ!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş,yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayaranabaşlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerdekalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini,kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamınahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerinnaklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatınamaddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-imâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasılolamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetineve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk

nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemingüneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.)çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni iletekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.)mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşeyişitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıpetraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakanadam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtıile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheyedüşer. Evet, Nebiy-yi Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeyemazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ değildir. Çünkü, ozât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bukadar görünen terakkiyat, kemâlât onun zâtî malı değildir.Ancak hariçten verilen, Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir.Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bilemânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yıharfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile ozerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ıİlâhiyeyi tâğûtî bir tabiata mal ederler.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dualar, tevhid ve ibadetin esrarınanümunedir. Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua edenkimse de, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ıHak işitir” deyip Kadir olduğuna itikad etmelidir. Bu itikad,Allah’ın herşeyi bilir ve herşeye kadir olduğunu istilzameder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlemi ziyalandıran şemsin, bir

sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür.Ve ateşten bir kıvılcımın gözüne girip tenvir etmesi imkânharicidir. Çünkü gözü patlatır.

Kezâlik, bir zerre, Şems-i Ezelînin tecellîsine mazharolur. Fakat Müessir-i Hakikîye zarf olamaz.

İ’lem ey mağrur, mütekebbir, mütemerrid nefis! Senöyle bir zâfiyet, acz, fakirlik miskinlik gibi hallere mahalsinki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancakgörülebilenbir mikroba mukavemet edemezsin; seni yereserer, öldürür...

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hardale ile tabir edilen, bir darıhabbesi hükmünde olan kuvve-i hafızanın ihata ettiğimeydanda gezintiler yapılırken o kadar büyük bir sahrayainkılâp eder ki, gezmekle bitmez bir şekil alır. Acaba ohardalenin içindeki meydanı bitiremeyen, o hardalenindairesini ne suretle bitirecektir? Aklın nazarında hardaleninvaziyeti böyleyse, aklın gezdiği daire nasıldır? Aklı dadünyayı yutar. Fesübhânallah! Cenâb-ı Hak hardaleyi akıliçin dünya; ve dünyayı da, akıl için bir hardale gibiyapmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların en büyük zulümlerindenbiri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaisine terettüpeden—hasenatı intaç eden—semeratı bir şahsa isnad veona mal ederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünkü,bir cemaatin cüz-ü ihtiyârîsiyle kesb ettikleri mahsulâtı birşahsa atfetmek, o şahsın, icad derecesinde harikulâde birkudrete mâlik olduğuna delâlet eder. Hattâ eski

Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilâheleri, böyle zâlimânetasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulüdür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklınşuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbideğildir. Min haysü lâ yeş’ur husûle gelir. Binaenaleyh,gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak, insanı pek acip birterkipte halk etmiştir. Kesret içinde vahdeti, terkip içindebesâteti, cemaat içinde ferdiyeti vardır. İhtiva ettiği âzâ,havâs ve letâifin herbirisi için müstakil lezzetler, elemlerolduğu gibi; aralarında görülen sür’at, teâvün ve imdattananlaşıldığı üzere, herbirisi arkadaşlarının lezzet, elem veteessüratından da hisse alıyorlar. Bu hilkat sayesinde, insaneğer ubudiyet yoluna giderse, bütün lezzet, nimet, kemâlâtnevilerine, kısımlarına mazhar olmaya şâyandır. Ve keza,eğer enaniyet yolunu takip ederse, çeşit çeşit elem veazaplara da mahal olmaya müstehaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrar ile zikrinedevam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları,ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanemittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza,zâkir olan zâtta bulunan hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrıtevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlaramünâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir akrabasına, meselâ,okuduğu bir Fatiha-i Şerifeden hasıl olan sevapta istifade

etmekte, bir ile bin müsavidir. Nasıl ki ağızdan çıkan birlâfzın işitilmesinde, bir cemaat ile bir fert bir olur. Çünkülâtif şeyler matbaa gibidir. Basılan bir kelimeden binkelime çıkar.

Ve keza, nûrânî şeylerde vahdetle beraber tekessürolduğuna, yani bir nûrânî şeyde bin sevap bulunduğuna birişarettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (a.s.m.) makam-ımahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofrahükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler osofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ışerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.

Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ıPeygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, osıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrarsalâvat getirmeye müşevviki olsun.

İ’lem ey din âlimi! 1“Ücretim az, ilmime rağbet yok”diye mahzun olma. Çünkü mükâfât-ı dünyeviye ihtiyacabakar, kıymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye isemükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. Öyleyse, zâtî olan meziyetinimükâfât-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metâınasatma.

1. Ehemmiyetlidir.

İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıylakonferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağıgöstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye

hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olanherzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen hakkınyoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun?Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına,İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşirve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâllzannetme! Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyetmemleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-umü’minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milletidalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamınhukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca birmilletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesaretebinaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin müslümanlara ve ehl-iKur’ân’a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü,küfür imana zıttır. Maahaza, Kur’ân, kâfirleri ve âbâ veecdatlarını idam-ı ebedi ile mahkûm etmiştir.

Binaenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetlerimümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor.Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan medet

beklenilemez. Ancak 1

الو�ك�يل و�ن�ع0م� ال+*ه diyeح�س0بنا

Cenâb-ı Hakka iltica etmek lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin medeniyetiylemü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir

vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis;sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışıuhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar birmelektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla,kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütünmahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriylebağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imân bütünmü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayankardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bilekardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîliktohumunu ekiyor. Ve herşeyi herşeye düşman yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da,muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl vemahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsinve yüksek terakkiyât-ı sanayi—bunlar—tamamenmedeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ısemâviyeden in’ikâs ve iktibas edildiği, Lemeat ile Sünuhateserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir.

2ر�اجع0هم�ا تر�ى ام0ر�ا ع�ظ�يم�ا غفل� ع�نه الناس

1. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.2. Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikatbulacaksın.

İ’lem! Mesâil-i diniyeden olan içtihad kapısı açıktır.Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır.

Birincisi: Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu birvakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmakhiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selinhücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak garkolmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında veâdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktindeve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla kasr-ıİslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarında muharripleringirmesine vesile olacak olan delikler açmak, İslâmiyetecinayettir.

İkincisi: Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez.Çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıdahükmündedirler; şu zamanda terke uğruyorlar vetezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onlarınikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken,İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ısâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dargelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp,heveskârâne yeni içtihadlar yapmak bid’atkârâne birhıyânettir.

Üçüncüsü: Her zamanın insanlarınca kıymetliaddedilerek efkârı celb eden câzibedar bir metâ merguptur.Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetleiştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihînasrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlık-ı

Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularınıkelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân’lakapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-iebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Buitibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlarmarziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi.Bunun için, istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukuagelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan dersalmakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlarvücuda gelirdi.

Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet vehimmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra vehayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.

Dördüncüsü: İçtihad kapısından İslâmiyete giripmesâilini genişlendirmeye meyleden adamın maksadı,zaruriyata imtisal ile takvâ ve kemâle mazhariyet ise,güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyihayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihadameyli, meylüttahriptir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yolbulmaktır.

Beşincisi: Herşeyin, her hükmün vücuda gelmesi birillete binaen olduğu gibi, bir maslahata dahi tâbidir. Fakatmaslahat illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Buzamanın efkârı, bizzat saadet-i dünyaya müteveccihtir.Şeriatın nazarı ise, bizzat saadet-i uhreviyeye müteveccih

olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünkü dünya âhiretevesiledir.

Umumî bir beliyye olan ve nâsın ona müptelâ olduğuçok işler vardır ki, zaruriyattan olmuştur. O gibi işler su-iihtiyar ile gayr-ı meşru meyillerden doğmuş olduklarından,mahzuratı ibâha eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat vemüsaade-i şer’iyenin şümulüne dahil olamazlar. Meselâ,bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoşetse, hal-i sekirde yaptığı tasarrufatta mâzur olamaz. Buzamanda bu gibi içtihadlar, Semâvî değil, ancak arzîiçtihadlardır. Bu gibi içtihadlarla Hâlık-ı Semâvat ve Arzınhükümlerinde yapılan tasarrufat merduttur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasınıistihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvaldenhaberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan,hileden, şeytanî fikirlerden hâli değildir. Hutbe makamı ise,ahkâm-ı İlâhiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.

Sual: Avâm-ı nâs Arabîden haberdar değildir;fehmedemez.

Cevap: Avâm-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeyemuhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliğiiçindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilsede icmâlen avâm-ı nâsa malûm ve mâruftur. Maahaza,lisan-ı Arapta bulunan şehâmet, yükseklik, meziyet, satvetdiğer lisanlarda yoktur.

İ’lem ey gafletli, sağır ve kör olarak, zulmetler içindeesbaba ibadet eden ahmaklar! Cenâb-ı Hakkın vücub-uvücud ve vahdetine, kâinatın mürekkebatı ve zerratının ellibeş vecihle yaptıkları şehadetlerin bir vechini yazacağım.Şöyle ki:

Eşyanın icadı, ya nefislerine veya esbaba olan isnadı,hayret ve istiğrabı muciptir. Bu da red ve inkârı icap eder.Bu dahi dalâletleri intaç eder. Bu ise ıztırâbât-ı ruhiye veteşevvüşat-ı akliyeye sebep olur. Bu da ruhları ve akıllarıfirar ettirmekle Vâcibü’l-Vücuda iltica etmeye mecbureder. Zira her müşkülât Onun kudretiyle hallolur. Veaçılmaz düğümler Onun iradesiyle açılır. Ve kalbler Onunzikriyle mutmain olur. Bu hakikati şöyle bir muvazeneyleizah edeceğim. Şöyle ki:

Mevcudatın fâili, yani eşyayı vücuda getiren, ya vacip vevahiddir veyahut da mümkün ve kesirdir. Fâil vacip vevahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet var.Olsa bile vehmî olur. Esbaba isnad edildiği takdirde, külfetve garabet vehmîlikten çıkar, kat’î ve hakikî bir şekildetahakkuk eder. Çünkü, kusur ve zâfiyetten hâli olmayanesbab-ı kesireden hiçbir sebep, bir müsebbebi omuzunakaldıramaz. Ve birşeyin icadında gayr-ı mütenahî esbabıniştiraki lâzımdır. Meselâ, balarısı herşeyle alâkadar

olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semâvat vearzın iştirakleri lâzımdır.

Maahaza, kesretin vahidden suduru, vâhidin kesrettensudûru kadar zahmet değildir, daha kolaydır.

Meselâ, bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizamve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyükbir müşkilâttan sonra yapabilirler.

Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet,garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkilediyor.

1. Herbir zerrede Vâcibü’l-Vücudun sıfatlarının farzılâzımdır.

2. Ulûhiyette gayr-ı mütenahi şeriklerin iştiraki lâzımgelir.

3. Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olmasılâzım gelir: kubbeli binalarda birbirine dayanmakladüşmekten kurtulan taşlar gibi.

4. Şuur, irade ve kudret gibi sıfatların her zerredebulunması lâzım gelir. Çünkü, hüsn-ü san’at bu sıfatlarıiktiza eder. Şu hakikati izah için birkaç misal söyleyeceğiz.

Birincisi: Şems, şeffafiyet sırrına binaen, şişelerinzerrelerinde, arzın denizlerinde, semânın seyyarelerindemüsavat üzerine tecellî eder.

İkincisi: Mukabele sırrına binaen, merkezdeki bir

lâmbanın daireyi teşkil eden ayinelere nisbet-i in’ikâsıbirdir.

Üçüncüsü: Nurdan veya nurânî birşeyden tenevvüretmek ve ziya almak hususunda, bir ile bin birdir.Nurânînin iktizası öyledir.

Dördüncüsü: Muvazene sırrına binaen, hassas birterazinin iki kefesinde iki ceviz veyahut iki güneş bulunsa;hangikefesine birşey ilâve edilirse, o aşağı iner, ötekisihavaya kalkar.

Beşincisi: Büyük bir sefineyle gayet küçük bir sefineyisevk ve tahrik hususunda fark yoktur—kaptan; ister birçocuk olsun, ister büyük olsun.—Çünkü intizam vardır.

Altıncısı: Hayvan-ı nâtık gibi bir mahiyet-i mücerredeninküçük ve büyük efradına nisbeti birdir.

Hülâsa: Kalil ile kesir, küçük ile büyük arasında birşey-ivahide isnatlarında tefavüt olmadığı, imkân dairesindeolduğu şu misallerle tavazzuh etti. Binaenaleyh, eşyadabulunan intizam, muvazene, evâmir-i tekviniyeye karşıimtisal, itaat, kudret-i ezeliyyenin nuraniyeti, eşyanıniçyüzünün şeffafiyeti gibi sırlardan dolayı, bir sinek ilearzın ihyâsı, bir ağaç ile semâvâtın icadı, bir zerreylegüneşin yaratılışı Vâcibü’l-Vücuda nisbetle mütesavidir.Evet müsavat ve adem-i tefavütü gözle görünür. Bak:Mahiyeti meçhul, mu’cizatıyla malûm olan kudret-iezeliyenin, bilhassa semerat ve sebzelerdeki nakışları,san’atları, esbaba havale edilirse, esbab altında ezilecektir.

Elhâsıl: Hayatî, vücudî, nurânî şeylerin icadında üçnokta var:

Birinci nokta: Kudretin umur-u hasise ile zahirenmübaşereti görünmemek için, perde olmak üzere esbabvaz edilmiştir.

İkinci nokta: Hayat, vücut ve nurun, dışları gibi içleri deşeffaf olduğundan, kesif perdeler hükmünde olan esbabvaz edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik perdeleri andıranvesait varsa da, altında dest-i kudret görünür.

Üçüncü nokta: Kudret-i ezeliyenin tesirinde, tasnîindekülfet yoktur. Evet, bir incir çekirdeğinden koca bir incirağacını ve ince bir sap ile koca bir kavunu bağlayıp çıkarankudrete hiçbir şey ağır gelmez. Şöyle mu’cizatıyla malûmolan kudret sahibinin vücudu, zuhuru, kâinatınvücudundan, zuhurundan daha zahirdir. Çünkü, herbirmasnû, kendi nefsine birkaç vecihle aynen delâlet eder.Fakat Sâniine, hem aynen, hem aklen çok vecihlerledelâletleri vardır. Ve hangi bir masnûun vücudu esbabtanistenilirse, bütün esbab toplanıp birbirine yardımları olsabile, o masnûun benzerini yapamazlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öylebir vüs’attedir ki, ihatası mümkün değildir. Ve o kadardardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazan zerre içindedönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor.Bazan da âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatımisafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazan da okadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki, Vâcibü’l-

Vücudu görmeye çalışır. Bazan da küçülür, zerreye benzer.Bazan da semâvat kadar büyür. Bazan da bir katreye girer.Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın insana verdiğinimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şeraitaltında insana gelip vusul buluyor. Meselâ, ziya, hava, gıda,savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi,ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin açılmasıyla olur.Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesbve ihtiyarında yalnız o vesaiti açmaktır.

Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz,hesapsız olduğunu zannetmesin.

Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla gelir, insan daihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiylebedeninde intişar eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herhangi birşeyin sonu ve âhiriintizam ve güzellikçe evvelinden aşağı olmadığı gibi, zahirive sureti de san’at ve hikmetçe bâtınından güzel değildir.Öyleyse, eşyanın içyüzlerini ve nihayetlerini sahipsizzannedip, tesadüflere havale etme. Çiçek ile, çiçekten çıkansemeredeki eser-i san’at ve hikmet; çekirdek ile,çekirdekten çıkan filizin eser-i san’at ve nakşından aşağıdeğildir. Binaenaleyh, Sâni-i Zülcelâl hem Evveldir, hemÂhir, hem Zahirdir, hem Bâtın.

1و�هو� الس8م�يع الع�ل�يم

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın i’câzı, tahrifine bir settir.Evet, madem Kur’ân mu’cizedir, beşer onun taklidiniyapamaz. Âyetleri başka kelâmlarla tebdil edilmekle tahrifve tağyiri mümkün değildir. Çünkü, müfessir, müellif,mütercim, muharref üslûplarını, kisvelerini âyâtınkisvesiyle iltibas ettiremezler. Âyetlerde i’câz damgasıvardır. O damganın altında olmayan kelâmlar âyetaddedilemez. Öyleyse i’câz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim nimetleri, âyetleri,

delilleri tâdât ederken 2تكPذب�ان ر�ب�: م�ا Fاالء �âyet-iفبا�ى

celilesi tekrarla zikredilmekte olduğundan şöyle bir delâletvardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedittuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle birvaziyetleridir ki, nimet içinde in’âmı görmüyorlar. İn’âmıgörmediklerinden, Mün’im-i Hakikîden gaflet ederler.Mün’imden gafletleri saikasıyla, o nimetleri esbaba veyatesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğinitekzip ediyorlar. Binaenaleyh, herbir nimetin bidayetinde,mü’min olan kimse besmeleyi okusun. Ve o nimetinAllah’tan olduğunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ınismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnetve şükran ile mukabelede bulunsun.

1. “O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Bakara Sûresi, 2:137.2. “Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi,55:13.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan kalben ve fikren hakaik-iİlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve

ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsitarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar,sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî,vehmî ve çirkin şeylerin def ’iyle uğraşan adam, ovesveselere mağlûp olur. Ancak onları mağlûp edipkaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlarlauğraşmamaktır. Evet, arılarla uğraşıldıkçaonlarhücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde,insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, nehakaik-i İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratıyoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneşve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa,odeliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz.Ve fena birtesir etmez.HAŞİYE-1

Haşiye-1 O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbinondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîdengeliyor. Meselâ, sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtıtefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzakmâlâyâniyât-ı rezileye sevk eder. Meselâ, ayinenin içindeki yılanın timsaliısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi ayineyi telvis etmez.

İ’lem Eyyühe’s-Said! Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet?Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet?Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerrekadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şûle kaldı. Ömrüngeçti, şuurun söndü, bir lem’a kaldı. Şöhretin gitti, ancakbir an kaldı.

Zamanın geçti; kabirden başka mekânın var mı? Bîçare!Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihâyetsizdir,ecelin yakındır. Evet, böyle acz ve fakrınla iktidar ve

ihtiyardan hâli bir insanın ne olacak hali? Hazâin-i rahmetsahibi Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîme, böyle bir acz ile itimadetmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur herzaife cihet-i istimdat.

HAŞİYE-1ه6ذه� المناج�اة تخطر�ت0 ف�� القلب هP:6ذا

بالب�ي�ان الفارس��ي�ا ر�ب0! ب�ه شش0 جه�ت0 نظر0 م�� كPر0د�م0، د�ر0د خود0ر�ا

د�ر0م�ان نم�� ديدم0د�ر0 ر�اس0ت م�� ديدم0 ك�ه: دى روز م�ز�ار پ�در م�نس0ت

و�د�ر0 چ�پ0 ديدم0 ك�ه: فر0د�ا قب0ر م�نس0تو�إ يم0روز: تابوت جس0مi پر0 اFض0ط�ر�اب م�نس0ت

ب�ر0 س�ر عمر0 ج�نازءF م�ن0 اFيس0تاد�ه اس0تد�ر0 قدم0: آب خاك خ�لقت م�ن0 و�خاك�س0تر ع�ظامi م�ن0

است0چون د�ر0 پ�س0 م�ين�كPر�م0، بينم0: اFي0ن دني�اءF بى بني�اد0

ه�يچ0 د�ر0 ه�يچ�س0تازءF نظر0 م�ي: نم0، د�ر قبر0 ك شاد�ه اس0ت و�د�ر0 پيش0: اند

و�ر�اه� اب�د ب�دوردر�از ب�ديدارس0تم�ر�ا جز0 جز0ءF اFخت�ي�ارى چيزى ن�يس0ت د�ر0 د�س0ت

ك�ه اۇجز0ء0 ه�م0 ع�اجز0، ه�م0 ك وتاه، و�ه�م0 كPم0 ع�ي�ار�اس0تار نه د�ر0 م�اض�� م�ج�ال حلول0، نه د�ر0 مس0تقب�ل0 م�د

نفوذاس0تان ا¤و ا£ين0 زم�ان ح�ال0، و�ي�ك آن س�ي8الس0ت م�ي0د

ب�ا ا£ين� ه�م�ه فقر�ه�ا و�ض�ع0فه�ا، قلمi قدر�ت تو آش�:Pار�هنوشته اس0ت، "د�ر0 ف�طر�ت م�ا" : م�ي0لN اب�د و�ام�لN س�ر0م�د

ب�ل:�ه ه�ر0چه ه�س0ت، ه�س0تد�ائ�ر�ءF اFح0ت�ي�اج0 م�انند د�آئ�ر�ءF م�د نظر0 بزر0ك�� د�ار�س0ت

خي�ال0 ك دام0 ر�س�د اFح0ت�ي�اج0 ن�يز0ر�س�د

د�ر0 د�س0ت ه�ر0چه ن�يس0ت د�ر0 اFح0ت�ي�اج0 ه�س0تد�آئ�ر�ءF اFقت�دار ه�م0چو د�آئ�ر�ءF د�س0ت ك وتاه� ك وتاه�س0ت

پ�س0 فقرو ح�اج�ات م�ا ب�قدر جه�انس0تس�ر0م�اي�هءF م�ا ه�م0چو: "جز0ء ال2 ي�تج�ز*ا" اس0ت

اFين0 جز0ءF ك دام0 و�اFين0 كPائ�نات ح�اج�ات ك دام�س0ت؟Fز0ء0 ن�يز0 ب�ازم�� ك ذشتن0 چ�ار�ءين0 جFا پ�س0 د�ر0ر�اه� تو، ا�ز

م�ن0 اس0تتا ع�ناي�ت تو د�س0تك�ير م�ن0 شو�د0، ر�ح0م�ت بى ن�ه�اي�ت

توپ�ناه� م�ن0 اس0تآن كPس0 ك�ه ب�ح0ر بى ن�ه�اي�ت ر�ح0م�ت0 ي�افت� اس0ت0،

تك�ي�ه نه ك ند ب�ر0اFين0 جز0ءF اFخت�ي�ارى ك�ه ي�ك قطر�هس�ر�اب�س0ت

ا�ي0و�اه0! اFين0 زندكPان�� ه�م0 چو خاب�س0ت

وين0 عم0ر بى بني�اد0 ه�م0 چۇ ب�اد�س0تاFنس�ان ب�ز�و�ال0 دني�ا ب�فنا اس0ت، آم�ال0 بى ب�قا آال2م0

ب�ب�قااس0تا ك ن0 بي�ا اى0 نفس نا فر0ج�ام0! ۇجود فان�� خود0ر�ا فد

خال�قN خود0ر�ا ك�ه اFين0 ه�س0ت�� و�ديع�ه ه�س0تان و�ملك او و�اود�اد�ه فنا ك ن0 تا ب�قا ي�اب�د، از

س�ر�ى ك�ه: "نف�N النف�" اFثب�ات� اس0تاى پر0 كPر�م0 خود0 ملك خود0ر�ا م�� خر�د0 ازتو خد

ب�ه�اى بى گ�ر�ان د�اد�ه ب�ر�اى تو ن�گPاه0 د�ار�اس0ت

Haşiye-1 Bu Fârisî münâcat, kısalığına rağmen çok uzun hakikatleri ihtivaetmektedir. Ankara'da otuz beş sene evvel tab edildiği vakit, Afgan Sefiri SultanAhmed çok beğenmiş ve Afgan Şâhına bir adet bu münâcattanhediyegöndermiştir. Türkçe tercümesi İhtiyarlar Risalesinde ve OnYedinciSözde olduğundan, tercüme edilmedi.

Bu kısım, Müellifin kendi Türkçesidir.

1339 TARİHİNDE,1 MECLİS-İ MEB’USANAHİTABEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN

SURETİDİR

2اFن الص8ال]ة كPانت0 ع�ل� المو©م�ن�ين� ك�تاب�ا م�و�قوتا

1. Milâdi 1922.2. "Şüphesiz namaz, mü'minler üzerine belli vakitler için farz olarakyazılmıştır." Nisâ Sûresi, 4:103.

Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akit! Bu fakirin birmeselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi ricaediyorum.

Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye birşükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimetşükrü görmezse gider. Madem ki Kur’ân’ı, Allah’ıntevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın ensarih ve en kat’î emri olan “salât” gibi ferâizi imtisaletmeniz lâzımdır—ta onun feyzi, böyle harika suretindeüstünüzde tevâli ve devam etsin.

Saniyen: Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet veteveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin

idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizamla olur. Zira,Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.

Salisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi veşühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’ân’ın evâmir-ikat’iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurânîgüruha refik olmaya çalışmak, sizin gibi himmetlilerinşe’nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferdenistimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yıdeniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ değil ki, sizin gibiinsanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.

Rabian: Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bircemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakinimütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umummemurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acabanamaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyetederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarındamüttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyanvardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki:

“Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyledinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler denamazsız, hem de eşkıyâ idiler.

Hamisen: Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebiGarpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağakaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkıintibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.Yoksa, sa’yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır.

Sadisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler,

dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler veediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zararveren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır.Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmalia’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki,İttihatçılar o kadar harika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla,hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, birderece dinde lâübâlilik tavrını gösterdikleri için, dahildekimilletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlardindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

Sabian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle,felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâmahücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiğihalde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilîbütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de birer kemmiye-i kalile-imuzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyetmetanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafazaeylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-ihabise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne,sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühimve inkılâpvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtiriniinkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsada çabuk ölüp sönmüş.

Saminen: Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-isefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda vemedeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği bir anda,lâkaydâne ve ihmalkârâne, müsbet bir iş görülmez.Menfîce, tahripkârâne iş ise, bu kadar rahnelere mâruz

kalan İslâm zaten muhtaç değildir.

Tasian: Sizin bu İstiklâl Harbindeki muzafferiyetinizi veâli hizmetinizi takdir eden ve sizi can ü dilden sevencumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki,sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar vesize minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Veintibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdimederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalle onlaraittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namınazarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüt eden, bedbaht,milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitleri avâm-ıMüslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münâfiolduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecekve başkasından istimdat edecek.

Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-inecat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzımki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saatiişgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzdedoksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet vetembellik hasiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir.Halbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var.Yalnız gaflet ve dalâlete istinad, tek bir ihtimal-i necatolabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizinterkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaadeeder?

Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisinef’âli taklid edilir. Kusurlarını millet yataklit veya tenkit

edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah,hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmâıtazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemeyen vesafsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmikabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şumeclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, sahip olduğu kuvvetcihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeâir-iİslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yıhilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dörtşeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakalbeş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan velehviyat-ı medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bumilletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse,bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğinizisme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvvetidahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan veMeclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya

sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise 1 Nوا بح�ب0لو�اع0تص�م

ج�م�يع�ا âyetineال+*ه� zıttır. Zaman cemaat zamanıdır.

Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve,tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-işahsî, ancak ona istinad ile vezâifi deruhte edebilir.Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa,ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fenaolur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin isegayr-ı mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği,

dahildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedîdüşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirinitahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ vemuhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmanayardımdır. Şeâirde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaafise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.

2ح�س0بنا ال+*ه و�ن�ع0م� الو�ك�يل3ن�ع0م� الم�و�ل� و�ن�ع0م� النص�ير

1. “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın.” Âl-i İmran Sûresi,3:103.2. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.3. “O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.” Enfâl Sûresi, 8:40.

İ’lem eyyühe’l-aziz!(Ey aziz kardeşim, bil ki!)

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hakaik-i imaniyeyi ispat için iradedilen burhan ve delilleri tetkik ederken, “Şu kocamanneticeyi bu zayıf, nahif delil intaç edemez” diye tenkidattabulunma. Zira, zâfiyetiyle itham ettiğin o delilin sağında vesolunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur.Evet, İslâmiyetin sıdkına delâlet eden şahitlerden,şehidlerden, burhanlardan, delillerden, emarelerdenherbirisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himayeetmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunutasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur.Çünkü, hakaik-i imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir.Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira,sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun vemuvafık olduğundan, herbirisi ötekileri tezkiye ve tasdiketmiş olur. Nefy cihetinde, nefy edenlerin şehadetlerindetevâfuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler.Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz.Çünkü tevafuk yok.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazan birşeye şiddetli muhabbet, oşeyin inkârına sebep olur. Ve keza, şiddet-i havf ve gayet

azamet ve aklın ihatasızlığı da inkâra sebep olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hanzalenin çekirdeğinde hanzaleağacı mündemiç ve dahil olduğu gibi, Cehennemin deküfür ve dalâlet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudîbir yakînle müşahede ettim. Ve keza, nasıl ki hurmanınçekirdeği hurma ağacına hamiledir; aynen öyle de, imanhabbesinde de Cennetin mevcut olduğunu hads-i kat’î ilegördüm. Çünkü, o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül veinkılâpları garip olmadığı gibi, küfür ve dalâlet mânâsı datâzip edici bir Cehennemi, imân ve hidâyet de bir Cennetiintaç edeceğinde istib’ad yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi,yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâbulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetinkalbi, “Allah Allah” zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıpdelinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ıSemâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde enemahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-ihafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunuöldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmâreninbaşını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de,zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlemde herşeyin yüzünde hikmeteserleri göründüğü gibi, en uzak, en geniş, en ince kesretintabakaları üstünde de hikmet, ihtimam eserlerigörülmektedir. Evet, kesret ve tekessürün müntehası ve

neticesi olan insanın sahife-i vechinde, cephesinde,cildinde, ellerinin içlerinde kalem-i kaderle pek çokçizgiler, hatlar, nakışlar, nişanlar yazılmıştır. Malûmdur ki,insanın şu sahifelerinde yazılan o kelimeler, harfler,noktalar, harekeler, ruh-u insanîde bulunan mânâlara,mâneviyatlara delâlet ettikleri gibi, fıtratında kadertarafından yazılan mektuplara da işaretleri vardır. Arkadaş,insanın geçen sahifelerine kaderin yazdığı haşiye, tesadüfve ittifakın dühulüne bir menfez bırakmamıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu dünya hayatına muhabbetlemüptelâ olan bazı insanlar, o hayatın vücuda gelmesindenmaksat ve gaye, yalnız o hayata hizmet ve o hayatın bekasıolup, başka bir faidesi olmadığını, yani, Fâtır-ı Hakîminzevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduğubütün cihâzat-ı acibe ve teçhizat-ı harikanın, seri-ü’zzevâlolan şu hayatın hıfzıyla bekası için verildiğinizannediyorlar. Halbuki, kaziye öyle olduğu takdirde,kâinattaki gayr-ı mütenahi nizamların şehadetleriyle, sath-ıâlemde görünen hikmet, inayet, intizam, adem-i abesiyeteolan delil ve burhanların, mâkûse olarak, abesiyete, israfa,intizamsızlığa, adem-i hikmete delil ve burhan olmalarılâzım gelecektir.

Arkadaş! Şu dünyevî hayatın faideleri pek çoktur. Ofaidelerden, hayat sahibine, tasarruf ve hizmeti nisbetindebir hisse ayrıldıktan sonra, bâki kalan gayeler, semerelerFâtır-ı Hakîme râcidir. Evet, insan ve insanın hayatı, esmâ-iİlâhiyenin tecelliyatına bir tarladır. Ve Cennette rahmet-iİlâhiyenin envâının cilvelerine mazhardır. Ve hayat-ı

uhreviyenin harika ve gayr-ı mütenahi semereleri için birfidanlık veya bir çekirdektir. Demek, insan bir sefinekaptanı gibidir. Sefinenin gayr-ı mahdut faidelerinden,kaptanın alâka ve hizmeti nisbetinde kendisine verilir. Bâkikalan kısmı sultana râcidir. İnsan da, sefine-i vücuduylaalâkası derecesinde o vücudun hayattar semerâtındanhissesini alır. Mütebâkisi Sultan-ı Ezelîye aittir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri veziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızıbilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir.

Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa,şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka birşeyvar mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünyalezzetlerine iştiha olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak gerikalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada cereyan eden ve husulegelen herbir şeyin iki veçhi vardır: Biri âhirete bakar ki,nefsülemirde en sabit, en ağır bu vecihtir. İkincisi dünyaya,nefsine ve hevâya bakar. Bu vecih, hakaret, hiffet vezevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne,teellümüne, ıztırabına, düşüncelerine bais olacak birkıymette değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların öyle eblehleri vardır ki,şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğinrenginde şemsin tecellîsini görse, şemsin o timsal vetecellîsinden, hakikî şemsin bütün levâzımâtını, hattââleme merkez olmasını ve seyyârâta olan cezbini talep

edip isterler. Maahaza, o zerrede veya o çiçekte gördüğütimsal ve tecellînin bir ârızadan dolayı kaybolduklarızaman, basar ve basiretinin körlüğü dolayısıyla, hakikîşemsin inkârına zehab ederler. Ve keza, o eblehler, tecelliile husule gelen vücud-u zıllîyi, vücud-u hakikî ve aslîdenfark edemezler, birbiriyle iltibas ederler. Bunun için,birşeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman,şemsin hararetini, ziyasını ve sair hususiyatını da istemeyebaşlarlar.

Ve keza, o eblehler sinek, böcek ve sair küçük ve hasisşeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san’at vehikmet görmekle, derler: “Sâni bunlara pek fazlaehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki bukadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”

Arkadaş! Bu gibi eblehleri ikna ve işkâllerini def için,dört şeyin bilinmesi lâzımdır.

Birincisi: Cenâb-ı Hakkın rububiyetinin kemâliylealâkadar olan herşey Onu tavsif eder. Fakat, o şeyin,rububiyetine mazhar olduğu münasebetiyle, kemâlinin demahall-i tecellîsi olur. Fakat o kemâl ile muttasıf olamaz.

İkincisi: Herşeyden Cenâb-ı Hakkın nuruna bir kapıaçılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahisair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakathepsinin bir miftah ile açılması mümkündür.

Üçüncüsü: İlm-i muhitten in’ikâs eden kader, herşeydeesmâ-i nuriyeden bir hisse tersim etmiştir.

Dördüncüsü:

1اFنم�ا ام0ره اFذا ار�اد� شي0ىªا ان ي�قول� له ك ن0 في�: ون

Hنفس و�اح�دةPك EالF2م�ا خلقك م0 و�ال2 ب�ع0ثك م0 ا

1. “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o şeyde oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.2. “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesigibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.

Bu âyetlerin sarahatine göre, herşeyin vücudu “Kün”emriyle bağlı olduğu gibi, bütün eşyanın icad ve sonradanihyâları, bir nefs-i vahidenin icad ve ihyâsı gibidir. Demek,icad Cenâb-ı Hakka isnad edilirse bu kadar rahat ve kolayolur. Amma esbaba veya eşyanın kendilerine isnad edildiğizaman, bütün ukalânın ve eblehlerin hükümlerinden neş’eteden muhâlâtı kabul etmeleri lâzım gelir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hakikatleridurub-u emsal ile beyan ediyor. Çünkü daire-i ulûhiyete aithakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta, ancak misaller iletemessül ve tavazzuh eder. Mümkün ve miskin olan insanda, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunandaire-i vücubun şuûnâtını, ahvalini düşünür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyin, içine melekût, dışına damülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf,hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarfolur, melekût cihetiyle de mazruf olur.

Bu kaide, Arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki:

Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita vekarışığıdır. Bu halitada dahil olan ism-i Zahir itibarıyla, Arş,mülk, kevn melekût olur. İsm-i Bâtın itibarıyla, Arş,melekût, kevn mülk olur. Demek, Arşa ism-i Zahirnazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-iBâtın gözüyle bakılırsa, kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve

keza, ism-i Evvel itibarıyla, 1

ع�ل� ع�ر0شه و�كPان Fالم�اءâyetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve

ismi Âhir itibarıyla, 2 Nالر8ح0م6ن الج�نة� ع�ر0ش س�قفhadîs-i

şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.

1. “Arşı su üzerinde idi...” Hûd Sûresi, 11:7.2. “Cennetin damı Rahmân’ın Arşıdır.” el-Münâvî, Künûzü’l-Hakâik, s. 78.

Demek, Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığıhisselerle kevn ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altınıihata etmiş olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaçduanın menbaıdır.

Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmaktahüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetimfâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinemaczimdir. Re’sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin(aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Afv eyle, mağfireteyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm!Âmin.

Zeylü’l-Hubâb

Öyle bir Allah’a hamd, medih ve senâlar ederiz ki, şuâlem-i kebir Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlemde Onun ibdâıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san’atı,diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti,diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti,diğeri rububiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Birimülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir.Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü vemalı olduğu, i’câzvâri sikke ve mühürleriyle sâbittir.

اللهم8 ي�ا قي�وم� اال2ر0ض و�الس8م�اءF اFنا نشهدكsال و�ج�م�يع�م�ص0نوع�ات�ك و�ج�م�يع� خلق�ك بانك انت� ال+*ه

اFله�اFالE انت� و�ح0دك ال2 شريك لك و�نس0تغف�رك و�نتوباFلي0كا ع�ب0دك و�ر�سولك ار0س�لتهر�ح0م�ة و�نشه�د ان مح�م8د

ل�لع�الم�ين�.اللهم8 ص�ل� و�س�لم0 ع�لي0ه� كPم�ا يناس�ب حر0م�ته و�كPم�ا

1ي�ل�يقبر�ح0م�ت�ك و�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين�

1. Ey yer ve göğün kayyûmu olan Allah’ım! Seni ve Senin bütün san’ateserlerini ve mahlûklarını şahit tutarak ilân ederiz ki, Sen, kendisinden başkahiçbir ilâh olmayan Allah’sın. Sen birsin, ortağın yoktur. Günahlarımızın affıiçin Sana dönüyor ve af diliyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderdiğinMuhammed’in, Senin kulun ve peygamberin olduğuna da şehadet ediyoruz.Allah’ım, onun hürmetine münasip ve Senin rahmetine lâyık şekilde, ona vebütün Âl ve Ashabına salât ve selâm eyle.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a malederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a malolmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur.

Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve herşeyinOndan olduğunu ve Ona rücû ettiğini bilmekle olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın sana in’âm ettiğivücut ile vücuda lâzım olan şeyler, temlik suretiyledeğildir. Yani, senin mülkün ve malın olup istediğin gibitasarruf etmek için verilmemiştir. Ancak, o gibi nimetlerde,Allah’ın rızasına muvafık tasarruf edilebilir.

Evet, bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızasına muvafıkolmayacak derecede, yemeklerde ve sair şeylerde israfedemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gözleri küsuf tutmuş bazı adamlar,gözleri önünde vukua gelen gayr-ı mahdut hususî haşr ü

neşirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kıyamet-i kübrâyıve haşr-i umumiyeyi nasıl istiğrab ediyorlar? Acaba, çiçekaçıp semere veren ağaçlarda her sene îcad edilenmeyvelerin haşr ü neşirlerini gördükten sonra haşr-iumumîyi istib’ad eden sıkılmaz mı?

Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmekisterlerse, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla, yazmevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaçdallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, lâtif kudretmu’cizeleri, o mahlûkat-ı lâtife, evvelkisinin, yani ölüpgiden semeratın aynı veya misli değil midir? Eğerinsanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiyeolmuş olsaydı, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirininaynı olmaz mıydı? Fakat, ruhları olmadığı için aralarındaayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki, ne aynıdır ve nede gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyetigören, haşri istib’ad edebilir mi?

Ve keza, mânevî asansörlerle lâzım olan erzak vegıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla,tebessümleriyle arz-ı dîdar eden dut ve kayısı gibimeyveleri kuru ve câmid bir ağaçtan ihraç ve icad etmekleo kuru ağacı acip bir vaziyete ve hayattar, antika bir şeklekoyan kudret-i ezeliyeye haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ!Bu lâtif, nâzik masnûatı o kuru ağaçlardan ihraç edenkudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu bedihî bir meseledir.Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın herbir

sûresi, bütün Kur’ân’ın münderecatını icmâlen ihtiva ettiğigibi, sair sûrelerde zikredilen makasıd ve mühim kıssalarıda tazammun etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’ân’ı tamamenokumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmınıveyabir sûresini okuyabilen insanlar, Kur’ân’ın hepsiniokumaktan hâsıl olan sevaptan mahrum kalmamasıdır.

Evet, mükellefîn arasında bulunan ümmîler ancak birsûreyi okuyabilirler. İ’câz-ı Kur’ân onları da tam sevapkazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i i’câziyeyitakip ederek, bir sûreyi tam Kur’ân hükmünde kılmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddiyattan olmayan, bilhassamahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden birzâtın, o çokluğun herbirisiyle bizzat mübaşeret vemuâlecesi lâzım değildir.

Evet asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı,tanzimatı, ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eğer okumandanlık vazifeleri ve işleri neferata havale edilirse,herbir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya herbirneferin bir kumandan kesilmesiyle vücut bulacaktır.

Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın mahlûkatındaki tasarrufu,yalnız bir emir ve iradeyle olur. Bizzat mübaşereti yoktur—şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, yaşayış vaziyetince, birdağdan kopup sel içine düşen veya yüksek birapartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek

gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor.

Arz sefinesi de, sür’atle giderken 1âyetiniتمر� م�ر8 الس8ح�اب

okuyor. Sefine-i arz sür’atle yürürken, dünyanın gayr-ımeşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerinbatacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarınabakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

1. “Bulutların geçişi gibi geçip gider.” Neml Sûresi, 27:88.

Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğinşeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak veancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhareden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.

Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veyahayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerindenşimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerekebedül’âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabirtünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîmdenmedet istiyorum.

Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime veniyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzıharekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems vekamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskinettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şudünyayı sakin kılmaya kàdir olan kudreti nihayetsiz Rabb-iZülcelâle dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum.Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makàsıdım vardır.

Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları

işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi,akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyivermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadetetmiyorum.

Evet, dünyayı âhirete kalb etmekle kıyameti koparankudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretinnazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek okudretin elinden kurtulamaz. Evet, onun mârifetiyleelemler lezzetlere inkılâp eder. Evet, Onun marifetiolmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet vebelâlara tebeddül eder. Vücut ademe inkılâp eder. Hayatölüme ve nurlar zulmetlere ve lezâiz günahlara tahavvüleder. Evet, Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve malve mülkü insana a’dâ ve düşman olurlar. Beka belâ olur.Kemâl hebâ olur. Ömür hevâ olur. Hayat azap olur. Akılikab olur. Âmâl, alâma inkılâp eder.

Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkârolur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu imanve iz’an ile olur.

Evet, kudret, insanı çok daireler ile alâkadar birvaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede,insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidarvermiştir. Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en genişdairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.

Evet, 1

دع�او»ك م0 لو�ال2 ر�ب�ى ب: م0 م�اي�ع0ب�و»ا âyet-iقل0

kerîmesi, bu hakikatı tenvir ve isbata kâfidir. Öyleyse,

çocuğun, eli yetişemediği birşeyi peder ve validesindenistediği gibi, abd de, acz ve fakriyle Rabbine iltica eder veHâlıkından ister.

1. “De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” FurkanSûresi, 25:77.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada görünen nev’î ve ferdîvahdetler Sânideki sırr-ı vahdetten neş’et etmiştir. Çünkü,kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarfedilmekle, kudrette kuvvetin tecezzî ve inkısâmı olmuyor.Eğer vahdet olmasaydı, kudretin yaptığı sarfiyatta tefâvütolsa idi, masnûatta da tefâvüt ve intizamsızlık olurdu.Demek, kudretin vahdetle beraber masnûata yaptığıtasarrufu şemsin tenviri gibidir ki, bir şems-i vahid, cüz veküllü bilâ-tefâvüt herşeyi ziyalandırdığı gibi, tecellîsiyle deherşeyin yanında mevcuttur. Binaenaleyh, mümkinatdairesi efradından tavzif edilen miskin, câmid, meyyit veism-i Nura mazhar şemsde sırr-ı vahdet sayesinde bukadar intizamlı tasarruf olursa, Şems-i Ezelî, Sultan-ıEbedî, Kayyûm-u Sermedî, Vacibü’l-Vücud, Vahid-i Ehadinmasnûata tasarrufu nasıl olacaktır?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sâniin vahdetine en sadıkşahitlerden birincisi, cüz’î ve küllî eşyalarda görünenvahdetlerdir. Çünkü, herhangi birşey zerreden âleme kadarvahdetle muttasıf ve alâkadardır. Öyle ise, Sânide devahdet var. Öyle ise Sâni Ehaddir.

İkincisi: Herşeyde kabiliyetinin liyâkatine göre birkemâl-i ittikan vardır. En âdi, küçük, nebâtî ve hayvanî

birşeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-isan’at vardır ki, insanları hayrette bırakır.

Üçüncüsü: Herşeyin icad ve inşâsındaki suhulettir. Gözlegörünen san’attaki suhulet ispata, delile muhtaç değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arz mağazasından me’kûlâtve meşrûbat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı teminediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlâhî hazinedenalmayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba birnar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadarpahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşya ile alâkadardır.Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkânharicidir. Ve aynı zamanda, ondaki ziynet, intizam, san’at,râyiha, tat ve koku gibi lâtif şeylerden anlaşılıyor ki, o nartanesi öyle bir Saniin masnûudur ki, icadında külfet vemübaşeret yoktur.

Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk veheveslerini tatmin için herbir noktasında bin türlü i’câznükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sâniiya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemâlsizdirki, bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bubâtıl ihtimal, isbata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir.Veya o hazine sâhibi, o hazineyi, âhirete gitmek üzere gelipmuvakkaten kalan insanlara, İlâhî ve Rahmânî bir sofraolarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda eşyanın icadı “Kün”emriyle bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri, santralgibi, Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-Vücudun yed-ikudretindedir.

Maahaza, o İlâhî sofradaki eşya yalnız insan vehayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir. Herbirferd-i müstehlikte zevilhayata âit cüz’î faidelerden başkaesmâ-i İlâhiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar veşuûnâtına ait gayr-ı mütenâhi hikmetler, gayeler vardır.Öyle ise, bu ziyafet-i âmme ve bu feyz-i âmmın bir körkuvvetten neş’et etmesi ve bu eşyanın semeratı sel gibiakıp ittifakı ve tesadüfün eline havalesi muhaldir. Çünkü, oeşyanın intizamlı hakîmâne teşahhusatı ve şuurkârânemuhkem hususiyatı, kör tesadüf ve ittifakı reddediyor. Öylede, o sofra-i rahmetteki ucuzluk ve kolaylık ve çokluk oeşyanın bir Cevad-ı Mutlakdan, bir Hakîm-i Mutlaktan, birKadîr-i Mutlakdan geldiğini gösteren şahitlerdir.

İ’lem ey esbâba müptelâ insan! Bil ki, sebebin halkı vesebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzım olanşeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemslermüsâvi olan Zâtın “Kün” emriyle müsebbebi halketmesinden daha kolay, daha ekmel, daha âlâ değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada görülen bilhassa nebatî vehayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar,tebeddül ve teceddüd-ü emsalden ibarettir. İmanlı olankimselere göre zeval ve firakın acısı değil, yerlerine gelenemsalleriyle visalin lezzeti hasıl oluyor. Öyle ise, imana gelki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki, selâmettekalasın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanütedip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten

mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyetimâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-uimandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupamukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük birtehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz veemniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûpolur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfânemünazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü,insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sırahasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onunlehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyladimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zararverir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararıyoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı,tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu küre-i arz misafirhanesi,insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar, amelegibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatındaçalışırlar. Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelipmisafirhanenin bir mu’cize ve harika olduğuna veinsanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse,bu insanlar bu binaya sahip ve sâni olacak bir iktidardadeğildir, ancak böyle harika bir masnûun Sânii demu’ciznümâ olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve buinsanlar, o Sultan-ı Ezelînin makasıdına çalışanamelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden mâadâ bubinadan birşeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren

hükmedecektir. Ve keza, o çiçeklerin zevilhayata karşıgösterdiği teveddüdlerine ve tahabbüblerine vetebessümlerine dikkat eden anlar ki, bir Hakîm-i Kerîmtarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf bir takımhedâyâ ve behâyâdır ki, Sâni ile masnû arasında birvesile-i teârüf ve tahabbüb olsun.

Eyyühe’n-nefs! Sen herbir eserde müessirin azametinigörmek istiyorsun; fakat, haricî olan mânâları zihnîmânâlarda arıyorsun. Esmâ-i Hüsnânın herbirisinde bütünesmânın şuââtını görmek istiyorsun. Herbir lâtifeninzevkiyle bütün letâifin zevklerini zevk etmek istiyorsun.Herbir hisse tâbi olan işleri ve hâcetleri ifa ederken, bütünhislerinin işlerini beraber görmek istiyorsun. Bundandolayı evhama mâruz kalıyorsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir nimetin umumî ve herkese şâmilolması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delâletetmez. Ve o nimetin bir kast ve iradeden gelmemesineemâre olamaz. Meselâ, göz nimetinin bütün hayvanlardabulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfifetmediği gibi, gözün kıymetini tenkis etmeye de sebepolamaz. Ve keza, hususî ve tek bir nimetin tesadüfümümkün olsa bile, umumî bir nimet, behemehal birMün’imin eser-i kast ve iradesidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir zîhayatın hayatında gayr-ımütenahi gayeler vardır. Bu gayelerden zîhayata ait, ancakbinde birdir. Bâki kalan gayeler, gayr-ı mütenahi olanmâlikiyeti nisbetinde, hayatı icad eden zâta âittir. Öyle ise,

büyük bir mahlûkun küçük bir mahlûka tekebbür etmeyehakkı yoktur.

Ve hakikate nazaran abesiyet de yoktur. Çünkü, birhayatın bütün faideleri bir zîhayata ait değildir ki, abesolsun. Evet, sath-ı arzda her sene yapılan ziyafet-i âmme-iİlâhiye, nev-i beşere, halife olduğu münâsebetiyle birikramdır. Yoksa hepsi onun istifadesi için değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın zihnine bazan şöyle birvesvese gelir, der: “Sen de âdi ve böcek gibi bir hayvansın.Hayvanlardan fazla ne kıymetin var? Hem de semâvat vearzı yed-i kudretine alan Hâlık-ı Zülcelâle karşı nemeziyetin ve ne gibi bir hizmetin var ki, seninle meşgulolsun?” Bu vesveseye karşı şöyle bir hakikati düşünmeklâzım:

1. İnsan gayr-ı mütenahi acz ve fakriyle beraber Cenâb-ıHakka imanı ile kudret ve gınâ ve izzetine mazharolmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı, insan,hayvaniyetten terakki edip halife-i zemîn olmuştur.

2. Cenâb-ı Hak ihata-i kudret ve azametiyle insanınduasını işitir, hâcâtını görür. Ve semâvat ve arzın tedbiri, oinsanı da düşünmeye mâni değildir.

Sual: Cenâb-ı Hakkın cüz’iyat ve hasis emirler ile iştigaliazametine münafidir.

Elcevap: O iştigal, azametine münafi değildir. Bilâkis,adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ,şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması,

şemse bir nakîse olur. Maahaza, bütün şeffaf şeylerdegörünen şemsin timsallerinin herbirisi, “Şems benimdir.Şems yanımdadır. Şems bendedir” diyebilir. Ve zerrelerleşems arasında müzâhame yoktur. Bütün mahlûkat—bilhassa insanlarda—ferdî olsun, nevî olsun, şerif olsun,hasis olsun; ilim, irade, kudret itibarıyla Cenâb-ı Hakkıntecellîsine mazhardır. Herbirşey, herbir insan, “Allahyanımdadır” diyebilir. Bilhassa insanın zaafı, fakrı, aczinisbetinde Cenâb-ı Hakkın kurbiyeti ve herbir şeyinCenâb-ı Hak ile münasebeti olmakla beraber, O damünasebettardır. Ve gayr-ı mütenahi acz ve fakrı olaninsan, gayr-ı mütenahi kudret ve gınâ ve azameti olanCenâb-ı Hak ile münasebeti ne kadar lâtiftir!

Takdis ederiz o Zâtı ki, en büyük lûtfu en büyükazamete, en yüksek şefkati en yüksek ceberûta idhâl ettiğigibi, nihayetsiz kurbu nihayetsiz bu’d ile cem edip, zerrelerile şemsler arasında uhuvveti tesis etmiştir. Birbirine zıtolan bu şeyleri cem etmekle derece-i azametini bir derecegöstermiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İmana ait bilgilerden sonra en lâzımve en mühim a’mâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî vemânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı dabihakkın ifa etmekten ibarettir. Ecnebîlerden alınan maddîbilgiler, san’at ve terakkiyata âit ise, lâzımdır. Sefahete dairise muzırdır.

اللهم8 ي�ا ار0ح�م� الر8اح�م�ين�. و�ار0ح�م0 ام8ة مح�م8د ع�لي0ه� الص8ال]ة

و�الس8ال]م و�نور0 قلوب�ام8ة� مح�م8د ع�لي0ه� الص8ال]ة و�الس8ال]مبنور االFيم�ان�و�القر0ان و�نور0 بر0ه�ان القر0ان و�ع�ظم0

االFس0ال]مi، ام�ين�. 1شريع�ة

1. Ey Erhamü’r-Râhimîn olan Allah’ım! Muhammed AleyhissalâtüVesselâmınümmetine rahmet et ve onların kalblerini iman ve Kur’ânnuruylanurlandır. Kur’ân’ın burhanlarını izhar et ve İslâm dinini yücelt. Âmin.

HabbeCennet-i Kur’âniyenin semerâtından bir semerenin ihtiva

ettiği

ح�ب8ه م�� ك وي�دم�ن0 شاخi در�ختم0 ب�ر�از م�ي0و�هءF تو�ح�يد1ي�®0 شب0نم�م0 ازي�م0 بر0از لو©لؤ تم0جيد

الح�م0د ل�+*ه� ع�ل� دينN االFس0ال]مi و�كPم�ال االFيم�ان و�الص8ال]ةiس0ال]مFد�ائ�ر�ة� اال زPك و�الس8ال]م ع�ل� مح�م8دن�الذى هو� م�ر0و�م�نب�ع انو�ار االFيم�ان�و�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين� م�اد�ام�

2الم�لو�ان و�م�اد�ام�القم�ر�ان

1. Ben tevhid meyveleriyle yüklü bir ağaç dalıyım. Tevhid incileriyle dolu birdenizin damlasıyım.2. Din-i İslâm ve kemâl-i iman için Allah’a hamd olsun. Daire-i İslâmınmerkezive envâr-ı imanın menbaı olan Muhammed ile onun bütün âl veashabına,gece gündüz, ay ve güneş devam ettikçe salât ve selâm olsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük birkitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) okitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-uMuhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nuronun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklıolur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyüledilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.

Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-uMuhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmetive tecelliyat-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan oyüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütüninsanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antikasan’atları, harikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı osaray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar,hayretefzâ dâvet ediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hilkat şeceresinin semeresiinsandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli vekökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini,meziyetlerini hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiyehükmünde olan çekirdeği yine insandır.

Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini

şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek oçekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdırhem güneşidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbinihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çokalâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarınaihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hememelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-iMutlak ve Hâfız-ı Hakikı ile itminan edebilir.

Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir haritaveya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-iEhadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî,sermedî bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.

İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altındaİslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî,misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânîolarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer okalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru birçekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateş ileyanması lâzımdır.

Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki,o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse,kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâkalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, enkıymetsiz iken, hapiste ve zindandakayıtlı olan sahibinibütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namazkılanın başını Hacerü’l-Esvedin altına koydurur. Veşehadetlerini Hacerü’l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.

Mâdem benî Âdem kâinatın semeresidir. Nasıl ki, birharmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereleristibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da birharmandır; kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemiintizar etmektedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen umumî âlemde herinsanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumîâlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir.Hususî âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususî âleminanahtarları o âlemin sâhibinde olup letâifiyle bağlıdır. Oşahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti,merkezleri olan eşhasa tâbidir. Evet, ayinede irtisam edenbir bahçe, hareket, tegayyür ve sair ahvalinde ayineye tâbiolduğu gibi, her şahsın âlemi de, merkezi olan o şahsatâbidir: Gölge ve misal gibi. Binaenaleyh, cismininküçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü,kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütünyıldızlarını küsufa tutturur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut ilemücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biriene’dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı kastî, gölgevâribir ayine gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzatnazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.

İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat,yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gafletnazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca birilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir

san’attır. Cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki,Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutunölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâbrisalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum olantabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiyeve san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır.Ve keza, firavunluğa delâlet eden ene’den, Sâni-i Zülcelâlerâci olan Hüve tebârüz etti.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır.Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberinolmuyor:

Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzelgül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuşkış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm vezevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasındamütereddittir. Dâim-i Bâkînin zikriyle muhafazası lâzımdır.

Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayinedilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bununiçin elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz,tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme.

Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir.Onun mâliki ancak Mâlikü’l-Mülktür. Ve senden daha

ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-iHakikînin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığınzaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç eden hırsgibi.

Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamlarıyoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer biryere gideceksin.Misafir olan kimse, beraberce getiremediğibirşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, buşehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan daçıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. VücudunuMûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur,gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.

Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünküancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza,vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan seninelinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ıerbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı daelinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.

Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır.Talebinde kalâka düşer. Ve sür’at-i zevali itibarıyla, aklıbaşında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmekevlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fânilezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam

intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin vesüslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasınınâkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunutevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, olezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyedademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikadahissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mer’ayı tecavüz eden koyunsürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olanbir koyun, lisan-ı haliyle, “Biz çobanın emri altındayız. Obizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızasıyoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin.Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın

zaman, 1

ر�اجعون اFلي0ه� و�اFنا ل�+*ه� söyleاFنا ve merci-i

hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni sendendaha ziyade düşünür.

1. “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.” Bakara Sûresi, 2:156.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasdeniştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izahedilebilir:

Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütünkuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamlaeline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devam ile, onunla beraberkalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıyla fena olur.

Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir,talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden herhangi biremir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kılkadardır. Demek kalb, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmışbir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân, semâdan nâzil olmuştur. Veonun nüzûlüyle semâvî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye denâzil olmuştur. Bu mâide, tabakat-ı beşerin iştiha veistifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O mâideninsathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avâma aittir.Meselâ:

1ر�تقا ففتقناهم�ا âyet-iان الس8م�ۈات و� اال2ر0ض� كPانتا

kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu mânâyı ifham veifade ediyor:

Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak birkabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatıyetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin deyapışıklıklarınıizâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye,ötekisinden nebatat çıkmaya başladı. Mezkûr âyetin ifade

ettiği şu mânâya delâlet eden 2الم�اءF ك ل8 م�ن� و�ج�ع�لنا

âyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebatî olanش��ء� ح��°

hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânınizdivacından tevellüd edebilir.

Mezkûr âyetin tabaka-i avâma ait safhasının arkasında

şöyle bir safha da vardır ki, nur-u Muhammediyeden(a.s.m.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyarat ile şemsin onurun mâcun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir.

Bu safhayı delâletiyle teyid eden 3ال+*ه خلق� م�ا اوqل

.olan hadis-i şerifidirنورى

İkinci misal:

4افع�يينا بالخلقN اال2وqل ب�ل0 هم0 ف�� لب0س م�ن0 خلق± ج�ديد

olan âyet-i kerimenin tabaka-i avâma ait safhasında şumânâ vardır:

1. “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” EnbiyâSûresi, 21:30.2. “Her canlı şeyi sudan yarattık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.3. “Cenâb-ı Hak herşeyden evvel benim nurumu yarattı.” Bu hadis, Câbir binAbdillah tarikiyle Abdürrezzak’tan şu lafızlarla rivayet edilmiştir: “Evvelu mâhalakallâhu nûra nebiyyike yâ Câbir” Yani, “Cenâb-ı Hak herşeyden evvelsenin Peygamberinin nurunu yarattı ey Câbir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:205,2:129.4. “Onların ilk yaratılışı Bize zor mu geldi ki, tekrar diriltmekten âcizkalalım?Doğrusu onlar ilk yaratılışlarını kabul ettikleri halde yeni biryaratıştanşüphe ediyorlar.” Kaf Sûresi, 50:15.

“Onlar, daha acip olan birinci yaratılışlarını şehadetleikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinciyaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşirve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir burhanvardır.

Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa

cismini tebdilediyorsun? Sabah ve akşam elbisenideğiştirdiğin gibi her sene de birdefa tamamıyla cisminitebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır?Belki hersenede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerineemsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafanboştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlercenümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin.Doktora git, kafanı tedavi ettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsin belâhet ve hamakatine bakki, bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm tarafından terbiye edildiğinive o Rabb-i Hakîmin memlûk ve masnûu olduğunubildiğine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, envâ,ecnasta câri olmakla meselenin bir kaide-i külliye şeklinialdığına ve bu feyzin şümullü olmakla bir nevi icmâ ve fiilîbir tasdike mazhar olduğuna nazaran kanun ve düsturşeklinde olan hâdiseye ve kesb-i külliyet eden kaideyebakarak kanaat ve itminan etmesi lâzım iken, bütün âfâkıcilvelendiren tecelliyât-ı esmâyı—kendisi de o cilvelerdehissedar olduğu halde—vasıta-i tesettür ve alâmet-i ihmalsanıyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvâlinikontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerindefiil içinde müstetir Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğiniimtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bileyaptığı mugalâtadan utandırıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefis daima ıztıraplar, kalâklariçinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ükadere razı olmuyor. Halbuki, şemsin tulû ve gurubumuayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada

tulû ve gurubu ve sair mukadderatı, kalem-i kader ilecephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazılarısilsin—fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz ha!

Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semâvat ve arzın haricinekaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şeyin rububiyetinemuhabbetle rızâdâde olmalıdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Birşeyin sânii, o şeyin içinde olursa,aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnûatınadedince sânilerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir.Öyle ise, sâni, masnû içinde olamaz. Meselâ, matbaa ileteksir edilen bir kitap, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor.O kitabın nakışları, harfleri, kendisinden sümbüllenmez.Kâtip de o kitâbet san’atı içinde değildir. Ve illâ,intizamdan çıkar. Öyle ise, masnûun nakışları kendisindendeğildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerineyazılıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklın pek garip bir hali vardır. Öylebir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatı ihata etmeklekucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan çıkar, en yüksekdairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre sudaboğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur.Maahaza, hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı oşeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girsebütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudunmülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korkukülfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız

olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telefolmaktan muhafaza ile daima evham, korkular,meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Mün’im-iKerîmin taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-iihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmetyoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür,nimette in’âmı görmek demektir. İn’âmı görmek, nimetinzevalinden hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâilolduğundan, Mün’im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz,misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

Evet; 1olanو�اخ�ر د�ع0ويهم0 ان الح�م0د ل�+*ه� ر�ب� الع�الم�ين�

âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder.Çünkü, hamd, in’am şeceresini, nimet semeresindegösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundanhasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semerevardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ılezzettir.

1. “Onların duaları şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd veövgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Yûnus Sûresi,10:10.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten,uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâliolamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olanenfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerdentemizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden haricebakmak lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu

medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır.Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyetruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır.Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazharolanlara müyesser olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile,yani in’ikâs itibarıyla istiâb eder, içine alır. Fakat küçücükiki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz.Binaenaleyh, yağmurun şemsin timsaline mâkes olankatreleri gibi, kâinatın zerrat ve mürekkebatı, ilim veiradeye müstenit kudret-i nurâniye-i ezeliyenin, tecellî vein’ikâs itibarıyla lem’alarına mazhar olabilirler. Fakat,gözün içindeki bir hüceyre zerresi, âsab, evride, şerâyindetesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menbaolamaz. Bu acip san’at, muntazam nakış, ince hikmetiniktizasına göre, kâinatın herbir zerresi, herbir mürekkebatı,ulûhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menbâ vemasdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlarla muttasıfŞems-i Ezelînin tecelliyat lem’alarına mâkes olmalarılâzımdır.

Birinci şıkta kâinatın zerratı adedince muhalât vardır.Binaenaleyh, herbir zerre, o büyük yükün tahammülündenâciz olduğunu ikrar ile “Mûcid, Hâlık, Rab, Mâlik, Kayyumancak Allah’tır” diye şehadetini ilân eder. Ve keza, herbirzerre, herbir mürekkebat, muhtelif lisan ve delâletleriyleşu beyti terennüm ediyorlar:

ع�ب�ار�اتنا شت� و�حس0نك و�اح�د و�ك ل� اFل� ذاك الج�م�ال

1يش�ير

1. Sözlerimiz muhtelifse de, Senin hüsnün birdir. O sözlerin hepsi de ogüzelliğe işaret eder.

Evet, herbir harf kendi vücuduna bir vecihle delâleteder. Amma kâtibinin, sâniinin vücuduna çok vecihlerledelâlet eder. Evet,

ـال£ اال2ع0ل�� اFلي0ك تا�م8ل0 سطور� ال:Pائ�نات فا£نه�ا م�ن� الم�1ر�س�ائ�ل

1. Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, yüce semâvî meclistensana gönderilmiş mektuplardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh,akıl, hayal, zaman ve saire gibi, tecellî-i timsal akisleremahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ıkesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölühükmündedirler. Çünkü, asıllarına gayr oldukları gibi,asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânîlerintimsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarınınhâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir.Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, şemsin hararetini hayat,ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı,senin elindeki ayinede temessül eden şemsin timsaliseninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde oldukça harareti,ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıylaşuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyleolduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki,

Resul-i Ekrem (a.s.m.), kendisine okunan bütün salâvat-ışerifeye bir anda vakıf olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah ve Elhamdü lillâhcümleleri Cenâb-ı Hakkı celâl ve cemâl sıfatlarıyla zımnentavsif ediyorlar.

Celâl sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin vemahlûkun Allah’tan baid olduklarına nâzırdır. Cemâlsıfatını içine alan Elhamdü lillâh, Cenâb-ı Hakkınrahmetiyle abde ve mahlûkata karib olduğuna işarettir.Meselâ, biri kurb, diğeri bu’d olmak üzere, bize nâzır,şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle, hararet ve ziyayıveriyor. Bu’d cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir vesâfi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabilolabilir, fâil ve müessir olamaz.

Kezalik—bilâ teşbih—Cenâb-ı Hak rahmetiyle bizekarib olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzakolduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh,rahmetiyle kurbuna bakarken hamdet. Ondan baidolduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamıkarıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak veistikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığıtakdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hemcem edebilirsin. Evet, Sübhanallahi ve bihamdihî her ikimakamı cem eden bir cümledir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil,kalben terketmek lâzımdır:

1. Dünyanın ömrü kısa olup, sür’atle zeval ve guruba

gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

2. Dünyanın lezâizi zehirli bala benzer. Lezzetinisbetinde elemi de vardır.

3. Seni intizar etmekte ve senin de sür’atle ona doğrugitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerinihediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzeladdedilen şey, orada çirkindir.

4. Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saatdurmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmakarasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynımuvazenedir. Maahaza, Cenâb-ı Hak da bir saatlik lezzetiterk etmeye davet ediyor ki, senelercedostlarınla beraberrahat edesin. Öyle ise, kayıtlı ve kelepçeli olaraksevkedilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet et.

Fesübhanallah, Cenâb-ı Hakkın insanlara fazl ü keremio kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı,büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himayeeder. Eğer insan o malı temellük edip Allah’a satmazsa,büyük bir belâya düşer. Çünkü o malı uhdesine almışoluyor. Halbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü,arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz.En nihayet meccânen fena olur gider, yalnız günahlarımiras kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Geceye benzeyen gençliğimzamanında gözlerim uyumuş idi. Ancak ihtiyarlık sabahıylauyandım” mealinde olan

iب0حبص EالFشبيب�ت�� و�لم0 تنتبه0 ا Nو�ع�ي0ن�� قد نام�ت0 بلي0لم�ش�يب

şiirin şümulüne dahilim. Çünkü gençliğimde en yüksekbir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdianlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykununen derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh,medenîlerin iftihar ila dem vurdukları tenevvür-üintibahları, benim gençlik zamanımdaki intibahkabilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halkahikâye eden nâim meselidir. Halbuki, rüyasında onun ointibahı uykunun hafif perdesinden derin ve kalın birperdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir;yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-udiniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlereyanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir;doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz deonlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mâsiyetin mahiyetinde, bilhassadevam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o mâsiyetedevam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâolur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra omâsiyetinin ikaba mûcip olmadığını temenniye başlar. Buhal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye

başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dârü’l-ikabı inkârasebep olur.

Ve keza, mâsiyete terettüp eden hacâletten dolayı, omâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle, o mâsiyetemuttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-ihacâletten, yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder.Şayet yevm-i hesabı nefyeden ednâ bir vehmi bulursa, ovehmi kocaman bir burhan addeder. En nihayet nedâmetedip terk etmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur,gider. El-iyâzü Billâh!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz vebelâgatine dair Lemeat nâmındaki eserimde izah edilenbazı lem’aları dinleyeceksin:

1. Kur’ân’ın okunuşunda yüksek bir selâset vardır ki,lisanlara ağır gelmez.

2. Büyük bir selâmet vardır ki, lâfzan ve mânen hatâdansâlimdir.

3. Âyetler arasında büyük bir tesanüt vardır ki, kârgirbinalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-iKur’âniyeyi sarsılmaktan vikaye ediyor.

4. Büyük bir tenâsüp, tecâvüp, teâvün vardır ki, âyetleribirbirine ecnebî olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım,istizahına cevap veriyor.

5. Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde,şiddet-i tenâsüpten sanki bir defada nâzil olmuştur.

6. Esbab-ı nüzul ayrı ayrı ve mütebâyin olduğu halde,şiddet-i tesânütten, sanki sebep birdir.

7. Mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu haldeşiddet-i imtizaç ve ittihaddan sanki sual birdir.

8. Müteaddit, mütegayir hâdisâta beyan olduğu halde,kemâl-i intizamdan, sanki hâdise birdir ve bir hâdiseyecevaptır.

9. “Tenezzülât-ı İlâhiye” ile tâbir edilen, muhataplarınfehimlerine yakın ve münasip üslûplar üzerine nâzilolmuştur.

10. Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlaratevcih-i kelâm ettiği halde, suhulet-i beyandan dolayı sankimuhatap birdir.

11. İrşadın gayelerine isal için tekrarları, tahkik vetakriri ifade eder. Maahaza, tekrarları halel vermez. İadesi,zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

12. Kur’ân kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifâdır.Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha melûfve menus olduğundan lezzeti artar.

13. İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakitsuya, her zaman ve hergün gıdaya, her hafta ziyayamuhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrürolmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezâlik, insan,hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur’ân’da zikredilen bütünnevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır:

Hüvallah gibi. Çünkü ruh bununla nefes alıyor. Bazınevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte,hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen, Kur’ân tekrarlaryapıyor. Meselâ, Bismillâh, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhutatmin ettiğinden, kesret-i ihtiyaca binaen Kur’ân’da çoktekrar edilmiştir.

14. Kıssa-i Mûsâ gibi bazı hâdisât-ı cüz’iyenin tekrarı, ohâdisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir.

Hülâsa: Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir,hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlaraşifa, mü’minlere hüdâ ve rahmettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Fıtrat-ı insaniyenin garip bir hali,gaflet zamanında letâif ile havâssın hükümlerini, iltibas ilebirbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ, el ile gözübirbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrikedemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü birşeyialmak için elini uzatıyor. El gözünkomşusu olduğumünasebetle, onun yaptığı işi el de yapabilir zanneder.

Kezâlik, insan-ı gafil, kendi şahsına ait ednâ, cüz’î birtanzimden âciz olduğu halde, gururuyla, hayaliyle Cenâb-ıHakkın ef ’âline tahakkümle el uzatıyor.

Yine insanın fıtratında acip bir hal: İnsanın efradıarasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır.Amma mânen ve ruhen, aralarında zerre ile şemsarasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sairhayvanat öyle değildir. Meselâ, balık ile kuş, kıymet-i

ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü, en büyüğügibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdit edilmemiştir.Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi olur.Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanıngüneşi olur: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmgibi.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir.Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz,tasavvurat gibi serîüzzeval olan bazı şeyler de ademegitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek,zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassun ile, adem-imutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırravakıf olmuş ise de, vuzuhuyla vakıf olamamıştır. Ve aynızamanda, “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküpve inhilâl vardır” diye ifrat ve hatâ etmiştir. Çünkü, âlemdeCenâb-ı Hakkın sun’uyla terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlilvardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır.

1ي�فع�ل ال+*ه م�اي�شاء2و�ي�ح0: م م�ا يريد

1. “Allah dilediğini yapar.” İbrahim Sûresi, 14:27.2. “Allah dilediği gibi hükmeder.” Mâide Sûresi, 5:1.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış birkapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütündost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.

Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlaragidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet,vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir

gusül lâzımdır. Yoksa, onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i FarukîbugünHindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vukubulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarakziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de “Ahmed,”Tevrat’ta “Ahyed,” Kur’ân’da “Muhammed” ismiylemüsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafındamilyonlarca Farukî Ahmed’lerle muhat olarak sâkindir.Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz?Geri kalmak hatâdır.

Şu esâsata dikkat lâzımdır:

1. Allah’a abd olana herşey musahhardır. Olmayanaherşey düşmandır.

2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki,rahat edesin.

3. Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. Oemaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sendekalırsa, meccânen zâil olur, gider.

4. Devamı olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin.Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şuşekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat vegün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde,fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdü lillah”,

“Allahu ekber”—bu üç mukaddes cümlenin faidelerini vemahall-i istimallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan, kâinata, âlemebakarken, idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılanİlâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bugibi hayret ve dehşet-engiz vaziyetleri, ancak“Sübhanallah” cümlesinden nebean eden mâ-i zülâliiçmekle o hayret ateşi söner.

2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğuzevkleri izhar etmekle, hamd ünvanı altında in’âmı nimetteve Mün’imi in’amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-ilezzet talebinde bulunarak, “Elhamdü lillâh” cümlesiylenîmetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlûkat-ı acibe ve harekât-ı garîbedenaklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeylerigördüğü zaman, “Allahü ekber” demekle rahat bulur. Yani,Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk vetedbirleri kendisine ağır değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, seyyiatıyla Allah’a zararvermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte,vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbinegirmekle Cenâb-ı Hakkın mülküne ve âsârına müdahaleedebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasındayerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde okafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.

Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur.Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetindevücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah,melce’ ve mence’dir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetindeniğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce’ ve mence’odur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onunbekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin içinsaklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyinanahtarı Ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa,Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünyaumurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeyemahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan daberaber gidiyor. Sen deyolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı,kulakların üstünde tulû etmiştir.Başının yarısından fazlasıbeyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyeteden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedîömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat velezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratıuyandırmadan evvel uyan!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka malûm ve mârufünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü,bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikatiilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvan ilefehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihneilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir neviünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul

ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüzeder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile,bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileriicmâlen tazammun eder: ziyânın elvan-ı seb’ayı tazammunettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi,onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna,mir’at ve ayine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh,neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleriberaber neticeler gibi okunması mümkündür.

تض�ر�ع و�ن�ي�ازاFله� ال2زم# ع�ل�q ان ال2 اب�ال��� و�لو� فات� م�ن�

الدار�ي0نN و�ع�اد�تن�� ال:Pائ�نات بتم�ام�ه�ا اFذ انت� ح�ي�اةر�ب�ىو�خال�ق��.

و�اFله� اFذ انا م�خلوقك و�م�ص0نوعك ل�� جه�ة تع�لق±و�انت�س�ابم�ع� قطعi ن�ه�اي�ة� ع�ص0ي�ان�� و�غاي�ة� بع0دى ل�س�ائ�رر�و�ابط�ال:Pر�ام�ة� فاتض�ر8ع بل�س�ان م�خلوق�ك ي�ا خال�ق��.

ي�ار�ب�ى ي�ار�ازق�� ي�ام�ال�:�� ي�امص�و^رى.ي�ا اFله� اس0ا�لك باس0م�ائ�ك الحس0ن³ و�باFس0م�كiو�بح�بيبك اال2ك�ر�م iاال2ع0ظم�و�بفر0قان�ك الح�:�يم

و�ب:Pال]م�:Pالقديمi و�بع�ر0ش�ك اال2ع0ظمi و�بالف الف قل0 هو�اللهاح�د اFر0ح�م0ن�� ي�ا ال+*ه ي�ا ر�ح0من ي�ا ح�نان

ي�ام�ناني�اد�ي8ان، اFغف�ر0ل�� ي�ا غفار ي�ا س�تار ي�ا توqاب ي�او�ه8اب اع0ف ع�ن� ي�ا و�دود ي�ا ر�و»وف ي�ا ع�فو� ي�ا غفور.

الطف0 بى ي�ا لط�يف ي�ا خبير ي�ا س�م�يع ي�ا ب�ص�ير.و�تج�او�ز ع�ن� ي�ا ح�ل�يم ي�ا ع�ل�يم ي�ا كPريم ي�ا ر�ح�يم.

اFه0دنا الص�ر�اط المس0تق�يم� ي�ا ر�ب� ي�ا ص�م�د ي�ا ه�ادى.جد ع�ل�q بفض0ل�ك ي�اب�ديع ي�ا ب�اق�� ي�ا ع�دل ي�ا هو�.

احN�0 قلبى و�قب0رى بنور االFيم�ان و�القر0ان ي�ا نور ي�ا ح�ق�ي�ا ح��� ي�ا قي�وم ي�ا م�ال�ك الملك ي�اذا الج�ال]ل�و�االFك�ر�امi ي�ا

اوqل ي�ا اخ�ر ي�ا ظاه�ر ي�ا ب�اط�ن ي�اقوى� ي�ا قادر ي�ا م�و�ال2ى� ي�اغاف�ر ي�ا ار0ح�م� الر8اح�م�ين�.

اس0ى�لك باFس0م�ك اال2ع0ظمi ف�� القر0ان و�بمح�م8دع�لي0هالص8ال]ة و�الس8ال]م الذى هو� س�ر�ك اال2ع0ظم ف��

ك�تابالع�المi ان تفتح� م�ن0 ه6ذه� اال2س0م�اءF الحس0ن�ك و�اةمف�يض�ة انو�ار� االFس0مi اال2ع0ظمi اFل� قلبى و�اFل� قال�بى

و�اFل� روح�� ف�� قب0رى فتص�ير� ه6ذه� الص8ح�يفة كPس�قف�قب0رى

و�ه6ذه� اال2س0م�اء كP: و�ات تف�يض اش�ع8ة شم0س�الح�ق�يقة� اFل�روح��.

اFله� اتم�ن� ان ي�: ون ل�� ل�س�ان اب�دى� ينادىبه6ذه�اال2س0م�اءF اFل� ق�ي�امi الس8اع�ة� فاقب�ل0 ه6ذه�

.Nالنقوشالباق�ي�ة ب�ع0دى نائ�ب�ا ع�ن0 ل�س�ان��� الذائ�لاللهم8 ص�ل� و�س�لم0 ع�ل� س�ي�دنا مح�م8د ص�ال]ة تنجينا

به�ام�ن0 ج�م�يعi اال2ه0و�ال و�اال2فات و�تقض�� لنا به�اج�م�يع�الح�اج�ات و�تطه�رنا به�ا م�ن0 ج�م�يعi الس8ي�ى�ات

و�تغف�ر�لنا به�ا ج�م�يع� الذنوب و�الخط�يى�ات ي�ا ال+*ه ي�امجيب�الدع�و�ات،

اFج0ع�ل0 ل�� ف�� مدة� ح�ي�ات�� و�ب�ع0د م�م�ات�� ف�� ك ل� اناض0ع�افاض0ع�اف ذل�ك الف الف ص�ال]ةH و�س�ال]مm م�ض0روبين�ف�� م�ثلN ذل�ك و� ام0ثال ام0ثال ذل�ك ع�ل� س�ي�دنا مح�م8دHو�ع�ل� ال�ه� و�اص0ح�ابه� و�انص�اره� و�اتب�اع�ه� و�اج0ع�ل0 ك لص�ال]ة

م�ن0 ك ل� ذل�ك تزيد ع�ل� انفاس��� الع�اص�ي�ة� ف�ىمدة� عم0رى

و�اغف�ر0ل�� و�ار0ح�م0ن�� ب: ل� ص�ال]ةH م�نه�ابر�ح0م�ت�ك ي�ا ار0ح�م�الر8اح�م�ين�. ام�ين�.

TAZARRU VE NİYAZ: İlâhî! İki dünyanın hayatıelimden kaçsa ve bütün kâinat düşman kesilip beniterketse, benim yine gam çekmemem gerekir; çünkü Senbenim Rabbim veHâlıkım (Yaratıcım) ve İlâhımsın. Vebenim, nihayetsiz isyanımla ve sair şeref vesilelerine gayetderecede uzaklığımla beraber, Senin mahlûkunve masnuun(san’at eserin) olmam sebebiyle, bir taallûk (ilgi) veintisap(bağ) cihetim var. İşte, ben de, Senin mahlûkunun lisanıylaSana tazarru ve niyazda bulunuyorum; ey Hâlıkım; eyRabbim; ey Râzıkım(Rızık Vericim) ve ey Musavvirim!

Ey İlâhım, Esmâ-i Hüsnân hürmetine, İsm-i Âzamınhürmetine, Furkan-ıHakîmin hürmetine, Habib-i Ekreminhürmetine, Kelâm-ı Kadîmin hürmetine, Arş-ı Âzamınhürmetine, milyonlar “Kul hüvallahü ehad” ile, banamerhamet etmeni istiyorum; ey bütün kemal sıfatlarınsahibive bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah; eyiyi kötü, dostdüşman ayırt etmeden yarattığı bütünvarlıklara rızıklarını yetiştirenRahmân; ey eserlerindesonsuz rahmetin en lâtif cilvelerini gösterensınırsız şefkatsahibi Hannân; ey bitmez tükenmez ikramlarıylavenimetleriyle, varlıkları terbiye edip besleyen Mennân; eykullarınınküçük büyük her türlü amellerinin karşılığını hiçzayi etmeden hakkıylaveren Deyyân.

Beni bağışla; ey fazl ve ihsânıyla, her türlü günahları çok

çok bağışlayanGaffâr; ey ayıp ve kusurları örten veçirkinlikleri perdeler altındasaklayan Settâr; ey işlediğigünahlardan pişman olanların tevbelerinidaima kabul edenTevvâb; ey her varlığa tükenmez rahmethediyelerindenlâyık olduğu ihsanı veren Vehhâb.

Beni affet ey yarattığı varlıkları çok seven ve onlara daKendisini hervesileyle sevdiren Vedûd; ey her bir canlıyahususî şefkat ve ihsanıolan ve onlar üzerinde iltifatınınincelikleri görünen Raûf; ey hertürlü kusur ve günahlarıbolca affeden Afüvv; ey bütün günahlarıbağışlayan Gafûr.

Bana lütufta bulun; ey varlıkları nazik ve lâtifgüzelliklerle yaratıponlara lütufta bulunan ve ilmi her şeyinbütün inceliklerine nüfuz edenLâtif; ey bütün varlıklarınküçük büyük, gizli açık her hâlinden her anhaberdâr olanHabîr; ey her şeyi, gizli açık bütün sesleri ve yapılanbütünduaları işiten ve varlıklara işitme kàbiliyeti veren Semî’,gizlive açık her şeyi bütün incelikleriyle gören ve varlıklarada görmekàbiliyeti ve basîreti ihsan eden Basîr.

Günahlarımı sil; ey zâlim ve isyancıları hemencezalandırmayıp yumuşaklıkla muâmele eden, tevbeetmeleri için onlara fırsat tanıyan Halîm; ey gizliaçık,küçük büyük her şeyi hakkıyla bilen ve ilmi, ezeldenebede her şeyikuşatan Alîm; ey bütün canlıları çeşitliduygularla donatıp sayısızrahmet meyvelerini venimetlerini önlerine seren ve iyiliği bol olanKerîm; eyrahmeti her şeyi kuşatmakla birlikte imanlı kullarınahasusîihsan ve şefkatte bulunan Rahîm.

Bizi yolun doğrusuna ilet; ey kâinattaki her bir varlığınbütünihtiyaçlarını giderip onları bizzat terbiye eden vehiçbir vezir veyardımcısı olmayan ve asla öyle bir şeyeihtiyacı da bulunmayan Rab; eykâinattaki her şeyKendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeyeaslamuhtaç olmayan Samed; ey varlıkları yaratılış gayelerinesevk edenve dilediğine doğru yolu gösteren Hâdî.

Fazlınla bana cevâdâne (cömertçe) ihsanlarda bulun; eykâinatı hiçten vebenzersiz bir şekilde yaratıp bin birisminin tecellileriyle süsleyenBedî'; ey bütün isimleri,sıfatları ve zâtı ile ebediyen var olan ve yok olması aslamümkün olmayan Bâkî; ey kâinatı ince hesaplarlayaratan,her varlığın bütün ihtiyaçlarını adaletle veren vehaksızlarıcezalandırıp iyileri de mükâfatlandıran Adl; eyHû.

Kalbimi ve kabrimi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır;ey sonsuz nuruyla bütünkâinatı nurlandıran ve isimlerinintecellisiyle her şeyi aydınlatan Nûr; ey varlığında hiçbirşüphe bulunmayan ve varlıkların dayandıklarıhakikat,Zâtının sıfât, isim ve fiillerinin tecellisi olan Hak;eyvarlıklara hayat verip canlandıran, Kendi hayatı ise zâtî,ezelî veebedî olan Hayy; ey bütün varlıkları düzenli vedaimî bir şekilde ayakta tutan; fakat Kendi varlığı hiçbirvarlığa bağlı olmayan Kayyûm; eyezelden ebede kadarkâinattaki her şeyin yegâne sahibi ve mâlikiolanMâlike’l-Mülk; ey celâl ve ikram sahibi; ey her şeyinaslını vebaşlangıcını ezelî ilmiyle tespit eden veKendisinden önce hiçbir şeyvar olmayan Evvel; ey her

şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonugelenvarlıkların neslini tohum ve çekirdek gibi hülâsalarlatanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalanÂhir; ey her şeyin dışyüzlerini çeşitli cihazlarla ve incenakışlarla süsleyerek fevkalâdemükemmel ve güzelyaratan ve bütün varlıklarda ilim, irade, kudret,rahmet gibisıfatlarının ve varlık ve birliğinin işaretleri açıkçagörünenZâhir; ey bütün varlıkların içyüzlerini ve bilhassacanlılarıniçlerini mükemmel bir fabrikanın harikamakineleri gibi yaratıp işletenve her şeyin içine esmâsıylanüfuz eden Bâtın; ey her tülü âcizlik vezayıflıkalâmetlerinden münezzeh olan yegâne kuvvet ve kudretsahibiKavî; ey kudreti her şeye yeten ve Kendisine hiçbirşey ağır gelmeyenKàdir; ey herşeyin sahibi ve dostluğupek güzel olan Mevlâ, ey her türlü kusur ve günâhı affedenGâfir; ey merhamet edicilerin en merhametlisiolanErhamü’r-Râhimîn.

Kur’ân’daki İsm-i Âzamın hürmetine ve kitab-ı âlemdekisırr-ı âzamın olan MuhammedAleyhissalâtü Vesselâmhürmetine, güzel isimlerinden, bu sayfayı sankikabrimintavanı yapıp, bu esmâyı da ruhuma şems-i hakikattenşualarsaçan pencere haline getirecek şekilde, kalbime vekalıbıma ve kabrimderuhuma İsm-i Âzamın nurlarınısaçan pencere yapmanı istiyorum.

İlâhî, dilerim ki, ebedî bir lisanım olsun da, kıyametekadar bu isimlerlenidâ etsin. İşte, ardımda bâki kalan bunakışları, benim fâni ve zâillisanımın yerine bir nâip olarakkabul eyle.

Allahım, Efendimiz Muhammed’e öyle bir salât veselâm et ki, o salât ile bizibütün korku ve âfetlerden kurtar,bütün hâcetlerimizi gider, bizi bütüngünahlardan temizle,bütün günah ve hatâlarımızı bağışla.

Ey bütün kemal sıfatların sahibi ve bütün noksansıfatlardan münezzeh olan Allah; ey duâ ve ihtiyaçlaracevap veren Mücîbe’d-Daavât! Hayatımboyunca veöldükten sonra, her an bu dileklerimi kat kat fazlasıyla ver!

Bir milyon salât ve selâm, bir o kadarla çarpımındançıkan netice ve bununda kat katı, Efendimiz Muhammed’e,Onun Âl, Ashab, Ensar ve tabîlerineolsun! Bu salâvatlarınher birini, benim ömür günlerimdeki günahkârnefeslerimsayısınca çoğalt! Bu salâvatların her birisi hürmetinebeniaffeyle, bana merhamet et. Bunu rahmetinle ihsaneyle; ey merhametedicilerin en merhametlisi olanErhamü’r-râhimîn! Âmin!

Zeylü’l-HabbeArkadaş! Şu müşevveş eserlerimle büyük birşeyin etrafını

kazıyorum. Amma bilmiyorum, keşfedebildim mi? Veyahutsonra inkişaf edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keşfineyol açıp gösteriyorum.

1ال2 ح�و�ل� و�ال2 قوqة اFالE بال+*ه�

2ح�س0بنا ال+*ه و�ن�ع0م� الو�ك�يل

3ن�ع0م� الم�و�ل�� و�ن�ع0م� النص�ير

4اللهم8 ال2 تخرج0نا م�ن� الدنيا اFالE م�ع� الشه�اد�ة� و�االFيمان

الح�م0د ل�+*ه� ع�ل� ن�ع0م�ة� االFيم�ان و�االFس0ال]مi بع�ددقطر�ات�اال2م0طار و�ام0و�اجi البح�ار و�ثم�ر�ات اال2شج�ار

ال2نو�ارو�الش:�ر و�نقوش�اال2زه�ار و�نغم�ات اال2طي�ار و�لم�ع�ات اله ع�ل� ك ل¶ م�ن0 ن�ع�م�ه� ف�� اال2طو�ار بع�ددك ل� ن�ع�م�ه� ف��

.اال2د0و�ارال2ب0ر�ار و�اال2خي�ار مح�م8د ن و�الص8ال]ة و�الس8ال]م ع�ل� س�ي�د ا

المختار و�ع�ل� ال�ه� اال2طه�ار و�اص0ح�ابه� نجومi الهداي�ة� ذوىال2نو�ار م�اد�ام� الي0ل و�النه�ار. 5ا

1. Allah’ın kudret ve gücünden başka kudret ve güç yoktur.2. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.3. “O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.” Enfâl Sûresi, 8:40.4. Allah’ım bizi dünyadan ancak kelime-i şehâdet ve imânla çıkart.5. Bize bahşettiği îmân ve İslâm nimeti için yağmurun katreleri,denizlerindalgalaları, ağaçların meyveleri, çiçeklerin nakışları,kuşlarınnağamâtı ve nurların lemaâtı sayısınca Allah’a hamdolsun. Ve hertürlühalde bize in’âm ettiği bütün nimetleri için, bütün çağlardakibütünnimetleri adedince Allah’a şükürler olsun. Hem, iyilik vehayırsahiplerinin efendisi Muhammedini’l-Muhtâr (a.s.m.) efendimize, onunpâk âline ve nur saçan hidâyet yıldızları ashâbına gece-gündüz devam ettiğimüddetçe salât ve selâm olsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çokyerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri veşartları ayrı ayrı olur.

Kezalik, Allah’ın yolunda sülûk eden zât çokmakamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki,bunların da herbirisi için kendinemahsus şartlar vevaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri birbirinehalt edipkarıştıran, galat ve yanlış hareket eder. Meselâ bir ahırdaatın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir saraydaandelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. Eğer oterennümle atın kişnemesini fark etmeyip andelibden

kişnemeyi talep ederse, kendi nefsiyle mugalâta etmiş olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya hayatını güzelleştirenesbabdan biri, dünya ayinesinde temessül ile parlayanhidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimlitimsalleridir. Evet, müstakbel, mâzinin ayinesidir. Mâziberzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılâp ettiğinde,suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal ayinesine, tarihe,insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan mânevî vehayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur. Meselâ,arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarınıhâvi büyük bir ayineyi yolunda bulan bir adam, şarkcihetine giden adamların memleketlerine gidip onlarailtihak etmek için çalışmayıp da, o ayinenin içindekitimsallerle uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gaflettenayıldığı zaman, “Eyvah, ne ediyorum? Bunlar şarap değil,seraptır. Bunlarla uğraşmak azb değil azaptır” der,arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikâttabulunmaya başlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın hak vehakikat olduğuna en sâdık deliller:

1. Tevhidin bütün iktizâlarını ve lâzımlarınımertebeleriyle muhafaza etmesidir.

2. Esmâ-i Hüsnânın tenasüp ve iktizası üzerine hakaik-iâliye-i İlâhiyedeki muvazeneyi müraat etmesidir.

3. Rububiyet ve ulûhiyete âit şuûnatı kemâl-i muvazeneile cem etmesidir.

Kur’ân’ın bu hâsiyeti beşerin eserlerinde bulunmadığıgibi, melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerinnetaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınınadalmış olan İşrâkiyun ve âlem-i gayba nüfuz edenRûhâniyun dahi Kur’ân’ın bu hâsiyetini bulamamışlardır.Zira onların nazarları mukayyet olduğundan, hakikat-imutlakayı ihata edemez. Bunlar ancak hakikatin bir tarafınıbulur ve ifrat-tefritle tasarrufa başlarlar. Bunun içintenasübü bozup muvazeneyi ihlâl ediyorlar.

Meselâ, envâ-ı cevâhiri hâvi ziynetli ve kıymetli birdefineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibinedalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin elineuzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilâtınıtamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğuna hükmeder.Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsiniişittiğinde, onların buldukları cevâhirin kendi bulduğuelmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevîbir yakutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidinibuluyor. Ve hâkezâ, herbirisi definenin esas müştemilâtıkendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarınınbuldukları çeşitler de definenin zevâid ve teferruatındanolduğunu itikad eder. Mesele bu şekle girmekle muvazenekayıp ve tenâsüp zâil olur. Sonra meselenin hakikatinikeşif ve izah için tevilât ve tekellüfata başlarlar. Hattâdefinenin inkârına bile zehab eden olur.

Evet, Sünnet-i Seniye ile muvazene yapılmazdan evvel,hemen meşhudatına itimad eden İşrâkiyun ilemutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, şu

söylediğime hak verir, bilâ-tereddüt kabul ederler.

Arkadaş! Kur’ân da o defineyi keşfetmek için o denizedalmıştır. Fakat Kur’ân’ın gözü açık olduğundan, defineyitamamıyla ihata ile görmüştür. Ve hakikate uygun birtarzda tenasüp ve muvazeneye riayet ederek kemâl-iintizam ve ıttırad ile hakikatı izhar etmiştir.

Arkadaş! Nev-i beşerde envâen dalâlete düşen fırkalarınsebeb-i dalâletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamlarıbâtından bahsetmişlerse de, meşhudatlarına itimad ve

iktifa ederek esnâ-i tarikten dönmüşlerdir. Ve 1ح�فظت�

.kavline mâsadak olmuşlardırشي0ىªا و�غاب�ت0 ع�نك اشي�اء

1. Bir şeyi muhafaza ettin, ezberledin ama, bir çok şey senden kayboldu.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak seni ademden vücudave vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseğiMüslim sıfatı ile insan suretine getirmiştir. Mebde-ihareketin ile son aldığın suret arasında müteadditvaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvâlin herbirisi sanaâit nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, seningeçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetlerdizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envâına birfihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh, geçirmiş olduğunvücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında,ahvâlinde, “Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstahakoldun? Ve şükründe bulundun mu?” diye sualeçekileceksin. Çünkü, vukua gelen haller suale tâbidir.

Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbideğildir. Geçirmiş olduğun ahvâl, vukuattır. Gelecekahvâlin ademdir. Vücut mes’uldür, adem ise mes’uldeğildir. Öyle ise, mâzide şükrünü edâ etmediğinnimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı havalandırıp baş aşağıfelâkete atan şöyle bir hâl var:

İstihkak nazara alınmayarak, Hakkın takdiri hakkındatefrit veya ifrat yapılır. Ve kuvvetine, kıymetinebakılmayarak küçük veya büyük bir yük altına alınır gibigayr-ı insanî haller insanı insaniyetten düşürür, ya zulme,veya kizbe sevkeder.

Meselâ, bir fırka askerin mümessili bir nefer, bütünaskerlik umûrunu bilmek; veya bir katre sudakitimsalinden, şemsin azametini göstermek talebindebulunmak, en yüksek bir insafsızlıktır. Çünkü, vasıfla ittisafarasında fark vardır. Meselâ, Katredeki timsal, şemsinevsâfını gösterir; ama o evsaf ile muttasıf olamaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Vücut nev’inde tezâhüm yoktur.Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder,birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan veelektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale birpencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri,odaları göreceksin.

Saniyen: Odada otururken, kemâl-i suhulet ile o misalîodalarda her çeşit tebdil, tağyir, tasarruf edebilirsin.

Salisen: Odadaki elektrik, elektrik misallerinin enuzağına en yakındır. Çünkü, o misalî misallerin kayyûmuodur.

Rabian: Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, omisalî vücudun bir âlemini içine alabilir.

Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasında dacâridir. Çünkü mümkinatın vücudu, vâcibin nurundan birgölge olduğu cihetle, vehmî bir mertebededir. Vâcibinemriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstakar kalır.Demek mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-uharicî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir.Ancak, Vâcibü’l-Vücudun icadıyla bir vücuttur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâlikibulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlarabildirip târif etmemesi de muhaldir. Çünkü, insan, Mâlikinkemâlatına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor. Vekendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibitasarruf eden bir halifedir. Hattâ semâ-i dünyada dahiaklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zâfiyetiyle beraber harikatasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır.Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan, bütün esbabiçerisinde en geniş bir salâhiyet sâhibidir. Binaenaleyh,Mâlik-i Hakikînin rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafilabdlerine kendisini bildirip târif etmesi zarurîdir ki, oMâlikin evâmirine ve marziyatına vakıf olsunlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın vehim, farz, hayalduygularına varıncaya kadar bütün hassaları bilâhare rücû

edip bilittifak Hakka iltica ettiklerini ve bâtıla hiçbirihtimal ve imkânın kalmadığını ve kâinatın ancak ve ancakKur’ân’ın izah ettiği şekilde bulunduğunu gördüm.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-ihava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-iesir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasındamüzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de,ihtilâlsiz, müsademesiz, küçük bir yerde içtima ederler.

Kezalik, pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzdaiçtimâları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne,cam ziyanın geçmesine, şuâın röntgen vasıtasıyla kesifcisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna,demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına birmâni yoktur.

Kezalik, bu kesif âlemde ruhânîleri deverandan,cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleriseyerandan men edecek bir mâni yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Göz, lâmba, şems gibi nur ve nurânîşeylerde cüz’î-küllî, cüz-küll, bir-bin müsavidir. Evet, şemsebak: Onun timsalleriyle seyyârat, denizler ve havuzlar,katre, kabarcıklar gibi bütün şeffaf şeyler, kemâl-i suhuletletemessül ediyorlar. Kezâlik, Şems-i Ezelî şu kâinatkitabında bütün babları, fasılları, satırları, cümleleri,harfleri def ’aten, bilâ-külfet yazıyor. Ve ba’sü ba’delmevttedahi aynı bu suhulet vardır. “Hilkatiniz ve ba’siniz, birnefsin hilkat ve ba’si gibidir” diye Kur’ân-ı Kerimemrediyor!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyi tahrik eden zerrât-ımüteharrikenin, muayyen hadlerine kadar hareket ettiktensonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki,herşeyin hududunda daima harekette bulunan zerratıdurdurup geri çeviren bir hudut bekçisi vardır; o zerratıtaşmaktan men’ediyor. O bekçi ise, muhit bir ilmintecellîsidir ki, o tecellî kadere, kader de miktara, miktar dakalıba tahavvül eder. Demek, herşey, içerisindeki zerratabir kalıptır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın âyetleri birbirini tefsirettiği gibi, bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmınıizah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi Cenâb-ı Hakkınenvar-ı nimetini cezb etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemsemuhtaç olduğu gibi, âlem-i mâneviyat dahi rahmet-iİlâhiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvetemuhtaçtır. Binaenaleyh, Resul-i Ekremin (a.s.m.) nübüvveti,şemsin kat’iyet ve vuzuhu derecesinde kat’î ve vâzıhtır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zîhayatın vücuduna terettüp edensemereler, yalnız kendisine, menfaatine, bekasına,kemâline mahsus değildir. Ancak o semerelerden bir hissekendisine aittir. Bâki kalan kısm-ı âzamı Hâlıka râcidir.Zîhayata âit, uzun bir zaman sonra husule gelir. Hâlıka râcikısım ise, bir anda husule gelir. Meselâ, o zîhayat, Esmâ-iHüsnânın tecelliyatına mazhariyetle, Hâlıkı, evsaf-ıkemâliyeyle tavsif ve lisan-ı haliyle hamd etmiş oluyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle,aklıyla, kalbinin vüs’atiyle bir nevi külliyet kesb eder. Ve

keza, insanın bir ferdi, hilâfet hususunda âlemin eczâsıylaşuurca alâkadar olduğundan, nebatî olsun, hayvanî olsun,pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan, nevigibidir. Ve bu itibarla, insanın bir ferdi, neviler sırasınageçer. Binaenaleyh, gerek hayvanatın, gerek semeratınnevilerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevâm vehaşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın daherbir ferdinde câridir.

Hülâsa: Kur’ân’ın âyetleriyle ebnâ-yı beşer için büyükkıyametin geleceğine kat’î delâletler olduğu gibi, kitab-ıâlemin âyât-ı tekviniyesiyle de kıyamet-i kübrâya pek kat’îdelâletler ve işaretler vardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim okunurken,istimâında bulunduğun zaman muhtelif şekillerdedinleyebilirsin.

1. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvetkürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur’ân’ın âyetlerinitebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek içinkulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkargibi dinlemiş olursun.

2. Veya Cebrâil (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.)tebliğ ederken, her iki hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

3. Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perdearkasında Mütekellim-i Ezelînin Resul-i EkremAleyhissalâtü Vesselâma olan tekellümünü dinler gibi

hayalî bir vaziyete gir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin şuur ve ilminin sana taallûku,ahval ve levâzımât-ı ihtiyâcâtın nisbetindedir. Çünkü,sebep ile müsebbep, kuvvetle amel arasında münasebetlâzımdır; fazla noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuurve ilminin nisbeti, Hâlıkın sana olan nazar ve ilminenisbetle bir kıl gibidir. Binaenaleyh, pek cüz’î olan ilim veşuurun ile, Şems-i Ezelînin ilim ve nazarına mukabeleetmekle, gündüz ortasında, güneşin altında, güneşin ziyasıile mübarezeye çıkan ateşböceği gibi olma!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın ef ’âli birbirinemünasip, âsârı birbirine müşâbih, esmâsı birbirine ayine vemâkes, sıfâtı birbirine mütedahil, şuûnatı memzuc ise de,herbirisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-ubizzat o hususî tavırdır. Sair tavırlar ise tebeîdirler.Binaenaleyh, meselâ Hâlıkın âsârından cemâdata baktığınzaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başkaisimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarkenmerhamet kasdıyla bak, sair tecelliyata tebeî bir nazarlabak.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlararahmettir. Çünkü herbir insanın şu hakikî âlemdenkendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkeskendi meşrebine göre Kur’ân’dan fehim ve iktibas ettiği,(hâfızasında) kendisine has bir Kur’ân vardır ki, onunruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.

Ve keza, Kur’ân-ı Kerimin bir meziyeti şudur ki: Bütün

ulemâ ve ehl-i meşrep gibi herkes hidayeti için, şifası içinmüteaddit sûrelerden ayrı ayrı âyetleri ahz edebilir. Çünkü,bir âyetin sair âyât-ı Kur’âniye ile pek ince münasebetleri,ittisal cihetleri vardır. Aralarında vahşet yoktur. Bu itibarla,müteaddit sûrelerden alınan âyetler küçük bir Kur’ânhükmünde olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! 1ال2 ح�و�ل� و�ال2 قوqة اFالE بال+*ه� cümle-i

mukaddesesi, insanın, zerre vaziyetinden, insan-ı mü’minsuretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet,insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şumenzillerde insanın letâifi pek çok elem ve emelleremâruzdur. Maahaza, havl ve kuvvetin mütealliklerizikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh, bucümle, tesellî-bahş olup şümûlü dahilinde olan makamlaragöre tefsir edilir. Meselâ,

Ademden“ال2 ح�و�ل� ع�نN الع�دمi و�ال2 قوqة ع�ل� الۇجود .1

çıkıp vücuda gelmek.”

2. Fالب�قاء ع�ل� قوqة و�ال2 الز8و�ال Nع�ن ح�و�ل� Zevale“ال2

gitmeyip bekada kalmak.”

3. iة ع�ل� النفعqالم�ض�ر8ة� و�ال2 قو Nل� ع�ن�Mazarratı“ال2 ح�و

def, menfaati celp.”

4. ع�ل� قوqة و�ال2 الم�ص�ائ�ب Nع�ن ح�و�ل� ال2

”.Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak“الم�طال�ب

Maâsiye“ال2 ح�و�ل� ع�نN الم�ع�اص�� و�ال2 قوqة ع�ل� الع�ب�اد�ة� .5

düşmemek, ibadete devam etmek.”

Azaba mâruz“ال2 ح�و�ل� ع�نN النقمi و�ال2 قوqة ع�ل� النع0م�ة� .6

kalmamak, nimete mazhar olmak.”

7. النور ع�ل� قوqة ع�نN الظلم�ة� و�ال2 Zulmete“ال2 ح�و�ل�

düşmemek, nurla tenevvür etmek.”

Ve hâkezâ, herbir makamda insanın letâifine göretakyid ve tefsir edilebilir.

1. Allah’ın kudret ve gücünden başka kudret ve güç yoktur.

Zeylü’z-Zeyl

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazı insanların ağzında kemiyetenaz, keyfiyeten pek büyük üç kelime dolaşmaktadır.

Birincisi: “Herşey kendi kendine teşekkül etmiştir.”

İkincisi: “Mûcid ve müessir esbabdır.”

Üçüncüsü: “Tabiat iktiza etti.”

Bu üç kelimatın pek çok muhâlâta zarf olduklarıhakkında yapılan beyanatı dinle:

İnsan mevcuttur. Bu mevcut insan, birinci kelimeyenazaran hem sânidir, hem masnû.

İkinci kelimeye göre, esbabın tesiriyle vücuda gelmiştir.

Üçüncü kelimeye nazaran, mevhum tabiatın eseridir.

Dördüncü cihet ise, hak ve hakikatin istilzam ettiği gibi,

Allah’ın masnûudur.

Evvelki kelimenin gayr-ı mahsur muhâlâtı:

1. O kelimenin iktizasına göre insanı teşkil edenzerrelerin herbirisinde hem insanın içini, hem kâinatıgörecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sıfât-ı lâzimeninbulunması lâzımdır.

2. İnsanın bedeninde zerrattan teşekkül eden mütehâlifmürekkebat adedince, matbaalarda hurufatı tertip etmekiçin kullanılan kalıplar gibi kalıplar lâzımdır.

3. Kârgir kemerlerin taşları gibi, herbir zerreninarkadaşlarına hem hâkim, hem mahkûm olması lâzımgelir. Ve keza, herbirisi, ötekilere hem zıt, hem misil, hemmutlak, hem mukayyed olması lâzımdır.

İkinci kelimenin muhâlâtı:

1. İnsanın me’hazi, yani insanı teşkil eden maddeler,eczahanelerde bulunan ağızları mühürlü, ayrı ayrı, çeşitçeşit mütebâyin ilâçlar gibi maddelerdir. Hiç kimsenin elidokunmaksızın ihtiyaç nisbetinde kemâl-i intizam vemuvazeneyle o ilâçların şişelerden kendi kendine çıkıphayatî bir mâcun vaziyetine gelmesi mümkün ise, insanında sânisiz esbab ve mevadd-ı câmideden sudurumümkündür diyebilir.

2. Birşeyin kemâl-i intizam ile gayr-ı mahdut, kör, sağır,câmid, şuursuz esbabdan sudurunun muhaliyetinisbetinde, sâni’siz insanın da o maddelerden yapılması

muhaldir. Maahaza, maddî esbabın yalnız zahire taallûkuvardır. Bâtındaki lâtif, ince, garip nakışlara, san’atlaranüfuzu yoktur.

3. O kelimenin iktizâsına göre kemâl-i ittifak ve intizamile ihtiyâcat nisbetinde gayr-ı mahsur esbabın bir cüzde, birhüceyrede içtimaları lâzım gelir. Bu içtimâ, âlemin eczâ veerkânının azametiyle beraber senin elinin içine girip içtimâetmeleri demektir.

Çünkü, insanın ustası esbab olduğu takdirde, âleminbütün ecza ve erkânı insan ile alâkadar olduğuna nazaran,insanın yapılışında âmil ve usta olmaları lâzım gelir. Birusta, yaptığı şeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar. Ohalde, insanın bir hüceyresinde âlemin eczâsı içtimâedebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin enmümteniidir.

Üçüncü kelimenin muhal ve butlanı ise:

Evet, tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-igaflet ve dalâletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdırki, san’at-ı İlâhiye ve sıbğa-i Rahmâniyedir. Tabiatailâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i Alîmincilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sâni olarak telâkki ettikleritabiata cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifakise, dalâletten neş’et eden ıztırar neticesinde şeytanlarınihtirâ ettikleri hezeyanlardır. Çünkü, müteaddit eserlerimdekat’î bir surette ispat edildiği gibi, harikaların harikası olanşu san’at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemâliye ilemuttasıf bir Habîr-i Basîrin yed-i kudretinden çıkmamış

ise, şu kesif, câmid, mukayyet, miskin, mümkinin eliyle mişu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa âlemleregiydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları baûda veyakaplumbağa mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ!

Evet, insanda, herşeyde Sâni-i Ezelînin masnûuolduklarına mevcudatın adedince şahitler vardır. Meselâ:

1. Kâinattır. Evet kâinatın ihtiva ettiği bütün zerrat vemürekkebatın her birisi elli beş lisan ile şehadetetmektedir.

2. Kur’ân’dır. Evet Kur’ân, bütün enbiya, evliya vemuvahhidînin kitaplarıyla, sahife-i kevn ve vücuddayaratılan icadî ve tekvinî âyetler Hâlıkın hallâkıyetine âdilşahitlerdir.

3. Mahlûkatın reisi ve resulü, bütün enbiya, evliya,melâike ile birlikte herşeyin sânii Allah olduğuna ilân-ışehadet ediyorlar.

4. İns ve cin taifeleri envâen ihtiyacat-ı fıtriyesiyleşahittirler.

5. Ulûhiyet ve hallâkıyetin Allah’a mahsus ve münhasırolduğuna Allah da şehadet ediyor.

Arkadaş! San’atın, vücuh-u selâse-i mezkûre üzerinemümkine veya hakkın istilzam ettiğine nazaran Vâcibeolan isnadı meselesi semeredar bir ağaç meselesi gibidir.Şöyle ki:

Ağacın o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani

neşvünemâ kanunuyla ağacın kökünden, kök deçekirdekten, çekirdek de evâmir-i tekviniyeyi temessülden,evâmir-i tekvîniye de “Kün” emrinden, “Kün” emri dahiVahid-i Vâcibden sadır olmuştur.

O vakit, o ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla, dallarıyla,semereleriyle yaratılış kolaylığında bir semere-i vahidehükmünde olur. Çünkü, vahdete nisbeten küçük bir semereağacı ile pek büyük ve çok semereli bir ağaç arasında farkyoktur. Bu adem-i fark, vahdette suhuletle yüsr, kesrettesuubetle usrün bulunduğundan neş’et etmiştir.

Eğer kesrete isnat edilirse, herbir semere, herbir çiçek,herbir yaprak, herbir dal, tam ağacının vücuda gelmesinelâzım olan bütün âlât, cihâzat, esbab ve saireye ihtiyaçgösterecektir. Çünkü küll cüzde dahildir. Ona ne lâzımsabuna da lâzımdır. Mesele bu iki şıktan hariç değildir. Birivâcip, diğeri mümtenidir.

Hülâsa: Bir hüceyrenin vücuda gelmesi kendisine isnatedilirse, kâinata muhit olan sıfatlar kendisinde lâzımdır.Esbaba isnat edilirse, âlemdeki bütün esbabın o hüceyredeiçtimâları lâzım gelir. Halbuki, sineğin iki eli sığmayan birhüceyre, iki ilâhın tasarrufuna mahal olabilir mi? Hâşâ!

Maahaza, hüceyreden tut, âleme kadar herbir şeyin birnevi vahdeti vardır. Öyle ise, Sâni de vahid olacaktır.Çünkü, vahid ancak vahidden sudur eder. Ve keza, birhabbe şemsi ziyasıyla, rengiyle, (tecellî suretiyle) içinealabilir. Fakat masdariyet itibarıyla, bir habbe, iki habbeyiiçine alıp onlara masdar olamaz. Ve keza, vücud-u haricî,

vücud-u misalîden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-uharicîden bir nokta, vücud-u misalîden bir dağı içinealabilir. Kezâlik, vücud-u vücubî daha kavi, daha râsih,daha sabittir. Belki de vücud-u hakikî, vücud-u haricîondan ibarettir.

Binaenaleyh, ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânîvücutlar, vücud-u vücubînin tecellîyât-ı nuriyelerine ayineve mâkesdirler. Öyle ise, ilm-i ezelî imkânî vücutlara ayineolduğu gibi, imkânî vücutlar da vücud-u vücubîye ayinedir.Sonra o imkânî vücutlar, ilm-i ezelîden vücud-u haricîyeintikal etmişlerse de, vücud-u hakikî mertebesine vasılolmamışlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kevn ve vücut sahasında durupahvâl-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür’atle anlar ki,tesir-i faaliyet, lâtif, nuranî, mücerret olan şeylerin şe’niolduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif,cismanî şeylerin hassasıdır. Evet, misal olarak, semâdakinur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semâda ikenziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyleberaber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve nede bir fiili var.

Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyorki, hangi birşey lâtif, nurânî ise, sebep ve fâil olmaya kesb-iliyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyetmertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ızahiriyenin Hâlıkı ile, müsebbebatın Mûcidi, ancak veancak Nuru’l-Envâr, Sâni-i Ezelîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat,teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde,bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman,derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî,umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün,tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet vegüzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsizdenize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde iseicmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığıntakdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır,enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan ne kadar cahil ve gafildir! Nekadar yolunu şaşırmış, nefsine zarar veriyor! Dokuz vecihlemenfaati muhakkak, yalnız bir vecihle zararı mevhum olanbüyük bir hayr-ı azîmi terk, dalâleti irtikâp eder. Evet,Sofestaînin bir şüphesi için, binlerce menfaat delilleri olanhidayeti terk ediyor.

Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran,dünyevî bir işte onda bir zarar ihtimali varsa içtinap eder.Âhiret işi olursa, onda dokuz zarar ihtimali olduğu halde,içtinap etmez. İşte cehalet bu kadar olur!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ruh-u insanî gayr-ı mütenahiihtiyaçlara giriftar, gayr-ı mütenahi elemlere mahaldir.Gayr-ı mahsur lezzetlere iştihalıdır. Gayr-ı mahdut âmâlibeslemektedir. Hattâ, kalbin dalâletiyle beraber ruhtan

fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahi elemleri tazammun ediyor.Binaenaleyh, “Ben neyim? Ne kıymetim var ki benim içinkıyamet kopsun, mizan vaz edilsin, hesap görülsün?”demeye hakkın yoktur.

Ey kemâl-i gurur ile dalâlet kürsüsünde oturan!Hayatına mağrur olma. Zira o hayat, bir mugalâta ilekaimdir. Şöyle ki:

O kürsüde oturan dâll, zeval ve fenânın dehşetinidüşünüp korktuğu zaman, saadet-i ebediye ihtimalinekaçar, tekâlif-i diniyenin terkinde de âhiretin olmayacağıihtimaline kaçar. Bu mağlâta ile her iki elemdenkurtuluyor. Lâkin, kısa bir zamanda düğüm açılır, hakikatortaya çıkar. Ne birinci ihtimal elemini izale eder ve ne deikinci ihtimal yükünü tahfif eder.

Ve keza, “Musibet taammüm ettiğinde elem hafif olur.Ben de emsalim gibiyim” diye yine yük altından kaçar.Fakat, musibet âmm olduğunda, elemi muzaaf olur, kat katziyade olur. Çünkü, kendisi gibi akrabası, ahbâbı da omusibete dahildir. Çünkü, insanın ruhu, ebnâ-yı cinsiylealâkadardır. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazlaolur.

Ey şek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahate çekilenbiçare! Gaflet serinliğinde, şek içinde zevk ettiğin lezzetilezzet sanma! O zehirli baldır. Az bir zaman sonraCehennemî bir azaba inkılâp edecektir. Eğer âlâmınlezâize, nârın nura inkılâp etmesi emelinde isen, evkat-ıhamsede rükû ve sücud kancası ile gururun hortumunu

bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkür iletâate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın. Budalâlât acılığından, necatın halâveti tavazzuh ile münacatlezzeti ortaya çıksın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ubudiyette ancak teslimiyet vardır.Tecrübe, imtihan yoktur. Çünkü, seyyid, efendi; abdini,hizmetkârını tecrübe ve imtihan edebilir. Fakat, abd;seyyidini imtihan etmek salâhiyetinde değildir. Ve kezainsan Rabbini, Hâlıkını tecrübe edemez.

Zühre HAŞİYE-1

MukaddimeBU LEM’ANIN telifinden on iki sene evvel,1 inâyet-i

Rabbâniye ile, marifet-i İlâhiyede bir hareket-i fikriye ve birseyahat-i kalbiye ve bir inkişâfât-ı ruhiyede tezahür eden bazılemeât-ı tevhidiyeyi, Arabî olarak, notalar suretinde Zühre,Şule, Habbe, Şemme, Zerre, Katre gibi risalelerdekaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu göstermekve parlak bir nurun yalnız bir şuâını irâe etmek tarzındayazıldığından, yalnız kendi kendime birer hatıra ve birer ihtarşeklinde olduğundan, başkalarının istifadesi mahdut kalmıştı.Hususan, en mümtaz ve en has kardeşlerimin kısm-ı âzamıArabî okumamışlar. Bunların ısrarı ve ilhâhıyla, o notaların, olem’aların kısmen izahlı ve kısmen kısa bir meâlini Türkçeolarak yazmaya mecbur oldum. Şu notalar ve Arabî risaleler,Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud

suretinde gördüğü için, tağyir edilmeden, mealleri yazıldı.Onun için, bazı cümleler, sair Sözlerde zikredilmekle beraberburada da zikrediliyor. Ve bir kısmı, gayet mücmel olmaklaberaber, izah edilmiyor, tâ letâfet-i asliyesini kaybetmesin.

Said Nursî

Haşiye-1 Bu Zühre Risalesi Mesnevî-yi Arabînin çok mühim bir risalesidir. Herne kadar tercüme etmeye çalışmış isem de, müellifin vaktiyle Nur şakirtlerininricakârâne ısrarları üzerine yaptığı tercümeyi aynen derc etmeyi daha münasipgördüm. Risale-i Nur’un On Yedinci Lem’ası namını alan bu risale ile ArabîZühre arasında, bir icmal-tafsil ve takdim-te’hir farkı vardır.

Mütercim ABDÜLMECİD1. “On iki sene evvel” denilen tarih, Hicrî 1340, Milâdî 1921 seneleridir.

BİRİNCİ NOTA

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şuâlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen vedünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbinibağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrınıninkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzahseferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabirkapısına kadar teşyî etmeyen,1 hususan bir iki senezarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını seninboynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulüânında seni terk eden fâni şeyler ile kalbini bağlamak kâr-ıakıl değildir.

1. bk. Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5; Tirmizî, Zühd 46; Nesâî, Cenaiz52;Müsned 3:110.

Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârındave dünyevî inkılâbâtının müsâdemâtı altında ezilen,

bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedirolmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlindenkederlenme.

Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içindeöyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zâttan başkasınarazı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor.Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, ofıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularınınve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olano sultanına itaat et, kurtul.

İKİNCİ NOTA

Hakikattar bir rüyada gördüm ki, insanlara diyordum:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkınmâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecedekendinden büyük zannetme.Hem, sen kendini hiçbirşeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma.Çünkümahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvioldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”

ÜÇÜNCÜ NOTA

Ey gafil Said! Bil ki, galat-ı his nev’inden, gayetmuvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafınave dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemirgördüğünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telâkkiettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşetalıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın

gibi, yalnız ondan korkuyorsun.1

1. bk. Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:64; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:368.

Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval vefenâ darbesine mâruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin vemağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olanâyinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşıtutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o âyinedegörünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür âyineninbaşına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümercve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir vebahçenin devam ve bekàsı sana faide vermez. Çünkü,senin elindeki âyinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe,yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir.

Senin hayatın ve ömrün âyinedir. Senin dünyanın direğive âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Herdakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün veharap olması muhtemel olduğundan, her dakika seninbaşına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak birvaziyettedir. Madem öyledir, sen bu hayatına ve dünyana,çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme.

DÖRDÜNCÜ NOTA

Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin âdetidir: Ehemmiyetlive kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, eksereşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde,asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleriaynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin

umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttaridgörünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem, fünununittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin enmükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde enehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettarinsandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvânâtın bir nev’ihükmündedir. Elbette, kat’î bir hads ile hükmedilir ki, haşirve neşr-i ekberde, beşerin herbir ferdi aynıyla, cismiyle,ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

BEŞİNCİ NOTA

Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’infikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ıfikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyetio seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederekziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, YeniSaid zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefihmedeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nınlehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için,Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bircihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupaikidir: Birisi: İsevînin din-ihakikîden ve İslâmiyetten aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-ibeşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmeteden fünunları takip eden Avrupa’ya hitap etmiyorum.Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin

seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâletesevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet vefünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyive muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nınşahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletlibir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyetitutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.”Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başınıyesin!

Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh!Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hemkalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş veazaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette,aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadetimümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirdenmeyus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi veehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle,tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazipediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, seninşeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâesasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiylebütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondanneş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin

ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunanve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesutdenilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştançıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azapçektiriyorsun.

Ey nev-i beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşerinereye sevk ettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var.Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başındabiçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını,eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazenda yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. Oyolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumlarınağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor.İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellimolduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbukivicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, oyolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Yainsaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizamederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyleberaber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahutkalb ve aklın muktezasını iptal etsin.

Ey sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dinindenuzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan1kördehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin.Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yıilliyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbahtderecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç,

muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedaroyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Seninbu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!

1. bk. Buhârî, Enbiyâ 48, Libâs 68, Ta’bîr 11,13, Fiten 26; Müslim, Îmân 273-276.

İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misâlebenzer.

İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediyeetmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki: o yolun her menzilinde, her mekânında,her şehrinde bir sultan-ı âdilin müstakim askerleri hertarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o sultanınemriyleo askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarınıve mîrî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresiniveriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleriat ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzunoluyorlar; fakat hakikat noktasında, terhisle müferrah olup,sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesi vepadişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazan terhis memurları acemî bir nefere rastgeliyorlar… Nefer onları tanımıyor. “Silâhını teslim et”diyorlar. Nefer diyor: “Ben padişahın askeriyim, onunhizmetindeyim. Sonra onun yanınagideceğim. Siz necioluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıylagelmişseniz, gözve baş üstüne geldiniz. Emrini gösteriniz. Yoksaçekiliniz,benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizlerbinlerdahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim

için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır.Belki bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir.Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye veizzetini vikaye için size baş eğmeyeceğim!”

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binlerahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvâli sen kıyas et.Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namında,—sevinç ve şenlikle—bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriyevar ve vefiyat namında—sürur ve mızıka—ile terhisat-ıaskeriye görünüyor. İşte, Kur’ân-ı Hakîm beşere bu yoluhediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle ikicihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. “Ne geçmişşeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.”

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassızesaslarının bir kısmı şunlardır ki: “En büyük melekten enküçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktirve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onunbir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadıyaşamak ve bekàsını temin etmektir” diyorsun. Ve Hâlık-ıKerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-iitaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtınimdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasındantezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmânecilvelerini cidal zannedip, “Hayat bir cidaldir” diye,ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ıtaâmiyenin kemâl-i şevk ile beden hücrelerinin

gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl birçarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm birRabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir”diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına kat’îbir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en genişiradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemekve yemek gibi en zâhir ef ’âl-i ihtiyariyesinden yüzcüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-iiktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle enzâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasılkendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikîtasarruftan ve temellükten eli bağlanmış bulunsa, “Sairhayvânat ve cemâdat kendine mâliktir” diyen, hayvandandaha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid veşuursuz olduğunu ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlüdehândır. Yani, harika, menhus zekândır. O kör dehân ile,herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabiataisnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtılmâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehânnazarında, her zîhayat, herbir insan, tek başıyla hadsiza’dâya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtıntahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar,ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur, çabuk söner

şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, ohadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor.Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi, binlermatluplarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftarolduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman

beklemiyor. 1ف�� ض�ال]ل EالFا ال:Pاف�رين� دع�اء sırrınaو�م�ا

mazhar oluyor.

1. “Kâfirlerin duası ancak boşa gider.” Ra’d Sûresi, 13:14.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceyekalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceyeısındırmak için, yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin.O lâmbalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyor.Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehânegülmesine, o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

Herbir zîhayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerinhücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünyabir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlarölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tamders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeyeibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rabtelâkki eden bir firavun-u zelildir.

Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti içinnihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasisbir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklıkgösterir.

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad

bulamadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsâniyeyi tatminve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-inefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışanbir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyisevmiyor, herşeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir.Fakat âzam-ı mahlûkata karşı da ubudiyete tenezzül etmezve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-iubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlindenbaşkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmezbir halîm-i âlihimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ilerideiddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnîdir.

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidininkuvvetine istinad eden bir zaif-i kavîdir ki, Kur’ân hakikî birşakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksatyaptırmadığı halde,1 bu zâil, fâni dünyayı ona gaye-imaksat hiç yapar mı?

1. bk. Tevbe Sûresi, 9:72.

İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirindenfarklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîmintilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla

muvazene edebilirsin. Şöyle ki:

Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar,onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat vearzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki ederek,gayet samimî bir surette onlara dua eder.1 Ve saadetleriylemes’ut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşıhisseder.

Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar birermemur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder.

Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundankıyas et ki: Kur’ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle birinbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihebedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösterendoksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleriolarak şakirtlerinin ellerine verir, “Evradlarınızı bununlaokuyunuz” der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî,Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakitdinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini,mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarınıokuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucizâne terbiyesinebak ki, nasıl ednâ bir kederle ve küçük bir gam ile başıdönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan buküçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli ediyor. Vene derece letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını,virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir vevirdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini

Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstünde büyüktutmuyor.2 Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor.Felsefe şakirtlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağıolduğunu kıyas edebilirsin.

1. bk. Bakara Sûresi, 2:286; Âl-i İmran Sûresi, 3:16, 147, 193; Neml Sûresi, 27:19;Nûh Sûresi, 71:28; İbrahim Sûresi, 14:41.2. Tirmizî, Zühd 9; İbni Mâce, Zühd 19.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olandehâsının yanlış gördüğü hakikatleri, iki cihana bakan,gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âleme nazar eden, beşeriçin iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânî der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın seninmülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâlikiherşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. O seninyanındaki mülkünü senden satın almak istiyor, tâ senin içinmuhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sanaverecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onunnamıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaçolduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senintakatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şuhayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtınabir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:

1ر�اجعون اFلي0ه� و�اFنا ل�+*ه� ,YaniاFنا “Ben Mâlikimin

hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıylageldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakitOna döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona

müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatıntekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis veo âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benimemanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübesuretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslimolmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe,emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem” der.

1. “Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır.” Bakara Sûresi, 2:156.

İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin vehüdâ-yı Kur’ânînin verdikleri derslerin derecelerine bak.Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarz ilegidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların derecelerimütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes hermertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkügaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecedeiptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyethissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle veher günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla ogaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla vefünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körükörüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin veteessüfler!1

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız.Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvettensonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarınaittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklitedenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların

safınailtihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idamediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünküşu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır vemillete bir istihzâdır.

iس0تق�يمر�اط� الم�2ه�دينا ال+*ه و�اFي8اك م0 اFل� الص

1. bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:100.2. Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin.

ALTINCI NOTA

Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-iimaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen veitikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet,kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğerinsan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazıfrenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyedeterakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesinialır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adetitibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insangayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan vehalife ve hâkim olmuştur.

İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler,Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki,Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir.Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmekiçin, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehakoldukları Cehenneme teslim eder.

İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyiinkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiysırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tekhükmündedir. Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ınbaşında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla ocemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder.1 Madem küfrünve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir veademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.2 Ehl-ihakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-iimaniyede, şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü,hadsiz ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.

1. bk. Ebû Dâvûd, Savm 14; es-Serahsî, el-Mebsût3:139-140; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 2:81-82; el-Merğinânî, el-Hidâye 1:121.2. bk. Haşir Sûresi, 59:14.

Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâlarısureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez kikuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâlarıittihad ediyor,birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ıgörmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benimyanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur’ der.Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yokturder. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olanesbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrıolur, birbirine kuvvet veremez.

Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda vegözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzündehilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve“Nefsü’l-emirde vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir.

Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları daayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkünefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır.

1 Hع�ظ�يم�ة بمش:�ال]ت EالFا يثب�ت ال2 المطلق birالع�دم

kaide-i usuldür. Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız oşeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütündünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispatedilsin.

İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesiise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir deliktengeçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki,bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz.Fakat ispat edenler nefsü’l-emirde hakikat-i hale baktıklarıiçin, müddeâları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardımeder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar elleryapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirindenkuvvet alır.

YEDİNCİ NOTA

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’atve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebir ile sevk eden bedbahthamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ilebağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane,körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtalarıkopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtilhükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedinvicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir

olur.2 Ondandır ki, ilm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatıyoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ıhayatı var” diye usul-i şeriatın bir düsturudur.3 Hemmezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirinşehadeti makbuldür;4 fakat fâsık merdûdü’ş-şehadettir.Çünkü haindir.5

1. “Mutlak yokluk, ancak pek büyük güçlüklerle ispat edilebilir.” İbni Kayyimel-Cevzî, es-Savâiku’l-Mürsele4:1310; İbni Kayyim el-Cevzî, er-Rûh fi’l-Kelâm1:198.2. bk. Bakara Sûresî, 2:217.3. Buhârî, Cihad 149, Tirmizî, Hudûd 25; İbni Mâce, Hudûd 2; Müsned1:217, 282,322, 5:231.4. el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 2:254-255, 6:266.5. bk. Tirmizî, Şehâdât 2; Ebû Dâvûd, Akdiyye 16; İbni Mâce, Ahkâm 30;Müsned2:181, 204, 208.

Ey bedbaht, fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıpaldanma ve “Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme.Çünkü fâsık adam, fıskı isteyerek ve bizzat talep edipgirmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fâsıkyoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini vereisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki—el-iyâzübillâh!—irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibizehirlemekten lezzet alsın!

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin kiMüslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlarki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ kidünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırsşiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü

mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.

1خاس�ر# خائ�ب# durub-uالح�ريص emsal hükmüne

geçmiştir.

1. “Hırslı kimse mahrum olur, zarar eder.” bk. İbni Kays, Kura’d-Dayf4:301;el-Meydânî, Mecmeu’l-Emsâl 1:24.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur.Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları veşeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötüarkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhireteve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sendezerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa veulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ıbâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir.Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytanaarkadaş olursun.

Âyâ, zanneder misin ki, bu milletin fakr-ı hali dindengelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembelliktenneş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyormusun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime veAfrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına girenmilletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki,zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor?

Ya Avrupakâfir zalimleri veya Asya münafıkları,desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mim’siz medeniyete sevk

etmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyetitemin ve kolayca idare etmek ise, kat’iyen biliniz ki, hataediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadısarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlariçinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatin idaresindendaha müşküldür.

İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsasevk olunmaya ve teşvik edilmeye muhtaç değildirler.Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belkimesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetintesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Buihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-idiniye ile olur.

SEKİZİNCİ NOTA

Ey sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembelinsan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetinmükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretininefs-i amel içine de koymuştur. İşte bu sır içindir ki,mevcudat, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-itekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemâl-i şevkleve bir çeşit lezzet ile evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler.Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadarherşey kemâl-i lezzet ile vazifesine çalışıyorlar. Demekhizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığındanâkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifeleriniifa ediyorlar.

Eğer desen: “Zîhayatta lezzet kabildir. Cemâdatta nasıl

şevk ve lezzet olabilir?”

Elcevap: Cemâdat kendi hesaplarına değil, onlara tecellîeden esmâ-i İlâhiye hesabına bir şeref, bir makam, birkemâl, bir güzellik, bir intizam isterler, arıyorlar. O vazife-ifıtriyelerinin imtisalinde, Nûru’l-Envârın isimlerine birermâkes, birer âyine hükmüne geçtiğinden, tenevvür eder,terakki eder.

Meselâ, nasıl ki bir katre su, bir zerrecik cam parçası,zâtında ziyasız, ehemmiyetsiz iken, sâfi kalbiyle güneşeyüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre vecam parçası, güneşin bir nevi arşı olup senin yüzüne detebessüm eder. İşte bu misal gibi, zerrat-ı mevcudat,cemâl-i mutlak ve kemâl-i mutlak sahibi olan Zât-ıZülcelâlin isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyineolmalarıyla, o katre ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı birdereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüreçıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nuranî ve yüksekbir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabilse, yanihayat-ı âmmeden hissedar iseler, gayet lezzet ile ovazifeleri görüyorlar denilebilir.

Vazifede lezzet bulunduğuna en zâhir bir delil: Senkendi âzâ ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri, bekà-işahsî ve bekà-i nev’î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrılezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmünegeçiyor. Hattâ hizmeti terk etmek, o uzvun bir neviazabıdır.

Hem en zâhir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi

hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakârâne vemerdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavuklarınefsine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır; yemez,onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile ovazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemektenfazla birlezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık edentavuk dahi,yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, iteatılır. Kendini açbırakıp onları doyurur. Demek o hizmetteöyle bir lezzet alır ki, açlıkacısına ve ölmek eleminetereccuh eder, ziyade gelir.

Hayvânî valideler, yavrularını, küçük iken vazifeleribulunduğundan, lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktansonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver,elinden daneyi alır. Yalnız, insan nev’indeki validelerinvazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf veacz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakit deşefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvânâtın, horoz gibi çobanlık edenerkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki, bunlarkendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemâlleri için ovazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelsefeda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazifeyle tavzifeden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derc edenMün’im-i Kerîmin hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin namınagörüyorlar.

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil deşudur ki: Nebâtat ve eşcar, bir şevk u lezzeti ihsas eden bir

tavır ile Fâtır-ı Zülcelâlin emirlerini imtisal ediyorlar.Çünkü, dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri vemeyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini fedaetmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki, onların, emr-i İlâhîninimtisalinden öyle bir lezzetleri var ki, nefislerini mahvedipçürütüyorlar.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistancevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesindenlisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır,meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacısâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir,kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.

Hattâ hububatta dahi sümbüllenmek vazifesinde zâhirbir iştiyak görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen birzât, bir bostana ve geniş bir yere çıkmayı müştakane ister;öyle de, hububatta, sümbüllenmek vazifesinde öyle sürurlubir vaziyet, bir iştiyak görünüyor.

İşte “sünnetullah” tabir edilen, kâinatta cereyan edenbu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahat ileyaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’yeden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler.Çünkü, daima işsizler ömründen şikâyet ederler, eğlenceileçabuk geçmesini isterler. Sa’y edenler ve çalışanlar iseşâkirdirler, hamd ederler, ömürlerinin geçmesiniistemezler.

المس0تريح الع�اط�ل شاك م�ن0 عم0ره� و�الس8اع�� الع�ام�ل1شاك�ر#

küllî düsturdur. Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette,zahmet rahattadır” cümlesi darbımesel olmuştur.

1. Atâlet içinde istirahat eden, ömründen şikâyetçidir. Çalışan ve iş gören isehaline şükreder.

Evet, cemâdâta dikkatle nazar edilse, bilkuvve yalnızistidat ve kabiliyet cihetinde nâkıs kalıp inkişafetmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa’y ile inbisat edipbilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-iİlâhiye düsturuyla bir tavır görünüyor. Ve o tavır işareteder ki, o vazife-i fıtriyede bir şevk ve o meselede bir lezzetvardır. Eğer o câmidin umumî hayattan hissesi varsa, şevkkendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden, nezaret edenşeye aittir. Hattâ bu sırra binaen denilebilir ki: Lâtif, nâziksu incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile oemre imtisal eder ki, demiri şak eder, parçalar. Demekburûdet ve tahtessıfır soğuğun lisanıyla, ağzı kapalı demirkaptaki suya “Genişlen” emr-i Rabbânîsi tebliğ edilince,şiddet-i şevk ile kabını parçalar. Demiri bozar, kendisi buzolur. Ve hâkezâ, herşeyi buna kıyas et ki, güneşlerindeverânından ve seyr ü seyahatlerinden tut, tâ zerrelerinmevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine veihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ve hareket,kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-ikudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi

tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. Hattâ herbirzerre, herbir mevcut, herbir zîhayat, bir nefer askere benzerki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri,vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zîhayatın dahiöyledir. Meselâ senin gözünde bir zerre, gözün hücresindeve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabiredilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birervazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hâkezâ,herşeyi ona kıyas et.

Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-uvücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifelerigörmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücudunaşehadet eder.

İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlarave muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-ihareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder. Çünkü zerregibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübîninmühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez.Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede?Semâvat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıptoplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim,ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edipzerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir gözbulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerreninşehadetini redde çalışabilirsin!

Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet

güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzetteve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öylehas bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ıMübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ,hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesindençıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzunasâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdankaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba buküçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san’atıve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş?Ve nereden öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itirafediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin yerindeolsaydım, kerrüfer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çokuzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancaköğrenebilirdim.

İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorapgibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattânebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet,Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın elinelezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış birtezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programınıve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-iZülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arıvazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arınınbaşındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarıda, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı

açar, programını okur, emri anlar, hareket eder, 1و�او�ح�6

Nل� النح0لFر�ب�ك اâyetinin sırrını izhar eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Notayı tamamen işittin ve tam

anladınsa, bir hads-i imanî ile 2

ر�ح0م�ته ك ل8 و�س�ع�ت0 ,in bir sırrını’ش��ء�

3nin birو�اFن م�ن0 ش��ء� اFالE يس�ب�ح بح�م0ده�

hakikatini, 4له ك ن0 ي�قول� ان شي0ىªا ار�اد� اFذآ ام0ره اFنم�آ

nun’في�:ۇن bir düsturunu,م�ل: وت بي�ده� الذى فسب0ح�ان 5ك ل� ش��ء� و�اFلي0ه� تر0ج�عون

’un bir nüktesini anlarsın.

1. “Rabbin balarısına ilham etti.” Nahl Sûresi, 16:68.2. “Rahmeti herşeyi kaplamıştır.” A’râf Sûresi, 7:156.3. “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.4. “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o daoluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.5. “Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin iç yüzü Onun elindedir. Siz de Onadöneceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83

DOKUZUNCU NOTA

Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır vekemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetinfihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.

Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek birhayır, zâhir bir hak, fâik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe,hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir.Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.

Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki,

Nebî Aleyhissâtü Vesselâm,ubudiyet cihetiylemuvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaatnamazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cemediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelîninazamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkansesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar,zikirler birbirine tesanüdederek ve birbirine yardım edipittifak ederek öyle geniş bir suretteMâbûd-u Ezelîninulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güyaküre-i arzkendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namazkılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle

nâzil olan 1.emrini, küre-i arz imtisal ediyorاق�يموا الص8لوة

Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçükbir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyleHâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi,sultanı ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi vegayesi oluyor.

1. “Namazı dos doğru kılın.” Bakara Sûresi, 2:43, 83, 110; Nisâ Sûresi,4:77,103;En’am Sûresi, 6:72; Yûnus Sûresi, 10:87: Hac Sûresi, 22:78: NûrSûresi,24:56; Rûm Sûresi, 30:31; Mücadele Sûresi, 58:13; MüzemmilSûresi,73:20..

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayramnamazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyoninsanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi,âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse,küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametinenisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavigeldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda Allahu

ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’ihükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-iİslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazharolup, aktâr-u etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olanKâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekkeağzıyla, Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime,etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağaramisalağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu ekberkelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vukubulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahiçınlatıp berzah âlemlerine de temevvüç ederek sadâveriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sâcid1 ve âbid ve ibâdınamescid2 ve mahlûklarına beşik3 ve kendine müsebbih4 vemükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin zerrâtı adedincehamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedincehamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders verenResul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş.

1. bk. Ra’d Sûresi, 13:15; Nahl Sûresi, 16:49; Hac Sûresi, 22:18.2. bk. Buhârî, Salât 56; Tirmizî, Salât 119; Ebû Dâvûd, Salât 24; ibni Mâce,Mesâcid 4.3. bk. Bakara Sûresi, 2:22; Tâhâ Sûresi, 20:53; Zuhruf Sûresi 43:10; Nebe Sûresi,78:6.4. bk. Fatiha Sûresi, 1:2; En’am Sûresi, 6:1; İsrâ Sûresi, 17:44; Kehf Sûresi, 18:1;Cum’a Sûresi, 62:1.

ONUNCU NOTA

Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenâb-ı Hakkın nur-umarifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin

âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve delillermesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, seninüstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbirnuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkitetme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma.Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol,dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahınşahitleri, burhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkinparmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüdetmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıylatecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağımekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, nede tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmetnesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkitelini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliile baksan, tenkit ile el atsan, o yürür, gider. Senin elinimesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat nehissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle,ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü onatevcih et, bekle. Belki kendikendine gelir. Çünkü nur, elletutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki onur ancak basiretnuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan vemaddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öylenur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez,

kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

ON BİRİNCİ NOTA

Bil ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ifadesinde çok şefkatve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserîsi, cumhur-uavamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakikşeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamakiçin, tekrar ile, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleritekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor.Meselâ, semâvat ve arzın hilkati ve semâdan yağmurunyağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedâhe okunan vegörünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebîre içindeküçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nadiren çevirir, tâzahmet çekmesinler.

Hem üslûb-u Kur’ânîde öyle bir cezâlet ve selâset vefıtrîlik var ki, güya Kur’ân bir hafızdır, kudret kalemiylekâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’ân,kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir veNakkaş-ı Ezelînin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bucezâlet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik

bir kalb ile, Sûre-i Amme ve 1

م�ال�ك اللهم8 Nقل.âyetleri gibi fermanları dinleالملك

1. “De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allahım...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.

ON İKİNCİ NOTA

Ey bu notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki, ben hilâf-ı

âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen, Rabbime karşı kalbimintazarru ve niyaz ve münâcâtını bazan yazdığımın sebebi;ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedelkitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlâhiyeden ricaetmektir. Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma kefaretolacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfigelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabımın lisanıdaha ziyade o işe yarar. İşte bu noktaların te’lifinden bunotaların te’liflerinden on üç sene evvel, dağdağalı birfırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri YeniSaid’in ağlamalarına inkılâp edeceği hengâmda, gençliğingaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda,şu münâcat ve niyaz, Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçemeâli şudur ki:

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim sû-iihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömürve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem vericigünahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveselerkalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletliyüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre,gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız birtarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabirkapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-ı fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâdyolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birincikapıdır.1 Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ıdünyayı, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider vefânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi,

birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur.Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünyaçok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar,çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! 2ك ل� ات

sırrıylaقريب# ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir

zamanda, kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımaveda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senindergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumunlisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! YaHannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletindenkurtar!”

1. bk. Tirmizî, Zühd 5; İbni Mâce, Zühd 32; Müsned1:63.2. “Her gelecek şey yakındır.” İbn-i Mâce,Mukaddime: 7; Dârimî, Mukaddime 23.

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıpkabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum.Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimleferyad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! YâRahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağıryüklerinden halâs eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler benibırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Vebilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve menceyok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşîşeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle

nidâ edip:

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! YâMennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımınarkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Seninrahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olanHabibin (a.s.m.), Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir.Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâediyorum.

“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Saidismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hemâciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’,hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köleolduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senindergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine ilticaediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham vetürlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyazeder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiretedip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. ÇünküErhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapındanbaşka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Sendenbaşka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hakmâbud yoktur ki ona iltica edilsin.”

ال2 اFله� اFالE انت� و�ح0دك ال2 شريك لك اخ�ر ال:Pال]مi ف�ىالدني�اEالFله� اFخ�ر�ة� و�ف�� القب0ر: اشه�د ان ال2 اsف�� اال iال]مP:ال لqو� اوا ر�سول ال+*ه� ص�ل� ال+*ه تع�ال� ال+*ه و� اشه�د ان مح�م8د

1ع�لي0ه� و�س�لم�

1. Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur.Dünyadason, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâhyoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (a.s.m.) Allah’ın Resulüdür.

ON ÜÇÜNCÜ NOTA

Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir.

BİRİNCİSİ: Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler,yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ıHakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederekhataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardırki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edipdemiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; senkendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:

1اFن ل�+*ه� ان ي�ختبر� ع�ب0ده و�لي0س� ل�لع�ب0د ان ي�ختبر� ر�ب8ه

1. Maverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîns. 12; Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ 11:113; EbûNuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 4:12; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs 1:344; İbni Hacer, el-İsâbe4:764.

Yani, “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Senböyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilirmisin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddideğil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyleişlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette

Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-iedeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıpCenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından veCengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp edenCelâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâıona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galipedecek.”

O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareketetmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam.Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika birsurette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işlediklerief ’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemekgerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zâtlar,halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevkleriniziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit,zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derecesönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i

ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, 1و�ما

الب�ال]غ EالFا الر8سول olanع�ل� ferman-ı İlâhîyi kendine

rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle vedinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetletebliğ etmiş. Çünkü

2اFنك ال2 ته0دى م�ن0 اح0ب�ب0ت� و�ل:�ن8 ال+*ه� ي�ه0دى م�ن0 ي�شاء

sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayetvermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkınvazifesine karışmazdı.

1. “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” Nur Sûresi, 24:54.2. “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayetverir.” Kasas Sûresi, 28:56.

Öyle ise, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayanvazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız veHâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

İKİNCİ MESELE: Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yıİlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesirıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-igaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla,dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden veistenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz.Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmünegeçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler oubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’üolsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdiakîm bırakır, netice vermez.

İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve

faidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veyabin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o faidelerinbazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. Ofaideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye dehakları yoktur. Çünkü o faideler, o evradların illeti olamazve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünküonlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder.Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belkiubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.

Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumakiçin, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar.O faideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rıza-yı İlâhîiçin, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür.Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve Selef-iSalihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şüpheyedüşer, hattâ inkâr da eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE: 1

و�لم0 ح�ده ع�ر�ف� ل�م�ن0 طوب6ى طو�ر�ه ,Yaniي�تج�او�ز “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip

haddinden tecavüz etmez.”

1. Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr3:338; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 5:71; Beyhâkî,es-Sünenü’l-Kübrâ 4:182.

Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan,denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilvelerivar. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalinitutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine

göre “Güneşin bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben dedeniz gibi bir âyineyim” diyemez. Öyle de, esmâ-iİlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyadaöyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneşgibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır.Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.

İşte, ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur venaksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete karşı secdeetmeye bedel naz ve fahr suretinde gidenler, zerrecikkalbini Arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibievliyanın makamâtıyla iltibas eder. Kendini o büyükmakamâta yakıştırmak ve o makamda kendini muhafazaetmek için, tasannuâta, tekellüfâta, mânâsız hodfuruşluğave birçok müşkilâta düşer.

Elhasıl, hadiste vardır ki:

ه�لك الناس اFالE الع�ال�مون و�ه�لك الع�ال�مون اFالEالع�ام�لونو�ه�لك الع�ام�لۇن اFالE المخل�صونو�المخل�صون ع�ل� خطر

m1ع�ظ�يم

Yani, medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsıkazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel,batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.2 İhlâsıkazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî veneticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-iİlâhiyeye karışmamalı.

Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile birzerresi, batmanlar ile resmî ve ücretli muhabbete tereccuheder. İşte bir zât bu ihlâslı muhabbeti böyle tabir etmiş:

و�م�آ انا بالب�اغ�� ع�ل� الحب� رشو�ة ض�ع�يف# ه�و¹ى يب0غ��3ع�لي0ه� ثو�اب

1. “İnsanlar helâk oldu-âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu-ilmiyle ameledenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu-ihlâs sahipleri müstesna. İhlâssahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” bk.Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:415; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 3:414,4:179, 362.2. el-Hâkim, el-Müstedrek4:341; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:244.3. bk. İbni Kays, Kura’d-Dayf1:95, 207; ez-Zehebî, Târihu’l-İslâm 103.

Yani, “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, birmukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilindebir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır,devamsızdır.” Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede veumum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbetetam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, osırr-ı şefkatle, evlâtlarına karşı muhabbetlerine birmükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerinedelil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için fedaetmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken,yavrusunu itin ağzından kurtarmak için—Hüsrev’inmüşahedesiyle—kafasını ite kaptırır.

DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelennimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer osebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi),doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir.

Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen deAllah hesabına olarak Bismillâh de, al.

Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli,

sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü 1ك لوا م�م8ا لم0 و�ال2 تا

كPر اس0م ال+*ه� ع�لي0ه� âyetinin mânâ-yı sarihinden başka birيذ

mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakikîyi hatıragetirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimetiyemeyiniz” demektir.

1. “Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin!” En’âm Sûresi,6:121.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alanBismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen dealmaya muhtaç isen, sen Bismillâh de, onun başı üstünderahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani,nimetten in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi düşün.Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersendua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyinberaber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir,birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, birnimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm ederki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir.Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkübir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına veşerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek

şartın ademiyle oluyor.

Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayanadam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademinesebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerininvücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitinvücuduna tevakkuf ile beraber, illet-i hakikî olan kudret veirade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın nekadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de nekadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor.Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarinolmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, oadam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sanagelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûrkaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz.Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkınnimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânıillet ile iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlıkgösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-iKur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsanettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi bizbu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademizeillettir.”

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da,

sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti derahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illet ile iltibasederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemliyüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Vediyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmîbir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlerekalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da buhizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş;birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizitebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua vetebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleribulunduğu anlaşılır.

BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı biradama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları biradam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa’yleriylehâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüpeden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadınavermek hem cemaate, hem de o üstad veya reisezulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder.Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsinede zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar.

Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini vemuzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad vemürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir.Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır.Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen

de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdartelâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmakdivaneliktir.

Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İştemürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelenfeyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur.Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemeklâzımdır.

Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, nemazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıylave kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile, o mürid,başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir’ât-ı ruhundangelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıylabir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde birpencere açılır, o âyinede çok garaibi müşahede eder.Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazarvasıtasıyla, âyinenin haricinde hayaline bir pencereaçılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhinhâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Vedöner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.

ON DÖRDÜNCÜ NOTA

Tevhide dair dört küçük remizdir.

BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest insan! Acaba, garipcevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor.Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnızÇin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı

Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor.Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal,garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olupyapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapanusta, bütün küre-i arza hükmeden bir hâkim-imu’cizekârdır?

İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususaninsan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Vebu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-iervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdanve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden,anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış,emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş,rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış birsaray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Mademmahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zât olabilir ki,dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sahife, ezelve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden birZât olabilir. Öyle ise, insanın mâbûdu ve melcei vehalâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya veukbâ dizginlerine mâliktir.

İKİNCİ REMİZ: Bazı eblehler var ki, güneşitanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyisevmeye başlar. Şedit bir his ile onun muhafazasınaçalışır—tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit oebleh, güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve

kırılmasıyla fenâ bulmadığını derk etse, bütün muhabbetinigökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görünengüneş, âyineye tâbi değil, bekàsı ona mütevakkıf değil.Belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onunparlamasına ve nuruna medet veriyor. Güneşin bekàsıonunla değil; belki âyinenin hayattar parlamasının bekàsı,güneşin cilvesine tâbidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin birâyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit birmuhabbet-i bekà, o âyine için değil ve o kalbin vemahiyetin için değil. Belki o âyinede istidada göre cilvesibulunan Bâkî-i Zülcelâlin cilvesine karşı muhabbetindir ki,belâhet yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.

Madem öyledir; 1ي�اب�اق�� ا�نت� الب�اق�� de. Yani, madem Sen

varsın ve bâkisin. Fenâ ve adem ne isterse bize yapsın,ehemmiyeti yok!

1. Ey Bâkî! Sadece Sen bâkisin, ebedîsin.

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin seninmahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazısıkılmış adam gibi “of, of”deyip dünyadan daha geniş biryer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakikaiçine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalbve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla odakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler

vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları birzerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşıkaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, birsaç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçükbir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, biröpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini ondabatırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bircihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök,yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibiküçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri vesahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçükşeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniştasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir.Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğuiçin, birbiri içinde in’ikâs edip, gözgörünceye kadargenişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar genişgörünür.Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve solduvarıolan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcutoldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve darolan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayalekarışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.

Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi genişgörünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi,senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim

ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, birmusibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzakzannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur,uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyankabirden daha dar,köprüden daha müsaadesiz. Seninzamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın,çaydan daha sür’atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânîhayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalbve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin genişdünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nurbulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve

vahdâniyet sırlarını ifade eden ال+*ه EالFا اFله� s1ال kelime-i

kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

ON BEŞİNCİ NOTA

Üç meseledir.2

BİRİNCİ MESELE: İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmineişaret eden

Hو�م�ن0 ي�ع0م�ل0 م�ثقال� ذر8ة خي0ر�ا ي�ر�ه Hفم�ن0 ي�ع0م�ل0 م�ثقال� ذر8ة3شرºا ي�ر�ه

âyetidir. Kur’ân-ı Hakîmin bu hakikatine delil istersen,Kitab-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabınınsahifelerine baksan, ism-i Hafîzin cilve-i âzamını ve bu

âyet-i kerimenin bir hakikat-i kübrâsının nazîresini çokcihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarındanbir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumlarıncinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olançiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan okabzayı, karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprakiçinde defnet, serp. Sonra, mizansız ve eşyayı fark etmeyenve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula.

1. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.2. On Beşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Meseleleri, Yirmi Dördüncü Lem’a’dır.Üçüncü Mesele ise Barla Lâhikası’nda yer almaktadır.3. “Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa karşılığını görür. Kim zerre kadarbirkötülük işlerse o da onun karşılığını görür.” Zilzal Sûresi, 99:7-8.

Sonra, senevî haşrin meydanı olan bahar mevsimindegel, bak. İsrâfilvâri melek-i ra’d, baharda, nefh-i surnev’inden yağmura bağırması, yeraltında defnedilençekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat etki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirinebenzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîzin tecellîsi altında,kemâl-i imtisal ile, hatasız olarak, Fâtır-ı Hakîmden gelenevâmir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-ihareket ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, birbasiret, bir kast, bir irade, bir ilim, bir kemâl, bir hikmetparladığı görünüyor. Çünkü, görüyorsun ki, o birbirinebenzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor,ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fâtır-ı

Hakîmin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı.Serpiyor, dallarının elleriyle bizlere uzatıyor. İşte, onasureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındakiçiçek ile, hercaimenekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler içinsüslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizleresevdiriyorlar.

Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzelmeyveleri verdi. Ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tad vekoku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendi nefislerine bizimnefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerinefeda ediyorlar. Tâ nebâtî hayat mertebesinden, hayvânîhayat mertebesine terakki etsinler.

Ve hâkezâ, kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklarinkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlar vemütenevvi çiçekler ile dolu bir bahçe hükmüne geçti.

İçinde hiçbir galat, kusur yok. 1فار0جعi الب�ص�ر� ه�ل0 تر6ى

فطور sırrınıم�ن0 gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîzin

cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin ve aslının malındanverdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edipgösteriyor.

1. “Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi,67:3.

İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz,kıyamet ve haşirde, hafîziyetin tecellî-i ekberinigöstereceğine kat’î bir işarettir.

Evet, bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derecekusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki,ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübrâhamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef ’âl ve âsâr veakvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemâl-i dikkatlemuhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ!Belki insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye veşekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, heramelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.

İşte, hafîziyetin cilve-i kübrâsına ve mezkûr âyetinhakikatine şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meseledekigösterdiğimiz şahit, denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

سب0ح�انك ال2ع�لم� لنا اFالE م�اع�لم0تنا اFنك انت� الع�ل�يم1الح�:�يم

1. “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğindenbaşkabilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-iHakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.

ZerreHidayet-i Kur’âniyenin şuâından

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka nâzır ve Ona vasılolan yollar, kapılar, âlemin tabakaları, sahifeleri,mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi biryol kapandığı zaman bütün yolların kapanmış olduğunutevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Buadamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvibüyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden,sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veyateviline başlayan adamın meseli gibidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyin bâtını zahirinden daha âli,daha kâmil, daha lâtif, daha güzel, daha müzeyyen olduğugibi, hayatça daha kavî, şuurca daha tamdır. Ve zahirdegörünen hayat, şuur, kemâl ve saire, ancak bâtından zahiresüzülen zayıf bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın câmid, meyyit

olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehabaihtimal yoktur.

Evet, karnın (miden) evinden, cildin gömleğinden vekuvve-i hâfızan senin kitabından, nakış ve intizamca dahayüksek ve daha gariptir. Binaenaleyh, âlem-i melekûtâlem-i şehadetten, âlem-i gayb dünya ve âhiretten daha âlive daha yüksektir.

Maalesef, nefs-i emmâre, hevâ-i nefisle baktığı için,zahiri, hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi meyyit ve zulmetli vevahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin yüzün, veçhin o kadarküçüklüğüyle beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanlarınadedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan vealâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas veerkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda,biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır.Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti iseSâniin Vahid-i Ehad olduğuna delâlet ederler. Bu iki cihetinbir Kasıdın kasdıyla, bir Muhtarın ihtiyarıyla, bir Mürîdiniradesiyle, bir Alîmin ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek,muhâlâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçüksahifesinde nasıl gayr-ı mütenahi nişanlar derc edilmiştirki, gözle okunur da nazarla, yani akılla görünmez.

İnsan nevinde şu tehalüf ile beraber buğday, üzüm, arı,karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığıgüneş gibi âşikârdır. Madem ki kesretin böyle uzak, ince,geniş ahval ve etvarında da tesadüfün müdahalesine imkân

yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak birHakîmin kasdı ve bir Muhtarın ihtiyarı ve Semî, Basîr birMürîdin iradesinin dâire-i tasarrufundadır.

Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesatşebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-iNurca verilen karar infaz edilmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şeytanın ilka etmekte olduğuvesveselerden biri:

“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-iEzelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin,biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr,Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil,yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstadolan ey şeytân-ı insî! Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor.Ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, in’âmı bu kaidedenhariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve seninüstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Vesenin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çokbir şuur, bir iktidar yaratırdı. Demek herşeyin bir haddi var.O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıpvermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti okalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-üihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetinmüsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüylefeyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıktaaramak, akıllı olanın işi değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, hikmetle yapılmış birmasnûdur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığıvuzuh-u delâletle, sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir.Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş birkudret-i basîre olduğu gibi, öyle bir fiilin mahsulüdür ki,istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.

Öyle bir in’âm ve ihsanın kesîfidir ki, bütün hâcâtınavakıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki,bünyesine lâzım ve münasip şeyleri bilir, bu malûmatlaherşeyin mâliki olan Mâlikinden nasıl tegafül eder? Vebütün cinayetlerini bilen, hâcâtını gören, vâveylâlarınıişiten Semî, Basîr, Alîm, Mücîb olarak üstünde bir Rakîbinbulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?

Ey nefs-i emmâre! Ne için kendini hariç tevehhümediyorsun? Eğer evâmire imtisal dairesinden çıkarsan, yaherkesin ayağını öpercesine müraat ve ihtiram etmeyemecbur olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek zâlim-iale’l-küll olacaksın. Bu yük ağırdır, taşıyamayacaksın, eniyisi, ecnebî olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki,rahat edesin. Ve illâ, sefineye binip yükünü arkasına alanebleh adam gibi olacaksın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir insanı yaratan Hâlıkın, âlemimüştemilâtıyla beraber yaratmasında bir bu’d, bir garabetyoktur. Zira, bir insanın yaratılışı, içerisinde bulunaneşyanın yaratılmasından ibaret olduğu gibi, âlemin deyaratılışı müştemilâtının yaratılışından ibarettir. Ve keza,insan, âleme bir enmuzec ve küçük bir fihristedir. Çünkü

kavunun hâlıkı, çekirdeğinin hâlıkından başkası olmasımümtenidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin iktidarın kısa, bekan az,hayatın mahdut, ömrünün günleri mâdud ve herşeyinfânidir. Öyleyse, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarfetme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.

Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifadeancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurmaçekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler iska edilip muhafazaedilirse, ilâ-mâşaallah semere verecek yüz tane ağaç olur.Aksi takdirde, ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyitemin etmez. Kezâlik, senin o yüz senelik ömrün de, şeriatsuyu ile iska ve âhirete sarf edilirse, âlem-i bekadailelebed semerelerinden istifade edeceksin. Binaenaleyh,semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz taneçekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, hutameye(Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Evham, şübehat, dalâletin menşe’ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ıİlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonratecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisinifarz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle oşeyi de Allah’ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır.Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-ihafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir.

Hülâsa: Nefs-i emmâre, devekuşu gibi aleyhine olanşeyi lehine zanneder. Veya Sofestâî gibi münakaşa

edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Teâruzan,tesâkutan kabilinden, “Hiçbirisi de hak değildir” diyehükmeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gafil nefis, âhireti dünyanınbitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Buitibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval vefenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekleümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mâl külfetine gelince,gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüşolanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak, seferegidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diyezanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazıdünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi devardır ki, “Matluplarımın dünyada semereleri olmasa daesasları âhiretle muttasıl ve âhirette faideleri vardır” diyemütesellî oluyor. Meselâ, ilim gibi “Dünyada menfaatiolmasa bile âhirette faidesi vardır” diye iyi cihetigöstermekle, kötü ciheti altında yutturur.

Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ daBektâşîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Halk-ı eşya hakkında mûcibe-ikülliye sadık olmadığı takdirde, sâlibe-i külliye sadık olur.Yani, ya bütün eşyanın hâlıkı Allah’tır veya Allah hiçbirşeyin hâlıkı değildir. Çünkü, eşyanın arasında muntazamtesanütle halk ve yaratmak, tecezzîyi kabul etmez birkülldür, bazıyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veyasâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Herşeyde

illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde birkıymeti yok. Binaenaleyh, ednâ birşeyde hâlıkıyet eserigöründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.

Ve keza, Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahidir, evsatyoktur. Zira, Sâni, vahid-i hakikî olmazsa, kesîr-i hakikîolacaktır. Kesîr-i hakikî ise gayr-ı mütenahidir.

Maahaza, nuru neşredenin nursuz, icad edeninvücudsuz, icab ettirenin vücubsuz olması muhaldir.

Ve keza, ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsanedenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi vereniniradesiz, kâmil şeylerin sânii gayr-ı kâmil olduğunu telâkkietmek muhaldir.

Ve keza, ayn’ı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenviredenin basarsız olduğunu düşünmek, ancak basar vebasiretten mahrum olan adamın işidir. Maahaza,masnûdaki kemâlât, tamamen Sânideki kemâlden akan birfeyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan birmikrop, kartalıgördüğü zaman, “Bu kuş değildir” der.Çünkü sinekteki şeyler ondayoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubudevam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devam ile kendisinialdatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyleyse, ey devamıisteyen nefis! Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyle ki,devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onuncevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesim-izikrine beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhiyeden

birisinin hayt-ı şuaıyla temessük et ki, adem deryâsınadüşmeyesin.

Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ıKayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksandokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız birparça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at kirahat olasın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen kendi vücudunu yapmaya kadirdeğilsin. Ve elin onu icad etmekten kasırdır. Başkaları dahio işten âciz ve kasırdırlar. İstersen tecrübe et bakalım.Şecere-i kelimat denilen bir lisanı veya muhaberat veezvak santralı olarak bir ağzı yap. Elbette yapamayacaksın.Öyleyse Allah’a şirk yapma!

1اFن الشر0ك لظلم# ع�ظ�يم#

1. “Muhakkak ki, şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen âlem, İlâhî bir dükkânve bir mahzendir. İçerisinde envâen türlü türlü mensucatkumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubat şerbetler vardır. Birkısmı kesif, bir kısmı lâtif, bir kısmı zâil, bir kısmı dâimî, birkısmı katı bir lüb, bir kısmı mâyi ve hâkezâ, her çeşitbulunur. Lâkin bir kısmı icadî bir nescdir. Bir kısmı datecellîyata bir nakıştır. Felâsifenin dalâletince, icad ilenakış birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Enâniyetten neş’et eden şirk-i hafîkatılaştığı zaman esbab şirkine inkılâp eder. Bu da devam

ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, tàtile,yani hâlıksızlığa incirar eder. El-iyâzü billâh!

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın hilkatinden maksat, mahfîhazine-i İlâhiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelîye birburhan, bir delil, bir mâkes-i nurânî olmakla Cemâl-iEzelînin tecellîsi için şeffaf bir mir’at, bir ayine olmaktır.Hakikaten, semâvat, arz ve cibâlin hamlinden âcizkaldıkları emâneti insan haml ettiği cihetle cilâlanmış,cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünkü, o emânetinmazmunlarından biri de, insanın sıfât-ı İlâhiyeyifehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir.İnsanın hilkatinden maksat bu gibi şeyler olduğu halde,kısm-ı ekserîsi perde olurlar, sed olurlar. Vazifesi fetih veaçmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşir ikensöndürüyor. Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Vekeza, nur-u iman ile Allah’a bakıp mülkü ona teslimetmekle—îtikaden—mükellef iken, ene rasadıyla halkabakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten1اFن االFنس�ان لظلوم# ج�هول#

1. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ey nefis! Eğer takvâ ve amel-i salihile Hâlıkını razı ettiysen, halkın rızasını tahsile lüzumyoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza vemuhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet onlarınki dünyahesabına olursa, kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibiâciz kullardır. Maahaza, ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafî

olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahatiçin sultana müracaat eden adam sultanı irzâ etmiş ise, o işgörülür. Etmemişse, halkın iltimasıyla çok zahmet olur.Maamâfih, yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızasınamütevakkıftır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Vâcibü’l-Vücud, zâtında,mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef ’âlinde debenzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbetenyakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küllaralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzatmübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derecedeğildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlinifiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akılmütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Arslan gibi hayvanların diş vepençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmışoldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkatedilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezâlik,insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyetolduğu anlaşıldığı gibi, ruhânî ulviyyetine ve ebediyeteolan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insanbu âlemden daha lâtif bir âlemde ruhen yaratılmış dateçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmişolduğu anlaşılır.

Ve keza, insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki:İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-ihilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve

ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev-i beşerin nısfınınittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-enâm Hazret-iMuhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Siyah ve beyaz nakışlar ile nakışlıbir imâme ile küre-i arzın kafasını saran semâvat ve arzınNâzım ve Hâlıkı olan Allah’ın ulûhiyetine lâyık mıdır ki,âlemin bazı safahatını miskin bir mümkine tevdi ve tefvîzetsin? Arşın Sahibinden maadâ arşın altındaki şeylerebizzat tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mıdır?Kellâ! Çünkü o kudret kısa ve kasır olmayıp muhit birkudret olduğundan, açık bir yer, bir delik kalmıyor ki, gayrmüdahale etsin. Maahaza, ceberûtiyet ve istiklâliyetinizzeti ve kendini sevdirmek ve tanıttırmak muhabbeti,gayre müsaade etmiyor ki, arada ibâdullahın enzarınıkendine celb eden ismî bir vasıta bulunsun. Maahaza, küllile cüzde, nev’ ile fertte yapılan tasarrufat, birbirinin içindemütedahil ve yekdiğerine mütesanit olduğundan, otasarrufları ayrı ayrı faillere vermek mümkün değildir.Meselâ, âlemin nizam, intizam ve tasarrufunda arzıntedbiri dahildir. Arzın tedbirinde insanın da tedbiri dahildir.Ve aynı zamanda bu tasarrufat yapılırken, başka nevilerinde şuûnâtına bakılır. Ve hüceyrat-ı bedeniye ile zerrat dahiyaratılıyor. Ve hakezâ, bütün bu tasarrufat bütün safahataaynı kudret ile yapılır. Nasıl ki şemsin nurundan, katre vekabarcıklara varıncaya kadar hiçbir şey hariç kalmıyor.Bütün eşya o nur ile tenevvür ediyor.

Kezalik, bütün tasarrufat, kudret-i ezeliyeye âittir. Başkabirşeyin müdahalesi yoktur. Küreden zerreye varıncaya

kadar o kudretin tasarrufundan hariç değildir.

Hülâsa: Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim edenZât, senin ef ’âl ve a’mâlini mühmel, başıboş, hesapsız,kitapsız bırakmayarak İmâm-ı Mübînde yazar. Ona göremuhaseben olacaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir masnûda, herbir zerredegörünen tasarruf-u mutlak, kudret-i muhîta ve hikmet-ibasîrenin delâlet ve şehadetleriyle sabittir ki, bütüneşyânın Sânii vahiddir, şeriki yoktur. Ne kudretindeinkısam var, ne iktidar ve ihtiyarında tecezzî vardır.Binaenaleyh, Sâni ancak Vâcibü’l-Vücud olacaktır ki,kaderin mizanıyla yürüyen kudretine bir nihayet yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sinek, örümcek, pire gibi küçükhayvanlar fil, camus, deve gibi büyük hayvanlardan dahazeki, hilkatçe daha güzel, san’atça daha tam olduklarıhalde, bunların ömrü kısa, onlarınki uzun, bunların zahirenmenfaatleri yok, onlarınki var. İşte bu hal, hilkat-i eşyadaSâniin külfeti olmadığına ve herşeyin vücuda gelmesiancak “Kün” emriyle olduğuna bâhir bir burhandır.

1ي�فع�ل ال+*ه م�اي�شاء2ال2 اFله� اFالE هو�

İ’lem eyyühe’l-aziz! 3مح�يط و�ر�ائ�هم0 م�ن0 ,Evetو�ال+*ه

Allah, ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfâtıyla muhittir. Daire-iihâtasından hariç birşey yoktur. Fakat, insan cüz’î ve kısazihniyle Allah’ın azametine ve şemsin etrafında seyyârâtıtedvir ettiğine bakarken, meselâ arı gibi küçük hayvanlarla

iştigal etmesini uzak görüyor. Çünkü Vâcibü’l-Vücudu,mümkine kıyas ediyor. Halbuki, bu kıyasa göre küçük

hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünkü onlar da 4و�اFن م�ن0

بح�م0ده� يس�ب�ح EالFا kaziyesinceش��ء� Hâlıklarını tesbih

etmekle, Allah’tan maadâ kimseyi Rab tanımıyorlar.Binaenaleyh, büyüğün küçüğe tekebbür etmeye hakkıyoktur.

1. “Allah dilediğini yapar.” İbrahim Sûresi, 14:27.2. “Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:255.3. “Allah onları arkalarından kuşatıcıdır.” Bürûc Sûresi, 85:20.4. "Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin." İsrâ Sûresi, 17:44.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Umumî olan bir in’âm ile inâyet-işahsiye arasında münâfat yok. Meselâ, bir ziyafete yapılanumumî bir davet altında şahıslar da davet edilmiş olur.Yani, bu ziyafet umumî olduğundan davet umumiyettekalır; şahıslar nazara alınmıyor, denilemez. Binaenaleyh,Allah’ın nimetleri vakıf malı veya nehir suyu gibi umumîolup, in’âmında şahıslar kast edilmemiş değildir. Ancak oumumiyette hususiyet de maksuddur. Binaenaleyh, eşhas oumumî in’âmda kast edilmediklerinden, o nimetlere karşışükretmeye mükellef olmadıklarına zehab etmek hatâdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Yarın seni zillet ve rezaletlere mâruzbırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetini bugünkemâl-i izzet ve şerefle terk edersen, pek aziz ve yüksekolursun. Çünkü, o seni terk etmeden evvel sen onu terkedersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyetmâkûse olursa, kaziye de mâkûse olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Fısk çamuruyla mülevves olanmedeniyet, insanları da o çamur ile telvis ediyor. Ezcümle:Riyâyı şan ve şeref ile iltibas etmiş. İnsanları da o pisahlâka sevk ediyor. Hakikaten insanlar o riyâya öylealışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi, milletlere, hattâunsurlara bile yapıyorlar. Gazeteleri o riyâya dellâl,tarihleri de alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar“hamiyet-i cahiliye” ünvanı altında unsurî hayatlara fedâedilmektedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)ispat eden delillerden biri de tevhiddir. Evet, merâtibiyletevhid bayrağını kâinatın en üst tepesi üstünde dikmiş olanve enzâr-ı âleme karşı makamlarıyla beraber tevhidedellâllık eden ve enbiyanın mücmel bıraktıkları hakaikitafsilâtıyla beyan eden ve açıklayan, ancak ve ancakHazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.Binaenaleyh, tevhidin hakikat ve kuvveti nisbetindenübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) hak ve hakikattir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yiİlâhîde teşhir edilen tezyinâta, kemâlâta, güzelmanzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulûhiyetinazametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, birmütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralararasında tenezzüh etsin, o harika nakışlara, ziynetleretefekkürle hayran olsun. Sonra o sergiden Sâniinin celâline,Mâlikinin iktidar ve kemâlâtına intikal ile Onun azametinesecde-i hayret etsin. Bu vazifeyi ifa edecek, insandır.Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, amma öyle bir

istidadı vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümuneolmaya liyâkatı vardır. Hem o insanda öyle bir emânetvedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hemo insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlakbırakılmıştır. Buna binaen, küllî bir nevi şuur sâhibi olur ki,Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şâşaasını idrakediyor.

Evet, mâşukun hüsnü, âşıkın nazarını istilzam ettiği gibi,Nakkaş-ı Ezelînin rububiyeti de insanın nazarını iktizâ ederki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl ogüzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icadetmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan,elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.

Kezâlik, bu âlemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyineden Mâlikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika,mu’cize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden,müşahitlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâlibırakmayacaktır. İşte, câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil,halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata dasemere ve netice olmuştur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşya arasındaki tevafuk, SâniinVâhid, Ehad olduğuna delâlet ettiği gibi, aralarındabulunan muntazam tehalüf de, Sâniin Muhtar ve Hakîmolduğuna şehadet eder. Meselâ, hayvanların, bilhassainsanların esas âzâlarındaki tevafuk, bilhassa çiftâzâlardaki temasül, Hâlıkın vahdetine burhan olduğu gibi,

keyfiyetler ve şekillerdeki tehalüf de Hâlıkın ihtiyar vehikmetine delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mahlûkatın en zâlimi insandır. İnsankendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisinehizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymetverir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köleolur.

Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir. Ve keza, hayatınicadında ille-i gaiyenin yalnız hayat olduğunu bilir. Cenâb-ıHakkın icad ettiği hayylarda hedef ittihaz ettiği binlercehikmetlerinden haberi yok. Acaba imkân ve ihtimaldenhariç midir ki, âlemde görünen şu eşya-yı harika dahagarip, daha harika ve daha mu’cize, melekûtî, berzâhî,misalî şeylere bazı nümune ve bazı esaslar olmasın?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak kâinatı teşkil edenzerrâtı şeriat-ı fıtriyesine musahhar ve mutî ve evâmir-itekviniyesine de münkad ve mümessil kılmıştır. Bir arı,“Kün” emrine imtisalen matlup bir şekle girdiği gibi,herhangi bir hayvan da aynı emre imtisalen, irade edilenvaziyetlere girer.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şems, kamer, yıldız, arz gibi ecrâmıkabzasında tutan kudret, o ecrâmı öyle bir suhuletletanzim etmiştir ki, dağılan tesbih tanelerini ipe dizen adamgibi, ne bir acz görmüştür ve ne başkasının yardımınaihtiyaç olmuştur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir katre su, bir deniz suyu ile

müttehiddir. Çünkü ikisi de sudur. Nehir suyu ile demüttehiddir. Çünkü, ikisinin de menşeleri semâdır.

Ve keza, bir küçük balık, balina balığı ile müttehiddir.Çünkü ünvanları birdir.

Kezâlik, esmâ-i İlâhiyeden bir hüceyreye veya birmikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ilemüttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütünkâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreyetaallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.Hurma ağacına taallûk eden Musavvir ismiyle de,semeresine taallûk ve tecellî eden Münşi ismi,müsemmâda müttehiddirler.

Zaten en büyük şeye tecellî eden isim ile en küçükbirşeye de tecellî etmemesi muhaldir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mümkün ünvanı altındaki eşyanınvücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri, halleri değişir.Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir haldetevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahvalve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbalhalleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise,büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Binaenaleyh,faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da birtebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş’et edenteessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaçcihetten de güzeldir.

Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim

sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar.Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut dateceddüd eder.

ŞemmeHidayet-i Kur’âniyyenin nesîminden

الح�م0د ل�+*ه� ر�ب� الع�الم�ين� ع�ل� ر�ح0م�ت�ه� ع�ل�الع�الم�ينبرس�الة� س�ي�د المرس�ل�ين� مح�م8د ص�ل� ال+*ه

1ع�لي0هو�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين�

1. Peygamberlerin Efendisi Muhammed’in risaletini âlemlere rahmet kılanÂlemlerin Rabbine hamd olsun. Allah, ona ve bütün âl ve ashabına rahmetetsin.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlem, görünen ve görünmeyenbütün tabakat ve envâiyle Lâ ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilânediyor. Çünkü aralarındaki tesanüt böyle iktizâ ediyor.

Ve o tabakat ile envâ, bütün erkânıyla Lâ rabbe illâ Hûdiye ilân-ı şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki müşabehet

böyle istiyor.

Ve o erkân bütün âzâsıyla Lâ mâlike illâ Hû diyeşehadetlerini ilân ediyorlar. Çünkü aralarındaki temâsülböyle iktizâ eder.

Ve o âzâ, bütün eczâsıyla Lâ müdebbire illâ Hû diyeşehadet eder. Çünkü aralarında teâvün ve tedahül vardır.

Ve o eczâ, bütün cüz’iyatıyla Lâ mürebbiye illâ Hû diyeolan şehadetini ilân eder. Çünkü, aralarındaki tevâfuk,kalemin bir olduğuna delâlet ediyor.

O cüz’iyat bütün hüceyratıyla Lâ mutasarrife fi’l-hakikatiillâ Hû diye şehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratıyla Lânâzime illâ Hû diye ilân-ı şehâdet eder. Çünkü, cevâhir-i fertarasındaki haytın bir olduğu böyle iktiza eder.

Ve o zerrat bütün esîriyle Lâ ilâhe illâ Hû cevheresiyleilân-ı tevhid eder. Çünkü, esîrin besâteti, sükûnu, intizamile emr-i Hâlıka sür’at-i imtisali böyle iktizâ eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakka karşıhakk-ı itirazı yoktur. Ve şekvâ ve şikâyete de haddi yoktur.Çünkü, şikâyet eden ferdin hilâf-ı hevesini iktizâ eden,nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irzâetmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. Bir ferdi razı etmekiçin bin hikmet fedâ edilemez.

1و�لو اتب�ع� الح�ق� اه0و�اء�هم0 لفس�دت الس8م6و�ات و�اال2ر0ض

1. “Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer fesâda uğrardı.”Mü’minûn Sûresi, 23:71.

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanınnizam ve intizamı fesada gider.

Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun?Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun?Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas vemizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nakmet olarakgördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin varki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin veteskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cesedin bir uzvundaki birhüceyrede yapılan tasarruf, en evvel cesedi tasavvuretmeye mütevakkıftır. Çünkü, küllün nakışlarıyla, ahvâliylecüz’ün çok alâka ve münasebetleri vardır. Öyleyse, cüzdetasarruf, Hâlık-ı Küllün emri altındadır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hevâm, balık gibi küçükhayvanların yumurtalarını, haşerat ve nebatatıntohumlarını, pek büyük bir rahmetle, bir lûtufla, birhikmetle hıfzeden Sâni-i Hakîmin hafîziyetine lâyık mıdırki, âhirette semere veren ağaçlara çekirdek olacaka’mâlinizi hıfzetmesin, ihmal etsin? Halbuki, sen hâmil-iemânet, halife-i arzsın.

Evet, herbir zîhayatta bulunan hıfzu’l-hayat hissi,vücudun ebedî bir bekaya ism-i Hayy, Hafîz, Bâki’nintecellîsiyle incirar edeceğine delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir incir tohumunu tavırdan tavıra

hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilâlden vikayeeden ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olanesasları kemâl-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette veelbette, halife-i arz ünvanını alan nev-i beşerin â’mâliniihmal etmez, hıfzeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Lâfızların tebeddülüyle mânâtebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki vesağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Cesetölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa,enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-ifert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır,nur bâkidir. Binaenaleyh, ömrün bidâyetinden sonunakadar devam eden mânâ, çok cesetleri tebeddül vetavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığıhalde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölümhendeğini de atlayarak sâlimen ebed yoluna devamedecektir. Maahaza, her vakit “Fenâya hazır ol” emriniintizar eden zail ve bekasız maddiyatta, şu hıfz vemuhafaza düsturu, beka ile çok münasebettar olan ruh vemânâda da câridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ulûhiyetin azameti, izzeti,istiklâliyeti, herşeyin küçük olsun, büyük olsun, yüksekolsun, alçak olsun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor.Senin hissetin veya hakaretin, Onun tasarrufundan hariçkalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu’dun varsada, Onun senden bu’du yoktur. Veya senin bir sıfatınınhakareti, vücudunun hakaretini istilzam etmez. Veya mülkcihetinin mülevves olması, melekût cihetinin de mülevves

olmasını iktiza etmez. Ve keza, Hâlıkın azameti, çirkinşeylerin, tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Bilâkis,azamet-i hakikiye, icad hususunda infiradı, tasarrufcihetiyle de ihatayı iktiza eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddî olan birşey, kesafeti ne kadarfazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez veonları idrakten kasırdır. Fakat nur ve nurânî şeyler, nekadar nurâniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizlişeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza, ne kadar lâtifolursa, o derecede maddiyatın içlerini keşfeder: (Röntgenşuâı gibi.) Mümkinatta mesele bu merkezde ise, Vâcib,

Vâhid olan Nûru’l-Envâr ne derece ع�ال�م# الخفاي�ا ناف�ذ 1باال2س0ر�ار

olacağı bir derece anlaşıldı. Öyleyse, azameti,

tam mânâsıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.

1. Gizliliklere nüfuz eden, sırları bilen.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ekseriyet-i mutlakayı teşkil edenavâm-ı nâsın fehimleri Kur’ân’ca o kadar mürâat edilmiştirki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtivâ eden bir meselede,avâmın fehimlerine en me’nus, en karib ciheti venazarlarına en vâzıh, en zahir dereceyi söylüyor. Çünkü,öyle olmasa, delilin neticeden hafî olması lâzım gelir.

Kur’ân’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlıkın sıfatlarını ispatve izah içindir. Binaenaleyh, ne kadar cumhurun fehmineyakın olursa irşada daha lâyık ve daha muvâfık olur.Meselâ, Hâlıkın tasarrufâtına delâlet eden âyetlerden en

zahir, en âşikâr olan tabakayı

و�م�ن0 اي�ات�ه� خلق الس8م6و�ات و� اال2ر0ض و�اخت�ال]ف الس�نت�ك م01و�الو�ان�ك م0

âyetiyle zikretmiştir. Halbuki bu tabakanın arkasındavücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelkitabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden dahayakındır. Ve keza, en âşikâr dereceyi

2اFن ف�� خلقN الس8م6و�ات و�اال2ر0ض و�اخت�ال]ف الي0لN و�النه�ار

âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şemsetrafında emir ve irade-i İlâhî kanunuyla tahrik ve tedvîriderecesi de vardır. Lâkin bu derece evvelki dereceden birderece mahfî olduğundan terk edilmiştir.

Ve keza, 3cümlesiyle en okunaklıو�ج�ع�لنا الجب�ال� او�تاد�ا

sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifeninarkasında,“Direk ve kazıklarla tehlikeden muhafaza edilenbir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen hercümerçtendolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlarlakazıklanmıştır” sahifesi da vardır. Fakat bu sahife, avâm-ınâsça o kadar okunaklı olmadığından terk edilmiştir. Ve busahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:

1. “Göklerin ve yerin yaratılışı; dillerinizin ve renklerinizin, (seslerinizin vesimalarınızın) farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rûm Sûresi, 30:22.2. “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde...”Bakara Sûresi, 2:164.

3. “Dağları birer kazık yaptık.” Nebe’ Sûresi, 78:7.

Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direkyapılmıştır. Çünkü, dağlar suların mahzenidir. Havanıntarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizinistilâsından vikaye ediyor. Zaten hayatın direkleri buunsurlardır. Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû vegurubu nazara alınmıştır. Çünkü, bu ise, ayları, günlerihesap etmekten avâmca daha kolaydır. Ve yine o sırrabinaendir ki, ezhan-ı avâmda tesbit ve takrir için Kur’ân’datekrarlar vukua gelmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler,şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir.Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler,sahibinin şuûnat ve ef ’âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulîolarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerdenbahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi,alel-ekser âdidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hâlıkın vahdetini gösteren ayinelerve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeşitleriolduğugibi, merkezleri bir ve birbirinin içine dahil olmuşlardır.Binaenaleyh, bir ayinede göründü veya bir sahifedeokundu mu, hepsinde de görünür ve okunur. Fakatbirisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesiniistilzametmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir kelimeyi yazan harfini yazanıngayrısı, bir sahifeyi yazan satırı yazanın gayrısı, kitabıyazan sahifeyi yazanın gayrısı olması mümkün olmadığı

gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halk edenin gayrısı,hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halk eden,Rabbü’l-Âlemînin gayrısı olması muhaldir.

Rububiyet-i âmmenin işaretlerindendir ki, kâinatkitabında öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin birkısmında bir kelime yazılıdır. Bir kısmında bir kelam, birkısmında bir kitap yazılıdır. Meselâ, o kitapta bahr, şecer,arz birer harf makamındadırlar. Birinci harfte semekkelimesi, ikincisinde şecer kelâmı, üçüncüsünde hayvankitabı yazılmıştır. Hattâ, Yâsin suretinde tam Yâsin Sûresiyazıldığı gibi, bazı masnûatta, bir kelime olan isminde,çekirdeğinde o masnûun sûresi ve kitabı yazılmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Yıldızlar, şemsler arasındamümâselet olduğu gibi filcümle müsâvat da vardır.Binaenaleyh, onlardan biri ötekilere rab olamaz. Veonlardan birine rab olan, hepsine de rab olur. Ve keza,herşeye de rab olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdinde bir cemaat-imükellefîn bulunur. Evet, her bir uzuv, birşey içinyaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir.Meselâ, herbir hasse için bir ibadet vardır. Onun hilâfındakullanılması dalâlettir. Meselâ, baş ile yapılan secde Allahiçin olursa ibadettir, gayrısı için dalâlettir. Kezâlik, şuarânınhayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalâlettir.Hayal, onunla fâsık olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanları fikren dalâlete atansebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yani

melûfları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ,ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmiyetvermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malûmzannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-ikudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle,dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ıseyyâleye im’ân-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli, denizkenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sairgarip hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgârla husule gelendalgalara ve şemsin şuââtından peydâ olan parıltısınadikkat etmekle Mâlikü’l-Bihar olan Allah’ın azametine delilgetiren adamın meseli gibidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların arza âit malûmat vemüsellemât-ı bedihiyatları, ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-imürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa,zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân,âyetleriyle insanların nazarını melûfatları olan şeylereçeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar.İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındakihavâriku’l-âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aralarında münasebet, muamele,hattâ mükâleme bulunan iki şeyin, birbirine müşabih veyamüsâvi olmasını istilzam etmez. Meselâ, yağmurun birkatresi veya semerenin bir çiçeğinin, küçüklüğüyleberaber, şemsle münâsebeti ve muamelesi vardır.

Binaenaleyh, ey insan, Senin hakaretin, seni Hallâk-ıÂlemin nazar-ı inâyetinden setredecek bir sebep olamaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Denizlerde vukua gelen med vecezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman,HAŞİYE-1 tayy-ımekân meselesi şöhret bulmuştur. Ezcümle: Kitab-ıYavâkit’in rivayetine göre, İmam-ı Şa’rânî bir günde ikibuçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyükmecmuayı mütalâa etmiştir. Bu gibi vukuat istiğrabla inkâredilmesin. Zira bu gibi garip meseleleri tasdike yaklaştıranmisaller pek çoktur. Meselâ, rüyada bir saat zarfında birsenenin geçtiğini vepek çok işler görüldüğünü görüyorsun.Eğer o saatte o işlere bedelKur’ân okumuş olsaydın, birkaçhatim okumuş olurdun. Bu hâlet evliya için hâlet-iyakazada inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mesele ruhundairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyed değildir.Ruhu cismâniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri,sür’at-i ruh mizanıyla cereyan eder.

Haşiye-1 Bast-ı zaman sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalıkzaman-ı Mirac, bu hakikatın vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor.Mirac’ın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası veuzunluğu vardır. Çünkü, Mirac yoluyla beka âlemine girdi. Beka âlemininbirkaç dakikası bu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem, buhakikate binaen, bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bazıları, birsaatte bir senelik vazifesini yapmış. Bazıları, bir dakikada bir hatme-iKur’âniye’yi okumuş oldukları gibi, Risale-i Nur’un telifinde de bu bast-ı zamanhakikati çok defa vukua gelmiş. Ezcümle: On Dokuzuncu Mektup yüz ellisahifedir. Üç yüzden fazla mu’cizatı, kitaplara müracaat edilmeden, ezberolarak, dağ, bağ köşelerinde dört gün zarfında hergün üçer saat meşgulolmakla, mecmûu on iki saatte telif edilmesi; Ramazan Risalesi kırk dakikadatelif edilmesi; Yirmi Sekizinci Söz, yirmi dakikada telif edilmesi, bast-ı

zamanın vukuunu ispat etmiştir. 1قال� قائ�ل# م�نهم0 كPم0 لبثتم0 قالوا لبثنا ي�و�م�ا

mم� ,âyeti tayy-ı zamanı gösterdiği gibiاو� ب�ع0ض� ي�و2

و�اFن ي�و�م�ا ع�ند ر�ب�ك كPالف .âyeti de bast-ı zamanı gösterirس�نةH م�م8ا تعدون

1. “İçlerinden söze başlayan biri, ‘Bu halde ne kadar kaldık?’ diye sordu. ‘Bir

gün, yahut daha da az’ dediler.” Kehf Sûresi, 18:19.2.“Lâkin Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.” HacSûresi, 22:47.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-itevhidi bazı insanlar isti’zamla dar zihinlerinesıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez.Bu hale karşı o kat’î, sahih burhanı reddetmek üzere, “Buneticeyi, bu kadar azametiyle, şu burhan onu intaçedemez” diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmezmi ki, neticenin kayyûmu imandır. Burhan, ancak onugörmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, oneticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan birdeğildir; bin değildir, zerrât-ı âlem adedince burhanlarvardır.

Fesübhânallah! Mülk ile melekût arasındaki hicap nekadar incedir, aralarındaki mesâfe ne kadar büyüktür!Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadaruzundur. İlim ile cehil arasındaki hicap ne kadar lâtif ve nekadar kalındır! İman ile küfür arasındaki berzah ne kadarşeffaf ve ne kadar kesiftir! İbadet ile mâsiyet arasındakimesafe ne kadar kısadır! Halbuki araları Cennet ile nârınaraları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadaruzundur! Evet, hal ile mâzi arasında öyle ince bir perdevardır ki, ruhun mâzi cihetine geçmesine mâni değildir;cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

Kezâlik, mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-ikalb için şeffaf, ehl-i hevâ için kesif ince bir perde vardır.

Kezâlik, geceyle gündüz arasında lâtif bir perde var ki,

gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğugibi; nefsin âlem-i mâneviyata gözü kapanırsa ebedî birgece içinde kalır, gözü mâneviyata açılırsa neharı inkişafeder.

Kezâlik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her nemüşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab hesabınabakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.

Kezâik, iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür veillâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

Kezâlik, ef ’âl-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ileAllah’ın hesabına olursa, tecelliyata mâkes, şeffaf, parlakolur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayıgöstermiş olur.

Kezâlik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyayabakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah veçhinaltına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyiister.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinatın miftahı, anahtarı insanınelindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır.Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan enenamında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene dekapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsakâinatın da kapıları açılıyor.

Evet, Cenâb-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyetvermiştir ki, Cenâb-ı Hakkın rububiyetine ait evsafı bilmekiçin mevhum, farazî bir vahid-i kıyasî yapsın.

Mahiyet-i beşerde pek ince bir ip, insanın vücudundaşuurlu bir kıl, şahsın kitabında bir elif kıymetinde vemiktarında olan ene’nin iki vechi vardır. Biri hayra bakar.Bu vecihle yalnız kabil-i feyizdir, fâil değildir. Diğer veçhiise şerre bakar. Bu vecihle kendisini fâil bilir.

Ene’nin mâhiyeti mevhûmedir. Rububiyeti hayalîdir.Vücudu birşeye hâmil olamaz. Ancak mizânülhararet gibi,Vâcibü’l-Vücudun rububiyetine âit sıfât-ı mutlaka-imuhitayı bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.

Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattanzihnine akıp gelen âfakî malûmatı kendi malûmatıyla,tasarrufat ve sıfât-ı İlâhiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder.

Yine merciine iade eder. Ve bu sâyede 1م�ن0 افلح� قد

daki’زك¼يه�ا 2م�ن0 şümulüne dahil olarak, bihakkın emâneti

ifâ etmiş olur. Fakat kendisine müstakil nazarıyla bakmakla

kendisini mâlik itikad ederse, 3nın’و�قد خاب� م�ن0 د�س*يه�ا

şümulüne dahil olmakla emânetle hıyânet etmiş olur. Zirasemâvat ve arzın, hamlinden korkarak imtinâ ettiklericihet, ene’nin bu cihetidir. Çünkü, dalâletler, şirkler, şerlerbu cihetten doğarlar. Eğer vaktiyle o ene’nin şiddetli birterbiyeyle başı kırılmazsa büyür, insanın vücudunu yutar.

1. “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresi, 91:9.2. Kim, kimse.3. “Nefsini günaha daldıran da hüsrâna düşmüştür.” Şems Sûresi, 91:10.

Eğer milletin de enâniyeti inzimam ederse, Sâniin

emrine karşı mübarezeye çıkar. Tam mânâsıyla bir şeytanolur. Sonra, halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da okıyasa dahil eder, büyük bir şirke düşer. El-iyâzü billâh!

Mühim bir mesele: Ene’nin iki veçhi vardır. Bir veçhininübüvvet almıştır, bir veçhini de felsefe almıştır.

Birinci vecih, ubudiyet-i mahzâya menşedir. Mahiyetiharfiye olup müstakil değildir. Vücudu tebeî olup aslîdeğildir. Mâlikiyeti vehmî olup hakikî değildir. VazifesiHâlıkın sıfâtını fehmetmek için bir mîzan ve bir mikyasolmaktır. En-biya (aleyhimüsselâm) enâniyetin bu veçhinebakmakla, mülkü tamamen Allah’a teslim ederek nemülkünde, ne rububiyetinde, ne ulûhiyetinde şerikiolmadığına hükmetmişlerdir. Ene’nin bu veçhinden,Cenâb-ı Hak şecere-i tûbâ-i ubudiyeti inbat edip dal vebudakları kâinat bahçesinde enbiya, evliya, sıddîkîn gibimübarek semereleri vermiştir.

İkinci veçhi alan felsefe, ene’nin vücudunu aslî vekendisini müstakil ve mâlik-i hakikî olduğunu zu’metmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zâtıyla tekemmül-ühayattır. Ene’nin bu siyah yüzünden envâen şirkler,dalâletler çıkmıştır. Ezcümle: Kuvve-i behîmiye dalındasanemler doğmuşlardır. Kuvve-i gadabiye gusnundanfiravunlar, nemrutlar çıkmıştır. Kuvve-i akliyeden dehriyun,maddiyun, felâsife çıkmışlardır ki, Vâcibü’l-Vücuda birmahlûk-u vahidi verir, bâki kalan mülkünü gayra taksimederler.

Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken,

verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetlekalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki,sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederekHâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yaniinsanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor.İkisi de tâğutlardandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetiledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarakvicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikincibir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.

Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bircihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onuifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onuuçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ,kıyas et.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinat bir şeceredir. Anâsır onundallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onunçiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerdenen ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn, İmâmü’l-Müttakîn, Habîbi Rabbü’l-Âlemîn Hazret-i Muhammed’dir.

1ع�لي0ه� افض�ل الص8لو�ات م�اد�ام�ت اال2ر0ض و�الس8مو�ات

1. Yer ve gökler devam ettikçe salâvatın en üstünü onun üzerine olsun.

اFله�، الذنوب اخر�س�تن��.و�كPثر�ة الم�ع�اص� اخج�لتن��.

و�ش�دة الغفلة� اخفتت0 ص�و�ت�� فادق� ب�اب� ر�ح0م�ت�ك و�iدى و�س�ندى الشي0خ�انادىف�� ب�اب م�غف�ر�ت�ك بص�و�ت س�ي

ع�ب0دالقادر ال:Pي0ال]ن�� و�ن�دائ�ه� الم�قبول الم�انوسالب�وqاب. ع�ند

بي�ا م�ن0 و�س�ع�ت0 ر�ح0م�ته ك ل8 ش��ء� و�ي�ام�ن0 بي�ده�م�ل: وتك ل� ش��ء�، و�يام�ن0 ال2 ي�ضر�ه ش��ء#، و�ال2 ي�نفعهش��ء#،و�ال2 ي�غل�به ش��ء#، و�ال2 ي�ع0زب ع�نه ش��ء#، و�ال2

ي�و»دهش��ء# و�ال2 ي�س0تع�ين بش��ء� ، و�ال2 يشغ�له ش��ء# ع�ن0ش��ء� ، و�ال2 يشبهه ش��ء#، و�ال2 يع0جزه ش��ء# اFغف�ر0ل��

ك لش��ء� ح�ت�� ال2 تس0ى�لن�� م�ن0 ش��ء�.

ي�ام�ن0 هو� اخ�ذ بناص�ي�ة� ك ل� ش��ء�، و�بي�ده� م�قال�يد�ك لش��ء�، و�ي�ا م�ن0 هو� اال2وqل قب0ل� ك ل� ش��ء�، و�االsخ�رب�ع0د ك ل

ش��ء�، و�الظاه�ر فو�ق� ك ل� ش��ء�، و�الب�اط�ندون ك ل� ش��ء�،�و�القاه�ر فو�ق� ك ل� ش��ء�، اFغف�ر0ل�� ك لش��ء� اFنك ع�ل� ك ل

ش��ء� قدير#.و�ي�ا ع�ل�يم�ا ب: ل� ش��ء�، و�مح�يطا ب: ل� ش��ء�، و�ب�ص�ير�ا

ب: لش��ء�، و�ي�ا شهيدا ع�ل� ك ل� ش��ء�، و�ر�ق�يب�ا ع�ل�ك لش¿�ء�، و�لط�يفا ب: ل� ش��ء�، و�خبير�ا ب: ل� ش��ء�،اFغف�ر0ل��ك ل8 ش��ء� م�ن� الذنوب و�الخط�يى�ات ح�ت� ال2تس0ى�لن�� ع�ن0

ش��ء� اFنك ع�ل� ك ل� ش��ء� قدير#.اللهم8 اFن� اعوذ بع�ز8ة� ج�ال]ل�ك و�بج�ال]ل ع�ز8ت�ك

و�بقدر�ة�سلطان�ك و�بسلطان قدر�ت�ك م�ن� القط�يع�ة�و�اال2ه0و�اءFالر8ديى�ة�.

ي�اج�ار� المس0تجيرين� اجر0ن�� م�ن� الشه�و�اتالشي0طان�ي8ة�،و�طه�ر0ن�� م�ن� القاذور�ات الب�شري8ة�، و�ص�فن��

بحب�نبي�ك مح�م8د ص�ل� ال+*ه ع�لي0ه� و�س�لم�Nالج�ه0ل iه�ام�اءF الغفلة� و�او بالمح�ب8ة�الص�ديق�ي8ة� م�ن0 ص�د

ح�تىتفن� اال2نان�ي8ة، و�ي�ب0ق� ال: ل� ل�+*ه� و�بال+*ه� و�اFلىال+*ه� و�م�ن�ال+*ه�، غر0قا بن�ع0م�ة� ال+*ه� ف�� ب�ح0ر م�نة� ال+*ه�،م�نصورين�

بس�ي0ف ال+*ه�، م�ح0ظوظ�ين� بع�ناي�ة� ال+*ه�،م�ح0فوظ�ين� بح�م�اي�ة�ال+*ه� ع�ن0 ك ل� شاغ�ل± يشغ�ل ع�نN ال+*ه�.

Nر�الي0ل�ال2نو�ار، و�ي�ا ع�ال�م� اال2س0ر�ار، و�ي�ا مدب في�ا نور� او�النه�ار، ي�ا م�ل�ك، ي�ا ع�زيز، ي�ا قه8ار، ي�ار�ح�يم، ي�ا و�دود، ي�ا

غفار، ي�ا ع�الÀم� الغيوب، ي�امقلب� القلوب و�اال2ب0ص�ار، ي�اس�تار� العيوب، ي�اغفار� الذنوب اFغف�ر0 ل�¿ ذنوبى، و�ار0ح�م0

م�ن0 ض�اقتع�لي0ه� اال2س0ب�اب، و�غلقت0 دونه اال2ب0و�اب،و�تع�س8ر�ع�لي0ه� سلوك طريقN اه0لN الص8و�اب، و�انص�ر�م�ت0اي8امهو�نفسه ر�ات�ع�ة ف�� م�ي�ادينN الغفلة� و�الم�ع0ص�ي8ة�و�د�ن��^

االFك�ت�س�اب.في�ا م�ن0 اFذا دع��� اج�اب�، و�ي�اس�ريع� الح�س�اب، و�ي�ا كPريم

ي�او�ه8اب اFر0ح�م0 م�ن0 ع�ظم� م�ر�ضه، و�ع�ز8 ش�فاىÁه،

و�ض�عفتح�يلته، و�قوى� ب�ال]ىÁه و�انت� م�لج�ىÁه و�ر�ج�اىÁه.اFله� اFلي0ك ار0فع ب�ث� و�حز0ن�� و�ش�:Pاي�ت��.

.اFله� حج8ت�� ح�اج�ت�� و�عدت�� فاقت�� و�انق�طاع ح�يلت��اFله� قطر�ة م�ن0 بح�ار جودك تغن�ين�¿ و�ذر8ة م�ن0

تي8ارع�فوك تك�ف�ين�� ي�ا و�دود ي�ا و�دود ي�ا و�دود ي�اذاالع�رش�الم�جيد ي�امب0دىÁ ي�امع�يد ي�افع8اال ل�م�ا يريد.

ـالà ار0كPان ع�ر0ش�ك، اس0ى�لك بنور و�ج0هك الذى م�iبقدر�ت�ك الت�� قدر0ت� به�ا ع�ل� ج�م�يعP:و�اس0ى�ل

خلق�ك،و�بر�ح0م�ت�ك الت�� و�س�ع�ت0 ك ل8 شـ��ء�، ال2 اFله� اFالE انت�،ي�ا مغ�يث اغ�ثنا، و�اغف�ر0 ج�م�يع� ذنوبى، و�س�قطات ل�س�ان��

ف�� ج�م�يعi عم0رى بر�ح0م�ت�ك ي�ا ار0ح�م� الر8اح�م�ين�.1ام�ين و�الح�م0د ل+ه� ر�ب� الع�الم�ين�.

1. İlâhî! Günahlar beni lâl etti. İsyanımın çokluğuyüzünden mahcubum. Gafletinşiddeti ise sesimi kıstı. İşte,ben de, seyyidim ve senedim ŞeyhAbdülkadir Geylânî’ninsesiyle Senin dergâh-ı rahmetinin kapısınıçalıyor ve onun,kapıcıya âşinâ nidasıyla Senin mağfiret kapında

nidaediyorum:

Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve ey herşeyin melekûtuelinde bulunan Zât; eyhiçbir şey Kendisine zarar veyafayda vermeyen Zât; ey hiçbir şeyKendisine galebeetmeyen ve hiçbir şey Kendisinden kaçıpgizlenmeyen,hiçbir şey Kendisine ağır gelmeyen ve hiçbirşeyin yardımına muhtaçolmayan, hiçbir şey Kendisini birbaşka işten alıkoymayan, hiçbir şeyKendisine benzemeyen,ve hiçbir şey Kendisini hiçbir şeyden âcizbırakamayan Zât!Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekildeherşeyimibağışla.

Ey herşeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren veherşeyin anahtarlarıelinde bulunan Zât; ey herşeyden öncevar olan Evvel, herşeyden sonrabâki kalan Âhir, herşeyinüstünde olan Zâhir, herşeyin içine vearkaplanına nüfuzeden Bâtın, kudret ve galebesi herşeyin üstündebulunanKâhir! Benim herşeyimi bağışla. Şüphesiz Senin herşeyekudretinyeter.

Ey herşeyi her haliyle bilen Alîm ve herşeyi kuşatanMuhît ve herşeyihakkıyla gören Basîr; ey herşey her anKendisinin nazar-ı şuhudunda olan Şehîd ve herşeyi görüpgözeten Rakîb ve ilmi herşeyin bütüninceliklerine nüfuzeden Lâtif ve herşeyden hakkıyla haberdar olanHabîr! Benihiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah vehatâolarak her neyim varsa hepsini bağışla. Hiç şüphesiz,Senin herşeyekudretin yeter.

Allahım, gafletten ve kötü arzularımdan Senin izzet-i

celâline ve celâl-iizzetine, Senin kudret-i saltanatına vesaltanat-ı kudretine sığınırım.Ey kurtuluş isteyenlerintahassungâhı olan Allahım! Beni şeytanîşehvetlerdenkurtar; beşeriyetin kazuratından temizle; NebînolanMuhammed’i (s.a.v.) sıddıkiyet muhabbetiyle banasevdirmek suretiylebeni gaflet paslarından ve cehaletvehimlerinden ter temiz kıl—öyle ki,enaniyet fena bulsunve Allah’ın minnet bahrinde Allah’ın nimetlerinegarkolmuş, Allah’tan alıkoyan her meşgaleye karşı Allah’ınkılıcıylamansur, Allah’ın inayetiyle mahzuz ve Allah’ınhimayesiyle mahfuz olarak herşey Allah için, Allah ile,Allah’a ve Allah’tan olsun.

Ey Nurların Nuru; ey bütün sırların Âlimi; ey gecenin vegündüzünMüdebbiri; ey Melik; ey Azîz; ey Kahhâr; eyRahîm; ey Vedûd; ey Gaffâr;ey gayb âlemlerini her haliylebilen, kalbleri ve gözleri dilediği gibihalden hale çeviren;ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan,günahlarımıbağışla; esbabın tazyikatına mâruz ve bütün kapılaryüzünekapanmış ve doğru yolda gidenlerin yoluna gitmekkendisine zorlaşmış vebir kazanç elde edemeden ömrünüve nefsini gaflet ve mâsiyetmeydanlarında bâd-ı havaharcamış olan kuluna merhamet et.

Ey dua edildiğinde cevap veren; ey hesapları sür’atlegören; ey Kerîm; eyVehhâb, hastalığı büyük ve şifası zor,çaresi zayıf ve belâsı kuvvetliolan ve Senden başka melceve ümidi bulunmayan kuluna merhamet et.

İlâhî, derdimi, üzüntümü ve şikâyetimi Sana arz

ediyorum.

İlâhî, Senin dergâhında hüccetim, hacetimdir; azığım isefakrım ve çaresizliğimdir.

İlâhî, Senin cömertlik denizlerinden bir damla banayeter; Senin afnehirlerinden bir zerre bana kâfi gelir; eyVedûd; ey Vedûd; ey Vedûd;ey şan ve şerefi herşeydenyüce olan Arş-ı Mecîd Sahibi; ey Mübdi’; eyMuîd; eyherşeyi dilediği gibi yapan Fa’âlün limâ Yürîd!

Arşının rükünlerini kaplayan nur-u veçhin hürmetine,bütün mahlûkatını hükmünerâm ettiğin kudretinhürmetine ve herşeyi kuşatan rahmetin hürmetineSendenistiyorum. Senden başka ilâh yoktur; ey Muğîs, bize imdadet. Vebütün ömrüm boyunca işlediğim bütün günahları velisanımın hatâlarınırahmetinle bağışla; ey Erhamü’r-Râhimîn. Âmin. Hamd, Âlemlerin Rabbiolan Allah’amahsustur.

Onuncu Risale

Nوم�ا ل�لشي�اط�ينج1و�ج�ع�لناه�ا ر

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âyet-i kerimenin yükseksemâsına çıkıp sırrını fehmetmek için yedi basamaklı birmerdiven kuruyoruz.

Birinci basamak: Semâvâtın, melâike ile tesmiye edilenmünasip sakinleri vardır. Çünkü, küre-i arzın semâyanisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zevilhayatladolu olması, semâvâtın o müzeyyen burçları zevi’l-idrak iledolu olmasını tasrih ediyor. Ve keza, semâvâtın bu kadarziynetler ile tezyin edilmesi, behemehal zevi’l-idrâkintakdir ve istihsan ile nazar-ı hayretlerini celb etmek içindir.Çünkü, hüsn-ü ziynet, âşıkların celbi içindir. Yemek vetaam da aç olanlara yapılır. Maahaza, ins ve cin o vazifeyiifâya kâfi değillerdir. Ancak, gayr-ı mahdut, oraya münasipmelâike ve ruhânîler o vazifeyi ifâ edebilir.

İkinci basamak: Arzın semâvat ile alâkası, muamelesiolup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet, arza gelenziya, hararet, bereket ve saire semâvattan geliyor. Arzdanda semâya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek,

aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki,arzın sakinleri için semâya çıkmaya bir yol vardır ki,enbiya, evliya, ervah, cesetlerinden tecerrüd ile semâvâtauruç ederler.

1. “Şeytanlar için o yıldızları birer mermi yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.

Üçüncü basamak: Semâvatta devam ile cereyan edensükûn, sükût, nizam, intizam, ıttıraddan hissedildiğinenazaran, semâvat ehli, arz sakinleri gibi değildirler. Evet,arzda bulunan nifak, şikak, ihtilâf, ezdâdın içtimâı, hayır veşerrin ihtilâtı gibi şeyler, semâvatta yoktur. Bu sayede,semâvatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur.Sakinleri, verilen emirlere kemâl-i itaatle imtisal ediyorlar.

Dördüncü basamak: Cenâb-ı Hakkın, iktizâları,hükümleri mütegayir bazı esmâları vardır. Meselâ, Bedirgibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kirama yardım etmek üzere,küffar ile muharebe etmek için melâikenin semâdaninzâlini iktiza eden ismi, melâike ile şeyâtin (yani semâvîolan ahyar ile arzî eşrar) arasında muharebenin vukuunuistib’ad değil, iktizâ eder. Evet, Cenâb-ı Hak melâikeyebildirmeksizin şeytanları def veya ihlâk edebilir. Fakatsatvet ve haşmetin iktizâsı üzerine, bu kabil mücâzâtınmüstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.

Beşinci basamak: Ruhânîlerin ahyârı semâdabulunduklarından, eşrarı da letâfetlerine güvenerek onlarıtakliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i semâ, onlarışerâretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, bugibi mânevî mübârezeleri âlem-i şehadete, bilhassa

vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirinerecm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır.

Altıncı basamak: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, nev-i beşeriitaate irşad, isyandan zecr ve men etmek üzere kullandığıüslûb-u âlisine bak:

ي�ا م�ع0شر� الجن� و�االFنس اFن اس0تطع0تم0 ان تنفذوا م�ناقطار1الس8م�و�ات و�اال2ر0ض فانفذوا ال2 تنفذون اFالEبسلطان

1. Rahmân Sûresi, 55:23.

Yani, “Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç birmemlekete çıkıp kurtulmak için semâvat ve arzınaktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancakbir sultan ile çıkarsınız.”

Kur’ân-ı Kerim bu âyet ile, pek geniş saltanat-ırububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında nidâediyor: “Ey insan-ı hakîr, sağîr, âciz! Ne suretle, şeytanlarırecmeden melâike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerinitaat ettikleri Sultan-ı Ezele isyan ediyorsun. Nasılkocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen biraskere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaretediyorsun?”

Yedinci basamak: Yıldızların pek küçük efradı olduğugibi, pek büyükleri de vardır. Semânın veçhini, yüzünüziyalandıran herşey yıldızdır. Bu neviden bir kısmı, semâyaziynet olmuştur. Bir kısmı da şeytanları recmetmek için

semâvî mancınıklardır. Semâda yapılan bu recim, semâgibi en vâsi dâirelerde bile vukua gelen mübarezehâdisesini insanlara göstermekle, insanların mutîleriniâsiler ile mübarezeye teşvik ile alıştırmaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır. Hayvanbu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrâke mâlik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dahilî ve haricîşeylere taallûk eden idrâki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü: İnşaata lâzım olan mukaddemeleri keşif vetertip etmektir: Meselâ, bir evin yapılması için lâzım olantaş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar vetertip etmek gibi.

Binaenaleyh, insanın en evvel ve en büyük vazifesi,tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbalzamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıylasonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlarlisanıyla, sonra mahlûkatın yapmakta oldukları tesbihatışehadet ve müşahede lisanıyla Sânii hamd ü senâ etmektir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın atâ, kazâ ve kadernamında üç kanunu vardır. Atâ, kazâ kanununu; kazâ da,kaderi bozar.

Meselâ: Birşey hakkında verilen karar, kader demektir.O kararın infazı, kazâ demektir. O kararın iptaliyle hükmükazâdan affetmek, atâ demektir. Evet, yumuşak bir otun

damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanunununkat’iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler.Demek, atânın kazâya nisbeti, kazânın kadere nisbetigibidir. Atâ, kazâ kanununun şümulünden ihraçtır. Kazâ dakader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vakıfolan ârif, “Yâ İlâhî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatımda senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı helâk olurdum”der.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnâyı tazammun edenbazı fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sırvardır?

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bazan âyât-ı kudretiâyetlerde basteder, sonra içerisinden esmâyı çıkarır. Bazanmensucat toplar gibi açar, dağıtır; sonra toplar, esmâdatayyeder. Bazan da ef ’âlini tafsil ettikten sonra, isimler ileicmal eder. Bazan da, halkın a’mâlini tehdidâne söyler;sonra rahmete işaret eden isimler ile tesellî eder. Bazan dabazı makasıd-ı cüz’iyeyi zikrettikten sonra, o makasıdıtakdir ve ispat için, burhan olarak kavâid-i külliyehükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddîcüz’iyatı zikreder, sonra esmâ-i külliye ile icmal eder. Vehâkezâ...

İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz de aşk gibi Allah’a isal edenyollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve dahaselâmettir.

Ehl-i sülûk, tarîk-i hafâda letâif-i aşere üzerine, tarîk-icehirde nüfus-u seb’a üzerine sülûk etmişlerdir. Bu fakir,

âciz ise dört hatveden ibâret, hem kısa, hem sehl bir tarîki,Kur’ân’ın feyzinden istifade etmiştir.

Birinci hatveyi 1,âyetindenفال] تز�كÄوا انفس�: م0

İkinci hatveyi 2و�ال2 تك ونوا كPالذين� نسوا ال+*ه� فانس6يهم0

,âyetinden انفس�هم0

Üçüncü hatveyi

Hى�ة�م�ا اص�اب�ك م�ن0 ح�س�نةH فم�ن� ال+*ه� و�م�ا اص�اب�ك م�ن0 س�ي3فم�ن0 نفس�ك

âyetinden,

Dördüncü hatveyi 4âyetindenك ل� ش��ء� ه�ال�ك اFالE و�ج0ه�ه

ahzetmiştir. Bunların izahı:

Birinci hatve: İnsan yaratılışında kendi nefsine muhibolarak yaratılmıştır. Hattâ bizzat nefsi kadar birşeye sevgisiyoktur. Kendisini, ancak mâbûda lâyık senâlar ilemedhediyor. Nefsini bütün ayıplardan, kusurlardan tenzihetmekle—haklı olsun haksız olsun—kemâl-i şiddetlemüdafaa ediyor. Hattâ Cenâb-ı Hakkı hamd ü senâ içinkendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ve senâ

için sarf ediyor ve 5

ه�و�يه اFله�ه اتخذ Nم�ن’deki 6

,şümulüne dahil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesiم�ن0

ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

1. “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” Necm Sûresi, 53:32.2. “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefisleriniunutturmuştur.” Haşir Sûresi, 59:19.3. “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o dakendi nefsindendir.” Nisâ Sûresi, 4:79.4. “Onun zatından başka herşey helâk olup gidicidir.” Kasas Sûresi, 28:88.5. “Nefsinin arzusunu kendine mâbud edinen kimse.” Furkan Sûresi, 25:43.6. Kim, kimse.

İkinci hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücretvaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onuntezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmeteileriye sevk edilmeli, ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.

Üçüncü hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks,acz, fakrdan mâadâ birşeyi bırakmamalıdır. Bütünmehâsin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in’am edilennimetler olup hamdi iktiza eder. Fahri istilzametmediklerini itikad ve telâkki edilmelidir. Bu mertebedeonun tezkiyesi, kemâlinin adem-i kemâlinde, kudretininaczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.

Dördüncü hatve: Kendisi istiklâliyet halinde fâni, hâdis,mâdum olduğunu ve esmâ-i İlâhiyeye ayinedarlık ettiğihalde şahit, meşhud, mevcut olduğunu bilmekten ibarettir.Bu mertebede onun tezkiyesi, vücudunda ademini,

ademinde vücudunu bilmekle 1yü’له الملك و�له الح�م0د

kendisine vird ittihaz etmektir.

1. Mülk umumen Onundur; hamd de Ona mahsustur.

Ve keza, Vahdetü’l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idamediyorlar. Vahdetü’ş-şühud halkı ise, bütün mevcudatı,kürek cezalıları gibi nisyan zindanında ebedî hapsemahkûm ediyorlar.

Kur’ân’ın ifham ettiği tarik, kâinatı, mevcudatı hemidamdan, hem hapisten kurtarır. Esmâ-i Hüsnâyamazhariyet ile ayinedarlık etmek gibi vazifelerde istihdamediyor. Fakat kâinatı, istiklâliyetten ve kendi hesabınaçalışmaktan azlediyor.

Ve keza, insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü,hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî.Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonratabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmi dört saat zarfındaher dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hatâ ve galataatan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir.

1ج�م�يع�ا اال2ر0ض ف�� م�ا لنا ya’خلق� istinaden

insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasırolduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerinnefsine ait olduğunun hasriyle galat ediyor. Sonra, herşeyinkıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galatediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabilalmaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor.

1. Yerdeki herşeyi bizim için yarattı.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ubudiyet, sebkat eden nimetin

neticesi ve onun fiyatıdır. Gelecek bir nimetin mükâfatmukaddemesi ve vesilesi değildir. Meselâ, insanın en güzelbir surette yaratılışı, ubudiyeti iktizâ eden sâbık bir nimetolduğu ve sonra da, imanın îtâsıyla kendisini sana tarifetmesi, ubudiyeti iktiza eden sabık nimetlerdir. Evet, nasılki midenin îtâsıyla bütün mat’ûmat îtâ edilmiş gibi telâkkiediliyor; hayatın îtâsıyla da, âlem-i şehadet müştemilbulunduğu nimetler ile beraber îtâ edilmiş gibi telâkkiediliyor.

Ve keza, nefs-i insanînin îtâsıyla, bu mide için mülk vemelekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezâlik,imanın îtâsıyla, mezkûr sofralarla beraber, Esmâ-iHüsnâda iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmişoluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devamilehizmete mülâzım olmak lâzımdır. Hizmet ve ameldensonra verilen nimetler, mahzâ Onun fazlındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Envâın efradında, bilhassa haşeratve hevâm kısmında görünen fevkalâde çoklukta müşahedeedilen, hârikulâde gayr-ı mütenâhi bir cûd u sehâvet vardır.Kemâl-i ittikan ve intizamla bütün envâda bulunan şukesret-i efrad, tecelliyat-ı İlâhiyenin gayr-ı mütenâhiolduğuna ve Cenâb-ı Hakkın mâhiyeti herşeye mübâyinolduğuna ve bütün eşya onun kudretine nisbeten mütesâviolduğuna sarahaten delâlet eder.

Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevidecelâlîdir, fertte cemâlîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın yaptığı san’atların suhulet

ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Nekadar san’atlarda, bilhassa ince ve lâtif cihazatta ilmîmahareti çok olursa, o nisbette kolay olur. Cehli nisbetindede zahmet olur. Binaenaleyh, eşyanın hilkatinde sür’at-imutlaka ile vüs’at-i mutlaka içinde görünen suhulet-imutlaka, Sâniin ilmine nihayet olmadığına hads-i kat’î iledelâlet eder.

1و�م�ا ام0رنا اFالE و�اح�دة كPلم0حm بالب�ص�ر

1. “Bizim birşeyi yapmamız, gözün bir bakışı gibi kolay ve sür’atli tek biremirledir.” Kamer Sûresi, 54:50.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın fıtraten mâlik olduğucâmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçükcisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ımâdut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ımütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsurcihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat,me’kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniinsıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir.

Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasındaöyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenintazammun ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir vecevelân etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. Maahaza,bazan bu büyük âlem o lâtifeye o kadar darlaşır ki, âlem olâtifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o lâtifeyi, bütünseyahat meydanlarıyla, mütalâa ettiği kitaplarıyla ohardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.

İşte, insanın mütefâvit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında dadünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilenanahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar,fakat içinde boğulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasılolur. Demek, insanın seyr-i ruhânîsinde çok tabakalarvardır. Bir tabakada, insanlara huzur-u tevhid pek suhuletlenasip ve müyesser olur. Bir tabakasına da gaflet ve evhamöyle istilâ eder ki, kesret içinde gark olmakla, tammânâsıyla tevhidi unutmuş olur. Sukutu suûd, tedennîyiterakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesiniintibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medenîler, ikincitabakadaki insanlardandır. Onlar, hakaik-i imâniyeyi derketmekte bedevîlerin bedevîleridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nevilerde,külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudatıncüz’iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nevilerdeki cûd-umutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz’iyatın nakışları, eşhasıngüzellikleri cemâlin tecellîyatındandır.

Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellîsinden, cemâl dahiehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazan da cemâl,celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadarcemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Basar masnuatı görüp de, basiretSânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, ohalde Sâniin mânen, kalben görünmemesi, ya basiretinfıkdânındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya

pek dar olduğundan meseleyi azametiylekavramadığındandır. Veya bir hızlandır. Ve illâ, Sâniininkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir tarlaya zer edilen bir tohum,mânevî bir sur ve bir duvardır; o tarlayı tohum sahibinemal eder, başkasının tasarrufuna mâni olur. Kezâlik, küre-iarz tarlasına zer edilen nebatat, hayvanat tohumları,mânevî bir sur ve bir seddir ki, şirketi men ediyor; gayrı,müdahaleden tard eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tabiatları lâtif, ince ve lâtifsan’atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerindepek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları,havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pekmuntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, o güzelliğinderecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ımuntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâveediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla

bahçenin güzelliği, letâfeti fazlaca parlasın. Çünkü, 1اFنم�ا

اده�ا باض0د تع0ر�ف ,Lâkinاال2شي�اء müdakkik bir kimse, o

ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zamananlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik,intizam, letâfet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran,çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmaleden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamınisbetinde bahçenin intizamı artar.

1. Eşyânın hakikati, ancak zıtlarıyla bilinir.

Kezalik, dünya bahçesinde nizam ve intizamın sonsisteminde bulunan mahlûkat ve masnuat arasında—hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemâdattaolsun-bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunlarınçirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine,intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sâni-i Hakîmtarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş,şâirâne bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazaraltına alabilen adam, görebilir.

Maahaza, o gibi şeyler kastî olmasaydı, şekillerindehikmetli tehâlüf olmazdı.

Evet, tehâlüfte kast ve ihtiyar vardır. Her insanın bütüninsanlara simâca muhalefeti buna delildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlaratefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri,zevilhayatın Vâhibü’l-Hayata olan tahiyye ve tesbihlerinifehmetmektir. Yani, insan kendi kelâmını fehmettiği gibi,iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemâdâtın da bütüntesbihlerini fehmeder. Demek, herşey sağır adam gibiyalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatınlisanlarıyla tekellüm ettikleri Esmâ-i Hüsnânın delillerinifehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine görecüz’îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, birfert iken, bir nevi gibi olur.

1و�ال+*ه اع0لم بالص8و�اب

1. En doğrusunu Allah bilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehetvarsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklıkvardır.

Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbirşeyi Allah’ıngayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehilve basittir. Ehl-i hakikatin hakikî tevhidleri ise, herşeyiCenâb-ı Hakka isnad etmekle beraber, herşeyin üstündebulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Buhuzuru ispat, gafleti nefyeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayat-ı dünyeviyeye kasten vebizzat teveccüh edip bağlanan kâfirin, imhâl-i ikabında vebilâkis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakiyetindeki hikmetnedir?

Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, sıfâtıyla Cenâb-ı Hakçanev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuruolmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyeninmehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiileçıkartmakla garâbet-i san’at-ı İlâhiyeye nazarları celbediyor. Ne faide ki, farkında değildir. Demek, o kâfir, saatgibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleribildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır.Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam,tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir.Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle

gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olanilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yolbuldum.

Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmetbir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’aubudiyetine mâni olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylerehasretmektir. Evet, cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere hasr-ınazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimalverebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığızaman, ednâ bir cüz’înin en büyük bir sebepten sudûrunacevaz veremez. Meselâ, cüz’î rızkını bazı esbaba isnatedebilir. Fakat menşe-i rızk olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızıkla doluolduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütünzevilhayatın rızıklarını veren Allah’tan maadâ kendi rızkınıverecek birşey bulunmadığına kanaati hasıl olur. Ve keza,evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük birnuru bazı esbaba isnat edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsinziyasıyla, o nurun da Menbâü’l-Envârın nuruyla muttasılolduğuna vakıf olduğun zaman anlarsın ki, kalıbınıışıklandıran, kalbini tenvir eden, ancak leyl ve neharıbirbirine kalb eden Fâtır-ı Hakîmdir.

Ve keza, senin vücudunun zuhur ve vuzuhça Hâlıkınvücuduna nisbeti, Hâlıkın vücuduna delâlet edenlerinnisbeti gibidir. Çünkü, sen, bir vecihle kendi vücudunadelâlet ediyorsun. Amma Hâlıkın vücuduna, bütün

mevcudat, bütün zerratıyla delâlet ediyor. Öyleyse, onunvücudu senin vücudundan âlemin zerratı adedince zuhurdereceleri vardır.

Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:

“1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.

“2. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.

“3. İnsana en karib (yakın) nefistir” diyorsun. Pekâlâ.Fakat, o fâni lezzetlere mukabil, lezâiz-i bâkiyeyi verenHâlıkı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir?Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise, ovücudu icad eden ve o vücudun kayyûmu olan Hâlık, dahafazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı? Nefsinmaden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbetolursa, bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsiyaratan Nâfi’, Bâki ve daha karib olan, daha ziyademuhabbete lâyık değil midir? Binaenaleyh, bütünmevcudata inkısam eden muhabbetleri cem vemuhabbetinle beraber mahbub-u hakikî olan Fâtır-ıHâkîme ihdâ etmek lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin önünde çok korkunç büyükmeseleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütünsevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi: Dehşetli, korkulu ebed memleketineyolculuktur.

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvetve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere mâruzkalmaktır. Öyleyse, bu gaflet ü nisyan nedir? Devekuşu gibibaşını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünütakarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin.Ne vakte kadar zâilât-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ıdâimeden tegafül edeceksin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka hamdler, şükürlerolsun ki, mesâil-i nahviyeden isim ile harf arasındakimânevî fark ile çok mühim meseleleri bana öğretmiştir.Şöyle ki:

Harf, gayrın mânâsını izah için bir âlet, bir hâdimolduğu gibi, şu mevcudat da Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatınıizhar, ifham, izah için birtakım İlâhî mektuplardır ki,içlerinde yazılı delâil, berâhin, havârık, mu’cize-i kudrettir.Mevcudat bu vecihle nazara alınması, ilim, iman, hikmettir.Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzat cihetiylebakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkep olur.

Ve keza, mesâil-i mantıkıyeden “küllî” ile “küll”arasındaki fark ile rububiyete dair çok meseleleri öğrenmiş

bulunuyorum. Cemâl ile ehadiyet ذو Å�ك ل1جز0ئ�ي8ات

şümulüne dahildir. Celâl ile Vâhidiyet ذو ك ل� 2اج0ز�اء�

unvanına dahildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya, âlem-i âhirete bir fihriste

hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin mühimmeselelerine olan işaretlerden biri, cismânî olanrızıklardaki lezzetlerdir. Bu fâni, rezil, zelil dünyada bukadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanınvücudunda yaratılan havâs, hissiyat, cihazat, azâ gibi alât

ve edevatından anlaşılır ki, âlem-i âhirette de 3تج0رى م�ن0

اال2نه�ار kasırlarınتح0ت�ه�ا altında, ebediyete lâyık cismanî

ziyafetler olacaktır.

1. Fertleri içinde barındıran küllî; bireyler sahibi tür.2. Cüz’leri içinde barındıran küll.3. “Altlarından ırmaklar akar.” Bakara Sûresi, 2:25.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halkateveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur.Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, yasana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez.Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veyamuhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ilemuhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ıHakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına—çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi—leziz bir tezellülolsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresiveya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, âciz, zayıfbir cüzsün. Lâkin Sâni-i Hakîm lütfu ile, lâtif san’atı ile senicüz’lükten küllîliğe çıkartmıştır.

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların

ile âlem-i şehadet üzerinde cevelân etmekle filcümlecüz’iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyetitâsıyla bilkuvve “küll” hükmündesin. Ve keza, iman veİslâmiyet ihsanıyla bilkuvve “küllî” olmuşsun. Ve keza,mârifet ve muhabbetin in’âmıyla muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize meyledersen,âciz, zelil bir “cüz’î” olursun. Eğer cihazatını insaniyet-ikübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen, bir “küllî”ve bir “küll” olursun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu kadar elîm firak ve ayrılıklaramâruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahatisendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarfediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem’ edip Vâhid-i Ehadetevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarf edersen, bütünmahbuplarınla beraber bir anda birleşip sevinçlere,memnuniyetlere mazhar olacaksın.

Evet, bir sultana intisab eden bir adam, o sultanınherşeyle alâkadar, her mekânda herkes ile muhaberesi,alâkası zımnında, o adam da bir cihette, bir derecealâkadar olabilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Meselâ, kamerin ahvaline veyaistikbalin hakikatine dair itâ-i malûmat eden adama, bütünmâmelekini ona feda etmeye hazırsın. Amma daire-imülkünde bir arı hükmünde bulunan kamerin Hâlıkındanhaber getiren ve ezel, ebede, hayat-ı ebediyeye, hakaik-iesasiyeye, azîm meselelere dair malûmat itâ eden ve senimânevî perişaniyetlerden, dalâletlerden kurtarıp kesretten

vahdete doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye iman ilemâülhayatı sana içirtmekle firak ve ayrılmak ateşlerindenkurtaran ve Hâlıkın marziyatını, metalibini tarif eden veSultan-ı Ezel, Ebedin muhaberesine tercümanlık yapanResul-i Rahmân’ı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadıka iman ileteslim olmaya mâni olan nefsin hevâ ve hevesini terketmiyorsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki, Sâni-i Hakîm, kemâl-ihikmetiyle, pek âdi şeylerden pek harika, mu’cize-imensucat yapıyor. Ve keza, abesiyet ve israfa mahalbırakılmamak üzere, bir ferdi envâen vazifelerle tavzifediyor. Hattâ, insanın başında, insanın muvazzaf olduğuvazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadarmaddî birşeyin bulunması icab etseydi, bir başın Cebel-iTûr büyüklüğünde olması lâzım gelirdi ki, ashab-ı vezâifeyer olsun.

Ve keza, lisan sair vezâifiyle beraber, erzak hazinesineve kudretin matbahında pişirilen bütün taamlaramüfettiştir. Ve bütün taamların tatlarını yakîn eden, bilenbir ehl-i vukuftur.

İşte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaşılır ki, zamanınseyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyâleden ve geçengünlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübüile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır.Evet, âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasındadokunan mensucat o hakikati tenvir eder. Öyleyse, bu fanidünyada mevt, fena, devâir-i gaybiyede sâfi bir bekaya

intikal ederek bâki kalır. Evet, rivâyetlerde vardır ki,“İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gaflet ilemuzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzîe ile avdetederler.”

İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki, Sâni-i Hakîmin, efradve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır.Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi,kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda,âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır.Cenâb-ı Hakkın şu tefennünde takip ettiği hikmet:

1. Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.

2. Kudret mektupları okunup fehmetmekte birkolaylıktır.

3. Kudretin kemâlini izhar etmektir.

4. Celâlî ve cemâlî her iki nevi san’atı ibraz etmektir.

Maahaza, pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pekbüyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshilve tâmim için bir kısmını küçük harflerle, bir kısmını dabüyük harflerle yazmakla irşadın iktizâsı yerinegetirilmiştir.

Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmâre, cisminküçüklüğünü san’atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdansudûrunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahihikmetle yaratılmamış iddiasında bulunarak, bir neviabesiyete isnat ediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gerek vücutta, gerek rızıkta ifratderecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak,abesiyete yakın görünür. Evet, eğer yaratılan şey bir gayeiçin yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur.Binaenaleyh, bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile,gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ıadalettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın san’atıyla Hâlıkın san’atıarasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasındagörünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş binperde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def ’aten birnazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar,nuranîler kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayvanattan olsun, nebatattanolsun, tevellüd ile tenasül şümulüne dahil olan her fert,veçh-i arzı istilâ ve tasallut etmek niyetindedir ki, arzıkendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmaklaFâtır-ı Hakîmin esmâ-i hüsnâsını izharla Hâlıkına gayr-ımütenâhi bir ibadette bulunsun.

Evet, kuşların, balıkların, karıncaların, yumurtalarında,eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratıntohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyetitenvir eder. Lâkin âlem-i şehadetin darlığına ve müstakbelibadetlerin Allamü’l-Guyûbun ilminde mevcut olduğunabinaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetlerikabul edilmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim, bazan birşeyin

müteaddit gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsiseder. Bu ihtar içindir, inhisar için değildir. Yani, o şeyingayeleri, zikredilen gayeye münhasır değildir. Ancak oşeyin nizam ve intizam ve sair faidelerine insanın nazar-ıdikkatini celbetmek için insanlara râci o faideyi zikrediyor.Meselâ:

1و�القم�ر� قدر0ناه م�نازل�2ل�تع0لموا ع�دد� الس�ن�ين� و�الح�س�اب�

âyet-i kerimeyle zikredilen faide, takdir-i kamerinbinlerce faidelerinden biridir.

1. “Ay için de menziller takdir ettik.” Yâsin Sûresi, 36:39.2. “Yılları ve hesabı bilesiniz diye.” Yûnus Sûresi, 10:5.

Yoksa, takdir-i kamer bu faideye münhasır değildir. Yani,kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onungayelerinden biridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka mahsus taklidimümkün olmayan en bâhir tevhid sikke ve mühürlerindenbiri, gayr-ı mâdud muhtelif eşyayı basit bir şeyden halketmektir. Evet, pek basit olan şu topraktan binlerce envâ,muhtelif nebatat, gayr-ı mütenâhi bir kudretle, bir ilimle,pek büyük bir itkan, bir suhuletle yaratılmakta olduğutevhidin öyle bir burhanıdır ki, hem taklidi, hem tenkidiimkân haricidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayat-ı insaniyenin vezâifinden biride, kendi cüz’î sıfatlarını, şuûnatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını,şuûnatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır. Amma,

âlem-i âhirette, haşirdeki şuûnat-ı azîmesini ve kıyametteemvatın ihyâsıyla ahvâl-i umumiyesini fehmetmek için,ancak güz mevsiminin kıyametiyle baharların haşri, haşirve kıyamet-i kübrâda Hâlıkın şuûnatına mikyas olabilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Müslümanları lehviyat-ı nevmiyemesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenâb-ıHakkın helâl ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiğihabîsat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle birsarhoşa benzer ki:

Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrikedemiyor. Sehpa ağacıyla jimnastik ağacınıbirbirindenayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyizedemediğihalde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihataçıkıyor.

Esnâ-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arkatarafında korkunç bir arslanduruyor. Ön tarafında da sehpaağacı kurulduğu gibi, her iki yanında dadehşetli yaralar var.Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır. Ve lisanıylakalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifâyab olur.Ve o arslan ata inkılâp eder. Burak gibi bineği olur. Osehpa ağacı da daima teceddüd etmekte olan ahvâl-iâlemi, seyyal manzaraları seyretmeye âlet ve vasıta olur. Osarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor:

“Yâhu, nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at,keyfine bak.”

Adamcağız:

“Yok baba! Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz vehimayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet,keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümüöldürebilirsen ve sehpayıkırmakla kabir ağzınıkapatabilirsen ve hayatımın mâruz kaldığı fenâ ve zevalyaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedaviedebilirsen, pekâlâ, seninle beraber dans oynayalım. Veillâ gözümün önünden def ol, git. Sen ancak kendin gibisarhoşlarıkandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza,

keyfinize ihtiyacım yok. Çünkü, و�ن�ع0م� الو�ك�يل نا ال+*ه1ح�س0ب

2ن�ع0م� الم�و�ل�� و�ن�ع0م� النص�ير bana yeter.”

1. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.2. “O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.” Enfâl Sûresi, 8:40.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Felsefe talebesiyle medeniyettilmizleri, Müslümanları ecnebî âdetlerine ittibâ ile şeâir-iİslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’ân Nurcularıböylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval veölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınızvarsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeâiri de kaldırınız. Veillâ dilinizi kesin, konuşmayınız. Bakınız arkamızdapençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor.Eğer iman kulağıyla Kur’ân’ın sadâsını dinleyecek olursan,o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmânaulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleriparçalar. Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firak ile dağıtacaktır.Ve keza, önümüzde idam sehpaları kurulmuştur. Eğer imân

ile, îkanla Kur’ân’ın irşadını dinlersen, o sehpaağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-iâhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

Ve keza, sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaafcerihası vardır. Eğer Kur’ân’ın ilâçlarıyla tedavi edersen,fakrımız rahmet-i Rahmân’ın ziyafetine şevk ve iştiyakainkılâp edecektir. Acz ve zâfımız da Kadîr-i Mutlakındergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

Ve keza, bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre,kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmeküzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzaklâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. AncakKur’ân’ın güneşinden, Rahmân’ın hazinesinden tedarikedilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak birçareniz varsa, pekâlâ. Ve illâ sükût ediniz. Kur’ân-ıdinleyelim, bakalım ne emrediyor:

1فال] تغر8نك م الح�يوة الدني�ا و�ال2 ي�غر8نك م0 بال+*ه� الغرور

Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyasetşarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle veyafelsefenin dalâletiyle veya medeniyetin sefahetiyle sarhoşolanlar senin meşrep ve mesleğine tâbi olurlar. Fakatinsanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulantokatlar, onun sarhoşluğunu izâle ile ayıltacaktır.

Ve keza, insan hayvan gibi yalnız zaman-ı hal ilemüptelâ ve meşgul değildir. Belki müstakbelin korkusu ve

mazinin hüzün ve kederiyle hal elemlerine mâruzdur.Fakat kendisini şakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam,Kur’ân’ın şu beşaretini dinlesin:

اال2 اFن او�ل�ي�اء� ال+*ه� ال2خو�ف# ع�لي0هم0 و�ال2 هم0 ي�ح0ز�نون الذين�ام�نوا و�كPانوا ي�تقون لهم البشر6ى ف�� الح�ي6وة� الدني�ا و�ف��2االsخ�ر�ة� ال2 تب0ديل� ل�:Pل�م�ات ال+*ه� ذل�ك هو� الفو�ز الع�ظ�يم

1. “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allahilealdatmasın (Yani, Onun veya âhireti yapmayacak diye sizialdatmasın!).”Lokman Sûresi, 31:33.2. “Bilin ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzunolurlar.“Onlar îmân eden ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşıgelmekten sakınantakvâ ehlidir. “Dünya hayatında da, âhirette de onlariçin müjde vardır. Allah’ınsözlerinde değişiklik olmaz. En büyük ödülişte budur.” Yûnus Sûresi, 10:62-64.

1و�التينN و�الز8ي0تون و�طورس�ين�ين�

ilâ âhir-i sûre...

1. “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Yemin olsun incire ve zeytine. VeSînâ Dağına.” Tîn Sûresi, 95:1-2.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir masnuda tahakkuk edenkemâl-i sanat, Sâniin her mekânda ve her masnuunyanında bulunmasına delâlet ettiği gibi, hiçbir mekânda vehiçbir masnuun yanında bulunmamasına da delâlet eder.

Ve keza, insan, herbir şeye muhtaç olduğu cihetle,herşeyin melekûtu elinde ve herşeyin hazinesi yanındaolan Zât-ı Akdesten maadâ kimseye ibadet edemez.

Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef ’al cihetiyle pekküçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcektendaha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiylesemâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, Hasenatyaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe

kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatıtahkir eder, kıymetten düşürür.

Ve keza, insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerrekadar bir iktidarı, şuâ kadar bir hayatı, dakika kadar birömrü, cüz’î bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diğercihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır. Kadîr-i Mutlak veGaniyy-i Mutlakın tecelliyatına geniş bir mâkes olur.

Ve keza, insan hayat-ı dünyeviye cihetiyle bir çekirdekolup, pek büyük semere ve sümbüller vermek içinkendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde etmekiçin tavuk gibi toprakları, gübreleri, necisleri eşmeye sarfeder, faidesiz tefessüh eder. Ve hayat-ı mâneviye cihetiyleemelleri ebede kadar uzanan bir şecere-i bâkıyedir.

Ve keza, insan fiil ve sa’yi cihetiyle zayıf bir hayvanolup dâire-i sa’yi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyleRahmân-ı Rahîmin aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadargeniştir.

Ve keza, insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet birserçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü, insandahüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat,hissiyat, duygular, istidatlar itibarıyla hayvanların enâlâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkatedilirse anlaşılır ki, bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp,ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine verilmiştir.

Ve keza, insan saltanat-ı rububiyetin mehâsinine nâzırve esmâ-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle

yazılan mektubat-ı İlâhiyeyi mütalâa ile mütefekkir olduğucihetle, eşref-i mahlûkat ve halife-i arz olmuştur.

1ي�ا اي�ه�ا الناس انتم الفقر�اء اFل� ال+*ه�...

1. “Ey insanlar, hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeyemuhtaçdeğildir ve her türlü övgüye lâyıktır.” Fâtır Sûresi, 35:15.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi,acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdiedilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi;insandaki kusur, kemâlât-ı Sübhâniye derecelerine birmirsaddır. İnsandaki fakr, gınâ-i rahmetin derecelerine birmikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyâsına birmizandır. İnsandaki tenevvü-ü hâcât, envâ-ı niam veihsanatına bir merdivendir. Öyleyse fıtratından gayeubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarınıEstağfirullah ve Sübhânallah ile ilân etmektir.

mن الفج8ار� لف�� ج�ح�يمFو�ا mال2ب0ر�ار� لف�� نع�يم 1اFن ا

1. “İhlâs ile kulluk edenler, nimetle dolu Cennet içindedir. Günahadalankâfirler ise Cehennem ateşindedir.” İnfitar Sûresi, 82:12-13.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir insan için hayat seferinde ikiyol vardır. Bu iki yolun uzunluğu, kısalığı birdir. Ammabirisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve

tasdikleriyle, onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yoldamesele mâkûsedir, onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinciyol ile gidenin ne silâhı var, ne zahiresi. Tabiî, yolda pekçok korkulara mâruz kalacağı gibi, ihtiyaçlarını def içinçoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûkedenin hem silâhı, hem erzakı beraberdir. Pek serbestânegider. Birinci yol Kur’ân yoludur, ikinci yol ise dalâletyoludur.

Evet, ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik veşehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle yürüyen emn üeman içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmeteulaştığında, onda dokuzu büyük mükâfatlara mazharolacaklardır. Fakat, dalâlet zulümatı içinde yürüyenleresnâ-yı seferde korkudan, açlıktan herşeye ve herkesetezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda,onda dokuzu ya idam veya ebedî hapse mahkûmolacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı birşeyi, dünyevî,ednâ bir hiffet için tercih etmez.

Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Ziravelâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri göz ilemüşahede ediyor. Kur’ân yoluyla gidenlerin silâh vezahireleri ise, Kadîr-i Mutlaka, Ganiyy-i Kerîme olantevekkül onları temin eder. Zira, tevekkül, istinad veistimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar dakelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazıiktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür.Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini ifa edenin,mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi

yemekleri, libasları ve sair hayat lâzimeleri hazine-iRahmân’dan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuksenedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.

و�م�ا ه6ذه� الح�ي6وة الدني�ا اFالE له0و[ و�لع�ب# و�اFن الدار� االsخ�ر�ة1له�� الح�ي�و�ان

1. “Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir. Asıl hayatamazhar olan ise âhiret yurdudur.” Ankebut Sûresi, 29:64.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabâvettengençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre,kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devameder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafındanverilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamenbu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımattanlâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeyesarf etmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek içinhükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilkdahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarfederse, ötekiyerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevapverecektir?Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her iki hayat levazımatını eldeetmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunuaza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fâni

olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namazave bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki,dünyada paşa, âhirette gedâ olmasın!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesiniterk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan,gafletten dolayı, iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyetvazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet vazife-isakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamandabütün istirahatini kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamlarınpartisine dahil olur.

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka,hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi tâlim, cihadgibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesiise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh,erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edipticaretle-meselâ-iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Buitibarla, insanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-ikebâir, takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Amma gerek nefsine, gerek evlât ve taallûkatına hayatmalzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet,madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatıda O verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cemettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği,öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenâb-ı Hak da hayat için lâzımolan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettiktensonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insanayaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve

atâlet, betâlet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı mâderde iken, tıfl iken, ihtiyar veiktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklarile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir.Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılanenva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Seninağzına getirip sokacakdeğil ya! Yahu, eğlencelere,bahçelere gidip dallarda sallanan o güleçyüzlü lezizmeyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: Allah’ı itham etmekle işini terk edip Allah’ınişine karışma ki, nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

1اد0عون�� اس0تجب0 ل: م0

1. “Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Bazı dualar icabete iktiran etmez”diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetinsemeresi âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise, namazvakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Dualarınsemeresi değillerdir. Meselâ, şemsin tutulması küsufnamazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

Ve keza, zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazıhususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, onamazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevîmaksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. Ve illâ, “İcabetduaya iktiran etmedi” diyemezsin. Ancak, “Henüz vakitinkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır” diyebilirsin. Çünküo maksatlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir.Cenâb-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabetayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez.Duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz.Matluba olan is’af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. Meselâ,doktoru çağırdığın zaman, herhalde “Ne istersin?” diyecevapverir. Fakat “Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver”

dediğin vakit, bazanverir, bazan hastalığına, mizacınamülâyim olmadığından vermez.

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kastıylayapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden, aksülâmelolur. O dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki tarafarasında geniş geniş dereler husule geliyor. O derelerüstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki,her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerininkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin,isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ileâlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ileâhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-icismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kışile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise,inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplarolacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın ba’delmevt, Hâlık-ı Rahmânve Rahime rücûu hakkında ilânat yapan şu;

1اFلي0ه� م�ر0جعك م02و�اFلي0ه� تر0ج�عون

3و�اFلي0ه� الم�ص�ير و�اFلي0ه�

4الم�اب

gibi âyetlerde büyük bir beşâret ve tesellî olduğu gibi,ehl-i isyana da büyük tehditleri imâ vardır.

Evet, bu âyetlerin sarahatine göre, ölüm, zeval, firak,

adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ıEzel ve Ebedin huzuruna girmek için bir medhaldir. Bubeşaretin işaretiyle, kalb adem-i mutlak korkusundan,eleminden kurtulur. Evet, küfrün tazammun ettiğicehennem-i mâneviyeye bak:

5بى ع�ب0دى �ظن ع�ند hadîs-iانا kudsîsi sırrınca,

Cenâb-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîmekalb eder. Sonra, iman ve yakîn ile, Cenâb-ı Hakkınlikasından sonra, rızasından sonra, rüyetinden sonramü’minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak.Hattâ Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için, âsiyekâfirin cehennem-i mânevîsine nisbeten cennet gibidir.

1. “Hepinizin dönüşü Onadır.” En’âm Sûresi, 6:60; Yûnus Sûresi, 10:4.2. “Hepiniz Ona döndürüleceksiniz.” Bakara Sûresi, 2:245.3. “Herkesin dönüşü sadece Onun huzurunadır.” Mâide Sûresi, 5:18.4. “Sadece dönüş Onadır.” Ra’d Sûresi, 13:36.5. “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” Buharî, Tevhid: 15,35; Müslim,Tevbe: 1, Zikr, 2, 19; Tirmizî, Zühd: 51, Daavât: 131; İbni Mâce, Edeb:58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534,539, 3:210, 277, 491, 4:106.

Arkadaş! Âlem-i bekaya delâlet eden berâhindenmaadâ, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan“Âmin! Âmin!” söyleyen enbiya, evliya, sıddikîn imamları,Mahbub-u Ezelînin Habib-i Ekremi MuhammedAleyhissalâtü Vesselâmın tazarruatı, duaları, âlem-ibekada insanın bekasına pek büyük burhan ve kâfi birvesiledir. Çünkü, kâinatı serâpâ istilâ eden şu hüsünler,güzellikler, cemâller, kemâller, o Habibin tazarruatını

işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur,naks addedilecek birşeye müsaade eder mi? Cenâb-ı Hakbütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberrâ değilmidir? Elbette münezzehtir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetlerisöyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura vekibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleriketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat ve tefrittenkurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli.Şöyle ki:

Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki,insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içindetemayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-iHakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusunadüşürtür.

İkinci veçhi ise, in’am edene bakar ki, keremini izhar,derece-i rahmetini ilân, in’âmını ifşa, esmâsına şehadeteder. Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazuolabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-inimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmaklamemduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğindenmezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece biriçtimâları var:

Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyugiyen adama,başka bir adam “Ne kadar güzel oldun”dediğine karşı, “Güzellikpaltonundur” dediği zaman, tevazuile tahdis-i nimeti cem etmiş olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ücret alındığı zaman veya mükâfattevzi edildiği vakit, rekabet,kıskançlık mikrobu oynamayabaşlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobunhaberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam çalışkanı sever.Zayıfolan, kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasınıister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umur-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş vehizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve ofabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresiöteki âlemde göründüğüne nazaran, ibadetlerde rekabetedilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kaybolur. Ve orekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî birmükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ileamelini adem-i ihlâs ile iptal eder. Çünkü, sevap itâsındave ücret aldığında, nâsı, Rabb-i Nâsa şerik yapar ve halkınnefretlerine hedef olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Keramet ile istidraç mânen birbirinemübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi, Allah’ın fiilidir. Veo keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir veAllah’ın kendisine hâmi ve rakîb olduğunu da bilir.Tevekkül ve yakîni de fazlalaşır. Lâkin, bazan Allah’ınizniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ veeslemi de bu kısımdır.

İstidraç ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenininkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat,bu istidraç sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad

etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki, 1اFنم�ا اوت�يته

mع�ل� ع�لمokumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefis ve

tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidraç ileehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tammânâsıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ınizniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayıfenâ fillâh olan havaslarıyla görürler. Bunun istidraçtanfarkı pek zahirdir. Zira, zahire çıkan bâtınlarının nurâniyeti,mürâîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.

1. "Bu servet, ancak bilgim sayesinde bana verilmiştir." Kasas Sûresi, 28:78.

1و�اFن م�ن0 ش��ء� اFالE يس�ب�ح بح�م0ده�

1. “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdudenvâlarıyla herşeyde vardır. Fakat, herşeyin kendi tesbihatve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesilâzım değildir. Çünkü, husul huzuru istilzam etmez. Tesbihve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus birtesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlersekâfidir. Zaten Mâbud-u Mutlakın ilmi kâfidir. İnsandanmaadâ mahlûkatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım

değildir. Ve keza, amellerinin sıfâtını bilmek de lâzımdeğildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan-ı mü’minin kıymeti, ihtivaettiği san’at-ı âliye ile Esmâ-i Hüsnâdan in’ikâs edencilvelerin nakışları nisbetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise,et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyleölçülür. Kezâlik, bu âlem de, eğer Kur’ân’ın tarif ettiği gibimânâ-yı harfiyle, yani Cenâb-ı Hakkın azametine bir âletnazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymettar olur. Eğerfelsefenin dediği gibi mânâ-yı ismiyle, yani hiçbir fâil,Hâlık ile bağlı olmayıp müstakil-i bizzat nazarıyla bakılırsa,kıymeti câmide, mütegayyir maddesinde münhasır kalır.Kur’ân’dan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne dereceyüksek olduğu, şu misal ile tebârüz eder:

1الشم0س� س�ر�اج�ا Buو�ج�ع�لنا hükm-ü Kur’ânî, Esmâ-i

Hüsnânın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyleki:

Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber sizemusahhardır. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizihararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlikinizvar ki, bu şems onun bir lâmbası olup, misafirhanesindesakin misafirlerini ziyalandırıyor.

Felsefenin hikmetince, şems büyük bir ateştir, yerindedönüyor. Arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardır; câzibeile şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın Cenâb-ı Haktan hiçbir hakkı

talep etmeye hakkı yoktur. Bilâkis, daima Ona şükretmeyemedyundur. Çünkü, mülk Onundur, insan Onunmemlûküdür.

1. “Güneşi de bir kandil yaptık.” Nuh Sûresi, 71:16.

Mu’cize-i Kübradan birkaç katreyi tazammun eden

On Dördüncü ReşhaBİRİNCİ KATRE: Nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ispat

eden deliller ne tâdât ve ne tahdit edilemez. Ehl-i tahkik veyüksek insanlarca, beyanları hakkında yapılan tasnifler pekçoktur. Acz ve kusurum ile Şuâat adlı eserimde o şemsinbazı şuâları beyan edildiği gibi, Lemeat adlı ikinci bireserimde Kur’ân’ın i’câz dereceleri, kırka iblâğ edilmiştir.Ve o vücuh-u i’câzdan belâgat-i nazmiyeye ait bir vecih deİşârâtü’l-İ’câz nâm eserimde beyan edilmiştir. İştihasıolanlara o üç kitabı tavsiye ediyorum.

İKİNCİ KATRE: Geçen derslerden anlaşıldığı üzere,Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın, nev-i beşerin ıslâh ve terbiyesiiçin inzâl ettiği Kur’ân’ın pek çok vazife ve makamlarıvardır.

Evet, Kur’ân kâinatın bir tercüme-i ezeliyesidir. Vekâinatın kendi lisanlarıyla okudukları âyât-ı tekviniyenintercümanıdır. Ve şu kitab-ı âlemin tefsiri olduğu gibi, arz,semâvat sahifelerinde müstetir Esmâ-i Hüsnânındefinelerini keşşaftır. Ve şu âlem-i şehadete âlem-igaybdan bir lisandır. Ve âlem-i İslâmın güneşi olduğu gibi,

âlem-i âhiretin de haritasıdır. Ve Cenâb-ı Hakkın zâtına,sıfâtına, esmâsına şuûnatına bir burhan ve bir tercümandır.Ve keza, nev-i beşerin şeriat kitabı, hikmet kitabı, duakitabı, dâvet kitabı, ibadet kitabı, emir kitabı, zikir kitabı,fikir kitabı olmakla, zahiren bir kitap şeklinde ise de, ihtivaettiği fünun ve ulûm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.

ÜÇÜNCÜ KATRE: Tekrarat-ı Kur’âniyedeki i’câzın birlem’asını beyan zımnında altı noktadan ibarettir.

Birinci nokta: Kur’ân bir zikir kitabı, bir dua kitabı, birdâvet kitabı olduğuna nazaran, sûrelerinde vukua gelentekrar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünkü,zikir ve duadan maksat sevaptır ve merhamet-i İlâhiyeyicelb etmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasıylatekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhametcelb edilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanıntekrarı bir takrirdir. Dâvet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri,tekidi vardır.

İkinci nokta: Kur’ân bütün beşerin tabakatına hitap vedeva olduğu için, zeki-gabî, takî-şakî, zâhid-gayr-ı zâhid,bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlâhiyeye mazhar ve bueczâhane-i Rahmâniyeden ilâç almaya hakları vardır.Halbuki, Kur’ân’ı tamamen ve daima okumak herkesemüyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksatlar,hüccetler bilhassa uzun sûrelerde tekrar edilmiştir ki,herbir sûre hemen hemen bir küçük Kur’ân hükmündeolsun ki, herkes suhuletle istediği vakit istediği sûreyi

okumakla tam Kur’ân’ın sevabını kazanabilsin. Evet, 1و�لقد

ل�لذك�ر olan âyet-iي�س8ر0نا القر0ان kerime bu hakikatı ispat

ediyor.

1. “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur’ân’ıkolaylaştırdık.” Kamer Sûresi, 54:32.

Üçüncü nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilâflarıylatebeddül eder, noksan ve fazlalaşır. Meselâ, havaya olanihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin hararetizamanlarında olur. Gıdaya olan hâcet, her günde olur.Ziyaya olan ihtiyaç, alelekser haftada bir defa lâzımdır. Vehâkezâ...

Kezalik mânevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif vemütefavittir. Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardır. Hervakit Besmeleye, her saatte Lâ ilâhe illallâh’a ihtiyaç vardır.Ve hâkezâ...

Binaenaleyh, âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçlarıntekrarından ileri geliyor. Ve keza, o gibi hükümlere olanihtiyacın şiddetine işarettir.

Dördüncü nokta: Bilirsiniz ki, Kur’ân bu metin din-iazîmin esasatını ve İslâmiyetin erkânını tesis ettiği gibi,içtimâat-ı beşeriyeyi tebdil eden bir kitaptır. Mâlumdur ki,müessis olan zât, vaz ettiği esasları güzelce yerleştirmekiçin tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet, tekrar edilen şeysabit kalır, takarrur eder, unutulmaz.

Ve keza, Kur’ân beşerin muhtelif tabakalarından kalî

veya hâli yapılan suallere lâzım olan cevapları verenumumî bir mürşîd-i mûcîbdir. Malûm ya, sual tekerrürederse cevap da tekerrür eder.

Beşinci nokta: Bilirsiniz ki, Kur’ân pek büyükmeselelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike dâveteder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları,mârifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesâilin, oince hakaikin, kalblerde, efkârda tesbit ve takriri içinsuver-i muhtelifede türlü türlü üslûplarla tekrara ihtiyaçvardır.

Altıncı nokta: Bilirsiniz ki, her âyet için bir zahir var, birbâtın var; bir had var, bir muttala’ var. Ve herbir kıssa içinçok vecihler, hükümler, faideler, maksatlar vardır.Binaenaleyh, muayyen bir âyet her yerde öbür münasip birvecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahirentekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.

DÖRDÜNCÜ KATRE: Kur’ân’ın felsefî mesâil-ikevniyenin bir kısmında ihmal ile, bir kısmında ipham ile,öteki kısmında icmal ile işaret ettiği derece-i i’câzı altınükte zımnında izah ediyoruz.

Birinci nükte:

S: Niçin Kur’ân da hikmet ve felsefe gibi kâinattanbahsetmiyor?

C: Felsefe hakikattan udûl etmiş, kâinata mânâ-yıismiyle bakarak, kâinatı kâinat hesabına istihdam ediyor.Kur’ân ise, Haktan hak ile nâzil olmuş, hakikate gidiyor.

Mevcudata mânâ-yı harfiyle bakarak Hâlıkının hesabınaistihdam ediyor.

S: Ulvî ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketlerihakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzımkenmüphem bırakılmıştır.

C: Bu gibi meselelerde ipham daha mühimdir. Ve icmaldaha cemîl ve güzeldir. Çünkü, Kur’ân, istitradî ve tebeîolarak; Cenâb-ı Hakkın zâtına, sıfâtına istidlâl içinkâinattan bahsediyor. İstidlâlin birinci şartı, delilinneticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır. Eğerfencilerin iştihası gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketinebakmakla Allah’ın azametini anlayınız” demiş olsaydı, delilmüddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekserzamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi.Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-ifehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek icab eder.Maahaza, ekseriyete yapılan mürâattan, ekalliyette kalanınmahrumiyeti neş’et etmez. Çünkü onlar da istifadeediyorlar. Amma mesele mâkûse olursa, ekseriyet mahrumkalır, istifade edemez. Çünkü fehimleri kasırdır.

Ve saniyen: Belâgat-ı irşadiyenin şe’nindendir ki, avâmınnazarına, âmmenin hissine, cumhurun fehmine görehareket yapılsın ki, nazarları tevahhuş, fikirleri kabuldenimtinâ etmesin. Binaenaleyh, cumhura olan hitabın enbeliği, zahir, basit, sehl olmasıdır ki âciz olmasınlar.Muhtasar olsun ki melûl olmasınlar. Mücmel olsun ki,lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler.

Ve salisen: Kur’ân mevcudatın ahvalinden ancakHâlıkları için bahseder. Mevcudatın zâtlarına ait değildir.Bu itibarla, Kur’ân’ca en mühim, kâinatın Hâlıka nâzır olanahvalidir. Fen ise, Hâlıkı işe katmıyor, kâinatın ahvalindenbizâtihâ bahsediyor. Ve keza, Kur’ân bütün insanlara hitapeder. Ve ekseriyetin fehmini mürâat eder ki, tahkikî birmârifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fencilerle konuşur,avâmı nazara almıyor; avâm taklitte kalıyor. Bu itibarla,fennin tafsilâtını ihmal veya ipham, maslahat-ı âmme vemenfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ıhikmettir.

Ve rabian: Kur’ân bütün zamanları tenvir ve bütüninsanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın belâgatıicabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelerekarşı mükâbereye, mugalâtaya ika ve icbar etmemeklâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, mâruf olan birşeyilüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-iasliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâlilâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetindenbahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle hilkatinnizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleriihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-ikudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir.

İkinci nükte: 1و�ج�ع�لنا الشم0س� س�ر�اج�ا

1. “Güneşi de bir lamba yaptık.” Nuh Sûresi, 71:16.

S: Niçin şems sirac ile tavsif edilmiştir? Halbuki ehl-i

fence şems arza tâbi değildir ki ona sirac olsun. Belki arzile seyyarat kendisine tâbi olan bir merkezdir.

C: Sirac tâbiri şöyle bir tasvire işarettir ki: Âlem birsaray gibidir. Mevcudatı, o sarayın müştemilâtı, tezyinatımakamında olduğu gibi, şems de, o saray halkını tenvireden İlâhî bir lüküstür. Ve keza, sirac tâbiri, Cenâb-ıHakkın rububiyetinden doğan vüs’at-i rahmetine ve orahmet içinde derece-i in’am ve ihsanına bir ihtar veazamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine bir ilândır ki,müşriklerin mâbud ittihaz ettikleri kocaman şems, âlemsarayında lüküs vazifesiyle muvazzaf, musahhar bir memurve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki, lâmba hizmetini görencâmid birşeyin ibadete, yani mâbud olmaya hiç liyakati varmıdır?

Üçüncü nükte: Kur’ân’ın takip ettiği makasıd-ı esasiye veanâsır-ı asliye, ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adaletolmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bumaksatlara vesilelerdir. Bu itibarla, vesilelerde yapılacaktafsilât, ol babdaki kavâide muhaliftir. Çünkü mâlâyaniyleiştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazımesâil-i kevniyede Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ihmal veyaipham veya icmal yapmıştır. Ve keza, Kur’ân’ınmuhataplarından kısm-ı ekseri avâmdır. Avâm sınıfınınhakaik-i İlâhiyenin ince ve müşkül kısmına fehimleri kàdirdeğildir. Ancak, temsil ve icmallerle fehimlerineyakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur’ân, kesretletemsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazımesâilde de icmal yapıyor.

Dördüncü nükte: Bu nükte mütercim tarafındantayyedilmiştir.

Beşinci nükte: Müellif-i muhteremi tarafındantayyedilmiştir.

ALTINCI KATRE: Kur’ân başka kelâmlar ile mukayeseedilmez. Aralarında münasebet yoktur. Evet, kelâmınulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemâline kuvvet verenmütekellim, muhatap, maksat, makam olmak üzere dörtşeydir. Ediplerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir.Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğinzaman, fâiline, muhatabına, gayesine, mevzuuna bak.Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır.

Evet, meselâ, o kelâm emir veya nehiy olursa, irade vekudreti tazammun, ettiğinden, derecesine göre tezâuf

ediyor. Meselâ, Kur’ân’ın ي�ا ار0ض اب0لع�� م�اء�ك و�ي�ا س�م�اء1

âyetiyle, semâ ve arza verdiği emrin tazammun ettiğiاقل�ع��

yüksek ve kat’î irade ve kudret ile derhal semâî sehabçekilir, arz da suyunu yutar.

Ve keza, arz ve semâya 2âyetiyleاFى�ت�ي�ا طو�ع�ا او� كPر0ه�ا

verilen emri itaatle kabul etmelerinden, o emirdeki iradeve kudretin derece-i kuvveti ve dolayısıyla kelâmınderece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat, insanların câmidâtaverdikleri emirler, mütekellimîndeki irade ve kudretinzaafiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farkları

yoktur.

1. “Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu kes.” Hûd Sûresi, 11:44.2. “Ey yeryüzü ve gökyüzü! İsteseniz de, istemeseniz de, ikiniz birden emrimeuyun.” Fussilet Sûresi, 41:11.

İ’lem eyyühe’l-aziz: Cenâb-ı Hakk’ın “A’lem, Ekber,Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sıfat ve ef ’alinde kullanılanism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünkü maksat, bizzat vehakikî bir mevsufu gayr-ı hakikî veya aklî bir imkânla veyavehmî bir mevsufa tafdil etmektir.

Ve keza, izzet-i İlâhiyeye de münâfi değildir. Çünkü,maksat, sıfât ve ef ’âl-i İlâhîye ile mahlûkatın sıfât ve ef ’âliarasında bir muvazene yapmak değildir. Yani, ikisini birseviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki,sıfât-ı İlâhiyeye bir naks olsun.

Evet, masnuattaki kemâlât, Cenâb-ı Hakkın kemâlindenin’ikâs eden bir gölge olduğuna nazaran, masnuat, sıfât-ıİlâhiye ile muvazene hakkına malik değildir.

Şûle

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün Esmâ-i Hüsnânın ifâde ettiğimânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye, Lâfza-i Celâl olanAllah bil’iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnızmüsemmâlarına delâlet eder, sıfatlara delâletleri yoktur.Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi,aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla, netazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur.Amma Lâfza-i Celâl, bilmutabakat Zât-ı Akdese delâleteder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemâliye arasında lüzum-ubeyyin olduğundan, sıfatlara da bil’iltizam delâlet eder.

Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi istilzametmesi, ism-i has olan Allah’ın da o sıfâtı istilzam ettiğiniistilzam ediyor.

Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarlaberaber düşünülür. Binaenaleyh Lâ ilâhe illâllah kelâmı,

Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Buitibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlaritibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: Lâ hâlıkaillâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah gibi...Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmısöylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Madem ki herşeyin Allah’tanolduğunu bilirsin ve ona iz’ânın vardır. Zararlı, menfaatliherşeyi tahsin ve hüsn-ü rızâyla kabul etmek lâzımdır. Veillâ, gaflete düşmeye mecbur olursun. Bunun için esbab-ızahiriye vaz edilmiş ve gözlere de gaflet perdesiörtülmüştür. Kâinat hâdiselerinden insanın heva vehevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan dahaçoktur. Eğer heva sahibi, bu esbab-ı zahiriyeyi görüpMüsebbibü’l-Esbabdan gaflet etmese, itirazlarını tamamenAllah’a tevcih eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dualar üç kısımdır.

Birisi: İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır. Savt vesadalı hayvanatın, meselâ acıktıkları zaman kendi hususîlisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.

İkinci kısım: Nebatat, eşcarın, bilhassa baharmevsiminde lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları ihtiyacî dualardır.

Üçüncüsü: Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin,lisan-ı istidat ile hissedilen istidadî dualarıdır.

Evet, herşey Cenâb-ı Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla,ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel,yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezdenevvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlercesuret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken, o eğri büğrüihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim münticbir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki, otohumlar, evvelce de Allâmü’l-Guyûbun terbiye, tedvir,tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların herbirisi, kudretkitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahutbir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kaderkitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’min olan zât, mânâ-yı harfiyle,yani gayre bir hâdim ve bir âlet sıfatıyla kâinata bakıyor.Kâfir ise, mânâ-yı ismiyle, yani müstakil bir “ağa” nazarıylaâleme bakıyor. Bu itibarla herbir masnuda, iki cihet vardır.Bir ciheti, kendi zât ve sıfâtından ibarettir. Diğer ciheti,Sânie ve Esmâ-i Hüsnâdan kendisine olan tecelliyatabakar.

İkinci cihetin dairesi daha geniş ve mealce dahakâmildir. Zira, bir harf kendi zâtına bir harf miktarı—o dabir vecihle—delâlet eder. Kâtibine çok vecihlerle delâleteder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.

Kezalik, kudret-i ezelî kitabından olan bir masnu, kendinefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder, amaNakkaş-ı Ezelîye pek çok vücuhla delâlet eder. Vekendisine tecellî eden esmâdan uzun bir kasideyi inşâdeder. Kavâid-i mukarreredendir ki, “Mânâ-yı harfî, kastî

hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînininceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismi, sâdık,kâzip her hükme mahal olur.” Bu sırra binaendir kimânâ-yı ismîyle kâinata bakan felâsifenin kitaplarındakâinata âit hükümler, nefsülemirde örümceğin nescindenzayıf ise de, zahire göre daha muhkem görünüyor.

Ehl-i kelâm, felsefî meselelerde ve ulûm-u kevniyeyemânâ-yı harfiyle, istidlâl için tebeî bir nazar ile bakıyor.Hattâ şemsin sirac olması, arzın beşik, cibâlin evtadolması, ehl-i kelâmın müddealarını ispata kâfidir. Hattâehl-i kelâmın reyleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmmemutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onlarınmüddeâsına zarar vermez ve tekzibe de müstehakolmazlar. Bunun içindir ki, ehl-i kelâmın reyleri mesâil-ifelsefiyede ednâ ve zayıf görünür. Amma mesâil-iİlâhiyede demirden daha metindir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın günahkârlarıaffetmesi fazldır, tâzip etmesi adldir. Evet, zehiri içenadam, âdetullaha nazaran hastalığa ölüme kesb-i istihkakeder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünkü cezasını çeker.Hasta olmadığı takdirde Allah’ın fazlına mazhar olur.

Mâsiyetle azap arasında kavî bir münasebet vardır.Hattâ ehl-i itizâl, mâsiyet hakkında doğru yoldan udûl ile,mâsiyeti, şerri Allah’a isnad etmedikleri gibi, mâsiyetüzerine tâzibin de vacip olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrinazabı istilzam ettiği, rahmet-i İlâhiyeye münâfi değildir.Çünkü şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan nisyandan alındığı için,nisyana müptelâdır. Nisyanın en kötüsü de nefsinunutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında,nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir.Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfatzamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu itibarla, ehl-idalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler.Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başınıhavaya kaldırarak firavunlaşır. Lâkin mükâfatın, menfaatintevziinde bir zerreyi bile terk etmez. Amma nefsini unutanehl-i kemâl, sa’y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeydenevvel nefsini ileri sürüyor. Fakat neticelerde, faidelerde,menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’minler ibadetlerinde, dualarındabirbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sairibadetlerinde büyük bir sır vardır ki, herbir fert, kendiibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevapcemaatten kazanıyor. Ve herbir fert ötekilere duacı olur,şefaatçi olur, tezkiyeci olur—bilhassa PeygamberAleyhissalâtü Vesselâma... Ve keza, herbir fert,arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallâk-ı Kâinataubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.

İşte mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husulegelen şu ulvî, mânevî teâvün ve birbirine yardımlaşmaklahilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlûkatiçerisinde mükerrem ünvanını almıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Birşeyden uzak olan bir kimse,

yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zekiolursa olsun, o şeyin ahvâli hakkında ihtilâfları olduğuzaman, yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh, Avrupafeylesofları, maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman,İslâm ve Kur’ân’ın hakaikinden pek uzak mesafelerdekalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-iİslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Benböyle gördüm; nefsülemir de benim gördüğümü tasdikeder. Binaenaleyh, şimşek, buhar gibi fennî meselelerikeşfeden feylesoflar, Hakk’ın esrarını, Kur’ân nurlarını dakeşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Gözise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerindecan kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığındaçürütmüştür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sem’, basar, hava, su gibi umumînimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarınanazaran, hususî, şahsî nimetlerden kat kat fazla şükreistihkak ve liyakatleri vardır. Binaenaleyh, o gibi umumînimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyükküfran-ı nimet sayılır.

Hal bu merkezde iken, bazı insanlar şahıslarına âithususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumînimetler onlara şümulü yokmuş gibi, fikirlerine bilegelmiyor. Halbuki, en büyük nimet, âmm ve dâimî olannimetlerdir.

Umumiyet kemâl-i ehemmiyete delil olduğu gibi,devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın bazıâyetlerinin tekrarını iktiza eden hikmetler, bazı ezkâr veduaların da tekrarını iktiza eder. Zira Kur’ân, hakikat veşeriat, hikmet ve mârifet kitabı olduğu gibi, zikir, dua vedâvetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, dâvettetekid lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın yüksek meziyetlerindenbiri de şudur ki: Kesrete ait bahislerden sonra vahdettezkirelerini yazıyor. Tafsilden sonra icmal yapıyor.Cüz’iyatın bahislerinden sonra rububiyet-i mutlakanındüsturlarını, sıfât-ı kemâliyenin namuslarını fezlekelerlezikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, âyetlerin sonundakifaideleri, âyetlerin ortalarında zikredilen mukaddemelereneticeler hükmündedirler. Veya illet olurlar, ta ki sâmiinfikri âyetlerde zikredilen cüz’iyatla meşgul olup ulûhiyet-imutlaka mertebesinin azametini unutmasın ki, ubudiyet-ifikriyesine halel gelmesin.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Velîlerin himmetleri, imdatları,mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır.Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle birlâtife, öyle bir hâlet vardır ki, o lâtife lisanıyla her ne sualedilirse—velev ki fâsık da olsun—Cenâb-ı Hak o lâtifeyehürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktanbana göründü ise de, teşhis edemedim.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İlim ve yakîn şümulüne dahil olanahvâl-i mâziye ile şek perdesi altında kalan ahvâl-iistikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendinifarz et, otur. Sonra, mevcudat-ı mâziye kafilesine dahil olanecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp peyderpey vücudaçıkan evlât ve ahfâdın arasında bir tefâvüt var mıdır? İyicebak! Evvelki kısım ilim ve ittikan ile Sâniin masnuu olduğugibi, ikinci kısım da aynen o Sâniin masnuu olacaktır. Heriki kısım da Sâniin ilmi ve müşahedesi altındadır. Buitibarla, ecdadın iâdeten ihyası, evlâdının icadından dahagarip değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayesedenanlaşıldı ki, vukuat-ı mâziye, Sâniin bütün imkânat-ıistikbaliyeye kàdir olduğuna şehadet eden birtakımmu’cizelerdir.

Evet, kâinat bostanında görünen şu mevcudat ve ecram,Hâlıklarının herşeye kadîr ve herşeye alîm olduğunadelâlet eden harikalardır.

Kezalik, nebatat ve hayvanat, envâıyla, efradıyla,Sânilerinin herşeye kàdir olduğuna şehadet eden san’atharikalarıdır. Evet, kudretine nisbeten zerrat ile şümusmütesâvi olduğu gibi, yaprakların neşriyle beşerin haşri debirdir. Ve keza, ağaçların çürümüş, dağılmış yapraklarınıniâdeten ihyası arasında fark yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan büyük birölçüde tekrar ettiği ihyâ-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ıdikkati celb ettiğinden, kalbime şöyle bir feyiz damlamıştırki:

Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzınkalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden

yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yükseksemâvattan Hâlık-ı Semâvata daha yakın bir yoldur. Zira,kâinatta tecellî-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ıhilâfete ve Hayy-u Kayyûm isimlerinin cilvelerine enuygun, topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet su üzerindedir; arş-ıhayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat vecilvelere en yüksek bir ayinedir. Evet, kesif birşeyin ayinesine kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Venurânî ve lâtif birşeyin de ayinesi ne kadar kesif olursa, onisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ, havaayinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Suayinesinde şems ziyasıyla görünürse de elvân-ı seb’asıgörünmüyor. Fakat toprak ayinesi, çiçeklerinin renkleriyle,

şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir. 1اقر�ب م�ا ي�: ون

س�اجد و�هو� ر�ب�ه� م�ن0 olanالع�ب0د Hadîs-i Şerif, bu sırra

işareten şehadet eder. Öyleyse, arkadaş, topraktan vetoprağa inkılâp etmekten, kabirden ve kabre giripyatmaktan tevahhuş etme!

1. “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, onun secde halidir.” el-Münavî, Feyzü’l-Kadîr, 2:68, hadis no: 1348; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 2:110.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklım yürüyüş yaparken, bazankalbim ile arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi aklaveriyor. Akıl berveçh-i mutad, burhan şeklinde bir temsilile ibraz ediyor. Meselâ:

Fâtır-ı Hakîmin kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğugibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardır. Evet, ilim ve kudretiyle

bâtınların en bâtınında bulunduğu gibi, fevklerin de enfevkinde bulunuyor. Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbirşeyden de hariç değildir.

Evet, âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzdamâmulât-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vakıf olasın.Meselâ, biri arzda, diğeri semâda veya biri şarkta, diğerigarpta iki şeyi bir anda yaratan Sâniin, o yaratılan şeylerinarasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır. Ve kezaherşeyin kayyûmu olduğu cihetle de, herşeyin nefsindendaha ziyade bir kurbiyeti de vardır. Bu sır, daire-i vücub,tecerrüd ve ıtlak hasâisindendir. Ve fâil-i aslîninmâhiyetiyle, zıllî olan münfail arasındaki mübâyenet-ilâzimesidir. Meselâ, şems, timsallerine kayyûm olduğuiçin, fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Ayinedeki zıl vegölge ile semâda bulunan asıl arasındaki mesafe kadar dabu’diyeti vardır.

Şûlenin Zeyli

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün kâinatı ihata eden bir nurdanhiçbirşey gizlenemez. Ve gayr-ı mütenahi bir daire-ikudretten birşey hariç kalamaz. Ve illâ, gayr-ı mütenahinintenâhisi lâzım gelir.

Ve keza, hikmet-i İlâhiye herşeye değeri nisbetinde feyizveriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.

Ve keza, mukaddir olan Kadîr-i Hakîmin büyüğe olanteveccühü, küçüğe olan teveccühüne mâni olamaz.

Ve keza, maddeden mücerred zahir ve bâtın olan muhîtbir nazara, en büyük şey gibi, en küçük birşeyi mazhar vemahal olduğu san’at nisbetinde büyür. Ve küçük şeylerinnevileri büyük olurlar.

Ve keza, azamet-i mutlaka şirketi asla kabul etmez.

Ve keza, fevkalâde bir suhulet ile, harika bir sür’atle,

mu’ciz bir itkan ve intizam ile cûd-u mutlaktan akanâsârdan anlaşılıyor ki, mikrop gibi en küçük ve daha küçükhavaî, mâî, türâbî hayvanlar boş zannedilen âleminyerlerini doldurmuşlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsine olan muhabbeti icab ettirennefsin sana olan kurbiyeti ise, Hâlıkına muhabbetin dahafazla olmalıdır. Çünkü, nefsinden o daha karîbdir. Evet,senin fikrin, ihtiyarın idrak edemedikleri sendeki mahfiyat,Hâlıkın nazarı ve ilmi altındadır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlemde tesadüf yoktur. Evet,bilhassa bahar mevsiminde, küre-i arz bahçesinde, bütünağaçların dallarında, çiçeklerin yapraklarında mezrûatınsümbüllerinde hikmet bülbülleri, hikmet âyetlerinitağannüm ve terennüm ile inşad ettikleri iman kulağıyla,basiret gözüyle dinlenilirse, tesadüf şeytanları bile kabulile hayran olurlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevhid ile bütün eşyayı Vâhid-iEhade isnad etmediğin takdirde, âlemde bulunan bütünefradın mazhar oldukları tecelliyat-ı İlâhiye adedinceilâhları kabul etmek mecburiyetindesin. Evet, gözünüşemsten yumduğun ve timsalleriyle irtibatını kestiğinzaman, timsallerine mâkes olan şeylerin adedince hakikîşemslerin vücudunu kabul etmeye mecbur olursun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen bazı vecihlerden fenâya gittiğinzaman, Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîmin ilminde, meşhudunda,malûmunda bâki kalmaklığın, senin bekan için kâfidir.

Yahu, herşeyi Sâhib-i Hakikîsine ver veya ona isnad et.

Onun ismiyle al ki rahat edesin. Ve illâ, bu kadar eşyayıvücuda getirip nizam ve intizamlarını temin edecek okadar ilâhları kabule muztar kalacaksın.

Nokta1م�ن� نور م�ع�رفة� ال-,ه� ج�ل* ج�ال'له�

Kırk beş sene evvel2telif edilmiş bir risalenin birkısmıdır

İfade-i meram1. Marifetullahın (c.c.) nurundan (bir nokta).2. Milâdî 1918 (1337).

Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim.Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü,yetişmemişini görsem “Huz mâ safâ” derim.Muhataplarımı da öyle arzu ederim. Derler:

“Sözlerin iyi anlaşılmıyor?”

Bilirim ki, kâh minare başında, kâh kuyu dibindekonuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle. Şuâat ve şukitapta mütekellim, âciz kalbimdir. Muhatap, âsi nefsimdir.Müstemi, müteharrî-i hakikat bir Japondur. Temâşâ edenbunu düşünmeli. Gayetü’l-gayat olan mârifetullahın bir

burhanı olan mârifetü’n-Nebîyi Şuâat’ta bir nebze beyanettik. Şu risalede maksud-u bizzat olan tevhidin lâyühadberâhininden yalnız dört muazzam burhanına işaretedeceğiz. Hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmekiçin, melâike ve haşrin bir kısım delâiline îma ederek,imanın altı rüknünden dördünün birer lem’asını, fehm-ikàsırımla göstermek isterim.

ك تبه� و�رسل�ه� و�الي�و�مi االsخ�رو�بالقد رم�نت بال+*ه� و�م�لئ�كPت�ه� و�الم�و�ت ح�ق� خي0ره� و�شر�ه� م�ن� ال+*ه� تع�ال�� و�الب�ع0ث ب�ع0دا ر�سول ال+*ه� 1اشه�د ان الs اFله� اFالE ال+*ه و�اشه�د انمح�م8د

Said Nursî

1. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere,hayır ve şerrin Allah Teâlâdan geldiğine iman ettim. Ölümden sonradirilişhaktır. Allah’tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim.Muhammed’in,Allah’ın resulü olduğuna da şahitlik ederim.

الح�م0د ل�+*ه� ر�ب� الع�الم�ين� و�الص8ال]ة و�الس8ال]م ع�ل�1مح�م8دخاتمi النبي�ين� و�ع�ل� ال�ه� و�ص�ح0به� اج0م�ع�ين�

2ال+*ه الs اFله� اFالE هو� الح��� القي�وم

1. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Peygamberlerin hâtemi olanMuhammed’e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm olsun.2. “Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Hayydır, OKayyûmdur.” Bakara Sûresi, 2:255.

maksudumuzdur, matlubumuzdur. Gayr-ı mütenahiberâhininden dört burhan-ı küllîyi îrad ediyoruz.

Birinci burhan: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat’da tenevvür ettiğinden,tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir’attır.

İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olankâinattır.

Üçüncü burhan: Kitab-ı mu’cizü’l-beyan, Kelâm-ı

Akdestir.

Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-iiltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtınmültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat vevicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler.

BİRİNCİ BURHAN: Risalet ve İslâmiyetle mücehhezolan hakikat-ı Muhammediyedir ki, risalet noktasında enmuazzam icmâ ve en vâsi tevatür sırrını ihtiva edenmecmû-u enbiyânın şehadetini tazammun eder. Veİslâmiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyân-ısemâviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor. İşte, bütünenbiyanın şehadetiyle ve bütün edyânın tasdikiyle vebütün mu’cizatının teyidiyle musaddak olan bütünakvaliyle, vücud ve vahdet-i Sânii beşere gösteriyor.Demek şu dâvada ittihad etmiş bütün efâzıl-ı beşer nâmınao nuru gösteriyor. Acaba bu kadar tasdiklere mazhar,büyük, derin, durbîn, sâfi, keskin, hakaik-âşina bir gözüngördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?

İKİNCİ BURHAN: Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütünhurufu ve bütün noktaları, efrâden ve terekküben Zât-ıZülcelâlin vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraatla1yi tilâvet ediyorlar. Cemî’و�اFن م�ن0 ش��ء� اFالE يس�ب�ح بح�م0ده�

zerrat-ı kâinat, birer birer, zât ve sıfât ve saire vücuh ilehadsiz imkânat mabeyninde mütereddit iken, birden birebir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus birkeyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşâ hikemi intaç

ettiğinden, Sâniin vücub-u vücuduna şehadetle, avâlim-igaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbâniye içinde ilân-ıSâni eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. Evet, bir nefer,nefsinde ve takımda ve bölükte, taburda ve orduda gibi;herbir zerre de, kendi başıyla zât, sıfât, keyfiyetindekiimkânat cihetiyle Sânii ilân ettiği gibi, tesâvir-imütedahileye benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-imütesâide-i kâinatın herbir makamında ve herbirnisbetinde ve herbir dairesinde, herbir zerre, muvâzene-icereyan-ı umumîyi muhafaza; ve her nisbetinde ve hertakımında ayrı ayrı vazifeyi ifa ve hikmeti intaçettiklerinden, Sâniin kast ve hikmetini izhar ve vücut vevahdetinin âyâtını kıraat ettikleri için, Sâni-i Zülcelâlin

berâhini, zerrattan kat kat ziyade olur. Demek 2الطرق اFل�

Nال+*ه� بع�دد انفاس الخال]ئ�قhakikattir, mübalâğa değil; belki

nâkıstır.

1. “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin (Kusursuzluğunu bilipkemâlâtını göstermesin).” İsrâ Sûresi, 17:44.1. Allah'a giden yollar, mahlukâtın nefesleri sayısıncadır.

S: Neden aklıyla herkes göremiyor?

C: Kemâl-i zuhurundan ve zıddın ademinden.

تا�م8ل0 سطور� ال:Pائ�نات فا£نه�ا م�ن� الم�ال£ اال2ع0ل� اFلي0كر�س�ائ�ل

Yani, “Sahife-i âlemin eb’âd-ı vâsiasında Nakkaş-ı

Ezelînin yazdığı silsile-i hâdisâtın satırlarına hikmetnazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i âlâdanuzanan şu selâsil-i resâil, seni âlâ-yı illiyyîn-i tevhideçıkarsın.”

Şu kitabın heyet-i mecmuasında öyle parlak bir nizamvar ki, nazzâmı güneş gibi içinde tecellî ediyor. Herkelimesi, her harfi birer mu’cize-i kudret olan bu kitab-ıkâinatın te’lifinde öyle bir i’câz var ki, bütün esbab-ıtabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtarolsalar, yine kemâl-i acz ile o i’câza karşı secde ederek 1

الع�زيز انت� اFنك لنا قدر�ة ال2 سب0ح�انك .diyeceklerdirالح�:�يم Herbir kelimesi bütün kelimatıyla

münasebettardır. Ve her harfi, bâhusus zîhayat bir harfi,bütün cümlelere karşı müteveccih birer yüzü, nâzır birergözü var olan bu kitabın öyle bir muzâaf iştibak-ıtesânüd-ü nazmı vardır ki, bir noktayı yerinde icad etmekiçin, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahilâzımdır. Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşidahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden,manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.

1. Sen her türlü noksandan münezzeh ve uzaksın. Bizim hiç birkudretimizyoktur. Şüphesiz ki Sen Azîzsin, Senin kudretin herşeyegaliptir;Hakîmsin, Senin her işin hikmet iledir.

Sünuhat’ın dokuzuncu sahifesinde 1

و�ال2 م�اخلقك م0 Hو�اح�دة كPنفس EالFا âyetininب�ع0ثك م0 sırrına müracaat et.

Yalnız şu kitabın küçük bir kelimesi olan balarısını gör:Nasıl şehd ü şehadet o mu’cize-i kudretin lisanındanakıyor! Veyahut şu kitabın bir noktası olan hurdebînî birhuveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkatet: Nasıl mu’ciznümâ, hayret-fezâ bir misâl-i musağğar-ıkâinattır! Sûre-i Yâsin, sûret-i lâfz-ı “Yâsin” de yazıldığıgibi, cezâletli, mûciz bir nokta-i câmiadır. Onu yazan,bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insafla dikkat etsen, şuküçücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olanmakine-i dakika-i bedîa-i İlâhiyenin şuursuz, kör, mecrâ vemahrekleri tahdid olunmayan ve imkânâtından evleviyetolmayan esbab-ı basîta-i câmide-i tabiiyeden husulünü,muhal-ender-muhal göreceksin.

1. “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesigibi kolaydır.” Lokman Sûresi, 31:28.

Eğer herbir zerrede hükemâ şuuru, etibbâ hikmeti,hükkâmın siyaseti bulunduğunu ve herbir zerre de sairzerratla vasıtasız muhabere ettiğini itikad edersen, belkinefsini kandırıp o muhali de itikad edebilirsin. Halbuki, ozîhayat makinede öyle bir mu’cize-i kudret, öyle birharika-i hikmet vardır ki, ancak bütün kâinatı, bütünşuûnatını icad eden, tanzim eden bir Sâniin sun’u olabilir.Yoksa kör, az, basit imkân tereddüdüyle ayak atamaz.Esbab-ı tabiîden olamaz. Bâhusus o esbab-ı tabiîyeninüssü’l-esası hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzâdaki kuvve-icâzibe ve kuvve-i dâfianın içtimâlarının hortumu üzerinde,bir muhaliyet damgası var. Fakat câizdir ki, herbir şeyinesası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuvâ gibi

emirler, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Lâkinkanun, kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten hâricîliğe veitibarîden hakikate ve âletiyetten müessiriyete geçmemekşartıyla kabul ederiz.

S: Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan teşekkül-üenvâ gibi umur-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?

C: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedindeolduğu için, o umurun esas-ı fasidesini tebeî bir nazarladerk etmediğinden neş’et ediyor. Eğer nefsini ikna etmeksuretinde, kasten ve bizzat ona müteveccih olursa,muhaliyetine ve mâkul olmadığına hükmedecektir. Farazakabul etse de, tegafül-ü ani’s-Sâni sebebiyle hasıl olanıztırar ile kabul edilebilir. Dalâlet ne kadar aciptir. Zât-ıZülcelâlin lâzım-ı zarurîsi olan ezeliyeti ve hassası olanicadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenâhîzerrâta ve aciz şeylere veriyor?

Evet, meşhurdur ki, hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşeygörmedi. İhtiyar bir zât yemin etti: “Hilâli gördüm.”Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz birkılı idi. Kıl nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede,sebeb-i teşkil-i envâ nerede?

İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor.Bazan bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar.Hakikati kazarken ihtiyarsız dalâlet başına düşer; hakikatzannederek başına giydiriyor.

S: Nedir şu tabiat, kavânin, kuva ki, onlarla kendilerini

aldatıyorlar?

C: Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anâsırve âzâsının ef ’âlini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ıkübrâ-yı İlâhiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki,“sünnetullah” ve “tabiat” ile müsemmâdır. Hilkat-i kâinattacâri olan kavânin-i itibariyesinin mecmû vemuhassalasından ibarettir. Kuvâ dedikleri şey, herbiri şuşeriatın birer hükmüdür. Ve kavânin dedikleri şey, herbirişu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmınyeknesak istimrârına istinaden vehim, hayal tasallutederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu’ vetecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden hakikatsuretine girmiştir. Hayali, hakikat suretinde gören,gösteren, nüfusun istidat-ı şûresinden, fâil-i müessir tavrınıtakmıştır. Halbuki, kör, şuursuz tabiat, kat’iyen kalbi iknaedecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikatona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yokiken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sırf nefy-iSâni farazından çıkan bir ıztırar ile veleh-resan-ı efkâr olankudret-i ezeliyenin âsâr-ı bâhiresinin tabiattan sudurutahayyül edilmiş.

Halbuki tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’ değil; nakıştır,nakkaş değil; kàbildir, fâil değil; mistardır, masdar değil;nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ıiradiyedir, hakikat-i hariciye değil. Meselâ, yirmi yaşındabir adam birden bire dünyaya gelse, hâli bir yerde,muhteşem ve sanayi-i nefîsenin âsârıyla müzeyyen birsaraya girse, hem farz etse, kat’iyen hariçten gelme hiçbir

fâilin eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamayasebep ararken, tanziminin kavâninini câmi bir kitap bulsa,onu mâkes-i şuur olduğundan, bir fâil, bir illet-i ıztırarîkabul eder. İşte, Sâni-i Zülcelâlden tegafül sebebiyle, böylegayr-ı mâkul, gayr-ı mülâyim bir illet-i ıztırarî olan tabiatile kendilerini aldatmışlar.

Şeriat-ı İlâhiye ikidir:

Biri: Sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef ’âl-iihtiyariyesini tanzim eder.

İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve “evâmir-i tekviniye”tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta câri olankavânin-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir. Evvelkişeriat nasıl kavânîn-i akliyeden ibârettir; tabiat denilenikinci şeriat dahi, mecmu-u kavânin-i itibariyeden ibarettir.Sıfat-ı kudretin hassası olan tesir ve icada mâlik değillerdir.

Sabıkan, sırr-ı tevhid beyanında demiştik: Herşeyherşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyihalkeden, herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid,Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.

Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hemmüteaddit, hem birbirinden haberi yok, hem kör, iki elindeiki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın elinevermiştir.

1قلN ال+*ه ثم8 ذر0هم0 ف�� خو�ض�هم0 ي�لع�بون

1. “Sen Allah de, sonra da onları daldıkları batakta bırak, oynayadursunlar.”

En’âm Sûresi, 6:91.

Elhâsıl: İkinci burhanımız olan kitab-ı kebir-i kâinattakinazm ve nizam, intizam ve telifindeki i’câz güneş gibigösteriyor ki, bir kudret-i gayr-ı mütenahi, bir ilm-ilayetenâhî, bir irâde-i ezeliyenin eserleridir.

S: Nazm ve nizam-ı tâmme neyle sabittir?

Elcevap: Nev-i beşerin havâs ve cevâsisi hükmünde olanfünun-u ekvan, istikrâ-i tâmme ile o nizamı keşfetmişlerdir.Çünkü, herbir nev’e dair bir fen ya teşekkül etmiş veyaetmeye kabildir. Herbir fen, külliyet-i kaide hesabıyla,kendi nev’indeki nazm ve intizamı gösteriyor. Zira, herbirfen kavaid-i külliye desâtirinden ibarettir. Demek, şahsınnazarı, nizamı ihata etmezse, cevâsis-i fünun vasıtasıylagörür ki, insan-ı ekber, insan-ı asgar gibi muntazamdır.Herbir şey, hikmet üzere vaz edilmiştir. Faidesiz, abesyoktur. ŞuHAŞİYE-1* burhanımız değil yalnız erkânı ve âzâsı,belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ızâkir-i tevhid olarak büyük burhanın sadâ-yı bülendineiştirak ederek Lâ ilâhe illâllah diye zikrediyorlar.

Haşiye-1 *Delâletçe siması bir Hu lafzına benzer ki, o Hû’nun herbir cüz’üküçük Hû ’lardan, herbir küçük Hû’da küçücük Hû ’lardan teşekkül etmiştir.

ÜÇÜNCÜ BURHAN: Kur’ân-ı Azîmüşşandır. Şu burhan-ınâtıkın sinesine kulağını yapıştırsan işiteceksin, “Allahü Lâİlâhe İllâ Hû”yu tekrar ediyor. Hem gayet mükemmelsemerâtıyla, meyvedar bir ağacın menba-ı hayatı olancürsûme olmazsa veya kökü bozuk ise, semere vermez. Şuburhanımızın dallarında meyve-i hak ve hakikat o kadar

çoktur ve o kadar doğrudur ki, şüphe bırakmaz ki,cürsûmesinde olan mesele-i tevhid, hiç vehim bırakmazderecede kuvvetli, doğru bir hak ve hakikati tazammunediyor. Hem şu burhanın âlem-i şehadet tarafına tedellîetmiş olan ahkâma dair dalı, bütün sıdk ve hak ve hakikatolduğu gibi, bizzarure âlem-i gayb tarafına uzanan tevhideve gayba dair gusn-u azamı (büyük dalı) yine sabithakaikle meyvedardır.

Hem derince şu burhan tersim edilse anlaşılır ki, onugösteren zât, neticesi olan mesele-i tevhidde o kadaremindir ki, hiçbir şaibe-i tereddüt hiçbir tarafında ihsasedilmiyor. Hem o neticeyi bütün hakaike esas addederek,müselleme ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i beyanıylave ısrarıyla ona giydiriyor. Ve başka şeyleri ona ircâ ediyor.Temel taşı o şedit kuvvet, sun’î olamaz. Hem de, üstündekisikke-i i’câz her ihbarını tasdik eder, tezkiyeden müstağnikılar. Âdeta ihbaratı binefsihâ sâbit umurlardandır. Evet, şuburhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde i’câz,altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solundavicdanı istişhad, önünde, hedefinde hayır ve saadet, nokta-iistinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var ki girebilsin!

Mârifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan miraclarınusulü dörttür.

Birincisi: Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-isufiyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tarîkidir.

Bu iki asıl, çendan Kur’ân’dan teşâub etmişlerdir. Lâkin

fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış vemüşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükemâ mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvîmertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle enparlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiylebeşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir.

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim,tasfiye, nazar-ı fikrî.

Tarîk-i Kur’ânî iki nevidir.

Birincisi: Delil-i inayet ve gayettir ki, menâfi-i eşyayıtâdât eden bütün âyat-ı Kur’âniye bu delili nesc ve şuburhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatınnizam-ı ekmelinde ittikan-ı san’at ve riayet-i mesâlih vehikemdir. Bu ise, Sâniin kast ve hikmetini ispat ve tesadüfvehmini ortadan nefyediyor. Zira ittikan ihtiyarsız olmaz.Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan,mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesâlih vesemeratı ve inkılâbât-ı ahvâlin katmer ve düğümleri içindesaklanmaz hikem ve fevaidi göstermekle, Sâniin kast vehikmetine kat’î şehadet ediyorlar. Ezcümle:

Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecâvizenvâın büyük peder ve âdemleri hükmünde olanmebdelerinin herbirinin hudûsuna şehadet ettiği gibi;mevhum ve itibarî olan kavânin, kör ve şuursuz olanesbab-ı tabiiye ise bu kadar hayret-fezâ silsileler ve bu

silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz birermakine-i acîbe-i İlâhiyenin icad ve inşasına adem-ikabiliyetleri cihetiyle herbir fert, herbir nevi müstakillenSâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıktıklarını ilân ve izhar

ediyorlar. Kur’ân-ı Kerîm 1م�ن0 تر�ى فار0جعi الب�ص�ر� ه�ل0

.derفطور

Kur’ân’dan delil-i inayet, vücuh-u mümkinenin enmükemmel veçhi ile bulunuyor. Kur’ân kâinatta tefekküreemir verdiği gibi, fevâidi tezkâr ve ni’metleri tâdât edenâyâtın fevâsıl ve hâtimelerinde galiben akla havale vevicdanla müşaverete sevk etmek için

2او�ال2 ي�ع0لمون3افال] ي�ع0ق�لون

4افال] تتذكÆرون 5فاع0تبروا

gibi o burhan-ı inayeti ezhanda tesbit ediyor.

1. “Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi,67:3.2. “Onlar bilmiyorlar mı ki?” Bakara Sûresi, 2:77.3. “Hiç düşünmüyorlar mı?” Yâsin Sûresi, 36:68.4. “Hiç düşünmez misiniz?” Yûnus Sûresi, 10:3.5. “İbret alınız.” Haşir Sûresi, 59:2.

İkinci delil-i Kur’ânî: Delil-i ihtirâdır. Hülâsası:

Mahlûkatın her nevine, her ferdine ve o nev’e ve o ferdemürettep olan âsâr-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ıkemâline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nevimüteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılâb-ıhakikat olmaz. Mutavassıt nev’in silsilesi devam etmez.

Tahavvül-ü esnaf inkılâb-ı hakaikin gayrısıdır. Maddededikleri şey, suret-i mütegayyire, hem harekât-ımütehavvile-i hâdiseden tecerrüd etmediğinden hudûsumuhakkaktır. Kuvvet ve suretler, a’râziyetleri cihetiyleenvâdaki mübâyenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. A’râzcevher olamaz. Demek envâının fasîleleri ve umuma’râzının havâss-ı mümeyyizeleri bizzarure adem-i sırftanmuhteradırlar. Silsilede tenâsül, şerait-i âdiye-iitibariyedendir.

Feyâ acaba! Vâcibü’l-Vücudun lâzime-i zaruriye-ibeyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıloluyor da, herbir cihetten ezeliyete münâfi olan maddeninezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-itasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen kocakâinat, nasıl oldu da küçücük ve nâzik zerratların (öyledehşetli salâbet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-iîdamına karşı dayanıyor? Hem nasıl oluyor ki, kudret-iezeliyenin hassası olan ibdâ ve icadı, hiçbir münasebet-imâkule olmadan en âciz ve en bîçâre esbaba isnadediliyor?

İşte Kur’ân-ı Kerim, şu delili, halk ve icaddan bahsedenâyâtı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakikî yalnızAllah’tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet veazamet-i kudretin perdesidir-tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde,dest-i kudret umur-u hasîse ile mübaşir görünmesin.Birşeyde iki cihet var:

Biri, mülk-âyinenin mülevven vechi gibi, ezdat ona vârid

oluyor; çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir.Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudretöyle ister.

İkinci cihet, melekûtiyet cihetidir: Âyinenin şeffaf vechigibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiriyoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur vevücut, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan, mülken vemelekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.

DÖRDÜNCÜ BURHAN: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ızîşuurdur. Şu burhanda dört nükteyi nazar-ı dikkate al.

Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, Bir çekirdektekimeyelân-ı nümüvv der ki: “Sümbülleneceğim, meyvevereceğim.” Doğru söyler. Meselâ, yumurtada birmeyelân-ı hayat var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillâh olur.Doğru söyler. Meselâ, bir avuç su incimad ile meyelân-ıinbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalançıkaramaz; sözünün doğruluğu, demiri parçalar. İşte şumeyelânlar, irade-i İlâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenintecellîleridir, cilveleridir.

İkincisi: Beşerin havâssü’l-hams-ı zâhire ve bâtınadanbaşka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var.Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra,zâika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâikavardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şâika var. O şevkve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.

Üçüncüsü: Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde’

olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinad ile nokta-iistimdad, iki hakikat-ı zaruriyedir. Hilkatin safveti ve enmükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süflî,en berbat bir mahlûk olur. Halbuki, kâinattaki hikmet venizam ve kemâl bu ihtimali reddeder.

Dördüncüsü: Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmaletse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse deonu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads—ki,şimşek gibi sür’at-i intikaldir—daima onu tahrik eder.Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder.Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyakve onun muzaafı olan aşk-ı İlâhî, onu daima mârifet-iZülcelâle sevk eder. Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, birhakikat-i câzibedarın cezbiyledir.

Bu nükteleri bildikten sonra, şu burhan-ı enfüsî olanvicdana müracaat et. Göreceksin ki, kalb bedenin aktarınaneşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olanmârifet-i Sânidir ki, istidâdât-ı gayr-ı mahdude-iinsaniyeyle mütenasip olan âmâl ve müyûl-ü müteşâibeyeneşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bastve temdid eder.

İşte, nokta-i istimdad ve kavga ve müzâhemetinmeydanı olan dağdağa-i hayata hücum gösteren âleminbinlerce musibet ve müzâhemelere karşı yegâne nokta-iistinad, yine mârifet-i Sânidir. Evet, herşeyi hikmet veintizam ile işleyen bir Sâni-i Hakîme itikad etmezse vealel’amyâ kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyâta

karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse, isteristemez tevahhuş, dehşet, telâş, havftan mürekkep birhâlet-i cehennem-nümûn ve ciğer-şikâfe düşecektir. O ise,eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetinherşeyden ziyade perişan olduğunu istilzam eder. O ise,intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı ekmele zıt oluyor. Şunokta-i istimdat ve nokta-i istinad ile bu derece nizam-ıâlemde hükümfermâlık, hakikat-ı nefsü’l-emriyenin hassa-imünhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şuiki noktadan Sâni-i Zülcelâl mârifetini kalb-i beşere daimatecellî ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da, vicdanın gözüdaima açıktır. Sâni-i Zülcelâl bu dört burhan-ı azîmin kat’îşehadetleriyle Vâcibü’l-Vücud, Ezelî, Vâhid, Ehad, Ferd,Samed, Alîm, Kadîr, Mürid, Semî’, Basîr, Mütekellim, Hayy,Kayyum olduğu gibi, bütün evsâf-ı celâliye ve cemâliye ilemuttasıftır. Zira mukarrerdir ki, masnudaki feyz-i kemâl,Sâniin zıll-i tecellîsiden muktebestir. Demek, kâinatta nekadar hüsn-ü cemâl, kemâl varsa, umumundan lâyühadderecede yüksek tabakada evsaf-ı cemâliye ve kemâliye ileSâni-i Zülcelâl muttasıftır. Zira, ihsan servetin, icadvücudun, icab vücubun, tahsin hüsnün, tenvir nurun fer’ive delili olduğu gibi; bütün kâinattaki bütün kemâl vecemâl, Sâni-i Zülcelâlin kemâl ve cemâline bir zıll-ı zalîldirve burhanıdır.

Hem de, Sâni-i Zülcelâl cemî nekaisten münezzehtir.Zira, nevâkis mahiyet-i maddiyatın istidatsızlığından neş’eteder. Zât-ı Zülcelâl maddiyattan mücerrettir, münezzehdir.Hem kâinatın mâhiyât-i mümkinesinden neş’et eden evsaf

ve levâzımatından mukaddestir.

لي0س� كPم�ثل�ه� ش��ء# ج�ل8 ج�ال]له سب0ح�ان م�نN اختف��ل�ش�دة�ظهوره� سب0ح�ان م�نN اس0تتر� ل�ع�دمi ض�ده� سب0ح�ان

1م�ن�اح0تج�ب� باال2س0ب�اب ل�ع�ز8ت�ه�

1. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. Münezzehtir o Zât ki, şiddet-i zuhurundanihtifâ etmiştir. Münezzehtir o Zât ki, zıddı ve rakibi olmadığı için istitaretmiştir. Münezzehtir o Zât ki, esbabı izzetine perde yapmıştır.

S: Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan birtevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-iulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak,

vahdet-i kudret, yani 1موÇثر� ف�� ال:Pو�ن اFالE ال+*ه sonraال2

vahdet-i idare, sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudugörünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyeninmüteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez.Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayanbir ruh, vahdetü’l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüzeder. Dem vuranlar, Vâcibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazaretmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız birvücudu, belki bir mevcudu görmüşler.

1. Varlıkta Allah’tan başka müessir yoktur.

Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii

müşahede etmek, tarîk-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-iekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-ieşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudatta tecellî-iesmâ ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken,dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabirettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisinesıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu.Maddeperver hükemâ ve zaîfü’l-itikad ehl-i nazarınvahdetü’l-vücudu ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, tamamenbirbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:

Birincisi: Muhakkikîn-i sofiye, Vâcibü’l-Vücuda o kadarhasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyetvermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâretmişler. Hükemâ ve zaîfü’l-itikad olanlar, maddeye okadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki,fehm-i ulûhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeyekıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâulûhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabınaulûhiyetten istiğnâ etmek derecede tarik-i müteassifeyegirmişlerdir.

İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücudu,vahdetü’ş-şuhudu tazammun eder. İkincilerin, vahdetü’l-mevcudu tazammun eder.

Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerinnazarîdir.

Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ıtebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat

halka bakarlar.

Beşincisi: Birinciler, Hüdâperesttirler. İkinciler,hodperesttiler.

اي0ن� الثر6ى م�ن� الثر�ي8ا و�اي0ن� الض�ي�اء الس8اط�ع م�ن� الظلم�ة�1الدام�س�ة�

1. Serâ nerede, Süreyyâ nerede? Herşeyi gösteren ışık nerede, herşeyi örtüpsaklayan zulmet nerede?

TenvirMeselâ, küre-i arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük

cam parçalarından farz olunursa, herbiri başka hasiyetlelevnine ve cirmine ve şekline nispetle şemsden bir feyizalacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zâtı ve ne de ayn-ıziyasıdır. Hem de ziyanın temâsili ve elvân-ı seb’asınıntesâviri ve güneşin tecellîsi olan şu gûna-gûn ve rengârenkçiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri “Güneşbenim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.

آن خياال2ت�� ك�ه د�امi او�ل�ياس0ت ع�ك�س م�ه0روي�ان بوس0تاناس0ت 1خد

Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun meşrebi fark ve sahvdır.Ehl-i vahdetü’l-vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. Sâfimeşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

ات�ه� فاFنك م0 لن0 تفكÆروا ف�� اال2ءF ال+*ه� و�ال2 تفكÆروا ف�� ذ2تقدروا

ح�ق�يقة الم�ر0ءF لي0س� الم�ر0ء يدرك ه�ا فكPي0ف� كPي0ف�ي8ة الج�ب8ار

ذى الق�دمi هو� الذى اب0دع اال2شياء� و�انشا�ه�ا فكPي0ف�iالنس�م س0تح0دثم درك ه3ي

1. Evliyaya tuzak olan hayaller, ilâhî bahçelerin ay yüzlü güzellerininakisleridir.2. “Allah’ın nimetlerini tefekkür edin; Onun zâtını tefekkür etmeyin. Çünkübuna güç yettiremezsiniz.” El-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:262-263.3. “İnsan, kendi hakikatini dahi idrak etmekten âciz iken, herşeyden önce varolan ve herşeyi ceberutiyet-i mutlaka ile hükmü altında tutan Zâtı nasıl idrakedebilir? O Cebbâr-ı Zîkıdem ki, herşeyi ilk olarak yoktanyaratmış ve inşaetmiştir; sonradan var olup can bulanlar Onu nasılidrak etsin?” İmam-ı Ali’ye(r.a.) ait olduğu rivayet edilmektedir. bk. Dîvân u İmamı Ali, Beyrut.

Nokta’nın ikinci kısmı, haşir ve melâike ve beka-yı ruhaait olduğundan, bu hakikatleri kerametli Yirmi DokuzuncuSöz ve Onuncu Söz gayet parlak bir surette izah ettiğinden,onlara havale edilerek buraya derc edilmedi. Üçüncü kısımise, on dört dersten ibaret Nurun İlk Kapısı namıyla ayrıcaneşredildi.

Said Nursî

Münderecât hakkındaBu mühim mecmuanın cümle-i mukaddematından olan

bir “İ’lem” de:

“Bu risale, bazı âyât-ı Kur’âniyenin şuhudî bir nevitefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’ân-ı Hakîminbahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risaleninibaresindeki icmal ve îcaz ve fehmindeki zahirî müşkilât,sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalâa et, tâ ki 1

و�اال2ر0ض الس8م6و�ات ملك veله emsali tekrarat-ı

Kur’âniyenin sırrı sana açılsın.

1. “Göklerin ve yerin mülkiyeti Onundur.” Furkan Sûresi, 25:2.

Ey kàri! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları vemazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü,ben herbir burhana, herbir makam-ı mahsusta ihtiyaçhissettim. Harekât-ı cihâdiyem beni öyle bir mevkie ilcâediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapıaçmaya mecburkalıyordum. Çünkü, o dehşetli anda diğer açıkkapılaradönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ıacibede rastgeldiğim nurlara, delâlet etmek için değil,belki hatırlamak için işaretler koydum. Bazan büyük bir

nura bir işaret koyuyordum.”

“İlâ ahir” diye ne kadar güzel bir mukaddemeyi ve birhülâsayı, bu mecmua, adeta şifre gibi bir anahtarıkarilerine takdim ediyor.

Bu Mesnevî-i Nuriye’deki risalelerin isimleri Reşhalar,Katre, Hubab, Habbe şeklinde gidiyor. Eğer Katrerisalesinin âhirinde merhum Şeyh Safvet Efendinin yazdığıgibi, herbir risaleye bir takriz yazılsaydı, o merhumun “Bubir katre değil, bir bahrdır” dediği gibi biz de derdik:

“O bir lem’a değil, bir şemstir. O bir reşha değil, birbahrdır. O bir zühre değil, bir cinandır. O bir hubab değil,bir ummandır.”