47
mayıs/2018 somuncubaba 1 www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 211 • MAYIS 2018 • Fiyatı: 12 TL 00211 Kur’an ve Ramazan Ayı Osmanlı’yı ve Gaza Ruhunu İhya Eden Çelebi Mehmed Bir Maneviyat Ereni Sarı Saltuk Osmanlı’nın İkinci Kurucusu: Sultan Çelebi Mehmed M. Nihat MALKOÇ İsmail ÇOLAK Resul KESENCELİ Ramazan ALTINTAŞ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 211 ... · Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • may

    ıs/20

    18

    somuncubaba 1

    www.somuncubaba.net

    AYLIK

    İLİM K

    ÜLTÜ

    R V

    E EDEB

    İYAT DER

    GİSİ

    AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 211 • MAYIS 2018 • Fiyatı: 12 TL

    211

    0 0 2 1 1

    Kur’an veRamazan Ayı

    Osmanlı’yı ve Gaza Ruhunu İhya EdenÇelebi Mehmed

    Bir Maneviyat EreniSarı Saltuk

    Osmanlı’nınİkinci Kurucusu:Sultan Çelebi Mehmed

    M. Nihat MALKOÇ

    İsmail ÇOLAK

    Resul KESENCELİ

    Ramazan ALTINTAŞ

  • basyazı Bekir AYDOĞANÇELEBİ: ALLAH’A GÖNÜLDEN BAĞLI SULTAN

    Anadolu’da dil ve edebiyat sahasında Allah lafzı “Çalab” şeklinde telaffuz edildiğinden bu kelimeye nisbet “yâ”sı eklenerek, kelime “Çalabî” şeklinde söylenmeye başlanmış, “Çelebî” olarak yaygınlaşmış-tır. Mânâ itibariyle: “Allah’a yakın, Allah’a gönülden bağlı” gibi anlamları ifade etmektedir. İbn Batuta Anadolu’da bu kelimenin “efendi” manasına geldiğini söyler. Bazı Bizans kaynakları da “beyzade” an-lamına geldiğini belirterek bunu teyit ederler. Konuya başka bir cihetten bakıldığında Çelebi’nin, Allah yolunda her şeyini feda eden veya “sevgili” olarak nitelendirilen anlamlar taşıdığı da anlaşılır.

    Bunların hâricinde bu unvanı ilk olarak kullanan ise Mevlâna’nın evladı ve ahfadı olmuştur. Sultan Çe-lebi Mehmet de anne itibariyle Mevlânâ soyundan geldiği için bu unvanla irtibatlandırmak gayet tabiidir.

    Bu cümleden olmak üzere Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman, İsa, Mehmet ve Musa, “Çelebi” un-vanı ile anılmışlardır. Hatta Sultan I. Mehmet, Fetret Dönemi’ni başarıyla sona erdirip devletin başına geçtikten sonra bile bu unvanı kullanmaya devam etmiştir. Meseleyi, telif edilen birçok tarih kitabında da görmemiz mümkündür. İlmiye sınıfı için de kullanılan bu unvan; padişah evlatlarının oldukça iyi bir eğitim aldıklarını ve bunun yanı sıra dinî yönden de iyi bir şekilde desteklenip Allah’a bağlı insanlar ola-rak yetiştirildiklerini göstermektedir.

    Yıldırım Bayezid’in 1402 yılında Timur ile yaptığı Ankara Savaşı’ndan sonra esir düşmesiyle birlikte, şehzadeleri arasında uzun bir dönem devam edecek olan bir taht mücadelesi cereyan etmiştir. Nihayet küçük şehzade Çelebi Mehmet, Osmanlı Devleti’ni bir idare altında toplamayı başarmış ve bu zorlu mü-cadeleye son vermiştir. Çelebi Mehmet ve II. Murat Han Dönemlerinde, vezirlerin çoğalması ve bunlar-dan birinin vezir-i azam olması olayı, ilk defa gerçekleşmiştir.

    Yıldırım Bayezid zamanında ilk defa tuğralarda görülen han, Çelebi Mehmet döneminde de sikkelerin üzerine konmuştur. Kendi döneminde bastırmış olduğu sikkelerin üzerine, sultan ve han unvanlarının ikisini birden koyduran ilk devlet adamı da Çelebi Sultan Mehmet’tir.

    Sultan Mehmet’in, insanların yararına olan cami, medrese, imarethane gibi sosyal yardım kurumla-rının tesisine ağırlık vermesi, ayrıca bunlara gelir sağlaması için de vakıflar vücuda getirmesi onun bu lakabı almasının en önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Bunun hâricinde Çelebi Sultan Mehmet’in, Fetret Dönemi’ne girmiş ve yıkılmak üzere olan bir devleti ihya etmesi, böyle bir zamanda devletin ve dinin imdadına yetişmesi de, bu lakabın O’na neden verildiğini açık bir şekilde ifade etmesi açısından oldukça dikkate şayandır.

    Osmanlı Sultanları Allah için yaşamış, Allah için hayat sürüp, bu yolda canlarını feda etmişlerdir. Biz-ler de Allah için gayret gösterenlerin duacısıyız… Selam ile…

    ÇELEBI: A SULTAN DEEPLY ATTACHED TO ALLAHIn Anatolia, especially in literature, one of the names to refer to Allah is “Çalab”. This word, later on, took

    the suffix “ya” and became “Çalabi” and finally turned into “Çelebi” meaning “a person who is close and deeply attached to Allah’. This title was first given to the family members of Mawlana and since Mehmet Çelebi was matrilinearly from his family, he was also named after this title.

    Mehmet Çelebi is also known as the “second founder” of the Ottoman Empire as he reunified the dismembered Ottoman territories following the defeat of Ankara (1402).

    Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)

    Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1

    Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk

    Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

    Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa

    Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler

    Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN

    Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa

    Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi

    Musa TEKTAŞ

    Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1

    ISBN: 978-9944-774-43-7

    ISBN: 978-9944-774-46-8

    Bu RamazanBir Surenin Hafızı Olsak

    Halide YENEN

    Fâtıma Bint-i Esed (r.anhâ)N. Nida DURAN

    İyilik,Yardımlaşma,Ramazan Ahlâkı

    Sümeyye Büşra YILDIZ

    Çocukları TitizlikHastası mı Yapıyoruz?

    M. Emin KARABACAK

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

    www.somuncubaba.net

    Aile Eki

    ÇIKTI

    444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44 ma

    yıs/2

    018

    somuncubaba somuncubaba2 1

  • 444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

    ABONE İLETİŞİM HATTI

    KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

    Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

    Yıl: 24 Sayı: 211 - Mayıs 2018

    Basım Tarihi: 01 Mayıs 2018

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

    Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

    Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

    Musa TEKTAŞ

    Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71

    44700, Darende / MALATYA

    Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79

    www.somuncubaba.net • [email protected]

    Yapım

    www.grafiturk.com.tr

    Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

    Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.

    Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41

    Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00

    Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR

    Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

    Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

    Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

    Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

    İÇİNDEKİLER

    İsteyen de Âciz, İstenen de!

    Ali AKPINAR

    Ramazan ALTINTAŞ

    Kur’an ve Ramazan Ayı

    Nemrut gibi kibir ve azgınlıkta haddi aşanların, bir sivrisineğin musallat olmasıyla helâk olup gitmesi müstekbirler için ibretli bir tablodur.

    Ramazan ayı, mübârek Kur’an’ın doğum ayıdır. Bu ay, her Müslüman için, Kur’an’la yeniden irtibâtı kurmada bir mîlâd olmalıdır. Müslümanlar, mukâbele geleneğini devam ettirirken akıllarından çıkarmayacakları gerçekler vardır.

    Çelebi: Allah’a Gönülden Bağlı Sultan .............................1Bekir AYDOĞANİsteyen de Âciz, İstenen de! ..............................................6Ali AKPINARBana Müjdelesin ..................................................................11Muhsin İlyas SUBAŞIMuhammed Bâkî Billâh (k.s.) ............................................12Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEKOsmanlı’nın İkinci Kurucusu:Sultan Çelebi Mehmed .......................................................16M. Nihat MALKOÇKur’an ve Ramazan Ayı ......................................................22Ramazan ALTINTAŞDiyâr-ı Küfre Kalben Yakın OlmanınDoğurduğu Pişmanlıklar ....................................................26Musa TEKTAŞÇelebi Medmed Dönemi ve Şeyh Bedreddin İsyanı .....32Kadir ÖZKÖSESultan I. Mehmet Çelebi.....................................................37Halil GÖKKAYAOruca Kavuşmak .................................................................38Enbiya YILDIRIMOsmanlı’yı ve Gaza Ruhunu İhya Eden Çelebi Mehmed ....................................................................42İsmail ÇOLAKHata mı Fazilet mi? Bakış Açısına Göre Değişir ...............46Mustafa BAŞBir Maneviyat Ereni Sarı Saltuk .......................................48Resul KESENCELİİbrahim Tennûrî’nin Oruca Bakışı ....................................52Fatih ÇINARGenç Arkadaşlarıma Notlar:Sâde Yazmak Basit Yazmak Değildir ...............................56Bilal KEMİKLİAhmet Bîcan .........................................................................58 Muammer YILMAZHem Şair Hem Sultan I. Mehmed Çelebi .......................60Mustafa ÖZÇELİKDünden Yarına. ....................................................................63Bekir OĞUZBAŞARANDindarlığın Tanımı veDindarlık Algısındaki Farklılıklar ......................................64Abdullah KAHRAMANŞar Dağı Ayakdaşları ..........................................................68Vedat Ali TOKGülde Gönül Kokusu Var ....................................................71Celalettin KURTİslâm’ın Evrenselliği ve Güncellenme Meselesi ............72Mustafa KARABACAKGönül Dostlarının Dilinden Hatıralar. ..............................76Yusuf HALICIİdarecide Hangi Özellikler Bulunmalı? ...........................78Ali ÖZKANLIGönül mü Üstündür Kâbe mi? ..........................................80Ömer Faruk YİĞİTEROLGüzel Ülkem; Türkiye’m .....................................................83Hanifi KARARamazan Ayına Girerken ...................................................84Mukadder Arif YÜKSELVahdeti Gör, Gel Sana Dön!.. .............................................87Rıfat ARAZ

    M. Nihat MALKOÇ

    Enbiya YILDIRIM

    Osmanlı’nın İkinci Kurucusu:Sultan Çelebi Mehmed

    Oruca Kavuşmak

    Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed (Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı’nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir.

    Ramazan’ın güzelliklerinden birisi de, orucu akşamleyin sağlık ve âfiyet içerisinde tamamladıktan sonra önüne konulan nimetlere elini uzatmadan önce duâ etmektir.

    Sarı Saltuk ismi ölümünden yıllar sonra bile Osmanlı topraklarında anılır olmuş. Unutulamamış, Osmanlı sultanları gittikleri her seferde onun ismiyle karşılaşır olmuşlar.

    Resul KESENCELİ

    Bir Maneviyat Ereni Sarı Saltuk

    06

    16

    22

    38

    48

  • Şeyh Hamid-i Velî Minberinden HutbelerYüzdokuzuncu Hutbe

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

    Ey Cemâat-i Müslimîn, Ey Allah’ın Kulları!

    Müjdeler olsun ki saadet ayına gufran ve rahmet ayına kavuşuyoruz. Allah’a şükürler olsun ki mübarek Ramazan ayını bizlere yine gösterdi. Bu günlere bu aylara erişmek her kula nasîb olmayan büyük bir nimettir. Geçen sene bu nîmete ermiş nice mü’minler vardır ki onları bu sene aramızda göremiyoruz. Bizim bu mübarek aya tekrar erişmemiz ne büyük bir nimettir. Ramazan-ı Şerîf çok feyizli çok bereketli bir aydır. Çünkü insanlara hidâyet yolunu gösteren Kur’ân-ı Kerîm ilk önce bu mübarek ayda inmeye başlamış, dünyayı kaplayan zulmet bulutları bu ayda sıyrılmıştır. Bu ayda Allah (c.c)’ın rahmet deryası taşar. Bu ayda Allah (c.c)’ın mağfiret nuru bütün tevhid âlemîni aydınlatır. Bu ay gündüz oruçlarıyla, gece terâvihleriyle, sahurlarıyla insanlara başka bir neş’e, başka bir zevk verir. Böyle bir aya tekrar erişmek elbette büyük hem de en büyük bir nîmet ol-maz mı? Lakin iş nîmete kavuşmak değil nîmetin kıymetini bilmektir. Kadri bilinmeyen nîmetin fâidesi yoktur.

    Ey Müminler! Ey Ramazan-ı Şerîf’e tekrar kavuşan Müslümanlar!

    Bu nîmetin şükrünü ödeyebilmek için bu mübarek ayı gündüzlerini oruçla, gecelerini teravihle geçirmek lâzımdır. Bu mübarek ayda oruç tutmayı, Allah, erkeklik kadınlık ça-ğına gelmiş her mü’mine farz kılmıştır. Ramazan-ı Şerîf’te oruç tutmak bunların hepsi için borçtur. Sıhhati yerinde olanların bu borcu ödemeleri lâzımdır. Oruç Allah (c.c)’ın emri olduğu için bunu her mümin bir vazîfe olarak yapması lâzımdır. Vazîfeye bağlı olmak bunu iktizâ eder. Her nîmetin kendisine göre bir şükrü vardır. Ramazan’ın şükrü de böyle ödenir. Onun kadri böyle bilinir. Bununla beraber orucun çok büyük hikmetleri ruhî kuvvetlerimizin terbiyesi, irâdemizin takviyesi, nefse hâkimiyetin temini gibi pek mühim kaideleri de vardır. Binâenaleyh Ramazan-ı Şerîf’te oruç tutan bir adam hem Allah (c.c)’ın emrini yerine getirmiş, Allah (c.c)’ın rahmet ve mağfiretini kazanmış, hem nîmetin şükrünü ödemiş, hem de ruhu ve bedeni pek çok menfaatler elde etmiş olur.

    Ey Cemâat-i Müslimîn!

    Bilmiş olunuz ki dinler taarruzdan masundur. Hissiyât-ı diniyye asla rencîde edile-mez. Herkes ibâdetinde serbesttir. Asıl Müslüman o kimsedir ki, eliyle, diliyle, işiyle hiç-bir kimseyi incitmez; herkesin en ufak bir hakkına, en basit hislerine varıncaya kadar hürmet etmeyi kendisine borç bilir. İnsanların kalbine ve kalıbına bakmamak, birlikte yaşadığımız kimselerin itikat ve ibâdetlerini herhangi bir suretle tezyîf ve tahkîr etme-mek bizim için dinî, medenî ve içtimaî borçtur. Her Müslüman bu borcunu da ödemeli, karşısındakilerin dinî hislerini rencide edecek sözlerden, hareketlerden son derece sa-kınmalıdır.

    Ey Müslümanlar!

    Birkaç gün sonra bizi şeref-i kudûmüyle şereflendirecek ve sevindirecek olan bu mübarek aya şimdiden hazırlanmalıyız. Nasıl Ramazan yaklaşınca evlerimizde mergûb sevimli bir hareket başlar, her taraf silinir, temizlenir, herkes kudretine göre ve her zamandan ziyâde ev erzakını, ev eksiklerini alır tamamlar. Hakîkaten bu en güzel âdetlerimizdendir. Fakat benim bildireceğim hazırlık bundan daha mühimdir. Böyle zahirî hazırlık değil, ruhî ve şuûrî bir hazırlıktır.

  • Temsil, teşbih, örnekleme edebî sanat-lardan olup hem sözün güzelleşmesini sağlar hem de anlamayı kolaylaştırır. Sonsuz merhamet ve lütuf sahibi olan Allah,

    kitabını kullarının zevkle okumaları ve kolay

    anlamaları için gerektiğinde bu sanatları da

    kullanmıştır. İman edenler, Yüce Allah’ın verdiği

    bu örnekler üzerinde derinlemesine düşünürler,

    onlardaki hikmetleri ve mesajları alırlar. Önyar-

    gı ile hareket eden inkârcılar ise bunları anla-

    mak istemezler ve anlayamazlar. Sonuçta ibret

    alıp doğru yolu bulmak ve doğru yolda kalmak

    için verilen örnekler, onların inkâr ve sapkınlık-

    larını artırır.

    Yüce Rabbimizin kitabında verdiği bu çarpıcı

    örneklerden ikisi de şu âyetlerde geçer:

    “Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi

    onu dinleyin: ‘Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız

    bir araya gelseler, bir sinek bile yaratama-

    yacaklardır. Sinek onlardan bir şey

    kapsa, onu kurtaramazlar;

    isteyen de, istenen

    de âciz!”1

    “Allah sivrisineği ve onun üstününü misal ola-

    rak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rable-

    rinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler

    ise ‘Allah bu misalle neyi murâd etti?’ derler, O,

    bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola

    getirir. Onunla saptırdığı yalnız fâsıklardır.”2

    İlk âyette Yüce Allah, bütün insanlığa sesle-

    nerek bu çarpıcı örneği verdiğini bildirmektedir.

    Evet, Kur’ân’ın mesajı bütün insanlığadır. Ona

    inanan mü’minler olarak onun mesajını bütün

    insanlığa ulaştırmak bizim görevimizdir. Geç-

    mişte mü’minler bu görevlerini yerine getirdi-

    ler ve Kur’ân’ın mesajını bütün insanlığa ulaş-

    tırabilmek için koşturdular. Şimdilerde ise bu

    kutlu görev, bugünün Müslümanları olan bizleri

    beklemektedir.

    Hiçbir Şey Boşuna ve Anlamsız Değildir

    İnkârcıların yağmur, bulut, örümcek gibi ör-

    nekleri ileri sürerek, “Allah böyle basit şeyleri

    niçin örnek verir ki?” demeleri üzerine, “Gerek-

    tiğinde sivrisineği, hatta onun ötesinde daha

    küçük yahut daha büyük ve önemsiz şeyleri bile

    örnek verir.” denilerek bu düşünce reddedilmiş-

    tir. Müşrikler ve Yahudiler, Kur’ân’daki bu

    misallere gülüyorlar, “Bu basit bö-

    cekleri Allah niye örnek ve-

    riyor?” diyorlardı.

    Onlar bil-

    mi-

    İsteyen de Âciz, İstenen de!

    “Nemrut gibi kibir ve azgınlıkta haddi aşanların, bir sivrisineğin musallat olmasıyla helâk olup gitmesi

    müstekbirler için ibretli bir tablodur.”

    İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba6 7

  • yorlardı ki Yüce Yaratıcı’nın yarattığı hiçbir şey

    boşuna ve anlamsız değildi, o küçücük şeyler-

    de sayısız hikmetler ve dersler vardı. Onlar bu

    varlıkları küçümsüyorlardı, oysa onlar üzerinde

    birazcık düşünseler o küçücük varlıklarda ne

    büyük sırların olduğunu anlayacaklardı. Yüce

    Allah, o küçücük varlıkları, hatta onlardan daha

    küçüklerini yaratmaktan çekinmemişti ki, on-

    ları örnek göstermekten çekinsin! Aslında ilâhî

    kudret o minicik varlıklara, devâsâ varlıkların

    pek çok özelliğini yerleştirmişti. Koskoca filin

    devâsâ hortumu gibi, sivrisineğe de kan emici

    bir incecik hortum yerleştirmişti. Düşünen akıl

    sahipleri için bunda sayısız ibretler vardı.

    Hayat kitabı Kur’ân, hayatın içerisinden ve

    herkesin görüp-düşünüp anlayabileceği misal-

    ler verir. Çünkü o, apaçık kitaptır, anlaşılmak

    için insanlığa gelmiştir. Karasinek ve sivrisinek

    örneği de öyledir.

    İnsanlar Kur’ân’ın Misalleri Üzerinde Derinlemesine Düşünmeli

    Kur’ân’ın verdiği örnekler, her seviyedeki her

    insan için farklı mesajlar içerir. Sıradan bir insan

    da seviyesine göre ondan bir şeyler anlar, dona-

    nımlı bir insan da. İnsanlar Kur’ân’ın misalleri üze-

    rinde derinlemesine düşündükçe, farklı açılardan

    baktıkça ondan çok daha derin hikmetler/nükte-

    ler/mesajlar çıkarabilirler. Bunları gören akıl sa-

    hipleri şöyle derler: “Rabb’imiz! Sen bunu boşuna

    yaratmadın, Senin şânın yücedir!”3 Yaratılanlar

    karşısında mü’minler böyle derken inkârcılar da

    bunların anlamsız olduğunu söylerler: “Göğü, yeri

    ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık.

    Bunun boşuna olduğu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay

    ateşe uğrayacak inkârcıların haline!”

    Âyetlerde karasinek (zübâb) ve sivrisinek

    (baûza) misal olarak verilmiştir. Her iki canlı da

    insanın yaşadığı her yerde bulunabilen ve insanı

    yakından ilgilendiren hayvanlardır. Çoğu zaman

    basite aldığımız, bizi rahatsız ettiklerinde zarar-

    lı haşerat olarak gördüğümüz hayvanlardır si-

    nekler. Ancak bu hayvanlar görünüş ve küçücük

    yapılarına rağmen çok karmaşık işler görürler.

    Bir kere bu küçücük yaratıklara, bu kadar

    mahâretli organın yerleştirilmiş olması başlı

    başına bir yaratılış harikasıdır. Dişilerini, kanat

    seslerinden tanıyan sivrisinekler… Anne sivrisi-

    neklerin yumurtalarını bırakacakları uygun ısı

    ve nemli ortamı bulmak için uzun yürüyüşler

    gerçekleştirmeleri… Uygun hava şartlarını bula-

    bilmek için yumurtlamayı geciktirebilen sivrisi-

    nekler… Kanatları, antenleri, emme hortumları,

    bacakları ve sair organlarıyla sivrisinekler… Bir

    seferinde ağırlıklarından fazla kan emebilen si-

    nekler… Saniyede beş yüz defa kanat çırparak

    uçma tekniğine sahip olan böcekler…

    Bütün bu ve benzer özellikleriyle sivrisinek-

    ler Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretini, mini-

    cik halleriyle haykıran yaratıklardır. O küçücük

    varlıklarda selim akıl sahipleri için çok büyük

    mesajlar vardır. İnsanlık tarihinde bu küçücük

    varlıklar insanları meşgul etmiş, uğraştırmış,

    hatta bazı zamanlar onların helâkine bile sebep

    olabilmişlerdir. Pek çok salgın hastalıklarda si-

    neklerin etkisi bilinen bir husustur. Yine Nemrut

    gibi kibir ve azgınlıkta haddi aşanların, bir sivri-

    sineğin musallat olmasıyla helâk olup gitmesi

    müstekbirler için ibretli bir tablodur. Ancak si-

    neklerin bir kısım zararlı şeyleri tüketerek, bit-

    kiler arasında gerçekleştirdikleri iletişimde pek

    çok faydalı işleri de yerine getirdikleri bir ger-

    çektir.

    Yaratma ve Yoktan Var Etme Yalnızca Yüce Allah’a Aittir

    Diğer pek çok canlı gibi sinekler de

    Rabb’imizin şu âyetlerinde açıkladığı hakikatin

    tecellî ettiği varlıklardır. “Yeryüzünde yaşayan

    bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir.”4, “Nice

    canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemez-

    ler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, işitir ve

    bilir.”5 Onları eşsiz özellikte yaratan Rabb’imiz,

    onların rızıklarını da onlara farklı şekillerde su-

    narak varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır.

    Yaratma ve yoktan var etme yalnızca Yüce

    Allah’a aittir. O’ndan başka hiç kimse bir şeyi

    yoktan var edemez, yaratamaz. Bir kudsî hadis-

    te Rabb’imiz şöyle buyurur: “Benim yarattığım

    gibi yaratmayı iddia edenden daha haksız kim

    “ Sivrisinekler Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretini, minicik halleriyle haykıran yaratıklardır. O küçücük varlıklarda selim akıl sahipleri için çok büyük mesajlar vardır.”

    “Hayat kitabı Kur’ân, hayatın içerisinden ve herkesin görüp-düşünüp anlayabileceği misaller verir. Çünkü o, apaçık kitaptır, anlaşılmak için insanlığa gelmiştir. Karasinek ve sivrisinek örneği de öyledir.”

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba8 9

  • Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

    1. 22/Hac, 73.2. 2/Bakara, 26.3. 3/Âl-i İmrân, 191.4. 11/Hûd, 6.5. 29/Ankebût, 60.6. Buharî, Libas 56; Müslim, Libas 100; Ahmed, II, 232, 259,

    391, 451, 527.

    vardır? O halde benim yarattığım gibi bir zerre

    veya bir sinek, ya da bir arpa tanesi yaratsınlar

    da göreyim!”6

    Yüce Rabb’imiz, çok farklı hacim, şekil ve

    özellikte varlıklar yaratarak erişilmez kudretini

    bizlere gösteriyor ve bunlarla tanrılık davasına

    kalkanlara meydan okuyor. “Gücünüz yetiyorsa

    onların bir benzerini var edin. O küçücük var-

    lıklar sizden bir şey alıp kaçsalar, gücünüz ye-

    tiyorsa onların aldıklarını onlardan geri alın.

    Sözgelimi o küçücük sinekler, sizin kanınızı emip

    kaçsalar, onların peşine düşün ve o emdikleri

    kanlarınızı geri alın. Bunu siz de yapamazsınız,

    taptığınız putlarınız da yapamazlar. Bu o sinek-

    lerin çok güçlü varlıklar olduklarından değil,

    sizin ne kadar güçsüz ve âciz olduğunuzdandır.

    İsteyen de âciz, istenen de. İsteyen de güçsüz,

    istenen de!”

    İman veya inkâr, hidâyet veya sapma, ha-

    yır veya şerden birini seçen insandır, insanın

    seçtiğini yaratan ise tek yaratıcı olan Allah’tır.

    Kâinatta var olan her şey, Yüce Yaratıcı’nın var-

    lığına ve birliğine delildir. Her insanın eğilimi

    farklı farklıdır. Kâinattaki irili ufaklı, çok farklı

    varlıklar her insanın farklı eğilimlerine hitap

    eder ve onu hakikate davet eder. Yeter ki insan,

    çevresindeki varlıklara ibret gözüyle bakabilsin,

    onların üzerinde biraz kafa yorabilsin. Elbette

    bu mesajları gönül ve baş gözleri açık olanlar

    alabileceklerdir. Hakikate gözlerini ve kulakları-

    nı kapatanlar ise bu mesajlardan mahrum kala-

    caklardır. Böyleleri için Yüce Yaratıcı da hidâyet

    bahşetmeyecektir. Çünkü O, hidâyeti hak eden-

    ler için halk eder. Doğru yolu bulma veya sap-

    ma, seçim ve tercih yönünden kula (insana) ait-

    tir, yaratma yönünden ise Allah’a aittir.

    “Yüce Rabb’imiz, çok farklı hacim, şekil ve özellikte varlıklar yaratarak erişilmez kudretini bizlere gösteriyor ve bunlarla tanrılık davasına kalkanlara meydan okuyor.”

    Ne eşya kuşatsın dört tarafımı,Ne ölüm korkusu olsun gönlümde,Bana müjdelesin artık safımı,Bir umut mahşeri, rengi gülümde...

    Kanatsın ruhumu telaşı dünün,Olmasın kaygısı, yarının, dünün,Tutsağı olmuşum çağıran yönün,Beni benden alan tadı balımda...

    Bu yolun bu ufka koştuğu gibi,Bu aşkın bu dağı aştığı gibi,Bu ruhun bu sese taştığı gibi,Bestesi çalınsın her gün dilimde!..

    Muhsin İlyas SUBAŞI

    Bana Müjdelesin

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba10 11

  • Muhammed Bâkî Billâh Kabilî Nakşbendî,

    971/1564’te babasının Semerkand’dan gelip

    yerleştiği bugünkü Afganistan’ın Kabil kentinde

    doğdu. Babası yaşadığı bölgede güzel ahlâkı ile

    tanınan Kadı Abdusselâm Halacî Semerkandî,

    annesi ise Nakşbendiyye silsilesinden Ubey-

    dullah Ahrâr’ın soyundan bir hanımefendidir.

    İlk eğitimini dönemin meşhur âlimlerinden biri

    olan Mevlânâ Sâdık Halvaî’den aldı. O, eğitim

    sürecinde oldukça edepli ve çalışkan tavrıyla

    hocasının takdirini kazandı. Hocasının Kabil’den

    Semerkand’a göç etmesiyle birlikte eğitimini ta-

    mamlamak arzusunda olan Bâkî Billâh (k.s.) da

    onun yanında gitti. O, daha talebelik yıllarından

    itibaren tasavvufî düşünce ve hayata ilgi duydu.

    Dünyevî meşguliyetlerden kendisini alıkoyup

    mütevazı ve zahidçe bir hayat sürdürmekteydi.

    Sürekli ibadet ve taatle mânevî yapısını geliştir-

    meye gayret ediyordu. Onun bu mânevî hayatı

    yaşama arzusu benliğini kaplayınca zâhirî ilim-

    lere dair eğitimini yarıda bırakarak tasavvufî

    terbiyeye yönelmesine sebep oldu. Bâkî Billâh

    (k.s.)’ın zâhirî ilimleri tahsiline ara vermesine

    üzülen bir büyük zât ona hitaben şöyle demiş-

    tir: “Eğer Hazret-i Hâcemiz birkaç gün daha ilim

    mütalaası ile meşgul olup kemâl ve ikmâl sahibi

    olsalardı ne güzel olurdu.”

    Bu sözlerden onun öğretme icazeti alma

    aşamasındayken ilim tahsilini bıraktığı anlaşıl-

    maktadır. Dahası o, tasavvufî terbiyeyi o kadar

    derin arzuyla istiyordu ki bu uğurda artık son

    aşamasına geldiği ilim tahsilini bıraktı. Tasavvufî

    arayışlarına başlayan Bâkî Billâh (k.s.), mânevî

    alanda taleplerine cevap olması için çeşitli tari-

    katlardan kendini ispat etmiş birçok şeyhe inti-

    sap ederek onların telkinlerini tecrübe etti.

    Bâkî Billâh (k.s.), tasavvufî terbiye almak

    üzere ilk olarak Yeseviyye şeyhlerinden Şeyh

    İftihar’a ve daha sonra aynı tarikatın bir başka

    halifesi Emir Abdullah Belhî’ye intisap etti. Adı

    geçen şahısların gözetiminde belli bir müddet

    sülûkuna devam etmesine rağmen bu konudaki

    kararını yeterli bulmayarak Nakşbendiyye’nin

    Kasânî kolu şeyhlerinden Ubeyd Kabilî’ye mü-

    racaat edip kendisine ders vermesini istedi.

    Tasavvufî neşvede arayışlarını sürdüren

    Bâkî Billâh (k.s.), bir gece rüyasında Bahâeddîn

    Nakşbend’i görüp ondan feyz aldı. Daha son-

    ra o, Ubeydullah Ahrâr’ın ruhaniyetinden al-

    dığını belirttiği bir işaretle Keşmir, Lahor ve

    Mâverâünnehir bölgelerine gitti. Hatta Bâkî

    Billâh (k.s.)’ın tasavvufla alâkalı kafasına takılan

    iki sorunun cevabını ararken rüyasında gördü-

    ğü Ubeydullah Ahrâr’ın ona “Bu sorunlarını kim

    çözerse senin şeyhin odur.” dediği rivayet edil-

    mektedir.

    Zaten belli bir seviyede tasavvufî yapıya sa-

    hip olan Bâkî Billâh (k.s.) aradığını İmkenegî’de

    bulduğunu anladı. Onun, İmkenegî’nin gözeti-

    minde üç gün üç gece halvette kaldığı ve bu yo-

    ğun tecrübeden sonra hilafet icazeti aldığı riva-

    yet edilmektedir. Şeyhi kendisine Hint bölgesine

    giderek orada halkı irşad etmesini istedi. Ancak

    henüz kendisini bu anlamda yeterli görmediğini

    söyleyen Bâkî Billâh (k.s.) affını talep etti. Şeyhi-

    nin tavsiyesiyle son kararı vermek üzere o gece

    istihareye yattı. Rüyasında tam karşısında du-

    ran bir papağan gördü ve içinden “Bu papağan

    gelip elime konarsa Hint bölgesine gitmem be-

    nim için hayırlı olacak.” diye düşündü. Bu sırada

    papağanın gelip eline konduğunu, ağzından çı-

    kardığı suyu onun gagasına akıttığını ve onunla

    konuşmaya başladığını gördü. O, gördüğü bu rü-

    yasını şeyhine anlattı. İmkenegî, rüyada görülen

    bu papağanın Hint bölgesini temsil eden bir kuş

    olduğunu, orada Bâkî Billâh (k.s.)’ın kendisinden

    MuhammedBâkî Billâh (k.s.)

    Hat: Emre ÖZDEMİR

    ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**

    “Tasavvuf yolunda ilerlemek, güzel ahlâk sahibi olmaktır. Bu büyük nimet ve saadet elde edildiği zaman asıl hedefe varılır.”

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba12 13

  • yüksek düzeyde bir kişinin feyz alacağını ve do-

    layısıyla bu görevin onun için hayırlara vesile

    olacağını belirterek ona şöyle dedi: “Sizin işiniz

    Allahu Teâlâ’nın yardımı ve bu yolun büyükleri-

    nin ruhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar

    Hindistan’a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin

    sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Be-

    reket ve terbiyenizle orada sizden çok istifade

    edip büyük işler yapanlar gelecek.”

    İmkenegî’nin bu yorumuna saygı gösterip

    emrini yerine getirmek üzere hareket eden

    Bâkî Billâh (k.s.) önce Lahor’a gitti ve oradan

    Delhi’ye geçerek burada bir tekke kurdu. Kısa

    sürede ün yapan bu tekke etrafında kalabalık

    halk kitleleri Nakşbendî terbiyeyi almak üzere

    oraya akın etti.

    Bâkî Billâh (k.s.) yaklaşık iki yıl tekkesinde

    kendisine intisap eden müridlerini irşada de-

    vam etti. Tekkeye gelen müridlerin yemeklerini

    ve ekmeklerini annesi hazırlardı. Annesinin ar-

    tık bu işleri yapamaz hâle geldiğini fark edince

    bir hizmetçi görevlendirdi. Oğlunun bu uygula-

    masını duyan annesi yaptığı işten haz aldığını

    belirterek şöyle dedi: “Bilmiyorum ne kabahat

    ettim ki, Allahu Teâlâ beni bu hizmetten mah-

    rum eyledi. Yaptığım en iyi iş, o hazrete ve tale-

    belerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da

    benden aldılar.”

    Annesinin bu sözlerini duyan Bâkî Billâh

    (k.s.), onun gönlünü hoş edecek şekilde bir müd-

    det daha ona müsaade etti.

    Bâkî Billâh (k.s.), tekkesine yoğun bir şekilde

    rağbet eden insanları irşad ederken hasta oldu.

    Hastalığı süresince tekkedeki irşad görevini ha-

    lifelerinden Ahmed Sirhindî’ye verdi. Bâkî Billâh

    (k.s.), daha kırk yaşında iken 25 Cemaziyelahir

    1012/30 Kasım 1603’te Delhi’de vefat etti ve

    bugün Nebi Kerim Mahallesi olarak bilinen yer-

    de Kademgâh mevkiine defnedildi. Kademgâh,

    bu bölgede Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ayak bastı-

    ğına inanılan bir yerdi.

    Bâkî Billâh (k.s.), çok merhametli ve zarif

    bir kişiliğe sahipti. Dünya malına tamah etme-

    yi sevmeyen, kanaatkâr, zâhid ve âbid bir zâttı.

    Kur’an-ı Kerim okumaya, ibadetleri hakkıyla ye-

    rine getirmeye, zikre ve murakabeye çok önem

    verirdi. O, kendi sûfî anlayışında Kur’an-ı Kerim

    ve sünnete uymayı esas aldığını belirterek mü-

    ridlerine bu çizgiden hiçbir zaman sapmamala-

    rını, tasavvufî edeb ve erkâna riayet etmelerini

    öğütlerdi. Büyük zâtların sözlerine önem ver-

    melerini istediği müridlerinin ilim ve irfan ehliy-

    le arkadaş olmalarını tavsiye ederdi: “Kalbinde

    marifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, ar-

    kadaşlık yapma. İlmini mevki, makam ve övün-

    mek için vesile eden âlimlerden aslandan kaçar

    gibi kaçın… Cahil tarikatçılardan sakının.”

    Onun kişiliği tasavvufî anlayışıyla özdeşleş-

    mişti. Bu hâl rüyasında gördüğü Muhammed

    Parsa’nın ona yönelik şu öğüdünü hayat düstu-

    ru edinmesinden kaynaklanmaktaydı: “Tasavvuf

    yolunda ilerlemek, güzel ahlâk sahibi olmaktır.

    Bu büyük nimet ve saadet elde edildiği zaman

    asıl hedefe varılır.” Netice itibariyle ona göre

    genelde Müslüman ve özelde sûfî olmanın en

    büyük göstergesi güzel ahlâktır.

    Bâkî Billâh (k.s.), az sayılabilecek bir süre zar-

    fında şeyhlik yapmasına rağmen insanların yo-

    ğun ilgisine mazhar olup birçok mürid ve halife

    yetiştirmiştir. Onun rehberlik edip görev verdiği

    halifeleri vasıtasıyla Nakşbendîlik Müslümanla-

    rın yaşadığı pek çok bölgeye yayılmıştır. Onun

    halifelerinden İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufî

    düşünceleri pek çok Müslüman tarafından be-

    nimsenmiş ve günümüze kadar etkisi devam

    etmiştir. Bugün de ülkemizde düşünceleri ve

    eserleriyle tanınan bir zâttır.

    Bâkî Billâh (k.s.), diğer pek çok Nakşbendî

    şeyhi gibi İslâmî kaynaklara ve temel hükümlere

    bağlanmayı kendine düstur edinmişti. Özellikle

    Kur’an-ı Kerim okumaya, onun hükümlerine sa-

    rılmaya ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine

    uygun bir hayatı sürdürmeye çok önem ver-

    Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

    1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 315-325. sayfalarından özetlenmiştir.

    mekteydi. Özünü Kur’an-ı Kerim’in emirleri ve

    sünnetin düsturları oluşturmayan bir tasavvufî

    hayatın vuslata erdirmede yetersiz kalacağını

    belirtmekteydi. Ona göre Kur’an-ı Kerim’i oku-

    mak ve onu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bakışıyla

    anlamak gerekir. Vera sahibi bir zât olan Bâkî

    Billâh (k.s.), amelî konularda fıkıh âlimlerinin

    eserlerine başvururdu.

    Dünya malına tamah etmenin insanlara

    getireceği mânevî zararlara işaret eden Bâkî

    Billâh (k.s.), hem kendisi bu hususta dikkatli

    davranmakta hem de müridlerinin kendisi gibi

    hareket etmelerini öğütlemekteydi. Çünkü dün-

    ya sevgisi veya dünyevî zevkler kalbi kaplayın-

    ca Allah (c.c.) ile bağı zayıflar. Bu sebeple kalp

    dünyevî alâkalardan kurtarılmalı ve Allah (c.c.)’a

    yöneltilmelidir.

    Tevazu Bâkî Billâh (k.s.)’ın mânevî hayatının

    ayrılmaz bir unsuru hâlindeydi. O, sürekli kendi

    hallerini gizler ve insanlara alçakgönüllü davra-

    nırdı. İnsanların eksikliklerini araştırmak yerine

    kendi kusurlarını dile getirmeyi tercih ederdi.

    Gösteriş, riya ve kibirden uzak durmak onun

    temel özelliklerindendi. Yanına gelenlere teva-

    zusundan dolayı kendinin kusurlu olduğunu bu

    sebeple ondan daha ehliyetli ve kâmil birini reh-

    ber edinmelerini öğütlerdi. Onun bu davranışla-

    rıyla bir melam(et)î yaklaşıma sahip olduğunu

    söylemek mümkündür. O, seleflerinin hâllerin

    gizli kalması tavsiyesine samimiyetle uymuştur.

    Bâkî Billâh (k.s.), müridlerinin hallerine ve

    kabiliyetlerine göre telkinlerde bulunurdu. Hafî/

    sessiz zikre çok önem verir, semâ ve deveran

    yaptırmazdı. Onun müridlerini nazar yoluyla ir-

    şadı zikredilmesi gereken önemli bir özelliğidir.

    Bakışı çok etkili olurdu. Bir kez baktığı veya te-

    veccüh ettiği insan hemen bundan etkilenir ve

    kendinden geçerdi. Bu yönüyle tam bir hâl eh-

    liydi. Bu durumun hikmeti kendisine sorulunca,

    insanlara şefkatinden dolayı onları yormadan

    teveccühle feyz aktardığını ifade etmiştir.

    Bâkî Billâh (k.s.) sanki merhamet âbidesiydi.

    Bütün canlılara merhametle muamele eder-

    di. Memleketinde kıtlık başgösterdiği günlerde

    kendisine getirilen yiyecekleri kabul etmeyerek

    insanların açlıktan öldükleri bir dönemde yemek

    yemenin uygun olmayacağını belirterek günler-

    ce riyazet yaptı. Bir menkıbede anlatılanlar onun

    hayvanlara ne kadar merhametli davrandığını

    göstermektedir. Buna göre Bâkî Billâh (k.s.) so-

    ğuk bir kış gecesi ihtiyaç için yatağından kalkarak

    odasından çıktı. Geriye döndüğünde yatağında

    uykuya dalmış bir kedi gördü. Kediyi rahatsız et-

    memek için sabaha kadar oturup bekledi.

    Bâkî Billah insanlarda kusur aramanın bir

    eksiklik olduğunu ifade ederdi. Talebelerinin

    yaptıkları hatalar ve işledikleri günahlar ona

    aktarılınca bunları kendine hamlederek kusur

    ve eksikliğin onları terbiye edende olduğunu

    belirtip sorumluluğu üzerine alırdı. Bu tür du-

    rumların terbiye verici konumunda olan kendisi

    gibi zâtların görevlerini tam bir şekilde yerine

    getirmemelerinden kaynaklandığına dikkat çe-

    kerdi. Çünkü bu tür hataları yapan insanlara

    doğruların neler olduğu öğretilmeli ve onların

    güzel ahlâk sahibi olmaları sağlanmalıdır. Söz

    konusu bu görevi yapması gereken insanların

    ilk sırasında onların mürşidliğini üstlenen zâtlar

    gelmektedir. Dolayısıyla ona göre müridlerin

    sorumluluğu şeyhlere ait olup onların gerekli

    tedbirleri alması lazımdır.

    Bâkî Billah zorunlu durumlar dışında sürek-

    li abdestli bir şekilde bulunmaya dikkat ederdi.

    Abdestli olarak iş yapmanın pek çok bereketlere

    vesile olacağına dikkat çekerek bunu etrafında-

    kilere tavsiye ederdi. Çünkü ona göre abdest

    bir koruma zırhı gibidir. Aynı zamanda o, Allah

    (c.c.)’ı hatırda tutmanın en etkili vasıtalarından

    biridir.

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba14 15

  • Bir cihan devleti olarak dünyaya merha-metin ve adaletin ne olduğunu öğreten Osmanlı Devleti’nde 36 padişah tahta oturmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Çele-bi Mehmed’dir. Osmanlı Devleti’nin ikinci ku-rucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed (Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı’nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. Babası Yıldırım Bâyezîd, annesi ise Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’dur. Osmanlı’nın beşin-ci padişahı olarak tarihî kayıtlara ge-çen Çelebi Mehmed’in çocukluğu Bursa’da geçmiştir.1413-1421 yılları arasında sekiz yıl Os-manlı tahtında kalmıştır. Çele-bi Mehmed’in erkek çocukla-

    rı Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed Çelebi, Yusuf Çelebi, Mahmud Çelebi, Kasım Çelebi, Orhan Çelebi’dir. 12 tane olduğu söylenen kız çocuklarından bazıları İnci Hatun, Selçuk Hatun, Sultan Hatun, Hatice Hatun, Fatma Hatun, Haf-sa Hatun, İlaldı Hatun, Ayşe Hatun’dur.

    Sultan I. Mehmed (Çelebi) eğitimini Bursa ve Edirne Saraylarında tamamlamıştır. Amasyalı Sofi Bâyezîd ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza’dan

    eğitim almıştır. İsminde yer alan “Çelebi” kelimesi, oku-ma yazma bilen, medrese veya dengi bir kurumda eği-tim görmüş kişiler için kul-lanılan bir ifadedir.

    Tarihçilerin ifadelerine göre Çelebi Sultan Meh-med, orta boylu, yuvarlak yüzlü, çatık kaşlı, beyaz ten-

    OSMANLI PADİŞAHLARI M. Nihat MALKOÇ

    “Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed (Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı’nın ilk başkenti olan Edirne’de

    dünyaya gelmiştir.”

    Osmanlı’nın İkinci Kurucusu:

    Sultan Çelebi Mehmed

    Foto: Orhan Dinç

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba16 17

  • li, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli

    bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu.

    Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişleri çekerdi.

    Padişahlığı müddetince bizzat 24 muharebe-

    de bulunmuş ve savaşlar sırasında kırka yakın

    yara almıştı. Sık sık güreştiği için halk kendisine

    “Pehlivan Çelebi” ismini vermişti.

    Mehmed Çelebi tek padişah olarak önce,

    Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvar-

    lar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı’nda kaldı.

    Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçile-

    ri kabul etti ve devletin üst kademelerine ken-

    di görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh

    Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle

    İznik’e sürüldü ve yerine Sünnî ulemanın seç-

    tiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de

    Anadolu’ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi ta-

    rafından Bizans’tan alınan Selanik ve Konstan-

    tinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans’a

    geri verildi.

    Şair Ruhlu Bir Padişah

    Osmanlı Devleti’nde padişahların önemli bir

    kısmı aynı zamanda şairdir. Yani onlar devletin

    yanında, sözlerin de sultanıdırlar. Bunlar ara-sında “Muhibbî” mahlasıyla bir divan oluştura-cak kadar şiir yazan Kanunî Sultan Süleyman’ı, “Avnî” mahlaslı Fatih Sultan Mehmed’i, “Muradî” mahlaslı II. Murad’ı, “Adlî” mahlaslı II. Bâyezîd’i, “Selimî” mahlaslı II. Selim’i, “Cihangir” mahlaslı III. Mustafa’yı, “İlhamî” mahlaslı III. Selim’i saya-biliriz. Bunların yanında Sultan Çelebi Mehmed de bazen şiir söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan şu şiiri onun üstün takvasını, Cenab-ı Hakk’a karşı güçlü imanını göstermektedir: “Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!/Erenlerden duâ vü himmet iste!/Çalup dîn aşkına udvâne şimşir,/Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!/Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;//Bu deşne çeşmesinden şer-bet iste!/Geçenden geç, demür taşdan sakınma,/Demüri mahv idenden kuvvet iste!/Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,/Adûyı arsadan sür vüs’at iste!”

    Fetret Devri’nin Karanlığından Aydınlığa Çıkış

    Fetret Devri, Yıldırım Bâyezîd’in 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşmesiyle, altı oğlundan dördünün yaptığı taht kavgalarıyla

    geçen 1402-1413 yılları arasındaki döneme ve-rilen addır. Bu döneme “Bunalım Devri” ya da “Fâsıla-i Saltanat” adı da verilmektedir. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları İsa Çelebi, Çelebi Mehmet, Musa Çelebi ve Emir Süleyman arasında geçen taht kavgaları sonucunda dağılmış olan Osman-lı birliği Çelebi Mehmet (1. Mehmet) tarafından tekrar sağlanmıştır. Böylece 5 Temmuz 1413 yılında 11 yıl süren fetret devri; yani bunalım devri kapanmış oldu. Çelebi Mehmet Osmanlıla-rın tek padişahı olarak kaldı. Dört kardeşin taht için yaptıkları ölüm kalım savaşlarının sonunda, olgun kişiliği ile Çelebi Mehmet galip gelmiştir. Bunun sebebi Anadolu kültürü ile yetişmesi ve çok yönlü bir kişi olmasıdır. Ankara Savaşı’ndan sonra parçalanmış, çökmüş ve morali kaybol-muş devletin toparlanması Çelebi Mehmet sa-yesinde mümkün olmuştur.

    Çelebi Mehmet, Ankara Savaşı’ndan sonra parçalanan Osmanlı topraklarını yeniden bir idare altında birleştirmek için Fetret Devri’nde (1402-1413) kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler ile mücadele etti. En son 1413’te Ça-murlu mevkiinde Musa Çelebi kuvvetlerini boz-guna uğrattıktan sonra Edirne’de tahta çıktı.

    Böylece Osmanlı Devleti’ni karşılaştığı bu büyük bunalımdan kurtararak devletin birliğini sağla-yan Çelebi Sultan Mehmed, ilk olarak elden çı-kan toprakları geri almaya çalıştı.

    Çelebi Mehmed 1414’te Anadolu üzerine yürüyerek Aydınoğlu Cüneyd Bey’in elinden Ka-yacık, Nif ve İzmir’i aldı. Karamanoğulları’na ait Konya’yı muhasara etti ise de İkinci Mehmet’in af dilemesi ve tabiiyetini arz etmesi üzerine barış yapıldı. Ancak Karamanoğlu’nun sözünde dur-maması üzerine Sultan Mehmed, bu şehri ikinci defa kuşatarak zapt etti (1415). Daha sonra ya-pılan antlaşmayla Konya’yı Karamanoğulları’na bırakan Sultan, Beypazarı, Sivrihisar, Akşehir, Yalvaç ve Beyşehir kalelerini ülkesine kattı.

    Bundan sonra, evvelce Musa Çelebi ile birleşe-rek kendisine karşı hareket eden ve vergisini de göndermeyen Eflak Beyi Mirça üzerine yürüyen Sultan, onu Yer-Göğü’nde mağlup etti. Mirça, üç yıllık vergisini ödediği gibi, oğlunu da rehin ola-rak bıraktı. Rumeli’den dönüşünde Candaroğul-ları üzerine yürüdü. Tosya, Çankırı ve Kalecik’i ele geçirdi. 1416 ve 1420’de ilk defa Tuna Irmağı’nın kuzeyine geçerek Basarabya’ya girdi.

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba18 19

  • Çelebi Mehmed Hakkında Söylenenler

    “Birinci Mehmed’i, tavırlarına, hareketlerin-de sürate, vakarına ait övgülerin hepsinin fev-kine yükselten şeyi, Osmanlı müverrihleri gibi Bizans müverrihleri tarafından da adaleti, şef-kati, civanmertliği, dostluğunda sebatı, gerek Türkler gerek Rumlar için hayırhahlığı hakkında herkesin birleştiği şahadettir.” (Halkondil)

    “Çelebi Mehmed yalnız Türklere değil Hıristi-yanlara da iyilikle muamele etmiş ve can u gö-nülden hisleriyle fikrinin genişliği ve ahlâkının güzelliği birbirine uygun düşmüştür.” (Dukas)

    “Bütün hayatı müddetince Bizans İmparatoru’nun sadık müttefiki, Türkmen asile-rinin korkunç düşmanı, Osmanlı saltanatı tah-tının şanlı dayanağı, Osmanlı müverrihlerinin tabirince, Tatar tufanının tehlikeye düşürdüğü devlet gemisini kurtaran Nuh idi.” (Hammer)

    “Padişahlık süresi sekiz yıldan beş gün eksik idi. Güzel huyu ve şefkatli tutumuyla her yanda şöhret yapmıştı. Âdet edindiği şekilde dileyen-lere nafakalar dağıtır, her Cuma günü fukarayı doyurur, ihtiyaç sahiplerine gereken yardımı ya-

    par, hesapsız hediyelerle kırık gönülleri sevin-dirirdi. Allahu Teâlâ şanlarını yüce etsin, Hare-meyn (Mekke ve Medine)’de konuklayanlara her yıl sayıya gelmeyecek ölçüde mal gönderirdi.” (Hoca Sadeddin Efendi)

    İlim ve Kültür Sevdalısı Bir Padişah

    Osmanlı’yı Fetret Dönemi’nden çıkaran, bu yüzden de Osmanlı’nın ikinci kurucusu olarak anılan Çelebi Mehmed imar faaliyetlerine de çok önem vermiştir. Birçok eserin inşasında çok önemli rolü olmuştur. O, aynı zamanda kültüre ve ilme de çok değer vermiştir. Tarihçi Ahmet Şimşirgil bu konuda şunları söylemektedir:

    “Çelebi Mehmed, siyasî başarılarının yanı sıra imar ve kültür faaliyetlerine de büyük önem vermiştir. Bursa, Edirne ve Amasya’da pek çok eser yaptırmıştır. Bursa’da Yeşil Cami adıyla tanınan mabedi gerek inşaatında kullanı-lan mermerlerin nadirliği gerekse onu süsleyen oymaların zarafeti itibariyle şehrin başlıca şa-heserlerinden biridir. Bu caminin karşısına yük-sekçe bir mevkide kendi türbesini yaptırdı. Tür-benin karşısına düşen medresesi bugün müze haline getirilmiştir. Bunlardan başka Edirne’de Emir Süleyman tarafından inşasına başlanan

    ve Musa Çelebi tarafından devam ettirilen Ulu Cami’nin tamamlanması ona nasip oldu. Bu ca-miye vakıf olmak üzere Edirne’deki bedesteni yaptırdı. Oğlu Şehzade Kasım bu caminin bah-çesinde medfundur.

    Çelebi Mehmed ilim adamlarını himaye ve teşvik ederdi. Onlara karşı hürmetkâr ve cö-mertti. Bu itibarla kısa süren hükümdarlığı döneminde namına muhtelif mevzularda eser-ler yazılmıştır. Devrin en güzide ilim adamları arasında İbni Arabşah, Abdurrahman Merzifonî, Molla Sarı Yakup, Molla Kara Yakup, Kafiyeci Muhyiddin, Kadı Feyzullah ve Rükneddin Ah-med sayılabilir.”

    Şeyh Bedreddin İsyanı’nın Bastırılması

    Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç ha-disesi hiç şüphesiz ki Şeyh Mahmut Bedrettin isyanıdır. İslâm’a uymayan fikirlerini halk ara-sında yayan Şeyh Bedreddin’in çıkardığı isyan kısa sürede Karaburun’dan Amasya’ya kadar yayıldı. Ancak ülkeye tek başına hâkim olduğu günden beri Şeyh Bedreddin’in hareketlerini dikkatle takip eden Sultan Mehmet, Şeyh’in ve taraftarlarının başlattığı bu ayaklanmayı za-manında bastırmaya muvaffak oldu. Yakalanan Şeyh Bedrettin İslâm âlimlerinin fetvası üzerine idam edildi.

    Bu dönemde isyanlar Çelebi Mehmed’in ya-kasını bir türlü bırakmadı. Çelebi Mehmed aynı yıl Rumeli’de taht mücadelesine giren ve Düz-mece Mustafa olarak da bilinen kardeşi Mus-tafa Çelebi’yi yenilgiye uğrattı. Mustafa Çelebi kaçarak Bizans İmparatoru’na sığındı. Daha sonra Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmed Çelebi Ankara’da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey’in hekimi Mevlâna Si-nan (Şair Şeyhî) tarafından tedavi edildi ve Sul-tan kendisini tedavi eden Şeyhî’yi ödüllendirdi. Şeyhî bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçla-rı olarak başından geçenleri Harnâme adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bi-linmektedir.

    Çelebi Mehmed’in Ebediyete İrtihali

    Sultan Mehmed Çelebi 26 Mayıs 1421’de

    Edirne’de bir sürek avı sırasında at sırtında felç

    oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Vezi-

    riazam Amasyalı Bâyezîd Paşa ve vezirleri İvaz

    Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa’yı çağırıp “Tez

    oğlum Murad’ı getirin. Ben bu döşekten kal-

    kamam. Murad gelmeden ölürsem fitne çıkar.

    Tedarik görün, ölümümü gizleyin.” vasiyetinde

    bulundu. En çok Selanik’te bulunan Düzmece

    Mustafa’dan çekinilerek, Amasya’da vali olan

    Murad’ın Bursa’ya ulaşmasına kadar 42 gün

    ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları ara-

    sında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Duru-

    mundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güç-

    lükle önlenen askerleri yatıştırmak için askere

    geçit yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cese-

    dine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pen-

    cere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı

    rivayet edilir. II. Murad Bursa’ya gelip tahta çık-

    masından sonra cenazesi Edirne’den Bursa’ya

    götürülerek Yeşil Türbe’ye defnedildi.

    Çelebi Mehmed’in rahatsızlanıp yatağa düş-

    tüğünde, devlet adamlarından oğlu Murad’ı ça-

    ğırmalarını istemesini ve onlara yaptığı vasiyeti

    yine Hoca Sadeddin Efendi şu mısralarla nak-

    letmektedir:

    Ayak çekti hükümet kapısından

    Soyundu padişahlık hırkasından

    Gördü ki bu dünya bir boş mekândır

    Su üstüne kurulmuş bir binadır

    Bu tarlaya kerem tohumunu ekti

    Dâr-ı karara doğru niyetlendi

    Güzel adını yazıp koydu cihanda

    Keremden el çekmedi bir zamanda

    Güven, huzur idi çünkü dileği

    Sultan Murad’a ısmarladı yerini

    Vasiyeti bu oldu o, şah gelsin

    Üstünlük göğünün ayı yükselsin

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba20 21

  • Kur’anve Ramazan Ayı

    “Ramazan ayı, mübârek Kur’an’ın doğum ayıdır. Bu ay, her Müslüman için, Kur’an’la yeniden irtibâtı kurmada bir mîlâd olmalıdır. Müslümanlar, mukâbele geleneğini devam ettirirken akıllarından çıkarmayacakları gerçekler vardır.”

    İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*

    Mübârek Ramazan ayına anlam katan; in-sanlara doğru yolu gösteren, doğruluğun belgelerini içinde taşıyan ve hakla bâtılı birbirinden ayıran Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inme-ye başlamasıdır. Nitekim bir âyette şöyle anlatılır: “(O sayılı günler), insanlar için bir hidâyet rehberi, doğru yolun ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ula-şırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.”1 Bu âyette geçtiği gibi mübârek Ramazan ayı ile Kur’an-ı Kerim arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur’an-ı Kerim, ilk defa levh-i mahfûzdan dünya semâsına, oradan da mîlâdî 610 yılında Rama-zan ayının yirmi yedinci gecesi itibariyle Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’e Hira Mağarası’nda inmeye baş-lamıştır. Gelen ilk âyetler Alak Suresi’nin ilk beş âyetidir. Bundan sonra İslâm’ın Mekke ve Medine Dönemlerinde 23 yıl içerisinde peyderpey inerek tamamlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in tedrîcî olarak peyderpey inzâli, onun anlaşılmasını ve uygulan-masını kolaylaştırmıştır.

    Kur’an-ı Kerim, Allah’ın iradesinin insana söz şeklindeki ifadesidir. Kur’an, Allah’ın sözüdür. Onu okumak, onu anlamak ve hayatımızda anlam-landırmak Allah’la konuşmak ve O’nunla iletişim kurmak mânâsına gelir. İşte Müslümanlar, her Ramazan ayı geldiği zaman hem Kur’an’ın bu ayda inişini yâd etmek, onu anlamak ve mânevî anlamda onun rûhânî etkilerinden istifade etmek için evlerinde, iş yerlerinde ve özellikle camilerde baştan sona okuma biçimi olan mukâbele sünne-tini ihyâ ederler. Elbette bunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu tavsiyesinin büyük payı vardır: “Biriniz Rabbi ile konuşmayı seviyorsa Kur’an okusun.”2

    Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’i koruma yolla-rından birisi hafızlık geleneğini ihyâ etmek, bir diğeri de yazıya geçirmektir. Bunun her ikisi de İslâm’ın ilk günlerinden başlamak üzere Müslü-man toplumlarda uygulanmıştır ve hâlâ da uygu-lanmaktadır. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden itibaren Kur’an’ın ezberlenmesi yolunda hâfızlık müessesesi başlatılmış, bu çaba Yüce Allah’ın izni ve inâyetiyle kıyamete kadar

    ümmet tarafından sürdürülecektir. Kur’an’ın ez-berlenmesinin teşvik edilmesi, doğrudan naslara dayanmaktadır: Nitekim bir rivâyetten öğrendiği-miz kadarıyla Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ümmetimin en şereflileri ‘hameletü’l-Kur’an’, yani, Kur’an’ı çok okuyan ve ezberleyenler, gece kalkıp ibadet yapan-lardır.” buyurmuştur.3 Bütün beşerî çabalarla bir-likte nihâyetinde Yüce Yaratıcı onun korunmasını bizzat üzerine almıştır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucusu da elbette Biziz.”4 Bu ilâhî beyan onun korunmuşluğu konusunda mü’minler için en büyük güvencedir. Tarih de bu-nun canlı şahididir.

    Kur’an-ı Kerim’in İndiriliş Gayesi

    Kur’an-ı Kerim’i okumak da bir ibadettir. Kur’an okumayı özendirme husûsunda Hz. Peygamber (s.a.v.) bir rivâyette şöyle buyurmuşlardır: “Gözün ibadetten nasîbini verin. Bu Kur’an’a bakmak ve hayret edici (kevnî konularla ilgili) âyetleri üzerinde düşünmektir.”5 Bu rivâyette iki konu üzerinde du-rulmaktadır. İlki, Kur’an’ı yüzünden okumak, diğe-ri ise, onu anlamaya çalışmaktır. Özellikle, Allah’ın varlık delillerini anlattığı gerek eşya ve gerekse insan hakkındaki âyetlerin anlamları üzerinde se-bep-sonuç ilişkilerine bağlı derin tefekkürlere da-yalı sonuçlar çıkarmamız istenmektedir. Elbette Kur’an bir bilim kitabı değil, hidâyet kitabıdır. Ama o ilimden de kopuk değildir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim, ilmî sonuçlar çıkarmayı, ilim adamlarına bırakır. Meselâ Yüce Allah Hz. Nuh (a.s.)’a “Gemi yap!” emrini bir bilgi türü olan vahiyle indirirken, bilgiyi teknolojiye dönüştürme işini insana bırak-mıştır. Kur’an’ın ilimle ilişkisini bu bağlamda de-ğerlendirmemiz gerekir. Yoksa Kur’an’da tabiat ve pozitif ilimler alanında formül aramak boşunadır. Onun iniş gayesi, hidâyettir.

    Yine bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde Kur’an’ın indiriliş amacını çok veciz bir şekilde belirtir ve burada gözden kaçırılmama-sı gereken çok önemli bir ayrıntıya, noktaya deği-nir: “Kur’an’ı okuyunuz ve onunla amel ediniz. Onu okumaktan uzak kalmayınız. Ona yakışmayan yorum ve tevillerle haddi aşmayınız. Onu vâsıta yaparak menfaat temin etmeyiniz. Onunla dünya-lığınızı çoğaltmaya çalışmayınız.”6

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba22 23

  • Dikkat edilirse bu hadiste bir takım emir ve ne-hiy cinsinden uyarılar göze çarpmaktadır. Bu uya-rılardan şu sonuçları çıkarabiliriz: İlki, salt Kur’an okumak değil, onu anlamaya çalışarak, hayatı an-lamlı kılmaktır. Yukarıda geçen bu rivâyette, onu anlamaya ve yorumlamaya çalışırken ilmî usul-den koparak, Kur’an’ın rûhuyla ve dil kurallarıy-la bağdaşmayacak kişisel ve mezhebî sonuçlara meşrûiyet kazandırma adına mânevî tahrîfe git-menin tehlikelerine işaret edilmektedir. Kur’an’ı anlama yolunda ilmî birikime sahip olmayanlar, salt mealle yetinmemeli, ilim çevrelerinde mute-ber kabul edilen bir müfessirin tefsirinden okuma-lıdırlar. Salt mealden Kur’an anlaşılmaz. İkincisi, yine bu rivâyette çok önemli bir meseleye de par-mak basıldığını görüyoruz. O da, “Kur’an’ı vâsıta yaparak menfaat temin etmek” sorunu. Maalesef bunun birçok istismar şekilleri vardır. Meselâ özel-likle büyük kentlerimizin mezarlıklarında Kur’an okumayı bilmeyen, ama Kur’an’ı gelir sağlamada vâsıta olarak kullanan, insanların dinî duygularını istismâr eden birçok kimselere rastlanmaktadır. Yine okunmuş hatim ve Yâsîn satanlar da bir baş-ka şekilde Kur’an’ı menfaat vâsıtası yapmaktır. Bu ve benzeri konularda insanlarımızın duyarlı olma-sı gerekir.

    Kur’an-ı Kerim sıradan bir kitap değil, Allah indinden gelen ve O’nun ilâhî sözlerini içeren mübârek bir kitaptır. Maddî ve mânevî temizlik yapıldıktan sonra tefekkürle okunmalıdır. Kur’an’a yaklaşırken, sıradan bir kitap olmadığını düşün-meliyiz. O, kendisini, “Kendisinde şüphe olmayan bir Kitab” olarak tanımlamaktadır.7 Kur’an’la

    meşgul olurken bu ayrıntıyı aklımızdan çıkarma-malıyız. Onu, ne aşırı derecede ihtirâm göstere-ceğiz diye hayatımızdan soyutlayalım, ne de aşırı derecede indirgemeci bir yaklaşımla kutsallıktan arındırarak sıra dışı bir kitap haline getirelim. Ona olması gereken değeri verelim. İşte o zaman bu ilâhî kitap bize envârını ve esrârını açacaktır.

    Kur’an-ı Kerim, kendisini, “Bütün insanlar için yol gösterici bir kitap” olarak tanımlamıştır.8 Kur’an’ın bu şekilde nitelendirilmesi, Hz. Peygam-ber (s.a.v.)’in bütün insanlara gönderilmiş olma-sıyla mümkündür. Onu anlamada nebevî mesajın önemi büyüktür. Çünkü Kitab’ın içeriği onun tara-fından bize iletilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünneti Kur’an’ın rehberliğinde teşekkül ettiğine göre, nebevî mesajın evrenselliğini Kur’an’dan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Kur’an küllî hükümleri içerir. Bu hükümlerin geniş açık-laması nebevî sünnet sâyesinde olur. Kur’an’ın lafzı ve mânâsı Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından bize iletilmiş ve açıklanmıştır. Kur’an’da emredi-len namaz, zekât, oruç vb. gibi buyrukları geniş bir şekilde açıklamak ancak sünnetle sağlanabilir. Kaldı ki, İslâm’ın, toplumların hayatında dindarlık olarak görünürlüğü, nebevî sünnete dayanır. Çün-kü nebevî sünnet, vahyin peygamberin hayatında ete-kemiğe bürünmesi halidir. Dinî uygulamalar-dan mîmârîye, sanattan edebiyata, yemek kültü-ründen kıyâfete, musikîden güzel yazıya, spordan eğlenceye vb. varıncaya kadar sünnetin belirleyi-ciliğini görmek mümkündür. Dünya Müslümanla-rının birliğini sağlamada nebevî sünnet önemli bir yer işgal eder.

    Kur’an’ı Anlamada Yöntem Nasıl Olmalıdır?

    İyi bir Kur’an okuyucusu, eğer ondan istifade etmek istiyorsa şu kurallara uymalıdır: Kur’an okurken; dil, kalb ve akıl üçlüsü, sıkı bir ilişki ha-linde olmalıdır. Dil âyetlerin lafzını kalbe gönde-rirken; kalb de bu âyetlerin anlamlarını akla gön-dererek tesirini akıl ışığı altında yansıtır. Bir başka anlatışla, dil âyetlerin lafızlarını telaffuz ederken anlamını kalbe yansıtmalı, kalb de, anlamlardan sebep-sonuç ilişkileri ve hüküm değerleri çıkarma-da beyinle, akılla doğrudan bir irtibâta geçmelidir. Hz. Ali’nin dediği gibi: “İçinde anlayış bulunmayan ibadette hayır olmadığı gibi, üzerinde tefekkür ve tedebbür bulunmayan okumada da hayır yok-tur.”9 Dinî düşüncenin yeniden teşekkülünde fikrî ekzersizler yapan geçen yüzyılın büyük düşünürü Muhammed İkbal’in dediği gibi, her insan, sanki Kur’an, ilk defa kendisine nâzil oluyormuşçasına okumalıdır. İşte o zaman Kur’an, sırlarını kişiye açacaktır. Çünkü Kur’an, Yüce Allah’ın ziyâfet sof-rası gibidir. Bu ziyâfet sofrasından istifâde etme-de okuma ve yaşama el ele vermelidir. Yaşama olmadan bizzat Kur’an kendisini okuyanları, rûz-i mahşerde Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecektir.10 O halde Kur’an bizden şikâyetçi değil, şefâatçi ola-cak bir düzeyde onu anlamaya ve hayatımızda an-lamlandırmaya çalışalım. Bunun yolu da ihlâs ve samimiyetle okur-yaşar olmaktan geçmektedir.

    Unutmayalım ki, Kur’an’ın muhâtabı dirilerdir. Kur’an’ın indiriliş amaçlarından birisi de yaşayan-ları uyarmaktır.11 Bu, ölüler için okunmaz anlamı-na gelmez. O, ölü olan kalpleri diriltmek, kullanıl-mayan, işlevsiz hale gelmiş olan akıllara işlevsellik kazandırmak için indirilmiştir. Akıl ve kalp koordi-natlarını iyi kuranlar, gerçek mânâda Kur’an’dan istifâde etmeyi bilenlerdir. Nasıl ki Kur’an’ın nüzûl tarihinde meydana gelen “inkıtâ-i vahiy/vah-yin belli bir süre kesilmesi” ruhsal anlamda Hz. Peygamber (s.a.v.)’i olumsuz yönde etkilemişse, Kur’an’ı anlama noktasında ertelenecek bir dav-ranış da bizim zihin ve gönül dünyamızda benzer mânevî gerilimlere yol açacaktır. Zira Kur’an hem tertîl üzere okunacak ve hem de okunan âyetler üzerinde derinlikli tedebbür, tefekkür ve tezekkür faaliyetleri sürdürülecektir. Bu anlamda Kur’an’la

    bağı kesik olan mü’minlerin durumu, nefes darlı-ğı çeken bir hastanın oksijen tüpünden mahrum olmasına benzer. Kur’an’ı anlama çabası, bir nevi yolda olmak, yola koyulmak çabasıdır.

    Sonuç olarak, Ramazan ayı, mübârek Kur’an’ın doğum ayıdır. Bu ay, her Müslüman için, Kur’an’la yeniden irtibâtı kurmada bir mîlâd olmalıdır. Müs-lümanlar, mukâbele geleneğini devam ettirirken akıllarından çıkarmayacakları gerçekler vardır. Her Kur’an sevdâlısı, Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın sözü olduğunu unutmamalıdır. Onun her tavsiye ve hükmü, emir ve yasakları, onda bulunan helal ve haramlarla ilgili hükümler, bizim yararımıza-dır. Bu sebeple Kur’an’ın Allah katından geldiğine iman eden bir mü’min, onun verdiği her bilgi ve haberin doğruluğuna, hükümlerinin her zaman ve mekânda uygulanabilirliğine yürekten inan-malıdır. Kur’ân, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemine ait bir kitap değil, varlığını ve rehber-liğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları aşan ve kucaklayan evrensel bir kitaptır. Kur’ân, zamanın geçmesiyle eskiyen değil, daima tazeli-ğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil, daima ileriye götüren; ilim, teknik ve gelişmelerle çatışan değil, örtüşen ve kucaklaşan bir kitaptır. Emir ve yasakları, helal ve haramları, hüküm ve tavsiyeleri, öğüt ve ilkeleri, misal ve kıssaları, va’d ve vaîdleri, geçmişe, geleceğe, Allah’a, insana ve diğer varlıklara dair bildirdiği gerçekler, bilgiler ve tanımlar, zamanın geçmesiyle değişmez ve değe-rini yitirmez.12

    Ne mutlu bütün bu uyarı ve tavsiyeleri dikkate alarak bir yaşam kılavuzu olan Kur’an’a sarılanla-ra!..

    Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ1. 2/Bakara, 185.2. Münâvî, Hadislerle İslâm, I, 248 (360).3. Münâvî, a.g.e., I, 248 (360).4. 15/Hicr, 9. 5. Münâvî, a.g.e., I, 561 (1161).6. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 428-444.7. 2/Bakara, 2.8. Bkz. 3/Âl-i İmrân, 4; 17/İsrâ, 9–10.9. Bu mealde olan şu âyete bakınız. 47/Muhammed, 24.10. Bkz. 25/Furkân, 30.11. Bkz. 36/Yâsîn, 6. 12. Bkz. 18/Kehf, 27; 6/En’âm, 115.

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba24 25

  • İman, Hz. Muhammed(s.a.v.)’e ve onun getir-diklerine inanmak iken, onun zıddı olan küfür ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i ve onun getirdik-lerini inkâr etmektir.

    Küfür; Sevgili Peygamberimiz’in din adına

    tebliğ ettiği konularda onu tasdik etmemek,

    onaylamamak anlamında bir terimdir. Küfür;

    örtmek, gizlemek, nankörlük etmektir. Fıtratın

    gereğini yerine getirmemek, hakikatleri kabul

    etmemek suretiyle inkâra düşmektir. Diğer

    bir ifade ile münkir olmaktır. Dîvân-ı Hulûsî-i

    Dârendevî’deki bir beytte, ehl-i küfrün nankör-

    lük edip, Allah’tan yüz çevirdiğini, iman ehlinin

    ise ilâhî vaatlere yöneldiği beyan edilir:

    Neden gösterdin ehl-i küfrü senden yüz çevirmişler

    Neler va’detdin îmân ehline kim ermeden dön-

    mez1

    Kur’an’ın ifadesiyle, kâfirler; Allah’ı inkâr

    eden, O’nun yolundan yüz çeviren, O’na ortak is-

    nat ederek şirke düşen kimselerdir. Yine kâfirler,

    O’nun âyetlerini peygamberlerini, Kur’an’ı, me-

    lekleri, öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti red-

    dedenlerdir.2

    Küfür ehlinin yaşadığı, küfürle idare edilen

    yerlere diyâr-ı küfür denir. Aslında bu kavram-

    la, İslâm’ın karşıtı olan insanların hayat alanı

    ve hayat tarzı da kastedilir. Modern dünyanın

    gelişmiş ülkeleri diye bize takdim edilen “Batı

    medeniyeti” aslında kelimenin tam karşılığıdır.

    İslâm düşmanlarının Doğu medeniyeti karşısın-

    da inşa etmeye çalıştıkları beldelere, devletlere

    kalbî yakınlık duymak iman açısından tehlikeli-

    dir. Teknolojik, stratejik ve devletlerarası yakın-

    lık haricinde kurulabilecek yakınlık ve dostluk

    anlayışının bizlere neye mâl olduğunu hepimiz

    biliyoruz. O açıdan Es-Seyyid Osman Hulûsi

    Efendi Hazretleri’nin şu beyti bize bu hakikati

    hatırlatıyor:

    Biz yakın olduğumuz müddetçe diyâr-ı küfre

    Türlü zahmetler doğar türlü nedâmetler gelir3

    Ehl-i Küfre Benzemeye Çalışmaktan Sakınmak

    İbn-i Ömer (r.a.) teşebbüh/benzemek hak-

    kında şöyle buyururlar: “Bir kimse müşriklerin

    arzına ev bina edip, onların bayramlarına katıl-

    mak suretiyle onlara benzerse, o kimse kıyamet

    günü onlarla beraber haşrolunur.”4

    Bu mübarek kelamın bir nevi açıklama-

    sını İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sanî

    Hazretleri’nin Mektûbât’ından okuyalım: “İki

    dini tasdik eden dahi, şirk ehlinden sayılır. İslâm

    hükümleri ile küfrü bir araya getirmeye te-

    şebbüs eden dahi müşriktir. Hâlbuki küfürden

    teberri etmek/uzaklaşmak şirk şaibelerinden

    sakınmak tevhiddir. Hinduların büyük bildikle-

    ri günlere tazim, Yahudilerce bilinen âdetlere

    uymak, küfrü icap ettirir. Nitekim ehl-i İslâm’ın

    cahilleri, bilhassa kadınlar, küffarın belli gün-

    lerindeki küfür merasimini icra etmektedirler.

    Bunları, kendileri için de bayram kabul edip,

    kızlarının ve kardeşlerinin evlerine onlar gibi

    hediyeler yollarlar. Böylelikle o merasime tam

    manası ile itina ederler.”5

    Diyâr-ı Küfre Kalben Yakın Olmanın

    Doğurduğu Pişmanlıklar

    Biz yakın olduğumuz müddetçe diyâr-ı küfre Türlü zahmetler doğar türlü nedâmetler gelir

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

    EDEBİYAT Musa TEKTAŞ

    “Modern dünyanın gelişmiş ülkeleri diye bize takdim edilen ‘Batı medeniyeti’ aslında kelimenin tam karşılığıdır. İslâm düşmanlarının Doğu medeniyeti karşısında inşa etmeye çalıştıkları beldelere, devletlere kalbî yakınlık duymak iman açısından tehlikelidir. Teknolojik, stratejik ve devletlerarası yakınlık haricinde kurulabilecek yakınlık ve dostluk anlayışının bizlere neye mâl olduğunu hepimiz biliyoruz.”

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba26 27

  • madın mı?’ dedi. Ben de ‘Dini onun olsun. Ben

    onun kâtipliğinden istifade ediyorum.’ dedim.

    Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: ‘Allah onla-

    rı alçaltmışken siz onlara değer vermeyin. Allah

    onları hain ilan etmişken onlara güvenmeyin.

    Allah onları uzaklaştırmışken, onları kendinize

    yaklaştırmayın.”

    Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî (k.s.) şöyle der:

    “Şam’da Müslüman erkek ve kadınların Hıristi-

    yanları dost edindiğini, onlara yumuşak davran-

    dıklarını, çocuklarını kiliseye götürdüklerini ve

    üzerlerine teberrüken vaftiz suyu serptiklerini

    gördüm. Allah korusun bu küfürdür. Vaftiz suyu,

    Hıristiyanların çocuklarını batırıp yıkadıkları

    sarı bir sudur. Bununla çocuklarının temizlen-

    diğine ve bunun sünnet (hitan) gibi olduğuna

    inanırlar.”8

    İmam Muhammed şöyle der: “İçki ve do-

    muz hâriç Müslümanlara yasakladığım her şeyi

    müşrike de yasaklarım. Fakat kâfirlerin, çarşıla-

    ra açıkça içki ve domuz getirmeleri men edilir.

    Çünkü bu Müslümanları hafife almaktır. Hâlbuki

    Müslümanlar onlarla kendilerini küçük düşür-

    mek hafife aldırmak için anlaşma yapmamıştır.”

    Küfür Ehli Zulmettedir

    Yine İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin

    Mektûbât’ının 1. cildinin 266. mektubunda

    geçen bir metni okuyalım: “Bir defasında, bir

    hastanın ziyaretine gittim. Ölümü yaklaşmıştı.

    Haline teveccüh ettiğim zaman gördüm ki kalbi

    şiddetli zulmet içinde. Her ne kadar bu zulmetin

    kalkması için teveccüh ettiysem de kalkmadı.

    Çokça teveccühten sonra bilindi ki, bu zulmet-

    ler, kendisinde saklı duran küfür sıfatındandır.

    Bu sıkıntıların menşei dahi küfür ehli ile dost

    geçinip durmasıdır. Bundan sonra belli oldu ki

    bu zulmetlerin def’i için teveccüh yerinde bir

    iş değildir. Zira onun bu zulmetlerden temiz-

    lenmesi cehennem azabına kalmıştır ki küfrün

    cezası da odur. Ve bana malum oldu ki, onda

    imandan bir zerre miktarı mevcuttur ve bunun

    bereketiyle cehennemde ebedî kalmaktan kur-

    tulacaktır.”

    Her dönemde ortaya çıkabilecek bu tehlikeli

    gidişatı önlemek için İmam-ı Rabbanî Hazretle-

    ri küfrün şiarı olan işlerden kaçınmayı iman ile

    ilişkilendirerek şöyle der:

    “Öyle ise imanı gerçek anlamda elde edebil-

    mek için küfürden uzak durmak gerekir. Bunun

    en alt düzeyi kalben uzak durmak, en üst düzeyi

    de hem kalben hem de bedenen uzak durmak-

    tır. Uzak durmak aynı zamanda Allahu Teâlâ’nın

    Kâfirden Dost Olmaz

    Yüce Rabb’imiz şöyle buyuruyor: “Ey iman

    edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinme-

    yin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin

    tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar,

    onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna

    yol göstermez.”6

    Rivayet edildiğine göre Ubâde b. Sâmit (r.a.)

    Peygamber (s.a.v.)’e şöyle demiştir: “Ey Allah’ın

    Rasûlü, benim Yahudilerden birçok dostum var.

    Ben bunların dostluklarından vazgeçip Allah’ı

    ve Rasûlü’nü dost ediniyorum.” Abdullah b.

    Übey ise: “Ben felâketlerden korkarım. Onun

    için Kaynukaoğulları Yahudileriyle olan dostlu-

    ğumu terk edemem.” demiştir. Bunun üzerine

    Allahu Teâlâ: “Yahudileri ve Hıristiyanları dost

    edinmeyin.” buyurdu. Yani, onlardan hiç biriyle

    samimî dost olmayın, onlarla ahbabınızla girdi-

    ğiniz ilişkiye girmeyin, demektir.

    “Onlar birbirlerinin dostudurlar.” Yahudi fır-

    kaları kendi aralarında; Hıristiyan fırkaları da

    kendi aralarında birbirlerinin dostudurlar. Yok-

    sa esas olarak Yahudiler ve Hıristiyanlar birbir-

    lerinin dostu değillerdir. Bununla beraber hepsi

    küfür üzerindedir ve size düşmanlıkta birlikte-

    dirler. Size karşı durumu bu olan insanlarla ara-

    nızda nasıl dostluk olabilir?

    “Sizden kim onları dost edinirse, o onlardan-

    dır.” Böyle biri onların dini üzere bulunmuş olur

    ve cehennemde onlarla beraberdir. Bu tehdit

    onları dinleri sebebiyle dost edinme konusunda

    geçerlidir. Dinî ve itikadî konularda muhalefet

    etmekle beraber onlarla bir şey alıp satmak,

    onlardan bir iş istemek için yapılan sohbet bu

    tehdidin dışındadır. Ebu’s-Suud Efendi şöyle der:

    “Bu âyet, mü’minleri gerçek olmasa bile Yahu-

    di ve Hıristiyanlara şeklen dahi dostluk göster-

    mekten sert bir şekilde sakındırmaktadır.”

    “Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”

    Zalim toplum, mü’min kardeşlerinin dostluğunu

    bırakıp Allah’ın düşmanlarını dost edinen, böy-

    lece kendi nefislerine zulmedenlerin oluşturdu-

    ğu toplumdur. Allah böyle bir toplumu doğru

    yola iletmez.7

    Hz. Ömer’in valisi Ebu Musa el-Eş’arî’nin

    şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömer b. Hattâb

    (r.a.)’a; ‘Hıristiyan bir kâtibim var.’ dedim. Bana

    ‘Allah iyiliğini versin, ne yapıyorsun! Müslüman

    birini bulamadın mı? ‘Ey iman edenler, Yahudile-

    ri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.’ âyetini duy-

    “Zalim toplum, mü’min kardeşlerinin dostluğunu bırakıp Allah’ın düşmanlarını dost edinen, böylece kendi nefislerine zulmedenlerin oluşturduğu toplumdur. Allah böyle bir toplumu doğru yola iletmez.”

    “Kur’an’ın ifadesiyle, kâfirler; Allah’ı inkâr eden, O’nun yolundan yüz çeviren, O’na ortak isnat ederek şirke düşen kimselerdir. Yine kâfirler, O’nun âyetlerini peygamberlerini, Kur’an’ı, melekleri, öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti reddedenlerdir.”

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba28 29

  • düşmanlarına düşmanlık beslemeyi de içerir.

    Zira Allah Teâlâ’yı ve Peygamberini sevmek,

    O’nun ve Rasûl’ünün hasımlarına düşmanlık

    beslemeksizin düşünülemez.” 9

    Küfür karanlığına düşenlerin inkârcı tavır-

    larının sonunda onları helâke götüreceğini

    Rabb’imiz şöyle beyan ediyor:

    “Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın ga-

    zap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar,

    kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesin-

    den) ümit kestikleri gibi ahiretten ümit kesmişler-

    dir.”10

    “Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazab

    ettiği bir kavmi dost edinmeyin. ” Burada gazap

    ehli olan ehl-i küfre dostluk ve sevgi duyula-

    maması emredilir. Onlar, kendileri için âhirete

    ait rahmetten bir rahmet bulunmayıp tamamı

    gazaba uğramış kimseler oldukları için bu ifa-

    de inkârcılar cinsinin tamamını kapsamaktadır.

    Gazaba uğrayanlardan maksat, Yahudiler oldu-

    ğu da söylenmiştir. Çünkü ürünlerinden bir şey-

    ler elde etmek için Yahudilerle münasebet ku-

    ran bazı fakir Müslümanlar hakkında bu âyet-i

    kerimenin indiği rivayet edilir. Çoğunluğun gö-

    rüşü de budur. Nitekim Allahu Teâlâ Yahudiler

    hakkında; “Allah’ın lanetlediği ve azab ettiği, ara-

    larında maymunlar, domuzlar ve tağûta tapanlar

    çıkardığı kimseler”11 buyurmuştur.

    “Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların

    dirilmesinden) ümid kestikleri gibi âhiretten ümid

    kesmişlerdir.” Ye’s kelimesi, âhireti inkâr ve ona

    kesin olarak inanmadıkları için ümidin kesilme-

    sidir. “Kavmen” kelimesinden bütün inkârcıların

    kastedilmesi durumunda anlaşılan mana budur.

    Tevrat’ta vasıfları sayılmış Peygamber’e inan-

    makta inat ettikleri için âhirette nasipleri bulun-

    madığını bildiklerinden dolayı ümitlerini kesmiş-

    lerdir. Kitap ehli olanlar, kıyamet gününe inan-

    dıkları halde, hased ve inatlarından dolayı inkâr

    üzerinde ısrar ettiklerinden âhiret sevabından

    ümitlerini kesmişlerdir.

    Bursevî bu ayete şöyle mana vermiştir:

    “Âhiretin elem verici azabı ile cezalandıklarını

    ve ebedî nimetlerinden mahrum edildiklerini

    görüp gerçeği kavradıklarından dolayı onlardan

    ölenler âhiretten ümitlerini kestikleri gibi onlar

    da ümitlerini kesmişlerdir. Burada onlar, âhiret

    konusunda tam bir ümitsizlik içinde olmakla va-

    sıflanmışlardır.”

    Yüce Yaratıcı’nın, manevî sırlarını bu dün-

    yadaki eserlerinden anlamaya çalışmayanların

    inkârı ve cehaleti elbette küfür karanlıklarıdır.

    Hulûsi Efendi (k.s.) bu hali şöyle dillendirir:

    Sâni’in her zerrede esrârın fehm eylemez

    Küfr ü inkâra düşer Hakk’a cehâletler gelir12

    Mukatil şöyle demiştir: “Kâfir kabre kondu-

    ğunda bir melek gelip çok katı bir tutum takı-

    narak, “Rabbin kimdir, dinin nedir, peygamberin

    kimdir?” diye sorar. O da: “Bilmiyorum.” der.

    Melek: “Allah seni rahmetinden uzaklaştırsın,

    cehennemdeki yerine bak.” der. Veyl, yani yazık-

    lar olsun sana, geberesin diye seslenerek “İşte

    bu senindir.” der. Sonra cennetin kapısını aça-

    rak “İşte şurası da Allah’a iman edenler içindir.

    Şayet Rabb’ine iman etmiş olsaydın bu cennet-

    te konaklardın.” der.

    İşte bu durum onun için büyük bir hasret ve

    pişmanlık sebebi olup, bütün ümitleri kesilmiş-

    tir, âhirette hiçbir nasibi olmadığını anlar ve

    cennet nimetlerinden ümidini keser.

    Kâfirler, kötü ahlâk kabirlerinden, güzel sı-

    fatların geniş alanına çıkmaktan ümitlerini

    kesmişlerdir. Diğer koyu karanlıkların perdele-

    rinden ve kabir sahillerinde bulundukları bu du-

    rumdan, geniş, rahat ve aydınlık yere çıkmaktan

    ümitsizdirler.”13

    Mustafa Takî Efendi, bundan yüz yıl önce ya-

    yınladığı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e arzuhalinde

    sanki bugünleri de kapsayan bir durum ana-

    lizi yapmaktadır. Biz de Cenab-ı Hakk’a yakın

    olmak, kâfirlerden onlara benzeyenlerden ve

    diyar-ı küfürden uzak kalmak temennisiyle ya-

    zımızı Mustafa Takî Efendi’nin satırlarıyla biti-

    relim:

    “Ey Fahr-ı Kâinat! Ey yaratılmışlar içinde

    azametli ruhun sahibi(s.a.v.)! Allah tarafından

    gönderildiğiniz ümmetin kötü hallerine elbette

    vâkıfsınız. Getirmiş olduğunuz açık din elbette

    bir mekân ile ve pek az bir zaman ile sınırlı de-

    ğildi. Ezelî olduğu kadar da ebedî ve cihanşümul

    idi.

    Küfür âlemi, günahkâr ümmetinle on üç

    asırdır çarpışa çarpışa onları tamamen söndür-

    me noktasına yaklaştırdı. Ümmetin milyonlar-

    cası, büyük bir çoğunluğu acımasızların hüküm

    ve kuvveti altında kısıldı kaldı.

    Şimdi son bir küçük kısmı ‘Allah’ın nurunu

    ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler

    hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamak-

    tan başka bir şeye razı olmaz.’ ilâhî va’dine is-

    tinaden sayı ve güç olarak azınlık olmalarına

    rağmen zâtınızın ruhaniyetine ve inayetine ilti-

    ca ederek düşmanla sonuna kadar mücadeleye

    azmetti. Sınırını, canını siper ederek koruyor.

    İmanı küfrün elinden kurtarmak istiyor. Lütuf ve

    inayet senden, kerem ve şefaat, zafer ve başarı

    sendendir.”14

    Dipnot

    1. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s. 99.

    2. Mustafa Sinanoğlu, TDV İslam Ansiklopedisi, Küfür mad., C: 26, s.535.

    3. Ateş, Divan, s. 89.4. Feyzü’l-Kadir, 104.5. Mektubat-ı İmam-ı Rabbani, 3/41.6. 5/Maide, 51.7. İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, Erkam Yayınları, C.5, s.

    7, İstanbul, 2005.8. Bursevi, a.g.e, s.119. Mektubat-ı İmam-ı Rabbani 2/ 266. Mektup. 10. 60/Mümtehine, 13.11. 5/Maide, 6012. Ateş, Divan, s. 8913. İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, Erkam Yayınları, C.21,

    s. 283, İstanbul, 2005.14. Fatih Çınar, Mustafa Takî Efendi Hayatı Eserleri ve Makale-

    leri, Nasihat Yayınları, Ankara, s. 59

    “Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin.

    Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri

    gibi ahiretten ümit kesmişlerdir.”60/Mümtehine, 13.

    may

    ıs/20

    18

    somuncubaba somuncubaba30 31

  • Yıldırım Bâyezîd ve Germiyanoğullarından Devlet Hatun’un oğlu olan Çelebi Mehmed, 1389 yılında Edirne’de doğmuş, padişahlı-ğı süresince bizzat 24 savaşa katılan bir Osmanlı Sultanı’dır. Tahsilini Bursa’da tamamladıktan son-ra babası tarafından Amasya Sancakbeyliği’ne ta-yin edildi ve burada devlet tecrübesi kazanmıştır.

    Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu’da Türk birliği bozulmuş ve Osmanlı Devleti dağılma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları, babalarının ölümünden son-ra taht mücadelesine başlamışlardır. “Fetret Devri” adı verilen bu dönemde Süleyman Çelebi Edirne’de, İsa Çelebi Bursa’da, Mehmed Çelebi Amasya’da, Mûsâ Çelebi Balıkesir’de padişahlık-larını ilan etmiş ve Yıldırım Bâyezîd’in oğulları arasında taht mücadelesi başlamıştır. Mehmed Çelebi ile Mûsâ Çelebi aralarında anlaştıktan sonra Bursa’da vali bulunan İsa Çelebi’yi orta-dan kaldırmışlar. Mehmed Çelebi, ikinci aşa-mada Mûsâ Çelebi’yi Süleyman Çelebi’nin or-tadan kalkması amacıyla Edirne’ye Süleyman Çelebi’nin üzerine göndermiştir. Mûsâ Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek, Edirne’yi ele geçirmiş, ancak Mehmed Çelebi’ye verdiği sözü tutmamış ve Edirne’de kendi padişahlığını ilan etmiştir. Mehmed Çelebi 1413 yılında Mûsâ Çelebi’yi de saf dışı bırakarak Fetret Devri’ne son vermiştir. Osmanlı Devleti’ni tekrar bir ara-ya toplayan ve bir bakıma Anadolu’daki Türk bir-liğini tekrar sağlayan Mehmed Çelebi, Osmanlı Devletinin tek hâkimi olarak padişahlığını ilan etmiştir. Çelebi Mehmed, Fetret Dönemi’nde kaybedilen toprakları yeniden kazanmak için harekete geçmiştir. Bu çerçevede;

    - 1414 yılında Aydınoğlu Cüneyd Bey’den İzmir’i geri aldı.

    - Saruhan ve Menteşoğlu Beylikleri yeniden Osmanlı Devleti’ne bağladı.

    - Bursa’ya saldıran Karamanoğulları üzerine sefer düzenledi. Yenilen ve kendinden af dileyen Karamanoğlu Mehmed Bey’i bağışladı ve ülke-sinde yaşamasına izin verdi.

    - Fetret Devri sırasında tekrar kurulmuş olan Candaroğulları Beyliği’ni Osmanlı topraklarına bağladı.

    - Osmanlılara karşı düşmanca davranışlar sergileyen Eflak Beyliği’ne seferler düzenleyip Eflakllıları vergiye bağladı.

    - Babası Yıldırım Bâyezîd zamanında kurulan deniz kuvvetlerini güçlendirdi ve 1416 yılında Venediklilerle ilk deniz savaşını gerçekleştirdi.

    - Dağılma tehlikesi içindeki Osmanlı Devleti’ni yeniden bir araya toplamayı başarmasının ya-nında Çelebi Mehmed, ülkenin imar faaliyet-lerine hız verdi. Medreseler, imârethâneler ve camiler yaptırdı. Amasya Bâyezîd Paşa Camii, Merzifon Çelebi Sultan Mehmed Medresesi, Bursa Yeşil Camii, Dimetoka Çelebi Sultan Meh-med Camii, Edirne Eski Camii ve Edirne Yıldırım Camii bunlardan önde gelen imar örnekleridir.

    Fetret Devri’ni müteakip Anadolu’daki bey-likleri tekrar bir araya toplamayı başarmasın-dan dolayı Çelebi Mehmed, Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilmektedir.

    26 Mayıs 1421’de Edirne’de vefat eden Çe-lebi Mehmed’in cenazesi Bursa’ya getirilerek Yeşil Türbe’ye defnedilmiştir. Kendisi Mustafa Çelebi, II. Murad, Ahmed