Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
may
ıs/20
18
somuncubaba 1
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 211 • MAYIS 2018 • Fiyatı: 12 TL
211
0 0 2 1 1
Kur’an veRamazan Ayı
Osmanlı’yı ve Gaza Ruhunu İhya EdenÇelebi Mehmed
Bir Maneviyat EreniSarı Saltuk
Osmanlı’nınİkinci Kurucusu:Sultan Çelebi Mehmed
M. Nihat MALKOÇ
İsmail ÇOLAK
Resul KESENCELİ
Ramazan ALTINTAŞ
basyazı Bekir AYDOĞANÇELEBİ: ALLAH’A GÖNÜLDEN BAĞLI SULTAN
Anadolu’da dil ve edebiyat sahasında Allah lafzı “Çalab” şeklinde telaffuz edildiğinden bu kelimeye nisbet “yâ”sı eklenerek, kelime “Çalabî” şeklinde söylenmeye başlanmış, “Çelebî” olarak yaygınlaşmış-tır. Mânâ itibariyle: “Allah’a yakın, Allah’a gönülden bağlı” gibi anlamları ifade etmektedir. İbn Batuta Anadolu’da bu kelimenin “efendi” manasına geldiğini söyler. Bazı Bizans kaynakları da “beyzade” an-lamına geldiğini belirterek bunu teyit ederler. Konuya başka bir cihetten bakıldığında Çelebi’nin, Allah yolunda her şeyini feda eden veya “sevgili” olarak nitelendirilen anlamlar taşıdığı da anlaşılır.
Bunların hâricinde bu unvanı ilk olarak kullanan ise Mevlâna’nın evladı ve ahfadı olmuştur. Sultan Çe-lebi Mehmet de anne itibariyle Mevlânâ soyundan geldiği için bu unvanla irtibatlandırmak gayet tabiidir.
Bu cümleden olmak üzere Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman, İsa, Mehmet ve Musa, “Çelebi” un-vanı ile anılmışlardır. Hatta Sultan I. Mehmet, Fetret Dönemi’ni başarıyla sona erdirip devletin başına geçtikten sonra bile bu unvanı kullanmaya devam etmiştir. Meseleyi, telif edilen birçok tarih kitabında da görmemiz mümkündür. İlmiye sınıfı için de kullanılan bu unvan; padişah evlatlarının oldukça iyi bir eğitim aldıklarını ve bunun yanı sıra dinî yönden de iyi bir şekilde desteklenip Allah’a bağlı insanlar ola-rak yetiştirildiklerini göstermektedir.
Yıldırım Bayezid’in 1402 yılında Timur ile yaptığı Ankara Savaşı’ndan sonra esir düşmesiyle birlikte, şehzadeleri arasında uzun bir dönem devam edecek olan bir taht mücadelesi cereyan etmiştir. Nihayet küçük şehzade Çelebi Mehmet, Osmanlı Devleti’ni bir idare altında toplamayı başarmış ve bu zorlu mü-cadeleye son vermiştir. Çelebi Mehmet ve II. Murat Han Dönemlerinde, vezirlerin çoğalması ve bunlar-dan birinin vezir-i azam olması olayı, ilk defa gerçekleşmiştir.
Yıldırım Bayezid zamanında ilk defa tuğralarda görülen han, Çelebi Mehmet döneminde de sikkelerin üzerine konmuştur. Kendi döneminde bastırmış olduğu sikkelerin üzerine, sultan ve han unvanlarının ikisini birden koyduran ilk devlet adamı da Çelebi Sultan Mehmet’tir.
Sultan Mehmet’in, insanların yararına olan cami, medrese, imarethane gibi sosyal yardım kurumla-rının tesisine ağırlık vermesi, ayrıca bunlara gelir sağlaması için de vakıflar vücuda getirmesi onun bu lakabı almasının en önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Bunun hâricinde Çelebi Sultan Mehmet’in, Fetret Dönemi’ne girmiş ve yıkılmak üzere olan bir devleti ihya etmesi, böyle bir zamanda devletin ve dinin imdadına yetişmesi de, bu lakabın O’na neden verildiğini açık bir şekilde ifade etmesi açısından oldukça dikkate şayandır.
Osmanlı Sultanları Allah için yaşamış, Allah için hayat sürüp, bu yolda canlarını feda etmişlerdir. Biz-ler de Allah için gayret gösterenlerin duacısıyız… Selam ile…
ÇELEBI: A SULTAN DEEPLY ATTACHED TO ALLAHIn Anatolia, especially in literature, one of the names to refer to Allah is “Çalab”. This word, later on, took
the suffix “ya” and became “Çalabi” and finally turned into “Çelebi” meaning “a person who is close and deeply attached to Allah’. This title was first given to the family members of Mawlana and since Mehmet Çelebi was matrilinearly from his family, he was also named after this title.
Mehmet Çelebi is also known as the “second founder” of the Ottoman Empire as he reunified the dismembered Ottoman territories following the defeat of Ankara (1402).
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi
Musa TEKTAŞ
Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Bu RamazanBir Surenin Hafızı Olsak
Halide YENEN
Fâtıma Bint-i Esed (r.anhâ)N. Nida DURAN
İyilik,Yardımlaşma,Ramazan Ahlâkı
Sümeyye Büşra YILDIZ
Çocukları TitizlikHastası mı Yapıyoruz?
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44 ma
yıs/2
018
somuncubaba somuncubaba2 1
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 24 Sayı: 211 - Mayıs 2018
Basım Tarihi: 01 Mayıs 2018
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.
Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41
Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
İÇİNDEKİLER
İsteyen de Âciz, İstenen de!
Ali AKPINAR
Ramazan ALTINTAŞ
Kur’an ve Ramazan Ayı
Nemrut gibi kibir ve azgınlıkta haddi aşanların, bir sivrisineğin musallat olmasıyla helâk olup gitmesi müstekbirler için ibretli bir tablodur.
Ramazan ayı, mübârek Kur’an’ın doğum ayıdır. Bu ay, her Müslüman için, Kur’an’la yeniden irtibâtı kurmada bir mîlâd olmalıdır. Müslümanlar, mukâbele geleneğini devam ettirirken akıllarından çıkarmayacakları gerçekler vardır.
Çelebi: Allah’a Gönülden Bağlı Sultan .............................1Bekir AYDOĞANİsteyen de Âciz, İstenen de! ..............................................6Ali AKPINARBana Müjdelesin ..................................................................11Muhsin İlyas SUBAŞIMuhammed Bâkî Billâh (k.s.) ............................................12Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEKOsmanlı’nın İkinci Kurucusu:Sultan Çelebi Mehmed .......................................................16M. Nihat MALKOÇKur’an ve Ramazan Ayı ......................................................22Ramazan ALTINTAŞDiyâr-ı Küfre Kalben Yakın OlmanınDoğurduğu Pişmanlıklar ....................................................26Musa TEKTAŞÇelebi Medmed Dönemi ve Şeyh Bedreddin İsyanı .....32Kadir ÖZKÖSESultan I. Mehmet Çelebi.....................................................37Halil GÖKKAYAOruca Kavuşmak .................................................................38Enbiya YILDIRIMOsmanlı’yı ve Gaza Ruhunu İhya Eden Çelebi Mehmed ....................................................................42İsmail ÇOLAKHata mı Fazilet mi? Bakış Açısına Göre Değişir ...............46Mustafa BAŞBir Maneviyat Ereni Sarı Saltuk .......................................48Resul KESENCELİİbrahim Tennûrî’nin Oruca Bakışı ....................................52Fatih ÇINARGenç Arkadaşlarıma Notlar:Sâde Yazmak Basit Yazmak Değildir ...............................56Bilal KEMİKLİAhmet Bîcan .........................................................................58 Muammer YILMAZHem Şair Hem Sultan I. Mehmed Çelebi .......................60Mustafa ÖZÇELİKDünden Yarına. ....................................................................63Bekir OĞUZBAŞARANDindarlığın Tanımı veDindarlık Algısındaki Farklılıklar ......................................64Abdullah KAHRAMANŞar Dağı Ayakdaşları ..........................................................68Vedat Ali TOKGülde Gönül Kokusu Var ....................................................71Celalettin KURTİslâm’ın Evrenselliği ve Güncellenme Meselesi ............72Mustafa KARABACAKGönül Dostlarının Dilinden Hatıralar. ..............................76Yusuf HALICIİdarecide Hangi Özellikler Bulunmalı? ...........................78Ali ÖZKANLIGönül mü Üstündür Kâbe mi? ..........................................80Ömer Faruk YİĞİTEROLGüzel Ülkem; Türkiye’m .....................................................83Hanifi KARARamazan Ayına Girerken ...................................................84Mukadder Arif YÜKSELVahdeti Gör, Gel Sana Dön!.. .............................................87Rıfat ARAZ
M. Nihat MALKOÇ
Enbiya YILDIRIM
Osmanlı’nın İkinci Kurucusu:Sultan Çelebi Mehmed
Oruca Kavuşmak
Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed (Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı’nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir.
Ramazan’ın güzelliklerinden birisi de, orucu akşamleyin sağlık ve âfiyet içerisinde tamamladıktan sonra önüne konulan nimetlere elini uzatmadan önce duâ etmektir.
Sarı Saltuk ismi ölümünden yıllar sonra bile Osmanlı topraklarında anılır olmuş. Unutulamamış, Osmanlı sultanları gittikleri her seferde onun ismiyle karşılaşır olmuşlar.
Resul KESENCELİ
Bir Maneviyat Ereni Sarı Saltuk
06
16
22
38
48
Şeyh Hamid-i Velî Minberinden HutbelerYüzdokuzuncu Hutbe
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Ey Cemâat-i Müslimîn, Ey Allah’ın Kulları!
Müjdeler olsun ki saadet ayına gufran ve rahmet ayına kavuşuyoruz. Allah’a şükürler olsun ki mübarek Ramazan ayını bizlere yine gösterdi. Bu günlere bu aylara erişmek her kula nasîb olmayan büyük bir nimettir. Geçen sene bu nîmete ermiş nice mü’minler vardır ki onları bu sene aramızda göremiyoruz. Bizim bu mübarek aya tekrar erişmemiz ne büyük bir nimettir. Ramazan-ı Şerîf çok feyizli çok bereketli bir aydır. Çünkü insanlara hidâyet yolunu gösteren Kur’ân-ı Kerîm ilk önce bu mübarek ayda inmeye başlamış, dünyayı kaplayan zulmet bulutları bu ayda sıyrılmıştır. Bu ayda Allah (c.c)’ın rahmet deryası taşar. Bu ayda Allah (c.c)’ın mağfiret nuru bütün tevhid âlemîni aydınlatır. Bu ay gündüz oruçlarıyla, gece terâvihleriyle, sahurlarıyla insanlara başka bir neş’e, başka bir zevk verir. Böyle bir aya tekrar erişmek elbette büyük hem de en büyük bir nîmet ol-maz mı? Lakin iş nîmete kavuşmak değil nîmetin kıymetini bilmektir. Kadri bilinmeyen nîmetin fâidesi yoktur.
Ey Müminler! Ey Ramazan-ı Şerîf’e tekrar kavuşan Müslümanlar!
Bu nîmetin şükrünü ödeyebilmek için bu mübarek ayı gündüzlerini oruçla, gecelerini teravihle geçirmek lâzımdır. Bu mübarek ayda oruç tutmayı, Allah, erkeklik kadınlık ça-ğına gelmiş her mü’mine farz kılmıştır. Ramazan-ı Şerîf’te oruç tutmak bunların hepsi için borçtur. Sıhhati yerinde olanların bu borcu ödemeleri lâzımdır. Oruç Allah (c.c)’ın emri olduğu için bunu her mümin bir vazîfe olarak yapması lâzımdır. Vazîfeye bağlı olmak bunu iktizâ eder. Her nîmetin kendisine göre bir şükrü vardır. Ramazan’ın şükrü de böyle ödenir. Onun kadri böyle bilinir. Bununla beraber orucun çok büyük hikmetleri ruhî kuvvetlerimizin terbiyesi, irâdemizin takviyesi, nefse hâkimiyetin temini gibi pek mühim kaideleri de vardır. Binâenaleyh Ramazan-ı Şerîf’te oruç tutan bir adam hem Allah (c.c)’ın emrini yerine getirmiş, Allah (c.c)’ın rahmet ve mağfiretini kazanmış, hem nîmetin şükrünü ödemiş, hem de ruhu ve bedeni pek çok menfaatler elde etmiş olur.
Ey Cemâat-i Müslimîn!
Bilmiş olunuz ki dinler taarruzdan masundur. Hissiyât-ı diniyye asla rencîde edile-mez. Herkes ibâdetinde serbesttir. Asıl Müslüman o kimsedir ki, eliyle, diliyle, işiyle hiç-bir kimseyi incitmez; herkesin en ufak bir hakkına, en basit hislerine varıncaya kadar hürmet etmeyi kendisine borç bilir. İnsanların kalbine ve kalıbına bakmamak, birlikte yaşadığımız kimselerin itikat ve ibâdetlerini herhangi bir suretle tezyîf ve tahkîr etme-mek bizim için dinî, medenî ve içtimaî borçtur. Her Müslüman bu borcunu da ödemeli, karşısındakilerin dinî hislerini rencide edecek sözlerden, hareketlerden son derece sa-kınmalıdır.
Ey Müslümanlar!
Birkaç gün sonra bizi şeref-i kudûmüyle şereflendirecek ve sevindirecek olan bu mübarek aya şimdiden hazırlanmalıyız. Nasıl Ramazan yaklaşınca evlerimizde mergûb sevimli bir hareket başlar, her taraf silinir, temizlenir, herkes kudretine göre ve her zamandan ziyâde ev erzakını, ev eksiklerini alır tamamlar. Hakîkaten bu en güzel âdetlerimizdendir. Fakat benim bildireceğim hazırlık bundan daha mühimdir. Böyle zahirî hazırlık değil, ruhî ve şuûrî bir hazırlıktır.
Temsil, teşbih, örnekleme edebî sanat-lardan olup hem sözün güzelleşmesini sağlar hem de anlamayı kolaylaştırır. Sonsuz merhamet ve lütuf sahibi olan Allah,
kitabını kullarının zevkle okumaları ve kolay
anlamaları için gerektiğinde bu sanatları da
kullanmıştır. İman edenler, Yüce Allah’ın verdiği
bu örnekler üzerinde derinlemesine düşünürler,
onlardaki hikmetleri ve mesajları alırlar. Önyar-
gı ile hareket eden inkârcılar ise bunları anla-
mak istemezler ve anlayamazlar. Sonuçta ibret
alıp doğru yolu bulmak ve doğru yolda kalmak
için verilen örnekler, onların inkâr ve sapkınlık-
larını artırır.
Yüce Rabbimizin kitabında verdiği bu çarpıcı
örneklerden ikisi de şu âyetlerde geçer:
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi
onu dinleyin: ‘Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız
bir araya gelseler, bir sinek bile yaratama-
yacaklardır. Sinek onlardan bir şey
kapsa, onu kurtaramazlar;
isteyen de, istenen
de âciz!”1
“Allah sivrisineği ve onun üstününü misal ola-
rak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rable-
rinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler
ise ‘Allah bu misalle neyi murâd etti?’ derler, O,
bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola
getirir. Onunla saptırdığı yalnız fâsıklardır.”2
İlk âyette Yüce Allah, bütün insanlığa sesle-
nerek bu çarpıcı örneği verdiğini bildirmektedir.
Evet, Kur’ân’ın mesajı bütün insanlığadır. Ona
inanan mü’minler olarak onun mesajını bütün
insanlığa ulaştırmak bizim görevimizdir. Geç-
mişte mü’minler bu görevlerini yerine getirdi-
ler ve Kur’ân’ın mesajını bütün insanlığa ulaş-
tırabilmek için koşturdular. Şimdilerde ise bu
kutlu görev, bugünün Müslümanları olan bizleri
beklemektedir.
Hiçbir Şey Boşuna ve Anlamsız Değildir
İnkârcıların yağmur, bulut, örümcek gibi ör-
nekleri ileri sürerek, “Allah böyle basit şeyleri
niçin örnek verir ki?” demeleri üzerine, “Gerek-
tiğinde sivrisineği, hatta onun ötesinde daha
küçük yahut daha büyük ve önemsiz şeyleri bile
örnek verir.” denilerek bu düşünce reddedilmiş-
tir. Müşrikler ve Yahudiler, Kur’ân’daki bu
misallere gülüyorlar, “Bu basit bö-
cekleri Allah niye örnek ve-
riyor?” diyorlardı.
Onlar bil-
mi-
İsteyen de Âciz, İstenen de!
“Nemrut gibi kibir ve azgınlıkta haddi aşanların, bir sivrisineğin musallat olmasıyla helâk olup gitmesi
müstekbirler için ibretli bir tablodur.”
İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba6 7
yorlardı ki Yüce Yaratıcı’nın yarattığı hiçbir şey
boşuna ve anlamsız değildi, o küçücük şeyler-
de sayısız hikmetler ve dersler vardı. Onlar bu
varlıkları küçümsüyorlardı, oysa onlar üzerinde
birazcık düşünseler o küçücük varlıklarda ne
büyük sırların olduğunu anlayacaklardı. Yüce
Allah, o küçücük varlıkları, hatta onlardan daha
küçüklerini yaratmaktan çekinmemişti ki, on-
ları örnek göstermekten çekinsin! Aslında ilâhî
kudret o minicik varlıklara, devâsâ varlıkların
pek çok özelliğini yerleştirmişti. Koskoca filin
devâsâ hortumu gibi, sivrisineğe de kan emici
bir incecik hortum yerleştirmişti. Düşünen akıl
sahipleri için bunda sayısız ibretler vardı.
Hayat kitabı Kur’ân, hayatın içerisinden ve
herkesin görüp-düşünüp anlayabileceği misal-
ler verir. Çünkü o, apaçık kitaptır, anlaşılmak
için insanlığa gelmiştir. Karasinek ve sivrisinek
örneği de öyledir.
İnsanlar Kur’ân’ın Misalleri Üzerinde Derinlemesine Düşünmeli
Kur’ân’ın verdiği örnekler, her seviyedeki her
insan için farklı mesajlar içerir. Sıradan bir insan
da seviyesine göre ondan bir şeyler anlar, dona-
nımlı bir insan da. İnsanlar Kur’ân’ın misalleri üze-
rinde derinlemesine düşündükçe, farklı açılardan
baktıkça ondan çok daha derin hikmetler/nükte-
ler/mesajlar çıkarabilirler. Bunları gören akıl sa-
hipleri şöyle derler: “Rabb’imiz! Sen bunu boşuna
yaratmadın, Senin şânın yücedir!”3 Yaratılanlar
karşısında mü’minler böyle derken inkârcılar da
bunların anlamsız olduğunu söylerler: “Göğü, yeri
ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık.
Bunun boşuna olduğu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay
ateşe uğrayacak inkârcıların haline!”
Âyetlerde karasinek (zübâb) ve sivrisinek
(baûza) misal olarak verilmiştir. Her iki canlı da
insanın yaşadığı her yerde bulunabilen ve insanı
yakından ilgilendiren hayvanlardır. Çoğu zaman
basite aldığımız, bizi rahatsız ettiklerinde zarar-
lı haşerat olarak gördüğümüz hayvanlardır si-
nekler. Ancak bu hayvanlar görünüş ve küçücük
yapılarına rağmen çok karmaşık işler görürler.
Bir kere bu küçücük yaratıklara, bu kadar
mahâretli organın yerleştirilmiş olması başlı
başına bir yaratılış harikasıdır. Dişilerini, kanat
seslerinden tanıyan sivrisinekler… Anne sivrisi-
neklerin yumurtalarını bırakacakları uygun ısı
ve nemli ortamı bulmak için uzun yürüyüşler
gerçekleştirmeleri… Uygun hava şartlarını bula-
bilmek için yumurtlamayı geciktirebilen sivrisi-
nekler… Kanatları, antenleri, emme hortumları,
bacakları ve sair organlarıyla sivrisinekler… Bir
seferinde ağırlıklarından fazla kan emebilen si-
nekler… Saniyede beş yüz defa kanat çırparak
uçma tekniğine sahip olan böcekler…
Bütün bu ve benzer özellikleriyle sivrisinek-
ler Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretini, mini-
cik halleriyle haykıran yaratıklardır. O küçücük
varlıklarda selim akıl sahipleri için çok büyük
mesajlar vardır. İnsanlık tarihinde bu küçücük
varlıklar insanları meşgul etmiş, uğraştırmış,
hatta bazı zamanlar onların helâkine bile sebep
olabilmişlerdir. Pek çok salgın hastalıklarda si-
neklerin etkisi bilinen bir husustur. Yine Nemrut
gibi kibir ve azgınlıkta haddi aşanların, bir sivri-
sineğin musallat olmasıyla helâk olup gitmesi
müstekbirler için ibretli bir tablodur. Ancak si-
neklerin bir kısım zararlı şeyleri tüketerek, bit-
kiler arasında gerçekleştirdikleri iletişimde pek
çok faydalı işleri de yerine getirdikleri bir ger-
çektir.
Yaratma ve Yoktan Var Etme Yalnızca Yüce Allah’a Aittir
Diğer pek çok canlı gibi sinekler de
Rabb’imizin şu âyetlerinde açıkladığı hakikatin
tecellî ettiği varlıklardır. “Yeryüzünde yaşayan
bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir.”4, “Nice
canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemez-
ler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, işitir ve
bilir.”5 Onları eşsiz özellikte yaratan Rabb’imiz,
onların rızıklarını da onlara farklı şekillerde su-
narak varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır.
Yaratma ve yoktan var etme yalnızca Yüce
Allah’a aittir. O’ndan başka hiç kimse bir şeyi
yoktan var edemez, yaratamaz. Bir kudsî hadis-
te Rabb’imiz şöyle buyurur: “Benim yarattığım
gibi yaratmayı iddia edenden daha haksız kim
“ Sivrisinekler Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretini, minicik halleriyle haykıran yaratıklardır. O küçücük varlıklarda selim akıl sahipleri için çok büyük mesajlar vardır.”
“Hayat kitabı Kur’ân, hayatın içerisinden ve herkesin görüp-düşünüp anlayabileceği misaller verir. Çünkü o, apaçık kitaptır, anlaşılmak için insanlığa gelmiştir. Karasinek ve sivrisinek örneği de öyledir.”
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba8 9
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 22/Hac, 73.2. 2/Bakara, 26.3. 3/Âl-i İmrân, 191.4. 11/Hûd, 6.5. 29/Ankebût, 60.6. Buharî, Libas 56; Müslim, Libas 100; Ahmed, II, 232, 259,
391, 451, 527.
vardır? O halde benim yarattığım gibi bir zerre
veya bir sinek, ya da bir arpa tanesi yaratsınlar
da göreyim!”6
Yüce Rabb’imiz, çok farklı hacim, şekil ve
özellikte varlıklar yaratarak erişilmez kudretini
bizlere gösteriyor ve bunlarla tanrılık davasına
kalkanlara meydan okuyor. “Gücünüz yetiyorsa
onların bir benzerini var edin. O küçücük var-
lıklar sizden bir şey alıp kaçsalar, gücünüz ye-
tiyorsa onların aldıklarını onlardan geri alın.
Sözgelimi o küçücük sinekler, sizin kanınızı emip
kaçsalar, onların peşine düşün ve o emdikleri
kanlarınızı geri alın. Bunu siz de yapamazsınız,
taptığınız putlarınız da yapamazlar. Bu o sinek-
lerin çok güçlü varlıklar olduklarından değil,
sizin ne kadar güçsüz ve âciz olduğunuzdandır.
İsteyen de âciz, istenen de. İsteyen de güçsüz,
istenen de!”
İman veya inkâr, hidâyet veya sapma, ha-
yır veya şerden birini seçen insandır, insanın
seçtiğini yaratan ise tek yaratıcı olan Allah’tır.
Kâinatta var olan her şey, Yüce Yaratıcı’nın var-
lığına ve birliğine delildir. Her insanın eğilimi
farklı farklıdır. Kâinattaki irili ufaklı, çok farklı
varlıklar her insanın farklı eğilimlerine hitap
eder ve onu hakikate davet eder. Yeter ki insan,
çevresindeki varlıklara ibret gözüyle bakabilsin,
onların üzerinde biraz kafa yorabilsin. Elbette
bu mesajları gönül ve baş gözleri açık olanlar
alabileceklerdir. Hakikate gözlerini ve kulakları-
nı kapatanlar ise bu mesajlardan mahrum kala-
caklardır. Böyleleri için Yüce Yaratıcı da hidâyet
bahşetmeyecektir. Çünkü O, hidâyeti hak eden-
ler için halk eder. Doğru yolu bulma veya sap-
ma, seçim ve tercih yönünden kula (insana) ait-
tir, yaratma yönünden ise Allah’a aittir.
“Yüce Rabb’imiz, çok farklı hacim, şekil ve özellikte varlıklar yaratarak erişilmez kudretini bizlere gösteriyor ve bunlarla tanrılık davasına kalkanlara meydan okuyor.”
Ne eşya kuşatsın dört tarafımı,Ne ölüm korkusu olsun gönlümde,Bana müjdelesin artık safımı,Bir umut mahşeri, rengi gülümde...
Kanatsın ruhumu telaşı dünün,Olmasın kaygısı, yarının, dünün,Tutsağı olmuşum çağıran yönün,Beni benden alan tadı balımda...
Bu yolun bu ufka koştuğu gibi,Bu aşkın bu dağı aştığı gibi,Bu ruhun bu sese taştığı gibi,Bestesi çalınsın her gün dilimde!..
Muhsin İlyas SUBAŞI
Bana Müjdelesin
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba10 11
Muhammed Bâkî Billâh Kabilî Nakşbendî,
971/1564’te babasının Semerkand’dan gelip
yerleştiği bugünkü Afganistan’ın Kabil kentinde
doğdu. Babası yaşadığı bölgede güzel ahlâkı ile
tanınan Kadı Abdusselâm Halacî Semerkandî,
annesi ise Nakşbendiyye silsilesinden Ubey-
dullah Ahrâr’ın soyundan bir hanımefendidir.
İlk eğitimini dönemin meşhur âlimlerinden biri
olan Mevlânâ Sâdık Halvaî’den aldı. O, eğitim
sürecinde oldukça edepli ve çalışkan tavrıyla
hocasının takdirini kazandı. Hocasının Kabil’den
Semerkand’a göç etmesiyle birlikte eğitimini ta-
mamlamak arzusunda olan Bâkî Billâh (k.s.) da
onun yanında gitti. O, daha talebelik yıllarından
itibaren tasavvufî düşünce ve hayata ilgi duydu.
Dünyevî meşguliyetlerden kendisini alıkoyup
mütevazı ve zahidçe bir hayat sürdürmekteydi.
Sürekli ibadet ve taatle mânevî yapısını geliştir-
meye gayret ediyordu. Onun bu mânevî hayatı
yaşama arzusu benliğini kaplayınca zâhirî ilim-
lere dair eğitimini yarıda bırakarak tasavvufî
terbiyeye yönelmesine sebep oldu. Bâkî Billâh
(k.s.)’ın zâhirî ilimleri tahsiline ara vermesine
üzülen bir büyük zât ona hitaben şöyle demiş-
tir: “Eğer Hazret-i Hâcemiz birkaç gün daha ilim
mütalaası ile meşgul olup kemâl ve ikmâl sahibi
olsalardı ne güzel olurdu.”
Bu sözlerden onun öğretme icazeti alma
aşamasındayken ilim tahsilini bıraktığı anlaşıl-
maktadır. Dahası o, tasavvufî terbiyeyi o kadar
derin arzuyla istiyordu ki bu uğurda artık son
aşamasına geldiği ilim tahsilini bıraktı. Tasavvufî
arayışlarına başlayan Bâkî Billâh (k.s.), mânevî
alanda taleplerine cevap olması için çeşitli tari-
katlardan kendini ispat etmiş birçok şeyhe inti-
sap ederek onların telkinlerini tecrübe etti.
Bâkî Billâh (k.s.), tasavvufî terbiye almak
üzere ilk olarak Yeseviyye şeyhlerinden Şeyh
İftihar’a ve daha sonra aynı tarikatın bir başka
halifesi Emir Abdullah Belhî’ye intisap etti. Adı
geçen şahısların gözetiminde belli bir müddet
sülûkuna devam etmesine rağmen bu konudaki
kararını yeterli bulmayarak Nakşbendiyye’nin
Kasânî kolu şeyhlerinden Ubeyd Kabilî’ye mü-
racaat edip kendisine ders vermesini istedi.
Tasavvufî neşvede arayışlarını sürdüren
Bâkî Billâh (k.s.), bir gece rüyasında Bahâeddîn
Nakşbend’i görüp ondan feyz aldı. Daha son-
ra o, Ubeydullah Ahrâr’ın ruhaniyetinden al-
dığını belirttiği bir işaretle Keşmir, Lahor ve
Mâverâünnehir bölgelerine gitti. Hatta Bâkî
Billâh (k.s.)’ın tasavvufla alâkalı kafasına takılan
iki sorunun cevabını ararken rüyasında gördü-
ğü Ubeydullah Ahrâr’ın ona “Bu sorunlarını kim
çözerse senin şeyhin odur.” dediği rivayet edil-
mektedir.
Zaten belli bir seviyede tasavvufî yapıya sa-
hip olan Bâkî Billâh (k.s.) aradığını İmkenegî’de
bulduğunu anladı. Onun, İmkenegî’nin gözeti-
minde üç gün üç gece halvette kaldığı ve bu yo-
ğun tecrübeden sonra hilafet icazeti aldığı riva-
yet edilmektedir. Şeyhi kendisine Hint bölgesine
giderek orada halkı irşad etmesini istedi. Ancak
henüz kendisini bu anlamda yeterli görmediğini
söyleyen Bâkî Billâh (k.s.) affını talep etti. Şeyhi-
nin tavsiyesiyle son kararı vermek üzere o gece
istihareye yattı. Rüyasında tam karşısında du-
ran bir papağan gördü ve içinden “Bu papağan
gelip elime konarsa Hint bölgesine gitmem be-
nim için hayırlı olacak.” diye düşündü. Bu sırada
papağanın gelip eline konduğunu, ağzından çı-
kardığı suyu onun gagasına akıttığını ve onunla
konuşmaya başladığını gördü. O, gördüğü bu rü-
yasını şeyhine anlattı. İmkenegî, rüyada görülen
bu papağanın Hint bölgesini temsil eden bir kuş
olduğunu, orada Bâkî Billâh (k.s.)’ın kendisinden
MuhammedBâkî Billâh (k.s.)
Hat: Emre ÖZDEMİR
ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**
“Tasavvuf yolunda ilerlemek, güzel ahlâk sahibi olmaktır. Bu büyük nimet ve saadet elde edildiği zaman asıl hedefe varılır.”
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba12 13
yüksek düzeyde bir kişinin feyz alacağını ve do-
layısıyla bu görevin onun için hayırlara vesile
olacağını belirterek ona şöyle dedi: “Sizin işiniz
Allahu Teâlâ’nın yardımı ve bu yolun büyükleri-
nin ruhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar
Hindistan’a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin
sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Be-
reket ve terbiyenizle orada sizden çok istifade
edip büyük işler yapanlar gelecek.”
İmkenegî’nin bu yorumuna saygı gösterip
emrini yerine getirmek üzere hareket eden
Bâkî Billâh (k.s.) önce Lahor’a gitti ve oradan
Delhi’ye geçerek burada bir tekke kurdu. Kısa
sürede ün yapan bu tekke etrafında kalabalık
halk kitleleri Nakşbendî terbiyeyi almak üzere
oraya akın etti.
Bâkî Billâh (k.s.) yaklaşık iki yıl tekkesinde
kendisine intisap eden müridlerini irşada de-
vam etti. Tekkeye gelen müridlerin yemeklerini
ve ekmeklerini annesi hazırlardı. Annesinin ar-
tık bu işleri yapamaz hâle geldiğini fark edince
bir hizmetçi görevlendirdi. Oğlunun bu uygula-
masını duyan annesi yaptığı işten haz aldığını
belirterek şöyle dedi: “Bilmiyorum ne kabahat
ettim ki, Allahu Teâlâ beni bu hizmetten mah-
rum eyledi. Yaptığım en iyi iş, o hazrete ve tale-
belerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da
benden aldılar.”
Annesinin bu sözlerini duyan Bâkî Billâh
(k.s.), onun gönlünü hoş edecek şekilde bir müd-
det daha ona müsaade etti.
Bâkî Billâh (k.s.), tekkesine yoğun bir şekilde
rağbet eden insanları irşad ederken hasta oldu.
Hastalığı süresince tekkedeki irşad görevini ha-
lifelerinden Ahmed Sirhindî’ye verdi. Bâkî Billâh
(k.s.), daha kırk yaşında iken 25 Cemaziyelahir
1012/30 Kasım 1603’te Delhi’de vefat etti ve
bugün Nebi Kerim Mahallesi olarak bilinen yer-
de Kademgâh mevkiine defnedildi. Kademgâh,
bu bölgede Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ayak bastı-
ğına inanılan bir yerdi.
Bâkî Billâh (k.s.), çok merhametli ve zarif
bir kişiliğe sahipti. Dünya malına tamah etme-
yi sevmeyen, kanaatkâr, zâhid ve âbid bir zâttı.
Kur’an-ı Kerim okumaya, ibadetleri hakkıyla ye-
rine getirmeye, zikre ve murakabeye çok önem
verirdi. O, kendi sûfî anlayışında Kur’an-ı Kerim
ve sünnete uymayı esas aldığını belirterek mü-
ridlerine bu çizgiden hiçbir zaman sapmamala-
rını, tasavvufî edeb ve erkâna riayet etmelerini
öğütlerdi. Büyük zâtların sözlerine önem ver-
melerini istediği müridlerinin ilim ve irfan ehliy-
le arkadaş olmalarını tavsiye ederdi: “Kalbinde
marifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, ar-
kadaşlık yapma. İlmini mevki, makam ve övün-
mek için vesile eden âlimlerden aslandan kaçar
gibi kaçın… Cahil tarikatçılardan sakının.”
Onun kişiliği tasavvufî anlayışıyla özdeşleş-
mişti. Bu hâl rüyasında gördüğü Muhammed
Parsa’nın ona yönelik şu öğüdünü hayat düstu-
ru edinmesinden kaynaklanmaktaydı: “Tasavvuf
yolunda ilerlemek, güzel ahlâk sahibi olmaktır.
Bu büyük nimet ve saadet elde edildiği zaman
asıl hedefe varılır.” Netice itibariyle ona göre
genelde Müslüman ve özelde sûfî olmanın en
büyük göstergesi güzel ahlâktır.
Bâkî Billâh (k.s.), az sayılabilecek bir süre zar-
fında şeyhlik yapmasına rağmen insanların yo-
ğun ilgisine mazhar olup birçok mürid ve halife
yetiştirmiştir. Onun rehberlik edip görev verdiği
halifeleri vasıtasıyla Nakşbendîlik Müslümanla-
rın yaşadığı pek çok bölgeye yayılmıştır. Onun
halifelerinden İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufî
düşünceleri pek çok Müslüman tarafından be-
nimsenmiş ve günümüze kadar etkisi devam
etmiştir. Bugün de ülkemizde düşünceleri ve
eserleriyle tanınan bir zâttır.
Bâkî Billâh (k.s.), diğer pek çok Nakşbendî
şeyhi gibi İslâmî kaynaklara ve temel hükümlere
bağlanmayı kendine düstur edinmişti. Özellikle
Kur’an-ı Kerim okumaya, onun hükümlerine sa-
rılmaya ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine
uygun bir hayatı sürdürmeye çok önem ver-
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 315-325. sayfalarından özetlenmiştir.
mekteydi. Özünü Kur’an-ı Kerim’in emirleri ve
sünnetin düsturları oluşturmayan bir tasavvufî
hayatın vuslata erdirmede yetersiz kalacağını
belirtmekteydi. Ona göre Kur’an-ı Kerim’i oku-
mak ve onu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bakışıyla
anlamak gerekir. Vera sahibi bir zât olan Bâkî
Billâh (k.s.), amelî konularda fıkıh âlimlerinin
eserlerine başvururdu.
Dünya malına tamah etmenin insanlara
getireceği mânevî zararlara işaret eden Bâkî
Billâh (k.s.), hem kendisi bu hususta dikkatli
davranmakta hem de müridlerinin kendisi gibi
hareket etmelerini öğütlemekteydi. Çünkü dün-
ya sevgisi veya dünyevî zevkler kalbi kaplayın-
ca Allah (c.c.) ile bağı zayıflar. Bu sebeple kalp
dünyevî alâkalardan kurtarılmalı ve Allah (c.c.)’a
yöneltilmelidir.
Tevazu Bâkî Billâh (k.s.)’ın mânevî hayatının
ayrılmaz bir unsuru hâlindeydi. O, sürekli kendi
hallerini gizler ve insanlara alçakgönüllü davra-
nırdı. İnsanların eksikliklerini araştırmak yerine
kendi kusurlarını dile getirmeyi tercih ederdi.
Gösteriş, riya ve kibirden uzak durmak onun
temel özelliklerindendi. Yanına gelenlere teva-
zusundan dolayı kendinin kusurlu olduğunu bu
sebeple ondan daha ehliyetli ve kâmil birini reh-
ber edinmelerini öğütlerdi. Onun bu davranışla-
rıyla bir melam(et)î yaklaşıma sahip olduğunu
söylemek mümkündür. O, seleflerinin hâllerin
gizli kalması tavsiyesine samimiyetle uymuştur.
Bâkî Billâh (k.s.), müridlerinin hallerine ve
kabiliyetlerine göre telkinlerde bulunurdu. Hafî/
sessiz zikre çok önem verir, semâ ve deveran
yaptırmazdı. Onun müridlerini nazar yoluyla ir-
şadı zikredilmesi gereken önemli bir özelliğidir.
Bakışı çok etkili olurdu. Bir kez baktığı veya te-
veccüh ettiği insan hemen bundan etkilenir ve
kendinden geçerdi. Bu yönüyle tam bir hâl eh-
liydi. Bu durumun hikmeti kendisine sorulunca,
insanlara şefkatinden dolayı onları yormadan
teveccühle feyz aktardığını ifade etmiştir.
Bâkî Billâh (k.s.) sanki merhamet âbidesiydi.
Bütün canlılara merhametle muamele eder-
di. Memleketinde kıtlık başgösterdiği günlerde
kendisine getirilen yiyecekleri kabul etmeyerek
insanların açlıktan öldükleri bir dönemde yemek
yemenin uygun olmayacağını belirterek günler-
ce riyazet yaptı. Bir menkıbede anlatılanlar onun
hayvanlara ne kadar merhametli davrandığını
göstermektedir. Buna göre Bâkî Billâh (k.s.) so-
ğuk bir kış gecesi ihtiyaç için yatağından kalkarak
odasından çıktı. Geriye döndüğünde yatağında
uykuya dalmış bir kedi gördü. Kediyi rahatsız et-
memek için sabaha kadar oturup bekledi.
Bâkî Billah insanlarda kusur aramanın bir
eksiklik olduğunu ifade ederdi. Talebelerinin
yaptıkları hatalar ve işledikleri günahlar ona
aktarılınca bunları kendine hamlederek kusur
ve eksikliğin onları terbiye edende olduğunu
belirtip sorumluluğu üzerine alırdı. Bu tür du-
rumların terbiye verici konumunda olan kendisi
gibi zâtların görevlerini tam bir şekilde yerine
getirmemelerinden kaynaklandığına dikkat çe-
kerdi. Çünkü bu tür hataları yapan insanlara
doğruların neler olduğu öğretilmeli ve onların
güzel ahlâk sahibi olmaları sağlanmalıdır. Söz
konusu bu görevi yapması gereken insanların
ilk sırasında onların mürşidliğini üstlenen zâtlar
gelmektedir. Dolayısıyla ona göre müridlerin
sorumluluğu şeyhlere ait olup onların gerekli
tedbirleri alması lazımdır.
Bâkî Billah zorunlu durumlar dışında sürek-
li abdestli bir şekilde bulunmaya dikkat ederdi.
Abdestli olarak iş yapmanın pek çok bereketlere
vesile olacağına dikkat çekerek bunu etrafında-
kilere tavsiye ederdi. Çünkü ona göre abdest
bir koruma zırhı gibidir. Aynı zamanda o, Allah
(c.c.)’ı hatırda tutmanın en etkili vasıtalarından
biridir.
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba14 15
Bir cihan devleti olarak dünyaya merha-metin ve adaletin ne olduğunu öğreten Osmanlı Devleti’nde 36 padişah tahta oturmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Çele-bi Mehmed’dir. Osmanlı Devleti’nin ikinci ku-rucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed (Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı’nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. Babası Yıldırım Bâyezîd, annesi ise Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’dur. Osmanlı’nın beşin-ci padişahı olarak tarihî kayıtlara ge-çen Çelebi Mehmed’in çocukluğu Bursa’da geçmiştir.1413-1421 yılları arasında sekiz yıl Os-manlı tahtında kalmıştır. Çele-bi Mehmed’in erkek çocukla-
rı Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed Çelebi, Yusuf Çelebi, Mahmud Çelebi, Kasım Çelebi, Orhan Çelebi’dir. 12 tane olduğu söylenen kız çocuklarından bazıları İnci Hatun, Selçuk Hatun, Sultan Hatun, Hatice Hatun, Fatma Hatun, Haf-sa Hatun, İlaldı Hatun, Ayşe Hatun’dur.
Sultan I. Mehmed (Çelebi) eğitimini Bursa ve Edirne Saraylarında tamamlamıştır. Amasyalı Sofi Bâyezîd ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza’dan
eğitim almıştır. İsminde yer alan “Çelebi” kelimesi, oku-ma yazma bilen, medrese veya dengi bir kurumda eği-tim görmüş kişiler için kul-lanılan bir ifadedir.
Tarihçilerin ifadelerine göre Çelebi Sultan Meh-med, orta boylu, yuvarlak yüzlü, çatık kaşlı, beyaz ten-
OSMANLI PADİŞAHLARI M. Nihat MALKOÇ
“Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed (Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı’nın ilk başkenti olan Edirne’de
dünyaya gelmiştir.”
Osmanlı’nın İkinci Kurucusu:
Sultan Çelebi Mehmed
Foto: Orhan Dinç
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba16 17
li, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli
bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu.
Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişleri çekerdi.
Padişahlığı müddetince bizzat 24 muharebe-
de bulunmuş ve savaşlar sırasında kırka yakın
yara almıştı. Sık sık güreştiği için halk kendisine
“Pehlivan Çelebi” ismini vermişti.
Mehmed Çelebi tek padişah olarak önce,
Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvar-
lar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı’nda kaldı.
Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçile-
ri kabul etti ve devletin üst kademelerine ken-
di görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh
Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle
İznik’e sürüldü ve yerine Sünnî ulemanın seç-
tiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de
Anadolu’ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi ta-
rafından Bizans’tan alınan Selanik ve Konstan-
tinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans’a
geri verildi.
Şair Ruhlu Bir Padişah
Osmanlı Devleti’nde padişahların önemli bir
kısmı aynı zamanda şairdir. Yani onlar devletin
yanında, sözlerin de sultanıdırlar. Bunlar ara-sında “Muhibbî” mahlasıyla bir divan oluştura-cak kadar şiir yazan Kanunî Sultan Süleyman’ı, “Avnî” mahlaslı Fatih Sultan Mehmed’i, “Muradî” mahlaslı II. Murad’ı, “Adlî” mahlaslı II. Bâyezîd’i, “Selimî” mahlaslı II. Selim’i, “Cihangir” mahlaslı III. Mustafa’yı, “İlhamî” mahlaslı III. Selim’i saya-biliriz. Bunların yanında Sultan Çelebi Mehmed de bazen şiir söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan şu şiiri onun üstün takvasını, Cenab-ı Hakk’a karşı güçlü imanını göstermektedir: “Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!/Erenlerden duâ vü himmet iste!/Çalup dîn aşkına udvâne şimşir,/Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!/Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;//Bu deşne çeşmesinden şer-bet iste!/Geçenden geç, demür taşdan sakınma,/Demüri mahv idenden kuvvet iste!/Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,/Adûyı arsadan sür vüs’at iste!”
Fetret Devri’nin Karanlığından Aydınlığa Çıkış
Fetret Devri, Yıldırım Bâyezîd’in 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşmesiyle, altı oğlundan dördünün yaptığı taht kavgalarıyla
geçen 1402-1413 yılları arasındaki döneme ve-rilen addır. Bu döneme “Bunalım Devri” ya da “Fâsıla-i Saltanat” adı da verilmektedir. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları İsa Çelebi, Çelebi Mehmet, Musa Çelebi ve Emir Süleyman arasında geçen taht kavgaları sonucunda dağılmış olan Osman-lı birliği Çelebi Mehmet (1. Mehmet) tarafından tekrar sağlanmıştır. Böylece 5 Temmuz 1413 yılında 11 yıl süren fetret devri; yani bunalım devri kapanmış oldu. Çelebi Mehmet Osmanlıla-rın tek padişahı olarak kaldı. Dört kardeşin taht için yaptıkları ölüm kalım savaşlarının sonunda, olgun kişiliği ile Çelebi Mehmet galip gelmiştir. Bunun sebebi Anadolu kültürü ile yetişmesi ve çok yönlü bir kişi olmasıdır. Ankara Savaşı’ndan sonra parçalanmış, çökmüş ve morali kaybol-muş devletin toparlanması Çelebi Mehmet sa-yesinde mümkün olmuştur.
Çelebi Mehmet, Ankara Savaşı’ndan sonra parçalanan Osmanlı topraklarını yeniden bir idare altında birleştirmek için Fetret Devri’nde (1402-1413) kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler ile mücadele etti. En son 1413’te Ça-murlu mevkiinde Musa Çelebi kuvvetlerini boz-guna uğrattıktan sonra Edirne’de tahta çıktı.
Böylece Osmanlı Devleti’ni karşılaştığı bu büyük bunalımdan kurtararak devletin birliğini sağla-yan Çelebi Sultan Mehmed, ilk olarak elden çı-kan toprakları geri almaya çalıştı.
Çelebi Mehmed 1414’te Anadolu üzerine yürüyerek Aydınoğlu Cüneyd Bey’in elinden Ka-yacık, Nif ve İzmir’i aldı. Karamanoğulları’na ait Konya’yı muhasara etti ise de İkinci Mehmet’in af dilemesi ve tabiiyetini arz etmesi üzerine barış yapıldı. Ancak Karamanoğlu’nun sözünde dur-maması üzerine Sultan Mehmed, bu şehri ikinci defa kuşatarak zapt etti (1415). Daha sonra ya-pılan antlaşmayla Konya’yı Karamanoğulları’na bırakan Sultan, Beypazarı, Sivrihisar, Akşehir, Yalvaç ve Beyşehir kalelerini ülkesine kattı.
Bundan sonra, evvelce Musa Çelebi ile birleşe-rek kendisine karşı hareket eden ve vergisini de göndermeyen Eflak Beyi Mirça üzerine yürüyen Sultan, onu Yer-Göğü’nde mağlup etti. Mirça, üç yıllık vergisini ödediği gibi, oğlunu da rehin ola-rak bıraktı. Rumeli’den dönüşünde Candaroğul-ları üzerine yürüdü. Tosya, Çankırı ve Kalecik’i ele geçirdi. 1416 ve 1420’de ilk defa Tuna Irmağı’nın kuzeyine geçerek Basarabya’ya girdi.
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba18 19
Çelebi Mehmed Hakkında Söylenenler
“Birinci Mehmed’i, tavırlarına, hareketlerin-de sürate, vakarına ait övgülerin hepsinin fev-kine yükselten şeyi, Osmanlı müverrihleri gibi Bizans müverrihleri tarafından da adaleti, şef-kati, civanmertliği, dostluğunda sebatı, gerek Türkler gerek Rumlar için hayırhahlığı hakkında herkesin birleştiği şahadettir.” (Halkondil)
“Çelebi Mehmed yalnız Türklere değil Hıristi-yanlara da iyilikle muamele etmiş ve can u gö-nülden hisleriyle fikrinin genişliği ve ahlâkının güzelliği birbirine uygun düşmüştür.” (Dukas)
“Bütün hayatı müddetince Bizans İmparatoru’nun sadık müttefiki, Türkmen asile-rinin korkunç düşmanı, Osmanlı saltanatı tah-tının şanlı dayanağı, Osmanlı müverrihlerinin tabirince, Tatar tufanının tehlikeye düşürdüğü devlet gemisini kurtaran Nuh idi.” (Hammer)
“Padişahlık süresi sekiz yıldan beş gün eksik idi. Güzel huyu ve şefkatli tutumuyla her yanda şöhret yapmıştı. Âdet edindiği şekilde dileyen-lere nafakalar dağıtır, her Cuma günü fukarayı doyurur, ihtiyaç sahiplerine gereken yardımı ya-
par, hesapsız hediyelerle kırık gönülleri sevin-dirirdi. Allahu Teâlâ şanlarını yüce etsin, Hare-meyn (Mekke ve Medine)’de konuklayanlara her yıl sayıya gelmeyecek ölçüde mal gönderirdi.” (Hoca Sadeddin Efendi)
İlim ve Kültür Sevdalısı Bir Padişah
Osmanlı’yı Fetret Dönemi’nden çıkaran, bu yüzden de Osmanlı’nın ikinci kurucusu olarak anılan Çelebi Mehmed imar faaliyetlerine de çok önem vermiştir. Birçok eserin inşasında çok önemli rolü olmuştur. O, aynı zamanda kültüre ve ilme de çok değer vermiştir. Tarihçi Ahmet Şimşirgil bu konuda şunları söylemektedir:
“Çelebi Mehmed, siyasî başarılarının yanı sıra imar ve kültür faaliyetlerine de büyük önem vermiştir. Bursa, Edirne ve Amasya’da pek çok eser yaptırmıştır. Bursa’da Yeşil Cami adıyla tanınan mabedi gerek inşaatında kullanı-lan mermerlerin nadirliği gerekse onu süsleyen oymaların zarafeti itibariyle şehrin başlıca şa-heserlerinden biridir. Bu caminin karşısına yük-sekçe bir mevkide kendi türbesini yaptırdı. Tür-benin karşısına düşen medresesi bugün müze haline getirilmiştir. Bunlardan başka Edirne’de Emir Süleyman tarafından inşasına başlanan
ve Musa Çelebi tarafından devam ettirilen Ulu Cami’nin tamamlanması ona nasip oldu. Bu ca-miye vakıf olmak üzere Edirne’deki bedesteni yaptırdı. Oğlu Şehzade Kasım bu caminin bah-çesinde medfundur.
Çelebi Mehmed ilim adamlarını himaye ve teşvik ederdi. Onlara karşı hürmetkâr ve cö-mertti. Bu itibarla kısa süren hükümdarlığı döneminde namına muhtelif mevzularda eser-ler yazılmıştır. Devrin en güzide ilim adamları arasında İbni Arabşah, Abdurrahman Merzifonî, Molla Sarı Yakup, Molla Kara Yakup, Kafiyeci Muhyiddin, Kadı Feyzullah ve Rükneddin Ah-med sayılabilir.”
Şeyh Bedreddin İsyanı’nın Bastırılması
Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç ha-disesi hiç şüphesiz ki Şeyh Mahmut Bedrettin isyanıdır. İslâm’a uymayan fikirlerini halk ara-sında yayan Şeyh Bedreddin’in çıkardığı isyan kısa sürede Karaburun’dan Amasya’ya kadar yayıldı. Ancak ülkeye tek başına hâkim olduğu günden beri Şeyh Bedreddin’in hareketlerini dikkatle takip eden Sultan Mehmet, Şeyh’in ve taraftarlarının başlattığı bu ayaklanmayı za-manında bastırmaya muvaffak oldu. Yakalanan Şeyh Bedrettin İslâm âlimlerinin fetvası üzerine idam edildi.
Bu dönemde isyanlar Çelebi Mehmed’in ya-kasını bir türlü bırakmadı. Çelebi Mehmed aynı yıl Rumeli’de taht mücadelesine giren ve Düz-mece Mustafa olarak da bilinen kardeşi Mus-tafa Çelebi’yi yenilgiye uğrattı. Mustafa Çelebi kaçarak Bizans İmparatoru’na sığındı. Daha sonra Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmed Çelebi Ankara’da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey’in hekimi Mevlâna Si-nan (Şair Şeyhî) tarafından tedavi edildi ve Sul-tan kendisini tedavi eden Şeyhî’yi ödüllendirdi. Şeyhî bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçla-rı olarak başından geçenleri Harnâme adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bi-linmektedir.
Çelebi Mehmed’in Ebediyete İrtihali
Sultan Mehmed Çelebi 26 Mayıs 1421’de
Edirne’de bir sürek avı sırasında at sırtında felç
oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Vezi-
riazam Amasyalı Bâyezîd Paşa ve vezirleri İvaz
Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa’yı çağırıp “Tez
oğlum Murad’ı getirin. Ben bu döşekten kal-
kamam. Murad gelmeden ölürsem fitne çıkar.
Tedarik görün, ölümümü gizleyin.” vasiyetinde
bulundu. En çok Selanik’te bulunan Düzmece
Mustafa’dan çekinilerek, Amasya’da vali olan
Murad’ın Bursa’ya ulaşmasına kadar 42 gün
ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları ara-
sında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Duru-
mundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güç-
lükle önlenen askerleri yatıştırmak için askere
geçit yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cese-
dine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pen-
cere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı
rivayet edilir. II. Murad Bursa’ya gelip tahta çık-
masından sonra cenazesi Edirne’den Bursa’ya
götürülerek Yeşil Türbe’ye defnedildi.
Çelebi Mehmed’in rahatsızlanıp yatağa düş-
tüğünde, devlet adamlarından oğlu Murad’ı ça-
ğırmalarını istemesini ve onlara yaptığı vasiyeti
yine Hoca Sadeddin Efendi şu mısralarla nak-
letmektedir:
Ayak çekti hükümet kapısından
Soyundu padişahlık hırkasından
Gördü ki bu dünya bir boş mekândır
Su üstüne kurulmuş bir binadır
Bu tarlaya kerem tohumunu ekti
Dâr-ı karara doğru niyetlendi
Güzel adını yazıp koydu cihanda
Keremden el çekmedi bir zamanda
Güven, huzur idi çünkü dileği
Sultan Murad’a ısmarladı yerini
Vasiyeti bu oldu o, şah gelsin
Üstünlük göğünün ayı yükselsin
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba20 21
Kur’anve Ramazan Ayı
“Ramazan ayı, mübârek Kur’an’ın doğum ayıdır. Bu ay, her Müslüman için, Kur’an’la yeniden irtibâtı kurmada bir mîlâd olmalıdır. Müslümanlar, mukâbele geleneğini devam ettirirken akıllarından çıkarmayacakları gerçekler vardır.”
İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*
Mübârek Ramazan ayına anlam katan; in-sanlara doğru yolu gösteren, doğruluğun belgelerini içinde taşıyan ve hakla bâtılı birbirinden ayıran Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inme-ye başlamasıdır. Nitekim bir âyette şöyle anlatılır: “(O sayılı günler), insanlar için bir hidâyet rehberi, doğru yolun ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ula-şırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.”1 Bu âyette geçtiği gibi mübârek Ramazan ayı ile Kur’an-ı Kerim arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur’an-ı Kerim, ilk defa levh-i mahfûzdan dünya semâsına, oradan da mîlâdî 610 yılında Rama-zan ayının yirmi yedinci gecesi itibariyle Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’e Hira Mağarası’nda inmeye baş-lamıştır. Gelen ilk âyetler Alak Suresi’nin ilk beş âyetidir. Bundan sonra İslâm’ın Mekke ve Medine Dönemlerinde 23 yıl içerisinde peyderpey inerek tamamlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in tedrîcî olarak peyderpey inzâli, onun anlaşılmasını ve uygulan-masını kolaylaştırmıştır.
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın iradesinin insana söz şeklindeki ifadesidir. Kur’an, Allah’ın sözüdür. Onu okumak, onu anlamak ve hayatımızda anlam-landırmak Allah’la konuşmak ve O’nunla iletişim kurmak mânâsına gelir. İşte Müslümanlar, her Ramazan ayı geldiği zaman hem Kur’an’ın bu ayda inişini yâd etmek, onu anlamak ve mânevî anlamda onun rûhânî etkilerinden istifade etmek için evlerinde, iş yerlerinde ve özellikle camilerde baştan sona okuma biçimi olan mukâbele sünne-tini ihyâ ederler. Elbette bunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu tavsiyesinin büyük payı vardır: “Biriniz Rabbi ile konuşmayı seviyorsa Kur’an okusun.”2
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’i koruma yolla-rından birisi hafızlık geleneğini ihyâ etmek, bir diğeri de yazıya geçirmektir. Bunun her ikisi de İslâm’ın ilk günlerinden başlamak üzere Müslü-man toplumlarda uygulanmıştır ve hâlâ da uygu-lanmaktadır. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden itibaren Kur’an’ın ezberlenmesi yolunda hâfızlık müessesesi başlatılmış, bu çaba Yüce Allah’ın izni ve inâyetiyle kıyamete kadar
ümmet tarafından sürdürülecektir. Kur’an’ın ez-berlenmesinin teşvik edilmesi, doğrudan naslara dayanmaktadır: Nitekim bir rivâyetten öğrendiği-miz kadarıyla Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ümmetimin en şereflileri ‘hameletü’l-Kur’an’, yani, Kur’an’ı çok okuyan ve ezberleyenler, gece kalkıp ibadet yapan-lardır.” buyurmuştur.3 Bütün beşerî çabalarla bir-likte nihâyetinde Yüce Yaratıcı onun korunmasını bizzat üzerine almıştır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucusu da elbette Biziz.”4 Bu ilâhî beyan onun korunmuşluğu konusunda mü’minler için en büyük güvencedir. Tarih de bu-nun canlı şahididir.
Kur’an-ı Kerim’in İndiriliş Gayesi
Kur’an-ı Kerim’i okumak da bir ibadettir. Kur’an okumayı özendirme husûsunda Hz. Peygamber (s.a.v.) bir rivâyette şöyle buyurmuşlardır: “Gözün ibadetten nasîbini verin. Bu Kur’an’a bakmak ve hayret edici (kevnî konularla ilgili) âyetleri üzerinde düşünmektir.”5 Bu rivâyette iki konu üzerinde du-rulmaktadır. İlki, Kur’an’ı yüzünden okumak, diğe-ri ise, onu anlamaya çalışmaktır. Özellikle, Allah’ın varlık delillerini anlattığı gerek eşya ve gerekse insan hakkındaki âyetlerin anlamları üzerinde se-bep-sonuç ilişkilerine bağlı derin tefekkürlere da-yalı sonuçlar çıkarmamız istenmektedir. Elbette Kur’an bir bilim kitabı değil, hidâyet kitabıdır. Ama o ilimden de kopuk değildir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim, ilmî sonuçlar çıkarmayı, ilim adamlarına bırakır. Meselâ Yüce Allah Hz. Nuh (a.s.)’a “Gemi yap!” emrini bir bilgi türü olan vahiyle indirirken, bilgiyi teknolojiye dönüştürme işini insana bırak-mıştır. Kur’an’ın ilimle ilişkisini bu bağlamda de-ğerlendirmemiz gerekir. Yoksa Kur’an’da tabiat ve pozitif ilimler alanında formül aramak boşunadır. Onun iniş gayesi, hidâyettir.
Yine bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde Kur’an’ın indiriliş amacını çok veciz bir şekilde belirtir ve burada gözden kaçırılmama-sı gereken çok önemli bir ayrıntıya, noktaya deği-nir: “Kur’an’ı okuyunuz ve onunla amel ediniz. Onu okumaktan uzak kalmayınız. Ona yakışmayan yorum ve tevillerle haddi aşmayınız. Onu vâsıta yaparak menfaat temin etmeyiniz. Onunla dünya-lığınızı çoğaltmaya çalışmayınız.”6
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba22 23
Dikkat edilirse bu hadiste bir takım emir ve ne-hiy cinsinden uyarılar göze çarpmaktadır. Bu uya-rılardan şu sonuçları çıkarabiliriz: İlki, salt Kur’an okumak değil, onu anlamaya çalışarak, hayatı an-lamlı kılmaktır. Yukarıda geçen bu rivâyette, onu anlamaya ve yorumlamaya çalışırken ilmî usul-den koparak, Kur’an’ın rûhuyla ve dil kurallarıy-la bağdaşmayacak kişisel ve mezhebî sonuçlara meşrûiyet kazandırma adına mânevî tahrîfe git-menin tehlikelerine işaret edilmektedir. Kur’an’ı anlama yolunda ilmî birikime sahip olmayanlar, salt mealle yetinmemeli, ilim çevrelerinde mute-ber kabul edilen bir müfessirin tefsirinden okuma-lıdırlar. Salt mealden Kur’an anlaşılmaz. İkincisi, yine bu rivâyette çok önemli bir meseleye de par-mak basıldığını görüyoruz. O da, “Kur’an’ı vâsıta yaparak menfaat temin etmek” sorunu. Maalesef bunun birçok istismar şekilleri vardır. Meselâ özel-likle büyük kentlerimizin mezarlıklarında Kur’an okumayı bilmeyen, ama Kur’an’ı gelir sağlamada vâsıta olarak kullanan, insanların dinî duygularını istismâr eden birçok kimselere rastlanmaktadır. Yine okunmuş hatim ve Yâsîn satanlar da bir baş-ka şekilde Kur’an’ı menfaat vâsıtası yapmaktır. Bu ve benzeri konularda insanlarımızın duyarlı olma-sı gerekir.
Kur’an-ı Kerim sıradan bir kitap değil, Allah indinden gelen ve O’nun ilâhî sözlerini içeren mübârek bir kitaptır. Maddî ve mânevî temizlik yapıldıktan sonra tefekkürle okunmalıdır. Kur’an’a yaklaşırken, sıradan bir kitap olmadığını düşün-meliyiz. O, kendisini, “Kendisinde şüphe olmayan bir Kitab” olarak tanımlamaktadır.7 Kur’an’la
meşgul olurken bu ayrıntıyı aklımızdan çıkarma-malıyız. Onu, ne aşırı derecede ihtirâm göstere-ceğiz diye hayatımızdan soyutlayalım, ne de aşırı derecede indirgemeci bir yaklaşımla kutsallıktan arındırarak sıra dışı bir kitap haline getirelim. Ona olması gereken değeri verelim. İşte o zaman bu ilâhî kitap bize envârını ve esrârını açacaktır.
Kur’an-ı Kerim, kendisini, “Bütün insanlar için yol gösterici bir kitap” olarak tanımlamıştır.8 Kur’an’ın bu şekilde nitelendirilmesi, Hz. Peygam-ber (s.a.v.)’in bütün insanlara gönderilmiş olma-sıyla mümkündür. Onu anlamada nebevî mesajın önemi büyüktür. Çünkü Kitab’ın içeriği onun tara-fından bize iletilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünneti Kur’an’ın rehberliğinde teşekkül ettiğine göre, nebevî mesajın evrenselliğini Kur’an’dan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Kur’an küllî hükümleri içerir. Bu hükümlerin geniş açık-laması nebevî sünnet sâyesinde olur. Kur’an’ın lafzı ve mânâsı Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından bize iletilmiş ve açıklanmıştır. Kur’an’da emredi-len namaz, zekât, oruç vb. gibi buyrukları geniş bir şekilde açıklamak ancak sünnetle sağlanabilir. Kaldı ki, İslâm’ın, toplumların hayatında dindarlık olarak görünürlüğü, nebevî sünnete dayanır. Çün-kü nebevî sünnet, vahyin peygamberin hayatında ete-kemiğe bürünmesi halidir. Dinî uygulamalar-dan mîmârîye, sanattan edebiyata, yemek kültü-ründen kıyâfete, musikîden güzel yazıya, spordan eğlenceye vb. varıncaya kadar sünnetin belirleyi-ciliğini görmek mümkündür. Dünya Müslümanla-rının birliğini sağlamada nebevî sünnet önemli bir yer işgal eder.
Kur’an’ı Anlamada Yöntem Nasıl Olmalıdır?
İyi bir Kur’an okuyucusu, eğer ondan istifade etmek istiyorsa şu kurallara uymalıdır: Kur’an okurken; dil, kalb ve akıl üçlüsü, sıkı bir ilişki ha-linde olmalıdır. Dil âyetlerin lafzını kalbe gönde-rirken; kalb de bu âyetlerin anlamlarını akla gön-dererek tesirini akıl ışığı altında yansıtır. Bir başka anlatışla, dil âyetlerin lafızlarını telaffuz ederken anlamını kalbe yansıtmalı, kalb de, anlamlardan sebep-sonuç ilişkileri ve hüküm değerleri çıkarma-da beyinle, akılla doğrudan bir irtibâta geçmelidir. Hz. Ali’nin dediği gibi: “İçinde anlayış bulunmayan ibadette hayır olmadığı gibi, üzerinde tefekkür ve tedebbür bulunmayan okumada da hayır yok-tur.”9 Dinî düşüncenin yeniden teşekkülünde fikrî ekzersizler yapan geçen yüzyılın büyük düşünürü Muhammed İkbal’in dediği gibi, her insan, sanki Kur’an, ilk defa kendisine nâzil oluyormuşçasına okumalıdır. İşte o zaman Kur’an, sırlarını kişiye açacaktır. Çünkü Kur’an, Yüce Allah’ın ziyâfet sof-rası gibidir. Bu ziyâfet sofrasından istifâde etme-de okuma ve yaşama el ele vermelidir. Yaşama olmadan bizzat Kur’an kendisini okuyanları, rûz-i mahşerde Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecektir.10 O halde Kur’an bizden şikâyetçi değil, şefâatçi ola-cak bir düzeyde onu anlamaya ve hayatımızda an-lamlandırmaya çalışalım. Bunun yolu da ihlâs ve samimiyetle okur-yaşar olmaktan geçmektedir.
Unutmayalım ki, Kur’an’ın muhâtabı dirilerdir. Kur’an’ın indiriliş amaçlarından birisi de yaşayan-ları uyarmaktır.11 Bu, ölüler için okunmaz anlamı-na gelmez. O, ölü olan kalpleri diriltmek, kullanıl-mayan, işlevsiz hale gelmiş olan akıllara işlevsellik kazandırmak için indirilmiştir. Akıl ve kalp koordi-natlarını iyi kuranlar, gerçek mânâda Kur’an’dan istifâde etmeyi bilenlerdir. Nasıl ki Kur’an’ın nüzûl tarihinde meydana gelen “inkıtâ-i vahiy/vah-yin belli bir süre kesilmesi” ruhsal anlamda Hz. Peygamber (s.a.v.)’i olumsuz yönde etkilemişse, Kur’an’ı anlama noktasında ertelenecek bir dav-ranış da bizim zihin ve gönül dünyamızda benzer mânevî gerilimlere yol açacaktır. Zira Kur’an hem tertîl üzere okunacak ve hem de okunan âyetler üzerinde derinlikli tedebbür, tefekkür ve tezekkür faaliyetleri sürdürülecektir. Bu anlamda Kur’an’la
bağı kesik olan mü’minlerin durumu, nefes darlı-ğı çeken bir hastanın oksijen tüpünden mahrum olmasına benzer. Kur’an’ı anlama çabası, bir nevi yolda olmak, yola koyulmak çabasıdır.
Sonuç olarak, Ramazan ayı, mübârek Kur’an’ın doğum ayıdır. Bu ay, her Müslüman için, Kur’an’la yeniden irtibâtı kurmada bir mîlâd olmalıdır. Müs-lümanlar, mukâbele geleneğini devam ettirirken akıllarından çıkarmayacakları gerçekler vardır. Her Kur’an sevdâlısı, Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın sözü olduğunu unutmamalıdır. Onun her tavsiye ve hükmü, emir ve yasakları, onda bulunan helal ve haramlarla ilgili hükümler, bizim yararımıza-dır. Bu sebeple Kur’an’ın Allah katından geldiğine iman eden bir mü’min, onun verdiği her bilgi ve haberin doğruluğuna, hükümlerinin her zaman ve mekânda uygulanabilirliğine yürekten inan-malıdır. Kur’ân, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemine ait bir kitap değil, varlığını ve rehber-liğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları aşan ve kucaklayan evrensel bir kitaptır. Kur’ân, zamanın geçmesiyle eskiyen değil, daima tazeli-ğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil, daima ileriye götüren; ilim, teknik ve gelişmelerle çatışan değil, örtüşen ve kucaklaşan bir kitaptır. Emir ve yasakları, helal ve haramları, hüküm ve tavsiyeleri, öğüt ve ilkeleri, misal ve kıssaları, va’d ve vaîdleri, geçmişe, geleceğe, Allah’a, insana ve diğer varlıklara dair bildirdiği gerçekler, bilgiler ve tanımlar, zamanın geçmesiyle değişmez ve değe-rini yitirmez.12
Ne mutlu bütün bu uyarı ve tavsiyeleri dikkate alarak bir yaşam kılavuzu olan Kur’an’a sarılanla-ra!..
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ1. 2/Bakara, 185.2. Münâvî, Hadislerle İslâm, I, 248 (360).3. Münâvî, a.g.e., I, 248 (360).4. 15/Hicr, 9. 5. Münâvî, a.g.e., I, 561 (1161).6. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 428-444.7. 2/Bakara, 2.8. Bkz. 3/Âl-i İmrân, 4; 17/İsrâ, 9–10.9. Bu mealde olan şu âyete bakınız. 47/Muhammed, 24.10. Bkz. 25/Furkân, 30.11. Bkz. 36/Yâsîn, 6. 12. Bkz. 18/Kehf, 27; 6/En’âm, 115.
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba24 25
İman, Hz. Muhammed(s.a.v.)’e ve onun getir-diklerine inanmak iken, onun zıddı olan küfür ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i ve onun getirdik-lerini inkâr etmektir.
Küfür; Sevgili Peygamberimiz’in din adına
tebliğ ettiği konularda onu tasdik etmemek,
onaylamamak anlamında bir terimdir. Küfür;
örtmek, gizlemek, nankörlük etmektir. Fıtratın
gereğini yerine getirmemek, hakikatleri kabul
etmemek suretiyle inkâra düşmektir. Diğer
bir ifade ile münkir olmaktır. Dîvân-ı Hulûsî-i
Dârendevî’deki bir beytte, ehl-i küfrün nankör-
lük edip, Allah’tan yüz çevirdiğini, iman ehlinin
ise ilâhî vaatlere yöneldiği beyan edilir:
Neden gösterdin ehl-i küfrü senden yüz çevirmişler
Neler va’detdin îmân ehline kim ermeden dön-
mez1
Kur’an’ın ifadesiyle, kâfirler; Allah’ı inkâr
eden, O’nun yolundan yüz çeviren, O’na ortak is-
nat ederek şirke düşen kimselerdir. Yine kâfirler,
O’nun âyetlerini peygamberlerini, Kur’an’ı, me-
lekleri, öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti red-
dedenlerdir.2
Küfür ehlinin yaşadığı, küfürle idare edilen
yerlere diyâr-ı küfür denir. Aslında bu kavram-
la, İslâm’ın karşıtı olan insanların hayat alanı
ve hayat tarzı da kastedilir. Modern dünyanın
gelişmiş ülkeleri diye bize takdim edilen “Batı
medeniyeti” aslında kelimenin tam karşılığıdır.
İslâm düşmanlarının Doğu medeniyeti karşısın-
da inşa etmeye çalıştıkları beldelere, devletlere
kalbî yakınlık duymak iman açısından tehlikeli-
dir. Teknolojik, stratejik ve devletlerarası yakın-
lık haricinde kurulabilecek yakınlık ve dostluk
anlayışının bizlere neye mâl olduğunu hepimiz
biliyoruz. O açıdan Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi Hazretleri’nin şu beyti bize bu hakikati
hatırlatıyor:
Biz yakın olduğumuz müddetçe diyâr-ı küfre
Türlü zahmetler doğar türlü nedâmetler gelir3
Ehl-i Küfre Benzemeye Çalışmaktan Sakınmak
İbn-i Ömer (r.a.) teşebbüh/benzemek hak-
kında şöyle buyururlar: “Bir kimse müşriklerin
arzına ev bina edip, onların bayramlarına katıl-
mak suretiyle onlara benzerse, o kimse kıyamet
günü onlarla beraber haşrolunur.”4
Bu mübarek kelamın bir nevi açıklama-
sını İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sanî
Hazretleri’nin Mektûbât’ından okuyalım: “İki
dini tasdik eden dahi, şirk ehlinden sayılır. İslâm
hükümleri ile küfrü bir araya getirmeye te-
şebbüs eden dahi müşriktir. Hâlbuki küfürden
teberri etmek/uzaklaşmak şirk şaibelerinden
sakınmak tevhiddir. Hinduların büyük bildikle-
ri günlere tazim, Yahudilerce bilinen âdetlere
uymak, küfrü icap ettirir. Nitekim ehl-i İslâm’ın
cahilleri, bilhassa kadınlar, küffarın belli gün-
lerindeki küfür merasimini icra etmektedirler.
Bunları, kendileri için de bayram kabul edip,
kızlarının ve kardeşlerinin evlerine onlar gibi
hediyeler yollarlar. Böylelikle o merasime tam
manası ile itina ederler.”5
Diyâr-ı Küfre Kalben Yakın Olmanın
Doğurduğu Pişmanlıklar
Biz yakın olduğumuz müddetçe diyâr-ı küfre Türlü zahmetler doğar türlü nedâmetler gelir
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
EDEBİYAT Musa TEKTAŞ
“Modern dünyanın gelişmiş ülkeleri diye bize takdim edilen ‘Batı medeniyeti’ aslında kelimenin tam karşılığıdır. İslâm düşmanlarının Doğu medeniyeti karşısında inşa etmeye çalıştıkları beldelere, devletlere kalbî yakınlık duymak iman açısından tehlikelidir. Teknolojik, stratejik ve devletlerarası yakınlık haricinde kurulabilecek yakınlık ve dostluk anlayışının bizlere neye mâl olduğunu hepimiz biliyoruz.”
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba26 27
madın mı?’ dedi. Ben de ‘Dini onun olsun. Ben
onun kâtipliğinden istifade ediyorum.’ dedim.
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: ‘Allah onla-
rı alçaltmışken siz onlara değer vermeyin. Allah
onları hain ilan etmişken onlara güvenmeyin.
Allah onları uzaklaştırmışken, onları kendinize
yaklaştırmayın.”
Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî (k.s.) şöyle der:
“Şam’da Müslüman erkek ve kadınların Hıristi-
yanları dost edindiğini, onlara yumuşak davran-
dıklarını, çocuklarını kiliseye götürdüklerini ve
üzerlerine teberrüken vaftiz suyu serptiklerini
gördüm. Allah korusun bu küfürdür. Vaftiz suyu,
Hıristiyanların çocuklarını batırıp yıkadıkları
sarı bir sudur. Bununla çocuklarının temizlen-
diğine ve bunun sünnet (hitan) gibi olduğuna
inanırlar.”8
İmam Muhammed şöyle der: “İçki ve do-
muz hâriç Müslümanlara yasakladığım her şeyi
müşrike de yasaklarım. Fakat kâfirlerin, çarşıla-
ra açıkça içki ve domuz getirmeleri men edilir.
Çünkü bu Müslümanları hafife almaktır. Hâlbuki
Müslümanlar onlarla kendilerini küçük düşür-
mek hafife aldırmak için anlaşma yapmamıştır.”
Küfür Ehli Zulmettedir
Yine İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin
Mektûbât’ının 1. cildinin 266. mektubunda
geçen bir metni okuyalım: “Bir defasında, bir
hastanın ziyaretine gittim. Ölümü yaklaşmıştı.
Haline teveccüh ettiğim zaman gördüm ki kalbi
şiddetli zulmet içinde. Her ne kadar bu zulmetin
kalkması için teveccüh ettiysem de kalkmadı.
Çokça teveccühten sonra bilindi ki, bu zulmet-
ler, kendisinde saklı duran küfür sıfatındandır.
Bu sıkıntıların menşei dahi küfür ehli ile dost
geçinip durmasıdır. Bundan sonra belli oldu ki
bu zulmetlerin def’i için teveccüh yerinde bir
iş değildir. Zira onun bu zulmetlerden temiz-
lenmesi cehennem azabına kalmıştır ki küfrün
cezası da odur. Ve bana malum oldu ki, onda
imandan bir zerre miktarı mevcuttur ve bunun
bereketiyle cehennemde ebedî kalmaktan kur-
tulacaktır.”
Her dönemde ortaya çıkabilecek bu tehlikeli
gidişatı önlemek için İmam-ı Rabbanî Hazretle-
ri küfrün şiarı olan işlerden kaçınmayı iman ile
ilişkilendirerek şöyle der:
“Öyle ise imanı gerçek anlamda elde edebil-
mek için küfürden uzak durmak gerekir. Bunun
en alt düzeyi kalben uzak durmak, en üst düzeyi
de hem kalben hem de bedenen uzak durmak-
tır. Uzak durmak aynı zamanda Allahu Teâlâ’nın
Kâfirden Dost Olmaz
Yüce Rabb’imiz şöyle buyuruyor: “Ey iman
edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinme-
yin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin
tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar,
onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna
yol göstermez.”6
Rivayet edildiğine göre Ubâde b. Sâmit (r.a.)
Peygamber (s.a.v.)’e şöyle demiştir: “Ey Allah’ın
Rasûlü, benim Yahudilerden birçok dostum var.
Ben bunların dostluklarından vazgeçip Allah’ı
ve Rasûlü’nü dost ediniyorum.” Abdullah b.
Übey ise: “Ben felâketlerden korkarım. Onun
için Kaynukaoğulları Yahudileriyle olan dostlu-
ğumu terk edemem.” demiştir. Bunun üzerine
Allahu Teâlâ: “Yahudileri ve Hıristiyanları dost
edinmeyin.” buyurdu. Yani, onlardan hiç biriyle
samimî dost olmayın, onlarla ahbabınızla girdi-
ğiniz ilişkiye girmeyin, demektir.
“Onlar birbirlerinin dostudurlar.” Yahudi fır-
kaları kendi aralarında; Hıristiyan fırkaları da
kendi aralarında birbirlerinin dostudurlar. Yok-
sa esas olarak Yahudiler ve Hıristiyanlar birbir-
lerinin dostu değillerdir. Bununla beraber hepsi
küfür üzerindedir ve size düşmanlıkta birlikte-
dirler. Size karşı durumu bu olan insanlarla ara-
nızda nasıl dostluk olabilir?
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardan-
dır.” Böyle biri onların dini üzere bulunmuş olur
ve cehennemde onlarla beraberdir. Bu tehdit
onları dinleri sebebiyle dost edinme konusunda
geçerlidir. Dinî ve itikadî konularda muhalefet
etmekle beraber onlarla bir şey alıp satmak,
onlardan bir iş istemek için yapılan sohbet bu
tehdidin dışındadır. Ebu’s-Suud Efendi şöyle der:
“Bu âyet, mü’minleri gerçek olmasa bile Yahu-
di ve Hıristiyanlara şeklen dahi dostluk göster-
mekten sert bir şekilde sakındırmaktadır.”
“Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”
Zalim toplum, mü’min kardeşlerinin dostluğunu
bırakıp Allah’ın düşmanlarını dost edinen, böy-
lece kendi nefislerine zulmedenlerin oluşturdu-
ğu toplumdur. Allah böyle bir toplumu doğru
yola iletmez.7
Hz. Ömer’in valisi Ebu Musa el-Eş’arî’nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömer b. Hattâb
(r.a.)’a; ‘Hıristiyan bir kâtibim var.’ dedim. Bana
‘Allah iyiliğini versin, ne yapıyorsun! Müslüman
birini bulamadın mı? ‘Ey iman edenler, Yahudile-
ri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.’ âyetini duy-
“Zalim toplum, mü’min kardeşlerinin dostluğunu bırakıp Allah’ın düşmanlarını dost edinen, böylece kendi nefislerine zulmedenlerin oluşturduğu toplumdur. Allah böyle bir toplumu doğru yola iletmez.”
“Kur’an’ın ifadesiyle, kâfirler; Allah’ı inkâr eden, O’nun yolundan yüz çeviren, O’na ortak isnat ederek şirke düşen kimselerdir. Yine kâfirler, O’nun âyetlerini peygamberlerini, Kur’an’ı, melekleri, öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti reddedenlerdir.”
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba28 29
düşmanlarına düşmanlık beslemeyi de içerir.
Zira Allah Teâlâ’yı ve Peygamberini sevmek,
O’nun ve Rasûl’ünün hasımlarına düşmanlık
beslemeksizin düşünülemez.” 9
Küfür karanlığına düşenlerin inkârcı tavır-
larının sonunda onları helâke götüreceğini
Rabb’imiz şöyle beyan ediyor:
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın ga-
zap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar,
kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesin-
den) ümit kestikleri gibi ahiretten ümit kesmişler-
dir.”10
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazab
ettiği bir kavmi dost edinmeyin. ” Burada gazap
ehli olan ehl-i küfre dostluk ve sevgi duyula-
maması emredilir. Onlar, kendileri için âhirete
ait rahmetten bir rahmet bulunmayıp tamamı
gazaba uğramış kimseler oldukları için bu ifa-
de inkârcılar cinsinin tamamını kapsamaktadır.
Gazaba uğrayanlardan maksat, Yahudiler oldu-
ğu da söylenmiştir. Çünkü ürünlerinden bir şey-
ler elde etmek için Yahudilerle münasebet ku-
ran bazı fakir Müslümanlar hakkında bu âyet-i
kerimenin indiği rivayet edilir. Çoğunluğun gö-
rüşü de budur. Nitekim Allahu Teâlâ Yahudiler
hakkında; “Allah’ın lanetlediği ve azab ettiği, ara-
larında maymunlar, domuzlar ve tağûta tapanlar
çıkardığı kimseler”11 buyurmuştur.
“Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların
dirilmesinden) ümid kestikleri gibi âhiretten ümid
kesmişlerdir.” Ye’s kelimesi, âhireti inkâr ve ona
kesin olarak inanmadıkları için ümidin kesilme-
sidir. “Kavmen” kelimesinden bütün inkârcıların
kastedilmesi durumunda anlaşılan mana budur.
Tevrat’ta vasıfları sayılmış Peygamber’e inan-
makta inat ettikleri için âhirette nasipleri bulun-
madığını bildiklerinden dolayı ümitlerini kesmiş-
lerdir. Kitap ehli olanlar, kıyamet gününe inan-
dıkları halde, hased ve inatlarından dolayı inkâr
üzerinde ısrar ettiklerinden âhiret sevabından
ümitlerini kesmişlerdir.
Bursevî bu ayete şöyle mana vermiştir:
“Âhiretin elem verici azabı ile cezalandıklarını
ve ebedî nimetlerinden mahrum edildiklerini
görüp gerçeği kavradıklarından dolayı onlardan
ölenler âhiretten ümitlerini kestikleri gibi onlar
da ümitlerini kesmişlerdir. Burada onlar, âhiret
konusunda tam bir ümitsizlik içinde olmakla va-
sıflanmışlardır.”
Yüce Yaratıcı’nın, manevî sırlarını bu dün-
yadaki eserlerinden anlamaya çalışmayanların
inkârı ve cehaleti elbette küfür karanlıklarıdır.
Hulûsi Efendi (k.s.) bu hali şöyle dillendirir:
Sâni’in her zerrede esrârın fehm eylemez
Küfr ü inkâra düşer Hakk’a cehâletler gelir12
Mukatil şöyle demiştir: “Kâfir kabre kondu-
ğunda bir melek gelip çok katı bir tutum takı-
narak, “Rabbin kimdir, dinin nedir, peygamberin
kimdir?” diye sorar. O da: “Bilmiyorum.” der.
Melek: “Allah seni rahmetinden uzaklaştırsın,
cehennemdeki yerine bak.” der. Veyl, yani yazık-
lar olsun sana, geberesin diye seslenerek “İşte
bu senindir.” der. Sonra cennetin kapısını aça-
rak “İşte şurası da Allah’a iman edenler içindir.
Şayet Rabb’ine iman etmiş olsaydın bu cennet-
te konaklardın.” der.
İşte bu durum onun için büyük bir hasret ve
pişmanlık sebebi olup, bütün ümitleri kesilmiş-
tir, âhirette hiçbir nasibi olmadığını anlar ve
cennet nimetlerinden ümidini keser.
Kâfirler, kötü ahlâk kabirlerinden, güzel sı-
fatların geniş alanına çıkmaktan ümitlerini
kesmişlerdir. Diğer koyu karanlıkların perdele-
rinden ve kabir sahillerinde bulundukları bu du-
rumdan, geniş, rahat ve aydınlık yere çıkmaktan
ümitsizdirler.”13
Mustafa Takî Efendi, bundan yüz yıl önce ya-
yınladığı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e arzuhalinde
sanki bugünleri de kapsayan bir durum ana-
lizi yapmaktadır. Biz de Cenab-ı Hakk’a yakın
olmak, kâfirlerden onlara benzeyenlerden ve
diyar-ı küfürden uzak kalmak temennisiyle ya-
zımızı Mustafa Takî Efendi’nin satırlarıyla biti-
relim:
“Ey Fahr-ı Kâinat! Ey yaratılmışlar içinde
azametli ruhun sahibi(s.a.v.)! Allah tarafından
gönderildiğiniz ümmetin kötü hallerine elbette
vâkıfsınız. Getirmiş olduğunuz açık din elbette
bir mekân ile ve pek az bir zaman ile sınırlı de-
ğildi. Ezelî olduğu kadar da ebedî ve cihanşümul
idi.
Küfür âlemi, günahkâr ümmetinle on üç
asırdır çarpışa çarpışa onları tamamen söndür-
me noktasına yaklaştırdı. Ümmetin milyonlar-
cası, büyük bir çoğunluğu acımasızların hüküm
ve kuvveti altında kısıldı kaldı.
Şimdi son bir küçük kısmı ‘Allah’ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler
hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamak-
tan başka bir şeye razı olmaz.’ ilâhî va’dine is-
tinaden sayı ve güç olarak azınlık olmalarına
rağmen zâtınızın ruhaniyetine ve inayetine ilti-
ca ederek düşmanla sonuna kadar mücadeleye
azmetti. Sınırını, canını siper ederek koruyor.
İmanı küfrün elinden kurtarmak istiyor. Lütuf ve
inayet senden, kerem ve şefaat, zafer ve başarı
sendendir.”14
Dipnot
1. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s. 99.
2. Mustafa Sinanoğlu, TDV İslam Ansiklopedisi, Küfür mad., C: 26, s.535.
3. Ateş, Divan, s. 89.4. Feyzü’l-Kadir, 104.5. Mektubat-ı İmam-ı Rabbani, 3/41.6. 5/Maide, 51.7. İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, Erkam Yayınları, C.5, s.
7, İstanbul, 2005.8. Bursevi, a.g.e, s.119. Mektubat-ı İmam-ı Rabbani 2/ 266. Mektup. 10. 60/Mümtehine, 13.11. 5/Maide, 6012. Ateş, Divan, s. 8913. İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, Erkam Yayınları, C.21,
s. 283, İstanbul, 2005.14. Fatih Çınar, Mustafa Takî Efendi Hayatı Eserleri ve Makale-
leri, Nasihat Yayınları, Ankara, s. 59
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin.
Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri
gibi ahiretten ümit kesmişlerdir.”60/Mümtehine, 13.
may
ıs/20
18
somuncubaba somuncubaba30 31
Yıldırım Bâyezîd ve Germiyanoğullarından Devlet Hatun’un oğlu olan Çelebi Mehmed, 1389 yılında Edirne’de doğmuş, padişahlı-ğı süresince bizzat 24 savaşa katılan bir Osmanlı Sultanı’dır. Tahsilini Bursa’da tamamladıktan son-ra babası tarafından Amasya Sancakbeyliği’ne ta-yin edildi ve burada devlet tecrübesi kazanmıştır.
Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu’da Türk birliği bozulmuş ve Osmanlı Devleti dağılma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları, babalarının ölümünden son-ra taht mücadelesine başlamışlardır. “Fetret Devri” adı verilen bu dönemde Süleyman Çelebi Edirne’de, İsa Çelebi Bursa’da, Mehmed Çelebi Amasya’da, Mûsâ Çelebi Balıkesir’de padişahlık-larını ilan etmiş ve Yıldırım Bâyezîd’in oğulları arasında taht mücadelesi başlamıştır. Mehmed Çelebi ile Mûsâ Çelebi aralarında anlaştıktan sonra Bursa’da vali bulunan İsa Çelebi’yi orta-dan kaldırmışlar. Mehmed Çelebi, ikinci aşa-mada Mûsâ Çelebi’yi Süleyman Çelebi’nin or-tadan kalkması amacıyla Edirne’ye Süleyman Çelebi’nin üzerine göndermiştir. Mûsâ Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek, Edirne’yi ele geçirmiş, ancak Mehmed Çelebi’ye verdiği sözü tutmamış ve Edirne’de kendi padişahlığını ilan etmiştir. Mehmed Çelebi 1413 yılında Mûsâ Çelebi’yi de saf dışı bırakarak Fetret Devri’ne son vermiştir. Osmanlı Devleti’ni tekrar bir ara-ya toplayan ve bir bakıma Anadolu’daki Türk bir-liğini tekrar sağlayan Mehmed Çelebi, Osmanlı Devletinin tek hâkimi olarak padişahlığını ilan etmiştir. Çelebi Mehmed, Fetret Dönemi’nde kaybedilen toprakları yeniden kazanmak için harekete geçmiştir. Bu çerçevede;
- 1414 yılında Aydınoğlu Cüneyd Bey’den İzmir’i geri aldı.
- Saruhan ve Menteşoğlu Beylikleri yeniden Osmanlı Devleti’ne bağladı.
- Bursa’ya saldıran Karamanoğulları üzerine sefer düzenledi. Yenilen ve kendinden af dileyen Karamanoğlu Mehmed Bey’i bağışladı ve ülke-sinde yaşamasına izin verdi.
- Fetret Devri sırasında tekrar kurulmuş olan Candaroğulları Beyliği’ni Osmanlı topraklarına bağladı.
- Osmanlılara karşı düşmanca davranışlar sergileyen Eflak Beyliği’ne seferler düzenleyip Eflakllıları vergiye bağladı.
- Babası Yıldırım Bâyezîd zamanında kurulan deniz kuvvetlerini güçlendirdi ve 1416 yılında Venediklilerle ilk deniz savaşını gerçekleştirdi.
- Dağılma tehlikesi içindeki Osmanlı Devleti’ni yeniden bir araya toplamayı başarmasının ya-nında Çelebi Mehmed, ülkenin imar faaliyet-lerine hız verdi. Medreseler, imârethâneler ve camiler yaptırdı. Amasya Bâyezîd Paşa Camii, Merzifon Çelebi Sultan Mehmed Medresesi, Bursa Yeşil Camii, Dimetoka Çelebi Sultan Meh-med Camii, Edirne Eski Camii ve Edirne Yıldırım Camii bunlardan önde gelen imar örnekleridir.
Fetret Devri’ni müteakip Anadolu’daki bey-likleri tekrar bir araya toplamayı başarmasın-dan dolayı Çelebi Mehmed, Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilmektedir.
26 Mayıs 1421’de Edirne’de vefat eden Çe-lebi Mehmed’in cenazesi Bursa’ya getirilerek Yeşil Türbe’ye defnedilmiştir. Kendisi Mustafa Çelebi, II. Murad, Ahmed