Upload
demirsoy
View
220
Download
0
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Değerli Kardeşim Atatürkçülüğün bu kadar üzerine yürünmesinin çok önemli nedenleri var. Bunları yakın zamanda göreceğiz. Ancak şunu söylemeliyiz: Bu gelişmeler, bu coğrafyanın, Atatürk’ün, dinimizin, Anadolu insanlarının düşmanlarını çok sevindirecektir. Dünyada emperyalistlerin kucağına oturmadan emperyalistlerle savaşıp kazanan tek lider Atatürk oldu. Birçok canlı gibi belli ki belayı yaşayarak öğreneceğiz.
Citation preview
1
BU COĞRAFYANIN, TÜRKLERİN; MÜSLÜMANLARIN DÜŞMANLARI GÖZÜNÜZ
AYDIN ATATÜRKÇÜLÜK ÖLDÜ (10 Kasım 2015)
Prof. Dr. Ali Demirsoy
“İnsan yaşayarak öğrenen değil, daha önce yaşanmışlardan ders çıkaran
varlıktır; yaşayarak öğrenenler hayvanlardır. AD”
Tek millet yaratma çabası öldü
Önce duygusal tarafı bir tarafa bırakıp, akılcı düşünmeye hazırsak burada
yazılanları anlayabiliriz. Biraz evrensel düşünceye sahip, empatiyi (duygudaşlığı)
geliştirmiş herkes şunu biliyor ki, bu dünyada yapısal benzerliği olan her çeşit
insan topluluğunun (eskiden ırk deniyordu) kendi soyunu sürdürme hakkı
vardır. Bu farklılıklar jeoloji geçmişimize dayalı yapısal (genetik) değişiklikleri
barındıran değişiklikler de olabilir (zenci-beyaz insan gibi), aynı kökten gelip
çeşitli nedenlerle kendini farklı toplulukların (ırkların) mensubu gibi görenler de
bulunmaktadır (örneğin İsrailliler ile Filistinliler). Birincisini yapısal ve kalıtsal
özellikleriyle ayırmamız belki kolay; ancak en kötü çatışmaların yaşandığı, ona
kardeş kavgası da diyebiliriz, aynı kökenden gelip, kendini farklı olarak
benimseyenlerin arasında olmaktadır.
İnsanın yapısal özelliğini değiştirme şansı olmadığına göre, bir insan kendini
farklı bir grubun Mensubu (ya da içinde) olduğuna inanıyorsa, o insanı, eğer
belirli bir bilinç düzeyine ulaşmamış ise evrensel insan topluluğunun bir üyesi
yapamazsınız. Dönüp dünya tarihe bakalım. Kendini farklı birileri olarak
düşünen insanların savaşları ile kirlenmiştir.
2
Anadolu, üç kıtanın geçiş köprüsüdür. Üç imparatorluğun kurulduğu tek kara
parçasıdır. İmparatorluk deyip geçmeyin, imparatorluklar bir insan kokteylidir;
her çeşit dinden ve milletten insanın cirit attığı yerlerdir. Doğudaki coğrafyadan
çeşitli nedenlere dayalı onlarca büyük göç, siyasi nedenlerle batıdan onlarca
büyük göç, benzer nedenlerle kuzeyden ve güneyden onlarca büyük göç
sonucu bu coğrafya insan (ırkı) çorbasına dönmüştür. Eğer biraz tarih bilgimiz
varsa, bu topraklarda, gerek farklı topluluklar arasında hatta aynı topluluğun
farklı boyları arasında kanlı savaşlar hiç eksik olmadığını anlamış olmalıyız.
Binlerce yıl boyunca yaşanmış bu kanlı hesaplaşmanın yeterli bir eğitimden
geçmeden duracağını düşünmek herhalde tarih bilinci eksikliği olabilir.
Tekrar uygar, duygusal bir insan düşüncesi ile kuvvetle vurgulamak
gerekiyor: Kendini farklı hisseden herkes bu dünyada temsil edilmelidir. Ancak
bu paragrafın birinci cümlesine “akıllıca düşünen” sözcüğü kasıtlı olarak
eklenmemiştir. Çünkü uygar ve duygusal olma ile akıllıca arasında nitelik
bakımından önemli bir fark bulunduğunu söyleyebiliriz. Kendinizi farklı
toplulukların üyesi olarak ayrışmaya devam ederek birbirinizi yiyin, öldürün,
birlik oluşturmayın, parçalanın, ona buna yem olun ya da bunun tersi olarak tek
bir topluluk altında bir araya gelmeyi deneyin, birlik olun, güç oluşturun,
kavgayı tarihin arka sayfalarına bırakın diye iki seçenek sunuluyorsa ve
bunlardan birini seçin deniyorsa, o zaman akıl devreye girmeli, duygusallık bir
tarafa bırakılmalıdır. İyi de bu nasıl olabilir ya da olabilirdi?
Genç Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, çok acı bir gözlem ve deneyimden
geliyordu. Balkanlaştırma siyaseti nedeniyle, Balkanlar ve diğer Osmanlı
toprakları kan gölüne dönmüş, herkes birbirini yemişti ve yemeye de devam
ediyordu. Hatta bu gün Balkanların (çoğunluğu aynı soydan geldiği varsayılan
topluluklar olmalarına karşın) bir barut fıçısı olmaya devam etmesi yine aynı
nedene dayanır.
3
Belli ki cumhuriyeti kuran beyinler bunu enine boyuna düşündüler. Bu
coğrafyanın artık kan gölü olmasını istemiyorlardı. Sloganları “Yurtta Sulh
Cihanda Sulh”tu. Ancak teslim aldıkları topraklar etnik yapı açısından bin bir
parçaydı; ayrıca da savaşlar nedeniyle Anadolu toprakları neredeyse dört bir
taraftan göç almıştı. Kırk yamalı bir bohçaydı. Önemli bir karar vermek
gerekiyordu. Bu topraklarda artık savaş olmamalıydı, herkesin benim diyeceği
bir toprağı, devleti, yönetimi, bayrağı, marşı, dili olmalıydı. Cumhuriyet,
yönetim olarak bu atılıma uygundu. Ancak bu kadar çeşidin bir bütün
oluşturması nasıl sağlanabilirdi. Osmanlı’nın kurucusu Türk kökenliler olarak
yazıldığına ve Anadolu’da konuşulan dilin ağırlıklı olarak Türkçe olduğuna göre,
bu birliğin Türk Milleti adı altında bir araya toplanması aklın gereği olmalıydı.
Öyle de oldu. Hâlbuki Anadolu’da yaşayan insanların içinde Altay ırkı diye
tanımlayabileceğimiz insanların –bugün genetik olarak yapılan analizler- en
iyimser bir rakamla %15’i geçmediği bilinmektedir. Bu gün kendini Türk olarak
bilenlerin bir kısmı şu ya da bu nedenle bu toprakların öz sahibi olan Hititlerden
tutun, Rumlara, Ermenilere ve daha öncesine ve daha sonrasına uzanan birçok
kökün çocuklarıdır. Bakıldığı zaman görünüşüyle ayrılan insanları bir anlamda
anlarım, bir Çinliyi, bir Norveçliyi, bir Zenciyi, bir Aborjini, bir Kızılderili’yi
yerdaşım, karındaşım ya da kan kardeşim diye “diyelim ki” bağrıma
basamıyorum. Allahtan korkun, sokakta yürüdüğü zaman kökenini, etisitesini
(bir anlamda ırkını) hiç mi hiç ayıramadığım, birbirine benzeyen insanları niye
etnik bölücülüğün kurbanı yapıyorum? Bu ülkede Ermeni’den dönme Türk ve
Müslüman, Türk’ten dönme Kürt, Kürt’ten dönme Türk, Türk kökenli Hıristiyan
ve Yahudi, Rum’dan, Arnavut’tan, Slav Irkından dönme Türk ve Müslüman, kız
alıp vermiş, birbirinin içine girmiştir. Neyi ayırıyorsunuz? Siz de hiç mi akıl yok?
Cumhuriyeti kuran beyinler, belki bu gerçeği bu günkü durumuyla
bilmiyorlardı. Ancak akıllıydılar; bu kırk yamalı bohçayı bir bütün haline
4
getirmeliydiler. Hele hazırda elde olan kökeni ne olursa olsun, o günkü (keza bu
günkü) haliyle ağırlıklı Türk topluluğuydu; köken araştıracak ne bilgileri ne de
zamanları vardı. Tercih yapmalıydılar ve yeni kurulan cumhuriyetin milliyetini
Türk ilan ettiler. Bu kadar muğlak olan bir yapının pekiştirilmesi gerekiyordu.
Görünürde, demokratik ya da değil, insancıl ya da değil, evrensel değerlere
uyumlu ya da değil, çok yakın zamana kadar yasal zorlamalar, adını koymasak
da asimilasyon ile bu birliği gerçekleştirmeye çalıştık. Doğru muydu? Evrensel
değerler açısından kesinlikle değildi? Akıllıca mıydı? Kesinlikle akıllıcaydı.
Atatürk ve arkadaşlarının yapmak istediğini bu nedenle sadece akıllı olanlar
anlayabildi. Özellikle daha sonra değineceğimiz gibi, 1950’den sonra din
sosuna batırılmış dünya görüşü bu girişimlerin etkisini zayıflattı; sonunda da bir
tarafta katı ve çağdışı milliyetçilik sürdüren bir kesim ile dini özgürlük ve
sosyalizm dünya görüşü kalkanı arkasına gizlenmiş ümmetçilik ve etnik
milliyetçilikler filizlenmeye başladı. Bu tarihi birleştirme çabasının kırılmasının
en etkili yolu Atatürk Düşmanlığıydı. Yurt içinde isyana kalkışan toplulukların
bastırılması bile bu gün yönetimde olanlar tarafından ve gizli Atatürk
düşmanları tarafından soykırım ve katliam olarak tanımlanmaya başladı.
“Eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç bir şey yoktur” (Goethe).
“Tek” (tek vücut ya da birlik) sözcüğü söylemlerden kalktı. Kürsüye çıkan
“güya insancıl taraflarını gösteriyormuş gibi” Türküyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla,
Abaza’sıyla, Süryani’siyle, Çerkez’iyle, Arnavut’uyla, Arap’ıyla, Romanıyla, vs
diyerek torbanın yamalarını sökmeye başladı.1 Artık bu topraklarda yaşayan
1 Aslında bu söylem ile uygulama arasındaki aykırılık da bu ülkede bölücülüğü tetiklemektedir. Bu kadar grubun adını saydıktan sonra, iş yönetime gelince, ben şu görüşteki, inançtaki ya da şu gruptaki insanlarla hükümet kurmam ya da kurdurmam diyorsunuz. Açkıca dünya görüşü bakımından farklı partilere oy veren insanları bu ülkenin asli vatandaşı görmüyor, yönetimde ortak olmasını istemiyorsunuz. Dolayısıyla demokratlığımız da sadece sözde kalmış oluyor.
5
insanlarda, dedelerinden, ninelerinden işittikleri, öğrendikleri etnik kimliklerini
yaşama ve yaşama geçirme özlemi doğdu. Sürü geriye döndü. Barışa koşarken
savaşa doğru yöneldik. Bu cümleleri unutmayın; bu yönetim biçimi ve kafası,
bu bilgisizlik, bu cahillik, bu akılsızlık düzeltilemezse, bu coğrafyada çok kan
dökülecektir.
Yine de bu coğrafyadan akıllı insanların çıkması bize umut veriyor. 2015 yılı
Kimya Nobel ödülünün ortağı olan Acar Sancar’la ilk röportajı yapan İngiliz The
Times gazetesi muhabirinin ona ilk sorduğu soru; Arap mısın? Olmuştur. Sayın
Acar’ın yanıtı bu ülkede yaşayanlara ve özellikle etnik olarak belledikleri
grupların adlarını saymayı marifet bilen politikacılarımıza ders ve örnek olsun.
Sayın Acar net ve kesin bir dille: “Ben Türküm bu kadar diyerek” ortaya çıkacak
tartışmaları ve çarpıtmaları bir kalemde kapatmıştır. Aslında bu cümlesiyle
Nobel ödülü kadar, bize, herkesin kullanabileceği önemli bir altın anahtar
sundu: Karıştırmanın bir yararı yok. Ben Türküm bu kadar.
Bir de son zamanlarda Türküm yerine Türkiyeliyim ifadesinin kullanılması
gerekir tartışması ortaya atıldı. Bu da başka bir mantık çarpıklığı ve düşünme
özürlülüğüdür. Son “yeliyim” birine ait yer ifadesinin son ekidir. Suriyeliyim,
İranlıyım, Yemenliyim gibi, belirli bir ırkın yaygın ve egemen olduğu yeri
belirtmek için kullanılır. Türkiyeliyim dediğimizde de sadece Türklerin yaşadığı
ve hak sahibi olduğu yer anlaşılacaktır; o zaman başka unsurlar azınlık
durumuna düşecektir. Hâlbuki Atatürk ve arkadaşları belli ki bir üst kimlik “Türk
Kimliği” altında bütün bu grupları bir bayrak altında toplayarak çatışmaları
önlemek istedi. Çok kimlikli toplulukların huzur içinde yaşayamayacaklarını ve
bütünlük oluşturamayacaklarını en azından Balkanlaştırma politikalarını acı bir
şekilde, çaresizce yaşayarak ve izleyerek anlamıştı. Ne yazık ki daha sonraki
politikacılar şovenist bir yaklaşımla alt kimliği üst kimlik gibi dayatmaya
kalkışarak tepkilerin doğmasına neden oldular. Bu topraklarda genetik yapısı
6
itibariyle Türk olanların sayısının tahminlerden çok daha az olduğunu artık
biliyoruz; bu nedenle ırkçılığın hem bir insanlık suçu olduğunu hem de
bölünmenin esas nedeni olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu sınırlar içinde her kim
ırkçılık (buna Türk ırkçılığı da dâhil) yaparsa, bölücülük yapar ve halkına ihanet
eder.
Türkiye’de başından beri coğrafik koşullardan dolayı bir ekonomik
dengesizlik vardır. Ancak bu bölgedeki bir insan batıya geldiğinde iş, güç sahibi
olamıyorsa, zengin olamıyorsa, ev ve bark, mülk sahibi olamıyorsa, devlet
kademesinde belirli yerlerine gelemiyorsa, bir ayırımcılık var demektir.
İstanbul’a 1915 yılına kadar Anadolu insanı (Türkmen) elini kolunu sallayarak
giremiyordu; girişler izne tabiydi; Anadolu insanının İstanbul nüfusunun %40’ını
aşmasına izin verilmiyordu. Osmanlı sevdalıları, Atatürk düşmanları!
Cumhuriyet bu kısıtlamayı kaldırdı…
Ortak din anlayışımız öldü
İnsanlık tarihi en kanlı savaşlarını dinler ve dinlerin kendi mezhepleri ve
kolları arasında yapmıştır. Belki de savaşta ölen insanların yarısından fazlası din
kavgalarından ölmüştür. Dinin akılla açıklanabilir tarafı da olmadığı için, bir defa
bir topluluk dini parçalanmaya saplanmış ise, onun bu bataklıktan çıkması
hemen hemen olanaksızdır.
İnsan toplulukları gibi, bu coğrafya dinler açısından da köprüdür. Bu coğrafya
dört dinin çıktığı toprakların sahibi olmuştur ya da din savaşlarının yaşandığı
alan olmuştur. Bu coğrafya ve yaşadığımız bu ülkenin tarihi, sadece dinler
arasında değil, aynı dinin mezhepleri, aynı mezhebin kolları arasında yaşanan
insanlık dışı savaşlarla yazılmıştır; yazılmaktadır. Dünya korku, hayret ve
7
iğrenerek bu coğrafyayı izlemeye devam ediyor. Bu coğrafya, bu dini
parçalanma, insanlığın kanseri olarak tanımlanıyor.
Cumhuriyeti kuranlar bunun bilincindeydi. Osmanlıyı yıkan nedenin başında
din geldiğini biliyorlardı. Osmanlı tarihi din kisvesine bürünmüş onlarca
katliama, başkaldırıya, isyana, insanlık dışı olaya tanıktı.
Bu konudaki yamalı bohçanın da bir araya getirilmesi bir bütün oluşturulması
amaçlandı. Sorunun büyüğü Müslüman kesimdeydi. Bölünmenin ve şerrin
kaynağı olan tekke ve zaviyeler kapatıldı. Cami kapatıldı mı? Kapatılan bir cami
bilinmiyor. Kuran yasaklandı mı? Bu konuda yazılı tek bir emir bilinmiyor.
Bölen, kışkırtan aradaki insanlar çıkarılıp, insanların önlerine sadece kuran
kondu. Eğer inanacaksan bu kitaba inanın ve hepiniz aynı şeye inanın dendi.
Olabildiğince tekdüzelik ve birlik sağlanmaya çalışıldı. Müslümanlığın diğer
dinlerden önemli bir farkı vardı; dünyanın her yerindeki kuran metni hemen
hemen aynıydı. Biraz aklı olan bu kitabı okuyunca aynı noktaya varacaktı.
Bunun için kuranın herkesin anlayacağı bir dile çevrilmesi gerekiyordu.
Böylece Kuran Türkçeleştirildi. Amaç, Arapça biliyorum diyerek halkı sömüren,
dini çıkmaza sokan, çıkarcı, üçkâğıtçı, ahlaksız kesimi ortadan kaldırmaydı.
Bunun için Diyanet Başkanlığı kuruldu; neredeyse 10 bakanlığın bütçesi bu
kuruluşa tahsis edildi. Belki ben duymamış olabilirim; ancak duyan varsa lütfen
bu yorumumu düzeltsin. Bu güne kadar ben hiçbir diyanet başkanından ve
yetkilisinden, Türkçe Kuran okumak da sevaptır cümlesini duymadım. Hala
kurslarda ve eğitimlerde, önemli dini günlerde Arapça Kuran okumaya devam
edilmektedir. Buna bağlı olarak görsel ve yazılı basında alabildiğince din
simsarları türemiş durumdadır. Bizzat Kuranın içindeki ayette: “Bu kitap
anlayasınız diye indirilmiştir” yazmaktadır. Belki merak etmiş olabilirsiniz bu
8
yeniden yapılanmanın kırılma notası ne zamandır diye. 1950’de ezanın Türkçe
değil Arapça okunmasına karar alındığı gündür.
Türk demokrasisi türbana endekslendi. Türban resmi yerlerde serbest
bırakıldı hatta başı örtülü olanlar işe alınmada daha avantajlı duruma geçti.
Böylece başımızı örtünce demokrasimizin en önemli kusuru giderilmiş oldu.
Üniversite kapılarını yumruklayanlar ve türban bizim arka bahçemizdir diyerek
dini politikaya bulaştıran politikacılar istediklerini fazlasıyla aldılar.
Doğal olarak herkesin istediği gibi giyme özgürlüğü olmalı. Devlet giyime
kuşama karışmamalı. Cumhuriyet kurulurken belli ki duygu değil, akıl burada da
devreye girdi. İnsanları giyiminden kuşamından dolayı bırakın geçmişi bu gün
dahi farklılaştırabiliyor, hangi tarikata, cemaate, dine hatta hangi etnik gruba
mensup olduğunu sokakta bile görünce anlıyor ona göre o kişiye bir kimlik ve
davranış biçimi giydiriyoruz. Buna göre de içimizde ona bir değer biçiyoruz.
Cumhuriyetin akıllı çocukları bunu görmüş olmalılar ki giyim kuşam yasası ile
hiçbir etnik ve dinsel gruba ait olmayan bir giyim kuşamı dayatarak
insanlarımızı bütünleştirmeyi denediler. Ancak –eğer doğruysa- Atatürk:
Devrim yasalarını 1976 yılından önce bırakmayın ve ödünsüz olarak uygulayın
(bazılarına çok partili sisteme geçmeyin) demiş. Geçmişin pisliğini geleceğe
taşıyan bir kuşak ortadan kalkmadan uygulamayı gevşetirseniz, eskiye
dönersiniz diye düşünmüş olmalı. Öyle de oldu…
Hiçbir dilin baskı altına alınması onaylanamaz. Ancak bugün dünya dilinin
İngilizce olması için güçlü bir eğilim var. İletişimi kolaylaştırmak ve farklılıkları
ortadan kaldırmak için. Cumhuriyet kurulurken Türkiye bin bir dilin ve lehçenin
konuşulduğu bir coğrafyaydı. Bütünlüğü ve yeterli gelişimi sağlamak için en
yaygın dil olan Türkçe doğal olarak resmi dil yapıldı. Konuşulan diğer dillerin
unutulması için yapılmış olan baskı ve uygulamalar onaylanmasa dahi, bu
9
uygulamanın her yönüyle insanlık ve demokrasi dışı olduğunu ileri sürmek
sorun çözmenin temel ögesi olan akılcı düşünceye ters olduğunu söylemeliyiz.
Bütün bunlar, bu coğrafyayı geleceğin saygın, gelişmiş, kendi içinde huzurlu,
yekpare, aynı ülkü çevresinde bir araya gelmiş bir toplum oluşturma girişimiydi.
Ancak şer güçleri boş durmadı; 1950’de yönetim devriyle (hatta 1946’da) bu
birlikteliğin altı oyulmaya başlandı. Cumhuriyetin bu –tarihin en önemli kararı
olabilecek girişimi- din düşmanlığı, demokrasi düşmanlığı gibi fiyakalı sözlerle
çürütülmeye çalışıldı. Sonunda devletin en yüksek makamlarındaki yöneticiler
çeşitli mezhep, şeyh, din önderi, çeşitli adlar takılmış dincilerle yemek partileri
düzenlemeye başladılar. Bu ülkenin vergisiyle yapılmış sarayda akşam sabah
görsel basında Atatürk’e hakaret eden sefih kişiler başköşede ağırlanmaya
başlandı.
Bırakın farklı dinleri, yöneticilerimizin “hoş görünmek için ettikleri birkaç
fiyakalı sözü ciddiye almaz isek” en önemli kararlarda Sünnilik, Alevilik,
Nakşibendilik, Menzilcilik, Süleymancılık, Nurculuk gibi onlarca bölünmeye ve
parçalanmaya yol açacak eylem ve kararlarını görmemezlikten gelemeyiz.
İslamiyet, halifeler döneminden başlayarak dini ayrışım nedeniyle kana
bulandı. Bu gün aynı dine mensup insanların birbirini boğazladığı bir coğrafyada
yaşıyoruz. Bir yerde değil her yerde bu illet yaşanıyor. Orta Doğu bu din
ayırımından dolayı yanıyor; aynı dine bağlı olduğu söylenen Sünniler, Şiiler
birbirlerinin kanını içiyorlar. Aynı mezhebe bağlı - inanç, kuşku ve yanlışa
oturtulmuş mantık sorgulanmasın diye ve oluşacak tepkiyi azaltmak için terör
örgütleri adı takılmış - İslami Cihat Örgütleri Işıt, El Nusra, El Şebab, Boko
Haram, Taliban, Hizbullah ve daha onlarcası, Muhammedin izinden gittiklerini
söyleyerek, kâfirleri, müşrikleri Kuran’daki bazı ayetlere göre öldürdüklerini
ileri sürerek; hatta Müslüman olsa bile (hatta aynı mezhepten olsalar bile) aynı
10
düşüncede olmayanları fitne olarak değerlendirerek aynı mantıkla bilinen en
vahşi şekilde öldürmektedirler. Bütün bunları, Atatürk, geçmişten gelen bilgisini
kullanarak ve gelecekte olacakları sezinleyerek dindeki bu parçalanmayı
önlemeye yönelik yaptığı düzenlemeleri din düşmanlığı olarak sunan ahlaksız
bir kesim Atatürk’ün ölümünden itibaren gittikçe güçlendi; egemen oldu.
Atatürk Türkiye’si dış politikasını mezhepçilik zeminine oturtmaya başladı;
Bağdat’taki işçilerini bu nedenle başka bir dinci bölücülerin rehinesi olmaya itti.
Avrupa’da din ayrışımından dolayı bir zamanlar akan kanın haddi hesabı
sorulacak gibi değil. Nedir bu zulüm, nedir bu insanlara çektirilen acı, cennetin
anahtarı size mi verildi ki, kendi görüşünüzü birilerine empoze etmeye
(dayatmaya) kalkışıyorsunuz. Çıkarlarınız için insanları bölmeye, birbirine
düşürmeye, din ve etnisite tüccarlığı yapmaya ne hakkınız var. Tarih sizi
“Atatürk ilkelerine ihanet ettiniz diye” insanlık düşmanı olarak ilan edecek; etti
bile…
Farkında mısınız? Değilseniz anımsatayım. Bir zamanlar Hıristiyanların
yaşadığı gibi, Müslümanlık çoğumuzun zannettiği gibi artık tek bir din değil,
sadece adı Müslüman, birbirinin düşmanı olan farklı zihniyetlerden oluşuyor.
Aralarındaki düşmanlık, kin, haset başka bir dine olandan daha fazla. Gün
geçmiyor ki, bu dinin farklı fraksiyonları (bölüntüleri) birbirini doğramasın. Bu
coğrafyada bu ayrılıkları ortadan kaldıracak tek akıllı girişim, Türk Cumhuriyet
Devrimleri olarak bilinen uygulamaydı. Bu sadece Türkiye’nin değil, örnek
olarak tüm İslam dünyasının kurtuluşu olacaktı. Doğmayı değil, aklı ön plana
alan bir girişimdi. Ahlaksız, bilinçsiz, çıkarcı, gerici bir kesim sistematik olarak bu
devrimleri yıprattı. Modeli ortadan kaldırdı. Dünyanın dört bir tarafında
heykelleri, eski tarihsel antik yapıları, kitapları, sanat olarak bilinen her şeyi
yakan yıkan, kendi düşüncesine (Müslüman olsa da) aykırı olanların kafasını
kesen onlarca cemaat türedi. Hatta Peygamber zamanında cami yoktu diye
11
camileri de putperestlerin tapınağı olarak görüp yıkan bir güruh türedi. Bu
güruhun içindekilerin önemli bir kısmının bu ülkenin evlatları olduğunu,
binlercesinin de katılmak için hazır beklediğini görerek “Atatürk Düşmanları
olarak” gurur duyuyor olmalısınız. İstediğiniz adım adım oluyor, kına
yakmalısınız…
Kaldı ki Osmanlıyı dine dayalı yobazlık ile batının dürtüklemesi ile
Balkanlaştırma denen etnik başkaldırı yıktı. Bunlar tarihte kaldı da diyemiyoruz.
Cumhuriyet dönemi bile aynı dine mensup, farklı görüşte olan insanların
Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta utanç verici katliamına tanık oldu. Bütün
bunları bile bile etnisiteyi ve dini ayrışmayı “güya demokrasi adına” kaşımak,
bırakın Anadolu düşmanlığını insanlık düşmanlığıdır.
Çok kötü örneklerini yaşıyoruz. Önce bir anımı anlatmam gerekiyor. 1972
yılında Almanya’da önce matematik sonra felsefe ve sonunda da teoloji eğitimi
almış bir papazla konuşuyordum. Bana Hıristiyanlaşmada en büyük zorluğu
Afrika’da yaşadık. Çünkü İsa Tanrının oğlu dedik; kiliselerimize mavi gözlü, sarı
saçlı, beyaz tenli İsa heykellerini diktik, resimlerini astık. Afrikalı resimlere ve
heykellere baktı ve şöyle düşündü. İsa Tanrının oğlu ise, gözü mavi, saçı sarı,
teni beyaz ise, demek ki hem önüme konan Tanrı hem de İsa benden değil.
Demokrasi, eşitlik, insanlık velvelesi içinde, bu ülkenin her insanından
toplanan vergilerle yapılmış, Sünni usulü namazın kılındığı ve nutukların atıldığı
Cumhurbaşkanlığı Sarayı içinde dev caminin bulunuşunu nasıl
değerlendirmesini beklersiniz?
Cumhurbaşkanı, adı üzerinde, herkesin cumhurbaşkanı (dinlisinin de
dinsizinin de farklı dinden olanların da); ancak camisi bir dinin bir grubuna
mensup. O zaman doğal olarak bu ülkede Müslüman olup da camiye gitmeyen,
12
farkı dinlere mensup hiç kimse bu makamı benimseyemeyecektir. Bu nedenle
Atatürk ve ondan sonra gelenler Çankaya’ya cami yaptırmadı.
Ne yazı ki cumhuriyet döneminin hemen her döneminde yetkin bir grubun
devlet olanaklarını kullanarak etnik kökenini, dini farklılığını şu ya da bu şekilde
egemen kılarak diğerlerini ötekileştirme suretiyle köşe başlarını tutuklarını
söyleyebiliriz. Bu gün yaşadığımız acı olaylar, bu coğrafyadaki komşularımız da
dâhil bu ötekileştirmenin faturasıdır. Hiç kuşkunuz olmasın, eğer Atatürk’ün
Nutkunu okumamışsanız, okumuş da anlamamış iseniz, zihniyetinizi terk
etmeye niyetli değilseniz, çocuklarınız ve torunlarınız bu bedeli çok daha ağır
ödeyecektir. Dinimizin sadece ama sadece İslam, milletimizin ise ortak bir
değer olarak Türk simgesi altında birleşme çabasının ne olduğunu anlamış
olmalıydınız. Ne yazık ki bu çaba ırkçı milliyetçilik ve Sünnilik hizbi içinde
boğuldu. Bodrum’da otobüs terminalinde ser sefil yerlere serilmiş yüzlerce
insanın, geceleri kaçmak için çalıların arasına saklanan yüzlerce insanın ve
hemen dibimde boğularak kıyıya vuran ve gazetelere manşet olan çocuğun
alnında bu hizipçiliğin yansımasını gördüm.
Bu coğrafya Atatürkçülüğü anlayıncaya kadar kan gölünde boğulacaktır. Bu
cümleyi not alınız: O güne kadar kan gölünde boğulacaktır. Ne var ki
Atatürkçülük uzun süre özellikle din simsarlarının ve milliyetçilik kisvesine
bürünmüş ırkçıların kurbanı oldu. Şu anda ötekiyim diye ayağa kalkanlar, yanlış
uygulamaların kurbanı olsalar da onlar da Atatürk Türkiye’sinin aslında
“Ötekileri” değil, “Berikileri” olduklarını anlamalılar.
Bir insanın farkı şeylere inanması kadar doğal bir şey oylamaz. Yeter ki bunu
siyasetin malzemesi yapmasın. Çünkü inanmak akılla açıklanabilir bir olgu
değildir. Bu nedenle Atatürk ve arkadaşları da cumhuriyeti kurarken diğer
13
fiyakalı sözleri bir tarafa bırakıp akıl yolunu seçmişlerdi. Ne yazık ki istenen
yeterince gerçekleşemedi, topluluk geriye döndü.
Bu satırların yazarı, endişelerini dile getirmekten çekinmeyecektir. Bu kafa,
bu anlayış, bu yönetim biçimi böyle devam ederse, hiç kuşkunuz olmasın IŞİD
ve benzeri cinayet çeteleri ya da yeni benzerleri başka ülkelerden militan
devşirmeyeceklerdir.
Türkiye, konum itibariyle, söylemeye gerek yok dünyanın en önemli yerinde
yer almaktadır. Atatürk devrimleri, hiçbir İslam ülkesine nasip olmayan bir
aydınlanma ve ivme getirmişti. En önemlisi aklıyla hareket edenlerin sayısı
artmıştı. Bu coğrafyanın ve doğrudan olmasa bile İslam ülkelerinin modeli
olmuştu. Dünyanın mazlum devletlerinin tümü Atatürklerini bekliyorlardı. Bu
kapitalist bir dünyanın çıkarları için, özellikle Orta Doğuda oluşturacağı
aydınlanma için kabul edilebilir bir gelişme değildi. Kırılması gerekirdi. Nasıl
olacaktı? Cumhuriyet Türkiye’sinin ne yazık ki bir türlü beceremediği yeterince
akıllı insan yetiştirememesinin sonucu olarak, ortalıkta hala mebzul miktarda
bulunan ırkçı ve dinci kesim aracılığıyla olacaktı. Irkçılığı ve dinciliği siyasete
bulaştırdığınız sürece ne bu gün ne de yarın, geçmişte olduğu gibi kan gölünde
boğulacaksınız. Din ve ırk söylemi ile oy toplayanlar, siyaset yapanlar bu
ihanetin başoyuncuları; onlara körü körüne oy verenler de kurbanlarıdır.
Aslında iki değirmen taşının, kökten dinciliğin ve ırkçı milliyetçiliğin arasına
düşmüş Türkiye un ufak oluyor. Her ikisini bir araya getirmek isteyenlerin aklından
kuşku duymak gerekiyor. Din, inanç ekseni çevresinde birçok ırkı bünyesinde
bulundurabilir. Onların kavgası inanç ayırımından kaynaklanır. Ancak pisipisine
ölenlerin yakınlarını “şehit oldu, mekânı cennet oldu” diye avutan bu düşünce, bir
birini kıran her iki taraf da Müslüman ise hangisinin cennete gideceğine ve şehit
olduğuna karar vermiş değildir. Her ikisini cennete gönderme ise mazlum ile katilin
aynı değerde olduğunu savunma gibi akla aykırı bir düşünceye saplanma demektir.
14
Çağdaş ve akıllı milliyetçilik ülkenin daha doğrusu yurttaşların haklarını
başkalarına karşı koruma demektir. Bunun siyasette açık tanımı antiemperyalist
olma ve o davranışı göstermedir (bunun bu coğrafyadaki adı Atatürkçülük ya da
Kemalizm’dir). Milliyetçilik aynı ülkenin içinde birilerinin daha üstün ve eğmen
olduğunu söylemek değildir. Bu nedenle yurtiçinde ırka dayalı milliyetçilik söylemiyle
yer bulanlar bölücülüğün taraflarından biridir. Birçok farklı ırkı bünyesinde
bulunduran ve çok farklı değerlere sahip olan dinciliğin milliyetçilik ile yakından
uzaktan hiç bir ilintisi olamaz. Bu nedenle dini, siyasi söylemlerinin ayrılmaz bir
parçası haline dönüştürmüş bir grubun milliyetçilik iddiaları ciddiye alınamaz (çünkü
benimsedikleri dinden olmayan ırktaşlarını da dışlamış olurlar); bunlar olsa olsa dini
siyaset yapanların koltuk değneği olurlar. İşte bu nedenle Atatürk, ırkçı milliyetçilik ile
dini istismarı bir araya getirmekten kaçındı. Ne yazık ki bütün dünyaya örnek olan
dünya görüşümüz, 1940’lı yılların ortasında başlayan istismarla yön değiştirmiş,
karanlık sulara yol almaya başlamıştır.
Son olarak bir şey söylemeliyim. Dünyadaki mazlum milletler emperyalizmle
savaşmadıkça ve bu savaşı kazanmadıkça rahat yüzü görmeyeceklerdir. Siz
zannediyor musunuz ki biz geçmişte Ermenilerle çatıştık, bu gün Kürtlerle
çatışıyoruz? Biz bu insanlarla çatışmadık, biz emperyalizmin bu ülkedeki
işbirlikçileriyle çatıştık, çatışıyoruz. Bu gün biz PKK ile çatışırken Kürt halkıyla
çatışmıyoruz. Lojistik desteği, silahı, siyasi desteği nereden alıyor dersiniz?
Emperyalistlerden. Aslında bugün Türkiye güneyde üstü kapalı olarak Amerika ve
Avrupa ile çatışıyor. Bu gün sınırlardan bir adım öteye adımımızı atamamamızın,
Kıbrıs’a zamanında çıkmamamızın nedenini ve yapılan darbelerin destekçilerinin
kimlerin olduğunu bilmeyen kalmadı. Mısır da, Libya da, Afganistan da, Irak da,
Yemen de ve benzerleri de bu çıkmazın içindedir. Osmanlı da emperyalistlerle
savaşamadı, onlardan medet umdu, işbirliği ya da anlaşma yapıyormuş gibi kendi
ipini kendi boynuna geçirdi; celladından medet umanlar gibi. Biliyor musunuz?
Dünyada başka bir emperyalistin kucağına oturmadan emperyalistlerle savaşıp kazanan tek lider Atatürk oldu. Bu nedenle batı ve onun işbirlikçileri olan içimizdeki
hainler bunu hiç unutamıyor. Üstü kapalı ya da açık Atatürk’ün yıpratılması bu
nedenledir. Şunu bir daha bilmemiz gerekir: İcazeti emperyalistlerden aldığınız, fikir
danışmak için oval ofise gittiğiniz, bu coğrafyayı kana bulayan askerlerine rahmet
okuduğunuz, komşularınızı vurmak için topraklarınızı kullandırdığınız, istihbaratınızı
15
ortak kullandığınız, silahlarınızı koşullu kullandığınız, seçilmeden ya da seçildikten
sonra ayağınızın altına kırmızı halı serildiği sürece bu coğrafya ve bu ülke huzur
bulamayacaktır. Atatürk yukarıda saydıklarımın hiç birini yapmadı; bu nedenle
cumhuriyeti kurabildi.
İslam ülkelerinde bir ülke akıl yolunu bulmuş, yürüyordu. Yazık oldu. Bayram
yapma sırası, bu coğrafyanın düşmanlarına, Anadolu insanına düşman olanlara,
Atatürk düşmanlarına, din düşmanlarına gelmiştir. Belli ki insan gibi değil bir
sürü canlı gibi yaşayarak öğreneceğiz…
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Değerli Kardeşim
Atatürkçülüğün bu kadar üzerine yürünmesinin çok önemli nedenleri var.
Bunları yakın zamanda göreceğiz. Ancak şunu söylemeliyiz: Bu gelişmeler, bu
coğrafyanın, Atatürk’ün, dinimizin, Anadolu insanlarının düşmanlarını çok
sevindirecektir. Dünyada emperyalistlerin kucağına oturmadan
emperyalistlerle savaşıp kazanan tek lider Atatürk oldu. Birçok canlı gibi belli ki
belayı yaşayarak öğreneceğiz.