61
AnES 2017 ÖZET K TAPCI I

AnES 2017 ÖZET K TAPCI Ianes.anadolu.edu.tr/upload/anes2017_kitapcik.pdf · Arın Gül DAL, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı. Benidipinin

Embed Size (px)

Citation preview

AnES 2017 ÖZET K TAPCI I

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

1. Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Sempozyumu (ANES)

1-2 Haziran 2017

Anadolu Üniversitesi, Eskişehir

Sempozyum Başkanı

Yusuf ÖZTÜRK, Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı

Sempozyum Genel Sekreteri

Yusuf ÖZKAY

Sinem ILGIN

Organizasyon Komitesi

Özgür Devrim CAN Gülşen AKALIN ÇİFTÇİ

Gökalp İŞCAN Ebru BAŞARAN

Erol ŞENER Gülay BÜYÜKKÖROĞLU

M. Dilek ALTINTOP

Bilim Komitesi

Ümit UÇUCU Zerrin İNCESU

Neşe KIRIMER Nilgün ÖZTÜRK

Yusuf ÖZTÜRK Müzeyyen DEMİREL

Dilek AK Şükrü BEYDEMİR

Zafer Asım KAPLANCIKLI

Sempozyum Sekretaryası

Arın Gül DAL

Hülya KARACA GENÇER

Serkan LEVENT

Dilek YÜREKLİ

Sempozyum Saymanı

Ahmet MUSAOĞLU

1

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Değerli Akademisyenler, Sevgili Öğrenciler,

Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi tarafından 1-2 Haziran 2017 tarihlerinde Anadolu Üniversitesi Kongre Merkezinde gerçekleştirilecek olan “1. Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Sempozyumuna (ANES)” sizleri davet etmekten büyük kıvanç duymaktayım.

Fakültemiz tarafından ilki gerçekleştirilecek olan ANES, Akademik Eczacılığa katkı sağlamak ve Türkiye’nin farklı fakültelerinde faaliyet gösteren araştırmacıları bir araya getirmek amacıyla organize edilmiştir. Sempozyum kapsamında bütün Eczacılık disiplinlerine yönelik bilimsel oturumlar yer alacak ve değerli sunumlar yapılacaktır.

Eczacılık fakültelerinin değerli akademisyenleri ve öğrencilerinin katılımı ile amacına ulaşacak sempozyumumuza katılımlarınızı bekler, şahsım, fakültem ve sempozyum komiteleri adına saygı ve sevgilerimi sunarım.

1-2 Haziran 2017 tarihlerinde Eskişehir’de görüşmek ümidiyle…

Prof. Dr. Yusuf ÖZTÜRK, Dekan V.

Sempozyum Başkanı

2

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

PROGRAM

01 HAZİRAN 2017 PERŞEMBE

09:00 – 09:30 Kayıt

09:30 – 09:45 Açılış Konuşmaları

FARMASÖTİK BİYOTEKNOLOJİ

Oturum Başkanı: Gülay BÜYÜKKÖROĞLU, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik

Biyoteknoloji Anabilim Dalı.

09:45 – 10:15 Jülide AKBUĞA, Girne Amerikan Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik

Biyoteknoloji Anabilim Dalı. Kanser tedavisinde yeni hedefler ve yeni moleküller

10:15 – 10:30 Özge GÜN, Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı.

Over Kanseri Tedavisinde Nanosistemler Ve Uygulamaları.

10:30 – 10:45 Hayrettin TONBUL, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji

Anabilim Dalı. Transferrine Hedeflendirilmiş Paklitaksel Yüklü PLGA Nanopartiküllerinin

Meme Kanserindeki Etkinliği.

10:45 – 11:00 Behiye ŞENEL, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Biyoteknoloji

Anabilim Dalı. Nanopartikül aracılı siRNA taşınması.

11:00 – 11:30 Kahve Arası

FARMASÖTİK KİMYA

Oturum Başkanı: Şeref DEMİRAYAK, İstanbul Medipol Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik

Kimya Anabilim Dalı.

11:30 – 12:00 Erden BANOĞLU, Gazi Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim

Dalı. Araşidonik Asit Yolağında Çoklu Ligand (FLAP/5-LO/mPGES-1) Özellikte İnhibitör

Etkili BRP-7 Türevlerinin Geliştirilmesi.

12:00 – 12:15 Mutlu AYTEMİR, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya

Anabilim Dalı. Tirozinaz İnhibitörü Kojik Asit Türevi Bileşikler.

12:15 – 12:30 Mehmet ALP, Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı.

Apoptoziste Görev Alan İlaç Hedefleri ve Bu Hedefleri Etkileyen Bileşikler.

12:30-12:45 Ahmet Çağrı KARABURUN, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik

Kimya Anabilim Dalı. Bazı Nitroaril Ketonlar Üzerine Yapılan Çalışmalar.

13:00 – 14:00 Öğle Yemeği

3

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

ANALİTİK KİMYA

Oturum Başkanı: Dilek AK, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı.

14:00 – 14:30 Emirhan NEMUTLU, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya

Anabilim Dalı. Kronık Hastalıklarda Metabolomik Yaklaşımlar.

14:30 – 15:00 Ayşegül DEMİRTAŞ, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu. İlaç analizi yapılan

laboratuvarlardan beklenen kalite yönetim uygulamaları ve ilgili yasal düzenlemeler.

15:00 – 15:15 Duygu YENİCELİ-UĞUR, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya

Anabilim Dalı. Olanzapin, Klorpromazin Ve FMO’ya Bağlı N-Oksitlerinin Duyarlı Bir Kapiller

Sıvı Kromatografisi Kullanılarak Sıçan Mikrodiyalizatlarındaki Tayini.

15:15 – 15:30 Arın Gül DAL, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı.

Benidipinin Kapiler Elektroforez Yöntemi ile Miktar Tayini.

15:30 – 15:45 Dilek KUL, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim

Dalı. Antibakteriyel İlaç Rifampisin’in Karbon Nanotüp Modifiyeli Camsı Karbon Elektrot İle

Yükseltgenme Yönündeki Elektrokimyasal Analizi.

15:45 – 16:00 Kahve Arası

FARMAKOLOJİ

Oturum Başkanı: Yusuf ÖZTÜRK, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı.

16:00 – 16:30 Emel ULUPINAR, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim

Dalı. Motor Nöron Sağlığının Korunmasında Hatalı Katlanmış Proteinlerin Rolü.

16:30 – 17:00 Belma TURAN, Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik Anabilim Dalı. Metabolik

Sendrom İlişkili Kardiyovasküler Sistem Bozukluklarının İncelenmesinde Biyofiziksel

Yaklaşımlar: Beta3-Adrenoresptörlerin Rolü.

17:00 – 17:15 Özgür Devrim CAN, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim

Dalı. Agomelatin Tedavisinin Diyabet Kaynaklı Bilişsel Bozukluklar Üzerine Etkileri: Eşlik

Eden Hippokampal Morfolojik Değişimler.

17:15 – 17:30 Ümide DEMİR-ÖZKAY, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji

Anabilim Dalı. Anti-Alzheimer Etki Potansiyelleri Açısından Benzotiyazol / Piperidin /

Piperazin Türevler.

17:30 – 18:00 Poster Sunumları

18:30 – 19:30 Kokteyl

4

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

02 HAZİRAN 2017 CUMA

FARMAKOGNOZİ / FARMASÖTİK BOTANİK

Oturum Başkanı: Fatih DEMİRCİ, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakognozi Anabilim

Dalı.

09:00 – 09:30 Erdal BEDİR, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Mühendislik Fakültesi,

Biyomühendislik Bölümü. Bilinmeyen Bir Bitki Kökünden Hareketle Katma Değeri Yüksek

Bitkisel İlaç Aktif Maddelerinin Üretimine.

09:30 – 09:45 Esen Sezen KARAOĞLAN, Atatürk Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik

Anabilim Dalı. Bazı Erzurum Bitki Türlerinin Yeni Kurulmakta Olan Atatürk Üniversitesi

Eczacılık Fakültesi Herbaryumuna Kazandırılması.

09:45 – 10:00 Merve HAS, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik Anabilim

Dalı. Fritillaria persica L. Türü Üzerinde Morfolojik, Anatomik ve Fitokimyasal Çalışmalar.

10:00 – 10:15 Ceren Sinem TUYAN, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik

Anabilim Dalı. Crocus flavus Weston subsp. dissectus T. Baytop Et Mathew Türünün

Sistematik ve Farmasötik Botanik Araştırılması.

10:15 – 10:30 Esra ÇETİNTAŞ, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik

Anabilim Dalı. 13-15.YY Arasında Anadolu’da Şifalı Bitkiler.

10:30 – 11:00 Kahve Arası

FARMASÖTİK TOKSİKOLOJİ

Oturum Başkanı: Sinem ILGIN, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji

Anabilim Dalı.

11:00 – 11:30 Gül ÖZHAN, İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim

Dalı. Nanomateryallerin Güvenliği.

11:30 – 11:45 Özlem ATLI, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim

Dalı. Trazodon’un Erkek Reproduktif Toksisitesinin Sıçanlarda Değerlendirilmesi.

11:45 – 12:00 Merve BACANLI, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji

Anabilim Dalı. Bitkisel Kaynaklı Fenolik Bileşiklerin Genotoksik ve Antigenotoksik

Etkilerinin Değerlendirilmesi.

5

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

12:00 – 12:15 Esra EMERCE, Gazi Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim

Dalı. Bazı Perflorlu Ve Poliflorlu Bileşiklerde İn Silico Toksikolojik Profilleme Ve Bu

Bileşiklerin İnsan Spermi Üzerine Genotoksik Etkilerinin Değerlendirilmesi.

12:15 – 12:30 Zuhal UÇKUN, Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji

Anabilim Dalı. Sıçanlara Günde Bir Kez Ve Günde İki Kez Uygulanan Vankomisinin

Nefrotoksisitesindeki Farklılılar.

12:30 – 12:45 Merve DEMİRBÜGEN, Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji

Anabilim Dalı. Sitalopram Kullanan Major Depresyon Hastalarında Bulantı/Kusma Advers

Etkisinin Serotonin-2A Reseptör Geni -1438A/G Polimorfizmi İle İlişkisinin İncelenmesi.

12:45 – 14:00 Öğle Yemeği

FARMASÖTİK TEKNOLOJİ

Oturum Başkanı: Müzeyyen DEMİREL, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji

Anabilim Dalı.

14:00 – 14:30 Sema ÇALIŞ, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim

Dalı. Tıbbi cihazlar / İlaç-cihaz kombinasyon ürünlerine genel bakış.

14:30 – 14:45 Yağmur AKDAĞ-ÇAYLI, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik

Teknoloji Anabilim Dalı. Antibiyotik İçeren Kuru Toz İnhaler Formülasyonları.

14:45 – 15:00 Tuğba Gülsün İNAL, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji

Anabilim Dalı. Nanosüspansiyon Formülasyonlarının Hazırlanmaları ve Karakterizasyonları.

15:00 – 15:15 Murat İNAL, Kırıkkale Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Biyomühendislik Bölümü.

Jelatin Nanofiber Temelli Antibakteriyel Yara Örtü Materyali Üretimi.

15:15 – 15:45 Kahve Arası

ECZANE İŞLETMECİLİĞİ

Oturum Başkanı: Yusuf ÖZKAY, Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim

Dalı.

15:45 – 16:00 Selen YEĞENOĞLU, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği

Anabilim Dalı. Türkiye’de Eczacılık İşletmeciliği: Akademik Bakış.

16:00 – 16:15 Miray ARSLAN, Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği

Anabilim Dalı. Eczacılık Fakültesi Öğrencilerinin Ruhsal Hastalıklara Yönelik İnanç ve

Tutumları.

6

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

16:15 – 16:30 Nilay TARHAN, Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği Anabilim

Dalı. Eczacılık Fakültesi 5. Sınıf Öğrencilerinin Elektronik İlaç Bilgi Kaynaklarını Kullanma

Davranışlarını Etkileyen Faktörler.

16:40 – 16:45 Bilge SÖZEN-ŞAHNE, Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği

Anabilim Dalı. Eczacılık Hizmetleri ve Sağlık Okuryazarlığı Kavramı.

16:45 – 17:00 Kapanış

7

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Davetli Konuşmacılar

8

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D1

Kanser tedavisinde yeni hedefler ve yeni moleküller

Julide Akbuğa

Girne Amerikan Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Biyoteknoloji, Girne, KKTC

Günümüzde kanser dünyada en başta gelen ölüm nedenlerinden biridir.Cerrahi uygulama,kemo- ve radyoterapi gibi geleneksel tedaviler beklenen sonucu vermemekte veya toksik etki oluşturmaktadır. Bu nedenle yeni stratejilere acil olarak ihtiyaç vardır.

Gen tedavisi ve immunoterapi son yıllarda dikkat çeken, ümit vaat eden kanser tedavi yöntemleridir. Hastalıkların hastanın spesifik hücresine genetik materyalin transferi veya defektli genin inhibisyonu şeklinde uygulanan gen tedavisinin en çok araştırıldığı ve uygulandığı alan kanser tedavisidir. Kanserde farklı gen tedavisi stratejileri kullanılmaktadır bunlar arasında ön-ilaç aktive eden intihar gen tedavisi, anti-anjiojenik gen tedavisi, onkolitik viroterapi, gen tedavisi-temelli immun modülasyon, gen defektlerinin düzeltilmesi, apoptotik ve invasyon yolaklarının manüplasyonu sayılabilir.

Kanserde etkili, kritik yolakların deregülasyonu (kural dışı çalışması) tedavide yeni çok sayıda hedeflerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Gen tedavisinde kullanılan moleküller -bugün için- nükleik asitler (DNA ve RNA), antisens oligonükleotidler, protein-kodlamayan RNA'lar(non-coding), RNAi mekanizması molekülleri (siRNA,shRNA), ribozim ve aptamelerdir.

Anti-anjiojenik gen tedavisinde özellikle VEGF, FGF gibi anjiogenezde rol oynayan genlerin susturulması ve bu şekilde tümor gelişiminin engellenmesi hedef alınmıştır. Sıçan meme kanseri modellerinde bu genlerin susturulması ile ciddi oranda tümor baskılanması sağlanmıştır (Salva ve ark.2010,2014;Erdem-Çakmak ve ark, 2014,Üstünyağız, 2016).

Geçmişte tumorigenesis mekanizmasına ilişkin çalışmalar sadece protein kodlayan genlere odaklanmıştı, oysa son yıllarda protein-kodlamayan RNA'lar (ncRNA) önem kazanmıştır.

Mikro RNA'lar küçük (18-24bp) kodlamayan RNA'lar olup mRNA translasyonunu inhibe eden moleküllerdir. Pek çok miRNA arasında miRNA-200 ailesi özellikle pek çok solid tümörde supresif etkiye sahiptir. Ayrıca bu grubun epitelyal-mezenkimal transisyonunu (emt) ZEB-1 ve ZEB-2 yi downregule ederek, inhibe ettiği ve metastazda rol oynadığı bilinmektedir. Ancak hücreye alımlarının güç olduğu, stabil olmadıkları için uygun bir taşıyıcı ile formüle edilmeleri gerekir. Bu amaçla uygun taşıyıcı sistem geliştirmeye yönelik çalışmalar yapılmaktadır (Kaban ve ark 2016,2017). Bu çalışmalarda uygun taşıyıcı yanısıra doz araştırması da yapılmıştır.

9

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D2

Araşidonik asit yolağında çoklu ligand (FLAP/5-LO/mPGES-1) özellikte inhibitör etkili BRP-7 türevlerinin geliştirilmesi

Erden Banoğlu1, Zehra Tuğçe Gür1, Burcu Çalışkan1, Jena Gerstmeier2, Abdurrahman Olğaç1, Ulrike Garscha2,

Oliver Werz2

1Gazi Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı, 06330, Ankara. 2Jena Üniversitesi, Eczacılık Enstitüsü, Farmasötik ve Medisinal Kimya Bölümü, 07743, Jena, Almanya.

([email protected])

Prostaglandin (PG) ve lökotrien (LT) biyosentezinin birlikte inhibisyonunun, bu biyosentetik yollardan birinin inhibisyonuna kıyasla hem etkinlik hem de yan etkiler bakımından, daha güçlü ve güvenli bir anti-inflamatuar etki oluşturması beklenmektedir. Mikrozomal PGE2 sentaz-1 (mPGES-1), 5-lipoksijenaz (5-LO) ve 5-LO-aktive edici protein (FLAP) inhibitörleri araşidonik asit (AA) yolağının farklı noktalarındaki etkileriyle potent anti-enflamatuvar etki oluşturmaları açısından ümit vaat eden terapötik ajanlardır. Bu hedefleri eşzamanlı olarak inhibe eden ‘çoklu ligand’ özelliklerine sahip tek bir bileşiğin geniş spektrumlu anti-enflamatuar etkinlik gösterebileceği düşünülmektedir. Bu prezentasyonda, önceden tarafımızdan keşfedilen selektif bir FLAP-bağımlı LT biyosentez inhibitörü olan BRP-7'nin1 yapısına dayanan yeni dual PG ve LT biyosentez yolağı inhibitörlerinin yapı-tabanlı yaklaşımlarla geliştirilmesi sunulacaktır.

BRP-7'nin hedefe yönelik yapısal modifikasyonu amacıyla, benzimidazol çekirdeğinin beşinci konumuna karboksilik asit veya biyoizosterleri şeklinde polar sübstitüentler getirilmesi sonucunda, mPGES-1 ve 5-LO enzimatik aktivitelerini ve FLAP-bağımlı hücresel LT biyosentezini eşzamanlı olarak inhibe eden yeni türevler geliştirilmiştir. Bunlar arasında 5. konumunda ‘1,3,4-oksadiyazol-2-tiyon’ grubu taşıyan türev, her üç terapötik hedefi potent olarak inhibe etmiştir. Bu sonuçlar, AA yolağının üç farklı noktasında eşzamanlı hareket edebilen, çoklu-ligand özelliklere sahip bir bileşiğin AA yolağınının enflamatuvar bileşenlerini seçici olarak durdurabileceğini ilk kez göstermektedir (Bu çalışma, TÜBİTAK tarafından desteklenmiştir, Araştırma Proje No 112S596).

1. E. Banoglu, B. Caliskan, S. Luderer, G. Eren, Y. Ozkan, W. Altenhofen, C. Weinigel, D. Barz, J. Gerstmeier, C. Pergola, O. Werz, Identification of novel benzimidazole derivatives as inhibitors of leukotriene biosynthesis by virtual screening targeting 5-lipoxygenase-activating protein (FLAP), Bioorg. Med. Chem. 20 (2012) 3728-3741.

10

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D3

Kronık hastalıklarda metabolomik yaklaşımlar

Emirhan Nemutlu

Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı, 06100, Ankara

([email protected])

Bir hücrenin/organizmanın fenotipini ve fonksiyonunu genom, transkriptom, proteom ve metabolomdaki dinamik etkileşimler belirler. Geleneksel tanı yöntemleri tek bir gen, protein, metabolit veya metabolik yolağın analizi üzerine odaklanmıştır. Bununla birlikte, tek gen hastalıkları da dahil olmak üzere genetik hastalıkların hemen tümünde, hastalığın fenotipini birden fazla genin, proteinin, yolağın ve metabolitin hücre, doku ve organizma seviyesindeki etkileşimi belirler (1). Bu nedenle bütüncül omiks teknolojilerinin kullanılması metabolik ağlardaki etkileşimleri ve ilaç etki mekanizmalarının anlaşılmasında anahtar rol oynamaktadır. Omiks teknolojileri (genomik, transkriptomik, proteomik, metabolomik ve fluksomik) gibi yenilikçi teknolojiler hastalıkların mekanizmasının anlaşılmasında, erken teşhis ve bireysel tedavi yöntemlerinin seçilmesi ile bunların etkinliğinin değerlendirilmesinde büyük bir potansiyele sahiptir (1).

Omiks analizler içinde en yenisi olan metabolomik profillemede amaç belirli bir zaman diliminde dokularda, hücrelerde ve fizyolojik sıvılarda küçük moleküllü metabolitlerin (moleküler ağırlığı <1000 Da) tanımlaması ve miktarının belirlenmesidir. Metabolomiks çalışmalar kronik hastalıklar dahil olmak üzere, metabolik/nörometabolik hastalıkların tanısında, tedavi etkinliğinin belirlenmesinde ve hastalık mekanizmalarının aydınlatılmasında sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır (2-4). Hastalıkların metabolomik profillerinin çıkarılabilmesi için çok sayıdaki metabolitin eş zamanlı ve kapsamlı olarak parmak izi analizlerinin yapılması gerekmektedir. Metabolitlerin derişimlerinde oluşan değişiklikler genetik veya çevresel faktörlerin yanı sıra hastalıklardan, ilaçlardan, toksinlerden ve yaşam tarzından kaynaklanan hücresel ve sistemik varyasyonlardan kaynaklanmaktadır. Bu varyasyonların izlenmesi için geliştirilmiş analitik platformlar, biyolojik örneklerden (serum, idrar, beyin omurilik sıvısı, plazma, tükürük, gibi) yüzlerce metabolitin aynı anda kapsamlı analizini içeren metabolomiks analizlerin kullanılabilmesi ile sağlanabilmektedir. Böylece metabolomiks, hastalıkların teşhisinde, tedaviye yanıtın takibinde ve yeni biyobelirteçlerin keşfinde gittikçe artan uygulama alanı olarak yer almaktadır (1). Sunum kapsamında kronik kalp yetmezliği ve Alzheimer hastalıklarına ait metabolomik analizlerinin uygulamalarına örnekler sunulacaktır.

1. Nemutlu E, Zhang S, Juranic NO, Terzic A, Macura S, Dzeja P. 18O-assisted dynamic metabolomics for individualized diagnostics and treatment of human diseases. Croatian medical journal. 2012 Dec;53(6):529-34. PubMed PMID: 23275318. Pubmed Central PMCID: 3541579. 2. Zhang L, Zhang S, Maezawa I, Trushin S, Minhas P, Pinto M, et al. Modulation of mitochondrial complex I activity averts cognitive decline in multiple animal models of familial Alzheimer's Disease. EBioMedicine. 2015 Apr 01;2(4):294-305. PubMed PMID: 26086035. Pubmed Central PMCID: 4465115. 3. Trushina E, Nemutlu E, Zhang S, Christensen T, Camp J, Mesa J, et al. Defects in mitochondrial dynamics and metabolomic signatures of evolving energetic stress in mouse models of familial Alzheimer's disease. PloS one. 2012;7(2):e32737. PubMed PMID: 22393443. Pubmed Central PMCID: 3290628. 4. Dzeja PP, Hoyer K, Tian R, Zhang S, Nemutlu E, Spindler M, et al. Rearrangement of energetic and substrate utilization networks compensate for chronic myocardial creatine kinase deficiency. The Journal of physiology.2011 Nov 01;589(Pt 21):5193-211. PubMed PMID: 21878522. Pubmed Central PMCID: 3225674.

11

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D4

İlaç analizi yapılan laboratuvarlardan beklenen kalite yönetim uygulamaları ve

ilgili yasal düzenlemeler

Ayşegül Demirtaş

Sağlık Bakanlığı, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu, Analiz ve Kontrol Laboratuvarları Dairesi Başkanlığı, Kalite Yönetim ve Arge Laboratuvar Birimi, 06510, Ankara

([email protected])

Kaliteli sağlık hizmetine erişim hiç şüphesiz ki tüm insanların hakkıdır. Hastalıktan korunma, teşhis ve tedavi sürecinin vazgeçilmez bir parçası olan ilaçların kalitesi ise ilacın üretim aşamasından nihai olarak bitmiş ürünün kalite kontrol analizlerini de içeren entegre bir yapılanma gerektirir.

Halk sağlığının korunması ve etkin bir tedavi uygulanabilmesi için ilaç kontrol analizlerinin yapıldığı laboratuvarlarda kalite yönetim sisteminin uygulanması, sonuçların güvenilirliği, hassasiyeti ve izlenebilirliği açısından son derece önemlidir. Laboratuvarın verdiği deney sonucunun tüm dünyada doğru olarak kabul edilebilmesi kabul görmüş uluslararası kurallara göre çalışmasından geçmektedir. Laboratuvarın kendi kendine kuralları uygulaması yetmez bu konuda bağımsız otoritelerce denetimlerden geçmesi ve bu kurallara uygun çalıştığının belgelenmesi gerekir. Kurallar Uluslararası Standartlaştırma Teşkilatı (ISO) tarafından tüm paydaşların katılımı ile belirlenmektedir. Denetimler ise Uluslararası Akreditasyon Birliklerinin denetleyerek yetkilendirdiği ulusal akreditasyon kurumlarınca gerçekleştirilmektedir. Laboratuvarda kalite yönetim sisteminin etkin uygulanması ile kazanılabilen akreditasyon, teknik yeterliliğin güvenilir bir göstergesi olarak hem ulusal hem de uluslararası yüksek saygınlığı ifade eder.

Bu kapsamda ülkemizin alanında tek referans laboratuvarı olan Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Analiz ve Kontrol Laboratuvarlarında uluslararası kabul görmüş standartları içeren, ISO 17025 kalite sistemi ve İyi Laboratuvar Uygulamaları (GLP) normlarını kapsayan entegre bir kalite sistemi oluşturulmuş olup 11 parametrede Türk Akreditasyon Kurumu (TÜRKAK) tarafından denetlenerek akredite edilmiştir.

Analiz ve Kontrol Laboratuvarları, ilaç, biyoteknolojik ürün, kozmetik, biyolojik ürün (aşı, bağışık serum, kan ürünü ve alerjen gibi),tıbbi enteral beslenme ürünleri, tıbbi cihaz analizlerini ulusal/uluslararası standartlar (ISO, WHO, Farmakopeler, TSE vb) ve yasal düzenlemeler (kanun, yönetmelik vb.) doğrultusunda yapmaktadır. Yılda ortalama 7000 ürün, görünüş, miktar tayini, tanı, potens, toksikolojik değerlendirme testleri, safsızlık, enstrümantal analiz, in vivo ve invitro analizler yönünden değerlendirilmektedir.

Sahte kaçak ilaç şüphesi ile laboratuvarlara gönderilen numunelerde kromatografik ve spektrofotometrik yöntemler ile ürünün ilaç etken maddelerinin kalitatif ve kantitatif analizleri yapılmaktadır. Ürünün kimyasal yapısının aydınlatılması ve bilinmeyen toksik maddelerin tespiti amacı ile sıvı kromatografisi/kütle spektroskopisi (LC/MS-MS), HPLC, UPLC, gaz kromatografisi/kütle spektroskopisi (GC/MS-MS), sıvı kromatografisi/uçuş zamanlı kütle spektroskopisi (LC/Q-TOFF), Nükleer Magnetik Rezonans Spektroskopisi gibi ileri analiz teknikleri kullanılmaktadır.

Avrupa Birliği üye ülkeleri tarafından akreditasyonu olmayan laboratuvar sonuçlarının geçerliliğinin olmadığı bilinmektedir. Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Analiz ve Kontrol Laboratuvarları sahip olduğu akreditasyon belgesini ile Avrupa standartlarında hizmet verme düzeyine erişmiş, Avrupa Birliği Üye Ülke laboratuvarlarının dahil olduğu Resmi İlaç Kalite Kontrol Laboratuvarlarına OMCL (Official Medıcınes Control Laboratorıies) dahil olma yolunda çok önemli bir adım atmıştır.

12

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D5

Motor nöron sağlığının korunmasında hatalı katlanmış proteinlerin rolü

Emel ULUPINAR

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Disiplinlerarası Sinirbilimleri Anabilim Dalı, Eskişehir

Nörodejeneratif bozukluklar beynin belirli bölgelerindeki nöronların ilerleyici seyirle kaybı ile karakterize bir grup patolojiyi içermektedir. Dejeneratif değişiklikler, Parkinson hastalığında substansia nigra’daki dopaminerjik nöronlarda, Alzheimer hastalığında hippokampus ve neokorteks’te, Amiyotropik lateral skleroz (ALS)’da ise omurilik, beyin sapı ve motor korteks’teki nöronlarda görülmektedir. Hastalıklar her ne kadar belirli nöron tiplerine özgün farklılıklar gösterebilse de etiyopatogenezde bazı ortak mekanizmalar rol oynamaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda nörodejeneratif hastalıkların hemen hepsinde agregasyona yatkın proteinlerin varlığına ve protein katlanma bozukluklarına dikkat çekilmektedir. Çünkü hücrelerdeki hasarlı protein birikimi, sadece hücre içi süreçlerin verimliliğini olumsuz yönde etkilemekle kalmayıp, tamir edilmediği sürece birbirini zincirleme takip eden bir dizi işlev bozukluğunu da tetiklemektedir.

Ubiquitin Proteozom Sistemi (UPS), hücrelerde zarar görmüş veya hatalı katlanmış proteinlerin yıkılmasından sorumlu bir sistemdir. Bu sistem, proteinlerin ubikutin ile konjugasyonunu sağlayan enzimler ve proteozom formunda bir parçalayıcı kompleksten oluşmaktadır. UPS’nin işlevleri, ubikutinasyon ve deubikutinasyon süreçlerinin senkronize aktiviteleriyle idame ettirilmektedir. Ubikuitin polimerlerini geri dönüştüren bir enzim olması sebebiyle UPS’de önemli rol oynayan Ubikuitin C-terminal Hidrolaz-L1 (UCH-L1), beyin lizatlarında en fazla miktarda (%1-2) bulunan proteindir. Bu proteini kodlayan gende tespit edilen bir koruyucu polimorfizm sporadik Parkinson hastalığı riskini azaltırken; UCHL1 genindeki nokta mutasyonları, enziminin aktivitesini düşürerek işlev kaybına neden olmaktadır. İlginç olarak, UCHL1 geni tamamen işlevsizleştirmiş fareler üzerinde yapılan çalışmalarda nigrostriatal dopaminerjik nöronlar dışında da nörodejeneratif bulgulara rastlanmıştır. UCHL1 fonksiyonu tamamen kaybedilmiş (Uchl1nm3419) yeni bir mutant fare modelinde yaptığımız çalışmalarımızda, bu enzim ile motor nöron devresinin özellikle kortikal bileşeni arasında önemli bağlantılar olduğu açığa çıkarılmıştır. Bu sunumda UCHL1 mutant farelerde gözlediğimiz üst motor nöronlara özgün, erken başlayan ve ilerleyici seyreden nörodejeneratif değişiklikler demonstre edilerek, altta yatan moleküler mekanizmalara ilişkin deneysel verilerimiz sunulacaktır. Ayrıca in vitro ortamda yaptığımız deneylerimizde endoplazmik retikulum (ER) stresinin kortikal nöronların hayatta kalma oranları üzerindeki etkileri gösterilerek, motor nöron hastalıklarının tedavisinde yeni terapötik yaklaşımların geliştirilmesi ve denenmesine ilişkin güncel yaklaşımlar tartışılacaktır.

13

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D6

Metabolik sendrom ilişkili kardiyovasküler sistem bozukluklarının incelenmesinde biyofiziksel yaklaşımlar: Beta3-adrenoresptörlerin rolü

Belma Turan

Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik Anabilim Dalı, 06100, Ankara

([email protected])

Genel olarak bireylerde obezite ile sonuçlanan ve alınan enerjinin harcanana oranının artması ile gelişen metabolik sendrom (MetS), hiperinsülinemi (ve devamında insülin direnci), hiperlipidemi ve hipertansiyon ile karakterize olup, kardiyovasküler hastalıklar için önemli bir risk faktörüdür. İlk kez 1988 yılında tanımlanmış olan MetS, fiziksel aktivite eksikliği, vücuda alınan enerjinin harcanandan fazla olması durumu, yani dengesiz ve aşırı beslenmenin bireylerde insülin direncine yol açarak MetS oluşumuna zemin hazırladığı çeşitli parametreler varlığında gösterilmiştir. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği’nin MetS çalışma grubu tarafından 2009 yılında yayınlanan çalışma raporunda, MetS’un bireylerde insülin direnci ile başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı, dislipidemi, hipertansiyon ve koroner arter hastalığı gibi sistemik bozukluklar yanında tip 2 diyabete neden olduğu belirtilmiştir. Türkiye populasyonunda gözlenen MetS prevalansı erkeklerde % 24-32, kadınlarda % 39-45 oranındadır. Deneysel olarak MetS oluşturmak için çeşitli yöntemler kullanılmasına karşın, Ülkemizde günümüz yaşam koşullarına en çok uyan modelin yüksek sukroz içeren diyet ile indüklenen deney modeli olduğu önceki çalışmamızda gösterilmiştir. Yüksek sukroz içerikli diyetle sıçanlarda kilolu vücut ağırlığı, yüksek kan basıncı ve insülin direnci ile valide edilmiş MetS’lu sıçanlarda, kalbin elektriksel ve mekanik aktivitesinin bozulduğu ve kalbin yaptığı işin azaldığı gözlenmiştir. Bu bozukluklarla ilgili olarak kardiyomiyosit düzeyinde yapılan incelemelerde, çeşitli voltaj-kapılı iyon kanallarında değişmeler gözlendiği ve bu değişimlerin katkıları ile aksiyon potansiyeli parametrelerinin değiştiği ve böylece mekanik aktivitedeki değişimlerin nedenleri olabilecekleri gösterilmiştir. Bunlara ek olarak, izole kardiyomiyositlerde hücre içi serbest Ca2+ seviyesinin arttığı (Ca2+-overload), Ca2+ homeostazında rol oynayan proteinlerinde daha çok fosforilasyonları ile ilgili değişimlerin oluştuğu (ryanodin reseptörleri, SERCA, fosfolamban, PKA ve fosfodiesterazlar gibi) gösterilmiştir. Diğer yandan, MetS hayvanlarının kalp ve damar dokularında gerçekleştirilen histolojik inceleme sonuçları da elektrofizyolojik bulguları desteklemiştir. MetS’li hayvanlarda sistemik olarak yapılan incelemelerde, serumda toplam oksidan durumunun artmış, antioksidan durumunun azalmış, oksidatif stres belirteçlerinden olan paraoxonase and arylesterase aktivitelerinde azalma ile toplam serbest-tiyol miktarında azalma ölçülmüştür. Bunlara ek olarak, cAMP salınma miktarında düşme serum seviyesi ölçülerek belirlenmiş olan bu hayvanlarda, bunu konpanse etmek için, sol ventrikül β-adrenoreseptör yanıtlarında artma gerçekleştiği gözlenmiştir. Diğer yandan, β-adrenoreseptörlerin alt birimi β3-adrenoreseptör miktarının MetS sıçan kalbinde arttığı, bu reseptörlerin uyarılmasının sol ventrikül kasılma kuvvetinde belirgin derecede azalmaya neden olduğu gözlenmiştir. Tüm verilerimiz ışığında, yüksek karbohidrat diyeti ile beslenmenin vücut ağırlığında artış ve insülin direncinin gelişimine neden olarak, pre-diyabet benzeri bulgularla karakterize kalpte fonksiyon bozukluğuna neden olduğu biyofiziksel yöntemlerle elde edilen bulgular diğer yöntem bulguları ile değerlendirilerek tip 2 diayebete zemin hazırladığı sonucu elde edilmiştir.

(Tübitak SBAG-214S254 tarafından desteklenmiştir).

14

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D7

Bilinmeyen bir bitki kökünden hareketle katma değeri yüksek bitkisel ilaç aktif maddelerinin üretimine

Erdal Bedir

İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Mühendislik Fakültesi, Biyomühendislik Bölümü, Urla, 35430, İzmir

([email protected])

Yetişen 10.000’den fazla bitki türü ve %30’a varan endemizm oranı ile Türkiye, Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu göz önüne alındığında bitki çeşitliliği yönünden en zengin ülkedir. Aynı zamanda ülkemiz birçok bitkinin gen merkezi olarak da öne çıkmaktadır.

Türkiye coğrafyasının yaklaşık olarak 1⁄4’ü ormanlar ile kaplıdır ve ülkemizde yetişen tıbbi bitkilerin oldukça büyük bir kısmı, orman bölgelerimizde orman tali ürünü veya odun dışı orman ürünü olarak köylüler tarafından toplanmakta, hammadde veya yarı-hammadde olarak toptancılara satılmaktadır. Köylülerden toplanan bu ürünlerin çoğu da uygun şekilde işlendikten sonra (kurutma-parçalama-paketleme) yurtdışına ihraç edilmektedir. Bu ihraç ürünleri yurtdışında gıda, ilaç ve kozmetik sanayinde değerlendirilmekte ve maalesef katma değeri yüksek ürünler olarak dışarıdan ithal edilerek iç piyasada kullanılmaktadır. Ülkemiz kendi öz kaynaklarını uygun şekilde işleyip katma değeri yüksek ürün haline getiremediği için büyük ekonomik kayba uğramaktadır.

Bitkisel kaynaklarımızın hammadde üretimi açısından değerlendirilmesi için gerekli araştırma geliştirme çalışmalarının yürütülmesi ve sanayi ile işbirliğine gidilerek mevcut bilgi ve birikimin büyük ölçekte üretime geçişte kullanılması noktasında, farmakognozi ve doğal ürün kimyası araştırıcılarına büyük iş düşmektedir.

Bilgi ve birikimini bu alanda değerlendirme fırsatı yakalamış bir bilim insanı olarak, yapacağım sunumda bilinmeyen bir kök örneği ile başlayan, bitkisel hammadde üretimi yapan bir firmanın kuruluşuna ve yeni ilaç adayı aktif bileşiklerin ortaya çıkmasına önayak olan uzun soluklu bir yolculuğu sizlerle paylaşacağım.

15

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D8

Nanomateryallerin güvenliği

Gül Özhan

İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, 34116, İstanbul

([email protected])

Nanoteknolojik ürünler gıda, tekstil, kimya, malzeme, bilişim, otomobil ve metal endüstrisi gibi birçok alanda kullanılmakta olup tıp alanında aşıların ve hedefli ilaç moleküllerinin geliştirilmesinden erken teşhis için manyetik rezonans, ultrason, floresan, nükleer ve bilgisayarlı tomografi gibi radyolojik alanlarda moleküler görüntüleme ajanı ve daha duyarlı analizler için proteomik ve genomik teknolojilerle biyosensör oluşturulmasına kadar birçok çarpıcı gelişmeye imkan tanır. Gün geçtikçe artan yoğunlukta kullanılan nanomateryaller gerek mesleki gerekse de halk sağlığını tehdit eden maruziyet risklerini de beraberinde getirir. Farkına varılmadan solunarak, yutularak veya deri yoluyla maruz kalınmanın dışında tedavi, tanı ve teşhiste kullanılmaları sebebiyle oral yoldan, implant uygulama ile ciltten veya enjeksiyon ile direkt kan yolu ile vücuda alınabilir. Nanomateryallerin fizikokimyasal özelliklerine bağlı olarak birçok organ ve sistem tarafından absorbe edilebilir ve etkileşime girebilir. Ancak ana maruziyet yolları solunum sistemi, gastrointestinal sistem ve deri iken sekonder hedef organ olarak böbrek, kalp ve beyin söylenebilir.

Nanomateryallerin toksik etki potansiyellerini dolayısıyla güvenliliklerini değerlendirebilmek için partiküllerin tam olarak karakterize edilmesi oldukça önemlidir. Her ne kadar son yıllarda nanomataryallerin toksik etki potansiyelleri ile ilgili çok sayıda çalışma yapılsa da yeni partikül tasarılarının ve tasarım yöntemlerinin ve partikül kullanımın artması sonucu elde edilen bulgular yetersiz kalmaktadır. Bununla birlikte rapor edilen çalışmalara göre; deri (allerjik hastalıklar, dermatit vb), sindirim sistemi (sindirim kanal bozuklukları, böbrek, karaciğer ve dalakta patolojik bozukluklar vb), solunum sistemi (amfizem, kronik bronşit, astım vb), kardiyovasküler sistem (miyokardial iskemi, atriyoventriküler blokaj, ateroskleroz vb), sinir sistemi (beyin hasarı, alzheimer ve parkinson gibi nörodejeneratif hastalıklar vb), immun sistem (sistemik lupus eritematozus, romatoid artrit vb), üreme sistemi (testis anomalisi, infertilite vb) ve gelişim üzerine (embriyoda morfolojik malformasyonlar, nörotoksisite, hepatotoksisite, inflamasyon vb) etkileri rapor edilmiştir. Genel olarak nanomateryallerin in vitro toksik etki mekanizmaları; hücre duvarı ve plazma membranında hasar, elektron transport ve aerobik solunum ile etkileşim, oksidatif stres indüksiyonu, hücre sinyal yolağında aktivasyon, iyon homeostazında bozulma, lizozomal membran bütünlüğünde bozulma, fagositoz olayının gerçekleşmemesi, hücre iskelet fonksiyonları ile etkileşim, DNA ve kromozomal hasar şeklinde özetlenebilir.

Çevre ve halk sağlığı ve iş güvenliği açısından önemli olmakla birlikte nanomateryal maruziyetini kontrol etmeye, azaltmaya ve işyeri ve çevrede ölçümlerine yönelik henüz standart bir prosedür geliştirilememiş ve spesifik nanomalzemeye yönelik maruziyet sınır değerleri kesin olarak belirlenmemiştir. Güvenli nanomateryal kullanımı dolayısıyla da güvenli nanoteknoloji toksikoloji, mühendislik ve iş hijyenini kapsayan disiplinler arası bir konu olup özellikle nanoteknoloji sektörünün ulusal ve uluslararası düzeyde üniversite ve diğer araştırma birimleri ile işbirliklerini önemli hale getirmekte, ülke politikasının konu ile ilgili bilimsel araştırmaların teşvik edilmesi ve yönetmelikler ile kontrol ve takip sisteminin güçlendirilmesi yönündeki düzenlenmelerini gerekli kılmaktadır.

16

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

D9

Tıbbi cihazlar / İlaç-cihaz kombinasyon ürünlerine genel bakış

Sema Çalış

Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 06100, Ankara

([email protected])

Tıbbi cihazlar hastalıkların önlenmesi, tanısı, izlenmesi, tedavisi ve hafifletilmesi için kullanılan; asıl fonksiyonlarını farmakolojik, immünolojik veya metabolik olarak sağlamayan ancak bu etkiler tarafından desteklenebilen her türlü araç, yazılım ve malzemelerdir. Günümüzde tıbbi cihazlar, ilaçlar ile birlikte, sağlık sektörünün en önemli bileşenleri durumundadır. Tıbbi cihazlar ve ilaç-cihaz kombinasyonlarının uygun şekilde üretimi, kullanımı ve gerekli yasal düzenlemelerin yapılması, sağlık alanındaki kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesinde büyük önem taşımaktadır.

Tıbbi cihazlar tedavi etkinliğinin artırılması, sistemik yan etkilerin azaltılması, hasta uyuncunun artırılması gibi faydalarla, sağlık alanında daha iyi hizmet imkanı sağlamaktadır. Tıbbi cihazların hastalıkların önlenmesi, teşhisi, tedavisi ve rehabilitasyonu için sunulan hizmetlerde kritik bir role sahip oldukları düşünülmektedir. Çoğu basit sistemler olan tıbbi cihazların bir kısmı da, karmaşık sistemler olup farklı teknolojilerin bir araya getirilmesiyle oluşabilmektedir. Günde 50.000’ den fazla farklı tiplerde tıbbi cihaz, sağlık kuruluşları da dahil olmak üzere dünya genelinde bir çok alanda kullanılmaktadır. Tıbbi cihazların dünya pazarındaki payının 2017 yılında 398 milyar dolara ulaşması beklenmekte olup, market payının yaklaşık %79’ u Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Japonya’ya aittir.

Kombinasyon ürünleri ise; ilaç, cihaz ve/veya biyolojik ürünleri kombine halde bulunduran diyagnostik ve terapötik ürünlerdir. Kombinasyon ürünlerine ilaç salan stentler, nikotin yamaları, antibiyotik kaplaması içeren cerrahi yamalar ve önceden doldurulmuş şırıngalar örnek olarak gösterilebilir. Hedef bölgeye direkt ilaç uygulaması, damar tıkanıklığının giderilmesi ve ortopedik uygulamalarda enfeksiyon riskinin azaltılması gibi üstünlükleri bulunmaktadır. Ancak bu ürünlerin, farklı FDA (Food and Drug Administration) Birimleri’ nin dahil olduğu yasal düzenleme ve onay süreçlerine sahip bileşenleri bir arada içermesi dolayısıyla, onay süreçleri zorlaşmaktadır.

Tıbbi cihazlar ve ilaç-cihaz kombinasyonları, özellikle son dönemde hızla gelişim gösteren sağlık alanındaki devrimin büyük bir parçası haline gelmiştir. İlaç endüstrisinde geliştirilmekte olan ürünlerin %30’dan fazlasını kombinasyon ürünleri oluşturmaktadır. Teknolojik, biyomühendislik ve doku mühendisliğindeki gelişmelerle birlikte, kombinasyon ürünlerine olan eğilim ve bu ürünlerin endüstrideki payları gün geçtikçe artmaktadır. Tıbbi cihazlara göre daha karmaşık yapıda olduklarından, daha fazla disiplinler arası işbirliği gerektirmektedirler ve bu nedenle, tıbbi cihazlarla karşılaştırıldığında, ticarileştirilmeleri oldukça zordur.

Sonuç olarak kombinasyon ürünleri, sağlık alanında hasta uyuncu, cihaz güvenliği ve tedavi etkinliğinin artırılması gibi bir çok fayda sağlayan ve senelik yaklaşık %10 artışla giderek büyüyen bir pazara sahip medikal teknoloji ürünleridir. Birden fazla ürünü bir arada bulundurmaları ve karmaşık yapıları nedeniyle, endüstri ve yasal komiteler için üretim, kılavuzların oluşturulması, ürünlerin değerlendirilmesi gibi süreçleri zorlaştırsa da; sağlık alanında sağladıkları üstünlükler nedeniyle, bu ürünlere olan ilgi ve medikal teknoloji pazarındaki payları giderek artmaktadır. Kombinasyon ürünlerinin çeşit ve sayısının, gelecekte daha da artarak 2019 yılında, 33.5 milyar dolar küresel satış değerine ulaşması beklenmektedir.

17

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Sözlü Sunumlar

18

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S1

Over kanseri tedavisinde nanosistemler ve uygulamaları

Özge Gün1, Canan Hasçiçek1

1Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmsötik Teknoloji Anabilim Dalı, 06100, Ankara.

([email protected])

Avrupa ve ABD’ de en çok görülen ikinci jinekolojik kanser olan over kanseri %6’ lık oranla en ölümcül jinekolojik kanserdir1. Over kanserinin geleneksel tedavisi sitoredüktif cerrahi ve platin-taksan kombinasyonunu içeren kemoterapiden oluşur. Standart tedavi rejimine cevap başlangıçta ümit vaat etse de ilerleyen süreç içerisinde hastalık tekrar eder ve kemorezistans gelişimi ile tedavi başarısızlıkla sonuçlanır 2. Kemorezistans gelişimi tedavinin başarısızlığının en önemli nedenidir 3.

Son yıllarda çeşitli hastalıkların tedavisine yönelik yapılan teknolojik çalışmalar değerlendirildiğinde, kolloidal ilaç taşıyıcı sistemlerin kullanılabilirliğinin yoğun şekilde araştırıldığı görülmektedir. Lipozomlar, niozomlar, polimerik miseller, katı lipit nanopartiküller, nanoyapılı lipit taşıyıcılar ve polimerik nanopartiküller gibi kolloidal etkin madde taşıyıcı sistemler mikron altı boyutta olmaları, değişebilen bileşimleri, yüzeylerinin fonksiyonelleştirilebilmesi ve stabiliteleri nedeniyle tümör mikroçevresiyle etkileşmek ve hedeflendirilmek için eşsiz özelliklere sahiptirler 4. Pek çok nanotaşıyıcı uygulamasının temel amacı ilacı sistemik uygulamadan sonra hızlı parçalanmadan korumak, ilacın tümör bölgesine terapötik konsantrasyonda ulaşmasını sağlamak, normal dokulara ilaç taşınmasını mümkün olduğunca engelleyerek yan etkileri azaltmak, terapötik pencere içerisinde kontrollü salım sağlayarak daha etkili bir tedavi elde etmek, hasta uyuncunu artırmaktır 5, 6.

Bu sunumun amacı öncelikle nanoteknoloji bazlı teknikler olmak üzere over kanseri tedavisindeki yeni stratejileri özetlemektir.

1. Eckstein N. Platinum resistance in breast and ovarian cancer cell lines. Journal of Experimental & Clinical Cancer Research. 2011;30(91). 2.Tomasina J, Lheureux S, Gauduchon P, Rault S, Malzert-Freon A. Nanocarriers for the targeted treatment of ovarian cancers. Biomaterials. Jan 2013;34(4):1073-1101. 3. Watanabe Y, Ueda H, Etoh T, et al. A change in promoter methylation of hMLH1 is a cause of acquired resistance to platinum-based chemotherapy in epithelial ovarian cancer. Anticancer Research. 2007;27:1449- 1452. 4. Steichen SD, Caldorera-Moore M, Peppas NA. A review of current nanoparticle and targeting moieties for the delivery of cancer therapeutics. Eur J Pharm Sci. Feb 14 2013;48(3):416-427. 5. Aslan B, Ozpolat B, Sood AK, Lopez-Berestein G. Nanotechnology in cancer therapy. J Drug Target. Dec 2013;21(10):904-913. 6. Alexis F, Pridgen EM, Langer R, Farokhzad OC. Nanoparticle technologies for cancer therapy. Handb Exp

Pharmacol. 2010(197):55-86.

19

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S2

Transferrine hedeflendirilmiş paklitaksel yüklü PLGA nanopartiküllerinin meme kanserindeki etkinliği

Hayrettin Tonbul1,2, Adem Sahin1,3, Naile Ozturk1,2, Imran Vural1, Mustafa Sinan Kaynak2, Yılmaz Capan1

1İnönü Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 44280, Malatya. 2Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 06800, Ankara 3Erciyes Üniversitesi,

Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 38039, Kayseri

([email protected])

Paklitaksel, over, meme ve küçük hücreli akciğer kanseri başta olmak üzere birçok kanserin tedavisinde kullanılan yarı sentetik antineoplastik bir ajandır. Antitümör etkisini, hücrede mikrotübullerin toplanmasını arttırmak ve depolimerizasyonunu önleyerek stabil mikrotubul toplulukları oluşturmak suretiyle göstermektedir[1]. Kanser kemoterapisinde, çoklu ilaç direnci(multiple drug resistance, MDR), paklitakselinde dahil olduğu bir çok kemoterapötik için en büyük engeldir[2]. Bu engelin üstesinden gelmek ve MDR etkisinden kurtulmak için, nanopartiküler ilaç taşıyıcı sistemler umut vadedici bir yol olarak görülmektedir[3]. Polimerik nanopartiküler sistemlerden olan PLGA nanopartiküllerinin ilaç taşıyıcı sistem olarak kullanılması günümüzde yoğun olarak araştırılmaktadır. PLGA nanopartikülleri; biyoparçalanabilir ve biyouyumlu olması, FDA ve EMA tarafından onaylı olması, birçok ajan için yüksek enkapsülasyon etkinliği sağlaması, yüzey modifikasyonuna ve kontrollü salıma olanak sağlaması gibi birçok avantaja sahiptir[4]. Transferrin reseptörü, transferinle taşınan demirin hücre içine alınmasını sağlar ve eritrositler hariç her hücrede bulunur. Transferrin reseptörü birçok tümörde, tümör hücresinin proliferatif özelliğiyle doğru orantılı olarak aşırı eksprese olur. Bu özelliğinden dolayı, transferin tümör hedeflendirilmesinde ligand olarak kullanılabilmektedir[5]. Bu çalışmanın amacı, meme kanserinde daha etkin bir tedavi sağlamak amacıyla, transferrin reseptörüne hedeflendirilmiş paklitaksel yüklü PLGA nanopartiküllerinin hazırlanması ve değerlendirilmesidir. Bu amaçla paklitaksel yüklü nanopartiküller nanopresipitasyon yöntemiyle hazırlanarak transferrin ile hedeflendirilmiştir. Hazırlama işleminden sonra, transferinle hedeflendirilmiş (Tf-PTX-PLGA NPs) ve hedeflendirilmemiş (PTX-PLGA NPs) formülasyonların in vitro karakterizasyonları yapılarak, hücre içine alım ve sitotoksisiteleri insan meme kanseri hücre hattında (MCF-7) değerlendirilmiştir. Tf-PTX-PLGA ve PTX-PLGA nanopartiküllerinin; ortalama partikül büyüklükleri, zeta potansiyelleri ve in vitro ilaç salımı özellikleri benzer bulunmuştur. Fakat transferrinle kaplama işleminden sonra nanopartiküllerin polidispersite indeksi 0.15’ten 0.25’e yükselmiş ve enkapsülasyon etkinliği %65’ten %47.8’e düşmüştür. Kaplama işleminden sonra, nanopartiküllerin yüzeyindeki transferrin miktarı BCA protein tayin kiti ile ölçülmüş ve kaplama prosesi TEM ve FTIR analizleri ile doğrulanmıştır. Yapılan floresans mikroskobu çalışmaları transferrin kaplı nanopartiküllerin, kaplı olmayan nanopartiküllere göre hücre içine daha fazla alındığını göstermiştir. Ayrıca TF-PTX-PLGA nanopartiküllerinin, kontrol gruplarına göre MCF-7 hücre hattında daha sitotoksik olduğu istatiksel olarak saptanmıştır (p<0.05). Elde edilen sonuçlar, meme kanseri tedavisinde, transferrin kaplı paklitaksel yüklü PLGA nanopartiküllerinin umut vaat eden bir yol olduğunu göstermektedir.

20

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S3

Nanopartikül aracılı siRNA taşınması

Behiye Şenel

Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmasötik Biyoteknoloji Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir

([email protected])

Kodlamayan, çift sarmallı RNA moleküllerinden oluşan RNA interferans (RNAi), bazı genleri susturmak için ekspresyonunu engelleyen transkripsiyon sonrası bir gen düzenleyici mekanizmadır. siRNA ve miRNA olarak iki çeşidi bulunan RNA interferans keşfinden bu yana, hastalıkları hücresel ve moleküler seviyelerde teşhis ve tedavi edebilecek bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda çok fazla ilgi çeken RNA terapötikleri (siRNA, miRNA) müdahalelerinde zorluk yaşanılan genetik hastalıklar, kanser ve dirençli viral enfeksiyonlar gibi çeşitli hastalıkların tedavilerinde büyük umutlar vadetmektedir. siRNA'ya dayalı bir tedavi yaklaşımı, hücresel konumlarına veya oluşan proteinlerin yapılarına bakılmaksızın, ilgili herhangi bir mRNA'yı hedefleyebilir. Bu nedenle siRNA’lar için yeni nesil biyo-ilaç olarak bahsedilmektedir. Ancak, tek başına sistemik olarak verilmeleri ve istenilen özellikleri sergileyebilmeleri hakkındaki çeşitli sorunlar hala devam etmektedir. Bu sebepten dolayı siRNA’ların taşınması için nanopartiküller sistemlerin benzersiz özelliklerinden yararlanılarak bu zorluklar aşılmaya çalışılmaktadır. siRNA’ların taşınması için bu güne kadar silika ve silikon temelli nanopartiküller, karbon nanotüpler, grafen, polimerler, siklodekstrinler, katı lipitler, hidrojeller ve yarı iletken nanokristaller ile in vitro ya da in vivo olarak çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bununla birlikte, genel başarı toksisite gözlemleri ve siRNA taşınması sürecindeki birçok aşama ile ilgili ilave zorluklar ile bugüne kadar sınırlı kalmıştır. Bu nedenle özellikle biyouyumlu, biyoparçalanabilir ve yüksek etkinlikteki nano yapıda taşıma sistemlerinin tasarlanması yeni tedavi süreçlerinin geliştirilmesine katkı sağlaması açısından büyük önem kazanmaktadır.

21

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S4

Tirozinaz inhibitörü kojik asit türevi bileşikler

Mutlu Dilsiz Aytemir

Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı, 06100, Sıhhiye, Ankara, Türkiye [email protected]

Tirozinaz inhibitörleri, pigment oluşumunun aşırı birikimini azaltması sayesinde tıpta, melanin hiperpigmentasyonu gibi dermatolojik rahatsızlıkların tedavisinde (örn. melazma, lentigo), kozmetikte çillerin yok edilmesinde, gebelik ve yaşlılık lekelerinde, hassas ciltlerde güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan koyu lekelerin ve akne izlerinin giderilmesinde etkilidir. Hiperpigmentasyonu gidermek amacıyla kullanılan tirozinaz inhibitörlerinin çoğu, yapısal olarak tirozin veya DOPA’ya benzeyen fenol veya kateşol türevleridir. Kojik asit (5-hidroksi-2-hidroksimetil-4H-piran-4-on), pirinç (koji) fermantasyonu yoluyla da elde edilebilen doğal ve etkili bir leke açıcıdır. Kozmetik, tıp, gıda, tarım ve kimya endüstrilerinde çok geniş bir alanda kullanılmaktadır. Birçok güzellik ürünleri sabun dahil, losyon ve kremler kojik asit içerir. Hiperpigmentasyon gibi dermatolojik rahatsızlıkların tedavisinde, kozmetikte çillerin yok edilmesinde, gebelik gibi cilt lekelerinde deri rengini düzeltmeye yardımcı olur. Ayrıca, yapılan çalışmalarda; tirozinaz enziminin kompetitif inhibitörü olan kojik asitin melanogenez inhibisyonunda rol aldığı ve melanin oluşumunu baskıladığı bildirilmiştir. Laboratuvarımızda, yirmi yıldır kojik asit ve türevlerinden hareketle sentezlenen Mannich bazı bileşiklerin; antikonvülsan, antimikrobiyal, antimikobakteriyal, antiviral, antioksidan, antitrozinaz, anti-aging aktiviteleri ve sitotoksisite çalışmaları araştırılmıştır. Yüksek tirozinaz inhibitör aktiviteye sahip iki bileşiğimiz için Türk patent ve Uluslararası Patent başvuruları yapılmıştır. Bileşiklerin antitirozinaz aktiviteleri; L-DOPA'nın substrat olarak kullanıldığı spektrofotometrik yöntemle tayin edilmiştir. Elde edilen inhibisyon yüzdeleri kullanılarak standart sapmaları ve ED50 değerleri nonlineer regresyon yöntemiyle saptanmıştır. Bu çalışmaların ışığında Mannich bazı bileşiklerin etki mekanizmalarını aydınlatmak amacıyla melanogenez inhibisyon çalışmaları da tamamlanmıştır. Bilimsel çalışmaların ticarileştirilmesi amacıyla sürdürülen TÜBİTAK 1512 Teknogirişim Sermaye Destek Programı-Bireysel Genç Girişim (BİGG) “Cilt Lekelerine Etkili Kojik Asit Türevi Dermokozmetik Ürünlerin Hazırlanması” başlıklı proje kapsamında Koji Kozmetik Kimya San. Tic. A.Ş. kurulmuştur. Bu proje ile iş fikrinden pazara kadar olan faaliyetlerinin desteklenmesi sonucu yenilikçi ürünler geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu çalışma TÜBİTAK-1512 BİGG-2150027 tarafından desteklenmektedir.

22

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S5

Apoptoziste görev Alan İlaç Hedefleri ve Bu Hedefleri Etkileyen Bileşikler

Mehmet Alp

Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı, 06100, Tandoğan, Ankara.

([email protected])

Bir bireyde bulunan toplam net hücre sayısını belirleyen üç önemli süreç bulunmaktadır. Bu süreçler hücre bölünmesi, apoptozis yani programlı hücre ölümü ve hücre farklılaşması olarak sınıflandırılabilmektedir. DNA’da meydana gelen mutasyonlar büyüme, apoptozis ve hücre farklılaşmasında rol oynayan normal genlerin fonksiyonlarını değiştirerek vücuttaki hücre sayısı dengesini etkileyebilmektedir [1].

Apoptozis, yüksek oranda DNA hasarı bulunan ve kansere neden olma potansiyeli bulunan hücrelerin eliminasyonunda en önemli tümör baskılayıcı mekanizmalardan birisidir. Ölüm reseptörleri (Tümrö nekroz faktör (TNF), tümor nekroz faktör ile ilişkili apoptozisi uyaran ligant reseptörleri (TRAIL reseptörleri), kaspazlar (kaspaz 1, 3, 6, 9) , Bcl-2 proteinleri ve p53 geni apoptoziste rol oynayan en önemli ilaç hedefleri olarak değerlendirilebilmektedir [2]. Bu hedefleri etkileyerek aktivite gösteren bazı bileşiklerin kimyasal formülleri Şekil 1’de verilmiştir. Obatoklaks antiapoptotik Bcl-2 protein inhibitör aktivite göstererek [3], Tenovin 1 tümör baskılayıcı p53 gen aktivitesini artırarak [4], Rukaparib (RubracaTM) poly (ADP-ribose) polimeraz (PARP) enzimlerini inhibe ederek etki gösteren bileşiklerdir. Rukaparib, bazı over kanseri türlerinin tedavisinde kullanımı onaylanan ilk PARP inhibitörü bileşik olmakla birlikte göğüs ve prostat kanserlerine olan etkileri üzerindeki faz II ve faz III çalışmaları devam etmektedir [5]. Apoptoziste rol oynayan ilaç hedefleri ve bu hedefleri etkileyen ilaç etken maddeleri üzerinde yapılan çalışmalar günümüzde de artarak devam etmektedir.

HN N

O

NH

Obatoklaks

O

HN

S

HN O

NH

Tenovin 1

NH

HN

O

HN

F

Rukaparib

Şekil 1: Obatoklaks, Tenovin 1 ve Rukaparib bileşiklerinin kimyasal formülleri

1. Molecular Biology of Cancer, Second Edition, Lauren Pecorino, Oxford University Press, 2008. 2. Cell Death and Differentiation, 12, 942–961, 2005. 3. Communicative & Integrative Biology, 5, 6, 557–565, 2012. 4. Bioorganic & Medicinal Chemistry 20, 1779–1793, 2012. 5. Drugs, 77, 585–592, 2017.

23

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S6

Olanzapin, klorpromazin ve FMO’ya bağlı N-oksitlerinin duyarlı bir kapiller sıvı kromatografisi kullanılarak sıçan mikrodiyalizatlarındaki tayini

Duygu Yeniceli Uğur1, Işıl Tan Yılmaz1, Erol Şener 1, Stijn Hendrickx2, Deirdre Cabooter2

1Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir. 2 Katolik Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Analizler Laboratuarı, Leuven, Belçika.

([email protected])

Flavin-içeren monooksijenaz enzimleri (FMOs), Faz-I metabolizmasıyla ilgili mikrozomal enzimlerin çoklu bir gen ailesini oluşturur ve çok sayıda azot ve sülfür taşıyan bileşiğin oksidasyonunu katalizler. FMO enzimi substratlarının pek çoğu, santral sinir sisteminde etkilidir. Bunlar arasında klorpromazin ve olanzapin sayılabilir. Klorpromazin, birinci jenerasyon bir antipsikotik olup, 1950’li yılların başlarında kliniğe sunulmuştur. Ciddi anksiyete bozuklukları ve agresif vakaların kısa dönem tedavisi için hala önerilmektedir. Olanzapin ise, akut ve uzun süreli şizofreni tedavisinde sıklıkla kullanılan ikinci jenerasyon bir antipsikotiktir.

Mikrodiyaliz, probun seçilen doku veya vücut sıvısına daldırılması ve fizyolojik sıvının devamlı suretle perfüzyonu yoluyla, bağlı olmayan endojen ve eksojen bileşiklerin tayinini mümkün kılan bir in vivo numune alma tekniğidir.

Bu çalışmada olanzapin, klorpromazin ve FMO enzimine bağlı N-oksitlerinin sıçan beyin mikrodiyalizatlarındaki tayini için paketli sorbant mikroekstraksiyonun (MEPS) kullanıldığı spesifik ve duyarlı bir kapiller sıvı kromatografisi geliştirilmiştir. Kromatografik ayrım, 300 µm’lik iç çapa sahip Acclaim Pepmap RP C18 kolon üzerinde gerçekleştirilmiştir. 20 µL enjeksiyon hacmi kullanılmış ve bu hacmin bileşiklerin pik şekline etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Yöntem valide edilmiş ve tüm bileşikler için en düşük tayin limiti 0.5 nM olarak bulunmuş, doğrusallık en düşük tayin limiti ve 1 µM arasında gösterilmiştir. MEPS geri kazanımları %92-98 aralığında olup, gün içi ve günler arası değişkenlik % 15’den azdır. Yöntem sıçan beyin mikrodiyalizatlarına başarıyla uygulanmıştır. MEPS numune hazırlama yönteminin kullanıldığı bu kapiller LC yöntemi, tüm bileşiklerin 45 dakika içinde ayrıldığı basit ve duyarlı bir yöntem olup, olanzapin, klorpromazin ve N-oksitlerinin farmakokinetik çalışmaları için önerilmektedir.

24

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S7

Benidipinin kapiler elektroforez yöntemi ile miktar tayini

Arın Gül DAL

Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir.

([email protected])

Benidipin dihidropridin türevi vazoselektif bir kalsiyum kanal blokörüdür. Bu çalışmada benidipinin kapiler elektroforeze bağlı foto diyot dizisi detektörle miktar tayini yapılmış ve geliştirilen yöntem valide edilerek benidipin içeren tabletlere uygulanmıştır. Çalışmada ayrım 40 cm efektif (48.5 cm toplam) uzunluk ve 75 µm iç çapa sahip çıplak silika kapiler ile 235 nm dalga boyunda gerçekleştirilmiştir. Çalışma tamponu olarak 10 mM NaH2PO4 (pH 2.5) kullanılmış ve analizler 25.0 kV potansiyel altında yapılmıştır. Bu koşullar altında iç standart olarak kullanılan granisetron ve benidipin için göç zamanları sırasıyla 4.875 dk ve 5.746 dk olarak gözlenmiştir. Daha sonra geliştirilen yöntemin validasyonu doğrusallık, kesinlik, doğruluk, kararlılık ve duyarlılık parametreleri ile gösterilmiştir. Yapılan hesaplamalar sonucunda yöntemin tayin sınırı 1.13×10-7 M düzeyinde bulunmuştur. Geliştirilen ve valide edilen yöntem 4 mg benidipin içeren tabletlere uygulanmıştır. Benidipin içeren tabletlerin analizi sonucunda hesaplanan %BSS değerleri %2’nin altında ve %geri kazanım oranları %98.98-101.63 aralığında bulunmuştur. Burada geliştirilen yöntem, benidipinin rutin analizleri için önerilmektedir.

25

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S8

Agomelatin tedavisinin diyabet kaynaklı bilişsel bozukluklar üzerine etkileri: Eşlik eden hippokampal morfolojik değişimler

Özgür Devrim Can1, Umut İrfan Üçel1, Ümide Demir Özkay1,Yusuf Öztürk1, Emel Ulupınar2

1Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir. 2 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir.

([email protected])

Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre Diabetes mellitus (DM), çok çeşitli etiyolojiler ile ortaya çıkabilen; insülin salımı, insülin aktivitesi ya da her ikisinde birden oluşan aksaklıklardan kaynaklanan; karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasındaki düzensizlik ve kronik hiperglisemi ile karakterize metabolik bir hastalıktır. DM, kronik hiperglisemi maruziyetinin neden olabildiği kronik komplikasyonlar açısından özel bir klinik öneme sahiptir. DM’nin santral sinir sistemi komplikasyonları ile ilişkili olarak yürütülen araştırmalar, gerek tip I gerekse tip II DM hastalarında önemli nörofizyolojik ve nörodavranışsal değişiklikler geliştiğine işaret etmektedir. Tip I DM hastalarında öğrenme, bellek, problem çözme gibi zihinsel işlev bozuklukların yaygın olduğu; tip II DM’li hastalarda da bilişsel işlevlerin zayıfladığı, soyut yargılamanın ve kompleks psikomotor aktivitenin azaldığı ve demans riskinin arttığı ortaya konulmuştur. Bu hastalarda özellikle bilgi depolamayı ve yeni bilgi oluşturmayı gerektiren kompleks bilişsel görevlerde aksamalar olduğu bildirilmiştir. Diyabetin kognitif işlev bozukluklarını arttırdığına ilişkin bu kanıtlar, bu hastalarda uygun nootropik ilaç seçimine ilişkin çalışmaları gerekli kılmaktadır. Bu düşünce ile bu çalışmada, kayda değer bir nootropik potansiyele sahip olduğu bilinen ve aynı zamanda glisemik kontrolü bozmadığı pre-klinik araştırmalar ile gösterilmiş bir ilaç olan agomelatin’in, diyabete bağlı kognitif işlev bozuklukları üzerine potansiyel terapötik etkinliği farmakolojik ve morfometrik yöntemler kullanılarak araştırılmıştır.

Çalışmalar erkek Sprague-Dawley sıçanlar ile yürütülmüştür. Deneysel diyabet modeli kuyruk venine 50 mg/kg streptozotosin (STZ) enjeksiyonu yapılarak oluşturulmuştur. Kognitif disfonksiyon gelişimi için 4 hafta beklendikten sonra diyabetik sıçanlara iki hafta boyunca, günlük 40 ve 80 mg/kg dozlarda agomelatin uygulanmıştır. Agomelatin’in nootropik etkinliği Morris su labirenti testi ile değerlendirilmiştir. Beynin kognitif işlevler ile ilişkili ana merkezlerinden olan hippokampus’un gyrus dentatus ve CA1-3 bölgelerinin hacim tahminleri için Cavalieri metodu kullanılmıştır. Hippokampus’un granüler ve piramidal hücrelerinin toplam sayıları ise Stereo-Investigator analiz sisteminin optik parçalayıcı yazılımı aracılığıyla belirlenmiştir. Çalışmanın deneysel protokolü Anadolu Üniversitesi Hayvan Deneyleri Yerel Etik Kurulu tarafından onaylanmıştır.

Uzamsal öğrenmenin değerlendirildiği Morris su labirenti testinde, diyabetik sıçanların gizli platformu bulma sürelerinin normoglisemik hayvanlara göre daha uzun olduğu görülmüştür. Diyabetik sıçanların hedef kadranda geçirdikleri süre ise normoglisemik hayvanlardan daha kısadır. Diğer yandan, agomelatin tedavisi alan diyabetik sıçanların gizli platformu, tedavi almayan diyabetik hayvanlara göre daha hızlı bulduğu ve hedef kadranda çok daha uzun süre kaldıkları belirlenmiştir. Bu bulgular, agomelatin’in diyabetik sıçanlarda bozulmuş olan öğrenme ve bellek parametrelerini iyileştirdiğine işaret etmektedir. Morfometrik çalışmaların sonuçları, diyabetik sıçanlarının hippokampal gyrus dentatus ve CA1-3 bölgelerinin hacimlerinin normoglisemik sıçanlara göre arttığını; granüler ve piramidal hücrelerinin toplam sayılarının ise azaldığını ortaya koymuştur. Agomelatin tedavisi, diyabetik sıçanların artmış hippokampal gyrus dentatus ve CA1-3 bölgelerinin hacimlerini normoglisemik sıçanların seviyesine düşürmüş; hippokampusta, azalmış olan granüler ve piramidal hücrelerinin toplam sayılarını ise anlamlı biçimde attırmıştır. Agomelatin hipokampus morfolojisi üzerindeki bu yararlı etkisini, diyabetik hippokampusta sekteye uğramış olan nörojenezi güçlendirerek, bozulmuş dendritik yeniden-modellemeyi iyileştirilerek ya da ölçüsüz apoptotik işlevleri azaltarak göstermiş olabilir. Ancak, agomelatin’in bu çalışma ile ortaya konulan etkisinin altında yatan mekanizmaların kesin olarak aydınlatılabilmesi için yeni çalışmalara gereksinim duyulmaktadır.

26

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S9

Anti-Alzheimer etki potansiyelleri açısından benzotiyazol/piperidin/piperazin türevleri

Ümide Demir Özkay1, Özgür Devrim Can1, Yusuf Özkay2, Yusuf Öztürk1

1Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir. 2Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakolosötik Kimya Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir.

([email protected])

Alzheimer hastalığı (AH); öğrenme, akıl yürütme, konuşma, yargılama, iletişim kurma, hesaplama, günlük yaşam etkinliklerini sürdürme gibi becerilerde hasara yol açan, davranışsal değişimlerin gözlendiği progresif, nörodejeneratif bir hastalıktır. AH için radikal bir tedavi yöntemi henüz geliştirilememiş olduğundan, bu hastalık hem Türkiye hem de dünya için önemli sağlık sorunu olmaya devam etmektedir. Hastaların yaşam kalitelerinin önemli ölçüde azalması, hasta yakınlarının üstlendiği maddi ve psikolojik sorunlar ve hastalığın tedavisinin maliyeti göz önünde bulundurulduğunda, AH’nın tedavisine yönelik bilimsel çalışmaların önemi daha da artmaktadır. Gunumuzde AH’nın tedavisinde asetilkolinesteraz inhibitorleri donepezil, rivastigmin, galantamin, takrin ve non-kompetitif NMDA reseptor antagonisti memantin kullanılmaktadır. Sadece palyatif tedavi sağlayabilen bu ilacların AH’ndaki etkinlikleri sınırlıdır. Bu nedenle, araştırmacıların AH’nın tedavisinde kullanılmak uzere daha guclu ve daha guvenilir ilac gelistirme cabaları tum hızı ile devam etmektedir.

Heterosiklik bileşikler, biyolojik olarak aktif ajanların tasarlanmasında medisinal kimyacılar tarafından ana yapı olarak sıklıkla kullanılmaktadırlar. Heterosiklik bir yapı olan benzotiyazol halkası, ilaç geliştirme çalışmalarında sıklıkla yer almaktadır. Benzotiyazol halka sistemini taşıyan, bazı sentetik bileşiklerin AH’na karşı olan terapötik potansiyeli çeşitli in vitro ve in vivo çalışmalar ile ortaya konulmuştur. Çalışmalarda, benzotiyazol türevi bileşiklerin asetilkolinesteraz (AChE) aktivitesini, amiloid β (Aβ) aracılıklı nörotoksisiteyi ya da Aβ-amyloid bağlayan alkol dehidrogenaz etkileşimini inhibe ederek etki gösterdiği ileri sürülmüştür. Ayrıca benzotiyazol türevi bir ajan olan sabeluzol’un Alzheimer hastası bireylerdeki bilişsel bozulmayı geciktirdiği rapor edilmiştir. İlaç geliştirme çalışmalarında sıklıkla kullanılan bir diğer farmakofor grup piperidin halkasıdır. Klinikte sıklıkla reçete edilen donepezil’in kimyasal yapısında da piperidin halkası yer almaktadır. Bazı piperidin türevlerinin nootropik etkisi skopolamin ile indüklenen amnezi modelinde ortaya konulmuştur. Ayrıca piperidin türevlerinin nöroprotektif etki gösterdikleri, AChE aktivitesini, gama sekretaz aktivitesini ve Aβ agregasyonunu inhibe ettikleri ileri sürülmüştür. Anti-Alzheimer ajan geliştirme çalışmalarında piperidin halka sisteminin biyoizosteri olan piperazin halka sistemi de kullanılmıştır. Bazı piperazin türevlerinin AChE ve β sekretaz-1 enzimlerinin aktivitesini ve Aβ agregasyonunu inhibe etmelerinin yanısıra nöroprotektif ve anti-platelet aktive edici faktör etki gösterdikleri rapor edilmiştir. Yapısında piperazin halkası taşıyan bileşiklerin nootropik etkileri skopolamin ve dizolsilpinle ile indüklenen amnezi modellerinde ve transgenik hayvan modellerinde ortaya konulmuştur.

Bu bilgilerin ışığında, kimyasal yapılarında Anti-Alzheimer etki potansiyeline sahip olduğu daha önce rapor edilmiş olan farmakofor grupları bir arada taşıyan bileşiklerin Anti-Alzheimer ajan geliştirme çalışmaları açısından yararlı olabileceği ileri sürülebilir. Çalışma grubumuz tarafından benzotiyazol ve piperazin farmakofor gruplarını bir arada taşıyan bileşikler ile yapılmış olan çalışmaların sonuçları, bu düşünceyi destekler niteliktedir. Laboratuvarımızda sentezlenen benzotiyazol/piperazin türevi bazı bileşiklerin AChE enzimini etkin biçimde inhibe ettikleri görülmüş; yürütülen docking çalışmaları ile bu ajanlar ile enzim arasındaki etkileşim biçimini aydınlatmak da mümkün olmuştur. In vitro çalışmaları takiben streptozotosin ile indüklenen deneysel Alzheimer modeli kullanılarak yürütülen in vivo deneyler ile benzotiyazol/piperazin türevi bu bileşiklerin, referans ilaç donepezil ile kıyaslanabilir ölçüdeki anti-Alzheimer etkileri açıkça ortaya konulmuştur.1

Sonuç olarak, anti-Alzheimer etkili sentetik ajanları tasarlarken, literatürde nootropik etkinliği gösterilmiş olan farmakofor grupları bir araya getirmek uygun bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda çok sayıda farklı halka sisteminden söz etmek mümkün olmakla birlikte, özellikle benzotiyazol, piperidin ve piperazin halka sistemlerinin özel bir farmakolojik potansiyele sahip olduğu açıktır.

1. Ozkay UD, Can OD, Ozkay Y, Oztürk Y. Effect of benzothiazole/piperazine derivatives on intracerebroventricular streptozotocin-induced cognitive deficits. Pharmacol Rep.64(4): 834-47 (2012).

27

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S10

Bazı Erzurum bitki türlerinin yeni kurulmakta olan Atatürk Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Herbaryumuna kazandırılması

Esen Sezen Karaoğlan1, Meryem Şengül Köseoğlu2, Muhammet Öztürk1, Gökçe Kaya1

1Atatürk Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmasötik Botanik AD, Erzurum 2Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi

Biyoloji Bölümü Botanik AD, Erzurum

([email protected]) Herbaryum, kurutulmuş bitki örneklerinin belli bir sistemde düzenlenerek saklandığı yerdir. Bitkiler, doğadan kurallara uygun olarak toplanır ve tüm canlı özelliklerini koruyacak şekilde kurutulup, bitki kolleksiyonu oluşturulur. Sistematik düzene uyularak teşhis edilip saklanan bu bitki örneklerinden karşılaştırıcı materyal olarak ve bilimsel çalışmalar için yararlanılır. Herbaryumdaki bitki örnekleri eczacılık, tıp, ziraat, biyoloji, orman vb. konularda çalışan ve bu bölümlerde okuyan kişilere eğitim kaynağı oluşturur. Her bitkinin doğada bulunma zamanının farklı olması, iklim şartlarının elverişsizliği gibi nedenlerden yılın her mevsimi bitkilere ulaşmak mümkün değildir. Herbaryumlar sayesinden istenilen her zaman bitkilere ulaşmak ve çalışmalar yapmak mümkün olabilmektedir. Ayrıca herbaryumlar, bitkilerin toplandığı bölgenin florasını temsil etmesi açısındanda önem taşır. Farmasötik Botanik ve Farmakognozi dersleri Eczacılık Fakülteleri’nde okutulan temel derslerdendir. Bu dersin etkili bir şekilde verilebilmesi için öğrencilerin bitkileri bizzat görmeleri ve incelemeleri önem taşımaktadır. Bu çalışma, Erzurum İl sınırları içerisinde belirlenen bazı lokalitelede 2015-2016, Mayıs-Eylül aylarında yapılmış ve 15-20’şer günlük aralıklarla bitki örneği toplanmıştır. Bu lokasyonlardan toplanıp, teşhis edilen 39 familyaya ait 149 bitki türü yeni kurulmakta olan Atatürk Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Herbaruyumu’na kazandırılmıştır. Herbaryumun geliştirilmesi için çalışmalar halen devam etmektedir. Bu çalışma TÜBİTAK 114S086 nolu proje ile desteklenmiştir.

28

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S11

Fritillaria persica L. türü üzerinde morfolojik, anatomik ve fitokimyasal çalışmalar

Sevim Küçük1, Mine Kürkçüoğlu2, Merve Has3

1 Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, FarmasötikBotanik Anabilim Dalı, 26210, Eskişehir. 2Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakognozi Anabilim Dalı, 26210, Eskişehir. 3Anadolu Üniversitesi, Sağlık

Bilimleri Enstitüsü, Farmasötik Botanik Anabilim Dalı, 26210, Eskişehir.

([email protected])

Liliaceae familyasına ait Fritillaria L. cinsi Türkiye’de 16’sı endemik olmak üzere 35 tür ile temsil edilmektedir. Fritillaria persica L. türü İran-Turan elementi olup, Anadolu’da ‘’Kırk Lale, Adıyaman Lalesi, Karagöz Lalesi ya da Ağlayan Gelin’’ olarak adlandırılmaktır. Tıbbi ve ekonomik değeri olan Fritillaria L cinsi günümüzde birçok ülkede park ve bahçe süslemelerinde kullanılmaktadır. Ayrıca yapılan çalışmalar Fritillaria cinsinin soğanlarının halk ilacı olarak özellikle Uzakdoğu’da kullanıldığını göstermektedir.

Bu çalışmada araştırma konusunu oluşturan Fritillaria persica türünün morfolojik, anatomik özellikleri belirlenmiş, ayrıca çiçek ve soğanda Katı Faz Mikro Ekstraksiyon-KFME (Solid Phase Microextraction-SPME) yöntemiyle yapılan koku bileşiklerinin analizi gerçekleştirilmiştir. Dünyada ilgi gören bir süs bitkisi olması ile birlikte ülkemizde ihracatı da yapılan F. persica ile ilgili çalışmaların artması ülkemize katkı sağlayacaktır.

29

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S12

Crocus flavus Weston subsp. dissectus T. BAYTOP ET MATHEW türünün sistematik ve farmasötik botanik araştırılması

Sevim Küçük1, Ceren Sinem Tuyan2

1,2Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik Anabilim Dalı, 26210, Eskişehir.

([email protected])

Crocus L. cinsi (Safran) çok eskilerden beri hoş kokulu, iyi tat veren değerli bir baharat olarak, bunun yanında çok değerli bir ilaç ve iyi bir boya maddesi olarak kullanılmaktadır. Safran olarak bilinen Crocus sativus L.’un genellikle sinir sistemi uyarıcısı, iştah açıcı, rahim hareketlerini arttırarak adet söktürücü, koku, renk, tat verici olarak toz halinde yemeklerde kullanıldığı bilinmektedir. Crocus sativus ’un kurutulmuş stigmaları “Stigma croci” adı ile çeşitli farmakopelerde ve Dünya Sağlık Örgütü monograflarında kayıtlıdır. Ülkemizde Crocus L. cinsine ait 41 tür bulunmaktadır. Iridaceae familyası üyesi Crocus flavus Weston türü ülkemizde Crocus flavus WEASTON subsp. dissectus T. BAYTOP ET MATHEW ve flavus WESTON subsp. flavus olmak üzere 2 alt tür ile temsil edilmektedir. Anadolu’ da Crocus flavus subsp. flavus yer çiğdemi ve Crocus flavus subsp. dissectus’ dilik çiğdemi’ olarak bilinmekte olup Crocus flavus subsp dissectus endemik bir bitki türüdür. Crocus flavus subsp. dissectus ülkemizde bulunduğu lokaliteler Güney Marmara Bölümü ve İç Batı Anadolu Bölümünü kapsamaktadır ve çok yıllık otsu bir bitki türü olup genellikle koruluk, çalılar ve çimenlik olan habitatlarda bulunmaktadır. Bu çalışmada araştırma konusunu oluşturan ve Eskişehir çevresinde yetişen Crocus flavus subsp. dissectus sistematik, morfolojik ve anatomik özellikleri ayrıntılı olarak belirlenmiş olup, çizim ve fotoğraflarla desteklenmiştir.

30

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S13

13-15.yy arasında Anadolu’da şifalı bitkiler

Esra Çetintaş, Sevim Küçük

Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik Anabilim Dalı, 26210, Eskişehir.

([email protected])

13-15 yy arasındaki dönemin Anadolu açışından önemli olma sebepleri, Selçuklu ve Osmanlı devletinin Anadolu’da hüküm sürmesi ve bu devletlerin tıp alanına önem vermeleri, bu devletlerin şifahane yapımına özen göstermeleri, İpek Yolu’nun Anadolu üzerinden geçmesi ile birlikte drog ticaretinin merkezi olması, İslam Medeniyetinin bilgi birikiminin kullanılması, çeviri eserler ile birlikte bitkilerle tedavinin yaygınlaşması gibi açıklanabilir.

13. yy’dan itibaren Anadolu’da kurulan Selçuklu hastanelerinde kullanılan ilaçların önemli bir bölümü bitkisel droglardan hazırlanmaktaydı. Bu dönemde Biruni ve İbn Sina’nın tedavi yöntemleri çok geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Bu dönemlerde Türk-Arap-İran ve Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde kullanılan ilaçlardan ve özellikle de bitkisel kökenli ilaçlardan yararlanılmıştır.

Bu dönemde birçok kitap yazılmış ve gelecek nesillere aktarılmıştır. Bu araştırmada bazı kitaplardan bahsedilecek olup, içlerinde geçen bitkilerden görseller verilecektir. Bu eserler şöyledir; Alâ’im-i Cerrâhîn, Maddetü’l Hayat, Tercüme-i Müfredât-ı, Mücerrebname.

31

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S14

Trazodon’un erkek reproduktif sistem toksisitesinin sıçanlarda değerlendirilmesi

Özlem Atlı1, Gözde Kılıç2, Merve Baysal1, Volkan Kılıç2, Şeyda Uçarcan2, Mina Andıç1, Sinem Ilgın1

1 Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji, 26470, Eskişehir. 2 Anadolu Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 26470, Eskişehir

([email protected])

Depresyon veUçU anksiyete yaygın bir halk sağlığı problemi olarak kabul edilmektedir. Yapılan epidemiyolojik çalışmalarda depresyon ve anksiyetenin sıklıkla 20-60 yaş arasında reprodüktif yaşlarda meydana geldiği gözlenmiştir. Depresyon ve anksiyetenin tedavisinde etkinliği ve güvenilirliği nedeni ile trazodon sıklıkla reçete edilen ilaçlardan biridir. Reproduktif sistem ile ilişkili çalışmalarda infertilitenin etiyolojisinde ilaçların da rol oynayabileceği belirtilmektedir. Trazodon’un anorgasm, impotans ve ejekülasyonun bozulması gibi üreme sistemi ile ilişkili advers etkilere neden olduğu gösterilmiştir. Varolan bilgilerden hareketle çalışmamızda sinaptik kavşakta serotonerjik aşırımı güçlendirerek depresyon ve anksiyete tedavisinde sıklıkla kullanılan ilaçlar olarak trazadon’un 5, 10 ve 20 mg/kg dozlarda 28 günlük periyodda oral olarak sıçanlara uygulanması ile sperm sayısı, motilitesi ve morfolojisi gibi sperm parametrelerinin ve sperm DNA hasarının belirlenmesiyle bu ajanların erkek reproduktif sistemi üzerine olası toksik etkilerinin aydınlatılması amaçlanmıştır. Ayrıca tekrarlayan maruziyetlerin spermatogenez sürecinde rol oynayan hormonlar olan testosteron, folikül stimüle edici hormon (FSH) ve lutinleştirici hormon (LH) seviyelerine ve oksidatif strese oldukça duyarlı testis dokusunda mevcut oksidatif durumun değerlendirilmesinde kullanılan parametreler glutatyon (GSH) ve malondialdehit (MDA) seviyelerine etkilerinin belirlenmesi ile olası patolojinin mekanizmasının da aydınlatılması amaçlanmıştır. İnfertilite ile ilişkili diğer risk faktörlerinden bağımsız olarak trazadon’un erkek sıçanlarda reproduktif toksik etkilerini değerlendirdiğimiz çalışma sonuçlarımıza göre bu ajana tekrarlayan farmakolojik dozlarda maruziyet sperm konsantrasyonunu, motilitesini ve normal sperm morfolojisini azaltmış, sperm DNA hasarını arttırmış ve testiküler dokuda morfolojik hasarı indüklemiştir. Bu ajanlar ile indüklenen bu toksik etkilere spermatogenez sürecinde rol oynayan serum hormon seviyelerindeki değişmeler ile testiküler oksidatif stres eşlik etmiştir.

32

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S15

Bitkisel kaynaklı fenolik bileşiklerin genotoksik ve antigenotoksik etkilerinin değerlendirilmesi

Merve Bacanlı1, Nurşen Başaran1, A. Ahmet Başaran2

1 Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, 06100, Ankara 2 Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Anabilim Dalı, 06100, Ankara

([email protected])

Serbest oksijen radikalleri, DNA, RNA gibi genetik materyal ve diğer hücre makromolekülleriyle reaksiyona girerek oksidatif hasara yol açmaktadır. Serbest radikalleri inaktive ederek oksidatif hasarı geciktirebilen veya önleyebilen antioksidan bileşiklere karşı ilgi tüm dünyada artmaktadır. Doğadan gelenin zararlı olmayacağı düşüncesi ve sentetik antioksidan maddelerin toksik etkilerinin olduğunu gösteren çalışmaların varlığı, doğal antioksidan kaynakları olan sebze, meyve, baharat ve çayların kullanımını artırmaktadır. Bitkisel ürünlerin antioksidan etkileri içeriklerindeki fenolik bileşiklerden ileri gelmektedir. Bu çalışma kapsamında bitkisel fenolik bileşiklerden galangin, limonen, naringin, puerarin ve ursolik asit maddelerinin olası genotoksik özellikleri incelenmiştir. Bileşiklerin antioksidan özellikleri troloks eşdeğer antioksidan kapasite tayini (TEAK) ve olası genotoksik etkileri ve oksidatif hasara karşı antigenotoksik etkileri tek hücre jel elektroforez (COMET) ve mikroçekirdek (MÇ) yöntemleriyle değerlenmiştir. TEAK analizi sonucunda çalışılan fenolik bileşiklerin antioksidan kapasitesinin konsantrasyonla orantılı olarak arttığı bulunmuştur. COMET ve MÇ yönteminde, çalışılan bileşiklerin düşük konsantrasyonlarında genotoksik etkilerinin olmadığı, sitotoksik etki göstermedikleri konsantrasyonlarında H2O2 ile oluşturulan oksidatif DNA hasarını önledikleri saptanmıştır.

33

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S16

Bazı perflorlu ve poliflorlu bileşiklerde in silico toksikolojik profilleme ve bu bileşiklerin insan spermi üzerine genotoksik etkilerinin değerlendirilmesi

Esra Emerce1, Özge Çetin1

1Gazi Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, F. Toksikoloji Anabilim Dalı, 06330, Ankara.

([email protected])

Perflorlu ve poliflorlu bileşikler (PFAS) endüstride birçok farklı alanda kullanımı bulunan sentetik kimyasallardır. Mesleksel maruziyetlerin yanı sıra genel toplumda ve ekosistemde biyolojik örneklerde PFAS’ların tespit edilmesi ile birlikte konu üzerine dikkatler yoğunlaşmış, birçok bilimsel araştırma ile başta maruziyetlerin belirlenmesi konusunda çalışmalar gerçekleşmiş, yeni yasal düzenlemeler gündeme gelmiştir. Bu çalışmada, PFAS ailesinin temsili bileşiklerinde yapı-aktivite ilişkisi (SAR) analizi ile toksikolojik profillemesi yapılarak gelecekteki biyolojik deneylere ışık tutulması ve bu bileşiklerin insan sperm DNA’sında yapabileceği genotoksik hasarın araştırılması amaçlanmıştır.

Belirli PFAS’ların ana bileşik ve metabolitlerinin toksikolojik profillemesi, Derek Nexus ve Derek Meteor (Lhasa Limited, Leeds, İngiltere) adlı bilgi tabanlı yazılımlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir. PFAS’ların her grubundan temsili bileşikler seçilmiştir. Bunlar; perflorooktanoik asit (PFOA), perflorononanoik asit (PFNA), perflorohekzanoik asit (PFHxA), perflorooktansülfonik asit (PFOS), 1H,1H,2H,2H-perflorooktanfosfonik asit (PFOPA), perflorohekzanfosfonik asit (PFHxPA), bis(perflorooktil) fosfinik asit (bisPFOPIA), perflorooktansülfonil florit (POSF), perfloroheksil iyodür (PFHxI), 8:2 florotelomer iyodür (8:2 FTI), 8:2 florotelomer alkol (8:2 FTOH), 8:2 florotelomer metakrilat (8:2 FTMAC), 4,8-diokza-3H-perflorononanoat (ADONA) ve politetrafloroetilen (PTFE)’dir. Yapıya bağlı biyolojik aktivite belirlenmesinde Derek yazılımı, elde edilen toksisite sonuçları bazı nedensellik düzeyi tanımları ile göstermektedir. Analizde; yüksek olası (probable; önermenin doğru olduğuna yönelik en az bir güçlü sav var olup karşı bir sav bulunmamaktadır), olası (plausible; kanıtların ağırlığı önermeyi desteklemektedir), çelişkili (equivocal; önermeyi kabul eden ve karşı çıkan kanıtların ağırlığı eşittir) ve açık (open; önermeyi destekleyen veya karşı çıkan kanıt yoktur) şeklinde çelişkili ve daha üstündeki tahmin modelleri ele alınmıştır. Toksikolojik son noktalar arasında, bazı PFAS’ların “yüksek olası” tahminle nefrotoksik olabileceği (TFE), “olası” tahmin ile karsinojenite (8:2 FTI, TFE), mutajenite (8:2 FTI, TFE), kromozomal hasar (8:2 FTI, 8:2 FTMAC), hepatotoksisite (PFOPA, PFHxPA, TFE), göz irritasyonu (POSF, 8:2 FTMAC), solunum irritasyonu (POSF), deri irritasyonu (POSF, 8:2 FTI), deri sensitizasyonu (8:2 FTMAC) ve mitokondriyel bozukluk (TFE) gösterebileceği modellenmiştir. Ayrıca bazı PFAS’lar “açık” veya “çelişkili” tahmin düzeyinde belirli toksikolojik son noktalar için (karsinojenite, nefrotoksisite, HERG kanal inhibisyonu, fotoallerji, bradikardi) sinyal vermiştir.

PFAS’ların hedef dokularından biri de testistir. PFAS’ın erkek üreme sistemi üzerine çeşitli etkileri gözlenmiştir ancak spermde DNA hasarına etkisi incelenmemiştir. Günlük yaşamda maruz kalınan PFAS’lardan; yarı ömrü uzun olan uzun zincirli türlerden PFOS, PFOA, PFNA ve PFHxA’nın insan sperm hücrelerinde olası DNA hasarı alkali comet yöntemi ile değerlendirilmiştir. Sağlıklı bireylerden alınan semen örnekleri, Dünya Sağlık Örgütü Temel İnsan Semen Analizi Uygulaması Laboratuvar Rehberi tarafından belirtilen parametrelerce değerlendirilmiştir. Negatif kontrol (distile su), taşıyıcı kontrol (DMSO) ve pozitif kontrol (600 µM H2O2)’ün yanı sıra her bileşiğin 100, 300, 1000 µM dozları 1 saat maruz bırakılarak dublike çalışılmış ve deney üç kez gerçekleştirilmiştir. Çalışmada taşıyıcı kontrol ile pozitif kontrol arasında anlamlı fark olduğu gözlenmiştir (p<0.001). Her dört PFAS için de test edilen koşullarda taşıyıcı kontrole göre anlamlı DNA hasarı farkı gözlenmemiştir (p>0.05). Yapı-aktivite ilişkisi analizleri ile her kimyasala özgü toksikolojik son nokta tahminleri elde edilmiştir. PFAS’ların çoğunda çelişkili tahmin veren nefrotoksisite başta olmak üzere ve her kimyasala özgü sinyaller üzerinde ilgili araştırmaların öncelenmesi, bu kimyasalların tehlikelerinin belirlenerek risk değerlendirmelerine veri sağlayacaktır. Seçilen PFAS’ların çalışmadaki deney koşullarında, üreme bozuklukları ve kanser gibi bireysel etkiler kadar gelecek nesilleri etkileyen durumlarla da ilişkilendirilen sperm DNA hasarına yol açmaması olumlu bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.Bu çalışma Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu tarafından desteklenmiştir (No: 214S517

34

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S17

Sıçanlara günde bir kez ve günde iki kez uygulanan Vankomisinin nefrotoksisitesindeki farklılılar

Zuhal Uçkun1, Sevda Güzel2, Kezban Kibar3, Banu Coşkun Yılmaz3

1Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, 33169, Mersin, 2Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakognozi Anabilim Dalı, 33169, Mersin, 3Mersin Üniversitesi, Tıp

Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, 33169, Mersin

([email protected])

Glikopeptid bir antibiyotik olan vankomisin (VCM), aerobik ve anaerobik gram-pozitif bakterilere karşı antibakteriyel bir etkiye sahiptir. VCM, ciddi Metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) enfeksiyonlarında en çok tercih edilen ilaçtır. VCM, önemli derecede nefrotoksik yan etkilere sahiptir. Bunun yanı sıra, karaciğer fonksiyon bozukluğu olan hastalarda bu ilacın terapötik uygulanışını sınırlayan karaciğer yan etkiler sahiptir. VCM kaynaklı nefrotoksisitenin, ilacı alan hastaların % 5-25’inde oluştuğu bildirilmiştir. VCM nefrotoksisitesinden dolayı doz ve uygulama süresinde bazı kısıtlamalara gerek duyulmaktadır.

Bu çalışmada VCM’nin 2 konsantrasyonu (400 mg/kg ve 200 mg/kg) hazırlanmıştır. Günde 400 mg/kg tek dozda (250 gr ve 300 gr sıçan) ve günde 2 kez 200 mg/kg (260 gr sıçan) doz 7 gün boyunca sıçanlara i.p. olarak enjekte edilerek VCM’nin nefrotoksisite oluşturma derecesi incelenmiştir. 1 haftanın sonunda histopatolojik incelemeler (tübüler nekroz, tübüler dilatasyon, tübüler vakuolizasyon, tübüler casts gibi) için sıçanlar sakrifiye edilmiştir. Bu incelemeler sonucunda günde tek dozda 400 mg/kg VCM uygulanan sıçanlar arasında histolojik parametreler açısından fark gözlenmemiştir. Ancak 400 mg/kg VCM uygulanan sıçanlar ile 200 mg/kg VCM uygulanan sıçanlar arasında belirgin fark gözlenmiştir. Bunun sonucunda günde bir kez VCM uygulamasının günde iki kez yapılan uygulamaya göre daha belirgin nefrotoksisite oluşturduğu sonucuna ulaşılabilir.

“Bu çalışma Mersin Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Birimince 2016-2-AP3-1906 Proje Numarası ile desteklenmiştir.”

35

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S18

Sitalopram kullanan major depresyon hastalarında bulantı/kusma advers etkisinin serotonin-2A reseptör geni -1438A/G polimorfizmi ile ilişkisinin incelenmesi

Merve Demirbügen1, Bora Başkak2, Tugba Kızıl Özel2, Halise Devrimci Özgüven2, Sinan Süzen1,

1Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, F.Toksikoloji Anabilim Dalı, 06100, Ankara. 2Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı, 06100, Ankara.

([email protected])

Major depresyon (MD), dünya üzerinde yaklaşık 350 milyon kişiyi etkileyen, çeşitli fiziksel ve duygusal problemlere neden olan, ruhsal bir hastalıktır. MD için farklı tedavi yöntemleri bulunmakla birlikte günümüzde en çok tercih edilen yöntem antidepresan ajanların kullanıldığı farmakoterapidir. 1980’lerde kullanıma girmiş olan Selektif Serotonin Geri Alım İnhibitörleri (SSGİ); diğer antidepresan ajanlara göre advers etki profillerinin daha iyi olması ve geniş terapötik indeksleri nedeniyle tedavide ilk tercih edilen grup olmuştur. Sitalopram (SİT), SSGİ’leri arasında en sık reçete edilen ajandır[1]. SSGİ’leri tüm bu avantajlarına rağmen, gastrointestinal semptomlar, baş ağrısı, sedasyon ve cinsel disfonksiyon gibi advers etkileri indüklemektedir. Gastrointestinal semptomlar (bulantı-kusma), bunlar arasında en sık rastlanan (%21) ve hastaların tedaviye uyuncunu azaltan, tedaviyi yarım bırakmasına neden olan advers etkidir[2].

SSGİ’leri, sinaptik boşluktaki serotinin düzeyini arttırmaktadır. Artmış serotonin düzeyi ise hem pre sinaptik hem de post sinaptik reseptörler ile etkileşerek etkisini göstermektedir. Bu nedenle serotonin reseptörleri antidepresan ilaç yanıtı ve advers etkilerin düzenlenmesi açısından oldukça önemlidir[3]. Periferde yerleşim gösteren serotonin reseptörlerin aktivasyonu barsak motilitesi ve vasküler düz kas tonusunu etkilemektedir. Bu durum, serotonin-2A (5-HT2A) reseptör genindeki polimorfizmlerin, SİT kullanan MD’lu hastalarda gastrointestinal advers etkilere neden olabileceğini akla getirmektedir. Bu bilgiler ışığında, bu çalışmada 5-HT2A reseptör geni promoter bölgede bulunan -1438A/G (rs6311) değişimi ile bulantı/kusma advers etkisi arasındaki ilişki aydınlatılmaya çalışılmıştır.

Çalışmaya MD tanısı almış, sitalopram kullanan 59 hasta dahil edilmiştir. Bu hastalarda, klinisyenler tarafından UKU (Udvalg or Klinikse Undersogelser) yan etki değerlendirme ölçeğine göre bulantı ve kusma advers etkisinin varlığı ve şiddeti değerlendirilmiştir. Hastalardan alınan kandan yüksek-tuz metodu kullanılarak genomik DNA elde edilmiş, yapılan genetik farklılık analizlerinde ise polimeraz zincir reaksiyonu-restriksiyon parça uzunluk polimorfizm (PZR-RPUP) tekniği kullanılmıştır. Yapılan genetik analizlerde, 5-HT2A -1438A/G, alel frekansı A=0.49 ve G=0.51 olarak bulunmuştur(chi(2)=0,151, p=0,69). Tüm hasta grubu için genotip dağılımı, GG 16(%27,1), AG 28(%47,5), AA 15(%25,4)dir. Bulantı kusma görülen hastalarda genotip dağılımı GG, AG ve AA genotipleri için sırasıyla 8 (%42,11), 6 (%31,58) , 5 (%26,32) iken, bulantı kusma görülmeyen hastalarda ise sırasıyla; 10(%25), 22(%55) ve 8(%20) dir. Yaptığımız analizler sonucunda, MD tanısı almış, SİT kullanan hastalarda bulantı/kusma advers etkisi ile 5-HT2A reseptör geninde tanımlanan -1438 A/G polimorfizmi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır(p=0,148).

1. Bezchlibnyk-Butler, K., I. Aleksic, and S.H. Kennedy, Citalopram--a review of pharmacological and clinical effects. J Psychiatry Neurosci, 2000. 25(3): p. 241-54. 2. Hu, X.H., et al., Incidence and duration of side effects and those rated as bothersome with selective serotonin reuptake inhibitor treatment for depression: patient report versus physician estimate. J Clin Psychiatry, 2004. 65(7): p. 959-65. 3. Murphy, G.M., Jr., et al., Pharmacogenetics of antidepressant medication intolerance. Am J Psychiatry, 2003. 160(10): p.1830-5.

36

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S19

Antibiyotik içeren kuru toz inhaler formülasyonları

Yağmur Akdağ Çaylı1, Selma Şahin1, Levent Öner1

1Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 06100, Ankara.

([email protected])

Son yıllarda, ilaçların uygulama yolu olarak solunum sisteminin kullanımı gittikçe önem kazanmaktadır. Özellikle akciğer hastalıkları için, ilaçların solunum yoluyla uygulanması ümit verici bir yaklaşımdır. Bu nedenle, ilaçların akciğerlere lokal olarak taşınması üzerine birçok araştırma yapılmaktadır. Kuru toz inhaler (KTİ) formülasyonları son yıllarda sıkça çalışılan ve birçok hastalığın tedavisinde üstünlük gösteren bir dozaj şeklidir. Hem lokal hem de sistemik amaçlarla kullanılması uygulama alanlarını genişletmektedir. Lokal kullanımda, ilacın hedef bölgeye doğrudan veriliyor olması, sistemik yan etkileri azaltmakta ve hızlı etki elde edilmesini sağlamaktadır.

Akciğere ilaç hedeflendirilmesi ile yapılan tedavilerde, tedavi etkinliğini belirleyen ölçüt etki bölgesine ulaşan ilaç miktarı olduğu için hedef bölgenin belirlenmesi gerekmektedir. Alveollere ulaşması ve yerleşmesi istenilen partiküllerin, optimum büyüklüklerinin 2‐5 µm aralığında olması gerektiği belirtilmiştir (1).

Antibiyotik içeren KTİ formülasyonları özellikle, kistik fibrozis hastalarında görüldüğü gibi tedavisi zor, tekrarlayan ve akciğerin derinlerine yerleşen enfeksiyonların tedavisi için tercih edilmektedir. Kistik fibrozis, akciğerde viskoz, dehidrate ve sağlıklı akciğer pH’sı ile karşılaştırıldığında düşük pH’ya sahip mukus yapısına neden olmaktadır. Bu koşullar da sürekli tekrarlayan ve nedeni ortadan kaldırılamayan enfeksiyonların görülmesine neden olmaktadır. Antibiyotiklerin bu koşullarda mukusa penetrasyonu oldukça zordur (2). Bu sorunu aşmak için formülasyona, viskoziteyi azaltmak üzere mukolitik eklenmesi gibi yaklaşımlar söz konusudur.

Literatürde çalışılan çeşitli KTİ formülasyonları bulunmaktadır: Lipozomal KTİ, polimerik KTİ, nanopartikül KTİ, katı lipit nanopartikül KTİ, siklodekstrin içeren KTİ, mikropartiküler KTİ, taşıyıcı içermeyen KTİ. Antibiyotiklerin tedavi için gerekli dozu yüksek olduğu için taşıyıcı içermeyen formülasyonlar tercih edilmektedir. Mikron boyutundaki partiküllerin akışı kötü olduğu için, taşıyıcı içermeyen formülasyonlar, üretim yöntemi parametrelerinin optimize edilmesi ile üretilmektedir. Bu amaçla püskürterek kurutma başta olmak üzere öğütme, yüksek basınçlı homojenizasyon, ultrasonik dalga, çözücü ekstraksiyon/buharlaştırma, liyofilizasyon, faz ayrışması (koaservasyon) yöntemi gibi üretim yöntemleri kullanılmaktadır. KTİ formülasyonları, Turbuhaler, Diskhaler, Diskus, Aerolizer gibi bir aygıt aracılığıyla kullanılır. Piyasada tobramisin, kolistimetat sodyum ve aztreonam çözeltilerinin nebülizer formülasyonları (3, 4), kolistimetat ve tobramisinin KTİ formülasyonları bulunmaktadır (5). Siprofloksasinin, KTİ formülasyonu Faz 3 aşamasındadır, (6); levofloksasinin nebülizasyon çözeltisi ise EMA tarafından onaylanmıştır (7).

Bu çalışmada antibiyotik (siprofloksasin ve levofloksasin) ve mukolitik (asetilsistein ve dornaz alfa) içeren, taşıyıcısız KTİ formülasyonu üretilmiş ve karakterizasyon çalışmaları yapılmıştır. Üretimde bilyalı değirmen, yüksek basınçlı homojenizasyon ve püskürterek kurutma yöntemlerinin kombinasyonu kullanılmıştır. Karakterizasyon çalışmalarından elde edilen sonuçlar kullanılan yöntemlerin, söz konusu ilaçlar için taşıyıcı içermeyen KTİ üretimi amacıyla uygun olduğunu göstermiştir.

1. Sung JC, Pulliam BL, Edwards DA. Trends Biotechnol. 2007;25(12):563-70. 2. Jones AM, Helm JM. Drugs. 2009;69(14):1903-10. 3. Cipolla D, Chan HK. Pharmaceutical patent analyst. 2013;2(5):647-63. 4. Buttini F, Rossi I, Di Cuia M, Rossi A, Colombo G, Elviri L, et al. International journal of pharmaceutics. 2016;502(1-2):242-8. 5. Balducci A G, Bettini R, Colombo P, Buttini F. Advances and Challenges; John Wiley & Sons, Ltd: Chichester, UK, 2015; pp 241–262. 6. Stass H, Weimann B, Nagelschmitz J, Rolinck-Werninghaus C, Staab D. Clinical therapeutics. 2013;35(10):1571-81. 7. Azoicai D, Antoniu SA. Expert Opinion on Investigational Drugs. 2013;22(2):267-76.

37

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S20

Nanosüspansiyon formülasyonlarının hazırlanmaları ve karakterizasyonları

Tuğba Gülsün1, Sahand Ebadi Borna1,2, Selma Sahin1

1 Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji Anabilim Dalı, 06100, Ankara; 2University of Gothenburg, The Pharmacy Program, Gotenburg

([email protected]; [email protected] )

Bugüne kadar kullanılan ilaç etkin maddelerinin % 40'ından fazlası, lipofilik veya suda az çözünen bileşiklerdir (1). Sudaki çözünürlüğü düşük olan ilaçların en büyük problemlerden biri de biyoyararlanımlarının çok düşük olmasıdır. Suda çözünürlüğü zayıf olan ilaçların çözünürlüğünü artırma yöntemlerinden biri partikül büyüklüğünü küçülterek nanosüspansiyonlarının hazırlanmasıdır. Partikül büyüklüğü küçültülüp çözünürlüğün dolayısıyla biyoyararlanımının artırılması ile daha düşük dozda tedavi mümkün olabilecektir. Ayrıca, yan etki ve toksisitenin de azalacağı düşünülmektedir. Nanosüspansiyonlar yüzey aktif maddeler tarafından stabilize edilmiş ilaç moleküllerinin mikronaltı boyuttaki koloidal dispersiyonları olarak tanımlanmaktadır (2). Nanosüspansiyonların hazırlanması için nanoçöktürme, öğütme, homojenizasyon, püskürterek kurutma gibi çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Nanosüspansiyonların biyoyararlanımı artırması, hızlı etki göstermesi, doz orantısallığını iyileştirmesi, düşük dozda tedaviye imkan sağlaması, su bazlı formülasyon hazırlanabilmesi, organik çözücüye gerek olmaması, tüm dozaj şekillerine uygulanabilir olması, üretim şekli ve uygulamasının kolay olması, ölçek büyütme işleminin uygulanabilirliğinin kolay olması, suda çözünürlüğü az olan lipofilik ilaçlarda gözlenen açlık ve tokluk durumlarındaki biyoyararlanım farklılığının azaltılmış olması gibi birçok üstünlükleri bulunmaktadır. Bu çalışmada, Biyofarmasötik Sınıflandırma Sistemine göre, Sınıf 4 (çözünürlüğü ve permeabilitesi düşük) bir ilaç olan furosemid model ilaç olarak kullanılmıştır. Furosemid (5- (aminosülfonil) -4-kloro-2 - [(2-fuanil-metil) amino] benzoik asit) kalp hastalığı, karaciğer hastalığı, nefrotik sendrom da dahil olmak üzere böbrek hastalığına bağlı ödemin tedavisi için kullanılan diüretik bir ilaçtır (3,4). Bu çalışmanın amacı; homojenizasyon (ultrasonik ve mekanik) ve öğütme (bilyalı değirmen) yöntemleri kullanılarak nanosüspansiyon formülasyonları hazırlamak, böylece furosemidin çözünürlüğünü ve dolayısıyla biyoyararlanımını iyileştirmektir. Farklı stabilizanlar (Pluronic F127, PVP K30, Tween 80 gibi) ve bunların kombinasyonları kullanılarak nanosüspansiyon formülasyonları hazırlanmıştır. Furosemidin, fiziksel karışımların ve nanosüspansiyonların partikül büyüklüğü, polidispersite indeksi ve zeta potansiyeli dondurarak kurutma öncesinde ve sonrasında ölçülmüştür, FT-IR, DSC ve X-ışını kırınımı analizleri ile fizikokimyasal özellikleri belirlenmiştir, ve Caco-2 hücre hattı kullanılarak apikalden bazolaterale permeabiliteleri tayin edilmiştir. Bu çalışmada, furosemid nanosüspansiyonları homojenizasyon (ultrasonik ve mekanik), öğütme (bilyalı değirmen) ve bu yöntemlerin kombinasyonları ile başarılı bir şekilde hazırlanmıştır. Furosemidin partikül büyüklüğü 9759 nm iken tüm nanosüspansiyonların partikül büyüklükleri 5 µm’nin, polidispersite indeksleri 0.5’in ve zeta potansiyelleri -30 mV’un üzerinde bulunmuştur. FT-IR analizlerinin sonucunda furosemidin kimyasal yapısının tüm formülasyonlarda korunduğu görülmüştür. DSC analizlerinde ise, furosemidin erime derecesi nanosüspansiyonlarda görülmemiştir, bunun sebebi olarak furosemidin stabilizan ile tamamen kaplı olabileceği düşünülmektedir. X-ışını kırınımı analizleri ile furosemidin kristal yapısının tüm nanosüspansiyon formülasyonlarında korunduğu bulunmuştur. Bu çalışmadan elde edilen sonuçlar suda çözünürlüğü düşük olan ilaçlar için nanosüspansiyon formülasyonlarının hazırlanmasının ümit vaat edici olduğunu göstermiştir.

1. Kakrana M, Sahooa NG, Judeh LZ, Wang Y, Chong K, Loh L. Fabrication of drug nanoparticles by evaporative precipitation of nanosuspension. Int J Pharm. 2010;383:285–92

2. Barret ER. Nanosuspensions in drug delivery. Nat Rev. 2004;3:785–96

3. Chaulang G, Patel P, Hardikar S, Kelkar M, Bhosale A, Bhise S. Formulation and evaluation of solid dispersions of furosemide in sodium starch glycolate. Trop J Pharm Res. 2009; 8:43–51

4. Akınlade B, Elkordy AA, Essa EA, Elhagar S. Liquisolid systems to improve the dissolution of furosemide. Sci Pharm. 2010; 78:325–344.

38

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S21

Jelatin nanofiber temelli antibakteriyel yara örtü materyali üretimi

Murat İnal1, Gökçe Mülazımoğlu2

1 Kırıkkale Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Biyomühendislik Bölümü, 71450, Kırıkkale, Türkiye; 2Ahi Evran Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Genetik ve Biyomühendislik Bölümü, Kırşehir, Türkiye

([email protected]; [email protected] )

Cilt yaralandığı zaman, cildi oluşturan proteinler bozulur ve cilde oksijen sağlanması azalır. Bu durum patojen mikroorganizmaların gelişimi ve çoğalması için mükemmel bir ortam sağlar. İyileşme sürecini kısaltmak ve derinin kısa süre içinde yapı ve işlevlerini yeniden kazanmasına sağlamak için yeni yara örtü malzemelerinin geliştirilmesi önemlidir. İdeal bir yara örtü malzemesinin toksik olmayan, biyolojik olarak uyumlu ve antimikrobiyal bir malzemeden yapılmış olması gereklidir [1].

Jelatin, kollojenin kısmen parçalanmasıyla elde edilen biyolojik olarak uyumlu ve biyolojik olarak bozunabilir bir doğal polimerdir. Jelatin nanolifler yara örtü malzemesi olarak kullanıldığı zaman, gerekli olan bütün gereksinimleri karşılamaktadır [2]. Fakat antimikrobiyal özellikte olmaması onun kullanım alanlarını kısıtlamaktadır. Bu çalışmanın amacı, jelatine antimikrobiyal özellik kazandırarak kullanım alanını genişletmektir. Bu amaçla bir dördüncül amonyum polimeri olan poli([2-(metakriloiloksi)etil]trimetilamonyum klorür) (PMETAK) polimeri kullanılmıştır. Bu polimer iyi antibakteriyel etki, düşük toksisite ve cilt tahrişinin düşük olması gibi vücutta kullanım için önemli özelliklere sahiptir [3].

Elektro döndürme tekniği nano boyutta liflerin elde edilmesinde kullanılan bir yöntemdir ve bu işlemde, bir şırınga yardımıyla polimer çözeltisi kilovolt seviyesinde yüksek voltaj ile yüklenmiş iki plaka arasında oluşturulan bir çekim alanı ile bir plakadan diğerine çekilmekte ve bu şekilde lifler oluşturulmaktadır. Elektro döndürme ile elde edilen liflerin üretimi sırasında, şekil, gözeneklilik, mekanik dayanımı, lif boyutu gibi özelliklerinin kontrol edilebilmesi ve birim kütle başına çok geniş yüzey alanı, çok gözenekli mikro yapısı, yüksek gaz geçirgenliği ve fibriller arası küçük gözenek boyutu ile doğal hücre dışı matrise çok benzemeleri gibi özellikleri onların yara örtü malzemesi olarak kullanımını artırmaktadır [4].

Bu çalışmada, nanolifler, formik asit-asetik asit karışımında çözündürülmüş ve farklı oranlarda karıştırılmış jelatin ve PMETAK kullanılarak elektro döndürme yöntemi ile sentezlenmiştir. Elde edilen nanolifler SEM ve FTIR çalışmaları ile karakterize edilmiştir. Nanoliflerin antibakteriyel etkisi, gram pozitif Staphylococcus aureus ve gram negatif Escherichia coli bakterilerine karşı sıvı kültür ortamın içerisinde incelenmiştir. Nanolifler, biyolojik olarak parçalanabilirliğini belirlemek amacıyla fosfat tamponu içinde parçalanma testine tabi tutulmuştur. Nanoliflerin sitotoksik etkisi L929 fibroblast hücrelerine karşı WST-1 testi ile belirlenmiştir.

SEM çalışmalarından nanoliflerin homojen ve pürüzsüz oldukları görülmektedir. Parçalanma test sonuçlarına göre, 14 gün sonunda bütün nanolifler kütlelerinin %90'ından fazlasını kaybetmiştir. In vitro WST-1 testi sonuçları özellikle % 20 ve % 40 PMETAK içeren nanofiberlerin biyolojik olarak uyumlu olduğunu göstermiştir. PMETAK içeren nanofiberler Staphylococcus aureus ve Escherichia coli bakterilerine karşı çok yüksek antibakteriyel aktivite göstermiştir. Yürütülen çalışmalar sonucunda, elde edilen nanoliflerin antimikrobiyal yara örtü malzemesi olarak güvenli ve etkili bir şekilde kullanılabileceği bulunmuştur.

1. Jayakumar R, Prabaharan M, Sudheesh Kumar PT, et al (2011) Biomaterials based on chitin and chitosan in wound dressing applications. Biotechnol Adv 29:322–337. doi: 10.1016/j.biotechadv.2011.01.005 2. An K, Liu H, Guo S, et al (2010) Preparation of fish gelatin and fish gelatin/poly(l-lactide) nanofibers by

electrospinning. Int J Biol Macromol 47:380–388. doi: 10.1016/j.ijbiomac.2010.06.002 3. Roy D, Knapp JS, Guthrie JT, Perrier S (2008) Antibacterial Cellulose Fiber via RAFT Surface Graft

Polymerization Antibacterial Cellulose Fiber via RAFT Surface Graft Polymerization. Society 9:91–99. doi: 10.1021/bm700849j

4. Okutan N, Terzi P, Altay F (2014) Affecting parameters on electrospinning process and characterization of electrospun gelatin nanofibers. Food Hydrocoll 39:19–26. doi: 10.1016/j.foodhyd.2013.12.022

39

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S22

Antibakteriyel ilaç rifampisin’in karbon nanotüp modifiyeli camsı karbon elektrot ile yükseltgenme yönündeki elektrokimyasal analizi

Dilek Kul

Karadeniz Teknik Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Temel Eczacılık Bilimleri Bölümü, Analitik Kimya Anabilim Dalı, 61080, Ortahisar, Trabzon.

([email protected])

Rifampisin (RİF), rifamisin grubundan yarı sentetik bir antibiyotik ilaçtır. Tüberküloz başta olmak üzere mikobakteri enfeksiyonlarının tedavisinde kullanılır. Duyarlı hücrelerde DNA’ya bağımlı RNA polimeraz aktivitesini inhibe ederek çalışır. RİF’e karşı görülebilecek dirence azaltmak ve ilacın etkisini arttırmak için genellikle başka antibiyotiklerle beraber kullanılır. Mide-barsak kanalından kolayca emilir ancak, gıdalarla beraber alınması emilim miktarını düşürür [1]. Literatürde, RİF’in modifiye edilmemiş [2] ve modifiye edilmiş [3] elektrotlar ile yükseltgenme yönünde ve cıva elektrot ile indirgenme yönünde [4] az sayıda elektrokimyasal çalışması vardır. Ancak, yükseltgenme yönündeki çalışmalarda kullanılan elektrot modifikasyonlarının zaman alıcı ve zor olması nedeniyle bu çalışmada hem kolayca hazırlanabilen hem de literatürdekinden daha duyarlı bir elektrot hazırlanması planlandı. Bu çalışmada, öncelikle camsı karbon elektrot yüzeyi farklı konsantrasyonlarda çok duvarlı karbon nanotüp ile damlatma metodu kullanılarak kaplandı ve RİF için en iyi modifikasyon belirlendi. Daha sonra döngülü voltametri ile RİF’in redoks reaksiyonu üzerine pH etkisi fosfat, asetat ve Britton-Robinson tamponları kullanılarak asidikten baziğe geniş bir pH aralığında incelendi. En yüksek anodik pik akımına sahip en simetrik pik pH 3.5 asetat tamponunda elde edildiği için bundan sonraki kantitatif analiz çalışmalarında bu tamponun kullanılmasına karar verildi. RİF’in döngülü voltametri ile tarama hızı çalışması pH 3.5 asetat tamponunda 5 ile 200 mV s-1 aralığında yapıldı ve difüzyon kontrollü reaksiyon mekanizması gözlendi. RİF için kantitatif analiz çalışması hem diferansiyel puls (DPV) hem de kare dalga (SWV) voltametri yöntemleriyle yapıldı. Elde edilen doğrusal kalibrasyon grafikleri ile yöntemlerin doğrusallık aralığı, teşhis limiti ve eğim değerleri elde edildi. Yöntemlerin tekrar edilebilirliği için gün içi ve günler arası bağıl standart sapma değerleri hesaplandı. Son olarak, valide edilen yöntemlerin doğruluğu için RİF’in farmasötik dozaj formundan determinasyonu, herhangi bir ayırma ve süzme vb. işlemleri olmadan yapıldı. Elde edilen sonuçlardan farmasötik dozaj formun içindeki yardımcı maddelerin analiz sonuçlarını etkilemediği görüldü. 1. E.A. Campbell, N. Korzheva, A. Mustaev, K. Murakami, S. Nair, A. Goldfarb, S.A. Darst, Cell 104 (2001) 901-912. 2. E. Hammam, A.M. Beltagi, M.M. Ghoneim, Microchemical Journal 77 (2004) 53-62. 3. S. Rastgar, S. Shahrokhian, Talanta 119 (2014) 156-163. 4. M.A. Alonso Lomillo, O. Dominguez Renedo, M. J. Arcos Martinez, Electroanalysis 14 (2002) 634-637.

40

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S23

Türkiye’de eczacılık işetmeciliği: Akademik bakış

Selen Yeğenoğlu

Hacettepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı, 06100, Ankara.

([email protected])

Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalları 2017 tarihi itibariyle, dört farklı üniversite çatısının altında, eczacılık fakültesi bünyesinde, akademik olarak ve fiilen yapılanmıştır. Bu fakülteler sırasıyla şöyledir:

1. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 2. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 3. Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 4. Acıbadem Üniversitesi Eczacılık Fakültesi

Kronolojik açıdan irdelendiğinde ise, bunlardan en köklü olanı Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı iken, en yeni olanı da Acıbadem Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı’dır. Özellikle, Türkiye’deki en eski iki anabilim dalı olan, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı ve Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı, geçmiş yıllarda, şimdi hepsi mezun olan ve eczacılığın değişik sektörlerinde çalışan, Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencilerine de dört yıl boyunca eğitim hizmeti sunmuşlardır.

Bu çalışmada, Türkiye’de hem eğitim hizmeti veren hem de araştırma yapan dört ayrı eczacılık fakültesinin, dört farklı “Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı” akademik yapılanmaları, lisans-lisansüstü verdikleri dersler, mezun ettikleri uzman eczacı ile doktor eczacılar açısından incelenmiş, ayrıca, yaptıkları araştırmalar kapsamında analiz edilmiştir.

41

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S24

Eczacılık fakültesi öğrencilerinin ruhsal hastalıklara yönelik inanç ve tutumları

Miray Arslan

Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği A.D., 06100, Ankara

([email protected])

Biyolojik, psikolojik veya sosyal-toplumsal nedenlerle ortaya çıkan; duygu, düşünce ve davranışlarımızı etkileyen hastalıklar olarak bilinen ruhsal hastalıkların toplumlarda görülme sıklığı gün geçtikçe artmaktadır. Günlük yaşam stresleri, ekonomik koşullar, çalıma ortamında karşılaşılan problemler gibi yaşamın sürdürülmesinde karşılaşılan çeşitli durumlar da ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Diğer hastalıkların tedavisinde olduğu gibi bu hastalıkların tedavisinde de çeşitli yöntemlerin uygulandığı bilinmektedir. Sıklıkla başvurulan tedavi yöntemlerinden biri olan ilaç tedavisi ruhsal hastalıklarda da yoğun olarak kullanılmaktadır. Bu aşamada, önemli rollerden biri de sağlık profesyonellerinden olan eczacılara düşmektedir. Hastalarına yalnızca ihtiyaçları olan ilaçların verilmesinde değil, ilaç bilgisinin sunulmasında, hatta psikolojik olarak destek olunmasında da eczacıların görev alabildikleri bilinmektedir. Bütün bu hizmetler sırasında, ruhsal hastalıkları olan bireylerle olan ilişkilerde özellikle etik yaklaşıma dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda eczacı adaylarının ruhsal hastalıklara ve ruhsal hastalığı olan bireylere yaklaşımlarının nasıl olacağının bir göstergesi sayılabilecek olan ruhsal hastalıklara yönelik inançlarının ve tutumlarının belirlenmesi eczacı adaylarında bu farkındalığın oluşturulmasında önem taşımaktadır.

Literatürde sağlık profesyonellerinin ruhsal hastalıklara yönelik inançlarını ele alan pek çok çalışma bulunmasına karşın en yakın sağlık danışmanı olarak nitelendirilen eczacıların ya da eczacılık fakültesi öğrencilerine yönelik yapılmış olan çalışma sayısı oldukça kısıtlıdır. Bu çalışmada eczacılık fakültesi 4. Sınıf öğrencilerinin ruhsal hastalıklara yönelik inançlarının belirlenmesi amaçlanmaktadır. Bu amaç doğrultusunda Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi Eczacılık fakültesi 4. Sınıf öğrencilerine bir anket uygulaması yapılmıştır. Ölçme aracı olarak Bilge ve Çam (2008) tarafından geçerlilik ve güvenilirliği yapılmış olan “Ruhsal Hastalığa Yönelik İnançlar Ölçeği” ve Eren (2013) tarafından geliştirilen “Kişilik Bozukluğu Hastalarına Karşı Tutumlar Ölçeği” kullanılmıştır. Elde edilen veriler faktör analizine tabi tutularak ruhsal hastalıklara yönelik tutum ve inançların alt boyutları belirlenmiştir. Belirlenen bu alt faktörlerin eczacı adaylarının ruhsal hastalığı olan bireylere yaklaşımlarının etik açıdan en doğru ne şekilde olacağına yönelik verilecek eğitimlerde önemli rol oynayacağı düşünülmektedir.

42

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S25

Eczacılık fakültesi 5. sınıf öğrencilerinin elektronik ilaç bilgi kaynaklarını kullanma davranışlarını etkileyen faktörler

Nilay Tarhan1, Miray Arslan1, Sevgi Şar 1

Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı, 06100, Ankara.

([email protected])

Son yıllarda bilgi teknolojilerindeki gelişmeler hemen her alanda dikkat çekmektedir. Birçok meslek dalında bilgi teknolojileri yaygın olarak kullanılmaktadır. Bilgi ve teknolojiden bağımsız olarak düşünülemeyecek bir meslek olan eczacılık mesleğinde de bilgi teknolojileri önemli yer tutmaktadır. Bu bağlamda günümüzde daha nitelikli sağlık hizmeti sunabilmek için yeniliklerin takip edilmesi gerekmektedir. Elektronik ilaç bilgi kaynakları (EİBK; ilaçlar ve farmasötik preparatlar hakkında bilgi sağlamak üzere geliştirilen yazılım programları) da eczacılara mesleki uygulamalarında kolaylık sağlayacak bilgi teknolojilerinden biri olarak görülmektedir.

EİBK kullanımına ilişkin eczacılara ve eczacılık fakültesi öğrencilerine yönelik olarak dünya genelinde çeşitli çalışmalar bulunmakta olup ülkemizde konu ile ilgili eczacılık fakültesi öğrencileri ile yapılmış çalışma sayısı oldukça kısıtlıdır. Bu çalışma ile Ankara ilindeki Eczacılık Fakültesi 5. Sınıf öğrencilerinin EİBK’nı kullanma davranışlarını etkileyen faktörlerin belirlenmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda bu çalışmada Fox [2005], Galt ve ark. [2005], Liu [2012] ve Sezgin ve Özkan-Yıldırım [2016]’ın çalışmalarındaki ölçme araçlarından yararlanılarak Planlanan Davranış Teorisi ve Teknoloji Kabul Modeli temelinde hazırlanan ölçme aracı eczacılık fakültesi 5.sınıf öğrencilerine uygulanmıştır. Ölçme aracından elde edilen veriler SPSS 21.0 paket programı ile analiz edilmiştir. Açıklayıcı faktör analizi sonucunda öğrencilerin elektronik ilaç bilgi kaynakları kullanımını etkileyen 8 faktör belirlenmiştir. Faktörler sırası ile sistem faktörleri, algılanan kullanım kolaylığı, algılanan kullanışlılık, sübjektif normlar, algılanan davranış kontrolü, davranışa yönelik tutum, niyet ve davranış şeklinde isimlendirilmiş olup, toplam varyans açıklama oranı %74,234 olarak hesaplanmıştır. Ayrıca bu çalışma ile eczacılık fakültesi öğrencilerinde meslekleri ile ilgili teknolojik gelişmeler ve yenilikler hakkında farkındalık oluşturulmaya çalışılmıştır.

*Bu çalışma Ankara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonunca kabul edilen 16H0237013 nolu proje ile desteklenmektedir.

1. Fox B.I. “Explaining Pharmacists’ Intentions To Use Personal Digital Assistants As Clinical Resources During Patient Care Interventions”. Auburn University Doctor of Philosophy Thesis. Auburn, Alabama, 2005. 2. Galt K.A., Siracuse M.V., Rule A.M., Clark, B. E., Taylor W. Physician Use of Hand-held Computers for Drug Information and Prescribing. Advances in Patient Safety. 4, 93-108, 2005. 3. Liu S. “Technology Acceptance Model for Determining the Effects of Age, Usability, and Content on Mobile Application Usage”. Russ College of Engineering and Technology PhD Thesis. Ohio University, 2012. 4. Sezgin E., Özkan-Yıldırım S. A. Cross-sectional Investigation of Acceptance of Health Information Technology: A Nationwide Survey of Community Pharmacists in Turkey. Research in Social and Administrative Pharmacy. 12, 949–965,2016.

43

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S26

Eczacılık hizmetleri ve sağlık okuryazarlığı kavramı

Bilge Sözen Şahne

Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı, 06100, Sıhhiye, Ankara

([email protected])

Toplumsal farkındalığın giderek artması ile birlikte, kişilerin genel bilgi ve becerilerinin anlaşılmasına yönelik pek çok çalışma yapılmaya başlanmıştır. İlk kez 1974'te Selden ve arkadaşları tarafından kullanılan sağlık okuryazarlığı kavramı, 1990'lı yıllarla birlikte, sağlık alanındaki toplumsal farkındalığın anlaşılmasına yönelik çalışmalar kapsamında giderek önem kazanmıştır.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından "Saglıgın korunması ve sürdürülmesi için bireyin saglık bilgisine ulasma, anlama ve kullanma becerisi" olarak tanımlanan sağlık okuryazarlığını, güncel çalışmalarda "Okuryazarlıkla baglantılı, insanların saglık durumlarıyla ilgili olarak günlük yasamlarında kararlar almak, yasam kalitelerini arttırmak/sürdürmek için saglıklarını gelistirme ve hastalıkları önleme amacıyla gerekli saglık bilgisine erisme, anlama, deger biçme ve bilgiyi kullanmayı saglayacak bilgi, motivasyon ve yeterlilik" olarak ifade edilmektedir.

"İşlevsel sağlık okuryazarlığı", "iletişimsel sağlık okuryazarlığı" ve "Eleştirel sağlık okuryazarlığı" olmak üzere üç temel bölümden oluşan kavramla ilgili literatürde pek çok çalışma bulunmaktadır. Bu bağlamda, sağlık okuryazarlığının değerlendirilmesine yönelik çeşitli ölçekler geliştirilmiştir. Bu ölçeklerin Türkçe'ye uyarlanması ile ilgili çalışmalar kapsamında, Sağlık Bakanlığı tarafından "Türkiye Sağlık Okuryazarlığı Ölçekleri Güvenilirlik ve Geçerlilik Çalışması" yapılmış ve 2016 yılında yayınlanmıştır.

Sağlık hizmetlerinin en önemli bileşenlerinden olan eczacılık hizmetlerinin toplumsal sağlığına katkısının değerlendirilebilmesi için de sağlık okuryazarlığı kavramı büyük önem taşımaktadır. Özellikle, ölçekler içerisinde yer alan ilaç kullanımını ve sağlık personeli ile etkileşimi değerlendirmeye yönelik ifadeler, doğrudan bu hizmetlerle ilgilidir.

Toplumun en rahat ulaşabildiği sağlık personeli olan eczacıların verdikleri hizmet sonucunda sağlık çıktılarının istenen şekilde olması için, sağlık okuryazarlığı düzeyinin bilinmesi ve hizmetlerin buna göre planlanması gerekmektedir. Aynı zamanda, bu hizmeti alan kişiler kadar, hizmet sunucularının sağlık okuryazarlığı düzeylerinin de belirlenmesi, hizmet çıktılarının iyileştirilmesi için elzemdir.

Bu çalışma kapsamında, eczacılık hizmetleri ile sağlık okuryazarlığı kavramı ilişkisi, literatür ışığında incelenecek ve hizmet çıktılarının iyileştirilmesine yönelik değerlendirmeler yapılacaktır.

44

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

S27

Bazı nitroaril ketonlar üzerine yapılan çalışmalar

Ahmet Çağrı Karaburun

Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir.

([email protected])

Antimikrobiyal tedavide hâlihazırda mevcut bulunan ilaçların, mikroorganizmalarda hızla gelişen dirence bağlı olarak her geçen gün daha da azalan etkinlikleri gerçeği, son dönemlerde yeni aktif bileşikler bulunmasına yönelik çalışmalardaki en önemli motivasyon olarak göze çarpmaktadır. Yeni bileşiklere olan gereksinim, tedavide kullanılan ilaçların; her hedef türe karşı aynı etkinliği göstermemeleri, biyoyararlanımlarını kısıtlayan etkenler ve toksisiteleri gibi dezavantajları ve hem rutin tedavi uygulanan hem de özellikle bağışıklık sistemi çeşitli etkenlerle görece zayıf düşen hastalarda daha etkin yeni tedavi yöntemlerine duyulan ihtiyaç gibi nedenlerle sürekli artmaktadır.

Antimikrobiyal ilaçların yapıları incelendiğinde hemen hepsinin birbirinden farklı heterosiklik bileşikler olduğu göze çarpmaktadır. Mevcut yapısal çeşitliliğe rağmen içlerinde, beş üyeli heterosiklik bileşiklerin diğerleri arasında öne çıktığı söylenebilir. Bu beş üyeli yapılar içinde, sentetik kemoterapötikler olan nitrofuran türevleri; gram negatif ve pozitif bakteriler, amipler, protozoonlar ve trikomonadlara kadar uzanan geniş etkinlik spektrumlarıyla dikkat çekicidir. Nitrofurantoin, nitrofurazon ve furazolidon bu grubun halen reçete edilen önemli üyelerindendir. Temel etki mekanizmaları halen tam olarak aydınlatılmamış olmakla beraber, karbohidrat metabolizması enzimlerinin de dâhil olduğu çeşitli mikrobiyal enzim sistemlerini ve nükleik asit translasyonunu bloke ettikleri bilinmektedir. Asidik ortamlarda daha etkin olan bu türevler temelde bakteriyostatik etkilidir, yükselen dozlarda bakterisid etkileri de görülmektedir. Türevler arası çapraz rezistans görülse de bu gruba karşı direnç yavaş gelişir ve nadirdir. Suda çözünürlükleri düşüktür, oral veya topik kullanılırlar, sistemik etkinlikleri yoktur. Bunlar, yeni bileşiklerin tasarlanmasında faydalanılabilecek ve daha da geliştirilmeye imkân veren değerli özellikler olarak nitrofuran yapısını ve eşdeğerlerini yeni aktif bileşiklerin geliştirilmesinde önemli kılmaktadır.

Bu grubun yapısal özelliklerini taşıyan ve benzeri antimikrobiyal etkinlikler göstermesi beklenen nitrobenzofuran çekirdeğini, daha önceki çalışmalarda sentezlenen ve antifungal etkisinin olduğu görülen, benzofuranil aril ketoksim türevlerine dönüştürebilmek için nitrobenzofuran halkasının ikinci konumundan sübstitüe türevlerinin elde edilmesi bu çalışmanın ana hedefi olmuştur. Bu amaçla nitrosalisil aldehit türevlerinin 2-bromoasetofenon türevleriyle reaksiyonu sonucu kazanılan nitrobenzofuran aril keton türevleri kullanılmıştır. Elde edilen bileşiklerin yapıları IR, 1H-NMR, MS spektrumları ve elementel analiz verileri ile aydınlatılmıştır.

45

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Poster Sunumları

46

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P1

Parkinson hastalığının tedavisinde yeni gelişmeler

Fatma Değer1, Meryem Temiz Reşitoğlu2, Seyhan Şahan Fırat2

1Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, 33169, Mersin.2Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 33169, Mersin.

([email protected])

Bir nörodejeneratif hastalık olan Parkinson hastalığı (PH) beyinde sinir hücrelerinin kaybı sonucu ortaya çıkan ilerleyici bir süreçtir. PH'de nöron kaybının kesin nedeni bilinmemekle birlikte PH semptomlarının birçoğu, nörotransmitter olarak 'dopamin' içeren sinir hücrelerinin eksikliğiyle açıklanabilir. Dopamin, tüm nörotransmitterler gibi, sinir hücreleri tarafından diğer sinir hücreleri ile bağlantı kurmak için sinir ucundan salıverilen bir kimyasaldır. Davranış, motivasyon, uyku, ruh hali, dikkat, çalışma belleği ve öğrenme gibi önemli işlevler ile beyinde çeşitli temel görevlerde rol almaktadır. PH durumunda, bu maddenin üretim yeri olan beynin substantia nigra isimli bölgesinde yer alan dopamin üreten hücrelerde hasar meydana gelir ve yıllar içinde bu hücrelerin sayıları giderek azalır. Dopamin seviyelerindeki azalma, diğer nörotransmitterler ile dengesizliğe neden olmakta ve hem motor hem de motor olmayan belirtilerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu hastalığın ilerleyişini tamamen durduracak bir tedavi yöntemi halen mevcut değildir. Ancak, bu hastalık insanların yaşam süresini kısaltmaz ve mevcut bulguların tedavisi ile de hastalar yıllarca yaşam kalitesini belirli seviyede tutarak tedavi edilebilir. Bunun yanı sıra, PH ve tedavisi üzerindeki araştırmalara devam edilmektedir. Bu çalışmada, PH tedavisinde geliştirilmekte olan yeni tedavi yöntemleri ele alınmıştır.

47

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P2

Sibutramin’in kardiyomiyositlerdeki potasyum akımlarına etkisi

Feyza ALYU TEKEŞ1, Yusuf OLĞAR2, Belma TURAN2, Yusuf ÖZTÜRK1

1Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 26210, Eskişehir. 2Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik Anabilim Dalı, 06100, Ankara.

([email protected])

Bir antiobezite ilacı olan sibutramin, oluşturduğu kardiyovasküler toksisite nedeniyle birçok ülkede yasaklı ilaçlar listesinde yer almaktadır. Fakat sibutramin içeren sahte ilaçlar ve zayıflama ürünleri halen piyasada bulunmakta ve kontrolsüz kullanımları sonucunda toksisite ve hatta mortaliteye neden olmaktadır. Sibutramin’in kardiyotoksiste oluşturma mekanizmaları henüz tamamen aydınlatılmamıştır. Bu mekanizmaların aydınlatılması ile sibutramin toksisitesi vakalarında ve benzer özellikler gösteren toksisitelerde etkin tedavi şeması oluşturulabilecektir. Bu nedenle bu çalışmada sibutramin’in sıçan kardiyomiyositlerinde repolarizan potasyum (K+) akımları üzerine etkileri değerlendirilmiştir. Antiobezite etkisi nedeniyle kilo vermek amacıyla kullanılması göz önüne alınarak sibutramin’in metabolik sendromlu sıçanlardaki etkisi ayrıca değerlendirilmiştir.

İçe yönelik doğrultucu potasyum akımları (IK1) membran dinlenim potansiyelini stabilize eder, aksiyon potansiyelinin depolarizasyon ve repolarizasyon aşamalarını şekillendirir. Bu akımlardaki değişikliklerin ventriküler aritmilerde rol oynadığı öne sürülmektedir. Geçici dışa yönelik potasyum akımları (Ito) aksiyon potansiyelinin repolarizayon aşamasının erken fazında ve plato potansiyellerinde rol oynamaktadır. Bu akımlarıdaki değişiklikler sonucunda birçok kardiyak bozukluk oluşmaktadır. Kararlı durum dışa yönelik potasyum akımı (Iss) değişiklikleri ise aksiyon potansiyelini etkileyen ve kardiyak bozukluklara neden olan diğer bir dışa yönelik potasyum akımıdır.

Bu çalışmada, sağlıklı ve metabolik sendrom oluşturulmuş sıçanlardan izole edilen kardiyomiyositlerde patch clamp tekniğinin voltaj klamp uygulaması kullanılarak repolarizan K+ akımları ölçülmüştür. Elde edilen veriler sağlıklı kontrol grubundan izole edilen kardiyomiyositlerden elde edilenler ile karşılaştırılmış, istatiksel anlamlılık p<0.05 olarak kabul edilmiştir.

Bu çalışmadan elde edilen veriler sibutramin uygulamasının repolarizan K+ akımlarını her iki deney grubunda da anlamlı ölçüde inhibe ettiğini göstermektedir. Bu verilerin ışığında sibutramin uygulamasının kardiyotoksisite mekanizmalarından birinin repolarizan K+ akımlarında gerçekleştirdiği inhibisyon olduğu ortaya konmaktadır.

48

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P3

Genisteinin santral analjezik etkisi

Rana Arslan1, Nurcan BektaşTürkmen1

Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir1

(rbeis @anadolu.edu.tr)

Yapıca östrojenlere benzeyen ve pekçok bitkinin bileşiminde bulunabilen maddeler fitoöstrojenler olarak adlandırılmaktadır. Bu maddeler bitkilerde genellikle fenilpropan ve basit fenollerden sentezlenen bileşiklerdir. Fitoöstrojenler, izoflavonoidler (izoflavonlar ve kümestanlar), flavanoidler (flavonlar, flavanonlar ve kalkonlar), lignanlar ve stilbenler olmak üzere dört ana gruba ayrılmaktadır. Bu gruplar arasında etkileri en çok çalışılan grup izoflavonlardır. Daidzein (7,4’–dihidroksi izoflavon) ve genistein (5,7,4’-trihidroksi izoflavon) izoflavon grubu içerisinde aglikon yapılı fitoöstrojenlerdir. Fitoöstrojenlerin, antiinflamatuar, analjezik, antioksidan vb. farmakolojik etkilere sahip olduğu bilinmektedir. Bu çalışma kapsamında genisteinin santral analjezik etkisi sıcak plaka (hot plate) ve kuyruk daldırma (tail-immersion) deneyleri kullanılarak değerlendirilmiştir. Çalışmada 30-35 gram ağırlığında, erkek ve dişi Swiss Albino fareler kullanılmıştır. Kontrol grubunun yanı sıra 50, 100 ve 200mg/kg (ip) genistein uygulanan gruplar oluşturulmuştur (n=6-8). Pozitif kontrol olarak morfin kullanılmıştır. Deney hayvanlarının testlere verdiği cevaplar madde uygulaması öncesinde ve uygulandıktan 45 dk. sonrasında alınarak sonuçlar değerlendirilmiştir. Genistein hem sıcak plaka hem de kuyruk batırma testinde 100 ve 200 mg/kg dozlarda anlamlı etki göstermiştir. Genisteinin analjezik etki mekanizmalarının aydınlatılması için yeni deneysel çalışmaların yapılması gerekmektedir. Böylece genisteinin analjezik etkinliğinin daha iyi aydınlatılacağı beklenmektedir. Bu çalışmaların yeni ilaç geliştirilmesi için yardımcı olacağını düşünmekteyiz.

49

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P4

Depresyon tedavisinde değişen hedefler

Mustafa Burak Saltanlar1, Demet Sinem Güden2, Seyhan Şahan-Fırat2

1Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, 33169, Mersin. Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 33169, Mersin.

([email protected])

Major depresyon; duygudurumun bozulması, özgüven eksikliği ve normalde zevk alınan etkinliklere karşı ilginin azalması ile karakterize çok faktörlü kronik bir hastalıktır. Depresyon tedavisinde bugüne kadar kullanılan geleneksel ilaçların çoğu serotonin ve/veya noradrenalin üzerinden etki göstermektedir. Yeterli dozda, sürede ve uygun antidepresan tedavisine rağmen hastaların 1/3’ünün tedaviye yanıt vermediği gözlenmektedir. Tedaviye başladıktan sonra etkinin birkaç hafta sonra başlaması, antidepresanlara karşı gelişen tolerans ve yan etkilerinin fazla olması geleneksel antidepresanlarla tedavide karşılaşılan problemler arasında gösterilmektedir. Güçlendirilmiş kombine tedaviler tolerans gelişmiş hastalarda çözüm alternatifi olabilmekte ancak yan etkiler daha da tehlikeli bir hal alabilmektedir. Tüm bu durumlar depresyon tedavisinde hedeflerin değişerek bilim insanlarını farklı çözümler aramaya yöneltmiştir. Yeni çalışmalar depresyon tedavisinde yeni hedefleri incelemenin yanısıra gelecek için umut vadetmektedir. Bu nedenle bu çalışmamızda, depresyon tedavisinde yeni hedeflerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Yapılan son araştırmalar özellikle glutamaterjik sistemin ve mikroRNA’ların majör depresyonda önemli rol oynadığını göstermiştir. Ketamin, glutamat ile taşınan sinirsel iletiyi tanıyan N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptörlerini bloke ederek etki gösteren anestezi için kullanılan bir ilaç olmasına karşın, yakın zamanda yapılan çalışmalarda, ketaminin etki mekanizması araştırılmaya devam edilmektedir. Bu araştırmalar arasında, mammalian target of rapamycin (mTOR) yolunu hızla etkinleştiren ketaminin, tek doz olarak kullanıldığında uzun süre antidepresan etki sağladığı deneysel çalışmalarda gösterilmiştir. Ayrıca 22 nükleotit uzunluğunda olup protein sentezini çeşitli aşamalarda inhibe ederek etki gösteren mikroRNA’lar bir çok hastalık için araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Periferik kan ve post-mortem beyin çalışmaları mikroRNA’ların depresyondaki önemini göstermiştir.

50

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P5

Genotoksisite testleri

Zuhal Uçkun1, Engin Türkmendağ1

1Mersin Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, 33169, Mersin

([email protected])

Genotoksisite testleri, çeşitli mekanizmalarla doğrudan veya dolaylı olarak genetik hasara neden olan bileşikleri tespit amacıyla tasarlanmış in vitro ve in vivo testleri olarak tanımlanmaktadır. Genetik hasarlar, gen mutasyonları şeklinde DNA hasarları, daha büyük ölçekli kromozom hasarları, rekombinasyon ve sayısal kromozom değişiklikleri şeklinde olabilmektedir. Bu tür genetik hasarlar başta kanser olmak üzere, yaşlanma, doğum defektleri, infertilite ve bazı kalıtsal hastalıklara neden olduklarından dolayı önem taşırlar. Endüstrinin ve teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte insanlar, günlük yaşamlarında veya çalışma ortamlarında çok sayıda kimyasal maddeye maruz kalmaktadır. Bu kimyasal maddelerin insan genomunda olumsuz etkileri olup olmadığının tespit edilmesi son derece önemlidir. Genotoksisite testlerinde pozitif olan bileşikler, karsinojen ve/veya mutajen (kanseri ve/veya kalıtsal defektleri indükleyen) olma potansiyeline sahiptirler. Kimyasal maddelerin genotoksik ve kanserojenik potansiyellerinin ve güvenilirliliklerinin araştırılmasını, kanser riskinin tahmin edilmesi ve kanserin izlenmesini sağlaması amacıyla bu tür testlerinin önemi her geçen gün artmaktadır. Bu çalışmanın amacı, günümüzde yaygın olarak kullanılan genotoksisite testlerini tanıtmak, uygulamaları hakkında bilgi vermek, önemlerini belirtmektir. *Bu çalışma Ecz. Engin Türkmendağ’ın Mersin Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 08.09.2015 tarih ve 2015/65 sayılı yönetim kurulu kararı ile kabul edilmiş Mezuniyet Araştırma Tez Projesidir.

51

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P6

Elymus elongatiformis (Drobow) Assadi bitkisinin antimikrobiyal aktivite ve sitotoksik özelliklerinin belirlenmesi

Sevim Küçük1, Pervin Soyer2, Yağmur Tunalı2

1Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Botanik Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir 2Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir

([email protected])

Poaceae familyası içinde yeralan Elymus L. (Buğday otu) cinsi, Türkiye’de 56 tür ile temsil edilmektedir. Halk arasında damar sertliğine karşı, böbrek ve mesane taşlarını düşürücü, idrar söktürücü, mide-bağırsak iltihabı ve öksürük giderici etkileriyle bilinen Elymus elongatiformis (Drobow) Assadi, Anadolu’da “tarla ayrığı veya ayrık otu’’ isimleriyle de bilinmektedir. Çalışmamızda farklı tıbbi etkilere sahip ayrık otunun kök ve herba kısımlarına ait ekstrelerin bazı bakteri ve fungus kültürleriyle antimikrobiyal özellikleri CLSI (Klinik Laboratuvar Standartları Enstitüsü) standartlarına göre araştırılmıştır. Çalışmamızda, ayrık otunun antimikrobiyal etkinliği; MİK (minimum inhibitör konsantrasyon) ve MBC (minimum biyosidal konsantrasyon) değerlerinin belirlenmesiyle tespit edilmiştir. Antibakteriyel testlerde; Escherichia coli ATCC 25922, Escherichia coli ATCC 35218 ve Staphylococcus aureus ATCC 29213; antifungal testlerde Candida albicans ATCC 90028, Candida krusei ATCC 6258 ve Candida glabrata ATCC 90030 suşları kullanılmıştır. Yine bitkisel ekstrelerin sitotoksik etki araştırılması, model organizma olan Artemia salina larvaları üzerinde Brine Shrimp Letalite Testi kullanılarak, LC50 değerleri ile saptanmıştır.

52

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P7

Kinolin halkası taşıyan yeni tiyazolil-hidrazon türevlerinin antikandidal etkilerinin değerlendirilmesi

Ali Ergüç1, Belgin Sever2, Gökalp İşcan3, Özlem Atlı4, Gozde Gormus4, Mehlika Dilek Altıntop2

1 Ege Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, 35100 İzmir 2 Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı, 26470 Eskişehir 3 Anadolu Üniversitesi,

Eczacılık Fakültesi, Farmakognozi Anabilim Dalı, 26470 Eskişehir 4 Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, 26470 Eskişehir

([email protected])

Bu çalışmada, kinolin halkası taşıyan yeni tiyazolil hidrazon türevleri (1-10) sentezlenmiştir. Elde edilen bileşiklerin antikandidal etkileri disk difüzyon yöntemi ile değerlendirilmiştir. Bununla birlikte, bileşiklerin NIH/3T3 fare embriyonik fibroblast (sağlıklı) hücre dizileri üzerinde sitotoksik etkilerini değerlendirmek için MTT deneyi yapılmıştır. 4-(4-Florofenil)-2-(2-((kinolin-4-il)metilen)hidrazinil)tiyazol (4) bileşiğinin 1 mg/mL konsantrasyonda Candida albicans (ATCC 90028) ve Candida krusei (ATCC 6258) suşlarına karşı etki gösterdiği gözlemlenmiştir. Diğer maddelerin hiç biri test edilen dozlarda antikandidal etkinlik göstermemiştir. Amfoterisin-B test edilen Candida türlerine karşı 3 farklı dozda 15-20 mm zon çapları oluştururken, ketokonazol ise 25-40 mm arasında inhibisyon zonları oluşturmuştur. Aynı dozlarda uygulanan 4 no’lu bileşik ise uygulanan en yüksek dozunda C. albicans ve C. krusei’ye (Şekil 1) karşı sırasıyla 12 ve 13 mm’lik inhibisyon zonları oluşturmuştur. Antikandidal etkinliği nedeniyle, 4 no’lu bileşiğin genotoksisitesinin belirlenmesinde Ames MPF genotoksisite testi uygulanmıştır. Yapılan MTT ve Ames MPF testlerinde, 4 no’lu bileşiğin sitotoksik ve genotoksik etki göstermediği saptanmıştır. Sonuç olarak, 4 no’lu bileşiğin antikandidal etkisinin selektif olduğu bulunmuştur (Şekil 1).

N

NNH

N

S

F

C. albicans (ATCC 90028)

C. krusei (ATCC 6258)

Bileşik 4

Şekil 1. Bileşik 4 (12 mm; 13 mm) ve ketokonazolün (39 mm; 25 mm) sırasıyla C. albicans (ATCC 90028) ve C. krusei (ATCC 6258) üzerinde oluşturduğu inhibisyon zonları (mm) ve bileşik 4'ün Ames MPF test sonuçları

53

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P8

PON1 aktivatörü tiyadiazol türevlerinin moleküler docking çalışmaları

Belgin Sever1, Mehlika Dilek Altıntop1

1Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Kimya Anabilim Dalı, 26470 Eskişehir

([email protected])

Serum Paraoksonaz 1 (PON1), HDL ve LDL’yi lipit peroksidasyonundan koruyan antioksidan ve antienflamatuvar etkiye sahip bir enzimdir. LDL'nin kandaki seviyesi ateroskleroz ve dolayısıyla koroner arter hastalığı, inme ve periferal damar hastalıkları ile ilişkili olduğu için PON1 aktivatörü bileşiklerin tasarımı büyük önem kazanmıştır [1]. Bu çalışmada, 2-[[5-(2,4-difloro/diklorofenilamino)-1,3,4-tiyadiazol-2-il]tiyo]asetofenon türevlerinin [2] etkinlikleri insan serumundan amonyum sülfat çöktürmesi ve iyon değişim kromatografisi yöntemleri kullanılarak saflaştırılan PON1 enzim aktivitesi üzerine in vitro ortamda değerlendirilmiştir. PON1 aktivatörü olarak etkin bulunan 2-[[5-(2,4-diklorofenilamino)-1,3,4-tiyadiazol-2-il]tiyo]asetofenon (10), 2-[[5-(2,4-diklorofenilamino)-1,3,4-tiyadiazol-2-il]tiyo]-4'-kloroasetofenon (13) ve 2-[[5-(2,4-diklorofenilamino)-1,3,4-tiyadiazol-2-il]tiyo]-4'-metoksiasetofenon (17) bileşikleri için PON1 enziminin aktif bölgesinde (PDB kod: 1V04) moleküler docking çalışmaları gerçekleştirilmiştir [3]. Docking çalışmaları sonucunda bileşiklerin enzimin aktif bölgesine yüksek affinite sağladıkları ve bu bölgede özellikle His134 ve Lys192 aminoasitleriyle π-π bağ etkileşimleri gösterdikleri belirlenmiştir (Şekil 1).

Şekil 1. Bileşikler 10, 13 ve 17’nin PON1 enziminin aktif bölgesindeki docking pozisyonları ve gösterdikleri etkileşimler (π-π bağ etkileşimleri yeşil çizgilerle gösterilmiştir).

1. Canales A., Sanchez-Muniz F.J. Paraoxanase, something more than an enzyme? Med. Clin. (Barc). 2003, 121, 537-48. 2. Altıntop M.D., Özdemir A., Kücükoğlu K., Turan-Zitouni G., Nadaroğlu H., Kaplancıklı Z.A., Synthesis and evaluation of new thiadiazole derivatives as potential inhibitors of human carbonic anhydrase isozymes (hCA-I and hCA-II). J. Enzyme Inhib. Med. Chem. 2015, 30, 32-37. 3. Harel M., Aharoni A., Gaidukov L., Brumshtein B., Khersonsky O., Meged R., Dvir H., Ravelli R.B., McCarthy A., Toker L., Silman I., Sussman J.L., Tawfik D.S. Structure and evolution of the serum paraoxonase family of detoxifying and anti-atherosclerotic enzymes. Nat. Struct. Mol. Biol. 2004, 11, 412-419.

54

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P9

Lurasidon’un tabletlerde tayini için basit ve hızlı bir HPLC yöntemi geliştirilmesi ve validasyonu

Sakine Atila Karaca, Duygu Yeniceli Uğur

Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Anabilim Dalı, 26470, Eskişehir

([email protected])

Lurasidon yetişkin hastalarda şizofreni tedavisinde kullanılan ikinci nesil bir antipsikotik ilaçtır.1 Bu çalışmada lurasidon’un tabletlerinde tayini için yeni, hızlı ve basit bir HPLC yöntemi geliştirilmiştir. Geliştirilen yöntem ilgili ICH kılavuzuna2 uygun olarak doğrusallık, saptama ve tayin sınırı, kesinlik, doğruluk ve sağlamlık açısından valide edilmiştir.

Analizler için Agilent 1290 Infinity Binary sıvı kromatografisi sistemi kullanılmıştır. Ayrım Zorbax XDB C8 (4.6 x 50 mm, 3.5 µm parçacık boyutu) kolon üzerinde, hareketli faz olarak fosfat tamponu (pH:3, 20 mM): asetonitril: metanol (55:10:35, v/v/v) karışımı kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Akış hızı 1.2 mL/dk ve kolon sıcaklığı 40°C olarak ayarlanmış, lurasidon 230 nm dalga boyunda diyot dizisi dedektör ile saptanmıştır. Çalışmalar sırasında iç standart olarak klorpromazin kullanılmıştır.

Klorpromazin ve lurasidonun alıkonma süreleri sırasıyla 4.73 ve 6.89 dakika, yöntemin toplam analiz süresi ise 10 dakikadır. Yöntem lurasidon için 0.5-50 µg/mL derişim aralığında doğrusal bulunmuştur. Kalibrasyon doğrusu y=0.0854x -0.0283 (R2=0.9998) şeklindedir. Saptama ve tayin sınırı değerleri sırasıyla 0.1295 µg/mL ve 0.4317 µg/mL olarak hesaplanmıştır. Gün içi ve günler arası bağıl standart sapmalar % 2’den küçüktür ve ortalama geri kazanım % 100.32 olarak bulunmuştur. Diğer tüm validasyon parametreleri kabul edilebilir sınırlar içerisindedir. Geliştirilen yöntem lurasidon’un tabletlerinden tayini için başarıyla uygulanmıştır.

1. Citrome, L., Lurasidone for schizophrenia: a review of the efficacy and safety profile for this newly approved second-generation antipsychotic. Int J Clin Pract, 2011. 65 (2), 189–210 2. ICH, Harmonized Tripartite Guideline, Validation of Analytical Procedures: Text and Methodology (2005), Geneva.

55

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

P10

P maddesi’nin sıçan beyin sapı dokusunda sıvı kromatografisi-elektrosprey iyonizasyon-tandem kütle spektrometresi ile belirlenmesi

Neva Alasağ1, Erol Şener2, Dilek Doğrukol-Ak2

1Anadolu Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Analitik Kimya Bölümü, 2Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Analitik Kimya Bölümü, 26470, Eskişehir- Türkiye

([email protected])

P maddesi (SP) taşikininler ailesinde yer alan, sinir bilimleri alanında önemli nöropeptitlerden biridir. 11 aminoasit içeren kısa zincirli bir polipeptitden oluşmaktadır. SP yaygın bir şekilde merkezi ve periferik sinir sistemine dağılmıştır. Merkezi sinir sisteminde, çeşitli davranışsal yanıtlara katılarak nöronal faaliyetleri ve dejenerasyonu düzenler. Ayrıca kardiyovasküler ve solunum fonksiyonunun düzenlenmesinde görev alır. SP beyin ve omurilikte bulunan enflamatuar prosesler ve ağrı ile ilişkili belirli duyu sinirlerinin uçlarından salınır. Peptidlerin ayrılması ve karmaşık biyolojik numunelerdeki miktar tayini en zorlayıcı analitik konulardan olmuştur. Genellikle ayırmalarda kullanılan yöntemler, sodyum dodesil sülfat-poliakrilamid jel elektroforez, boyut eleme kromatografisi, radyoimünoanaliz, kapiler elektroforez ve yüksek performanslı sıvı kromatografisidir. Sıvı Kromatografisi-Tandem Kütle Spektrometrisi (SK-KS) temeline dayalı teknikler, peptidlerin biyolojik numunelerdeki kalitatif ve kantitatif analizleri için duyarlı ve güvenilir bir yöntem olup, kompleks karışımlarda peptidlerin düşük derişim düzeylerinin belirlenmesinde önemli katkılar sağlamaktadır. Bu çalışmada SP’nin sıçan beyin sapı dokusunda SK-KS yöntemiyle analizi gerçekleştirilmiştir. C8 kolon (150x2.1 mm, 3.5 µm) ve %0.2 formik asit içeren su-asetonitril gradiyent hareketli faz sisteminde ayrılan SP için kütle spektrometri optimizasyon parametreleri belirlenmiş, ardından yöntemin validasyonu gösterilmiştir. SP için pozitif iyonlaştırmada elde edilen kütle spektrumu ve m/z 674.3→[600+254.4] iyon geçişleri kullanılmıştır. Yöntem 5.85-438.52 ng/mL SP derişim aralığında doğrusaldır ve tayin alt sınırı 5.85 ng/mL olarak bulunmuştur. Yöntemin doğruluğu %98’den büyük geri kazanım ile, tekrar edilebilirliği ise gün içi ve günler arası %15’den küçük bağıl standart sapma ile gösterilmiştir. Bu yöntem beyin sapı dokularında SP düzeyinin belirlenmesi için uygulanmıştır. Doku hazırlama basamağı; homojenizasyon, su banyosunda ısıtma, santrifüj ve filtrasyon işlemlerinden oluşmaktadır. Yöntemin sıçan beyin sapı dokusundaki doğruluğu %98’den büyük geri kazanım ile, kesinliği ise %7’den küçük bağıl standart sapma ile gösterilmiştir. Doku numunelerinin (n=6) analizine göre, sıçan beyin sapı dokusundaki bazal endojen derişim 415.10±124.80 ng/g olarak hesaplanmıştır.

56

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Akbuğa Julide D1

Akdağ Çaylı Yağmur S19

Alasağ Neva P10

Alp Mehmet S5

Altıntop Mehlika Dilek P8, P7

Alyu Tekeş Feyza P2

Andıç Mine S14

Arslan Miray S24, S25

Arslan Rana P3

Atilla Karaca Sakine P9

Atlı Özlem S14, P7

Bacanlı Merve S15

Banoğlu Erden D2

Başaran A. Ahmet S15

Başaran Nurşen S15

Başkak Bora S18

Baysal Merve S14

Bedir Erdal D7

Bektaş Türkmen Nurcan P3

Cabooter Deirdre S6

Can Özgür Devrim S8, S9

Capan Yılmaz S2

Çalış Sema D9

Çalışkan Burcu D2

Çetin Özge S16

Çetintaş Esra S13

Çoşkun Yılmaz Banu S17

Dal Arın Gül S7

Değer Fatma P1

Demir Özkay Ümide S8, S9

Demirbügen Merve S18

Demirtaş Ayşegül D4

Devrimci Özgüven Halise S18

Dilsiz Aytemir Mutlu S4

Doğrukol Ak Dilek P10

Ebadi Borna Sahand S20

Emerce Esra S16

Ergüç Ali P7

Garscha Ulrike D2

Gerstmeier Jena D2

Görmüş Gözde P7

Güden Demet Sinem P4

Gülsün Tuğba S20

Gün Özge S1

Gür Zehra Tuğçe D2

Güzel Sevda S17

Yazar Listesi

57

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Has Merve S11

Hasçiçek Canan S1

Hendrickx Stijin S6

Ilgın Sinem S14

İnal Murat S21

İşcan Gökalp P7

Karaburun Ahmet Çağrı S27

Karaoğlan Esen Sezen S10

Kaya Gökçe S10

Kaynak Mustafa Sinan S2

Kılıç Gözde S14

Kılıç Merve S15

Kılıç Volkan S14

Kızıl Özel Tuğba S18

Kibar Kezban S17

Köseoğlu Meryem Şengül S10

Kul Dilek S22

Küçük Sevim S11,S12,S13,P6

Küçükoğlu Mine S11

Mülazımoğlu Gökçe S21

Nemutlu Emirhan D3

Olğaç Abdurrahman D2

Olğar Yusuf P2

Öner Levent S19

Özhan Gül D8

Özkay Yusuf S9

Öztürk Mehmet S11

Öztürk Muhammet S10

Özturk Naile S2

Öztürk Yusuf S8, S9, P2

Sahin Adem S2

Saltanlar Mustafa Burak P4

Sener Erol S6, P10

Sever Belgin P7, P8

Soyer Pervin P6

Sözen Şahne Bilge S26

Süzen Sinan S18

Şahan Fırat Seyhan P1, P4

Şahin Selma S19, S20

Şar Sevgi S25

Şenel Behiye S3

Tan Yılmaz Işıl S6

Tarhan Nilay S25

Temiz Reşitoğlu Meryem P1

Tonbul Hayrettin S2

Tunalı Yağmur P6

Turan Belma D6, P2

Tuyan Ceren Sinem S12

Türkmendağ Engin P5

Uçarcan Şeyda S14

58

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Uçkun Zuhal S17, P5

Ulupınar Emel D5, S8

Üçel Umut İrfan S8

Vural Imran S2

Werz Oliver D2

Yeğenoğlu Selen S23

Yeniceli Uğur Duygu S6, P9

59

1-2 Haziran 2017, Eskişehir

Sponsorlar

60