Upload
others
View
25
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
İÇİN
DEK
İLER
• İslam Ahlakının Birinci Kaynağı Olarak Kur'an
• Kur'an'da islam Ahlak Esasları
HED
EFLE
R • Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Kur'an'ın muhtevası hakkında genel bilgiler edinecek
• Kur'an'daki ahlak esaslarını kavrayabilecek
• Kur'an ahlak esaslarının önemini ve gerekliliğini anlayabilecek
• Kur'an ahlak esaslarıyla hayat arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz.
ÜNİTE
1
KUR’AN VE KUR’AN’DA İSLAM
AHLAK ESASLARI
İSLAM AHLAK ESASLARI
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
İnsanlığın elindeki tek
orijinal kitap: Kur'an-ı
Kerim
GİRİŞ
Dünyada kendi duygu, düşünce ve davranışlarıyla ilgili iyi ve kötü şeklinde
değer hükümleri veren yegâne varlık insandır. İnsanın iyiliğe olduğu gibi kötülüğe
de meyli vardır. Ancak İslam dini insandan, kötülüğe değil, iyiliğe meyletmesini
istemektedir. Bunun için ona, hep iyi olmasını tavsiye etmekte, ahlaki hayat adına
yararlı olanları geliştirmenin, zararlı olanları da ıslah etmenin yollarını
göstermektedir. Bu hedefi gerçekleştirirken İslam, öncelikle insanın Allah’a karşı
ahlaki davranışlarının içeriğini, asıl olanın doğru bir inanç ve temiz bir yaşayışla
Allah’ın rızasına ulaşmak olduğunu belirtmektedir. Arkasından da Allah’ın
yarattıklarını sevip onlara karşı şefkatli hareket etmenin gereği üzerinde durarak
insanın, toplumun diğer fertleriyle olan ilişkilerindeki ahlaki tutum ve davranışların
niteliklerini beyan etmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki, İslam dinamik bir
ahlak yapısına sahiptir. İslam ahlakının bu dinamik yapısı onun, sadece bir kitle
veya seçkinler ahlakı olmadığı; aksine maddi, zihnî ve pisikolojik bakımlardan her
seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, ayrıca insana içinde
bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı veren kapsamlı ve
uyumlu bir ahlak olduğunu ortaya koymaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlaki yapının en
önemli temel taşı da hiç kuşkusuz Kur’an'dır. Çünkü Kur’an her konuda olduğu gibi
İslam ahlakının da birinci kaynağıdır.
İSLAM AHLAKININ BİRİNCİ KAYNAĞI OLARAK KUR'AN
Kur’an'ın Tanımı ve İçeriği
Kur’an, Hz. Peygamber’e(s.a.s) vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, metni
tevatüren nakledilip okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.
Vahiy zincirinin son halkasını oluşturan Kur’an, belli bir zamana ve belli bir
topluluğa ait olmayıp bütün insanlığı kucaklayıcı niteliktedir. Kur’an bir taraftan
muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken, diğer taraftan da o
toplumdan sonsuzluk âlemine uzanan hayat çizgisini, fert ve cemiyetin muhtaç
olduğu evrensel boyuta taşımıştır. Dolayısıyla o, önceki vahiy muhtevalarının bir
uzantısı olarak hem hâli düzenlemek hem de fert olarak insanı, ruh ve beden
ayrımına tabi tutmaksızın bir bütün olarak ele almak suretiyle istikbale yön vermek
için indirilmiştir. Bu yüzden o, ilk önce Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet ve ahiret
gibi temel itikadi konular üzerinde durarak Mekke'de bir alt yapı oluşturmuş;
Medine döneminde ise ibadetlere ve toplumsal pratiklere (hukuk-ahlak) geniş bir
yer vererek insanın hem Allah ile hem de insanla olan ilişkilerini düzenlemiştir.
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
İnsan, ahlaki
sorumluluk taşıyan bir
varlıktır.
İşte bu genel görünümüyle Kur’an içerik bakımından, amaç ve araç konular
olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Amaç konular itikadi, ahlaki ve amelî olarak üç
kısma ayrılabilir.
İtikadi konuları oluşturan ayetler, imanın temel ilkeleri, bunların insan ve
topluma sağladığı faydalar, inançsız kişilerin âkıbetleri gibi hususlardan söz ederler.
Ahlaki hükümleri içeren ayetlere gelince, bunlar da insanın ve toplumların
sahip olmaları gereken iyilikler ve güzelliklerle, sakınmaları gereken kötülükleri ve
çirkinlikleri ele almaktadırlar.
Amelî konuları inceleyen ayetler ise, kişinin namaz, oruç gibi yaratanına karşı
vazifeleriyle (ibâdât), kişinin başka kişilerle ve toplumla olan ilişkilerini (muâmelât)
düzenlerler. Bu gruba giren ayetlerde, bütün hukuk dallarına ait ilişkilere temas
edilmiş; özellikle aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, ceza hukuku, yargı-
lama hukuku, devletler hukuku ve mali hukuk ilişkileri üzerinde durulmuştur.
Ayrıca iktisadi hayatın düzenlenmesiyle ilgili önemli ilkelere de yer verilmiştir.
Araç konuları da yaratılış ve varlıklar, peygamberlere ve geçmiş topluluklara
ait haberler, Allah’ın varlığını ve birliğini düşünmeye ve kavramaya sevk eden
kevni/kozmolojik ayetler, Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfir ve münafıkların iç
yüzlerini anlatan ayetler şeklinde dört ana grupta ele almak mümkündür.
Görüldüğü gibi çok zengin bir muhtevaya sahip olan Kur’an, içerdiği konular
itibariyle insanları tek olan Allah’a inanmaya, O’na hiçbir şekilde ortak koşmamaya
çağırmaktadır. Ayrıca Kur’an, indiği dönemin gerek bireysel ve gerekse toplumsal
olaylarla ilgili olarak ortaya çıkan problemlerini hallederken, daha sonraları bu tür
olayların çözümüne de ışık tutmaktadır. Bütün bunların yanında Kur’an, hidayet ve
dalalet ilişkisi üzerinde sıkça durarak insanları hidayete erdirmeyi hedeflemektedir.
Kur’an'ın Ahlaka Bakışı
Kur’an-ı Kerim ahlaki fiillerin kaynağının fıtrat olduğunu söyleyerek ve bu
nedenle insanın yaratıldığı fıtratı öz olarak kabul ederek, dinî ve ahlaki öğretilerin
bu öze yönelmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kur’an, insan fıtratını tasvir ederken
insanın, yaratılanlar içinde en güzel bir tabiatta yaratıldığını bildirmektedir:
Görüldüğü gibi söz konusu ayet de insan karakterinin, diğer varlıklar
arasındaki üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Bu konumundan dolayıdır ki, Yüce
Allah emaneti (sorumluluğu) yüklenmek ve onu taşıyıp hayata geçirmek üzere
"Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tîn/95:4)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Kur'an ahlakı
evrenseldir.
En temel bir erdem:
Dürüstlük.
(Ahzâb/33:72) insanı yaratmıştır. İnsanın üstlendiği söz konusu emanetin başında
da ahlaki esaslara uygun davranma sorumluluğu gelmektedir.
Kur’an'ın konuyla ilgili sunmuş olduğu ahlaki esasların temel özelliklerini
şöyle sıralamak mümkündür:
"Kur’an'a göre insan, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır."
"Ahlaki sorumluluklar bazı yaptırımlarla takviye edilmiştir. Bunlar ahlaki, kanuni
ve ilahî yaptırımlardır."
"Kur’an’da hayır ahlakı işlenmektedir. Yani Kur’an her zaman hikmeti, rahmeti
ve genel faydayı gözetmiştir."
"Kur’an, ahlakta mecburilik ve mutlaklığı birleştiren bir vazife ahlakı
sunmaktadır."
KUR’AN'DA İSLAM AHLAK ESASLARI
Kur’an içeriği itibariyle bireysel, toplumsal, iş, ticaret, yönetim, din ve
manevi konularla ilgili ahlaki esaslara yer vermektedir. Çünkü bunlar dinamik bir
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Kur’an'ın sözünü ettiğimiz bu esaslara yer
vermesi onun, hem birey hem de toplum açısından üstün bir ahlaki yapı
oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Bu da hiç kuşkusuz Kur’an'ın en temel
amacıdır. Onun söz konusu amacını gerçekleştirmek için ahlaka bu kadar geniş bir
alan ayırması tabii karşılanmalıdır. Zira o, her şeyden önce insan hayatına yön
veren ilahî bir kitaptır.
Bireysel Ahlak Esasları
Doğruluk-Dürüstlük
Doğruluk ve dürüstlük Kur’an'ın en temel ahlaki erdemlerinden biridir.
Çünkü söz konusu erdem, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru,
dürüst ve iyilikten yana hareket etmesi demektir.
Doğruluk ve dürüstlük birey açısından ne kadar önemli ise toplum açısından
da o kadar önemlidir. Zira toplumları meydana getiren fertlerdir. Tabiatıyla
toplumların sağlıklı olabilmeleri fertlerin bu temel niteliğe sahip olmalarıyla
mümkündür. Aksi hâlde yalanlarıyla birbirlerini aldatan, niyet ve davranışları farklı,
Kur’an’ın ifadesiyle münafık yani çifte standartlı bireylerden oluşan bir toplum
ortaya çıkmış olacaktır. Bunun içindir ki, Kur’an bu konuya oldukça geniş bir yer
vererek meseleyi özlü bir şekilde şöyle formüle etmiştir:
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Doğruluk ve dürüstlük insan hayatının her safhasında yer alması gereken bir
niteliktir. Kişinin, ilişki içerisinde bulunduğu fert ve çevrelere karşı her türlü
davranışlarından, ticari ve siyasi aktivitelerinden tutunuz kamu görevlerine kadar
hayatın bütün alanları bu erdemle donatılmalıdır. Hem birey hem kamu açısından
çok önemli bir değer olması sebebiyledir ki, İslam ahlak literatüründe doğruluk ve
dürüstlük hep ön sıralarda yer almıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, İslam’ın
benimsediği doğruluk, sadece görüntüde değil, niyette, irâdede, karar vermede,
sözünde durmada, amelde, kısacası dinî ve manevi sahaların tamamında yer al-
malıdır. Aksi hâlde, tam bir doğruluk ve dürüstlükten söz etmek mümkün olmaz.
Alçak Gönüllülük
İnsanlara karşı mütevazı ve yumuşak davranmak kibir ve böbürlenmekten
kaçınmak anlamına gelen alçak gönüllülük, esasen insanın kendini zelil ve hakir
görmesi değil, başkalarına değer vermesi demektir. Bunun içindir ki, Kur’an'ın bir
ayetinde iyi kulların üstün niteliklerinden bahsedilirken en başta alçak gönüllülük
(tevazu) erdemine işaret edilmiştir. Çünkü alçak gönüllülük insanlar arasında
haksızlık yapılmasını, insanların birbirlerine karşı böbürlenmelerini önleyen en
temel ahlaki ilkelerden biridir. İlgili ayet şöyledir:
Görüldüğü gibi bu ayette, Yüce Allah, cahiliye zihniyetinin sergilediği kendini
beğenmişlik, küstahlık ve saldırganlık gibi kaba ve hoyrat ahlaki tutumlarına
karşılık, Müslümanların tevazu içerisinde hareket ettiklerini ifade etmektedir.
Demek ki, Müslümana yakışan din, dil, ırk, soy ve sop ayrımı yapmadan bütün
insanlara karşı alçak gönüllü davranmak; hatta kendisine karşı kötülük yapılsa bile
bu özelliğini hiçbir zaman kaybetmemektir.
Nankörlük Etmemek
Nankörlük, bir insanın gördüğü iyiliğin kadrini bilmemesi, kendisine yapılan
iyiliği veya eline geçen nimeti inkâr etmesi yahut nimeti verene karşı şükretmemesi
gibi manalara gelmektedir. Buna göre nankörlük insanların birbirlerine ya da
Allah'a karşı sergiledikleri olumsuz bir davranış demektir.
Kur’an’a göre insan çok nankör bir varlıktır.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol...”(Hûd/11:112)
"Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında "Selam!" derler" (çekip giderler).” (Furkân/25: 63)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Bunun için Kur’an, bu kötü sıfattan kurtulması için insandan, Allah’a, O’nun
nimetlerine şükretmesini ve nankörlükten uzak durmasını istemektedir.
O hâlde, Kur’an’ın kınamasına hedef olmamak için nankörlüğü bırakıp Allah’a
çokça şükretmek gerekmektedir. Esasen insan şükrü terk edip nankörlük etmekle,
kendisine zarar vermiş olmaktadır. Bundan dolayı insanın nankörlükten uzak
durması akıllıca bir iş olsa gerektir. Nitekim bu husus ayetlerde açık bir şekilde
şöyle beyan edilmiştir:
Hasetten Arınmak
Haset insanın bir başkasını, sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden dolayı
kıskanıp, söz konusu nimetlerin ondan gitmesini istemesidir. Bu yönüyle haset
gıpta etmekten farklıdır. Çünkü gıpta etmek bir insanın, başkasında olan bir
nimetin kendisinde de bulunmasını temenni etmesidir. Hâlbuki haset, kişinin
madem bu nimet bende mevcut değil, o hâlde başkasında da olmasın, diye
düşünerek nimet sahibini kıskanmasıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’da haset eden
kişiden Allah'a sığınmak gerektiğine işaret edilmiştir:
Haset insan tabiatındaki bencillik eğiliminden kaynaklandığı için hem sahibini
bir tür psikolojik bunalıma sokmakta, hem de haset edilene zarar vermektedir.
Çünkü haset düşüncede kaldığı müddetçe zararsız olsa da bu boyutun ötesine geçtiği
“Ve kıskandığı zaman kıskanç kişinin şerrinden (sabahın Rabbine sığınırım).”
(Felak/113:5)
“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.”
(Âdiyât/100:6)
“...Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.”
(Bakara/2:152)
“... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o da
bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, (O) çok kerem sahibidir.”
(Neml/27:40)
“...Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük
ederseniz, azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim/14:7)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Adalet, bir şeyi yerli
yerine koymaktır.
zaman haset edilen kişiye “göz değmesi/nazar” şeklinde isabet etmektedir. Nitekim
büyük Türk müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır'a göre haset esnasında kişinin nefsi
öylesine kötü bir pozisyon almaktadır ki, onun his ile fırlattığı kötü bakışların
kıvılcımları, kıskanılan kişinin zayıf bir anına denk geldiğinde, onu yıldırım gibi
çarpmaktadır. (Bkz. Yazır, (Tsz): IX, 6403)
O hâlde hem kendi ruh sağlığı hem de başkalarına vereceği zarar açısından
insanın bu kötü sıfattan kendisini arındırması kaçınılmaz derecede önemlidir. Her
ne kadar fıtri bir özellik olsa da nefisle mücâdele sonucunda ondan kurtulmak her
zaman mümkündür.
Toplumsal Ahlak Esasları
Adil Olmak
Adalet bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik
ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan, hiçbir zaman başkalarının gelişigüzel istek ve
telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk demektir. Bunun için adalet
yalnız ahlakın değil, hukukun da en temel kavramıdır. Çünkü “adalet bir şeyi yerli
yerine koymak”demektir. Bu sebepledir ki, adalet olmadığı zaman onun yerine
geçen davranış biçimi zulüm olarak adlandırılır. Bu da bir şeyi ait olduğu yere
koymamak yani haklıya hakkını vermemek veya bir kimsenin hakkını ihlal etmek
anlamına gelir. Kur’an bu anlamdaki zulmün her çeşidini şiddetle reddeder. Çünkü
ona göre asıl olan adalettir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir:
Görüldüğü gibi Kur’an insandan, bütün işlerinde adaletli olmasını
istemektedir. Zira sağlıklı toplumların oluşmasında ve ayakta kalmasında adalet
önemli bir faktördür. Bunun içindir ki Kur’an adaleti, toplumların bekası için en
temel şart olarak görmektedir.
“... Söz söylediğiniz zaman yakınlarınız dahi olsa adaletli olun...” (En'âm
6/152)
“Muhakkak Allah adaleti ve iyiliği emreder...” (Nahl/16:90)
“De ki: Rabbim bana adaleti emretti...”(A'râf/7:29)
“...İnsanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmedin...”(Nisâ/4:58)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak
Bu ahlaki davranış tarzı, Kur’an’ın ele aldığı toplumsal tarafı ağır basan
önemli bir prensiptir. Çünkü bir toplumda huzur ve güvenin tesis edilmesi, bu
prensibin tatbikiyle mümkün görünmektedir. Bu yüzden vurdumduymazlığın ve
nemelazımcılığın kol gezdiği toplumlarda iyilik ve güzellik vasfını taşıyan her fiil,
yerini kötülüğe ve şerre bırakabilir. Bunun sonucunda da ihtilâflar çoğalır,
sapıklıklar yayılır, cehâlet her tarafı sarar, insanlık fesada uğrar ve zamanla dinî
hayat olumsuz yönde etkilenebilir. Bunun içindir ki Kur’an, söz konusu ahlaki
prensibe çok önem vererek Müslümanlardan bu temel ilkeyi göz ardı etmemelerini
istemiştir:
Emanete Riayet Etmek
İnsanın, toplumsal görev ve sorumluluklar bağlamında yerine getirmesi
gereken ahlaki davranışlarından biri de emanete riayet etmektir. Emanete riayet
etmek her şeyden önce hem bir insanlık görevi hem de mümin olmanın bir
gereğidir. Çünkü insanın emanet konusunda hassasiyet göstermesi, karşı tarafın
güven duygusunu pekiştirecek ve insanlar arasındaki ilişkilerin gelişip güçlenmesine
yardımcı olacaktır. Müslümanların bu evrensel ilkeye karşı gereken titizliği
göstermeleri durumunda da birbirine bağlı, birbirine güvenen, birbirini seven ve
sayan örnek bir toplum meydana gelecektir. Bundan dolayıdır ki Kur’an,
müminlerin bir vasfının da emanete riayet etmek olduğunu belirtmektedir. Nitekim
aşağıdaki Kur’an ayeti bu hususu net bir biçimde gözler önüne sermektedir:
Emanete riayetin zıddı, ona hıyanet etmek yani kendisine teslim edilen bir
emaneti sahibine vermemektir. Bu ise, Hz. Peygamber’in ifadesiyle münafık
olmanın bir alâmetidir. (Müslim, İman: 106-107) Çünkü bir kimsenin kendisine
bırakılan emanet konusunda güven sarsıcı bir davranış içerisine girmesi, onun
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk
bulunsun...”(Âl-i İmrân/3:104)
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder
kötülükten men edersiniz...”(Âl-i İmrân/3:110)
“Müminler, emanetlerini gözeten ve sözlerini yerine getirenlerdir.” (Mü'minûn
23/8)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
En temel güven unsuru,
verilen sözü tutmaktır.
dürüst olmadığını, sözüyle niyet ve tutumunun farklı olduğunu gösterir. Bu da,
nifaktan başka bir şey değildir.
İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyerek sağlıklı bir toplumun
oluşmasına engel teşkil ettiği için bütün ilahî kitaplar özellikle de Kur’an böyle bir
davranışı asla onaylamamış ve her fırsatta emanete riayet etmeyi emretmiştir.
Verilen Sözü Tutmak
Kur’an’ın ahlaki esaslar bağlamında bireylere yüklediği önemli bir görev de,
verilen söze sadık kalmaktır. Çünkü bu prensip fertler arasında güven sağlayarak
ilişkilerin normal bir şekilde yürümesine imkân verdiği için, toplumsal ilişkilerde
gözetilmesi gereken temel bir düzenleyicidir. Bundan dolayıdır ki Kur’an, Allah ile
ahitleşmiş olan insanı ahde vefa konusunda sorumlu olarak görmektedir. Buna
göre ister Allah’a ister insanlara karşı verilen sözlerde olsun her ahit/söz, ehliyet
şartlarını taşıyan insan için yerine getirilmesi gereken ahlaki bir yükümlülüktür.
Kur’an bu hususu şu ayette dile getirmektedir:
Kur’an ayrıca muhataplarından yaptıkları yeminlerin gereğini yerine getirmelerini
de istemektedir. Çünkü bu da sonuçta verilmiş bir söz demektir.
Görüldüğü gibi metin ve mealini zikrettiğimiz bu pasajlar en genel anlamıyla,
ilahi kelamın teşvik ve telkin ettiği her şeyi hayata geçirmek istediğini iddia eden,
ancak daha sonra bu kararlılığında zaaf gösteren her insanın ahlaki anlamda
sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü söz vermek ferdin, kendi nefsini
gönüllü olarak taahhüt altına sokması demektir. Bu da bir tercih meselesi olduğuna
göre verilen sözün mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunun için Kur’an
yerine getirilmeyecek vaatlerden kaçınılmasını, şayet söz verilmişse -çok ciddi bir
mazeret olmadıkça- onun mutlaka yerine getirilmesini istemektedir.
“...Eğer birbirinize emanet bırakırsanız, kendisine emanet edilen kişi, emaneti
teslim etsin; Rabbi Allah’ın emrine saygısızlık etmesin...” (Bakara/ 2:283)
“Verdiğiniz her sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözden dolayı (hesap
gününde) mutlaka sorguya çekileceksiniz.”(İsrâ/17:34)
“Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ama
bilerek yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar…” (Mâide/5:89)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Her türlü kötülüğün
anası yalan
söylemektir.
Yalan Söylememek
Yalan, herhangi bir kimsenin gerçeğe aykırı olduğunu bile bile söylediği söz
demektir. Buna göre bir sözün yalan sayılabilmesi, onun gerçeğe aykırılığının
söylenen tarafından bilinmesi durumunda söz konusudur. Aksi hâlde yani gerçeğe
aykırılığı bilinmeden, gerçek olduğu zannıyla söylenen sözler yalan kategorisine
girmemektedir.
Kur’an, müminlerin yalandan uzak durmalarını istemektedir:
Görüldüğü gibi Kur’an yalanı yasaklamaktadır. Çünkü yalan kötülük ve
haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur.
Tabiatıyla bu da insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır. Esasen insana yakışan doğru
sözlülüktür. Öyle ki kişi, ilişki içerisinde bulunduğu toplumun diğer bireylerine karşı
ticari ve siyasi aktivitelerinden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında
bu erdemi prensip edinmelidir. Şayet insan bunun aksine hareket ederek yalanı
hayatının bir parçası hâline getirirse, o zaman kendi nefsi başta olmak üzere
toplumun diğer fertlerine de zarar vermiş olur. Zira yalan, İslam kültürüne göre
“ümmü’l-habâis“ yani bütün kötülüklerin anasıdır. Başlangıçta masum gibi görünse
de giderek insana kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı vereceği için o, aslında her
türlü kötülük ve fenalığın kaynağıdır.
Önyargılı Davranmamak
Önyargılı davranmak, bir kişinin davranış motifleri hakkında temelsiz
kuşkulara yol açabilecek kanaate sahip olmak demektir ki, bu da İslami literatürde
“su-i zan“ terimiyle ifade edilmektedir. Bilindiği üzere zan, sözlükte ima ve işaretle
oluşan bilgi demektir. Ancak zanda bulunan kimsenin niyeti ve ulaştığı neticeler
açısından bakıldığı zaman onun iki özellik taşıdığı görülür. Birisi, insanlara iyi
duygularla yaklaşarak müspet bir algılama sonucunda elde edilen olumlu zandır ki,
buna neticesi bakımından hüsn-i zan (iyi zan) denilmektedir. Böyle bir zan, Kur’an
“… Yalan sözden kaçının.”(Hacc/22:30)
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”(Ahzâb/33:70)
“Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”(Sâf/61:2)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
ve sünnetin tavsiyeleri arasında yer almaktadır. Diğeri de su-i zan (kötü zan) dır ki,
bu da aşağıdaki Kur’an ayetiyle yasaklanmıştır:
Kur’an yorumcularına göre burada söz konusu edilen zan, sahih bir emaresi
ve açık bir sebebi bulunmayan zandır. Esasen böylesi bir zan töhmete vesile
olmaktadır. Töhmet ise uzak durulması gereken bir haldir. Bu sebepledir ki, zandan
kaçınmak vacip, önyargılı hareket ise haram sayılmıştır. Çünkü zan ihtimalli bir
hüküm olduğu için gerçekle örtüşmesi mümkün değildir. Böyle olunca da yapılan
zan başkasının hakkına ait bir hususta, onun aleyhine hüküm vermek suretiyle iftira
etmek demektir.
Başkası hakkında kötü zanda bulunmaktan kaçınmak nasıl bireysel ahlaki bir
sorumluluk ise, insanların su-i zannına vesile olabilecek hareketlerden sakınmak da
aynı şekilde bir sorumluluktur. Çünkü başkaları aleyhinde insanların önyargıda
bulunmalarına sebebiyet vermek, onların günah işlemelerine imkân ve fırsat
tanımak demektir. Bu da hiç kuşkusuz suça iştirak anlamına gelmektedir. Hâlbuki
mümine yakışan hem su-i zandan kaçınmak hem de başkalarının su-i zanda
bulunmasına vesile teşkil edecek davranışlardan uzak durmaktır.
Gıybet Etmemek
Gıybet, bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir şeyi söylemektir. Bu
tanım, Allah Resulü Hz. Muhammed‘in kendisine, “gıybet nedir?” şeklinde
yöneltilen bir soruya karşılık: “Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Şayet
söylediğin şey onda yoksa, o zaman iftira etmiş olursun” (Müslim, Birr 20; Ebû
Davûd, Edeb, 35) tarzındaki cevabından anlaşılmaktadır. Buna göre bir kimse, ben
doğruyu söylüyorum, benim söylediklerimin hepsi gıybetini yaptığım insanda
mevcuttur, demekle gıybetin cezasından kurtulmuş olamaz. Çünkü gıybet mevcut
olanları gaipte söylemek anlamına geldiği için esasen olmayan şeyleri söylemek,
sözünü ettiğimiz hadisde de belirtildiği gibi iftira sayılmaktadır.
Kur’an, yukarıdaki ayette gıybetin aklen ve dinen çok kötü bir davranış biçimi
olduğunu ifade etmektedir. Çünkü gıybet, aleyhinde söylenen söze muttali
“Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (veya yersiz zanda bulunmaktan
kaçının); çünkü zannın bir kısmı (da) günahtır.”Hucurât/49:12)
“(Ey iman edenler!)…Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş
kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? (Bak) işte bundan (nasıl) tiksindiniz. O
hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok
esirgeyicidir.” (Hucurât /49:12)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
olmaması ve kendisini savunacak durumda bulunmaması sebebiyle kişinin şeref ve
haysiyetine saldırı anlamına gelmektedir. Bu da insanın, ölü kardeşine saldırarak
onun etini yemesiyle eş değerdedir.
Müslümanların toplum içerisindeki itibarlarına, saygınlıklarına zarar veren
sosyal bir suç olması yanında gıybet, onu yapan kişiler açısından da cesaretsizlik,
korkaklık ve ahlaki zafiyet anlamına gelmektedir. Bu yüzden bütün İslam ahlakçıları
gıybeti bir hastalık olarak görmüşler ve İslam toplumunda ne bir Müslümanın
gıybet yapmasını ne de onun, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasına izin
vermesini doğru bulmuşlardır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan müminin
yapması gereken hiç kuşkusuz, herhangi bir dinî mecburiyet olmadığı hâlde birinin
mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu tür bir davranış
içerisine girenlere, Allah’tan korkarak gıybetten uzak kalmaları gerektiğini telkin
etmesidir. Çünkü gıybet etmek gibi gıybeti dinlemek de haramdır.
İnsanlarla Alay Etmekten ve Lakap Takmaktan Kaçınmak
Bir insanla alay etmek yahut ona lakap takmak, insanın kendini beğenmesi,
karşısındakini küçük ve kusurlu görmesi demektir. Bu yüzdendir ki aşağıdaki ayette
Yüce Allah erkeklerin ve kadınların birbirleriyle alay etmelerini, birbirlerini
ayıplamalarını ve onları kötü lakaplarla anmalarını yasaklamakta; bunları yapmanın
yoldan çıkma anlamına gelen fasıklıkla eş değerde olduğunu hatırlatmaktadır.
Sadece gülüp eğlenmek için bir kimse ile alay edilmiş olsa bile, yapılan işte
alaya alınan şahsın aşağılanması söz konusudur. Bu da hiç kuşkusuz insani ilişkileri
olumsuz yönde etkilemektedir. O nedenle insanlarla alay edenler, aşağılayıcı,
küçümseyici lakaplar takanlar yaptıkları işin ahlaki değerler başta olmak üzere
evrensel değerler bakımından da asla hoş bir durum olmadığını düşünmelidirler.
Nemîme ve Tecessüsten Uzak Durmak
Nemîme, insanlar arasında söz götürüp getirmek ve insanları arkalarından
çekiştirmektir. Müşâhede edilen bir olayın veya işitilen bir sözün kötülük ve fesat
“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da (diğer) kadınları alaya almasınlar. Belki de kendileriyle alay edilen kadınlar alay edenlerden daha faziletlidir. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucurât /49:11)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Meşrû kazanç
kutsaldır.
maksadıyla başkalarına aktarılması sebebiyle Kur’an bu tür davranışları gayriahlaki
bularak şiddetle reddetmektedir. Bu hususla ilgili ayet şöyledir:
Tecessüs de insanların ayıplarını veya sırlarını araştırıp ortaya çıkarmak
demektir. Kur’an'a göre hiçbir insan bir başkasının gizli kalmasını istediği
davranışlarını öğrenip deşifre etme hak ve yetkisine sahip değildir. Bu yüzdendir ki
Kur’an tecessüsü de yasaklamıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
Görüldüğü gibi hem nemîme hem de tecessüs Kur’an tarafından
yasaklanmıştır. Çünkü bu tür davranışlar, bir taraftan insanların arasını açarak
onları birbirine düşman etmekte, diğer taraftan da özel hayatın içerisinde yer alan
ve insanın başkaları tarafından bilinmesini istemediği hallerin araştırılıp ortaya
çıkarılmasına yol açmaktadır.
İş ve Ticaretle İlgili Ahlak Esasları
Yüce Allah Kur’an'da müminlere rızıklarını meşru yollardan kazanmalarını
emretmektedir:
Kur’an'a göre helal rızık elde etmenin meşru yolları çalışma, karşılıklı rızaya
dayanan ticaret, hibe, sadaka, miras vb. den ibarettir. Bu bakımdan tefecilik,
kumar, rüşvet, gasp, hırsızlık ve hıyanet gibi tüm hileli kazanç yolları
gayrimeşrudur. O nedenle bu tür yollarla kazanç sağlamak haram kılınmıştır.
Ayrıca insanları aldatarak, yalan beyanda bulunarak, haksız biçimde
etkileyerek ve insanların sıkıntılı anlarından yararlanarak mal elde etmek de haksız
“Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan
laf götürüp getirene sakın boyun eğme.” (Kalem /68:10-11)
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve
gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ /17:36)
“…Birbirinizin suç ve ayıplarını araştırmayınız…” (Hucurât /49:12)
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (Bakara/2:168)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
kazanç olması sebebiyle dinen haram, ahlaken çok çirkin bir davranış olarak
nitelendirilmiştir. Bu da ayrıca dinî emirleri ve kul hakkının ihlali demek
olduğundan doğal olarak ahirette de ağır bir cezayı gerektirmektedir.
Ölçü ve Tartıda Dürüst Davranmak
Kur’an ticari hayatla ilgili bazı prensipler koymuştur. Bu prensiplerin başında
yapılacak alımsatımın mahiyet itibariyle helal kazanca yönelik bir faaliyet alanı
içerisinde yer alması gerekmektedir. Tabii ki, ticaretin meşru olması da ölçü ve
tartıda adaletin bulunmasına bağlıdır. Bu anlamdaki bir adalet de hiç kuşkusuz ölçü
ve tartıyı tam yapmaktan geçmektedir. Bunun içindir ki Kur’an aşağıdaki ayetlerde
bu hususa hassasiyetle eğilmektedir.
Bu iki Kur’an nassı bize gösteriyor ki, insanlar satın alırken mal ve hizmetler için gerçek değeri takdir etmeli, satarken de miktarda herhangi bir şekilde
eksiltme cihetine gitmemelidirler. Çünkü bu şekilde hareket etmek, bir yandan
ekonomik değerlerin geliştirilmesine, diğer yandan da toplumsal dokunun
pekişmesine katkı sağlayacaktır.
Ticari Hayatta Borçluya Kolaylık Göstermek
Kur’an, borç verirken herhangi bir ihtilafın ortaya çıkmaması için borcun
miktarının ve ne zaman ödeneceğinin iki şahit huzurunda yazılmasını şart
koşmaktadır. (Bkz. Bakara/2:282) Kur’an ayrıca borçlunun, ödeme zamanı gelen
borcunu ödeyememe gibi sıkıntı içerisine girmesi durumunda, alacaklıdan borçluya
kolaylık göstererek belli bir mühlet vermesini de istemekte, hatta alacağını sadaka
olarak kabul etmesinin daha hayırlı olacağını beyan etmektedir:
“Ölçtüğünüzde ölçüyü tastamam eksiksiz yapınız ve doğru bir ölçü ile tartınız.
Bu hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (İsrâ /17:35)
“İnsanlardan kendileri bir şey ölçüp aldıklarında tastamam almak isteyen; ama
onlara bir şeyi ölçüp ya da tartıp verdiklerinde eksilten o hilecilerin vay
hâline!”(Mutaffifîn /83:1-3)
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizing için daha hayırlıdır.” (Bakara /2:280)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Emaneti ehline vermek
ahlaki bir değerdir.
Şayet alacaklı, böyle bir durumda mühlet verme yahut alacağından
vazgeçme yerine belli bir müddet için faiz uygulamaya kalkarsa, tabiatıyla borçluyu
daha çok sıkıntıya sokacak; belki de onun ticari hayatına son vermiş olacaktır.
Çünkü bazen faizle para alan kimselerin vade sonunda borçlarını ödeyememeleri,
borcun giderek artmasına yol açmakta; borcun katlanarak büyümesi de ödemeyi
hepten imkânsız hâle getirmektedir. Bu da borçlunun, fırsat bulduğunda hem
borcunu hem de faizini ödememesine zemin hazırlayacağı için toplumu, ahlaken
bozulmaya ve yozlaşmaya götürmektedir. İşte bu sebeple Yüce Yaratıcı Kur’an-ı
Kerim'de faizi haram kılmış ve sermayeyi müstakil bir kazanç vasıtası olmaktan
çıkarıp emek ile birlikte üretim ve yatırıma yöneltmeye teşvik etmiştir. Tabiatıyla
Müslümanların bu durumda yapmaları gereken şey, faizle değil karz-ı hasen yani
karşılıksız borç verip, ödeme vakti geldiğinde de alacaklıyı sıkıştırmamaktır. Zira
ahlaki olan bu şekilde davranmaktır.
Yönetimle İlgili Ahlak Esasları
Emaneti Ehline Vermek
Emaneti ehline vermek, bir hakkı hak sahibine ulaştırmak, herhangi bir
görevlendirmede layık olan kişiyi tercih etmek demektir. Çünkü emanet korunması
gereken maddi ve manevi bir değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere
aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları, ilim, din, antlaşmalar,
sözleşmeler, komşuluk hakları vb. de birer emanettir. İşte bu yüzden Kur’an
emanetin korunup muhataplarına teslimini emretmektedir. Bu husustaki ayet
şöyledir:
Bilindiği gibi tarih boyunca insanlar huzur ve mutluluğu iki şeyde
bulmuşlardır. Bunlardan birisi emanet diğeri de adalettir. Bu sebepledir ki,
emanetler ehline verildiği ve adalet ölçülerine riayet edildiği müddetçe toplumlar
huzur ve saadete erişmişler, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların ve
kavgaların temel sebebleri olmuştur. Çünkü emanete ve adalete riayet edilmediği
takdirde, toplum bireyleri arasındaki güven unsuru ortadan kalkmakta, bunların
yerini haksızlık, zulüm, adam kayırma, liyakatsız insanlara görev verme gibi
ahlaksızlıklar almaktadır. İşte Kur’an’ın bu anlamda öngördüğü prensip, öncelikle
bireyi ve dolayısıyla da toplumu söz konusu hastalıklardan koruyarak, başta güven
unsuru olmak üzere sevgi, saygı, eşitlik, adalet, hak ve hukuk gibi kavramların
geçerli olduğu son derece sağlıklı ve dinamik bir toplum oluşturmaktır.
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi emereder...”(Nisâ /4:58)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Herkese eşit davranmak
yöneticilerin şiarı
olmalıdır.
İnsanlara Eşit Davranmak
Eşitlik, İslam düşüncesinin dayandığı temel prensiplerden biridir. Bütün
semâvi dinlerin ortak paydasını oluştursa da, Kur’an’ın yer verdiği eşitlik anlayışı,
başka hiçbir dinde bu derece belirgin çizgilerle yer almamıştır. Zira Kur’an’a göre
her insan “nefs-i vâhide” den yani dış görünüşteki farklılıklarına rağmen hepsi tek
bir asıldan yaratılmıştır. (Nisâ 4/1) Bundan dolayı Kur’an bu beyanıyla herhangi bir
görmektedir.
Bu temel noktadan hareketle diyebiliriz ki, Kur’an’ın ilke olarak kabul ettiği
eşitlik, tabiatıyla halkı yönetenlerin de mutlaka hassasiyet göstermeleri gereken
önemli bir ahlak prensibidir. Çünkü otorite gücünü elinde bulunduranların
yönetilenlere karşı başlıca iki amacı gerçekleştirmek gibi bir sorumlulukları vardır.
Bunlardan biri, kanun önünde herkese eşit ve adil davranmak, diğeri de devlete ait
mevcut kaynakların tümünü insanların yararına kullanmaktır. Kanun önünde eşitlik
prensibi uygulanırken -ister Müslüman ister gayrimüslim olsun- temel hak ve
hürriyetler başta olmak üzere eğitim, sağlık, hukuk vb. konularda eşitlik prensibine
göre hareket etmek gerekmektedir. Bunun gibi kaynakların kullanımında da
insanların yararı, vazgeçilmez bir ilke olarak görülmelidir. Çünkü devletin sahip
olduğu maddi ve mali imkânlar aslında o ülke bireylerine aittir. Aşağıdaki ayet bunu
ifade etmektedir:
Ancak burada konu edinilen eşitlik, insanların kanun karşısında herhangi bir
ayrıma tabi tutulmamalarıdır. Bu da renk, dil, din, cinsiyet, siyasi düşünce ve felsefi
inanç sebebiyle insanlar arasında ayrım yapılmaması demektir. Tabii ki, kanun
önünde insanları eşit kabul etme prensibi, onların hukuk dışı statü ve
davranışlarında farklı olmalarına engel teşkil etmemelidir. Çünkü insanlar ilimde,
takvada, salih amelde vb. eşit değildirler. Nitekim Kur’an bu hususu şöyle ifade
etmektedir:
Buna göre şayet birey kendisine sunulan eşit imkân ve fırsatları yerli yerinde
ve iyi bir şekilde kullanarak bir formasyon kazanırsa, bu durumda söz konusu
"Hakikaten bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle
ise bana kulluk edin.” (Enbiyâ /21:92)
" Onların mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır." (Zâriyât/ 51:19)
“Allah kiminizi kiminizden derece derece üstün kılmıştır…”(En'âm/ 6:165)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Allah korkusu her
şeyin başıdır.
eşitliği kendi lehinde bozabilir ki, bu da onun en tabii hakkıdır. Doğal olarak böyle
durumlarda da yöneticilerin, insanların bireysel yetenek ve donanımlarını dikkate
alıp değerlendirmeleri gerekir. Aslında bu, eşitliği bozmak değil, bilakis uygulamada
eşit davranmak demektir. Çünkü Kur’an’a göre bilenlerle bilmeyenler, çalışanlarla
çalışmayanlar ve yeteneklilerle yeteneksizler bir değildir. O hâlde başlangıçta
herkese sunulan eşit imkân ve fırsatların daha sonra bir değere dönüştürülmesi ve
bunun da bir şekilde karşılık görmesi, asla eşitliği bozucu bir unsur olarak
görülmemelidir.
Ahlaki Değerlere Bağlı Bir Toplum Oluşturmak
Ahlak bireyler için olduğu kadar toplumlar için de vazgeçilmez bir erdemdir.
Çünkü ahlaklı olmak, bütün yaratıklara karşı merhametli olmayı, sosyal ilişkilerde
dürüstlük ve güvenilirliği, karşılık beklemeden sevgi ve fedakârlığı, samimi
davranmayı, iyi niyetle hareket etmeyi, kötü arzu ve isteklerin bastırılmasını
gerektirmektedir. Bütün bunlar da Kur’an-ı Kerim’e göre insanın öncelikle inanç
sevgisini elde edip kötülüklerden uzak durmasıyla (Hucurât /49:7,14) ve kalbini
yani iç dünyasını Allah bilinci ile huzura kavuşturmasıyla (Ra'd /13:28) mümkün
olmaktadır. Bu yüksek erdem sayesinde ancak insan, çıkar kaygılarını bir kenara
atarak tüm niyet ve davranışlarının, Allah’ın rızasına uygun düşüp düşmediğini test
etmeye çalışabilir. Böyle bir ahlaki olgunluğa erişen insan da doğal olarak
kendisine, ailesine, milletine, dindaşlarına, insanlığa ve hatta bütün canlılara karşı
yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerini eksiksiz yapmaya gayret eder.
Tabii ki, fertler üzerlerine düşen bireysel görevleri ifa ettikleri takdirde
maddi ve manevi bakımdan sağlıklı nesiller meydana gelir. Bu da hiç kuşkusuz
kıskançlıkları ve iç çatışmaları önleyerek, sosyal barışı temin edecek olan ailelerin,
aileler de aynı nitelikteki toplulukların ortaya çıkmasına vesile teşkil ederler. Bütün
bunların sonucunda da bireysel ahlak bakımından iman, ahlak ve bilgi gibi
erdemlerle donanımlı, medeni ahlak bağlamında insan hak ve özgürlüklerine
saygılı, iktisadi ahlak açısından gayrimeşru yollardan kazanç sağlamayan,
çalışanların haklarını gözeten, toplumun zararına herhangi bir tüketim ve
harcamada bulunmayan, israftan kaçınan, sağlığa zararlı olan şeylere harcama
yapmayan, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşan ve infakta bulunan bir
insan profili ortaya çıkmış olur ki, işte Kur’an’ın hedeflediği birey ve toplum
modelinde bu üstün nitelikler yer almaktadır. Çünkü Kur’an’ın nihâi gayesi
yeryüzünde ahlaklı bir toplum oluşturarak, bu toplum sayesinde insanlığın temel
değerlerini korumaktır.
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Dinî ve Manevi Ahlak Esasları
İman
İnsanın Allah’a karşı yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında, Kur’an’ın
odak kavramı olan iman gelmektedir. Çünkü Allah’a karşı yerine getirilmesi
gereken ahlaki süreç, iman olgusuyla başlar. İmanın zıddı olan küfür ise Allah’a eş
koşma ve inkâr anlamı taşıması sebebiyle en büyük ahlaksızlık demektir.
Kur’an’ın iman çağrısı yapan ayetlerinde de görüleceği üzere iman eyleminin
oluşumunda merkezî konu Allah’tır.
Bu nedenle Allah, insan için olmazsa olmaz derecede ahlaki bir sorumluluk
alanı oluşturur. Çünkü O, bütün âlemlerin yaratıcısı, sahibi, var edeni ve Rabbi’dir.
Hem kozmik varoluşun gerçek sahibi ve yöneteni hem de aşkınlık ve insani
varoluşun ontolojik olarak sahibi ve varlık kazandıranıdır.
Kur’an’a göre iman bir tasdik ameliyesidir. Bu da başta Allah inancı olmak
üzere inanılması gereken her şeyi kabul etmek demektir. Söz konusu anlamda
tasdik, imana yönelik ilk hareketi ifade eder ki, kulun yaratıcısına karşı yerine
getirmekle yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında da bu gelmektedir. Nitekim
bu husus -aşağıdaki ayetlerde de görüleceği gibi- kulun Yaratıcısına karşı yerine
getirmekle yükümlü kılındığı ahlaki bir davranış olarak ifade edilmektedir.
"Ey iman edenler! Allah’a ve elçisine iman edin!” (Nisâ /4:136)
"Allah’a ve elçilerine iman edin ve ‘O, üçtür’ demeyin.” Nisâ /4:171)
“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapıtmıştır.”
(Nisâ /4:136)
“Asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere,
kitaplara, peygamberlere inanır…”(Bakara/ 2:177)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
İhlâs: samimi bir
dindarlık.
İhlas
İhlas, insanın kendisini şirk, riya ve batıl inançlardan uzak tutarak, gönlünü
kötü duygulardan ve çıkar hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde
Allah’ın rızasını gözetmesi demektir.
Kur’an, ihlası birçok ayetinde aşağıdaki şekilde formüle etmiştir:
Büyük İslam bilgini Râğıb İsfahânî (ö. 502/1108) ihlası, Yahudilerin teşbih
iddialarından ve Hıristiyanların teslis inançlarından uzak durmak olarak
açıklamaktadır. (İsfahânî, (tsz.): 154) Bu da kulun öncelikle ve özellikle inancını ve
bunun tabii bir sonucu olarak da amelini şirk, riya (gösteriş) ve süm’a (duyurma)
gibi olumsuz unsurlardan arındırarak, her türlü yapıp etmelerinde Allah’ın rızasını
gözetmesi şeklinde anlaşılabilir. Çünkü ihlassız yani Allah rızası gözetilmeden
yapılan işler veya riya katılarak yapılan ibadetler bir nevi şirk sayılmaktadır. Bu da
tevhit inancını zedeleyen hatta onu yok eden temel bir unsur olarak görülmektedir.
O hâlde denilebilir ki, tevhit inancı ancak ihlas ile mümkündür. Fakihlerin,
ibadetlerde ihlası batıni şart olarak kabul etmelerinin arka planındaki espri de bu
olsa gerektir. Zira onlara göre abdestsiz kılınan namaz nasıl geçersiz ise, ihlassız
yapılan ibadetler de makbul değildir.
İhsan
İhsan, insanlara karşı iyilik etmek, her işi güzel ve sağlam yapmak ve her an
Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin bu son
anlamı Cibrîl hadisinde zikredilmektedir:
Böylece anlaşılıyor ki ihsan, insanın bir taraftan Allah’a diğer taraftan da
bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında kendi imkân ve kabiliyetine göre
kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek derecesinde hareket ederek varlıklara
karşı iyilik ve güzellikle yaklaşmasını ifade etmektedir. Buna göre bir insanın infakta
bulunması nasıl maddi anlamda iyilik ise, yakınlarıyla olan ilişkilerinde kırıcı
olmaması, onlara her konuda yardım elini uzatması, bir yoksulu, bir yetimi giydirip
barındırması, güler yüz ve tatlı sözle onlara karşı muamelede bulunup sevgi ile
başlarını okşaması, üzgün ve dertli birini teselli etmesi, hasta ve yaşlı kimseleri
ziyaret ederek onların dertlerine çözüm üretmesi, kısacası özünde iyilik bulunan
“İhsan senin Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibâdet etmendir." (Buhârî, Tefsir: 31; Müslim, İmân: 57; et-Tirmizî, İmân: 4)
“…Hâlis bir dindarlıkla yalnız Allah’a bağlanarak…” (Bakara/ 2:139)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Takva bir bilinçlilik
hâlidir.
her türlü eylemi gerçekleştirmesi de ahlaki ve manevi anlamda bir iyiliktir. Bütün
bunlar da zaten Kur’an'ın yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın da güzel gördüğü
şeylerdir. Bu sebepledir ki her insan, toplum içerisinde yaşadığı sürece bu değerli
prensibi yerine getirme noktasında üstüne düşeni yapmalıdır. Çünkü birbirinin
yardımına koşmayan, hep kendi çıkar ve menfaatini düşünerek başkalarına sırt
çeviren bireylerden meydana gelen toplumlar, varlıklarını uzun süre devam
ettiremezler. Kur’an'ın bu konudaki yaklaşımı aşağıdaki şekildedir:
Takva
Takva, Allah'a saygısızlık etmekten sakınmak, din ve ahlakın sakıncalı
bulduğu tutum ve davranışlardan kaçınmak ve sorumluluk şuuru taşımak demektir.
Buna göre takva esasen bir bilinçlilik hâlini ifade etmektedir. Yani kul bu ahlaki
erdem sayesinde bir taraftan Allah'a karşı saygısızca davranmaktan çekinmekte;
diğer taraftan da her türlü tutum ve davranışında O'nun rızasını kazanmayı
düşünmektedir. Bu sebepledir ki, Yüce Allah Kur’an’da müminlerden, kendisine
saygı göstermelerini, itaat etmelerini ve sorumluluk bilinci taşımalarını istemiştir.
Bu manadaki pek çok ayetten birinde hem Hz. Peygamber’e hem de onun şahsında
ümmetine şöyle denilmiştir:
Kur’an’a göre Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde hareket edip, O'na karşı
derin saygı duyan müminlerin hem dünyada hem de ahirette ödüllendirileceği
ifade edilmektedir:
“(Ey İman edenler!) … günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, iyilik ve takva
üzerinde yardımlaşın…” (Mâide/ 5:2)
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın
arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi vb.)
iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi
sevmez.” (Nisâ /4:36)
“Ey Peygamber! Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol, kâfirlere ve
münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince
yapmaktadır.” (Ahzâb /33:1)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Tevekkül, esbâba tevessülden
sonradır.
Tevekkül
Önemli ahlak ilkelerinden biri de Allah'a tevekkül etmektir. Tevekkül dinî bir
terim olarak bir taraftan meşru bir hedefe ulaşabilmek için gerekli tüm çabayı
gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na
bırakmak demektir.
Kur’an-ı Kerim’e göre tevekkül İslam akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi
iman ve teslimiyetin zorunlu bir sonucudur. Bu manadaki ayetlerin bazıları
şöyledir:
Ancak ne yazık ki tevekkül, tarihi süreç içerisinde Kur’an’daki anlamını
kaybederek en fazla istismara uğrayan bir kavram olmuştur. Çünkü tevekkül
zamanla asıl anlamının dışına çekilerek oldukça yaygın bir biçimde, kişinin kendi
sorumluluğunu Allah’ın üzerine yıkmasının, tembelliğin meşrulaştırılmasının bir
aracı olarak kullanılmıştır. Oysa yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi tevekkül
Kur’an’da, insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen bir sorumluluğu yerine
getirdikten sonra, dışarıdan gelebilecek engelleyici unsurların bertaraf edilmesi için
Allah’ı “vekil” kılması, O’na güvenmesi demektir. Yani tevekkül hiçbir zaman
uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti olmamalı, bütün güçlüklerine rağmen
işlerimizi başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Kadir-i Mutlak’a olan samimi
güven ve imanın bir göstergesi olmalıdır.
“Ey iman edenler! Eğer sorumluluğun bilincinde olursanız O, size iyi ile kötüyü
ayırt edecek bir anlayış (kabiliyet) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi
bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl/ 8:29)
“… Kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, Allah ona bir çıkış yolu
ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir…” (Talâk /65:2-3)
“...Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona kâfidir...” (Talâk /65:3)
“Allah kuluna kâfi değil midir?...”(Zümer /39:36)
“Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun
(şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur.”(Nahl /16:99)
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Bir
eys
el E
tkin
lik
• Bu bölümde Kur’an’daki bireysel erdemlerden sadece dördü üzerinde durulmuştur. Kur’an’da bahsedilen öteki bireysel erdemleri araştırınız.
Öze
t
•İslami ilimlerin temel kaynağı olan Kur’an, hiç kuşkusuz ahlak ilminin de en önemli kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim içerdiği diğer konular gibi ahlaki konuları da sistematik bir şekilde ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlik ve genişlikte kurallar koymaktadır. Bu kurallar da esasen ahlaklı bir toplum oluşturma amacı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki, onda sadece bireysel ahlak esasları yer almamakta; toplumu ilgilendiren temel ahlaki ilkeler de bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlak ilkeleri de özellikle toplumu oluşturan bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde sözgelimi, iş hayatı başta olmak üzere ticari ve idari konularda kendini göstermektedir.
•Kur'an'ın öngördüğü ahlak sisteminde ayrıca insanın Allah ile olan ilişki düzeyini belirleyen ve söz konusu düzeyin ilahî irade istikametinde şekillenmesini sağlayan ahlak ilkeleri de yer almaktadır. Başta iman olmak üzere ihlas, ihsan, takva ve tevekkül gibi ahlaki esaslar bunlardan bazılarıdır. İnsanın dinî ve manevi bakımdan Allah katındaki değeri ya da değersizliği onun bu ilkelere bağlılığı ile ilgilidir.
•Bütün bunlar bize göstermektedir ki, Yüce Allah insanı sorumlu bir varlık olarak yaratmıştır. Onun söz konusu sorumluluğu da iki boyutludur: Biri, insanın içinde yaşadığı toplumun diğer fertleriyle yani yakın ve uzak çevresiyle; diğeri de kendisini yaratıp bolca nimet verdiği yaratanıyla ilgilidir. Kur'an'a göre sözünü ettiğimiz her iki sorumluluğun özünde ahlak yer almaktadır. Çünkü Kur'an her şeyden önce güzel ahlakı tesis etmek için inzal edilmiştir. Bunun içindir ki, Hz. Âişe bir soru üzerine Hz. Peygamber'in ahlakının "Kur'an ahlakı" olduğunu dile getirmiştir. (Müslim, Müsâfirûn, 139) Bu da göstermektedir ki, İslam'ın birinci temel kaynağı olan Kur'an, içerdiği hükümler itibariyle bazı hukuk düzenlemelere yer verse de esasen onun varlık amacı üstün bir ahlaki yapı oluşturmaktır.
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an'ın tanımında yer alan bir özellik değildir?
a) Allah tarafından vahyedilmesi
b) Mushaflara yazılmış olması
c) Tevatüren nakledilmesi
d) Okunmasıyla ibadet edilmesi
e) İlahî kelam olması
2. Aşağıdakilerden hangisi bireysel ahlak esaslarından biri değildir?
a) Yalan söylememek
b) Doğruluk
c) Alçak gönüllülük
d) Nankörlük etmemek
e) Haset etmemek
3. Aşağıdakilerden hangisi dinî ve manevi ahlak esaslarından biri değildir?
a) İhlas
b) İhsan
c) Takva
d) Tevekkül
e) Emaneti ehline vermek
4. Aşağıdakilerden hangisi, insanın gönlünü kötü duygulardan ve çıkar
hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde Allah’ın rızasını gözetmesi
anlamına gelmektedir?
a) İhlas
b) Takva
c) Tevbe
d) Doğruluk
e) Alçak gönüllülük
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
5. Aşağıdakilerden hangisi iyilik yapmak, yaptığı her işi güzel ve sağlam yapmak
ve her an Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek gibi anlamlara gelmektedir?
a) İman
b) Tevekkül
c) İslam
d) İhsan
e) Tevbe
Cevap Anahtarı
1.e 2.a 3.e 4.d 5.d
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmet Hamdi. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul.
Ateş, Süleyman.(2000). “İhlas”, DİA. İstanbul.
Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar
Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul.
Demirci, Muhsin. (2005). Kur’an'da Toplumsal Düzen. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed. (1334). İhyâuUlûmi'd-dîn. Kahire.
Izutsu, Toshihiko.(tsz). Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar.İstanbul.
sfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1299). Kitabu’z-
zeriaİâmekimi’ş-şeria. Kahire.
İsfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (tsz). el-
MüfredâtFîGarîbi'ur'ân. Tah. Muhammed SeyyidKeylânî. Beyrut.
Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul.
Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut.
Râzi, Mefâtihu’l-gayb. (tsz). Beyrut.
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem
YayınlEnsar Neşriyat.
Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.
İÇİN
DEK
İLER
• Ahlak ve Değer Kavramları
• İslam Ahlakının Kaynakları
• Ahlak - İman - İbadet İlişkisi
• Hadis Edebiyatı ve Ahlak
• Hadis Rivayetleri ve Ahlak
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Ahlak ve değer kavramları ile hadisler arasındaki ilişkiyi kavrayabilecek
• Üstün ahlaka ulaşmada hadislerin rehberliğinden istifade etmenin gerekliliğini algılayabilecek
• Hadis edebiyatında ahlak konusunun nasıl ele alındığını açıklayabilecek
• Hadis rivayetlerinin ahlakın tesis edilmesindeki rolünü değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
2
HADİS VE AHLAK
İSLAM AHLAK ESASLARI
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
“İslam güzel ahlaktır”
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde,
din ile ahlak arasında ontolojik bir ilişkinin tesis edildiği görülmektedir. Bu noktaya
dikkat çekmek isteyen Hz. Peygambersas, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderildiğini vurgulamış (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk: 8), hatta İslam’ı tanımlarken
“İslam güzel ahlaktır” ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla güzellik ya da güzel ahlakla
din arasında doğal bir ilişki kurulmuştur. İbn Ebi’d-Dünya tarafından ifade edilen
“Hiçbir güzel ahlak ve davranış yoktur ki, Allah onu din ile göndermiş olmasın” (İbn
Ebi’d-Dünya, 1989: 40) tespidi bu durumun ifadesi niteliğindedir.
Hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi değerlendireceğimiz bu ünitede, ‘ahlak’ın
hadislerle ilişkisi; diğer bir ifade ile ahlaka kaynaklık etmesi açısından hadis
rivayetleri konusu ele alınacaktır. Bu bağlamda ilk olarak ahlak kavramına ve İslam
ahlakının kaynaklarına temas edilecek, ahlak-iman, ahlak-ibadet ve ahlak-davranış
ilişkisine dikkat çekildikten sonra, hadis edebiyatında ‘ahlak’a vurgu yapan veya
ahlaka ilişkin müstakil çalışmaların yerinin ne olduğu tartışılacaktır. Daha sonra da
pratik anlamda hadis rivayetleri ile güzel ahlak arasındaki ilişkiye dikkat
çekilecektir.
AHLAK VE DEĞER KAVRAMLARI
Arapçadaki ‘hulk’ kelimesinin çoğulu olan ‘ahlak’; kelime olarak tabiat, huy
ve karakter manalarını ihtiva etmektedir (İbn Manzur, *trz.+: XI, 374). Terim olarak
ise ahlak; insanın fıtratındaki kötülük yönünün arındırılmasını, denetim altına
alınmasını ve iyilik yönünün geliştirilmesini, böylece bireyler arası ilişkilerde
insanların vicdanlarının önemini kabul ettiği erdemli ve faydalı davranışların
gerçekleştirilmesini temin eden değerlerin tümünü içermektedir(Yaran, 2010:9).
Bir kavram olarak “değer”in kıymetli bulduğumuz, üstün tuttuğumuz,
öneminden dolayı üzerine titrediğimiz somut ya da soyut her şeyi kapsadığını
düşündüğümüzde değerler bütünü olarak ahlaki kuralların önemi kendisini ortaya
koymaktadır. Bu durumda ahlak, iyiye de kötüye de yatkın olarak yaratılan ve her
konuda seçim özgürlüğü tanınan insanın asla dışına çıkamayacağı ve bigâne
kalamayacağı değerler dünyasını ifade etmektedir (Yaran, 2010: 12,309).
Akleden bir varlık olarak insanoğlu, diğer canlıların aksine; tasarlayan,
amaçlayan, plan yapan, seçim ve tercihlerde bulunan ve tüm bu tasarı, amaç, plan,
seçim ve tercihlere bağlı olarak eylemde bulunan bir varlıktır. Burada kullanılan
eylem, bir ilke, norm, inanç ve değere bağlı iradi davranışlara işaret etmektedir.
(Özlem, 2004: 13-14) Alternatif davranışlar arasında seçim yapabilme gücüne sahip
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
“Ben ancak güzel ahlakı
tamamlamak üzere
gönderildim”
(Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)
olan insanın bir ilkeden ve değerden mahrum olarak ortaya konacak eylemlerinin,
hayatını “değersizleştireceği” ve de “anlamsızlaştıracağı” da bir hakikattir. (Turgut,
1980: 18) Ahlak sayesinde insan, davranışlarındaki güzel ve çirkini kavrarken fazilet
ve reziletleri de anlar, ahlaki faziletlerle süslenme ve kötülüklerden korunma
yollarını öğrenir (Kamil, 1330: 7).
‘Ahlak’ sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelen bir kavramı değil
bilakis iyi ve kötü huyların tamamını kapsayan bir anlamı ifade etmektedir. Bu
nedenle kendisinde iyi huylar geliştirmiş olan kimseye ‘iyi ahlaklı’, kötü huylar
geliştirmiş olana da ‘kötü ahlaklı’ denilir. Nitekim aşağıdaki ayet-i Kerimelerde yüce
Allah’ın(c.c.) insanoğluna hem fücûrun hem de takvanın ilham edildiğini belirtmesi
de her iki yönden birinin geliştirilmesine müsait olduğunu ortaya koymaktadır.
Ancak bunlardan birinin geliştirilmesi diğerinin baskılanması anlamına gelmektedir.
İnsan kendi iradesiyle güzel ahlaki değerleri içselleştirmesi ve eyleme
dönüştürmesiyle ‘ahsen-i takvîm’ (en güzel niteliklere sahip) kategorisine
yerleşecektir; tam tersi bir durumda ise “esfel-i sâfilîn” (aşağıların da aşağısı) olarak
nitelenenlerin arasında yer edinecektir. Burada, insanın konumunu belirleyenin
ahlakı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. “İslam, güzel ahlaktır” hadisi de bu
duruma açık bir şekilde atıfta bulunmaktadır.
Hadislerde ahlakın tasviri yapılırken, bir taraftan yerilen kötü ahlaka vurgu
yapılırken, öte yandan da özendirilen güzel ahlaka dikkatler çekilmektedir.
Yerilen / Kötü Ahlak
Dini literatürde, kötü huyları ifade etmesi için, suu’l-huluk, el-ahlak ez-
zemime, el-ahlak es-seyyie gibi ifadeler kullanılmaktadır. İnsan, dinin istediği
güzellikleri bir kenara bırakarak kendi nefsine tabi olduğunda çıkarcı, başkasının
hak ve hukuna saygı göstermeyen vb. huylara sahip bir portre oluşturacak,
dolayısıyla da kötü ahlaka sahip bir birey olarak nitelenecektir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de arzularının esiri olanlar “hevasını tanrı edinen” (Furkan/25:43) kimseler
olarak vasıflandırmıştır.
Övülen / Güzel Ahlak
Hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlak, mekârimü’l-ahlak, el-ahlak el-hasene, el-
ahlak el-hâmide tamlamalarıyla ifade edilen güzel ahlak, Hz. Peygamber
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve
takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini
arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems/91:7-8-9)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet.
Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere
de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven).
Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân/ 3:159)
tarafından, kendisinin gönderiliş nedeni olarak belirtilmiştir. Hatta “güzel ahlak
dinin yarısıdır” ifadesiyle, güzel ahlakın önemine vurgu yapmıştır. Hayatın her
alanında inananlar için güzel bir örnek olarak gösterilen Hz. Peygamber’in ahlakı,
Kur’an olarak nitelenmiştir. (Müslim, Müsafirin, 139)
İSLAM AHLAKININ KAYNAKLARI
Yeryüzünde yaşayan ilk insan, aynı zamanda ilk peygamber olan Hz.
Âdem’dir. Rabbine kulluk etsin diye yaratılan insan, başıboş da bırakılmamıştır. (Bk.
Kıyamet/75:36) Bu kulluğun en önemli göstergesi ya da ifadesi, güzel ahlaktır.
Nitekim, Yüce Allah gönderdiği Peygamberlere, insanlara karşı hakkın şahidi olmak
gibi bir misyon yüklemiş, aynı beklentiyi müminlerin de diğer insanlara karşı hakkın
şahidi olması talebiyle sürdürmüştür. (Bk. Bakara/2:143) Bu beklentinin
karşılanması, öncelikle Hz. Peygamber gibi Kur’an’ı ahlaka çevirmeye, dolayısıyla
büyük bir ahlak üzere hayat süren bireyler olunmasına bağlıdır.
Bunun için, sınav alanı olarak nitelenen bu dünyada yapılması ve
yapılmaması gereken hususlar insana bildirilmiş, evrensel değerler üretilmiş,
güzellikler düşüncenin ve pratiğin merkezine alınmış ve onların korunması
hedeflenmiştir.
Bu bağlamda kullanılan en önemli kavramlar, maruf ve münker, iyi ve kötü,
hayır ve şer, sevap ve günah kavramlarıdır. Bu kavramlarla düşünmeyi, yargı ve
değer üretmeyi amaçlayan İslam dininin iki temel kaynağı bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim
Yüce Allah’ın Peygamberine vahyettiği Kur’an-ı Kerim, ortaya koymuş olduğu
bütün kurallarıyla, ürettiği bütün değerleriyle, bütün insanlığa huzur, mutluluk ve
barış temin edecek, onların garantörü olarak görülen evrensel bir ahlak ikâme
etmeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken önce kendi temsilcisi olarak görülen elçisini,
ahlak eksenine oturtmuş ve başarısının gerçek nedeninin de ahlaki davranışlar
olduğunu kendisine hatırlatmıştır:
“Sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem/ 68:4)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman
seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”
(Fussilet/41:34)
Kur’an-ı Kerim elçisine, insanlarla ilişkideki stratejisini de öğretmiştir. Hatta
bu şekilde davrandığında sonucun farklı olacağına da dikkatleri çekmiştir:
İslami ahlakın en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, inananlara ahlakı
anlatırken ya da ahlaki değerleri işlerken, kendi pozisyonuna dikkatleri
çekmektedir.
“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifa,
müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir” (Yunus/10:57).
Ardından da müminlerin nasıl davranması gerektiğine atıfta bulunmaktadır:
“İşte bu Kur’an indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır. Artık buna tabi olun ve
kötülüklerden kaçının. Böylece esirgenmiş olursunuz” (En’am/6:155) ayeti de yine
Kur’an’ın İslam ahlakının en temel kaynağı oluşuna işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim, kurmuş olduğu bu ilişki ağında, farklı ahlaki davranışlar
sergilemeyi mubah kılacak kategoriler belirlememiştir. Aksine bütün insanlara karşı
ahlaklı olmayı vurgulamıştır. Bu bağlamda Kur’an iyiliğin de kötülüğün de zerre
kadarının bile önemli olduğunu belirtir ve her ikisinin de muhakkak karşılığının
görüleceğini belirterek insanın eylemleri için uhrevi yaptırıma dayalı ahlaki bir
temel oluşturur.
Kur’an-ı Kerim pek çok fazileti ahlaki bir değer olarak vurgular. Bunlardan en
çok dikkat çekeni dürüstlük ve adalet gibi değerlerin, davranışlarda hâkim kılınması
ve diğer insanlarla ilişkilerimizde yardımseverlik ve infak duygularıyla hareket
edilmesidir:
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük
yapmışsa onu görür.” (Zilzâl/99:7-8)
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder;
hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt
veriyor.” (Nahl/16:90)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Kur’an’daki ayetlerin her biri, insanın dünya ve ahiret saadetine kavuşmasını
temin edecek ahlaki değerleri hâkim kılmayı salık vermekle birlikte bazı erdemli
davranışları ihtiva eden İsrâ suresindeki şu ayet-i Kerimeler oldukça dikkat
çekicidir:
İkinci halka, inananlara yönelik düzenlemeler olarak dikkatimizi çekmektedir.
İnananların peygamberle ilişkisi, peygamber karşısındaki konumunun
belirlenmesi, bütün bunların kişisel inisiyatife bırakılmayıp inançla irtibatlandırılmış
olması önem arz etmektedir. Zira hem dinin ve hem de ahlakın ikinci derecede
kaynağı hadislerdir. Ancak daha önemlisi bütün bunları öğretecek, bu bağlamda
emirler verecek, düzenlemeler yapacak tek otorite Hz. Peygamber’dir.
Hz. Peygamber’in Hadis ve Sünneti
Kendisine peygamberlik verilmeden evvel de insanlar tarafından beğenilen
bir ahlaka sahip olan Hz. Peygamber’in toplum nezdindeki durumunu Hz.
Hatice’nin şu ifadeleri özetlemektedir:
Peygamberliğinden önce de, sonra da üstün ahlakın temsilcisi olan Hz.
Peygamber, dolayısıyla onun hadis ve sünneti, İslam ahlakının ikinci temel
kaynağını oluşturmuştur. Resulullahsas, vahiyle belirlenen öğretileri bizzat kendisi
tatbik etmiş, bu nedenle insanlar için örnek gösterilmiştir. Zira O, uygulamanın
nasıl olacağını gösterdiği gibi, istisnaların neler olabileceğini de gösterme yetki ve
“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi
davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin
yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama;
onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir
ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara
acı.” (İsra/17:23)
“Sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin,
yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir
felakete uğrayana yardım edersin” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy: 1)
“Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı,
sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin
peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın; boyca da
dağlara asla erişemezsin.” (İsra/17:35-36-37)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
sorumluluğuna sahiptir. Bu nedenle ayet-i kerime’de örnek diğer bir ifade ile
model olarak takdim edilmiştir:
Hz. Peygamber inananlar için örnek olarak gösterilmiş, ancak O’nunla
ilişkimiz farklı parametreler üzerine oturtulmuştur. Diğer bir ifade ile farklı
kategorilere yerleştirilebilecek olan söz ve beyanları bağlayıcılık açısından farklı
güce sahiptir. Burada ilişki biçimi ve şeklinin insanların arzu ve isteklerine
bırakılmamış olması, hatta sevap-günah ve imanla irtibatlandırılması, Müslümanlar
arasında ana hususlarda tarz farklılığını ortadan kaldırmaktadır. Söz konusu ilişki
ağını tespit edebilmek amacıyla Kur’an’a baktığımızda, üç farklı noktaya dikkat
çekildiğini görmekteyiz:
Hz. Peygamber’e İttiba Etmek:
Hz. Peygamber’le ümmeti arasındaki ilişki ortaya konulurken, ‘peşinden
gitmek’, ‘izini takip etmek’ anlamlarına gelen “ittiba” kelimesine özel vurgunun
yapılması oldukça dikkat çekicidir. Zira kurtuluşu/bağışlanması açısından inanan
insan için iman ettiği peygamberin getirdiği öğretiye tabi olması bir zorunluluktur.
Bu durum, Hz. Peygamber’in ifadeleriyle Kur’an-ı Kerim’de açıkça ortaya konulmuş
ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu olarak takdim edilmiştir:
Mümin açısından Allah’ı sevmek ve O’nun bağışlamasını ümit etmek kadar
hayati öneme sahip olan başka bir şey olamaz. Zira hiçbir Müslüman, kendi yaptığı
ile kurtuluşa ereceğini düşünmemektedir. Bu durumda, O’nun sevgi ve mağfiretine
kavuşmanın yolu olarak takdim edilen, elçisine ittiba etmekten başka bir çıkar yol
görülmemektedir.
Hz. Peygamber’e İtaat Etmek:
Hz. Peygamber, toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal her türlü problemiyle
yakından ilgilenen bir lider ve rehberdir. Hicretle birlikte, elçilik görevinin yanında
siyasi sorumluluğu da yüklenen Hz. Peygamber'e(s.a.s) itaat, imani bir zorunluluk
olarak takdim edilmektedir. Zira kendilerine itaat edilmesi, peygamberlerin
“Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb/33:21).
“De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Âl-i İmrân/3:31)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
görevlerini yerine getirebilmeleri için ön şarttır. Bu nedenle Allah Teâlâ, elçi
göndermekle, onlara itaat edilmesi arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır:
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de Resule itaat, açıkça emredilmektedir.
Ancak vurgunun sadece emirle bırakılmayıp, Resule itaatle Allah’a itaat arasında
doğrudan bir ilişkinin kurulmuş olması, konuya özel bir anlam yüklemektedir. Bu
uslübun biat konusunda “Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat
etmektedirler.”(Fetih/ 48:10) ifadesiyle de sürdürüldüğünü görmekteyiz. Zihinleri
bu şekilde bir eğitime tabi tutulan Müslümanlara, Resulün çok özel bir konuma
sahip olduğu öğretilmiştir.
Hz. Peygamber’i Örnek Almak:
Tarih boyunca elçi olarak görevlendirilen peygamberler, gönderildikleri
toplumun seçkin bir ferdi alarak o topluma örnek kılınmıştır. Tıpkı Hz. Musa’nın ve
Hz. İbrahim’in kavimlerine örnek kılındıkları gibi, Hz. Peygamber de, aynı gelenek
içerisinde kendi kavmine üsve-i hasene yani en güzel örnek kılınmıştır.
Ayet-i Kerimelerde açık bir şekilde görüldüğü üzere, gönderilen elçiye iman
etmek, insanların kendi tercihleridir. Ancak iman ettikten sonra O’na itaat ve ittiba
etmek, kişilerin inançlarıyla doğrudan ilişkisi olan bir vecibe, bir zorunluluk olarak
takdim edilmiştir.
“Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla
göndermedik.” (Nisâ/4:64)
“Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin.
Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız- onu Allah'a ve Elçiye götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç
bakımından daha da güzeldir.” (Nisâ/4:59).
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem
yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan, tam
anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisâ/4:65)
“Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (çevirsin),
biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” Nisâ/4:80.
“Andolsun Allah'ın Elçisi’nde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya
inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.”
(Ahzab/33:21)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Ümmetlerine rehber olarak gönderilen bütün peygamberler, şu veya bu
nedenle kavimlerinden bazıları tarafından yanlış anlaşılmışlar ya da zihinlerde
olması gerekenden farklı bir yere oturtulmuşlardır. Aynı durum bizim
peygamberimiz için de geçerlidir. Zira teorikte örnek kılınan Hz. Peygamber'i,
pratikte örnek almamızı engelleyen birtakım etkenlerin bulunduğunu görmekteyiz.
Bunların en önemlisi Hz. Peygamber'i gereği gibi tanıyamamak ya da yanlış
algılamaktır. Bu durum sadece günümüze ait olan bir problem de değildir. Zira,
yanlış kavrama, Hz. Peygamber döneminde başlamış, sonraki dönemlerde, onu
efsaneleştirecek şekilde, daha da belirginleşerek süregelmiştir.
Hz. Peygamber(s.a.s) sonrası hadise verilen değeri de doğrudan etkileyen bu
duruma, kendi döneminden bir örnek vermek gerekirse şu rivayeti zikredebiliriz:
“Birkaç kişi Hz. Peygamber’in hanımlarının yanına gelerek Peygamber’in
ibadetlerini soruşturuyorlar. Kendilerine durum anlatılınca, yapılan ibadeti az
bularak “Biz nerede Resulullah nerede? O’nun geçmiş ve gelecek günahları
bağışlanmıştır” dediler.
Bunun üzerine onlardan biri: Ben ömrüm boyunca bütün gecelerimi namaz
kılarak geçireceğim; bir diğeri: ben bütün sene oruç tutacağım; öbürü de: ben
kadınlardan ayrılacağım, bir daha evlenmeyeceğim” der. Bu olay üzerine Hz.
Peygamber gelir ve şöyle şöyle söyleyen siz misiniz? diye sorar ve “Andolsun ki ben
sizden daha fazla Allah’tan korkarım ve sizden daha müttakiyim. Bununla beraber
ben oruç tutarım, iftar da ederim. Gece namaz kılarım ve uyurum. Kadınlarla da
evlenirim. Bilin ki, kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî,
Nikah: 68/1)
Söz konusu rivayette ashabdan olan bu insanlar, son derece samimi bir ruh
hâli içersinde Hz. Peygamber’in ibadetini, O’nun konumuyla kıyaslayarak bu
miktardaki ibadeti, kendi konumlarında olan bir insan için yetersiz bulmuşlardır.
İşte bu nedenle cennete girebilmek için sürekli namaz kılmayı veya sürekli oruç
tutmayı kendileri için bir zorunluluk hâline getirmişlerdir. Bu şartlarda, söz konusu
davranışın arzu edilmeyen bir fiil olduğunu belirten Hz. Peygamber(s.a.s), kendi
sünnetinin takip edilmesini istemiş; yani kendi örnekliğine dikkat çekmiştir. Bu
tavrıyla Hz. Peygamber, kendisinin bir model olduğunu ortaya koymuş ve bunun
Müslümanın hayatındaki önceliğini şu ifadeleriyle vurgulamıştır:
Örnek alınan, itaat ve ittiba edilen Hz. Peygamber'in(s.a.s), kendi ashabı
içerisindeki durumunu, istişare hususundaki ayetin gereğini yerine getirirken
“Sizden birisi ben kendisine, ebeveyninden, çocuğundan ve bütün insanlardan
daha sevgili olmadığım sürece iman etmiş olmaz.” (es-Suyutî, 1981: 586)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
“İman eden ve sâlih amel
işleyenler (güzel davranış
segileyenler) için güzel bir
gelecek ve mutluluk vardır.” (Ra’d/13:29).
ortaya koyduğu tavır ve ashabın bu konudaki yaklaşımı çok açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir. Peygamberin, bir beşer olduğu, iradesini kullandığı; hatta
kendi görüşüyle bir işe karar verdiğinde sahabenin onunla fikir teatisinde
bulunduğu bilinen bir vakıadır. Zira “...iş hususunda onlara danış...” (Âl-i İmrân/
3:159) emrinin birinci derecede muhatabı o idi.
Sonuç olarak, yaşadığı dönemde Hz. Peygamber'e(s.a.s) karşı gösterilmekte
olan saygı, O’nun görüşlerine verilen değer, talimatlarına şartsız itaat bilinci,
Peygamberin fiili rehberliğinin bulunmadığı sonraki dönemlerde, sözlü, yazılı ya da
pratik hayatta fiilen yaşanan hadislerine karşı çok özel bir ihtimam gösterilmesine
neden olmuştur.
Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler, hem kendi pozisyonunu ifade
etmekte ve hem de Müslümanların ahlaka bakışlarını, hayatlarında ahlakın yerini
ve davranışlarının ahlakiliğini belirlemektedir.
Ebû Hureyre’den(r.a.) rivayete göre, Resulullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah
satışında hoşgörülü, alışında hoşgörülü, ödemesinde hoşgörülü kimseleri sever.”
(Tirmizî, Buyu’: 75) İslam ahlakının altın ilkelerinden olarak vasıflandırılabilecek şu
hadisler de Hz. Peygamber’in sünnetinin ve hadislerin ahlaki değerleri kazanma
hususunda taşıdığı önemi ortaya koymaktadır:
İSLAM’DA İMAN-AMEL VE AHLAK BİRLİKTELİĞİ
İnanç esaslarını tereddütsüz kabul etmek ve inanılması gereken hususları
kalp ile tasdik edip dil ile ikrar etmek imanı; imanın gereği olarak ortaya çıkan
davranışlar ise salih ameli ve üstün ahlakı öne çıkaracaktır. İman ve salih amelin
beslediği, güzelleştirdiği ve olgunlaştırdığı kişilikten güzel ahlakın en değerli
örnekleri tezahür eder.
Yüce dinimiz imanın ardından salih amele ve üstün ahlaka ehemmiyet
göstermiş, suretten çok sîrete, kalıptan çok kalbe önem vermiştir. Bu manada, yüce
Allah’ın(c.c.) Resulullah’ı(s.a.s) överken, O’nu, yaptığı ibadet ve itaatlerin ötesinde
güzel ahlakıyla ön plana çıkarması dikkate şâyandır.
“Sizin en hayırlınız, ahlak bakımından en güzel olanlarınızdır” (Ebû Dâvud,
Sunne:15)
Sizden birisi kendisi için sevip istediğini mü'min kardeşi içinde sevip
temedikçe(kâmil anlamda) mü'min olamaz.'' (Buhârî, Îman: 7)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
İman, ibadet ve ahlak arasındaki ilişkiyi vurgulayan Hz. Peygamber,
dualarında Yüce Allah’tan ahlakının güzelleştirilmesini şu ifadeleriyle talep etmiştir:
Bu değerlendirmeler ışığında iman, amel ve ahlak birlikteliği açısından
üzerinde tefekkür edilmesi gereken şu ayeti zikretmeyi uygun buluyoruz:
İman - Ahlak İlişkisi
Hadis-i şeriflerde bireyin üstün ahlaka sahip olması, iman ve teslimiyetinin
bir sonucu olarak değerlendirilmiş ve kişinin imanının en dikkate değer sonucunun
güzel ahlak olduğu vurgulanmıştır.
Sahabeden Amr b. Abese Resulullah’a(s.a.s) "İman nedir" diye soru
yönelttiğinde Hz. Peygamber’in, "Sabırlı ve hoşgörülü olmaktır" cevabını vermesi
ve devamında "İmân(ın gerektirdiği hangi davranış) daha faziletlidir" diye
sorduğunda da Allah Resulü’nün(s.a.s) "Güzel ahlaktır" diye karşılık vermesi (Ahmed
b. Hanbel, IV,385), imanın salt inançtan ibâret bir kavram olmadığını, iman ve ahlak
arasında ontolojik bir bağın olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’den nakledilen diğer hadislerde de iman ve ahlak arasındaki
bu ilişkiye şahit olmak mümkündür. Peygamberimiz(s.a.s) iman ve ahlak ilişkisine şu
ifadeleriyle dikkatlerimizi çekmektedir:
“Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel yap.” (Ahmed b.
Hanbel, I/403; VI/68, 155)
“…Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahlakın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın
en iyisine ancak sen hidayet edebilirsin. Amellerin kötüsünden ve ahlakın
kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koruyabilirsin.”
(Nesâî, İftitâh: 16)
“Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.”
(Nesâî, İstiâze: 21)
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin
yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.
(Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,
dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir.
Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler
ancak onlardır!” (Bakara/2:177).
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Bu hadis-i şerifler aynı zamanda imanın aksiyonel bir sonuca sebebiyet
vermesi gerektiğine, inanan kişinin imanının sadece kalbinde ve dilinde kalmayarak
yaşantısında ahlaki değerler eşliğinde belirleyici olmasının gerekliliğine işaret
etmektedir.
Amel - Ahlak İlişkisi
Yüce yaradana kulluk bilinci eşliğinde ibadet etmekle sorumlu olan
insanoğlunun (Zâriyât /51:56) gerçekleştirmekle mükellef olduğu namaz, oruç,
zekât ve hac gibi belirli kurallara uyarak yaptığı ibadetlerin temel amaçlarından
birisi; üstün ahlak ilkelerinin insanın yaşamında hayatiyet bulabilmesini temin
etmektir.
Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de günde beş vakit olarak kılınan namazın, insanı
hayasızlıktan ve haramlardan koruduğu ve üstün ahlaka yönelttiği şu ayet-i kerime
ile bildirilmektedir:
Bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber, namaz ibadetinin insanın ruh
dünyasında ve davranışlarında değişimi getirmesi gerektiğini şu ifadelerle
vurgulamaktadır:
Orucun farz olduğunu bildiren ayet-i Kerimede “Ey müminler!
(Kötülüklerden ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak, sizden öncekilere
farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara 2/18:3) ifadesiyle oruç tutmanın insan
davranışlarında meydana getireceği değişikliğe işaret edilirken Hz. Peygamber’in şu
hadislerinde de oruç ibadetinin üstün ahlaka ulaşmadaki etkisine işaret
edilmektedir:
İman yetmiş (veya altmış) küsur şubedir. En yükseği, "Allah'tan başka ilah
yoktur" demek; en aşağısı ise, yoldan, eziyet veren şeyleri gidermektir. Utanmak
da imânın bir şubesidir." (Müslim, Îmân: 58)
“Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları ahlakı en güzel
olanlarıdır”. (Tirmizî, Radâ: 11)
“Namazı dosdoğru kıl, çünkü namaz insanı fuhuş (her türlü çirkin, söz, fiil
ve davranışlardan) ve münkerden (haramlardan, dinin ve akl-ı selimin çirkin
gördüğü işlerden) men eder, alıkor.” (Ankebût/29:45)
“… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece
uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm: 21)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Resulullah’ın(s.a.s) ifadelerinden, oruç ibadetinde insanın edep ve ahlakının
güzelleştirilmesinin hedeflendiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu hedef
gerçekleşmediğinde, yani oruç tutan insan kötü söz, eylem ve davranışlara devam
ettiğinde oruç ibadeti amacına ulaşamamış olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber bu
durumu şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
Kurban ibadetinde de ahlaki gaye bir ayette şöyle ifade edilmektedir:
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlu İslam'ın emir ve yasaklarına
uyduğu ve ibadetlerin gereğini yerine getirdiği nispette üstün ahlak sahibi olacak,
emir ve yasakları ihlâl ettiği nispette üstün ahlaktan uzaklaşacaktır.
HADİS EDEBİYATINDA AHLAK
Hadis edebiyatının hemen her bölümünde, hayatın her alanına ilişkin görgü
ve edeble ilgili rivayetlere rastlamak mümkündür. Zira din onlarla tamamlanmakta,
Tart
ışm
a •İbadetler ile üstün ahlak arasında bir ilişkinin olduğu gerçektir. Bununla birlikte ibadetlerini düzenli olarak yerine getir(e)meyen bir kişinin erdemli tavırlar sergilemesi ya da ibadetlerini yapan bir kimsenin üsün ahlaka sahip olmaması nasıl açıklanabilir? Konuyu hadisler eşliğinde gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
“Oruç kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin, kötü ve kaba söz söylemesin, bağırıp
çağırmasın, kavga etmesin. Birisi kendisine söver ya da çatarsa ona ‘ben
oruçluyum’ desin” (Müslim, Sıyâm: 163; Buhârî, Savm: 9)
“Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve
içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm: 8; Ebû Dâvûd, Savm: 25)
"Nice oruç tutanlar vardır ki onların oruçtan nasipleri sadece aç (ve susuz)
kalmalarıdır.” (İbn Mace, Sıyam: 21)
“Onların ne etleri, ne de kanları hiç bir zaman Allah’a yükselip erişmez. O’na
yalnız takvanız ulaşır.” (Hac/22:37)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
dindarlık da onlara riayetle özdeşleştirilmektedir. Öte yandan edep ve ahlaka ilişkin
rivayetler sadece edep bölümlerinde değil, hadis eserlerin tümüne serpiştirilmiş bir
vaziyette yer almaktadır. Bu anlamda hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı
bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere has bir kavram
olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis
musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret
etmemekte; bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak”
kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis
edebiyatına, ahlakla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak
yaklaşılması gerekmektedir. Ancak doğrudan ahlak konusunu içeren rivayetler
karşısında musanniflerin tutumunu ortaya koyabilmek adına bir tasnif yapmanın
gerekliliği de kaçınılmazdır. Bu nedenle öncelikle, temel hadis kaynaklarında
müelliflerin doğrudan ahlakla ilişkili rivayetleri konu edindikleri bâbları dikkate
alacak ardından hadis edebiyatı içerisinde tamamen ahlak konusuna hasredilen
eserlere değineceğiz.
Temel Hadis Kaynaklarında Ahlakla İlgili Bölümler
Temel hadis eserlerinde “Kitabu’l-Edeb”, “Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla”, “Kitabu’z-
Zühd”, “Kitabu’l-İsti’zan” gibi başlıklarla tasnif edilen bölümlerin doğrudan ahlakla
ilişkili olduğu kabul edilmektedir.
“Kitâbu’l-Edeb”
Hadis kaynaklarının ahlaki tutumlarla ilişkili en yakın bölümünün edep başlığı
ile tasnif edilen bölümler olduğu ifade edilebilir. Ancak bu bölümlerde ahlakla
alakalı bütün rivayetler bir araya getirilmemiş, müelliflerin uygun gördükleri
konuları nakleden rivayetler bu başlık altında nakledilmiştir. Kütübü Sitte
kaynaklarında Kitâbu’l-Edeb bölümlerinde ortak olarak şu konuları içeren rivayetler
nakledilmiştir:
Oturuş şekli ve oturma kalkma adabı
Hapşırana esenlik dileme şekli ve ehemmiyeti
Çocuklara güzel isim vermenin önemi
Günlük konuşmalara ilişkin tavsiyeler vb. hususlara ilişkin rivayetlere yer
verilmiştir.
Müellifler genel olarak bu temel konular üzerinde durarak “Edeb” başlığını
vermeyi tercih ettikleri bölümleri oluştururken, her musannifin aynı başlık altında
farklı rivayetleri zikretmeyi tercih edebildiği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Nitekim Tirmizî’nin giyim kuşam ve koku sürünme ile ilgili rivayetleri, diğer
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
müellifler “libâs” ya da “zinet” gibi bölümlerde zikretmesine rağmen, edep
bahsinde ele alması bunun bir göstergesidir.
“Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla”
İslam ahlakının en temel dinamiklerinden olan “birr” ve “sıla” kelimeleri
musannifler tarafından birlikte kullanılarak bölüm başlığı olarak takdir edilmiştir.
“Birr” kelimesi sözlükte iyilik yapmak, ihsânda bulunmak anlamına gelirken “sıla”
kelimesi ise bağlantı ve ilgi anlamlarına gelmektedir.
Birr kelimesinin temel hareket noktası değer verilmesi gereken her şeye
değer vermek iken, sıla kavramı ise en yakından başlayarak bütün müminlerle iyi
ilişkiler içinde olmayı ifade etmektedir. Bu anlamda “Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla” başlıklı
bölümlerde anne-baba hakkına, komşu hakkına, akraba hukukuna işaret eden
rivayetler yer almakta bunların yanı sıra kişiler arası ilişkilerde her türlü hak ihlalini
kapsayan yalan, gıybet, haset vb. kötü hasletllerle ilgili rivayetlere de yer
verilmektedir.
“Kitabu’l-İsti’zan”
Kelime olarak izin istemek anlamına gelen “e-z-n” kökünden türemiş bir
masdar olarak isti’zan bölümlerinde, musannifler toplumsal ilişkilere ve sosyal
ahlak kurallarına işaret eden rivayetleri bir araya getirmişlerdir. Ebu Musa el-Eş’ari
tarafından nakledilen kapının üç defa çalınmasına rağmen açılmaması hâlinde geri
dönülmesini belirten rivayet (Müslim, Edeb 33-37) ekseninde kapsam alanı daha iyi
anlaşılan bu bölümlerde şu konulara yer verilmiştir:
Selamlaşma
Çeşitli mekânlara giriş ve çıkış adabı
Toplumsal kullanıma açık alanlarda uyulması gereken kurallar
Yazışmalarda uyulacak kurallar
Yolculuk ve konaklama esnasında uyulması gereken kurallar
Uyuma ve uyanma anında yapılması gerekenler
“Kitâbu’z-Zühd” ve “Kitabu’r-Rikāk”
Hadis kaynaklarında “zühd” ve “rikāk” başlıkları altında tasnif edilen
rivayetler de yine doğrudan ahlakı ilgilendiren rivayetlerin yer aldığı bölümler
olmuşlardır. Dünya nimetleri karşısında insanın takınması gereken tavrı tavsif eden
rivayetlerin ağırlıklı olarak nakledildiği bu bölümlerde dinin dünyaya bakışı,
tevekkül, sabır, tevazu, zenginlik ve fakirlik kavramları ile ilişkilendirilerek ortaya
konulmuştur.
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Ahlak Konulu Hadis Eserleri
Hadis eserlerinde doğrudan ahlak ile ilgili oluşturulan bölümlerin haricinde
müstakil olarak ahlak konusuna tahsis edilerek oluşturulan eserler de mevcuttur.
Hadis Edebiyatı’nda “Edeb”, “Mekârim”, “Fedâil” ve “Zühd” kitapları müstakil
olarak ahlak konusunu içeren eserlerdir.
“Edeb Kitapları”
İnsanın hangi durumlarda nasıl davranması gerektiği hususunda rehberlik
yapan Edeb kitaplarının en çok bilineni ve en önemli kaynağı Buhârî’nin
(ö.256/870) “Edebu’l-Müfred”’idir. Yine İbn Ebî Şeybe’nin (ö.235/849) “Kitâbü’l-
Edeb”’i de hadis edebiyatında edep bahsi altında önemli bir yere sahiptir.
Edeb kitaplarında içerik olarak kişisel ahlaki nitelikleri konu edinen yalan
söylememek, kibarlık, hayâ, cömertlik, cimrilik, küs durmama, iki yüzlülük vb.
konulara yer verilirken aynı zamanda kişinin çevresiyle iletişimini konu edinen
anne-babayla ilişkiler, akrabalık ilişkileri, yetimlerle ilişkiler, büyüklere saygı,
küçüklere sevgi, çocuk hakları, komşu hakları, izin isteme, hasta ziyareti vb.
bölümler yer almaktadır.
“Mekârim Kitapları”
Mekârim eserleri hadis literatüründe ahlak konusuna tahsis edilmiş önemli
kaynaklardandır. “Mekârimü’l-Ahlak” başlığıyla sunulan mekârim eserlerinin önde
gelenleri İbn Ebi’d-Dünyâ’nın (ö.281/894) ve Taberânî’nin (ö.281/894) Mekârimü’l-
Ahlak adlı eserleridir. Dürüstlük, cömertlik ve kardeşlik gibi değerlerin vurgulandığı
bu eserlerin konuları ana hatlarıyla şu kavramlar etrafında şekillenmektedir:
Utanma duygusu, dürüstlük, verilen sözü tutma, akrabalık ilişkileri, güvenirlilik,
komşu hakları, hediyeleşmek.
“Fedâil Kitapları”
Fedâil edebiyatının en önemli özelliği, fazilet ve erdemiyle üstün niteliklere
sahip davranış ya da kişileri konu edinmesi ve örneklik niteliği taşıyan güzel
davranışları bir arada sunmasıdır. Bu açıdan ilk sırada Hz. Peygamber tarafından
uygulanması tavsiye edilen davranışlar eserlerde yer almıştır.
Fedâil eserlerinin elimize ulaşan ilk örneği İbnü’s-Sünnî’nin (ö.364/974)
“Fedâilü’l-A’mâl”idir. Yine İbn Şâhîn’in (ö.385/995) “et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl ve
Sevâbü Zâlik” adlı eseri de genel olarak hadis edebiyatında fedâil eserlerinin en
eski örneklerindendir.
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Aile, peygamberi
ahlakın hâkim kılınması
gereken, toplumun en
önemli kurumudur.
“Fedâilu’l-A’mâl” başlığıyla sunulan bu eserlerde Kur’an okuma, ilim tahsil
etme, zikir, abdest, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin faziletlerini ifade
eden rivayetlerin nakledilmesiyle birlikte kişisel ve sosyal hayata ahlaki niteliklerin
taşınması hususunda rehberlik edecek akıl, tevazu, hilm, kanâat, selamlaşmak,
gıybet etmemek gibi bahislere de yer verilmektedir.
“Zühd Kitapları”
Dünya hayatında kanaatkâr olmak, tevekkül sahibi olmak, haramlardan uzak
durmak ve kimsenin elindeki nimete göz dikmemek gibi ahlaki niteliklere işaret
eden zühd kavramı ekseninde oluşturulan bu eserlerde kişinin dünya hayatında
takınması gereken ahlaki tavrın ne olması gerektiğine ilişkin bilgiler sunulmaktadır.
Zühd eserlerinin en bilinen örneği Abdullah ibnü’l-Mübârek’in (ö.181/797)
“Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik” adlı eseridir. Yine Vekî İbnü’l-Cerrâh’ın (ö.197/813)
“Kitâbü’z-Zühd” adlı eseri de zühd literatürünün ilk dönemine ait önemli
örneklerdendir. İmâm Beyhakî’nin (ö.458/1065) “Kitâbü’z-Zühd”’ü de zühd
eserlerinin en bilinen örneklerindendir.
HADİS RİVAYETLERİNDE AHLAK
İnsanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmeleri için, öncelikle
birbirleri ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmaları gerekir. Hz. Peygamber’in
ifade ve davranışlarını bizlere aktaran hadis rivayetleri de bu anlamda, beşerî
ilişkilerde üstün ahlaki değerlerin hâkim kılınmasına öncülük etmektedirler.
Ünitemizin bu bölümünde farklı noktalardan yaklaşarak hadislerin ahlaki ilkelere
hayatiyet kazandırma hususundaki işlevlerini ele alacağız.
Hadislerde Aile ve Ahlak İlişkisi
Dünya ve ahiret mutluluğunun sebebi ve kaynağı olarak vasıflandırılabilecek
aile kurumu, neslin devamı için bir vesile, kişiyi günah iş ve davranışlardan koruyan
bir engel ve kalkandır. Bu nedenle, Hz. Peygamber tarafından “aile” kurumuna
büyük önem verilmiş, aile kurmaya insanlar teşvik edildiği gibi ailede bütünlük ve
dirliğin korunmasını ve düzenli bir aile yaşantısını temin için tavsiyelerde
bulunulmuştur. Aile içi iletişim ahlakı olarak da vasıflandırılabilecek bu tavsiyelerle
Resulullah(s.a.s) üstün ahlaki niteliklere sahip bir toplum inşa etmeyi hedeflemiştir.
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Bu kapsamda Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler çok anlamlıdır:
Hadis-i şeriflerde ailenin geçimini temin edebilmek için gayret göstermek,
erdemli bir davranış olarak sunulmuş Allah yolunda yapılan bir çalışma olarak
değerlendirmiştir:
Aileye harcanan her bir kuruş da Allah için verilmiş sadaka hükmündedir ve
eşler için sevap kaynağıdır. Hadis-i şeriflerde bu durum şöyle müjdelenir:
Evlilik kurumunun başarıyla yürütülmesi ve her iki tarafa da mutluluk ve
huzur getirebilmesi için eşlerin birbirine karşı hoşgörülü ve anlayışlı olması şarttır.
Aile içinde eşlerin birbirleriyle olan iletişiminde üstün ahlaka sahip olarak
birbirlerine değer vererek hareket etmeleri ise şu hadisler ile temin edilmektedir:
“Sizin en hayırlınız, ailesine karşı iyi olanınızdır. Ben, aileme karşı en iyi
olanınızım.” (İbn Mâce, Nikâh: 50)
“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü onları Allah’ın emanıyla aldınız ve
Allah’ın sözüyle onları kendinize helal kıldınız.” (Müslim/ Hacc: 147)
“Küçük çocuklarının nafakasını kazanmak için çalışan kimse, Allah yolundadır.”
(Beyhâkî, VII/479)
"Bir adam sırf Allah rızasını umarak aile halkına infak ederse bu onun hesabına
sadakadır". (Buhârî, Nafakat: 1, Îmân: 41)
"Bir adamın hayra harcadığı dinarın en faziletli olanı, çoluk çocuğunun geçimi
için sarf ettiği dinar ile Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği dinar ve Allah
rızası için (çarpışan) arkadaşlarına harcadığı dinardır". (Müslim, Zekât: 38)
"Hiçbir mü'min erkek, mü'min kadınına buğzetmesin; zira hoşlanmadığı huyları
varsa buna karşılık razı kalacağı huyları da vardır. (Müslim, Kitabu’r-Radâ: 61)
. "Mü'minlerin imanca en kâmil olanı, en güzel ahlaklı olanlarıdır. Hayırlı olanınız
da kadınlara karşı iyi davrananlarınızdır". (Tirmizî, Radâ: 11)
".. Kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. ….. Şunu biliniz ki!
kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi kadınlarınızın da sizin üzerinizde haklan
vardır. … ". (Tirmizî, Radâ': 11 )
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Rabbine ibâdet yolunda
serpilip büyüyen
gençler.. (Buhârî,
Muhâribîn, 4)
Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki, hadis-i şeriflerde sağlıklı nesiller
yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulması gerekli ve önemli bulunarak
karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde mutlu
bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile
kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü
üzere bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur.
Hadislerde Gençlik ve Ahlak İlişkisi
İnsanoğlunun hayırda da, şerde de büyük mesafeler alabileceği gençlik
dönemi, insan ömrünün en verimli çağıdır. Enerjinin ve kabiliyetlerin doruk noktaya
ulaştığı bir zaman olması nedeniyle bu dönemde sahip olunacak üstün ahlaki
nitelikler çok daha önemlidir. Nitekim insanların gölgeden mahrum olacakları
kıyamet gününde, gölgelenebilecek yedi sınıf insanı belirtirken Resulullah’ın(s.a.s)
“…Rabbine ibadet yolunda serpilip büyüyen genç, …” (Buhârî, Muhâribîn: 4)
ifadeleriyle gençlik döneminde ibadetini aksatmayan ve kulluk bilinci içinde
hareket eden kimseleri de zikretmesi bunun bir göstergesidir.
Bir başka hadis-i şerifte ise “insanoğluna... gençliğini nerede (nasıl)
yıprattığı…” sorulmadan kıyamet gününde hesabının tamamlanmayacağının
belirtilmesi (Tirmizî, Sıfâtul-Kıyâme: 1) de gençlik döneminde insanları hayat bilinci
açısından üstün ahlaka sahip olmaya teşvik eder niteliktedir.
Bu anlamda hevasına uymayan ve erdemli davranışlar sergileyen gençler için
ise müjde vardır:
Gençlik döneminin bilinçli bir şekilde geçirilmesinin tavsiye edilmesiyle
birlikte bu dönemde diğer insanlara gösterilecek saygının da şu şekilde karşılık
bulacağı ifade edilmiştir:
“Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde gözeticidir ve o da
bunlardan sorumludur.” (Buhârî, Cum'a: 11; Müslim, İmâret: 20)
"Allah, gayrimeşru şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir." (Ahmed b.
Hanbel, IV/151)
"Bir genç yaşlı bir insana yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, yaşlandığı
zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi Allah ona musahhar kılar."
(Tirmizî, Birr: 75)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
“Bizi aldatan bizden
değildir.” (Müslim, Îmân 164,
Fiten 16)
Hadislerde İktisadi Davranışlar ve Ahlak İlişkisi
Bireyler iktisadi hayatlarında ahlaki prensiplere bağlı kaldıkları ve
davranışlarını bu çerçevede düzenledikleri takdirde; toplumsal hayattaki ekonomik
huzursuzluklar ve dengesizlikler ortadan kalkabilecek, sosyal barış tesis
edilebilecektir. Bu anlamda hadisler ahlaki müeyyideleri vurgulayarak insanları;
cimrilikten, müsriflikten, zengin-fakir ayrımından, dünya malına aşırı bağlılıktan
sakındırarak ve alışveriş ahlakını tesis ederek sosyal adaletin oluşturulmasını temin
etmektedirler.
Örneğin Kayle adında bir kadının, Resulullah(s.a.s) umre yaparken, yanına
gelerek “Ey Allah'ın Resulü! Ben, ticaret yapan bir kadınım. Bir şey satın almak
istediğim zaman ona vermek istediğim fiyatın altında teklif yaparak pazarlık
ederim. Sonra satın almak istediğim fiyata kadar çıkarım. Bir şey satmak
istediğimde de istediğim fiyatın üzerinde bir fiyat söylerim. Sonra pazarlık sırasında
istediğim fiyata kadar düşerim.” sözlerine karşılık Allah Resulü(s.a.s) “Ey Kayle! Böyle
yapma. İster verilsin isterse verilmesin almak istediğin fiyatı söyle" buyurmuştur.
(İbn Mâce, Kitabü’t-Ticârât: 29)
Bir başka hadiste ise Resulullâh(s.a.s) buğday satan bir tüccarın alt tarafa yaş
buğdayı üst tarafa ise kurusunu koymak suretiyle satış yaptığını tespit ettiğinde
“İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden
değildir." (Müslim, İman: 164) buyurması alış-verişte doğruluk prensibinin üstün
ahlakın bir göstergesi olarak hâkim kılınması gerektiğine delalet etmektedir.
Nitekim ölçü ve tartıya özellikle dikkat etmek hususunun hadis-i şeriflerde
emredilmiş olması ve doğru ölçü ve tartının bereket sebebi olduğunun bildirilmesi
(Buhârî, Buyû: 52) de bu prensibin bir gereğini ortaya koymaktadır. Ahlaki bir
nitelik olarak doğruluk prensibine bir başka hadis-i şerifte de malın fiyatının,
müşteriyi aldatarak, kasıtlı olarak artırılmaması gerektiği vurgusuyla şu ifadelerle
işaret edilmektedir:
Bir
eys
el E
tkin
lik
•Gençlik döneminde üstün ahlakı edinmenin gerekliliğini hadis-i şeriflerin rehberliğinde düşününüz.
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
“İmânı en mükemmel
mümin, ahlakı en güzel
olan mümindir.”
İktisadi hayatın en temel kurallarından birisinin haksız kazanç sağlamamak
olduğu pek çok hadis-i şerifte vurgulanırken buna yol açabilecek her türlü davranış
hoş görülmemiş ve reddedilmiştir. Bu anlamda Resulullah’ın(s.a.s) veda hutbesinde
faizin haram olduğunu belirtirken, ilk yasaklamaya kendi yakınlarından başlaması
dikkat çekicidir. (Müslim, Hacc: 194) Yine haksız kazancın önüne geçebilmek amacı
eşliğinde Hz. Peygamber’in rüşvet alana da verene de lanet etmesi (Ebû Dâvud,
Kitâbü’l-Akdiye: 4) müminlerin ekonomik kazanç sağlayabilecekleri her durumda
üstün ahlak eşliğinde hareket etmesi gerektiğini göstermektedir.
İktisadi hayatta aşırı tüketim insanlar arası kaynak dağılımını bozduğu gibi,
aşırı tasarruf da yatırımları azaltacaktır. Bu nedenle hadis-i şeriflerde meşru sınırlar
içerisinde harcama yapmak teşvik edilmiştir ki, şu hadis de bu duruma delalet
etmektedir:
Hadislerde Bireysel İlişkiler ve Ahlak
Huzurlu bir toplumun inşâsında, sevgi ve saygı zemininde kişiler arası
sağlıklı bir iletişimin kurulması önem arz etmektedir. Sevginin ve saygının olmadığı
samimiyetten yoksun ilişkiler, menfaate dayalı günübirlik ilişkiler olacaktır. Söz
konusu zemin, toplumda fertlerin birbirlerine güven duymalarını, dayanışma
içerisinde olmalarını dolayısıyla güçlü bir yapı oluşturmalarını sağlayacaktır.
Nitekim, hadis-i şeriflerde de sağlıklı bir toplumsal yapının oluşabilmesi için bu
hususa dikkat çekilmiş, insani ilişkilerde üstün ahlakın hâkim kılınması esas olarak
kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler de bunun bir
göstergesi konumundadır:
“(Bir malı satın almak istemediğiniz halde alıcıları kızıştırarak) malın fiyatını suni
olarak artırmayınız."(Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Büyû: 44)
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf
etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun
üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libâs: 1; İbn Mace, Libâs: 23.)
“Müslüman; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî,
Îmân: 12)
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek
anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân: 93)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
“Kişiye şer olarak
Müslüman kardeşini
hor görmesi yeter.”
(Ebu Dâvud, Edep: 35)
Pek çok hadiste Müslüman kimsenin Allah’a itâat ve ibadet görevinin yanı
sıra insâni ilişkilerinde dürüst, samimi, hoşgörülü, başkalarına yardım eden,
kimseye kötülük etmeyen, kendisine yapılan kötülüğü bağışlayan, başkalarına yük
olmamaya çalışan olgun kimse olarak tasvir edilmesi de bireysel ilişkilere hangi
ölçüde ehemmiyet verildiğini göstermektedir. Nitekim, Resulullah’ın(s.a.s) “hangi
amel daha üstündür?” diye kendisine soru soran kimseye “insanlara yemek
yedirmen ve tanıyıp tanımadığın herkese selam vermendir” (Buhârî, İman, 20) diye
cevap vermiş olması ve yine bir başka hadiste “Kişiye şer olarak Müslüman
kardeşini hor görmesi yeter.” (Ebu Dâvud, Edeb: 35) ifadesinin nakledilmesi de
bunun bir göstergesi niteliğindedir.
Bireysel ilişkilerde, karşısındaki kişiye güven vermenin en önemli
hususlardan biri olduğuna dikkat çekilen hadis-i şeriflerde karşısındaki insana
yapılan muameleyi kendine yapılıyormuş düşüncesiyle hareket edip sevinçleri ve
kederleri paylaşma yoluna gitmenin gerekliliğine işaret edilmiştir.
Allah Resulü(s.a.s) insani ilişkilerde yardımlaşmanın ve karşısındaki insanın
ihtiyacını gidermenin önemine “Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da
ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki
sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet
gününde ayıplarını örter.” (Müslim, Birr: 58) ifadeleriyle dikkat çekerken ahlak
eğitiminde, özellikle mahrumiyet oluşturacak ya da yok sayılmasına neden olacak
davranışlarda karşıdaki insanın inancının hiçbir şekilde etkin olamayacağına da
işaret edilmiştir. Nitekim koyun kesen Abdullah İbn Amr’ın Yahudi komşusunu
defalarca zikretmesi (Buhârî, Edebu’l Müfred: I/58) de buna bir delildir. Yine Hz.
Peygamber’in “Üç şey iyiye karşı da kötüye karşı da yapılır: Sıla-i rahim, ahde vefa
“Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçek
mümin olamaz” (Buhârî, Îmân: 7)
“İyi Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu
kimselerdir. Asıl muhacir ise Allah’ın yasaklarından kaçınandır.” (Buhârî, Îmân:
4)
“Gerçek mümin hem seven hem de sevilendir. Sevmeyen ve sevilmeyen
kimsede hayır yoktur.” (Buhârî, Edeb: 27)
“Vallâhi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş
olamaz. ‘Kim ey Allah’ın Resulü’ denildiğinde “şerrinden komşusu emin
olmayan kimse” buyurmuştur. (Müslim, Îmân: 73)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
ve emaneti eda etmek” ifadeleri de kişiler arası ilişkilerde müminin taşıması
gereken özellikleri göstermekte, muhatabın niteliğine bakılmadan sergilenmesi
gereken tutumu ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber’in yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede, insanlık tarihinde eşine
rastlanılamayacak dönüşümü sağlamasının temel sırrı, alçak gönüllü ve yumuşak
huylu olmasıdır. Müminler söz konusu olduğunda, Firdevs’e varis olacakların
vasıfları zikredilirken, ibadetlerinde hassas olmalarının yanında, onların boş
sözlerden uzak durdukları, emanet ve ahitlerine bağlı kaldıkları vurgulanmaktadır.
(Müminûn/70:1-8) Bir başka ayet-i Kerimede ise, “Rahman’ın kulları yeryüzünde
tevazuyla yürürler ve cahil kimseler onlara musallat olduğunda da “Selam” deyip
geçerler” (Furkân/25:63) buyurularak olgun bir müminin, kendisine musallat bile
olsa, diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği ifade edilmiştir. Nitekim hadis-
i şeriflerde de bu husus şu şekilde yer almaktadır:
Fıtraten yanlış yapmaya ve hata işlemeye meyyal olan insanoğlunun,
çevresindekilerle iletişiminde bazen sorunlar yaşaması söz konusu olabilmektedir.
Böylesi zamanlarda insanlara düşen önemli görevlerden bir tanesi de bu tür
sıkıntıları çözüme kavuşturmaya çalışmaktır. Yalanın her çeşidine şiddetle karşı
olan dinimizin, insanların arasını düzeltme gayreti esnasında bunu kabul edilebilir
bulması İslam ahlakında insani ilişkilere verilen önemin bir göstergesi
niteliğindedir. Bu hususla ilgili olarak Resulullah’tan(s.a.s) nakledilen şu hadisler
bireyler arası ilişkilerde prensipleri ortaya koymaktadır:
“Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye karşı
övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini vahyetti.” (Müslim,
Cennet: 64)
“Allah refiktir (kullarına kolaylık diler.) Kullarının da her hususta yumuşaklıkla
muamele etmelerini ister.” (İbni Mace, Edep: 9)
“Allah refiktir, sözde ve işte nazikliği sever. Allah sertlik ve kabalığa hatta ondan
başkalarına vermediğini rifke (yumuşaklığa) verir.” (Müslim, Birr: 77)
“Sana rifk gerek çünkü rifk, bulunduğu şeyi güzelleştirir, uzaklaştığı şey ise
çirkinleştirir.” (Müslim, Birr: 78)
“İnsanların arasını bulmak için hayırlı haber götüren (veya hayırlı söz
söyleyen) kimse yalancı sayılmaz.” (Buhârî, Sulh: 2)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Toplum bilinci oluşturabilmek adına kişiler arası ilişkilere önem veren Hz.
Peygamber insani ilişkilerde iletişim ahlakını tesis edecek ilkeleri belirtmiş,
aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin sağlam
prensiplere bağlanmasını istemiş ve bunun ölçülerini ortaya koymuştur. Bu
husustaki hadislerden bazıları şu şekildedir:
İslam âlimlerine göre ahlak, Hz. Peygamber’den gelen her şeyi
kapsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında hadis edebiyatının ve hadis rivayetlerinin
tamamının ahlaka dair olduğu söylenebilir. Bununla birlikte bir konuyu belirli bir
yaklaşımla işlemenin getirdiği zorunluluk eşliğinde sunduğumuz örnekler üzerinden
şunu ifade edebiliriz ki üstün ahlaka erişmeyi hedefleyen kimseye yaraşan, bu
hasletlerin hepsini kendinde toplamaya gayret etmesi, kusuru olduysa da, en
azından bazılarını kendinde toplamak için çalışması ve kendisine verilen güzel
hasletlere sarılmasıdır.
“Resulullahsav, sizlere nafile oruç, nafile namaz ve sadakadan daha faziletli ameli
bildireyim mi? diye sorduğunda orada bulunanlar “evet”, deyince
Peygamberimiz; “iki kişinin arasını düzeltmektir” buyurdu.” (Ebu Dâvud, Edeb:
58)
İbn Şihâb: “ İnsanların yalan söylemelerine şu üç yerin dışında müsaade
edildiğini duymadım. Bu üç yer: Savaşta düşmanı yanıltmak için, insanların
arasını düzeltmek için, karı kocanın aralarındaki sıkıntıyı gidermek için
birbirlerine karşı yalan söylemeleri.” (Müslim, Birr: 101)
“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selamını almak,
hastalandığında ziyaret etmek, cenazesine iştirak etmek, davetine icabet etmek
ve aksırdığında hayır duada bulunmak.” (Buhârî, Cenâiz: 2)
“Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır.” (Ebû Dâvud, Edeb:
133)
“Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz
ve cimriliğiniz yok olsun.” (Mâlik, Hüsnü’l-Hulk: 16)
“Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin çağrılıp fakirlerin terk edildiği yemeklerdir.
(Buhârî, Nikâh: 73)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Öze
t •Bu ünitede hadis ve ahlak arasındaki ilişki ele alınmış ve özetle şu hususlara değinilmiştir:
• Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde, din ile ahlak arasında ontolojik bir bağ vardır. Zîra Resulullah (s.a.s.) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Dolayısıyla güzellikle ve de güzel ahlâkla din arasında doğal bir ilişki bulunmaktadır
• İslam ahlakının iki temel kaynağından birisi olan hadis rivayetleri, müminin iman ve amel dünyasında da etken role sahip olması nedeniyle üstün ahlakın tesisinde önemli bir role sahiptir.
• Hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere ve belirli rivayetlere has bir kavram olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret etmemekte bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak” kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis edebiyatına ahlâkla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak yaklaşılması gerekmektedir
• Hz. Peygamber'in ahlakı ile ahlaklanmayı hedefleyen kişiye yaraşan, hadislerde ifade bulan üstün ahlaki niteliklere sahip olabilmek için gayret etmesidir.
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi ifade
etmektedir?
a) Bazı hadisler insanın ahlaklı olmasını temin etmeyi hedefler.
b) Hadis eserlerinin “edeb” bölümleri ahlak ile ilişkilidir.
c) Hadis rivayetleri, kişinin ibadet dünyasını belirlediği ölçüde ahlak ile
ilişkilidir.
d) Hadis rivayetlerinin tümü ile ahlak arasında varoluşsal bir bağ vardır.
e) Hadis rivayetleri kişinin imanını kuvvetlendirdiği ölçüde ahlak ile
ilişkilidir.
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in doğrudan “ahlak“ üzerine
söylediği hadis-i şeriflerden birisi değildir?
a) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
b) “Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kâmil mümin
olamaz.“
c) “Müminlerin iman yönünden en üstün olanı, ahlakça en üstün olanıdır.“
d) “Yer ve gökler adalet ile ayakta durmaktadır.“
e) “Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana
sığınırım.”
3. “İyilikle kötülük asla bir olmaz. O hâlde sen kötülüğü en güzel şekilde
uzaklaştır. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse candan,
sıcacık bir dost oluvermiştir. “ (Fussilet Suresi, 41/34)
Yukarıdaki ayette vurgulanmak istenen temel mesaj aşağıdaki hangi
hadis ile ortak niteliktedir?
a) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirini sevmedikçe de iman
etmiş olamazsınız.”
b) “Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır”.
c) “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf
etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun
üzerinde görmek ister.”
d) “Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi
sevesiniz ve cimriliğiniz yok olsun.”
e) “Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye
karşı övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini
vahyetti.”
4. - “… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri
sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyam, 21)
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
- “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini
ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm, 8; Ebû Dâvûd,
Savm, 25)
Yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerde vurgulanan ortak mesaj
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Gece namazını kılanların çoğunluğu sadece uykusuz kalmış olurlar.
b) Allah’ın (c.c.) bizim tutacağımız oruca ihtiyacı yoktur.
c) Oruç tutmak sadece yemek ve içmekten uzak durmayı ifade etmez.
d) Oruç tutarken ve gece namazı kılarken Yüce Allah’ın ibadetlerimizi kabul
etmesi için daha çok gayret gösterilmelidir.
e) İbadetlerin temel gayelerinden birisi de kişilerin ahlaken
olgunlaşmalarını da temin etmektir. Aksi takdirde şeklen yapılan ama
davranışlarda insan rehberlik yapmayan ibadetler meyvesiz ağaca
benzeyecektir.
5. Aşağıdakilerden hangisi ahlak konulu hadis eserlerinden birisi değildir?
a) Buhârî - Edebu’l-Müfred
b) Hatîb Tebrîzî - Mişkâtu’l Mesâbîh
c) Taberânî - Mekârimü’l-Ahlak
d) Abdullah ibnü’l-Mübârek - Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik
e) İbn Şâhîn - et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl
Cevap Anahtarı:
1. d 2.d 3.e 4.e 5.b
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmed Hamdi. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri,sdl: Ali
Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları.
Algül, Hüseyin. (1977). İslam Ahlak İlminin Dünü ve Bugünü. Nesil Mecmuası II/2.
İstanbul.
Aynî, Mehmed Ali. (1343). Ahlak Dersleri. İstanbul.
Balaban, Mustafa Rahmi. (1950). İlim-Ahlak-İman. Ankara.
_________. (1949). Tarih Boyunca Ahlak. İstanbul.
Beekun, Rafik Issa. (1997). Islamic Business Ethics. Virginia.
Bertran Alexis. (2001). Ahlak Felsefesi. çev. Salih Zeki, sdl. Hayrani Altıntaş, Ankara:
Akçağ Yayınları.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1927). Nazarî ve Amelî Ahlak-ı İslamiyye Dersleri. İstanbul.
Boutroux, Emile. (1940). Avrupa Medeniyyetinin Ahlak Kökleri. trc. Rahmi Balaban.
İzmir.
Buhari, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail. (1996). el-Edebü’l-Müfred. thk. Hâlid
Abdurrahman el-‘Akk. 1. Baskı, Beyrut.
Cevizci, Ahmet. (2002). Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma
Çağırıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Çetin, Abdurrahman. (2007). Peygamberimizin Ahlakı, İstanbul: Ensar Neşriyat.
Draz, M. Abdullah. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel - Ünver Günay.
İstanbul: İz Yayıncılık.
Erdem, Hüsameddin. (trz.). Ahlak Felsefesi. Konya: HÜ-ER Yayınları.
_________. (1994). Ahlaka Giriş, Konya.
_________. (1996). Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Ahlak. Konya: Sebat
Matbaacılık
Fındıkoğlu, Z. Fahri. (1944). Ahlak Tarihi. İstanbul.
Gregorie, François. (1971). Büyük Ahlak Doktinleri. trc. Süreyya Cemal. İstanbul.
Güler, İlhami. (2003). İman-Ahlak İlişkisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
İbn Ebü'd-Dünya. (1989). Mekarimü'l-Ahlak. Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye.
Hadis ve Ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29
İbn Hazm. (2005). Ahlak. çev: C. Erdemci - H. H. Bircan. Van: Bilge Adam Yayınları.
İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma. çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu.
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Kamil, Mehmet. (1330). Ahlaki Şeriyye Dersleri. İstanbul.
Kandemir, Yaşar. (1986). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul: Nesil Yayınları.
Kınalı Zâde, Alâud-Dîn Ali Çelebi. (trz.). Ahlakı-Alâî. sdl. Hüseyin Algül. İstanbul:
Tercüman 1001 Temel Eser Dizisi.
Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Temelleri. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Koca, Suat. (2005). Erken Dönem Mekârim-i Ahlak Literatürünün Ahlak-Değer
İlişkisi Bakımından İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜSBE, Ankara.
Kutub, Muhammed. (1977). İslam Terbiye Metodu ve Ahlak Sistemi. trc. Ali Özek.
İstanbul.
Mustafa Rahmi. (1342). Ahlak. İstanbul.
Naim, Babanzade Ahmed. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul.
Özlem, Doğan. (2004). Etik-Ahlak Felsefesi. İnkılâp Kitabevi. İstanbul.
Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak. Remzi Kitabevi. 2. Baskı. İstanbul.
Şekerci, Osman. (t.r.z.). Kaynaklarımıza Göre İslam Terbiyesi. İstanbul.
Turgut, Ali. (1980). Kur’an-ı Kerim’e Göre Ahlak Esasları. İstanbul: Şamil Yayınevi
Ülken, Hilmi Ziya. (1946). Ahlak. İstanbul.
Ürkmez, Ahmet. (2010). Ahlak Ekseninde Hadis. Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları.
_________. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Dört Temel İslâmî Erdem. İstanbul:
Elif Yayınları.
Yetmen, Fahrunnisa. (1958). Ahlakın Temeli Nefis Terbiyesidir. Ankara: Akın
Matbaası.
İÇİN
DEK
İLER
• İslam'da Ahlakın Kaynağı ve Kapsamı
• Ahlaki Yükümlülük ve Yaptırım
• İnsanın Doğası ve Özgürlüğü
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam'da ahlak ve İslam ahlakının önemini kavrayabilecek
• İslam'da ahlakının kaynağını ve kapsamını anlayabilecek
• İslam ahlakıyla bağlantılı olarak insanın doğası ve özgürlüğü konusunda bilgi sahibi olabileceksiniz
ÜNİTE
3
İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI
YAPTIRIMI VE İNSANIN DOĞASI
İSLAM AHLAK ESASLARI
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Ahlaka ilişkin yapılan
tanım zenginliği temel
bir noktaya işaret eder:
Yaşamı Yönlendirmek
GİRİŞ
Ahlaka ilişkin yapılan tanım zenginliği temel bir noktaya işaret eder: Yaşamı
Yönlendirme. Eğer bu çıkarım doğruysa, iyi ve kötünün bilgisine, yöneleceği amaca
ve bunları gerçekleştirecek türden bilgi, güç ve iradeye sahip olmayan bir insan
yaşamı yönlendiremez (Pazarlı, 1972: 12).
Ahlak, son tahlilde, yaşamı yönlendirmeye yönelik ne yapmalıyım ile ne
yapmamalıyım sorularını cevaplayan bir disiplin olarak görülür. Bu hâliyle ahlak,
“yapılması ya da yapılmaması gereken kuralların izlenmesinden, ahlaki seçimlere
yardımcı olan veya onları engelleyen motiflerden, ahlaki kararlar alırken
eylemlerimizin sonuçlarının rolünden ve ahlaka uygun bir yaşam sürmekten söz
eder. Farklı ahlak düzenleri, insanlık doğasının farklı anlayışlarını, ahlakın yönü ve
temelini ve ahlaka uygun kararların biçimini, nasıl olmaları gerektiğini yansıtır.
Modern ahlak felsefesinde bölünme çizgileri her iki yanda da düzenlenmiş olarak
görülebilir” (Cook, 2004: 198).
İslam’da ahlaktan söz edilirken, bir yandan, öncelikle bir ‘Kur’an Ahlakı’na
dikkat çekilir, öte yandan, Kur’an Ahlakı’nın yanında bir de bu ahlakı örneklerle
zenginleştiren ve daha açık hale getiren ‘Hadis Ahlakı’ndan söz etmek gerekir.
Gerçekte dile getirilen bu iki ahlak türü, hem kaynak hem de yapı itibariyle İslam
Ahlakı’nı oluşturur.
İslam’da ahlaktan söz edilirken, İslam ahlakı ile ne kastedilir? Doğrusu,
“‘İslam Ahlakı’ terimi, İslamiyet’in sunmuş olduğu hayat tarzını anlamak için
kullanılır. İlahi kaynaklı diğer dinlerde olduğu gibi İslamiyet de; din olarak, insanlığa
bir hayat tarzı sunar. İnsanların nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir hayat
sürdürürlerse mutlu olacaklarını öğretir” (Kılıç, 5).
İslam‘da ahlaka yönelik kimi ayrışmalardan söz edilebilir:
Kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan İslam Ahlakı.
Kaynağını bir yandan Kur’an ve Hadis’ten diğer yandan Antikçağ ahlak
felsefesinden alan İslam Ahlak Felsefesi (Yaran, 43).
İslam ahlakı, birbirini tamamlayan öz ve yapılar hâlinde Kur’an Ahlakı ve
Hadis Ahlakı olarak ikiye ayrışır. Buna göre, “İslam ahlak düşüncesi Kur’an ve
Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş,
ameli kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar,
mutasavvıflar hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak anlayışlarının
temelini oluşturmuştur”(Çağrıcı, 1989: 1). İslam Ahlak Felsefesi ise bu süreçten
sonra başlar, dolayısıyla da Felsefi Ahlak, Fıkhi Ahlak, Tasavvufi Ahlak ve Kelami
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
İslam’da ahlakın
kaynağı teolojik bir öz
taşır.
Ahlak olmak üzere dört kategoriye ayrışır. Bununla birlikte, İslam’da ahlaka yönelik
öne çıkan pratik açıdan değer taşıyan önemli bir ayrışma daha vardır. Şöyle denilir:
İslam’da ahlak, ‘övülen ahlak’ ve ‘yerilen ahlak’ olarak iki kısma ayrışır. Ahlakın
övülen kısmında, adalet ve ihsân gibi iyi ve güzel; yerilen kısmında ise kin ve yalan
gibi kötü ve çirkin olan vardır(Pazarlı, 1972: 15).
İslam’da ahlak ve İslam ahlakı konusunda şu ana dek verdiğimiz bilgiler,
yalnızca ahlakın konusu ve kapsamı açısından değer taşımaz, aynı zamanda ahlakın
kaynağı, insanın doğası ve özgürlüğü açısından da açıklayıcı bir öneme sahiptir.
İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI VE KAPSAMI
İslam’da Ahlakın Kaynağı
İslam’da ahlakın kaynağı sorununu tartışmadan önce, hemen şunu ifade
edelim ki, “doğasının gereği olarak ilk insandan beri ahlak, ahlak sorunları, ahlaki
çözüm yolları ve ahlaki gelişim imkânı hep var olmuştur ve insan var olduğu sürece
de her zaman var olacaktır” (Yaran, 12). İşte bu sorunlardan biri de kuşkusuz,
ahlakın kaynağı sorunudur.
Ahlakın kaynağı sorunu bağlamında ortaya konulan teorik çerçeve üç ayrı
kaynağa işaret eder: Teoloji, Kozmoloji, Antropoloji. Ahlakın kaynağına ilişkin en
çok bilinen çerçeve bundan ibarettir. İslam’da ahlakın kaynağı teolojik bir öz içerir.
Bu nedenle ahlaka yönelik teolojik temellendirmeyi daha yakından tanımakta
fayda vardır.
Ahlaka teolojik temel arama konusu, başka bir deyişle “iyi ile kötü arasındaki
radikal ayrımı mutlağa bağlama teşebbüsü” insanlık tarihinde iki kategoriye ayrışır.
Bu bağlamda, “ilk tezahür Doğu ve Yunan antikitesinde görünmüştür. Bu, ilkesi
Çin’de Tao, Hindistan’da Rita, İran’da Urta… ve Yunanistan’da Dike olarak görünen
evrensel bir anlam sürekliliği öğretisidir.” İkinci çaba ise İsrail oğulları örneğinde
görülür. Daha sade bir ortamda kendini gösteren bu ikinci adım, oldukça net bir
biçimde, Tanrı’yı merkeze alır(Buber, 2000: 119, 123).
İslam’da ahlakın ilk kaynağı, her şeyden önce, Kur’an-ı Kerim’dir. Bu anlamda
Kur’an, bir yandan bütün dinî hükümlerin dayandığı, öte yandan ahlaki hükümlerin
çıkarıldığı temel bir kaynak niteliği taşır.
“Elif lâm ra. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp o güçlü ve övgüye layık olan (Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz kitaptır.” (İbrahim/14: 1)
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Hz. Peygamber, model
alınacak bir ahlaka
sahiptir.
.
İslam ahlakı’nın ikinci kaynağı Hadis’tir. Başka bir deyişle, “Kur’an’dan sonra,
İslam ahlakının en büyük kaynağını, Hz. Peygamber’in hayatı, sözleri ve yaşayış
prensipleri teşkil etmektedir. Aynı zamanda bunlar, ameli ahlak alanında uyulması
gereken esasları meydana getirirler”(Erdem, 1996: 20).
Doğrusu, İslam ahlakı’na kaynaklık etme açısından Hadis’in önemi,
Peygamberimizin yaşantı, söz ve davranışlarıyla insanlar için ‘model’ olma
özelliğinden ileri gelir. Nitekim her peygamber gibi Peygamberimiz, önce insan,
sonra da Tanrı’nın insan için görevlendirdiği bir elçidir. Bu cümleden olarak Hz.
Peygamberi ‘model’ almanın kimi koşulları vardır. Bu bağlamda şu iki temel nokta
büyük önem taşır:
Kur’an-ı Kerim’i iyi öğrenmek. Çünkü Hz. Peygamber, hayatını, büyük ölçüde
yorumlayıcısı olacak şekilde Kur’an-ı Kerim’e göre yönlendirmiştir.
Hz. Peygamber’in olaylar karşısında takındığı tavrı iyi algılamak gerekir. Bu
algı, O’nun hayatını iyi öğrenmeye bağlıdır. O’nun hayatını gereği gibi
öğrenmek ise hadisleri iyi öğrenmekten geçer(Kılıç, 7- 9).
İslam’da ahlakı teolojik açıdan temellendirme bazı önemli noktaların öne
çıkarılmasına işaret eder. Bu cümleden olarak, ahlakı teolojik açıdan
temellendirme:
“Allahım, beni güzel yarattığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” (Ahmed b. Hanbel, II/403).
“Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, II,
381)
“Andolsun Allah’ın Elçisi’nde sizin için Allah’a ve ahret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb/33: 21).
“İşte o Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.” (Bakara/2: 2)
“Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip açıklayan Kur’ân’ın indirildiği aydır.” (Bakara/2: 185)
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
İslam’da ahlakın ilk
kaynağı Kur’an-ı Kerim,
İkinci kaynağı ise
Hadis’tir.
Yalnızca görece oluştan kurtuluşu ifade etmez; aynı zamanda, iyi olanın
yükselişini, kötü olanın ise alçalışını öngörür(Mevlânâ, 1991: Rubai No:
1239). Bu öngörüde, bireysel özgürlüğe de yer vardır.
Varlığı farklı ve bir de öteki boyutlarıyla görme olanağı sağlar. Bu noktanın
açığa kavuşmasında, acı çekmeyi neşelenmeye, üzülmeyi yenilenmeye iten
faktör olarak gören insanlar örnek olarak verilebilir(Mevlânâ, 1991: Rubai
No: 1277).
Ahlakın içkin boyutunu sorun olmaktan çıkarmayı öngörür. Ahlakın görece
oluşu, bu noktada aşılması gereken bir sorun olarak görülür. Nitekim
evrenseli yakalama arzusunda olan insan açısından ahlakta içkin boyut ve
görece oluş ahlakın en zayıf yönünü ya da yumuşak karnını ifade eder.
Ahlak açısından önem taşıyan güçlü benlik, tutarlı kişilik, kontrol edilebilir
davranış, davranış güzelliğinde görülen iyileşme, ahlaki kişiliğin iyileşmesi
türü söylemlere öncelik öder. Bu bağlamda, İslam ahlakının ikinci kaynağı
olarak, Hz. Peygamber’in söz ve davranış biçiminim yönlendirici etkisini iyi
görmek gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki, İslam Ahlakı’nın temeli noktasında Kur’an ve Hadis’e atıfta
bulunmanın önemi şu şekilde ortaya konabilir: “Kur’an-ı Kerim’de insanlara ahlak
yolunu gösteren pek çok emirler vardır. Hadisler ise hayatın ve toplumun binlerce
sorunlarını karşılayacak kadar zengindir.”(Pazarlı, 1972: 18-19).
Sonuç olarak, İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu
söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı,
özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade,
hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır.
İslam’da Ahlakın Kapsamı
İslam ahlakı, teorik ve pratik olarak, sonuç elde etmek için gerekli olanı
özünde barındır. Bu cümleden olarak, İslam’da ahlakın kapsamı; tanım, amaç, konu
ve sorunsal olarak bunların birbirleriyle olan bağlantılarını içerir. Bu cümleden
olarak, bize göre, İslam’da ahlakın kapsamı içinde öncelikle şu sorular yer alır:
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
İslam, insana ne tür bir hayat tarzı sunar?
İslam’ın insana sunduğu hayat tarzının nitelikleri nelerdir? Bu soruya
verilecek açıklayıcı bir cevap, İslam ahlakının kaynağı sorunu tartışılırken de ifade
edildiği gibi, “İslam’ın sunmuş olduğu hayat tarzının yani İslam Ahlakı’nın ne
olduğunu en kısa yoldan öğreneceğimiz ilk kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir. İkinci kaynak
ise, hadis-i şerifler’dir”(Kılıç, 5).
İslam’da ahlakın erişim alanı için ön görülen sınır nedir?
Bu noktanın açılımı bağlamında öz olarak şöyle denilebilir: “İslam ahlakı,
zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün hayatı içine almaktadır. Merkezde insan
olmak üzere, insanın çevresindeki her şeyle olan münasebeti bu ahlak alanı içine
girer”(Erdem, 1996:22).
İslam’da ahlaklı olmaya niçin önem verilmiştir?
İslam Ahlakı’nın ahlaklı olmaya verdiği önem, insanın sahip olduğu özden
ileri gelmektedir. Zira insan, yalnızca akıl ve irade sahibi değil, aynı zamanda, egoist
ve birlikte yaşam arzusunda olan bir varlıktır.
İslam’da ahlakın evrensel içerikte oluşu ne ifade eder?
Bu noktanın açılımı, günümüz insanının ahlaki gereksinimi açısından
mutluluk ve adalete atıf yapmayı öngörür. Bu cümleden olarak, bir yandan, İslam
Ahlakı’nın ilahi buyrukla olan bağlantısı ‘adalet’ temelinde tanrısal bir çerçeveye
oturmuş görünür, öte yandan, teorik ve pratik ahlak alanında İslam’ın koyduğu
ilkeler, iyi anlaşılmak koşuluyla, bütün insanlığın mutluluğunu karşılayacak
genişlikte algılanır.
İslam’da ahlakın teorik ve pratik olanla bağlantısı nedir?
Genelde ahlak, özelde ise İslam ahlakı, hem teorik olarak en üst iyi üzerinde
düşünür, hem de pratik olarak ödevin yerine getirilmesini öngörür.
İslam’da ahlak ne tür ödev, yükümlülük ve yaptırım içerir?
Ahlaki ödev, yükümlülük ve yaptırımın yalnızca İslam ahlakında görülen üç
temel niteliği vardır:
İslam ahlakı, insana tanıdığı geniş özgürlükle, yaşamını zaman ve koşullara
uygun olarak düzenleme olanağı vermiştir.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Ortaya koyduğu ahlaki kurallarda anlaşılır bir yumuşaklık ve pratik bir
hoşgörüye sahiptir.
Ahlaki ödevleri sınırlandırır ve bir kategoriye tabi tutar(Draz, 1993: 27, 33,
41; Pazarlı, 1972: 114).
Bu niteliklerden ilki, genel olarak insan doğasıyla; ikincisi yaşamın somut
gerçekliğiyle; üçüncüsü ise fiilen kategorileşmeyle ilgilidir.
Öyle anlaşılıyor ki, İslam’da ahlak dinî ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu
değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda,
içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk,
amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür.
İSLAM’DA AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK VE YAPTIRIM
İslam’da Ahlaki Yükümlülük
Yükümlülüğün kaynağı nedir? Bir yükümlülük, insana, neden, şu ya da bu işi
yapmak zorunda olduğunu söyler? Doğrusu, yükümlülük, ahlak açısından ideal
olanı gerçekleştirme konusunda duyduğumuz bir tür istek ve eğilimdir. Bu istek ve
eğilimi gerçekleştirecek olan şey ise akıl ve istençtir. Burada hemen şunu ifade
edelim ki, “yükümlülük, bir öğütle bir zorunluluk arasında orta bir yerdedir.
Zorunluluktur, çünkü ona karşı direnilemez; bir öğüttür, çünkü biz onu tartışmak ve
hatta uygulamamak hakkına sahibiz.”(Pazarlı, 1972: 100-101).
Doğrusu, yükümlülüğün kaynağı sorunu, öteden beri ahlak filozoflarını
meşgul etmiş görünmektedir. Bu soruya yönelik dört ayrı cevabın verildiği dikkat
çekmektedir:
Yükümsüz ve Yaptırımsız Ahlak Modeli
Bu model, Fransız düşünür J. M. Guyau’a aittir. Ona göre, yükümlülüğün
temelinde bireysel güçlü bir içgüdü vardır. Sözü edilen bu içgüdü, yaşama engel
olan pürüzleri ortadan kaldırırken kendi ahlak yasasını da yapmış olur. Bu
cümleden olarak, Guyau’ya göre, ‘mecburum, öyleyse yapmalıyım’ yerine,
‘yapabilirim, öyleyse mecburum’ denilmelidir. Bununla birlikte, Guyau’da ahlaki
idealin bulunmaması, yükümsüz ve yaptırımsız ahlak modelinin en zayıf noktasını
oluşturur. Gerçekte, yükümlülük olmadan bir ahlak kuralı düşünmek olası
gözükmez ve yükümlülük, içgüdüsel bir baskı hâline geldiğinde, ahlaki özelliğini
kaybeder.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
İslam’da ahlak
açısından, yükümlülük,
zorunluluk değildir.
Çünkü zorunluluk,
olmazlık edemeyen bir
şeyin özüdür
Yükümlülüğü Çağrışımdan Alan Ahlak Modeli
Bu model, büyük ölçüde, İngiliz filozofu S. Mill’in görüşlerini içerir. Bu model
için en temel ahlak yasası çağrışımdır. Birey, çağrışım yoluyla yaptığı bir davranış ile
bu davranışın meydana getirdiği sonucu zorunlu olarak birbirine bağlar. Böylece
etkin bir çağrışım ortaya çıkar ve sonuçta, bu çağrışıma bağlı olarak, yükümlülüğün
emredici doğası belirmiş olur. Bu modelin eleştiriye açık en önemli noktası, amaç
olarak ahlakın, çağrışımdan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinde görülür.
Yükümlülüğü Pratik Akıldan Alan Ahlak Modeli
Bu model, Alman filozof I. Kant’a aittir. Bu modele göre, yükümlülüğün
kaynağı ne içgüdü, ne de çağrışımdır; aksine pratik akıldır. Kant’a göre, pratik akıl,
eylemlerimizi idare eder. Bu noktada pratik akıl, sözgelimi “davranışın genel bir ilke
olacak şekilde davran” türü maksimler ışığında ahlaki davranışları yönlendirir.
Bununla birlikte, Kant’ın öngördüğü ahlak modelinde yücelik ve ideal olsa da,
anılan modelde, bir yandan ahlakın duygusal yönünün, öte yandan yükümlülük
duygusunun ihmali önemli bir eksiklik olarak görülür.
Yükümlülüğü Tanrısal İradeden Alan Ahlak Modeli
Bu model, en özgün bir biçimde, İslam ahlakı tarafından temsil edilir.
İslam’da ahlak, bu anlamda, teolojik ve rasyonel bir öz taşır. Teolojiktir, çünkü
doğa-üstü bir kaynaktan beslenir; rasyoneldir; çünkü ön gördüğü ilkeler akıl ve akıl
yürütmelerle güçlenir. Bu nedenle denebilir ki, “İslam ahlakı, Kur’an ve Hadislerle
de sınırlı kalmamış, icma’ ve kıyas gibi metotlarla da kaidelerini geliştirmiş ve daha
da zenginleştirmiştir”(Erdem, 1996: 21). Bu yönden de İslam ahlakı, büyüyen ve
gelişen bir ahlaktır.
İslam’da ahlak açısından, yükümlülük, zorunluluk değildir. Çünkü zorunluluk,
olmazlık edemeyen bir şeyin özüdür; nitekim 2X2=4 eder denildiğinde, bu çarpımın
dört etmemesi olanaksızdır. Buna karşılık, yükümlülükte, seçim ve istem vardır.
İslam’da yükümlü insan, iç ve dış güçlerin zorlamasına rağmen, seçime ve isteme
bilincine sahiptir. Bu anlamda seçimde, seçme; istemde seçileni yapma gücü vardır.
Buna göre, yükümlülük söz konusu olunca, iki önemli husus öne çıkar:
İnsan, ahlak açısından, kimi şeyleri yapma konusunda kendisini zorunlu
hisseder;
Bu hissetme, kelimenin güçlü anlamında zorunluluk değil, bir
yükümlülüktür(Pazarlı, 1972: 101).
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
İslam ahlakı açısından, yükümlülük düşüncesi son derece gelişmiştir. Zira
yükümlülük olmasaydı, sorumluluk olmazdı; sorumluluk olmasaydı, adalet yerini
bulmazdı.
İslam’da ahlaka yönelik öngörülen yükümlülük:
Evrensel bir öz taşır. Bu şekilde ön görülen yükümlülük; hem içerik olarak
buyruk, hem de anılan buyruğa konu olma açısından erdem-erdemsizlik,
yakın-yabancı, zengin-fakir, dost-düşman ilişkileri açısından evrenseldir.
Egzistansiyal değil, düşünsel bir zorunluluktur. Bu anlamda ahlaki olan bir
yükümlülük, olması gerekli bir şey olarak, kendini istence kabul ettirir. Bu
bağlamda ortaya çıkan şey, bir gerçeklik hükmü değil, bir değer hükmüdür.
Analitik ve statik değil, sentetik ve dinamik bir görünüm arz eder. Çünkü
gerçeğe, ahlak açısından, ancak istemli ve özgür olan bir öznenin davranışıyla
yaklaşılmaktadır.
Ahlaki bir davranışı, bilinçsiz, istemsiz ya da amaçsız bir nedene
dayandırmaz. Bu bağlamda özne, davranışın yalnızca fiziksel boyutu üzerine
odaklanmaz, aynı zamanda, zorunlu yönünü de dikkate almak durumundadır
(Draz, 1993: 22-27).
Sonuç olarak, İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade, hikmet ve
adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının,
sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç,
istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son
derece açıktır.
İslam’da Ahlaki Yaptırım ve Sorumluluk
Yükümlük, beraberinde iki temel kavramı getirir. Bunlardan biri yaptırım
diğeri ise sorumluluktur. Bu üç kavram arasında sıkı bir ahlaki bağ vardır. Biz, önce
yaptırım üzerinde durmak istiyoruz.
Yaptırım
Yaptırım, “tabilerinin tutumuna kanunun tepkisi” olarak tanımlanır(Draz,
1993:133). Bu cümleden olarak, “bir kanuna uymak veya muhalefet etmek
neticesinde o kanunun o kişiye yüklediği mükâfat veya cezanın tanımına o kanunun
yaptırımı denilir”(Erdem, 2009: 97). Daha açık bir ifadeyle yaptırım “insanı bir işi
yapmaya veya terk etmeye zorlayan kanun gücü anlamına gelmektedir”(Çağrıcı
2006: 156). Bu bağlamda, hukuksal, sosyal, dinî ve ahlaki birtakım yaptırımlar söz
konusudur.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Kur’an’ın öngördüğü
yaptırım, yalnızca
amacı yönünden değil,
aynı zamanda yöntemi
yönünden de
evrenseldir.
Genel olarak ifade etmek gerekirse, ahlaki bir yaptırım, koruyacağı kurala
göre ya bir araç ya da bir amaç işlevi görebilir. Bir araç işlevi görebilir; çünkü
mükâfat görme ümidi ve mücazat görme korkusu ile ahlaki yaptırıma saygı
sağlanır. Bir amaç işlevi görür; çünkü ahlaki yaptırım, erdem ile mutluluk arasında
denge kurmak ve adaleti gerçekleştirmek için ahlaki kurala eşlik eder(Pazarlı, 1972:
129).
Yaptırım konusunda, Kur’an’ın, Tevrat ve İncil ile karşılaştırılması hâlinde,
şu türden bir çarpıcı sonuç ortaya çıkar: Vaat edilen mutluluğu; Tevrat bu dünyanın
nimetlerine, İncil neredeyse bütünüyle cennete indirgerken, Kur’an, her iki anlayışı
kuşatmak ve uzlaştırmak amacındadır. Bu cümleden olarak Kur’an, doğrular için
olduğu kadar, suçlular için de tanrısal bir karşılığın var olduğunu kesin ve keskin bir
dil ile ifade eder. Böylece, Kur’an’ın öngördüğü yaptırım, yalnızca amacı yönünden
değil, aynı zamanda yöntemi yönünden de evrenseldir(Draz, 1993: 182, 221).
İslam’da ahlak açısından, bir yandan, bir davranışın yapılmasından duyulan
hoşnutluk ya da vicdan azabı, öte yandan Kur’an’da ibret alınması gereken örnekler
olarak anlatılan kıssalar birer yaptırım olarak görülür. Yine bu cümleden olarak,
insana en yakın olan bilinci ve vicdanı, İslam ahlakı açısından, bir şekilde insanı
denetleyen bir memur olarak işlev yüklenirler. Dahası; yine İslam ahlakı açısından,
tövbe, onarıcı ve önemli bir yaptırımdır ve tövbede istencin çok karmaşık bir
durumu ortaya çıkar. Tövbenin bireysel davranış açısından içerdiği yaptırım gücü,
kendini, ‘düzeltmek’ ve ‘iyi olanı yapmak’ gibi noktalarda daha güçlü hissettirir.
İslam’da ahlak açısından yaptırımlar karşısında insanların durumu üç şekilde
görülebilir:
Yaşam boyu işlediğimiz iyilik ve kötülükler, özgürlüğümüz, çabamız ve
amacımızın denetleyicisi ve motive edicisi olarak görülür.
İyiler, bu dünyada karşılaştıkları acı ve güçlüklerle, zaman zaman en küçük
hatalarını bile öderler. Kötüler ise yine bu dünyada yaptıkları iyiliklerin
karşılığından mahrum bırakılmazlar.
İyiler ile kötülerin ödül ve ceza gerektiren davranışları, ölüm ötesi hayatta
tam olarak karşılığını bulur(Draz, 1993: 192-193).
Sonuç olarak, İslam’da ahlaki yaptırım söz konusu olunca, vicdan, tövbe ve
kıssa; akıl, istem, istenç ve bilince sahip olan insanı denetleyici güçler olarak
görülür.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
İslam’da ahlaki
sorumluluk koşulsuz
değildir.
Sorumluluk
Sorumluluk, istemli ve akıllı bir varlığın, eylemde bulunurken, yaptırımlara
konu olması şeklinde tanımlanır(Pazarlı, 1972: 121). Bu bağlamda daha başka
tanımlardan da söz edilebilir. Sözgelimi: “sebeplerini bilerek, isteyerek ve arzuyla
yaptığımız bir iş hakkında cevap vermekle sorumlu tutulmak” … “fiillerin hesabını
vermeye hazır olmak” … “vazifeden ayrılmayan şey”(Erdem, 2009, s. 88) vb.
İslam’da ahlak söz konusu olunca, ahlaki sorumluluğun olması için kimi
koşullar gerekir. Bunlar öz olarak şöyle ifade edilebilir:
Ahlaki kuralın varlığı,
Ahlaki kuralın bilinmesi,
Niyetin bulunması,
Bireyin özgür olması (Pazarlı, 1972: 123-124).
Ahlaki sorumluluğu belirleyen koşullar, herkes için, eşit derecede işlevsel
olmaz. Bu nedenle ahlaki sorumluluk, bireyin konumuna, zamana ve mekâna göre
değişir. Bu cümleden olarak, iyi ve kötü anlayışını bulandıran bir engel, bireysel
özgürlüğü ve ahlaki sorumluluğu da etkiler. Nitekim kendi kendimizin neden
olmadığı ileri sürülmek koşuluyla, bilmezlik, tutku, sarhoşluk, delilik ve zorlama
ahlaki sorumluluğu sınırlayan etkenler arasında sayılır.
İslam ahlakı açısından sorumluluğun özellikleri şu şekilde ortaya konabilir:
İslam ahlakı açısından sorumluluk kişiseldir. Bu nedenle, İslam ahlakında asli
günah yoktur ve insan, sergileyeceği bir davranış konusunda, herhangi bir
müdahale olmaksızın, onu yapmakta veya yapmamakta özgürdür.
İslam ahlakında, birey, önceden kuralı belirtilmeyen bir davranış nedeniyle
sorumlu tutulmaz. Bu cümleden olarak, “gerçekte Allah, ödevlerinden
habersiz olan toplumları helak etmeyi haksız bulduğu için, sorumluluklarını
başlatmadan önce insanlara öğretmeyi bizzat kendisine bir vazife
kılmaktadır”
İslam ahlakı açısından sorumluluk bize iki şey ilham eder: Bunlardan biri,
yapabilme duygusudur; bu güçtür. Diğeri ise boyun eğme duygusudur; bu ise
ödevdir(Draz, 1993: 72-87).
Sonuç olarak, İslam’da ahlak söz konusu olunca ahlaki yaptırım ve
sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir
yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde
anlaşılmaktadır.
İSLAM’DA İNSANIN DOĞASI VE ÖZGÜRLÜĞÜ
İslam’da İnsanın Doğası
Ahlaki koordinatların mutlaklığı, yalnızca Mutlakla kişisel bir ilişkiden
doğabilir. Öyleyse, genelde ahlak, özelde ise İslam’da ahlak açısından insanın
doğası ve özgürlüğü son derece önemlidir.
İslam ahlakı açısından, Kur’an-ı Kerim, insan doğasının bütünüyle kötü ve
onulmaz bir biçimde bozulmuş olduğunu kabul etmez. Aksine, bir yandan, insanın
en güzel şekilde yaratıldığını, öte yandan, güzel eylemlerde bulunmayanların
kararsız bir öze sahip olduklarını ifade eder.
Doğrusu, insan doğası açısından önem taşıyan bir husus, bir yandan insanın
kendiyle barışık olması, öte yandan ötekiyle özgürce yaşaması ise, bunu sağlayan
şey kuşkusuz ahlaktan ve ahlaklı olmaktan geçer. Yine bu cümleden olarak, eğer,
ahlak aynı zamanda “yaratılışın temel ilkesi ve düzeni” olarak görülebilirse, bu
ilkeyi ve ötekiyle özgürce yaşamayı insan doğasına yerleştiren varlık Tanrı’dır.
Gerek ahlakın gerekse ahlak felsefesinin temel sorunları, her şeyden önce
insan doğasının özellikleriyle ilgilidir. İnsan, ne mutlak anlamda özgür ne de tüm
yönleriyle kadere mahkûmdur. Aynı şekilde yaratılış itibariyle ne tamamen iyi ve
özgeci ne de tamamen kötü ve bencildir. Aksine insan, iyiye eğilimi biraz daha fazla
olmakla birlikte doğuştan hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın olarak, hem külli bir
kader çerçevesinde hem de yadsınamayacak özgürlük niteliklerine sahip olarak
dünyaya gelen bir varlıktır” (Yaran, 12). Bu nedenle, insanın, ahlak ve ahlaki olanla
bağlantısı yadsınamaz ve “insan; irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi
seçimleriyle yaptığı için ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutulur ve ahlaklı veya
ahlaksız diye isimlendirilir”(Kılıç, 2).
Ahlak ve ahlaka dayalı bir yaşantı içinde “doğru davranış modeli”, “erdemlilik
düzeni”, “etik olanla mutlak arasındaki bağlantı”, “adil olanın tasdiki”, “adil
olmayanın üstesinden gelinme”, “kişisel dürüstlük” (Buber, 2000:119, 121, 124,
140) gibi değer, değerlendirme, tutum ve davranışlar söz konusu olunca, doğası
gereği, “insan gerçekliğin karşısında salt seyirci olarak durmaz. Yalnız seyretmekle
kalmaz, değerlendirir de; bu gerçekliği güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, acı ya da
tatlı, soylu ya da soysuz, kutlu ya da kutsuz … bulur.” (Bochenski, 2005: 61).
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
İslam’da tanrısal
iradenin varlığı, ahlak
açısından insanı
sorumsuz yapmaz.
Doğrusu; İslam’da ahlak söz konusu olunca, bir yandan, “yaratılmış varlıklar
arasında insanın özel ve şerefli bir yeri vardır” (Kılıç, 11). Öte yandan ahlak,
“doğrudan doğruya insanı konu olarak alır. İnsanı, bütün varlıkların en üstün ve
mükemmel bir yaratığı hâline getirmek ister.” (Pazarlı, 1972: 14).
İslam’da ahlakla bağlantılı olarak, “insanın ahlaken övülüp yerilmesinin
sebeplerini, insan tabiatında aramak gerekir” (Kılıç, 2). Bu türden bir çıkarımın
doğal sonucu olarak, “ahlakın konusu insanın fiil ve hareketleridir. Çünkü insan,
yaratıkların en seçkini olarak yaratılmış, akıl ve irade ile bütün canlıların en
mükemmeli ve üstünü olmak niteliğini kazanmıştır” (Pazarlı, 1972: 16). Bu nedenle
Kur’an, çeşitli biçimler altında iyilik ve kötülüğe ilişkin uygulamanın insan ruhunda
oluşturduğu etkiyi, iyi ahlakın güzellikleri ve kötü ahlakın çirkinlikleri ifadesiyle
ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyici oluşu
teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür
olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda,
bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanındadır. Doğrusu, insan açısından, “ahlak,
özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa, orada
kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde
bulunmak olan ahlak da vardır”(Yaran, 9).
Biraz sonra üzerinde duracağımız üzere, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan
kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu
yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir.
İslam’da İnsanın Özgürlüğü
Din ve felsefe açısından insana özgü özgürlüğün, ‘zorlamanın yokluğu’,
‘tutuklu olmayan bir varlığın hâli’, ‘bir eylemde bulunma veya bulunmama gücü’
gibi farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük söz
konusu olunca, yapma ve isteme iki temel kavram olarak öne çıkar. Bu cümleden
olarak, bir açıdan, insanın istediğini yapması, yapma özgürlüğü istediğini istemesi
ise isteme özgürlüğü olarak görülür. Bir diğer açıdan ise, bir sorun olarak
özgürlüğün büyük ölçüde iki ayrı doktrini karşı karşıya getirdiği dikkat çeker:
Determinizm ve Endeterminizm. Determinizmi anlatmada güzel bir örnek, kuzular
ile kaplanlara yapılan atıftır. Bu doktrine göre, kuzu ve kaplan gibi, değişmeyen iyi
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin/95: 4)
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Bir seçim yapmak için
özgürsek,
yaptıklarımızdan
sorumluyuz.
Sorumluluk insana
insan olduğunu
hatırlatan önemli bir
duygudur.
insanlar ve kötü insanlar vardır ve insandan doğan bir eylem, üçgen örneğinde
olduğu gibi, mantıksal bir zorunlulukla açıklanır. Buna karşılık endeterminizme göre
amaçlı bir eyleme yönelik olarak taşıdığımız sorumluluk kesin bir şey olarak kabul
edilir ve ancak özgürlükle açıklanabilir. Bu sonuncu doktrine göre, pratik yaşamın
olağan koşulları içinde, istemek yapabilmektir.
İnsana özgü özgürlük konusunda, İslam düşüncesinde, üç farklı akımın ortaya
çıktığı görülmektedir:
Ehl-i Sünnet’in Görüşü: Bu akıma göre, iki karşıttan birinin bizim
tarafımızdan seçilebilmesi için, belirleyici bir nedenin bulunması gerekir. Bu neden
olmadığı sürece, seçilecek olan şey; proje hâlinde kalır ve asla davranışa
dökülemez.
Havarizmî ve Zemahşerî’nin Görüşü: Bu görüşe göre, iki karşıttan birini
seçmede belirleyici bir nedenin gereğinden daha çok tercihe değer bir nedenle
yetinmek öne çıkar.
Mu’tezile’nin Görüşü: Konuya bu görüş açısından bakıldığında, iki karşıttan
birini seçme konusunda özgür istencin dışında başka bir şeyin gerekmediği
öngörülür. Bu görüş yanlılarına göre, özgür istenç bir atılımdır; yabancı bir şey,
özgür istenci ne meyle zorlar, ne de ona bir şey katar.
Özgürlüğe ilişkin yukarıdaki yaklaşımlar dikkate alındığında, burada sözü
edilen özgürlük; ne insanın dilediği gibi eylemde bulunması, ne de nedenleri
olmayan salt bir seçim olarak görülür. Çünkü insana özgü mutlak özgürlük diye bir
şey söz konusu olamaz; nitekim aksi bir durum, her açıdan, ahlakın anlam ve
değerini ortadan kaldırır.
İslam ahlakı, Tanrı’yı, insan özgürlüğünü deyim yerindeyse ‘hiçe sayan’ bir
varlık olarak görmez. Nitekim Kur’an, insanın, kendi iç varlığını temizlemek ve
iyileştirmek veya karartmak ve fesada uğratmak şeklinde çift yönlü bir güce sahip
olduğunu ifade eder. Bu cümleden olarak, değer koyan bir varlık olarak Tanrı;
insanı, ahlaki olanı yaşayacak ve değerlendirebilecek güç, akıl ve bilgi ile donatmış
bir varlıktır. Dahası; Kur’an’ın bize öğrettiğine göre, insan, iyi ve kötü duygusunu
kabul etmiş bulunmaktadır. Yine bu cümleden olarak insan, İslam ahlakı açısından,
görüş keskinliği ile donatılmış ve ona, öncesinde, erdem ve erdemsizlik yolları
öğretilmiştir. Kur’an ışığında konuyu biraz daha açacak olursak, şöyle denilebilir.
İnsan:
Gelecekteki davranışlarını önceden kestiremez.
İç varlığını iyileştirme ve bozma konusunda bir güce sahiptir.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Kararlarına baskı yapacak yönlendiricilerinin güçsüzlüğünün bilincindedir.
İhtiras ve körü körüne taklide mahkûm olmadığı konusunda bilgilidir (Draz,
1993: 109-110).
Gerçi, çok sayıda faktör tarafından koşullandırılmış olmamız şüphe götürmez
bir gerçektir. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük ile determinizm arasındaki
fark, determinizmin insan özgürlüğü ve seçimi için hiçbir alan bırakmamasıdır. Oysa
özgürlük, determinizme rağmen, yine de kendisine özgü bir alanın var olduğunu
ileri sürer. Bu cümleden olarak, özgürlük bağlamında, ahlak ile ilgili iki ayrı çıkarım
şu şekilde ortaya konabilir:
Bir seçim yapmak için özgürsek, yaptıklarımızdan sorumluyuz. Bu durumda,
suçlama ve şükretmeye ek olarak, sahip olduğumuz değerlere bağlı olarak
eylemde bulunuruz.
Eğer bir seçimde bulunmak için koşullanmışsak, yaptıklarımızda seçme
özgürlüğüne sahip değiliz demektir. Bu durumda, seçim ve değerden
esinlenerek yaptığımızı düşündüğümüz ahlaki eylemler konusunda
konuşmanın bir mantığı olduğunu söyleyemeyiz.
Sonuç olarak, gerçi kim olduğumuz, neye inandığımız, dünyayı nasıl
algıladığımız, ahlaki bir seçim yaparken bizi etkiler; ancak, insana özgü özgürlüğün
tanrısal iradenin erim alanı içinde özel bir yeri vardır. Bu nedenle İslam Ahlakı’nda
tanrısal bilgi, güç, irade, hikmet ve adalet olması gerekeni belirler ve insan, olması
gerekene ek kimi değerlendirmelerde bulunarak, belirlenen bu alan içinde özgürce
hareket eder.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Öze
t
•İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı, özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade, hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır.
•İslam’da ahlak dini ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda, içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk, amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür.
•İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade , hikmet ve adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının, sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç, istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son derece açıktır.
•İslam ahlakı açısından, ahlakı yaptırım ve sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde anlaşılmaktadır.
•İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyiciliği teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda, bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanında yer alır. Bu anlamda, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Tart
ışm
a • İslam'da ahlakın kaynağı, kapsamı, yaptırım, yükümlülük ve insan özgürlüğü konusunda öğrendiklerinizi düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz
Öd
ev
• İslam'da ahlakı, diğer dinlerin ahlak konusundaki görüşleriyle karşılaştırmalı bir biçimde tartışan 300 kelimelik bir ödev hazırlayınız ve bunu arkadaşlarınızla paylaşınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. İslam’da ahlakın temelinin İlk kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemek
hangi temellendirmeye işaret eder?
a) Kozmolojik temellendirme
b)Antropolojik temellendirme
c)Teolojik temellendirme
d) Emprik temellendirme
e) Hiçbiri
2. Ahlaki açıdan bir seçimde bulunurken en çok bizi ne etkiler?
a) Kim olduğumuz,
b) Neye inandığımız
c) Dünyayı nasıl algıladığımız
d) Ne tür bir iradeye sahip olduğumuz
e) Ne ölçüde bilgili olduğumuz
3. İslam ahlakı açısından sorumluluk bize ne yüklemez?
a) Özgür irade bilinci
b) Yapabilme gücü
c) Boyun eğme
d) Vicdan azabı
e) Asli günah duygusu
4. Ahlak felsefesi açısından iyi ile kötü arasındaki ayırımı Aşkın olana bağlama
girişimi ne ifade eder?
a) Özgür iradenin yansımasını
b) Ahlakta sorumluluğun önemi
c) Vicdan azabının gücünü
d) Ahlakı temellendirmeyi
e) Hiçbiri
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
5. Aşağıdaki hangisi İslam ahlakı açısından sorumluluğu gerekli kılar?
a) Ahlaki kuralın varlığı,
b) Ahlaki kuralın bilinmesi,
c) Niyetin bulunması,
d) Bireyin özgür olması
e) Hepsi
Cevap Anahtarı
1.c 2.d 3.e 4.d 5.e
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
İbn Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982.
Akseki, Ahmet Hamdi, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri, Nur Yayınları,
Ankara, trs.
Babanzade Ahmet Naim, İslam Ahlakının Esasları, Notlarla Sadeleştiren: Recep
Kılıç, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995.
Buber, Martin, Tanrı Tutulması, çev.: Abdüllatif Tüzer, Lotus Yayınevi, Ankara,
2000.
Bochenski, J. M., Felsefece Düşünmenin Yolları, çev.: Kurtuluş Dinçer, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara, 2005.
Bolay, Süleyman Hayri, Felsefeye Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004.
Bulaç, Ali, Bilgi Neyi Bilmektir, Bakış Yayınları, İstanbul, 2003.
Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
Comte-Sponville, André, Felsefeyi Takdimimdir, çev.: S. Seza Yılancıoğlu, Altın
Kitaplar, İstanbul, 2006.
Cook, David, Filozoflar ve İnanç, çev.: Leyla Güleç, Haberci, İstanbul, 2004.
Çağrıcı, Mustafa, “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C, 2, İstanbul,
1989.
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Çağrıcı, Mustafa, Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006.
Draz, M. A., Kur’an Ahlakı, çev.: Emrullah Yüksel – Ünver Günay, İz yayıncılık,
İstanbul, 1993.
Erdem, Hüsameddin, Ahlak Felsefesi, Hü-er Yayınları, Konya, 2009.
Erdem, Hüsameddin, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Sebat Ofset
Matbaacılık, Konya, 1996.
Heineman, Fritz, “Etik”, Günümüzde Felsefe Akımları, der. ve çev.: Doğan Özlem,
İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997.
Kılıç, Recep, Ayet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlak, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara, 1995.
Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1992.
Kur’an-ı Kerim, (Süleyman Ateş çevirisi)
Mevlana, Hz. Mevlana’nın Rubaileri. çev.: Şefik Can, C. II, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 1991.
Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Selçuk Yayınları, Ankara, 1982.
Pazarlı, Osman, İslamda Ahlak, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972.
Muhammed Ali Sadat, İslam Ahlakı, çev.: Cemil Sönmez, Bilge Adamlar, Van, 2009.
Thompson, Mel, Kendi Kendinize Felsefe Öğrenin, çev.: Meliha Tekin, Pegasus
Yayınları, İstanbul, 2008.
Yaran, Cafer S., Ahlak ve Etik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010
Yaran, Cafer S., İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları,
İstanbul, 2011.
Yasa, Metin, “Bir Modern Ahlak Sorunu Olarak Ekolojik Sorumluluk ve Doğal
Çevreyi Anlama ve Korumada İnsana Düşen Yükümlülük”, Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nin düzenlediği Modern Çağda Ahlak Sempozyumu (7-8 Mayıs),
Konya, 2010. (Sunulmuş ve yayına hazır bildiri).
Yasa, Metin, İbn Arabi’de Tanrı Merkezli Bütünü Anlamaya Yönelik Bir Metot
Olarak Paradoksal Konuşmak, Elis Yayınları, Ankara, 2007.
İÇİN
DEK
İLER
• Dinî ahlaka göre İslam ahlak esasları
• Allah’a iman ve kulluk
• Allah ve Peygamber sevgisi
• Allah’ın nimetlerine karşı şükür ve kanaat
• Allah'a tevekkül ve kazaya rıza göstermek
• Korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Dinî ahlakın ne olduğunu kavrayabilecek
• Dinî ahlaka göre İslam ahlakının esaslarını anlayabilecek
• İslam’daki temel ahlak kurallarını değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
4
DİNÎ AHLAK VE DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
İSLAM AHLAK ESASLARI
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
GİRİŞ
Düşünce tarihinde ahlakın otonomluğu, dinden bağımsızlığı bazı düşünürler
tarafından tartışılmakla birlikte, ahlakın kaynağında dinin olduğu genel kabul
görmektedir. Ahlakın kaynağında dinin olduğu anlayışına, dinî ahlak adı
verilmektedir. Dinî ahlakta, ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye
bırakılmıştır.
DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
İlâhiyatçı ahlak olarak da adlandırılan dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü
bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da
O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta
ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. Buna göre iyi
Allah’ın emrettiği, kötü ise yasakladığı şeydir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın
yasak ve emirleri ilahî otoriteye bağlı kılınmıştır. Bütün bu dinlerin sunmuş
oldukları emir ve yasaklar, genel olarak dinî ahlak kavramı altında ifade edilir. Biz
burada bu kısa bilgiyi verdikten sonra, İslam ahlakının esaslarına geçebiliriz.
İslam ahlakı ya da dinî ahlak, ahlakla ilgili her türlü bilginin kaynağında
öncelikle Kur’an olmak üzere, Kur’an ve Sünnete yer veren ve model alınacak en
ahlaklı insan örneği olarak da hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’i gören bir İslam ahlak
anlayışı ya da kuramıdır. İslam ahlakı, bazı kaynaklarda gelenekçi ahlak ya da dinî
ahlak başlığı altında değerlendirilmiştir. Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam
ahlakının gelenekçi ahlak başlığı altında değerlendirilmesinin nedeni, bu ahlakın
kaynağında Kur’an ve Sünnetin olmasıdır. Nitekim ahlaki konulara bakışta, İslam’ın
ilk devrindeki tavrı korunarak, o zaman olduğu gibi, Kitap ve Sünneti ahlakın temeli
ve mutlak kaynağı kabul eden, bu kaynakların ortaya koyduğu ahlakı, her türlü
beşerî ahlak görüşlerinin üstünde tutan çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Daha çok
hadisçiler ve fıkıhçılar tarafından tertip veya telif edilen bu tür eserlerde, Kur’an-ı
Kerîm ve hadislerde yer alan ahlak kaide ve kanunları tartışmasız bir şekilde
benimsenerek, işlenen konularla ilgili ayet ve hadislerden bolca örnekler verilir.
Ortaya konulan fikirler dinî nasların yorumu doğrultusundadır. Bu çalışmalar, yeni
bir ahlak kuramı ortaya koymaktan ziyade, sıradan bir insanın ahlaki durumunu ve
kabiliyetlerini birinci derecede göz önüne almaktadırlar. Yine bunlar, İslam
ahlakının ameli hükümlerini ve bu hükümlerin dayandığı dinî ilkeleri içermektedir.
(Çağrıcı, 1991: 65) Buraya kadar verdiğimiz bilgiler gösteriyor ki, geleneksel ahlak
dediğimiz şey, İslam’ın temel kaynaklarını referans alarak oluşturulan ahlaktır. Bu
anlamda onu, İslam ahlakıyla aynı göstermek yanlış olmaz.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Ahlaki kötülüklerden korunmak, ahlaki faziletlerle bezenebilmek için Kitap ve
Sünnetten başka ilim ve feyiz kaynağına ihtiyaç duymamış olan Müslümanlar,
seçkin Ashap ile Tabiinden başka rehber ve modellere de önem vermemişlerdir.
(Ahmed Naim, 1995: XXX)
Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının Kitap ve Sünnet ile
temellendirilmiş olması, ahlaki alanda aklın önemini kesinlikle azaltmadığı gibi,
İslam dininde ahlaki görevlerle ilgili buyrukların oldukça çok olması da, yine İslam
ahlakına akli niteliğinden bir şey kaybettirmez. İnsanın, kendi dışındaki bir otorite
tarafından belirlenmiş olan bu ahlak buyruklarına itaat etmesi, yine ahlaki görev
tasavvurunu akıldan alması anlamına gelmektedir. Çünkü insanın Müslüman olup
iman etmesi, akli delillendirme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda dini kabul
eden Müslüman için ahlak buyruklarının dinden kaynaklanması, onların aynı
zamanda rasyonel temelli olduğunun da bir göstergesidir. Çünkü daha başlangıçta
dinin kabulü, akli istidlal ile gerçekleşmiştir. Bunları ifade ederken, ahlakın akıldan
kaynaklandığını söylemiyoruz. Söylediğimiz şey, Kur’an ve Sünnet kaynaklı ahlak
ilkelerinin akla uygunluğudur. (Ahmed Naim, 1995: XXX)
İslam’a inanmış bir insan, bu iman ile birlikte mantıken başka birtakım temel
ilkeleri de kabul etmiş olacaktır. Bu kabulün, birtakım bilgileri de beraberinde
getireceği bir gerçektir. Bu bilgilerin en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Akli delillendirme sonucunda İslam dinine inanmış olan her insan, aynı
zamanda iman ettiği Yüce Allah’ın kâinatın yaratıcısı olduğunu da bilir.
İnsani yaratılışın her türlü inceliklerini bilen Yüce Allah’ın, insan için gerekli
olan terbiyenin nasıl olması gerektiğini de insandan daha iyi bileceğini de
bilir.
Yaratılmış varlık dünyasından hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Yaratıcının
emirlerinin daima iyilikle ilgili, yasaklarının da daima kötülükle ilgili olduğunu
bilir. (Ahmed Naim, 1995: XXXIII)
Bütün bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Allah’ın peygamberler gönderip, onlar
aracılığıyla emir ve yasaklarını bildirmesi, akıl için bir kolaylaştırma olacak ve insanı
rahatlatma kabilinden bir yardım ve irşat anlamına gelecektir.
İslam ahlakı Asr-ı Saadet’te tedvin edilmiş bir durumda değildi. Kur’an ve
hadislerdeki ahlak ilkeleri Sahabe tarafından kendi anlayış ve yaşayışlarına göre
uygulanırdı. Eğer bir problem çıkarsa, bu problemler de Hz. Peygamber tarafından
çözülürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise, Kur’an ve Sünnetten hareketle
İslam’ın ahlak esasları belli eserlerle ortaya konulmaya başlandı. Başta Kütüb-ü
Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarının bazı bölümleri özellikle
ahlakla ilgili hadisleri içermektedir. Örneğin Sahih-i Buhâri’de “Kitâbu’l-edeb”,
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Sahih-i Müslim’de “Kitâbu’l-birr” ve “Kitâbu’l-edeb” tamamen ahlaki hadisleri
içermektedir. Hadis mecmualarının bu bölümlerinde ahlaki hadisler “bab”lara
ayrılmış olup, bu hadisler üzerinde eser sahiplerinin herhangi bir şahsi yorum ve
açıklamasına rastlanmaz. Ancak daha sonraki kuşaklar, bu eserler üzerine birtakım
şerhler yaparak, yorum ve açıklamalara gitmişlerdir.
Fıkıh kitaplarına baktığımızda, bu kitaplar, Kur’an ve hadislerde geçen ahlaki
esasları bünyelerine alarak bir ahlak sistemi ortaya koyduklarını görürüz. Bu
kitaplarda, ibadet ve hukuka dair konular yanında, bunlarla yakın ilişkisi bulunan
bazı ameli ahlak konularına da yer verilmiştir. Nitekim “furû-u fıkh” alanındaki
kitaplarda yer alan temizlik, niyet ve ihlâs, anlaşmalarda ahde vefa, zekât ve
sadaka, beşerî münasebetlerde adalet ve ihsan gibi fazilet ve iyilikler; diğer yandan
içki, kumar, zina, faiz, ihtikâr, rüşvet, gasp gibi ahlaki fenalıklar; ailevi ve toplumsal
haklar ve sorumluluklar geniş bir şekilde işlenmektedir. (Çağrıcı, 1991: 65-66)
Biz burada, İslami ilimlerle uğraşan bazı âlimlerin Kur’an ve Sünnetten
hareketle ortaya koydukları İslam ahlak esaslarıyla ilgili yazmış oldukları bazı
eserlerden kısaca bahsetmenin yararlı olacağına inanıyoruz.
İmam-ı Buhârî (ö.256/870)’nin el- Edebü’l-müfred’i: Buhâri, bu eserinde
yalnızca ahlak ve adaba dair hadisleri ve haberleri bir araya getirmiştir. Bu eser,
geleneksel ya da dinî ahlakın ilk örneklerinden birisidir.
İmam Mâverdî (ö.450/1058)’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’i: Bu eserinde
Mâverdi, kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırmaya özellikle dikkat
etmekte, İslami espriye sadık kalmak şartıyla Arap edebiyatından şiir ve hikmetli
sözleri bolca nakletmektedir. Birinci bölümde, aklın mahiyeti ve değeri, nefsin kötü
isteklerine uymanın zararları konu edilmektedir. İkici bölümde işlenen konu ise,
ilim ahlakıdır. İlke olarak ilimlerin hepsinin değerli olduğu kanaatinde olan
Mâverdi, buna rağmen en değerli ilmin din ilmi olduğunu vurgulamaktadır. Onun
din ilminden kastı, insanın dinî, ahlaki ve hukuki yükümlülüklerini belirleyen
disiplinlerin bütünüdür. Üçüncü bölümde, İslam’da dinin edebi konu edilmektedir.
Burada dinî ve ahlaki yükümlülükler, ibadetlerin hikmetleri, insanı, görevlerini
yapmaktan alıkoyan olumsuz nedenler geniş bir şekilde incelenmektedir. Dördüncü
bölümün konusunu ise, İslam’da dünya edebi oluşturmaktadır. Burada insanın
sosyal bir varlık olduğu görüşünden hareketle, sosyal ahlak ele alınmakta ve sosyal
hayatı iyileştirmenin, mutlu bir dünya düzeni kurmanın ahlaki ve iktisadî şartları ele
alınmaktadır. Beşinci bölüme gelince, burada İslam’da nefsin edebi üzerinde
durulduğu görülmektedir. Bir tür ahlak pedagojisi olan bu bölümde, ahlaki eğitimin
zorunluluğu vurgulanmakta, belli başlı ahlaki erdemlerle, bunları kazanmanın
yolları; ahlaki erdemsizlikler ve bunlardan da uzak durmanın çareleri ortaya
konulmuştur.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
İbn Hazm (ö.456/1064)’ın İlmu’l-ahlak’ı: İbn Hazm bu eserinde, erdem ve
erdemsizliklerin tanımlarını yapmakta, mutlu insanı kendisini erdemlere alıştıran,
mutsuz insanı ise erdemsizliklere bulaşmış ve bundan hoşlanmayan insan şeklinde
tanımlamaktadır. Ona göre, ahlaki güzellikler ve erdemlerle bezenmek isteyen bir
kimsenin Hz. Peygamber’in örnek ahlakını kendisine rehber edinmesi gerekir.
Çünkü Resulullah’ın ahlakı, Allah tarafından övülmüştür. O bütün hayırlarda en
önde olan insandır. Tüm erdemler en mükemmel şekliyle onda toplanmış olup, o
her türlü kusurdan arındırılmıştır.
Gazâlî (ö.505/1111)’nin Kimya-ı Saâdet’i: Gazâlî, bu eserinde, Allah’ı bilenin
kendisini bileceğini ve eylemlerini buna göre yapacağını vurgulamaktadır. Komşu,
akraba, ana-baba ve çocuk haklarının ayrıntılı olarak işlendiği bu kitabın “Helak
Ediciler” bölümünde, nefsin riyazeti çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Son bölüm
olan “Kurtarıcılar”da ise, büyük ve küçük günahlar ve tövbe konusu işlenmektedir.
M. Abdullah Draz (ö.1958)’ın Kur’an Ahlakı: Bu eserin birinci kısımda, ahlak
nazariyesi işlenmektedir. Ahlaki yükümlülüklerin kaynakları, ahlaki yükümlülüğün
özellikleri, ahlaki müeyyide, niyet ve ahlaki fiilin tabiatı, kötü niyetler, gayret vb.
konular tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. İkinci kısımda ise, ferdi ahlak, aile ahlakı,
sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak ortaya konulmaktadır.
Abdurrahman Azzam’ın Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlakı ve Kahramanlığı: Bu
eserde, hak davasında sebat; şecaat ve cesaret; sözünde durma, az ile yetinme,
tevazu ve hoşgörü, ibadet, bağışlama, merhamet ve iyilikseverlik, siyaset ve
idaredeki üstün başarı ve vicdan hürriyeti ele alınmaktadır.
Babanzâde Ahmed Naim (ö.1934)’in İslam Ahlakının Esasları: Bu eserde,
güzel ahlakın İslam’daki önemi, iman ile güzel ahlak arasındaki yakın ilişkiyi
açıklayan dinî ve akli deliller, insan hürriyeti ve sorumluluğuna işaret eden ayet ve
hadisler, iyi ve kötü işin karşılığı gibi konular işlenmektedir.
Mustafa Çağrıcı’nın Ana hatlarıyla İslam Ahlakı: Bu eserde de, ahlakın tarifi
ve mahiyeti, İslam ve İslam ahlakı, İslam ahlakının doğuşu ve gelişmesi, İslam’ın
belli başlı ahlak problemlerine bakışı, İslam ahlakının ameli ve tatbikî cephesi gibi
konular ayrıntılı olarak işlenmektedir.
Macid Fahri’nin İslam Ahlak Teorileri: Bu eserde, Kur’ani ahlak ilkeleri çeşitli
başlıklar altında değerlendirilmekte, kelami ahlak ve felsefi ahlak örnekleriyle
ortaya konulmakta, kitabın son bölümünde ise, dinî ahlak, İslam düşünürlerinin
görüşlerinden hareketle çeşitli şekillerde ele alınmaktadır.
Hüsameddin Erdem’in Ahlak Felsefesi: Erdem, bu eserinde, ahlak ve ahlak
felsefesinin ne olduğuyla ilgili genel bilgiler ortaya koymakta, ahlak felsefesinin
problemlerini, ahlaki değerler, ahlaki yargı, ahlak fiilinin menşei, ahlaki vazifeler vb.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
İmanın hakikati ve
özü, kalbin
tasdikidir.
başlıklar altında değerlendirmektedir. Uygulamalı ahlak adı altında da ferdi ahlakı,
toplumsal ahlakı ve devlet ahlakını ayrıntılı olarak işlemektedir.
Cafer Sadık Yaran’ın İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Bu eserde ise, çağdaş küresel
sorunlar ve ahlak, İslam ahlakındaki temel erdemler, temel erdemler açısından
İslam ahlakının türleri, temel İslami erdemlerin belirlenmesinin yararları ve yolları
işlenmektedir.
Burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz İslam ahlakıyla ilgili tüm eserlere
baktığımızda, bunların İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında
değerlendirdiklerini görmek mümkündür: Allah’a iman ve kulluk, Allah ve
Resulü’nü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza,
korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma. Şimdi bunları ayrıntılı olarak ele
almaya çalışalım:
ALLAH’A İMAN VE KULLUK
İman, Allah’ın tevhit ve sıfatlarını, bütün peygamberlerini ve bilhassa
Peygamber’imizinsav peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakikatini tasdikten
ibarettir. Buna göre imanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir.
Müslümanlığın birinci temeli, Allah’a imandır. Allah’ı bilmek ve O’na iman
etmek, her mükellef üzerine farzdır. Bu bilginin doğru yolu, sahih düşünmedir. Yani
bütün âlemi ibret gözüyle seyretme ve bunlarda cereyan eden terbiye ve tekâmül
nizamının cereyan şeklini tefekkür ederek, Allah’ın varlığını ve birliğini anlamak ve
tasdik etmektir. Çünkü kâinat ve onun her zerresinde cereyan eden her şey,
Allah’ın vahdaniyetini dile getirir.
Allah’ın varlığı ve birliği, âlemin her kısmında ve her zerrede bu derece açık
olarak okunduğu içindir ki, birçok âlim ve filozof, bunu ispat için delile lüzum
olmadığını, bunun apaçık ve her insanda fıtri olduğunu söylemişlerdir. Yani yüce bir
varlığa bağlanmak, inanmak, insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır.
Kâinattaki bütün varlıklardan üstün olmasına rağmen insan, kendisinde hissettiği
aczi, yüce, sonsuz ve kâmil bir varlığa bağlanmakla telafi etmektedir.
İnsan, Allah’ın varlığını anlamak, O’nu isimleriyle ve sıfatlarıyla tanımak ve o
suretle iman etmekle mükelleftir. Buna göre Allah’a iman etmek demek, O’na
mahsus ve vacip olan yüksek sıfatları, O’nun hakkında caiz veya mümteni olan
şeyleri bilip öylece tasdik etmek demektir. İnsanın üzerine farz olan da budur. Farz
olan bu görevi yerine getiren insan, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendi fıtratında
var olan inanma arzusunu doğru bir şekilde yerine getirmiş olur. Allah’a
inanmayanların, uydurdukları tanrılara, hurafelere, ideolojilere, sistemlere ve
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
şahıslara bağlı olmaları, onlara inanmaları, insanların bir şeye inanmak ihtiyacının
vazgeçilmez olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, büyük İslam
ahlakçıları, Allah’a iman ve O’na kulluk üzerinde durmuşlar, Allah’a karşı
vazifelerimizi de, Allah’ı bilmek ve Allah’a ibadet diye iki kısma ayırmışlardır. Allah’ı
bilmek demek, Allah’ın zat ve sıfatlarını, büyüklük ve üstün kudretini bilmek, bütün
varlığı yaratan, onların rızkını veren, onları yaşatan ve öldürenin ancak Allah
olduğunu idrak etmektir. (Erdem, 2003: 129)
İnsan bu şekilde Allah’ın varlığına iman edince, Allah’a karşı sorumluluğunun
olduğunun da farkına varacaktır. Buna da kulluk bilinci denir. Kul olduğunun
bilincine varan insan, Allah’ın kendisinden istediği şeyi yerine getirecektir. Bu
anlamda insanın birinci görevi, öncelikle Allah’a itaat, sonra da sırasıyla
peygamberlere, anne-babaya, yöneticilere ve büyüklerimize itaattir. Dolayısıyla
Allah’ı tanıyıp O’nun emirlerini bilen bir insanın, ahlaksız bir hayat yaşaması
mümkün değildir. Çünkü her ahlak kanunu, bizi bir vazifeyle mükellef kılar. Bir
mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlak kanunu bütün
gücünü ve önemini kaybedecektir. Allah’ı tanıyıp, emirlerini yerine getiren insan,
bundan dolayı kendisine mükâfat ve ceza verileceğini bildiği için düzenli bir hayat
yaşama gayreti içerisinde olacaktır.
İnsanlık tarihine baktığımızda, insan aklının kendisine sorumluluk
yüklemeyen ahlak anlayışlarını reddettiğini görebiliriz. Bunun içindir ki diğer bütün
ilahî dinler gibi İslam dini de bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarını
belirtmiş, bu hususta peygamberleri de sorumluluktan beri kılmamıştır. İnsanın
Allah’a karşı vazifesinin olması, onun bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu
doğurur. (Çağrıcı, 1991: 138) Kur’an-ı Kerîm bu hususu şöyle ifade eder:
İnsan muhakkak ki, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altındadır. İnanç
ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret
elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. Allah’a itaat ve
saygıdan kaçmak, O’nun zat ve sıfatlarına, hukuki tasarruflarına ortak koşmak ise
tam anlamıyla nankörlüktür. Kur’an, Allah’a iman ve itaat edenin kalbini hidayete
ve doğru yola ulaştıracağını ifade etmektedir. Nitekim Teğâbûn suresinde şöyle
buyurulmaktadır:
Siz boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn/23:115).
“İnsanlar imtihana çekilmeden, iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı
sandılar?” (Ankebût/29:2)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Bu ayette görüldüğü gibi, Allah’ın ilmi, iradesi ve takdiri olmadan insana
hiçbir musibet gelmeyecektir. Fakirlik, hastalık, ölüm ve üzüntü gibi sıkıntıların
Allah’ın takdiriyle olduğuna inanan kimse, bu kötülüklerden sarsılmadan kurtulur.
Çünkü onun kalbi, sabır ve metanetle ferahlamaktadır. Hac suresinde ise şöyle
buyurulmaktadır:
Allah’a karşı iman vazifemizden sonra gelen diğer vazifelerimiz de,
ibadetlerimizdir. Allah’a iman eden bir insan, kulluk bilinciyle O’nun kendisine
verdiği nimetlere şükreder ve O’na karşı ibadetlerini yerine getirir. Din ile ahlak
arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Allah’a karşı
bir ibadet ve şükür vazifesi olduğunu bilmeyen kişinin, ahlaki erdemler sergilemesi
oldukça zordur. Çünkü İslam inancına göre insan, Allah’a ibadet etmek amacıyla
yaratılmıştır. (Erdem, 2003: 129) Kur’an-ı Kerîm, bunu şu ayetle net bir şekilde
ortaya koymuş, insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl maksadının, Hakk’a
ibadet etmek olduğunu beyan etmiştir:
Şunu ifade etmek gerekir ki, kulluk, yalnızca düşünce ve sözlerle ortaya
konulamaz. Bu yüzden Mevlânâ, ibadetlerin, insanın Allah’a inancı, sevgisi
konusunda birer şahit olduğunu dile getirmektedir.
Mevlânâ’ya göre sevgi, fikir ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz
lüzumlu olmazdı. Bu yüzden bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar
birbirine hediye verirler. O hediyeler, bağlılığın ve sevginin şahitleridir. İşte bütün
ibadetler, Allah’a itikat için birer şahit durumundadırlar. (Yeniterzi, 1997: 70)
İbadetlerin insanın iman ve takvası üzerindeki tesirleri büyüktür. Bu yüzden
İslam ahlakçıları, amelsiz itikadı ışıksız fenere benzetirler. Işık vermeyen bir fener
ise, faydasız olduğundan, makbul de değildir. Buna göre dinî emirlere uymayan bir
müminin değeri yoktur.
İbadetler, sevap ve mükâfatın dışında kalp ve vicdanın temizlenmesi
hususunda büyük yararlar sağlar. Bu yararların başında ise, insanın yasaklardan
uzaklaşması, kötülüklerden temizlenmesi ve korunması gelmektedir. Nitekim Hz.
“Bir de, kendilerine ilim verilenler, eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan
sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah
ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah, çok bağışlayıcı ve mağfiret
edicidir.” (Hac/22: 54)
“Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”
(Zâriyât/51:56)
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa,
Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn/64:11)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Sevgi, hayatın aslı ve
özüdür.
Peygamber, namaz ve oruç ibadetinin, insanları kötülüklerden koruyacağını
belirtmektedir. (Erdem, 2003: 130) Kur’an-ı Kerîm, namazın, ahlakı yükseltmek ve
kalbi temizlemek noktasından taşıdığı değeri en mükemmel şekilde şöyle ortaya
koymaktadır:
Allah, kullarına yakın olduğunu, kendisine dua edenin duasını kabul
edeceğini ve doğruya ulaşmaları için kendisine inanıp güvenmelerini
emretmektedir.
Allah, kullarına umut aşılamakta, onları Allah’a sığınmaya davet etmektedir.
Hz. Peygamber, “Asıl ibadet duadır, Rabbiniz, Bana dua edin dileğinizi vereyim,
dedi” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in duaları, İslam’da ibadetin anlamını ortaya
koyduğu gibi, İslami öğretilerdeki ahlak unsurunun güzelliğini de ortaya
koymaktadır.
Bütün ibadetler, Allah yolunda nefsi terbiye etmek için birer araçtır. Yaratan
ile yaratılanlar arasında sürekli bir ilişkinin var olduğunu göz önünde
bulundurduğumuzda, yaratılan varlıkların en üstünü olan insanın, Yaratana
ulaşmak için insanlığa hizmet etmesi de bir ibadet olarak sayılmıştır. Nitekim
Türkçede güzel bir söz vardır: “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.”
Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din adlı eserinde, insanın hayatını düzenleyen
üç şeyden bahsetmektedir. Bunlar: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola
sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden
itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. (Mâverdî,
1998: 221)
ALLAH VE PEYGAMBER SEVGİSİ
Sevgi, insana etki eden, acısını tatlıya, hastalığını şifaya, derdini devaya,
sıkıntısını nimete, kahrını rahmete dönüştüren bir duygudur. Her türlü kemale
erişmenin kaynağında sevginin olduğunu görmek mümkündür. Çünkü sevgi,
hayatın aslı ve özüdür. Sevgi hayatın ve varlığın aslı olduğuna göre, sevginin en ileri
noktası olan Allah ve Peygamber sevgisi, her şeyin üzerinde bir değere sahiptir.
Allah sevgisi kavramı, iki anlamı ifade etmektedir. Bunlardan birincisi, insanın
Allah’ı sevmesi; ikincisi ise, Allah’ın insanı sevmesidir. Kur’an’da her iki sevgiden de
söz edilmiştir. Bilindiği gibi Allah’ın güzel isimlerinden biri olan Vedûd ismi de her
“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve
kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak, elbette en büyük ibadettir. Allah,
yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût/29:45)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
iki anlamı içermektedir. İnsanın Allah’ı sevmesi, iki şekilde tezahür etmektedir:
Allah’ı sevmek ve Allah için sevmek. Allah’ı sevmek, insanın Allah’ı, O’nun
Kur’an’da kendisini tanıttığı nitelikleriyle tanıması, O’na ve Peygamber’i vasıtasıyla
bildirdiği hak dine iman etmesi, emir ve yasaklarına uyması, kaza ve kaderine ve
O’ndan gelene razı olması, O’nun iradesi doğrultusunda hareket etmesidir.
(Karagöz, 2009: 12; Erdem, 2003: 131)
Kur’an’da, insanın Allah’ı sevmesinin göstergesi olarak Peygamber’e itaat
ifade edilmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:
Peygamber’e itaat, onun tebliğ ettiği İslam dinini kabul edip ilkelerini, hüküm
ve tavsiyelerini uygulamak, onu rehber, örnek ve önder edinmektir. Yukarıdaki
ayette ifade edildiği gibi Peygamber’e itaat, Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası
olarak zikredilmiş, dolayısıyla Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden
benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir.
Allah sevgisinde, Peygamber’e uymak, yani onun sünnetine tabi olmak
olmazsa olmaz bir şarttır. Çünkü Allah sevgisi ve O’na itaat ile Peygamber’ine uyma
ve tebliğ ettiği dine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Peygamber’e uyan
doğru yolu bulur, güzel eylemlerde bulunur, ona uymayan kimsenin ise, Allah’ı
sevdiğini söylemesi, anlamsız bir ifadeden öteye geçemez. Allah ve Peygamber’in
emir ve yasaklarına uymamak, Allah sevgisiyle asla bağdaşmaz. Allah’ı seven,
Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Bu emir ve yasaklara uygun davranma, insanın
ahlaklı bir eylem ortaya koymasının nedenini oluşturmaktadır. (Karagöz, 2009: 14)
İnsanın Allah’ı sevmesi bir kulluk görevidir. Çünkü insanı yaratan, yaşatan ve
rızık veren O’dur. Nitekim insanda kendisine Allah’ın nimetlerini göstermesiyle
yoğun bir sevgi oluşmaktadır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamber’imiz “Sizi
nimetleriyle rızıklandırdığı için Allah’ı seviniz” (Tirmizî, Menakıb: 33),
buyurmaktadır. Bütün ahlakçılar, sevgiyi, insan ruhunun ve kalbinin gıdası olarak
görmektedirler. Mâide suresinde şöyle buyrulmaktadır:
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Âl-i İmrân/3:31)
“Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse, öyle bir toplum getirir ki O,
onları sever, onlar da O’nu severler; onlar müminlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda çalışırlar. Hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir.
Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide/5: 54)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Şükür; nimeti değil,
nimeti vereni görmektir.
Bu ayette görüldüğü gibi, seven insanların beş ahlaki özelliğinden söz
edilmektedir.
İman,
Müminlere karşı mütevazı olma,
Kâfirlere karşı izzet sahibi olma,
Allah yolunda çalışma,
İslam’ı yaşama konusunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmama. Allah’ı
seven insan, bunu söz, fiil ve davranışlarıyla ortaya koyar ve sergilediği bu ahlaki
tutumuyla örnek olarak insanlara Allah’ı sevdirmeye çalışır ve bunu yapmakla da
Allah’ın sevgisini kazanır. Allah için sevmeye gelince, bu da Allah sevgisinin bir
gereğidir. Allah’ı seven, Allah’ın sevdiklerini de sever. Varlıkları Allah için sever.
Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu sağlayacak sözleri söyler, eylemleri yapar ve
davranışları sergiler. Sevdiklerini Allah için sevmek, kâmil bir imanın sonucudur.
(Karagöz, 2009: 15-25)
Aşağıdaki hadisler de bu hususa işaret etmektedir:
Eylemlerini Allah için sevmeye göre sergileyenlerin kötü eylemlerde
bulunması, ahlaksız bir hayat yaşaması söz konusu olamaz. Allah için seven,
Allah’ın yaratıklarına karşı hor ve hoşa gitmeyen eylemler sergilemez. Nitekim
Yunus Emre, bu durumu özetle şu şekilde ifade etmektedir:
ALLAH’IN NİMETLERİNE KARŞI ŞÜKÜR VE KANAAT
Şükür, insanın, nimeti kendisine vereni düşünüp, bu ihsanından dolayı o
nimeti verene hamd etmesi ve o nimeti kendisine verenin gösterdiği istikamette
kullanmasıdır. Yani Allah’ın nimetlerini bilip, karşılığında kulluk ve ibadet vazifesini
Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü.
“Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için kızmaktır” (Ebû Dâvud,
Sünnet: 3)
“Allah için sevmek ve Allah için kızmak, imanın gereğidir.” (Buhârî, Îmân: 1)
“Kim Allah için sever, Allah için kızar, Allah için verir ve Allah için men ederse,
imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet: 16)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
yerine getirmesidir. Şiblî, şükrü şu ifadeleriyle çok güzel bir şekilde ortaya
koymaktadır: “Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir.”
İslam ahlakçıları, şükrün üç çeşidinden söz etmişlerdir. Bunlar; kalp, dil ve
bedenle yapılan şükürdür. Kalp ile şükür, nimet verenin Allah olduğunu bilmek; dil
ile şükür, nimet sahibini itiraf ile hamd; beden ile şükür ise, bedeni Allah’ın
yasaklarından korumak ve Allah’ın buyruklarına uymaktır. (Erdem, 2003: 132)
Allah’ın vermiş olduğu nimetlere şükretmek, verilenlerin daha da artmasına
sebebiyet vermektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz, insanların “Nimetlerine şükredip
nankörlük göstermemesini” (Bakara/2:152) istemekte ve bunu yaptıklarında da
nimetini arttıracağını (İbrahim/14:7) haber vermektedir.
Yukarıdaki ayette de ifade edildiği gibi, nimet, şükür ile çoğalıp varlığını
sürdürürken, nankörlükle de yok olup gitmektedir. Nankörlük, nimete
şükretmemek, iyiliği tenkit etmek, küçümsemek ve tersine yorumlamaktır.
Nankörlüğün en kötüsü, yapılan iyilikleri tamamen unutup, onlara karşı kötülük
yapmaktır. Böyle bir nankörlük duygusunun gelişmesinin nedeni ise, insanın
vicdani bir terbiyeden mahrum olmasıdır. Yüce Allah, nimetlerine karşı nankörlük
edenleri şu şekilde kınamaktadır:
Bir toplumda nankörlük yaygınlaşırsa, orada sevgi ve merhametten söz
edilemez. Çünkü Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörce davranan,
insanların da kendisine verdiği iyi şeylere nankörlük edecektir. Bu yüzden verilen
nimetlere şükretmek Allah katında değerli olduğu gibi, toplumsal düzen için de çok
olumlu sonuçlar doğuracak bir eylemdir. Örneğin, Allah’ın verdiği nimete şükreden
bir insan, nimetleri yaratılış amacına uygun olarak harcayacaktır. Kendisinde var
olan malın şükrünün zekâtını vermekle ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle
yerine getirecektir. İlmi varsa, bunun şükrünü de, ilmiyle amel etmekle ve bu ilmi
başkalarına öğretip faydalı bir toplum yetiştirmekle sağlayacaktır. Sağlığının
şükrünü ise, hastaları arayıp sormakla ve şifa bulmaları için onlara yardımcı
olmakla ifa etmiş olacaktır. (Erdem, 2003: 132)
Kanaatle ilgili de şunları söylemek mümkündür. Bilindiği gibi Yüce Rabbimiz,
insanlara dünya ve ahirette hayır getirecek şeyleri emretmiştir. Bu yüzden bir
mümin için en kâmil vasıflardan biri kanaattir. Türkçede “tok gözlülük” diye ifade
edilen kanaat, insanın hissesine düşen rızka razı olması, mevcut olan ile yetinmesi,
olmayan şeye ise heveslenmemesidir.
“Allah iman edenleri esirger. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan
herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac/22: 38.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
“Kanaati olmayanı
servet zengin etmez.”
Büyüklerimiz, kanaatin, tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu ifade
etmektedirler. Kanaatkâr olmayan bir toplumun huzur bulması mümkün değildir.
Çünkü Allah'ın verdiğine razı olmayan insanların kalpleri hırsla dolacak ve bu da o
insanları huzura kavuşturmayacaktır. Kalplerini hırs bağlamış insanlar, meşru
yollarla erişemedikleri menfaatlere, meşru olmayan yollarla ulaşma sevdasına
kapılacakları için gece ve gündüz huzursuz olacaklardır. Kanaat sahibi olmayan
insan, varlıklı da olsa fakir, kanaatkâr olan ise yoksul da olsa, göz ve gönül tokluğu
gibi bir zenginliğe sahiptir.
Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur:
Elindekine kanaat eden insanlar, kendilerinden daha kötü durumda olan
insanları görünce, kendi hallerine şükreder ve o insanlara şefkat ve merhametle
yaklaşırlar. Bu yüzden şükür ve kanaatin yaygın olduğu bir toplumda, huzur ve
barış olacaktır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmaktadır:
Müslüman olan, ahiretin ebedî felaketinden; kâfi miktarda malı bulunan,
dünya sefaletinden; kanaat sahibi olan ise, dilencilik rezaletinden kurtulmuş
demektir.
Hz. Peygamber’in hayatını kanaat prensibine uygun olarak düzenlediği
kaynaklarda sabittir. Kanaat, hiçbir zaman az çalışmak, tembellik etmek anlamında
değerlendirilemez. O, sadece Allah’ın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa'd b.
Ebi Vakkâs’ın oğluna şöyle nasihat ettiği bildirilmektedir:
Bu ifadeler, bize, kanaatin ruhi ve ahlaki bir vasıf olduğunu göstermektedir.
“Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati
olmayanı servet zengin etmez.”
“Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise,
sanki dünyalar onun olmuştur.” (Tirmizî, Zühd, 34)
“Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır” (Buhârî,
Rikak: 15)
“İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat
edene ne mutlu.” (Tirmizî, Zühd: 35)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Tevekkül eden kişi,
tohumunu önce yere
atar, ondan sonra
tevekkül eder.
ALLAH’A TEVEKKÜL VE KAZAYA RIZA GÖSTERMEK
Tevekkül, sözlükte, güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek
anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi
ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak bir şey kalmadıktan sonra
Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Tevekkül,
Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. (Erdem, 2003: 133)
Tevekkül eden kimse, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir
kimsedir. Fakat ne kadere inanmak ne de tevekkül etmek, gerilik ve miskinlik
anlamına gelir. Kadere iman ve tevekkül, çalışmaya ve ilerlemeye mani değildir.
Çünkü inanan insan, olayların, ilahî düzenin ve kanunların çerçevesinde, neden-
sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir.
Müslüman, tohum ekilmeden ürün elde edilemeyeceğini, ilaç kullanmadan
tedavi olunamayacağını bilmektedir. Bunun için yapacağı işlerde gereken önlemleri
alır ve sonucunu Allah’a bırakır. Önlem almadan kader ne ise o olur şeklinde bir
anlayış içerisine girmek tevekkül değil, bir tembelliktir. Böyle bir şey, İslam’ın
anlayışıyla asla bağdaşmaz. Salih ameller işlenmedikçe, Allah’ın rızası kazanılamaz.
Bu yüzden tevekkül, çalışıp çabalamak ve çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle
olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır. Nitekim Yüce Allah
müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmekte,
böylece tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmektedir:
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden de anlaşılıyor ki, İslam’da tevekkülün
şartı, tabiat kanunlarının gereğini gözden uzak tutmamak, tuttuğu takdirde başına
gelen şeylerden kendini kınayıp günahını, hatasını kadere yüklememektir. Tabiat
kanunlarından gaflet etmek, onları hiçe saymak, ya Müslümanlığı bilmemekten ya
da acz ve miskinlikten kaynaklanmaktadır. Bunun örneğini, devesini mescidin
dışında başıboş salıvererek Peygamber’in huzuruna giren ve tevekkülün anlamını
bilmeyen bir kişiye, Peygamber’in şöyle buyurmasında görüyoruz.
Yine, Hz. Ömer “Siz necisiniz?” diye sorduğu boşta gezen Yemenlilerden “Biz
tevekkül edenlerdeniz” cevabını alınca, “Hayır, siz tevekkül eden değil yalancısınız.
Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder”
demiştir.
“Devenin ayağını bağla da ondan sonra tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyâmet: 60)
“Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine
dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân: 59)
59
)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Korku ve Ümitle ilgili
örnek videoyu izleyiniz
Allah’tan ancak âlimler korkar
Bu örnekler gösteriyor ki, İslam dini, körü körüne tevekkülü reddetmektedir.
Çünkü İslam tevekkülünde, başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet
vardır. Bu da, kadere rıza şeklinde ifade edilir. Kadere rıza demek, “Allah tarafından
kullara ulaşan kazaya razı olmak”, yani dünya musibet ve felaketlerine, ilahî takdire
rıza göstermek ve teslimiyet, dinî vazifelerimizin bütünüdür. Bu yüzden tevekkül,
insanı ahlaken yücelten ve Allah’a yaklaştıran önemli bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Çünkü takdire rıza göstermeyen isyan etmiş olur. Bu da tevekkülün
insanı günahlardan uzaklaştırdığını, neticesi boş, elim, vahim olan kederlerden
koruduğunu göstermektedir. (Erdem, 2003: 133-134)
Tevekkül ve kadere rıza, hayatın sıhhati, kalbin huzuru, müminin de açık
vasıflarındandır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu tedbiri almayıp takdire
rıza göstermemek anlamına gelmemektedir. Örneğin, bir çiftçi, önce zamanında
tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden
arındırıp ilaçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi
için Allah’a güvenip dayanacak ve sonucu O’ndan bekleyecektir. Bu alınan
tedbirlerin sonunda, herhangi bir olumsuz durum ortaya çıksa bile, bu Allah’ın
takdiridir deyip sabredecektir. İşte bu yaklaşım, insandaki korkuyu ortadan
kaldırarak onu Allah’a yaklaştırmakta ve O’nun sevgisine yöneltmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki tevekkül, bir toplumun sağlıklı ve düzenli
işlemesinin teminatıdır.
KORKU VE ÜMİTLE ALLAH’A YALVARMA VE BAĞLANMA
Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de
O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavramdır. Yani inanan bir insan, Allah’ın
kendisini cezalandıracağından korktuğu gibi, O’nun kendisine mükâfat vereceğini
de ümit etmelidir. Yüce dinimizin öğrettiği ilahî esaslardan birisi, kulun Rabbi
huzurundaki durumu ve teslimiyet ölçüsüdür. Buna göre mümin, keremi ve
rahmeti sonsuz olan Yüce Yaratıcısına büyük bir muhabbet ve tazimle teslim
olacaktır. Ne kadar kusurlu ve günahkâr olsa da O’nun affından ümidini
kesmeyecektir. Bununla birlikte Allah’ın bu sonsuz rahmet ve affının yanında,
O’nun azabının da çok şiddetli olduğunu unutmayacak; O’ndan korkacak,
gazabından da emin olmayacaktır. Ümit etmesi ise, O’nun kendisine mükâfat
vereceği temennisi içerisinde olmasıdır. Bu da bize, müminin daima korku ve ümit
arasında bulunması gerektiğini göstermektedir. İnsan için bu hayat, gerçekte ümit
ve korkuyla dolu bir imtihan yeri olduğu için bu imtihandaki başarı, korku ve
ümidin tatlı ahengi içinde ortaya çıkacaktır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik,
korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabının
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
zorluğunu bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok
bilendir. Bu sebeple Resul-i Ekremsav şöyle buyurmuştur:
Cenab-ı Hak da Fâtır suresinde şöyle buyurmuştur:
Yukarıdaki hadis ve ayet, bize göstermektedir ki, insandaki ilahî bilgi arttıkça
kalbe düşen korku da o nispette çoğalmaktadır. Fakat ümitle dengelenen Allah
korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve
ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk eder. (Yaran, 2005: 135-140) Bunun için
büyüklerimiz: “Herkes korktuğunda kaçar, yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır”
demişlerdir.
Allah korkusu, toplum hayatında dengeleyici bir etkiye sahiptir. İnsan, Allah
korkusuyla kul hakkından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, cana kıymaktan uzak
durur. Eline fırsat geçse bile vahşileşip suçlara yönelemez. Yaratıcısı tarafından her
an görüldüğü ve denetlendiğinin bilincinde olduğu için ahlaklı bir yaşam tarzı
sergiler.
Böyle bir insan herhangi bir güçlükle karşılaşınca, Allah’a yönelik bir ümit
içinde olduğu için O’nun rahmetini hissederek O’na yönelecek, durumunun
düzeltilmesini O’ndan isteyecektir.
“Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.” (Fâtır/35: 28)
“Ben, içinizde Allah’tan en çok korkanınızım” (Buhârî, Nikâh: 116)
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Öze
t •Dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlakî değer olan iyiyle kötünün tayini, ilâhî otoriteye bırakılmıştır.
•İslam ahlakıyla ilgili eserler, İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında değerlendirmektedirler. Bunlar; Allah’a iman ve kulluk, Allah ve Resulünü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanmadır.
•İnsan, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altında olduğu için Allah’a iman ve kulluk, İslam ahlakının esaslarından ilkidir. İnanç ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır.
•Allah ve Resulünü sevmek ve onlara itaat etmek ise, İslam ahlakının bir diğer temel esasıdır. Allah ve Resulünü sevip itaat etmeyenin ortaya koyduğu eylemler, İslam ahlakının dışındadır.
•Allah’ın nimetlerine şükre gelince, Allah ve Resulünü sevip onlara itaat eden, kendisine verilen nimetlere de şükretmesi gerektiği için bu ahlak kuralı oldukça önemlidir.
•Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucu olduğu için, tevvekkül ve kazaya rıza, İslam ahlakının temel esaslarından bir diğeridir.
•Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavram olmaları nedeniyle, İslam ahlakında çok önemli bir yere sahiptirler.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Ahlak ilkelerinin kaynağını ilahî otoriteye bağlı olarak gören ahlak anlayışına
ne ad verilir?
a) Seküler ahlak
b) Profan ahlak
c) Dinî ahlak
d) Mutluluk ahlakı
e) Ödev ahlakı
2. Sadece ahlak ve adaba dair hadisleri bir araya getiren kitap ve yazarı
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı
b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç
c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din
d) Gazâlî, İhyâ
e) Buharî, el- Edebü’l-müfred
3. İnsana Allah’a karşı sorumluluk bilinci veren İslâm ahlak esası aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Tevekkül ve kazaya rıza
b) Allah ve Resulünü sevmek
c) Allah’ın nimetlerine şükür
Öd
ev
• İslam ahlakının temel esaslarını diğer dinlerde var olan ahlak ilkeleriyle karşılaştırınız?
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
d) Allah’a iman ve kulluk
e) Hiçbiri
4. İnsanın hayatını düzenleyen üç şey şunlardır: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde,
doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi
kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden
sevgi. Bunlara aşağıdaki eserlerin hangisinde vurgu yapılmaktadır?
a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı
b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç
c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din
d) Gazâlî, İhyâ
e) Buharî, el- Edebü’l-müfred
5. Tüm tedbirleri aldıktan sonra başa gelen bir felaket karşısında sebat ve
metanet göstermek, İslâm ahlakında hangi kavramla ifade edilmektedir?
a) Tedebbür
b) Tenevvür
c) Tefekkür
d) Tevekkül
e) Tezekkür
Cevap Anahtarı
1.c 2.e 3.d 4.c 5.d
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur
Yayınları.
Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza
Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları.
Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat
Kitabevi.
Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları.
Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han
Yayınları.
Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı.
Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık.
______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz
Yayıncılık.
El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş
Yayınları.
Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlak Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları.
_______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık.
_______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3.
Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık.
Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
_______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları.
Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Kaya, Yunus, (2009), Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke
Yayınları.
Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
_____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
_____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul,
Temel Neşriyat.
Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlakının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma
Kurumu Başkanlığı Yayınları.
Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları.
Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX.
Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları.
_____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları.
_____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık.
Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık.
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam
Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Nefsin 3 gücünü bilecek
• 4 temel erdem ve alt erdemlerini tanıyacak
• Ahlak terbiyesi ve tedavi yollarını öğrenecek
• Evrensel ahlaki ilkeleri değerlendirebileceksiniz.
İÇİN
DEK
İLER
• Felsefi Ahlak: Dönemleri, Temel Özellikleri ve Kaynakları
• Klasik Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
• Modern Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
ÜNİTE
5
FELSEFİ AHLAK VE FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK
ESASLARI
İSLAM AHLAK ESASLARI
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
“Araştırmalarımızın amacı, üstün ahlakı elde
etmektir.” İbn Miskeveyh
GİRİŞ
İslam ahlakı, genel olarak şu üç ekole ayrılmaktadır: Geleneksel dinî Ahlak,
Felsefi Ahlak, Tasavvufi Ahlak. Bu bölümde felsefi ahlak üzerinde duracağız. Burada
“felsefi”den kasıt, elbette, Antikçağ felsefesi gibi İslam öncesi felsefelerin etkilerini
taşımakla birlikte esas itibarıyla “İslam felsefesi”ne veya İslam filozoflarına ait ahlak
anlayışıdır. Başka bir deyişle, “felsefi ahlak” tamlamasındaki “felsefi” terimi genel
anlamda felsefi olanı değil, özellikle İslam kültürü içerisinde Müslümanlarca yapılan
felsefe anlamında daha sınırlı bir manayı ifade etmektedir. Kısacası, bu bölümde,
Farabi, İbn Miskeveyh, Nasiruddin Tûsî, Kınalızâde Ali Efendi gibi klasik dönem
İslam filozoflarının ahlak konusundaki görüşlerini ele alacağız.
FELSEFİ AHLAK: DÖNEMLERİ, TEMEL ÖZELLİKLERİ VE
KAYNAKLARI
Felsefi ahlak, İslam medeniyetinin üçüncü büyük ahlak anlayışıdır. İslam
filozoflarının ahlakla ilgili eserlerinde ortaya konulan bu ahlakta, ahlaki ilkeler,
erdemler ve örnekler, İslam’ın dinî referansları ve şahsiyetlerinden alınabildiği
kadar Antik Yunan ve Roma felsefesinden de alınmaktadır. Bu felsefenin etkisi
sadece filozoflar arasında kalmamıştır. Gazâlî dâhil olmak üzere birçok Müslüman
ahlakçı, bu ahlak sisteminin açık etkilerini taşımaktadır.
Felsefi Ahlakın Dönemleri ve Temel Özellikleri
İslam felsefi ahlak teorilerini, klasik dönem felsefi ahlakı ve modern dönem
yahut Kant sonrası felsefi ahlak diye ikiye ayırmak daha doğru olsa gerek. Çünkü
ikisi arasında belirgin bir fark gözükmektedir. Klasik felsefi ahlak teorileri, farklı
Yunan felsefe okullarının etkisini taşır. İslam’da felsefi ahlakın en büyük yazarı
sayılan İbn Miskeveyh’in Tehzîbü’l-ahlâk’ı, Eflatuncu, Aristocu, Yeni Eflatuncu ve
Stoacı unsurların ustaca işlendiği bir ahlak sistemine temel teşkil eder. Onun
eserindeki siyasi boyut eksikliği, takipçileri olan Tûsî’nin, Devvânî’nin, Kınalızâde Ali
Efendi’nin eserlerinde ev ekonomisi ve siyaset ilmine dair geniş eklerle giderilir.
Klasik felsefi ahlakın ileride biraz daha geniş olarak açıklayacağımız temel
özelliklerinden bazıları şunlardır: Nefisin üç gücü (düşünme, öfke, arzu) vardır. Bu
üç güç ile bağlantılı olarak dört ana erdem vardır (hikmet, cesaret, iffet, adalet).
Erdemler, orta yolda veya aşırılıkların ortasında bulunur (ifrat ve tefrit,
reziletleri/erdemsizlikleri; itidal/ölçülülük ise faziletleri/erdemleri oluşturur).
İnsanlar irade hürriyetine sahiptir, fiillerinde hürdür ve yaptıklarından dolayı
sorumludur. Temel değerler evrenseldir; Tanrı, iyiyi, gerçek anlamda iyi olduğu için
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Felsefe iki kısma ayrılır: Biri ilim, diğeri
eylemdir. Eylemsel felsefenin kısımlarının başında da ahlak/etik
gelir.
tüm insanlara buyurur. Toplumlar, siyasal yönetim biçimlerine göre cahil toplumlar
ve erdemli toplum olarak ayrılırlar. Ahlak ve siyaset birlikteliğinin amacı, erdemli
toplum ve ruhun ebedi saadetidir.
Modern yahut çağdaş felsefi ahlak diye ayırt edebileceğimiz ikinci dönem
İslam felsefi ahlakını asıl belirleyen ve öncekilerden ayıran ise belirgin bir Kant
etkisidir. Bu etki, M. Abdullah Draz'ın Kur’an Ahlakı adlı kitabında da, Ahmet Hamdi
Akseki'nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı kitabında da çok belirgin bir biçimde
görülür. Bu kitaplarda kullanılan terimler ya da ahlak dili de tasnifler ve tercihler de
Kant'ı ve deontolojik/ödev etiğini yansıtır.
Örneğin Akseki, ödev kavramını, bazı İslam ilimlerinde alışkın olduğumuz
şekilde, önce gelenler (mütekaddimin) ve sonrakilere (müteahhirin) göre diye ikiye
ayırarak tanımlamakta ve Kant’ı sonra gelenlerin en meşhuru olarak görmektedir.
Ona göre önce gelenler ödevi şöyle tarif ediyorlar: “Başkalarının bize yapmalarını
arzu ettiğimizi, bizim de onlara yapmamız; yapılmasını istemediğimizi, bizim de
onlara yapmamamız”(1979: 119). Sonra o, Kant’ın ödev tanımını ve ödev ölçütünü
açıklar ve onun ödev ilkesinin kaynağı ve dayanağının akıl olduğunu belirtir. Daha
sonra da İslam’ın ödev anlayışını irdelemeye başlar.
Akseki’ye göre, İslam’da, ödevin kaynağı dindir ve tanımı ise şudur: “Vazife,
dinin yapılmasını emrettiği hayırdır.” Ya da “Dinin emirlerine uymak, yasaklarından
uzaklaşmaktır” (1979: 120).” Akseki, ödevi dine dayalı olarak tanımlamanın, ödev
ilkesinin akli mahiyetinden bir şey kaybettirmediğini, zira bir Müslümanın tabi
olduğu dinin de sonuçta “aklın temel prensipleri”ne dayandığını savunur. Onun
kitabının neredeyse tamamı "Vazife/ödev" kavramı ve gereklerine göre
bölümlenmiştir. Bu yaklaşım etkisini günümüzde de sürdürmektedir.
Felsefi Ahlakın Temel Kaynakları
İslam’da felsefi ahlakın, bir yanda Kur’an ve Sünnet gibi İslami kaynakları
öbür yanda da Platon ve Aristoteles’in kitapları gibi felsefi kaynakları vardır. İslami
kaynaklar açısından örneğin İbn Miskeveyh kitabına, hamdele ve salvele ile başlar
ve kitabının yazılış amacını belirtirken hem metaetik hem de normatif etik
açısından çok yoğun içeriği olan şu ayetle devam eder:
“Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük yapma
kabiliyetlerini verene andolsun ki, nefsini arıtan kurtuluşa ermiş, onu kötülükle
örten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems/91: 7-10)
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Keza, NasiruddinTusi, örneğin adalet konusunu işlerken, Şeriat sahibi şöyle
demiştir diyerek bir hadise yer verir (2007: 128): “Göklerin ve yerin ayakta durması
adaletledir.”
Bu tür kitapların felsefe ve dîni bir arada kullanmalarına örnek olarak
Kınalızâde Ali Efendinin eserinden (t.y.: 138) seçilen şu paragraf gösterilebilir:
Adaletin korunması için toplumda üç şey lazımdır:
Namus-u Rabbani,
Hakim-i İnsani,
Dinar-ı Mizani.
Yunan filozofları bunların üçüne birden “Namus” derler. Filozoflar derle ki,
namus; ilk olarak şer-i ilahîdir. Bu en büyüktür. İkinci namus otoriter devlet başkanı
ve adaletli hâkimdir. Üçüncü namus paradır ki, ikinci namusun, yani adaletli
hâkimin fermanındadır. İkinci namusun hidayete ulaşabilmesi için birinciye uyması
gereklidir. Kur’an-ı Kerim’de bu manaya işaret vaki olmuştur. “… İnsanların adaleti
ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde
hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik.”
(Hadîd/75: 25).
Felsefi ahlakın felsefi kaynakları arasında en önemli ikisi, Platon’un Devlet
adlı eseri ile Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserleridir.
Platon’un Devlet adlı eserinin etkisi, özellikle nefisin üç gücüne dayalı insan
psikolojisi ve dört erdem temelli ahlak anlayışında görülür. Mahmut Kaya’nın
belirttiği üzere, “İslam toplumunda başta hadis ve kelâm âlimleri olmak üzere
muhafazakâr çevreler felsefeyi eleştirirken hedefleri materyalist-ateist felsefe ile
(dehriyye-ilhad) teorik felsefenin (nazari hikmet) dinle çelişen bazı problemlerdir.
Buna karşılık filozofların pratik felsefe (ameli hikmet), yani ahlak ve siyaset
alanlarında ortaya koyduğu görüşler genellikle bütün çevreler tarafından kabul
görmüştür” (1995: 316). Kaya, bunun örneklerini de vermekte ve bu etkinin sadece
filozoflarla sınırlı kalmayıp ötesine geçtiğini örnekleriyle belirtmektedir: “Mesela
Eflatun’un ahlak felsefesinde faziletin temeli sayılan hikmet, şecaat, iffet ve adalet
kavramlarının Gazzali başta olmak üzere Sünni çizgiyi takip eden bütün ahlakçıların
eserlerinde yer aldığı görülmektedir.” Felsefi ahlakta çok önemli bir yer teşkil eden
bu dört erdem teorisinin temellerinden biri, neredeyse onun kadar yaygın kabul
gören “nefisin üç gücü” teorisidir.
Aşağıda daha ayrıntılı göreceğimiz bu dörtlü erdem tablosu, Platon’un
psikolojisi, yahut nefisin üç gücü (düşünme gücü, öfke gücü, arzu gücü) teorisine
dayanmaktadır. Bu psikoloji de, onun devlet ve toplum felsefesinden
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
kaynaklanmakta, yani yöneticiler, koruyucular ve işçilerden oluşan üç toplumsal
sınıflı küçük bir site devleti modeline dayanmaktadır; onun da temelinde bir Fenike
masalının en azından desteği bulunmaktadır. Platon’un Devlet’te anlattığına göre,
üç sınıftan oluşan bütün şehrin veya şehir devletinin “gerekli” ve “güzel” bir
“yalan”a, bir “Fenike masalı”na inandırılmaya çalışılması iyi olacaktır. Buna göre
Sokrates topluma şöyle diyeceğini anlatır: “Bu toplumun birer parçası olan sizler,
diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak
yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı
*koruyucu, savaşçı, bekçi+ olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür
işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır”(Platon, 1992: 105).
Platon’a göre, bu ütopik site devletindeki en üst sınıf olan ve mayalarına
altın katılmış bulunan yönetici sınıf “bilgelik” erdemine sahip olacak, ikinci sınıfı
oluşturan ve mayasına gümüş katılmış olan koruyucular (askerler ve bekçiler)
“cesaret” erdemine sahip olacak, bu devletteki üçüncü ve en alt tabakadaki,
mayalarına demir ve tunç katılmış olan vatandaşlar sınıfını oluşturan işçi, köylü,
zanaatkâr sınıfı “ölçülü” veya iffetli olacak, son olarak, bu sınıflardan her birine
mensup kişinin yalnız kendi üzerine düşen işleri yapması ve buna razı olması ile de
bütün toplum “adalet” erdemine kavuşmuş olacaktır. Buradan hareketle Platon,
“toplumdaki yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar gibi içimizde de üç bölüm”
vardır sonucuna ulaşarak, birey için de aynı erdemlerin geçerli olduğu sonucuna
ulaşır. Alasdair MacIntyre’ın dediği gibi, “Platon’un ahlakı ve Platon’un politikası
birbirine sımsıkı bağımlıdır”(2001: 59).
Platon’un eserleri yanında İslam ahlakını etkileyen en önemli Yunanca ahlak
metni, Aristo’nun, İshak b. Huneyn tarafından tercüme edilip Farabi (ö. 950), İbn
Rüşd ve diğerlerince şerh edilen Nikomakhos’a Etik’idir.
Birçok kişiye göre erdem etiğinin en önemli klasik kaynağı Aristoteles’in
Nikomakhos’a Etik adlı eseridir. Onun burada savunduğu ahlak, her şeyden önce,
bir amaca ulaşmayı arzulayan teleolojik/erekbilimsel bir ahlaktır. Zira o, kitabına şu
cümleyle başlar: “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylemin ve
tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’
diye yerinde dile getirdiler” (1998: 1). Yine de, ona göre, amaçlarda kimi farklılıklar
var gibi görünmektedir. Örneğin, tıbbın amacı sağlık, gemiciliğin gemi, askerlerin
zafer, ekonominin zenginliktir. Bununla birlikte “tüm yapılabilecek iyilerin en
ucundaki şey nedir?” diye sorulursa, Aristoteles, “hem sıradan kişiler hem de
seçkin insanlar”ın anlaşarak verdiklerini belirttiği cevaba katılır: Mutluluk. Bu
insanlarla birlikte o, “iyi yaşamayı ve iyi durumda olmayı da mutlu olmakla bir”
tutar. Akıl sahibi insana uygun düşen insani iyi de, “ruhun erdeme uygun etkinliği
olur – üstelik yaşamın sonuna kadar etkinliği. Çünkü bir tek kırlangıç baharı
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
getirmez, ne de bir tek gün; aynı şekilde bir tek gün ya da kısa bir süre insanı kutlu
ve mutlu kılmaz.” Kısacası ruh, istikrarlı bir biçimde erdeme uygun etkinliklerde
bulunursa, iyi olmayı başarmış olur; iyi olmayı uzun süreli bir yaşam biçimi hâline
getirmiş olmak da, herkesin amaçladığı mutluluğu yakalamış olmak demektir.
Aristoteles’e göre ruhta olup biten şeyler üç türlüdür:
Etkilenimler (veya duygulanımlar, duygular),
Olanaklar (veya yetenekler),
Huylar (ya da eğilimler).
Erdem, bunlardan ilk ikisi değil, sonuncusudur; yani erdem “insanın iyi
olmasını ve kendi işini iyi gerçekleştirmesini sağlayan huy olmalı”dır (1998: 129-
131). Fakat bu huy ile doğuştan getirilen özellikler kastedilmez. Aksine erdemlilikte,
tercihte bulunma gücü ve tercihini orta yoldan yana yapma seçimi çok önemlidir.
Onun ifadesiyle, “erdem, tercihlere ilişkin bir huy*dur+: Akıl tarafından ve aklı
başında insanın belirleyeceğiyle belirlenen, bizle ilgili olarak orta olanda bulunma
huyudur”(1998: 32).
Aristoteles’e göre, yemenin aşırı çoğu da aşırı azı da sağlığı bozduğu, dengeli
yemenin ise sağlığı meydana getirdiği, artırdığı ve koruduğu gibi; erdem konusunda
da her iki yöndeki aşırılıktan kaçınıp, orta yoldaki duygulanımlar ve etkinlikler
izlenmelidir. Örneğin aşırı korkaklık veya aşırı cüretlilik değil, yiğitlik erdemdir; ya
da benzer şekilde, aşırı haz düşkünlüğü ya da aşırı duygusuzluk değil, ölçülülük
erdemdir. Ölçülülükten kasıt da matematiksel ortayı bulmak değil, “bize göre orta
olanı” bulmayı ve ona uygun davranmayı hedef edinmektir. Çünkü herbirimizin
kişisel özellikleri de davranışımızı sergileyeceğimiz toplumsal koşullar da az çok
değişiklik arz eder. Bu durum da göz önüne alınarak “gerektiği zaman, gereken
şeylere, gereken kişilere karşı, gerektiği için, gerektiği gibi bunları yapmak orta
olandır ve en iyidir, bu da erdeme özgüdür.” Dolayısıyla kısaca belirtildiğinde,
Aristotelses’in anlayışında erdem, “aşırılığı yanlış olan, eksikliği yerilen, ortası
övülen ve isabetli olan etkilenimlerle ve eylemlerle ilgili” olan huylardır. “Övülmek
ve isabetli olmak da erdeme özgü” ayrımlardır; ayrıca erdemleri gerçekleştirmek
bizim elimizdedir ve neyin erdem olduğunu bilmede de “sağ akıl” en büyük
yardımcımızdır(1998: 31-32, 52, 113, 129).
Aristoteles’e göre, “biri düşünce erdemi, diğeri ise karakter erdemi olmak
üzere iki tür erdem vardır.” Düşünce erdeminin örnekleri, bilgelik, doğru yargılama,
aklı başındalık gibi erdemlerdir. Cömertlik ve ölçülülük gibi nitelikleri de karakter
erdemlerine örnek olarak gösterir. Bunlardan düşünce erdemi daha çok eğitimle
oluşur ve gelişir; karakter erdemi ise alışkanlıkla edinilir. Sıklıkla vurguladığı “orta
olma” özelliği daha ziyade karakter erdemleriyle ilgilidir. Her ikisi açısında da
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
bakıldığında erdemler, “ne doğal olarak ne de doğaya aykırı olarak edinilir; onları
edinebilecek bir doğal yapımız vardır, alışkanlıkla da onları tam olarak geliştiririz.”
Örneğin, adil şeyler yapa yapa adil insan, ölçülü davrana davrana ölçülü, yiğitçe
davrana davrana da yiğit insanlar oluruz (1998: 23-24).
Aristotelses’in düşünce erdemleri dediği erdemler ise, “aklı başındalık”,
“bilgelik”, “doğru yargılama” gibi özelliklerdir. Bir varlık için en asil ve en hoş olan
şey, doğal olarak o varlığa özgü olan şeydir. İnsanı insan yapan da akıldır. O hâlde
insan için en asil, en erdemli ve en mutlu edici yaşam, “akla göre yaşam”dır.
Karakter erdemine uygun yaşam bundan sonra gelir. Ona göre pratik bilgelik,
herhangi bir durumda neyi yapmanın doğru olacağını görme yeteneğidir. Bir insan,
ahlaki bir davranış gerektiren herhangi bir durumda, “pratik olarak bilge ve erdemli
insanın” neyi seçer olduğunu belirlemek ve ona uygun olanı yapmak
durumundadır. Bu yaklaşımıyla Aristoteles, ilahi buyruk kuramı yanlılarının ya da
Kant’ın ahlak kuramına benzemeksizin, önceden belirlenmiş teorik kurallardan
ziyade, aydınlanmış bir vicdana çok daha fazla önem atfetmektedir.
Nikhomakhos’a Etik adlı kitabında Aristoteles, düşünce erdemlerini daha
üstün bulduğunu belirtse de daha ziyade karakter erdemleri üzerinde durur. Önce
birkaç sayfa içinde özetlediği ondan fazla karakter erdemini daha sonra kitabın
tamamında ayrıntılı bir biçimde inceler ve hepsinin iki aşırı uçtaki erdemsizliklerin
ortasında bulunan övülmüş erdemler olduğunu göstermeye çalışır. Erdemleri ikiye
ayırmakla Platon’a göre bir adım daha ileri gitmiş olan Aristoteles, onların kendi
içlerindeki tasnifinde Platon kadar sade ve sistematik gözükmemektedir. Sadece
karakter erdemlerinin sayısı bile onu geçmektedir ve bunların bazılarının uç
noktalarındaki erdemsizliklerin bazılarının da kendilerinin özel bir adı olmadığını
kendisi de belirtir.
Birinci olarak ele aldığı erdem “yiğitlik”tir; ve bu, “korkular ve cüretlerle ilgili
orta olma”dır. İkincisi, “hazlar ve acılar konusunda orta olma” olan “ölçülülük”tür.
Üçüncüsü “para alma ile para verme konusunda orta olma” olan “cömertlik”tir.
Dördüncüsü, para ilgili bir başka orta tutum dediği “ihtişam”dır. Beşincisi, “onur ile
onursuzluk konusunda orta olma” saydığı “yüce gönüllülük”tür. Altıncısı, “daha
küçük onurla ilgili bir özellik”tir ama özel bir adı yoktur. Yedincisi, “öfke konusunda
orta olma” durumudur; aslında adı yoksa da o buna “sakinlik” demeyi uygun görür.
Bunların yanında, birbirine benzemekle birlikte farklı yönleri de bulunan, “insanlar
arasındaki ilişkilerdeki konuşmalar ve eylemlerle ilgili” olan ve çoğunun özel adı
bulunmayan üç orta erdem daha olduğunu belirtir. Bunlar dikkate alınarak
söylendiğinde, sekizincisi, “samimiyet”; dokuzuncusu, “şakacılık”; onuncusu ise,
“dostluk”tur. Bunlara ilaveten, iki tane de “başa gelenlerle ve etkilenimlerle ilgili
ortalar vardır”. Bunları da katarak söylediğimizde, on birinci erdem, “utanmayı
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
bilme”, on ikincisi de, kıskançlık ile hasetin ortası saydığı “infial”dir (1998: 34-36).
On üçüncü olarak da, “erdemlerin en önemlisi” olduğu ifade edilen “adalet”
erdemi üzerinde durulur.
Platon, Aristoteles ve benzerlerinin eserleri yanında, doğal olarak İslam’da
felsefi ahlakın asıl kaynakları, İslam tarihi boyunca Müslüman filozoflar ve
ahlakçılarca oluşturulan ahlak ve ahlak felsefesi ile ilgili eserlerdir.
Ahlaka eserlerinde geniş yer veren ilk büyük İslam filozoflarından biri
Farabi’dir. O, müstakil bir ahlak felsefesi kitabı yazmamakla birlikte, Kitabu’t-tenbih
ala sebili’s-sa‘âde, es-Siyâsetü’l-medeniyye, İhsâu’l-ulûm, el-Medinetü’l-fâzılâ gibi
eserlerinde erdemli devlet ve onun hazırlayıcısı olarak ahlak konuları üzerinde
ayrıntılı olarak durmuştur. İhvan-ı Safa’nın Risâleler’inden birçoğunda ahlaka
değinilmektedir ve bunlardan biri özellikle ahlakla ilgilidir. İbn Sina’nın eserlerinde
de ahlaka yer yer değinilmekte, İlmü’l-ahlâk adlı da bir risalesi bulunmaktadır.
İslam ahlak felsefesinde en dikkat çekici ve üretken ahlak filozofu İbn
Miskeveyh ve ünlü eseri Tehzîbü’l-ahlâk’tır. Onun ahlaka dair başka eserleri de
olmakla birlikte bu eser İslam ahlak felsefesinin en tanınan ve yararlanılan
klasiklerinden biridir. Bir diğer önemli çalışma, Nasiruddin et-Tusi’nin Ahlak-ı
Nasıri’sidir. Bu son iki kitap daha sonra yazılan birçok ahlak kitabını etkilemiştir.
Bunlardan biri de Osmanlı ahlakçısı Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alai’sidir.
Bunların yanında sonraki dönem üzerinde en fazla etkili olan kitaplardan biri de hiç
kuşkusuz Gazâlî’nin İhyâ’sıdır. Daha sonraki eserler temelde bu eserlerden
yararlanırlar. 20. yüzyıldaki ahlak felsefesi eserlerinde Kant’ın etkisi de açıkça
görülür. Bunlar arasında Ahmet Hamdi Akseki’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı
eseri ile Abdullah Draz’ın Kur’an Ahlakı adlı eserleri sayılabilir. Aşağıda daha ziyade,
İbn Miskeveyh, Tusi ve Kınalızâde gibi filozof ve ahlakçıların görüşleri özetle
tanıtılmaya çalışılacaktır.
KLASİK FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
Felsefi ahlak kitapları genellikle nefis ya da ruhun özellikleri ve özellikle de
üç temel gücünün anlatılmasıyla başlar ve bunlardan hareketle dört temel erdem
konusuna geçilir. Felsefi ahlakçılara göre, nefis (veya ruh) bedenden bağımsız bir
cevherdir. Nefisin fazileti de, bazı insanların zannettiği gibi bedeni hazlarda değil,
insanı insan kılan ve öteki canlılardan ayıran düşünme gücünün iyi kullanılması ve
geliştirilmesindedir.
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Nefisin Üç Gücü
Felsefi ahlakçılara göre, nefisin üç gücü vardır:
Düşünme (nutk) gücü: Bu, düşünme, akledilir şeyleri algılama, iyi ve kötü fiilleri
ayırt etme ve olayların gerçek nedenleri hakkında akıl yürütme gücüdür.
Öfke (gazap) gücü: Bu, tehlikeler karşısında gözü peklik ve atılganlık ile her çeşit
zararı def etme ve her şekilde otorite ve üstünlük kurmayı, şeref kazanmayı
arzu etme gücü olarak tanımlanır.
Arzu (şehvet) gücü: Bu da faydalı olduğu düşünülen şeyleri arzu etme, başka bir
deyişle, yeme-içme, cinsellik ve benzeri zevk verici bedeni arzuların
gerçekleşmesini isteme gücüdür.
Bu üç gücün en aşağısı, arzu gücüdür ve buna bazen hayvani nefis de denir.
Öfke gücü orta düzeyde görülür; en üstün görülen de düşünme gücü veya düşünen
nefistir. İnsan, bu güçlerin en üstünü olan düşünen nefise sahip olduğu için insan
olmuş, bu sayede hayvanlardan ayrılmış ve meleklere benzemiştir. İnsanların
şereflileri, düşünen nefis güçleri daha kuvvetli olanlar, bu gücün yönlendirmelerine
göre hayatlarını idare edenlerdir. Bunun yerine, öteki iki gücünden birinin
kendisine hâkim olduğu insanlar, bu hâkimiyetin gücü nispetinde, olgun ve kâmil
insan olma derecesinden aşağı doğru düşerler.
Bazıları bu üç gücü, yanındaki köpeğiyle ata binip ava giden bir insana
benzetirler. Burada, at arzu gücü, köpek öfke gücü, avcı da düşünme gücüne
benzetilir. Avcı konumundaki insan, atın ot peşinde koşmasına veya köpeğin yersiz
saldırganlıklarına engel olur ve onları gerektiği gibi kullanırsa, amacında başarılı
olur; bunun yerine, kendisi onlardan birine uyarsa, asıl hedefine hiçbir zaman
ulaşamaz. Dolayısıyla, insani ve ahlaki kemâle yükselmek isteyenler, arzu ve öfke
güçlerini daima düşünme gücünün kontrolü altında kullanmalı, en fazla düşünme
gücünün yönlendirmelerine itibar etmelidirler (İbn Miskeveyh, 1983: 22, 54; Tûsî,
2007: 36; Kınalızâde, t.y.: 61).
Felsefi ahlakçılar, bu şekilde nefisin üç gücü hakkında bilgi verdikten sonra,
bu psikoloji anlayışına göre şekillenen erdemler ve erdemsizlikler tablosuna
geçerler. Bu güçlerle bağlantılı olan dört temel erdem anlayışı bu ahlak sistemi
açısından özel bir önem arzeder.
Dört Temel Erdem
Üç güçten en önemlisi olan düşünme gücü ölçülü bir biçimde işlevde
bulunduğunda hikmet/bilgelik erdemi ortaya çıkar. Arzu gücü ölçülü olup,
arzularına aşırı düşkün olmayıp, bu konularda düşünme gücünün uyarılarına itaat
ettiği zaman iffet erdemi ortaya çıkar. Öfke gücü ölçülü olup, yerli yersiz kızmaz ve
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
öfkelenmezse ve düşünme gücünün buyruklarına boyun eğerse, cesaret/yiğitlik
erdemi ortaya çıkar. Bu üç güç ve bu üç erdem arasında ölçülülük ve denge
kurulabilirse bundan da adalet erdemi doğar. Böylece dört temel erdem kişide
gerçekleşmiş olur: Hikmet, iffet, cesaret ve adalet. Bu dört erdemin/faziletin zıtları
da dört temel erdemsizliği/rezileti oluşturur. Bunlar da bilgisizlik, açgözlülük,
korkaklık ve haksızlıktır. Ayrıca, bilinmesi gereken genel özelliklerden biri de aşağı
yukarı bütün erdemlerin orta yol olarak kabul edilmesi, bütün erdemsizliklerin de
ifrat veya tefrit şeklinde orta yoldan sapma ve aşırılıklara kayma olarak
görülmesidir. Her fazilet, kötülüklerin ortasındadır ve fazilet kendine has olan
yerden saparsa, aşırı uçlardaki kötülüklerden birine yaklaşılmış olur.
Temel erdemleri biraz daha irdelemekte yarar vardır. Zira felsefi ahlakçılara,
örneğin Tusi’ye göre, (2007: 90), “önceki ve sonraki bütün filozofların, erdemlerin
cinslerinin hikmet, yiğitlik, iffet ve adalet olmak üzere dört olduğu üzerinde icma ve
ittifak etmeleri” onların öneminin göstergesidir.
Hikmet: Bilgelik veya hikmet, düşünme gücünün fazileti olup; nefis, hikmet
erdemi sayesinde, fiillerden hangisinin yapılması ve hangisinin yapılmaması
gerektiğini bilir. Hikmet, düşünme gücünü gereksiz yerde ve gereksiz biçimde
kullanmak anlamına gelen sefihlik veya cerbeze ile onu gerektiği yerde gerektiği
ölçüde kullanamamak anlamına gelen aptallık arasında orta bir yoldur. Burada
erdemsizlik olarak sayılan aptallık, düşünme gücünü kullanmanın yaratılışça eksik
olması değil, bilerek ve isteyerek ihmal ve iptal edilmesidir.
İbn Miskeveyh’in tasnifine göre, hikmet kapsamına giren faziletler, zekâ,
hatırlama, akletme, çabuk anlama, anlama gücü, zihin açıklığı ve kolay öğrenmedir.
İffet: İffet, şehvet duygusuyla ilgili bir fazilettir. Bu faziletin bir insanda
gerçekleşmesi, onun bedensel arzularını aklına göre yönetmesine sebep olur.
Böylece insan, arzularının kölesi olmaktan kurtulur; hem daha özgür hem de daha
erdemli bir hayat yaşar. İffetin de iki aşırı uçtaki kötülüklerin rasında yer aldığı
varsayılır. Bunlar, zevk sefa düşkünlüğü ve bu uğurda gerekli olan sınırın dışına
çıkmak anlamında açgözlülük ile bedenin zorunlu ihtiyaçlarını oluşturan doğal
zevklere karşı aşırı ilgisiz kalma anlamındaki gevşekliktir.
İffetin kapsamına giren ikinci derece faziletler; utanma, sükûnet, sabır,
cömertlik, hür olmak, kanaat, yumuşak huyluluk, düzenlilik, iyi hâl, barışseverlik,
ağırbaşlılık ve kötülüklerden sakınmadır.
Cesaret: Cesaret, nefisin öfkeye ilişkin faziletidir. Cesaret, korkulması
gerekmeyen şeyler karşısında bile gösterilen korkaklık ile hiç gerekmeyen
durumlarda bile köpürme ve saldırganlık arasında bir orta hâldir. Bu erdeme sahip
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
olan kişi, ne zaman öfkeleneceğini, ne zaman öfkesine hâkim olup sabretmesi
gerektiğini bilir.
Cesaret, şecaat ya da yiğitliğin kapsamına giren faziletler; nefis büyüklüğü,
gözü peklik, büyük himmet sahibi olmak, sebat, sabır, yumuşaklık, sükûnet,
yüreklilik ve sıkıntıya katlanmadır.
Adalet: Felsefi ahlakçılara göre, adalet, yukarıda zikredilen üç temel fazilet
olan hikmet, iffet ve cesaretin bir arada bulunmasıyla ortaya çıkar. Adalet, nefisin
üç gücünün birbiriyle barış içinde olması ve nefisin diğer iki gücünün, düşünme
gücünün buyruklarına boyun eğmesiyle olur. Adalet, haksızlık etme ile haksızlığa
uğrama arasında yer alır. Adalet erdemine sahip olan insan, önce kendi nefisine
karşı sonra da başkalarına karşı hakkaniyetli ve insaflı davranır.
Adalet şu üç yerde bulunur:
Malların ve şereflerin dağıtımında
Alım-satım ve değişim gibi karşılıklı olarak yapılan işlerde
Haksızlık ve tecavüz bulunan şeylerde.
Adil kimse, eşit olmayan şeyler karşısında eşitliği sağlayan kimsedir.
İnsanların iyilik yapanlara olan sevgisi adil kimselere olan sevgisinden daha fazladır;
ama âlemin düzeni, iyilik yapmaktan ziyade adalete dayanır.
Adaletin kapsamına giren faziletler ise, dostluk, ülfet, yakınlarla ilişkiyi
sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, sevgi,
dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak,
insanlıktan ayrılmamak, düşmanlıkları terk etmek, kötü söz nakletmemek,
doğruların davranışlarından söz etmek, zararlı sözleri terk etmek, açgözlülük
etmemek, Allah’a yönelmek, yemin etmemek, ve benzeri erdemlerdir (İbn
Miskeveyh, 1983: 24-34, 102; Tûsî, 2007: 89-97; Kınalızâde, t.y.: 94-123).
Felsefi ahlakta temel erdemler dört olduğu gibi, temel erdemler de bazen
tam bunların zıddı olan bir başka dörtlü olur, bazen de bu temel erdemler ortada
sayılıp bunların ifrat ve tefrit uçlarını oluşturan sekiz erdemsizlik üzerinde durulur.
Erdemsizlikler erdemlerin ilk akla gelen zıtları olarak düşünüldüğünde dört tane
olur ve bunlar, hikmetin/bilgeliğin zıddı olarak cehalet, cesaretin zıddı olarak
korkaklık, iffetin zıddı olarak haz düşkünlüğü ve adaletin zıddı olarak zulümdür.
Erdemleri orta yolda davranışlar sayıp fazlalık yönünde sınırı aşmaktan ibaret ifrat
ile azlık yönünde aşırılık olan tefrit hâlleri dikkate alındığında ortaya çıkan sekiz
erdemsizlik de şunlardır: Hikmetin karşı kutuplarında yer alan kurnazlık ve aptallık,
cesaretin karşı kutuplarında yer alan cüretkârlık ve korkaklık, iffetin karşı
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
kutuplarında yer alan hazlara düşkünlük ve isteksizlik ve adaletin karşısında yer
alan zulüm ve zulme boyun eğmedir(Tûsî, 2007: 98-102; Kınalızâde, t.y.: 123 vd.).
Burada çok kısaca da olsa şunun belirtilmesinde yarar olabilir ki, İslam
filozoflarında görülen dört temel erdem tablosu, oldukça sade ve sistemli bir tablo
olmakla ve gerçekten çok güzel erdemleri bir araya toplamış bulunmakla birlikte,
binlerce yıl sonra apayrı coğrafyalarda yaşayan bambaşka uygarlıklar ve dinler
içinde de geçerli sayılacak kadar aşkın bir tablo, tarihsel-toplumsal-kültürel
etkilerden bağımsız bir liste de değildir. Bununla birlikte bu erdemler tablosunun
detayını tartışmak ve ayrıntılı değerlendirmesini yapmak bu kitaptaki amaçlardan
biri değildir (Bu konuda değerlendirme ve öneriler için bkz. Yaran, 2005). Ayrıca
belirtilmesi ve üzerinde durulması gerekir ki, felsefi ahlakta en fazla dört erdem
üzerinde durulmakla birlikte, bunlara ilave başka bazı erdemlere de yer verildiği bir
gerçektir. Örneğin sevgi konusu üzerinde fazlasıyla durulan erdemlerden biridir ve
dolayısıyla bizim de onu kısaca irdelememizde yarar vardır.
Sevgi ve Dostluk
Adalet erdeminden sonra sevgi konusuna geçen İbn Miskeveyh’e göre, sevgi
erdemi sadece bireysel bir tutum ve erdem değil, aynı zamanda toplumsal yönü
olan bir erdemdir ve hatta o vatandaşların ulaşabilecekleri amaçların en
üstünüdür. Bütün varlıkların düzeni ve durumlarının iyilik içinde olması sevgiye
bağlıdır. Sevgi olsaydı belki adalete bile gerek kalmadı; insanlar sevgi şerefine
ulaşamadıkları için adalet uygulamaları zorunlu hâle gelmiştir. Bir toplum hâlinde
yaşayan insanlar birbirlerini severlerse, aralarında anlaşmazlık çıkmaz ve çıkar gibi
olsa da seven insanlar birbirlerine karşı zaten adaletli davranırlar. Çünkü gerçek bir
dost, kendisi için istediğini dostu için de ister. Birbirini seven kişiler arasında adalet
olduğu gibi, güven, dayanışma ve yardımlaşma da olur. Akıllı yöneticiler,
vatandaşlar arasında sevgiyi yerleştirmek için her türlü gayreti göstermeli ve
sevginin azalmasına karşı da her türlü önlemi almalıdır.
Sevginin birçok türleri ve sebepleri vardır:
Çabuk oluşan ve çabuk kaybolan sevgi
Çabuk oluşan ve yavaş kaybolan sevgi
Yavaş oluşan ve çabuk kaybolan sevgi
Yavaş oluşan ve yavaş kaybolan sevgi
İnsanların yaşam amaçları ve sevgileri arasında ilişki vardır. İnsanları yaşam
amaçları dörttür: Zevk, iyilik, menfaat ve bu üçünün toplamının oluşturduğu şey.
Sebebi zevk olan sevgi, çabuk değişen bir şeydir. Sebebi iyilik olan sevgi, çabuk
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
oluşur ve yavaş kaybolur. Sebebi menfaat olan sevgi, yavaş oluşur ve çabuk
kaybolur. Bunların birleşmesinden meydana gelen sevgide varsa, bu sevgi yavaş
oluşur ve yavaş kaybolur.
Sevginin özel türlerinden biri, meveddet veya dostluktur. Dostluk, sevginin
genelliğine oranla daha az sayıda insan arasında olur. Aşk da bir başka sevgi
türüdür ve dostluktan da daha sınırlı sayıda, iki kişi arasında olur ve sevginin aşırı
bir hâlidir. Dostluğun en iyi türü, sebebi iyilik olan dostluktur. İyilik, öz itibarıyla
değişmeyeceği için, iyilik nedeniyle dost olanların dostluğu da değişmez ve sürekli
olur. İbn Miskebeyh, dostluk konusunda Aristo’nun şöyle dediğini aktarır:
Elbette dost edinmenin ve dostluğu sürdürmenin çeşitli ahlaki şartları vardır
ve iyi dostların bunlara riayet etmesi gerekir. Kınalızâde Ali Efendi (s. 114), Abbasi
halifelerinden Me’mun’un dostu üç kısma ayırdığını belirtir:
Gıda gibi dost: İnsan bundan müstağni kalamaz; her zaman bu tür dosta
muhtaçtır.
İlaç gibi dost: Bunlara bazen ihtiyaç olur, bazen lüzum görülmez.
Hastalık gibi dost: Yakınlık ve dostluğundan hiçbir fayda görülmeyen, bundan
dolayı dostluğu da istenmeyen, fakat hastalık gibi olduğu için istese de
istemese de ara sıra insana musallat olan dost.
İyi dostlarla ülfet etmenin zıddı uzlet, insanlardan nefret ve hiç kimse ile
görüşmemeye varan inzivadır ki, İslam felsefi ahlakına göre bu insana uygun bir
davranış değildir.
Erdemler, fıtratla da az çok ilişkili olmakla birlikte, esas itibarıyla ailede ve
okulda alınan eğitim ve kişinin kendi gayret ve çabalarıyla bağlantılı hususlardır.
Bundan dolayı, ahlak konusu, felsefi ahlakçılarca, aynı zamanda bir terbiye ve
gerektiğinde tedavi işidir.
Ahlak Terbiyesi ve Tedavisi
Felsefi ahlakçılar, erdem konusunda olduğu gibi erdem eğitimi konusunda
da nefisin üç gücü teorisine dayanırlar. Üç güç eksenli eğitim anlayışına göre,
doğuştan itibaren gelişen güçlerin tabii sırası ne ise, düzeltilme çabalarında ve
eğitimlerinde de aynı sıra izlenmelidir. Buna göre, bizde ortaya çıkan ilk güç, yeme
içme gücünün adı olan arzu gücüdür. Daha sonra öfke gücünün ortaya çıktığı, son
“İnsan iyi durumda da kötü durumda da dosta muhtaçtır. Kötü durumda iken
dostlarının yardımına, iyi durumda iken de onların yakınlığına ve iyilikte
bulunacak kimselere muhtaçtır.” (İbn Miskeveyh, 1983: 120-140)
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
olarak da düşünme gücünün geliştiği kabul edilir. O hâlde, ahlak eğitiminde de
önce arzu gücünün gerekleri terbiye edilmeli, sonra öfke gücü eğitilmeli, en
sonunda da düşünme ve ayırt etme gücü eğitilmelidir. Bu kapsamda çocuklara
öncelikle yemek yeme, giyinme, oturup kalma kuralları öğretilmeli, sonra
arkadaşlarıyla iyi geçinmesi ve gereksiz öfkelenmemesi belletilmeli, daha sonra da
mantık ve benzeri ilim dallarının öğretimi gibi yöntemlerle düşünme gücünün
gelişmesi sağlanmalıdır (İbn Miskeveyh, 1983: 40, 57-72).
Felsefi ahlakçılar ahlaki erdemsizlikleri “nefisin hastalıkları” olarak
değerlendirir ve kısmen tıbbi yöntemleri taklit ederek tedavi etme yolları önerirler.
Örneğin, önce teşhisin sonra tedavinin geleceğini, yine aynı şekilde, önce sağlığı
korumanın sonra hastalığı iyileştirmenin amaç edinilmesi gerektiğini belirtirler.
Buna göre, ahlak sağlığını korumak için, öncelikle iyilerle beraber olma, kötülerden
uzak durmak gerekir; çünkü kötülük bulaşıcı hastalık gibidir. Çocuklar ve gençler
başta olmak üzere, yetişkinler dâhil tüm insanlar kötülerden uzak durmaya özen
göstermelidir. İyilerle dostlukta da, asık suratlı, somurtkan vb. olmamakla birlikte,
düşük düzeyli şakalar ve fıkralara dostluğu geliştirmek adına da olsa asla tenezzül
edilmemelidir.
Ahlakın geliştirilmesi ve korunması için iyilerle beraberlik yanında iyi bir
ahlak eğitimi ve disiplinli bir ahlak yaşantısına önem verilmelidir.
İnsan için zaruri ve yararlı güçler olan öfke gücü ve arzu gücünün
ihtiyaçlarına cevap verirken dikkatli olmalı ve ahlaki sınırların dışına çıkmamaya
özen göstermelidir. Çünkü Allah bize bu iki gücü onlara hizmet edelim ve onların
kölesi olalım diye değil, gerektiğinde meşru ölçüler içinde kullanalım diye vermiştir.
Nefisanî güçler aşırılığa meyledip insanı ahlaksızlıklara sürüklediğinde,
bunların zararı üzerinde düşünülmeli, bu konudaki bilgiler tazelenmeli ve bundan
vazgeçip tövbe etme yoluna girilmelidir. Eğer bunlar fayda etmiyorsa, insan kendini
kınayabilmeli ve hatta kendisine caydırıcı cezalar verebilmelidir.
İyilik konusunda da kötülük konusunda da alışkanlıkların çok etkili olduğu
unutulmamalı; iyilikleri yapmak ve kötülüklere yaklaşmamak alışkanlık hâline
getirilmelidir.
Kendi kendimize zaman zaman muhasebeler yapmalı, iyi ve kötü
yönlerimiz üzerinde düşünülmeli, bu konularda dostlarımızdan fikir alıp,
düşmanlarımızın eleştirilerinden dersler çıkarıp kendimizi tanımalı ve ona göre
kendimizi kötü yönlerimizden arındırıp, iyi yönlerimizi daha da geliştirmeliyiz (İbn
Miskeveyh, 1983: 156 vd.).
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
MODERN FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK
ESASLARI
Batı ahlak felsefesi genellikle üç büyük kuram sayılan Erdem Etiği, Ödev Etiği
ve Faydacı Etik olarak tasnif edilir. Yukarıda gördüğümüz üzere klasik İslam ahlak
felsefesi, Platon ve Aristoteles'ten gelen erdem etiğinin etkilerini yansıtır. Daha
önce değindiğimiz gibi, 'İslam ahlak felsefesi" ifadesinin tarihsel olarak ikiye
ayrılması ve belki "klasik (dönem) İslam ahlak felsefesi" ve "modern (dönem) İslam
ahlak felsefesi" denilmesi daha uygun olur. Bu kırılmayı sağlayan da Kant'tır (ö.
1804). Aşağıda kısaca göreceğimiz üzere, Kant-sonrası Müslüman ahlakçıların artık
erdem kavramından ziyade vazife, ödev, ilke, yasa, emir, yükümlülük vb. Kant'çı
kavramlar ve konuları daha fazla öne çıkardıkları görülmektedir. Bu dönemde
vurgulanan temel ilkelere kısaca değinmekte yarar vardır.
Modern Dönemde Erdemden İlkeye Yöneliş
Erdemler, insanların sahip olduğu ahlaken övülen nitelikler iken; ilkeler,
temel davranış kurallarını belirten önermelerdir. İlke, belki biraz ilk kavramı ile de
bağlantılı görülebilir; o, bir kurallar dizininin ilk başta gelen bir veya birkaç ana
ögelsi, en genel kapsamlı özüdür.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kant sonrası İslam ahlakçılarının birçoğunda,
yer yer onu eleştirmekle birlikte, Kant etkisi açıkça görülür. Kant etkisini yansıtan
modern dönem İslam ahlakçılarından biri Ahmet Hamdi Akseki'dir.
Akseki'nin kendi ifadeleriyle, "ahlaki meslekler içinde en mükemmel ve ulvi
olan meslek, en salim ve isabetli ahlaki nazariye, esasını, 'Vazife’de, diğer bir
deyimle; 'Vicdani Sorumluluk’da bulan ve vazife esasını yalnız akıl üzerine kuran
akılcıların mesleğidir. Bunu en mükemmel tefsir eden kişi ve bu mesleğin en büyük
temsilcisi Kant'tır”(1979: 55).
Ana İlke: Kendin İçin İstediğini Kardeşin İçin de İstemek
Akseki, "Dini Nasslardan Çıkarılan Ahlak Kanunu ile Kant'ın Meşhur Kaidesi
Arasında Bir Mukayese" başlığı altında, Kant'ın birinci kategorik imperatifini ("Öyle
hareket et ki, iradenin tabi olduğu fiiller (genel) kaide, yani itaat ettiğin kanun, bir
genel kanun prensibi suretinde olsun") dikkate alır ve İslam'da onun benzeri veya
daha iyisinin olup olmadığını araştırır. Bu bağlamda, yani İslam ahlakındaki külli
genel kanunun ifadesi olarak o, arka arkaya üç hadis verir:
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Akseki'nin yorumuna göre, "biz Müslümanlar, bu hadis-i şeriflerden açık
olarak anlarız ki; hırsızlık haramdır, hile haramdır, emanete hıyanet haramdır;
adam öldürmek haramdır. Çünkü bunları işleyen insan, bu fiilini insanların
öğrenmelerini arzu etmez." Ona göre bu hadisler topluca düşünüldüğünde şöyle
bir külli ve genel kanun çıkmaktadır: "Halk tarafından sana yapılmasını istediğin
şeyi sen de onlara yap, başkaları tarafından sana yapılmasını istemediğin şeyle
halkı rahatsız etme"(1979: 59-63).
Akseki'ye göre, bu hadislerdeki İslami kaideler ise Kant'ın yalnız akıldan
çıkarmış olduğu ahlak kanununa tercih edilir. Çünkü Kant'ın ahlak kanunu "öyle bir
şekilde hareket et ki" emriyle başlaması nedeniyle yalnız fillerimizle sınırlı olup,
kalbimizdeki niyet ve maksatlarımızı ihmal etmektedir. Hâlbuki İslam'a göre,
insanın ahlaki değeri, görünen fiillerinden çok niyetleri ile ilgilidir. Ayrıca, Akseki'ye
göre, Kant'ın meşhur kaidesi, hadislerden çıkan kanunun cüzünden ibarettir, yani
onların ifade ettiği mana genelliğine yükselemez (1979: 122-24).
Abdullah Draz da Akseki gibi bazı yönlerini eleştirmekle birlikte İslam
ahlakını Kant'ı dikkate alarak ve büyük ölçüde Kant terminolojisiyle ele alan
modern dönem ahlakçılarımızdandır. Draz'ın burada değindiği hadisler, bir kısmı
Akseki'nin de değindiğini gördüğümüz hadislerdir:
Kendisine iyi ve kötünün tarifi sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Seni şüpheye düşürecek şeyden sakın. Zihnini bulandırmayacak şeyi seç;
doğruluk sükûnettir, yalan şüphedir." (Buhârî, Kitâbü'l-Büyu: 3).
"Helal ve haram açıklanmıştır. Fakat onların arasında şüpheli durumlar vardır.
Şüpheden kaçınan kimse imanını ve şerefini kurtarır." (Buhârî, Kitâbü'l-İman:
39)
"Senden sadır olduğunu halkın görmesini istemediğin şeyi yalnız iken de kendi
başına iken de yapma"
"İyilik ve hayır güzel ahlaktır; günah ise kalbinde yerleşip de insanların
bilmesini istemediğin, yani herkesten gizlediğin şeydir."
"Birr, yani hayır ve iyilik, kalbin mutmain olduğu şeydir. Kötülük de nefsini
tahrik edip azdıran şeydir. Buna aykırı fetva verseler de aldırma."
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
"Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma;
kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!"
Draz, bunların dışında, çok açıkça olmasa da bu anlamda kullanmış olduğu
düşünülebilecek olan bir ayet ve bir hadisten daha bahsetmektedir; onları da
görmekte yarar vardır. Draz'ın ifadesiyle, Kur’an-ı Kerim'de "Kendinizin gözlerinizi
yummadıkça kabul edemeyeceğiniz adi şeyleri, başkasına vermeye kalkışmayın"
(Bakara/2: 267) diye vurgulanmaktadır. İslam Peygamberi de şöyle buyurmaktadır.
Dolayısıyla, "egoizmin bu genel tatbikinden, müşterek vicdan, daha önce
ödevin karşılıklı olma ve evrenselliği prensibini çıkarmıştır" (Draz, 2002: 83).
Draz, Kant'ın formülünün, İncil'de de benzeri bulunan yukarıdaki son hadis
ve benzerlerinden mülhem sayılabileceğini ima etmektedir. Yukarıdaki ayetin
sadece bir şey verip vermeme değil, belki biraz daha geniş çerçevede düşünülen
anlamı, Batı literatüründe Altın Kural da denilen ifadenin negatif (yapma) tarafını,
zikredilen bu hadis de pozitif (yap) tarafını dile getirmektedir. Bunlar birlikte
düşünüldüğünde şöyle bir ilke ortaya çıkardı: "Kendine yapılmasını istemediğini sen
de başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!"
Bu formül, hakikaten Kant'ın formülünün kendisine bir hayli benzediği bir
formüldür. Kant'ın yaptığı bunu dinî bağlarından koparıp sekülerleştirmek, biraz
daha teknik ve soyut terimlerle ifade etmek ve "kendi" veya kişi yahut ben
merkezli referans çerçevesini olabildiğince genişletip, tüm insanları kapsayacak
şekilde genişletmeye çalışmasıdır.
Sonuç
İslam’da felsefi ahlakın temel kaynakları Kur’an ve Sünnet’le birlikte Platon
ve Aristoteles gibi Antikçağ filozoflarının da eserleridir. Bu kaynaklardan
yararlanılarak oluşturulmuş olan İbn Miskeveyh’inTehzîbü’l-ahlâk gibi eserleri de
daha sonra gelen ahlakçıların dayandığı klasikler arasında yer alırlar. Felsefi ahlakı,
klasik dönem ve modern dönem diye ikiye ayırmak mümkündür. Zira klasik
dönemde kendisinden en çok yararlanılan filozof Platon ve Aristoteles iken modern
dönemde Kant ön plana çıkmıştır. Klasik dönemin anahtar kavramı erdem iken,
modern dönemde ilke ve ödev gibi kavramlar daha merkezi konuma getirilmiştir.
"Hiçbiriniz, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş
sayılmaz." (Buhârî, Kitâbü'l-Îmân: 6)
"Kalbine sor, vicdanına danış, insanlar o hususta sana ne derlerse desinler,
sana neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan ruhun huzur duyduğu, kalbin
onunla dinlendiği şeydir. Kötü, ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir."
(Müslim, Kitabü'l-Birr: 5)
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Klasik dönemdeki felsefi ahlak, temel erdemler listesi açısından en sade
yapıya sahip olan ahlak geleneğimizdir. Bu gelenek M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Yunan
filozofu Platon’un dörtlü erdem tasnifine bağlı kalmıştır. Buna göre dört temel
erdem vardır ve bunlar, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir. Platon ve dolayısıyla
İslam filozofları bunları, nefisin üç gücü dedikleri, düşünce gücü, öfke güzü ve arzu
gücü teorisine dayandırmaktadırlar.
Davranışlarda orta yolu temsil eden dört temel erdemin karşıt kutuplarından
yahut ifrat ve tefritlerinden oluşan sekiz tane de temel erdemsizlik vardır.
Modern dönem felsefi ahlakı Kant’ın kategorik buyruğuna benzeyen ilkeler
üzerinde durmuştur. En fazla vurgulanan ilke, bazı ayet ve hadislerle ilgisi
kurulabilen “kendin için istediğini başkası için de istemek, kendin için istemediğini
başkası için de istememektir.”
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Öze
t •İslam'da felsefi ahlak, İslam filozoflarının Kur'an ve Sünnet yanında Antikçağ filozoflarının eserlerinden de yararlanarak oluşturdukları ahlak ekolüne denir.
•İslam felsefi ahlakı, erdem ve mutluluk ahlakıdır. Bu ahlaka, İslam ahlak esasları açısından bakıldığında, nefsin üç gücü denilen düşünme gücü, öfke gücü ve arzu gücü anlayışının çok önemli olduğu görülür.
•Nefsin üç gücüne dayalı dört temel erdem olduğu anlayışı çok önemlidir. Bu dört temel erdem, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir.
•Dört erdemin zıttı olan dört erdemsizlik veya ifrat ve tefrit aşırılıkları olan sekiz erdemsizlik vardır.
•Modern dönemde Kant etkisiyle erdem konusundan ziyade ilke, hak ve ödev gibi konular ön plana çıkmıştır.
•En genel ilkelerden biri, kendin için istediğini kardeşin için de isteme ilkesidir.
Öd
ev
• Günüm insanı ve/veya toplumu için en değerli gördüğünüz ahlaki erdem veya ilke konusunda bir makale yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam ahlak ekollerinden/geleneklerinden biri
değildir?
a) Dini ahlak
b) Felsefi ahlak
c) İlmi ahlak
d) Tasavvufi ahlak
e) Hiçbiri
2. Hangisi nefisin üç gücünden biri değildir?
a) Düşünme
b) Duygu
c) Öfke
d) Arzu
e) Hiçbiri
3. Hangisi dört temel erdemden biri değildir?
a) Merhamet
b) Adalet
c) Cesaret
d) İffet
e) Adalet
4. Modern dönem Müslüman ahlakçıların en fazla vurguladıkları genel ilke
hangisidir?
a) Davranışların evrenselleştirilebilmesi
b) Eylemlerin faydalı olması
c) Kendin için istediğini başkası için de istemek
d) Özgürlük ve demokrasi
e) Barış ve hoşgörü
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık
kategorisi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Abduh, Cabiri
b) Arkoun, İkbal
c) Akseki, Akif
d) Draz, Fazlurrahman
e) Akseki, Draz
Cevap Anahtarı
1.c 2.b 3.a 4.c 5.e
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, A. H. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri. Sadeleştiren: Ali
Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları.
Aristoteles. (1998). Nikomakhos’a Etik. çev. Saffet Babür. Ankara: Ayraç Yayınevi.
Aydın, M. (1989). “İslam Felsefesi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
İstanbul.
Çağrıcı, M. (2000). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Birleşik Yayıncılık.
Draz, A. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. E. Yüksel ve Ü. Günay. İstanbul: İz.
Fahri, M. (2004). İslam Ahlak Teorileri. çev. Muammer İskenderoğlu ve Atilla Arkan.
İstanbul: Litera Yayıncılık.
Gazali. (t.y.). İhyâu ‘Ulûmi’d-Din. çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınevi.
İbnMiskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırm. çev. A. Şener, C. Tunç. ve İ. Kayaoğlu.
Ankara.
Kant, I. (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. çev. I. Kuçuradi. Ankara.
Kaya, M. (1995). “Felsefe”, Türkiye Diyanet Vakfi İslam Ansiklopedisi. İstanbul:
Diyanet Vakfı Neşriyat.
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Kınalızade (Kınalızade Ali Efendi). (t.y.). Ahlak: Ahlak-ı Alai. çev. H. Algül. İstanbul.
MacIntyre, A. (2001). Ethik’in Kısa Tarihi. çev. H. Hünler ve S. Z. Hünler. İstanbul:
Paradigma.
Platon (Eflatun). (1992). Devlet. çev. S. Eyüboğlu ve M. A. Cimcoz. İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Tusi, N. (2007). Ahlak-ı Nasıri. çev. A. Gafarov ve Z. Şükürov. İstanbul: Litera.
Yaran, C. S. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç? İstanbul: Elif Yayıncılık.
Yaran, C. S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul: Rağbet Yayıncılık.
Yaran, C. S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları.
İÇİN
DEK
İLER
• Giriş
• Tasavvufi Ahlik
• Tasavvufi Ahlikın Mahiyeti
• Tasavvufi Ahlikın Özellikleri
• Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makāmlar
• Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Tasavvufun tanımı ve mahiyeti hakkında bilgi edinecek,
• Nitelikli ahlakidavranışların önemini kavrayacak,
• Tasavvufi ahlakın temel esas ve dayanaklarını öğrenecek,
• Tasavvufi ahlakı, diğer ahlak ekolleri ve bu ekollerin ahlak anlayışlarıyla mukayese edebileceksiniz.
ÜNİTE
6
TASAVVUFİ AHLAK VE
TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE
İSLAM AHLAK ESASLARI
İSLAM AHLAK
ESASLARI
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
İnsan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar.
Güzel ahlak, zorlamayla, kanun ve
ceza yoluyla değil, fertlerin vicdanî sorumluluk ve gayretleriyle gerçekleşir.
GİRİŞ
Önceki ünitelerde de değinildiği gibi, ahlakçılar insan davranışlarıyla ilgili
olan ahlakı, genel olarak, ruhta (nefiste) köklü bir şekilde yerleşip kendisinden fiil
ve davranışların, tekrar tekrar düşünmeye, zorlamaya ihtiyaç duymadan, kolaylıkla
meydana gelmesi ve istikrar kazanması olarak tanımlamışlardır.
Bu tanımlamada dikkat çeken husulardan biri; fiillerin iradi olması ve
zorlama olmaksızın meydana gelmesidir. Diğeri de; ahlakın ruhta yerleşmesi ve
onun bir vasfı olmasıdır ki, bu hem ahlakın bir kalp fiili olduğunu hem de iyilik
yapmanın insanda şuur hâline dönüşmesi gerektiğini göstermektedir.
“İyilik” ve “kötülük” ruhtaki vasfın adıdır. İnsan hem iyi hem de kötü
vasıflarla donatılmış olarak dünyaya gelir. Eğer ruhtaki vasıflar iyi olursa iyi, kötü
olursa kötü ahlak ortaya çıkar. Ahlakın iyi veya kötü oluşu ise, ahlaki davranışı
meydana getiren sebebe ve yöneldiği gayeye göre değişmektedir. Bu nedenle
mutasavvıflar, insan davranışlarının zahiri değil, niyete dayalı deruni ve batıni
boyutunun ahlakiliği belirlediğini söylerler.
İslam filozofları ahlakı bir ruh sağlığı, ruhani tababet ilmi olarak
değerlendirmiştir. Aynı yaklaşımı benimseyen Gazali (ö.505/1111)’ye göre kötü
huylar kalplerin ve nefislerin hastalıklarıdır. Bedeni hastalıklar maddi hayatı sona
erdirirken, kalbî hastalıklar ebedî hayatı mahveder. Şu hâlde bedeni rahatsızlıklar
için gösterilen ihtimamdan daha fazlası kalp hastalıkları için gösterilmelidir (Gazali,
III, 60).
İnsan, ahlak ilmi sayesinde, ruhunu kötü huylardan, rezilet hastalığından
kurtararak; ruhun sıhhati demek olan iyi huylar ve faziletlerle bezemek suretiyle
ebedî olan ahiret hayatını kurtarma ve kazanma imkânı bulur. Bu nedenle İslam
ahlakçıları, mutlak ve aşkın bir “hayır” inancında ısrar etmekte ve ‘en yüksek
saadet’in, ölümden sonra, ahirette gerçekleşeceğine inanmaktadırlar(Çağrıcı, 1991:
20, 62). Mutasavvıfların ahlak teorilerini belirleyen temel unsurlardan başında da
bu ahiret saadeti ve dolayısıyla Allah’a yakınlaşma arzusu gelmektedir.
İşte tasavvufi ahlakın hareket noktasını bu içe bakış, hedefini ise ilahî inayete
mazhar olma oluşturmaktadır.
Ahlak iledir kemâl-i âdem
Ahlak iledir nizâm-ı âlem
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Ahlak bir ruh sağlığı
ilmidir.
Takva:
Sorumluluk Bilinci
TASAVVUFİ AHLAK
Daha önceki ünitelerde de işlendiği gibi İslam ahlakı, anlayış bakımından
genel olarak “Geleneksel Dinî Ahlak ”, “Felsefi Ahlak ” ve “Tasavvufi Ahlak” olmak
üzere üç grupta değerlendirilmektedir. Bunlardan tasavvufi ahlak, diğer iki ahlak
anlayışını da içine alan ancak müstakil olarak zikredilebilecek kendine has yetkinliği
olan bir ahlak anlayışını temsil etmektedir.
Tasavvufi Ahlakın Mahiyeti
Kur’an-ı Kerim’de iyi bir Müslümanda bulunması gereken ahlaki niteliklerin
tamamı “takva” kavramı ile ifade edilmiştir:
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz hâlde diğerini zarara
sokmak için bir malı methedip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize
buğzetmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın
alışverişi üzerine alışverişe girişmesin. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeşler
olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a zulmetmez.
Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve
hakir görmez. Takva işte budur. ‘Resulullah (s.a.s) "takva işte budur.’ sözünü üç
defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.” (Müslim, Birr,
32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, II, 325)
Hz. Peygamber bu ifadeleriyle takvanın mana alanının genişliğini belirtmiş,
onun kalbe dayanan manevi bir duygu ve sorumluluk bilinci olduğunu ifâde
etmiştir.
Kulun Allah’a karşı sorumluluğunu ifade eden “takva”, yukarıdaki hadiste de
ifade edildiği gibi; Allah’a derin saygı duymak ve sorumlulukları hususunda titiz
davranmak suretiyle insanın kendisini her türlü kötülükten koruması ve güven
altına alması manasına gelir. Bu noktada imanın Allah’a inanmak ve güvenmek
“Allah'a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.” (Ebu Dâvud, Sünen, 5; Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, II, 325)
“Allah katında derecesi en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.” (Hucurat/49: 13).
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Ruhanî ve ilahî âlemin
binlerce tecellisini
taşıyan tasavvufi
faaliyet, özü itibariyle,
dile getirilmekten
uzaktır.
anlamına geldiğini ve Kur’an’da çoğu kez iman ve takva kavramlarının birbiri
ardınca zikredildiğini hatırlamak gerekir(Konur, 2009: 35).
Takva sahiplerine “muttaki” denilse de İslam topluluklarında açık şekilde
bunların kimler olduğu üzerinde durulmamıştır. Müslümanlar arasında mümin veya
Müslüman olmanın dışında somut sosyal zümreleşmeler ilk olarak ahlaki özellikteki
kavramlar yerine Hz. Peygamber’e yakınlıkla belirlenmiştir. Ahlaki nitelik taşıyan ve
zamanla belli bir zümreye ait vasıf olarak karşımıza çıkan ilk kavram “züht” gibi
görünmektedir. Yani İslam toplulukları arasındaki değişim ve dönüşümün dinî,
siyasi ve sosyal birtakım gerekçelerinin de devreye girmesiyle iyi bir müslümanda
bulunması gereken ana ahlaki niteliklerden olan “takva” yerine “züht” kavramı
kullanılmaya başlanmış, inanç, ibadet, ahlak ve adaba dair özelliklerin hemen hepsi
bu kavramla ifade edilmiştir. Daha sonra her mezheb ve meşrebin kendince
yorumlayıp sahip çıkmasıyla birlikte bir bakıma “züht” ve “zahit” kavramı da
yıpranmış ve yerine yeni bir kavram olan “tasavvuf” geçmiştir. Bundan böyle iyi bir
müslümandan beklenen hasletler “tasavvuf” adı altında ifade edilmeye başlanmış
bu hasleti taşıyanlara da “sufi” denilmiştir(Konur, 2009: 15-18).
İslam tasavvufu tarihi süreçte çeşitli merhalelerden geçerek değişik
görünümlere sahip olmuş, bu merhale ve manzaralara uygun olarak müteaddit
kavram ve tanımlar edinmiştir. Bu tanımların farklılığı, tasavvufun nazari ve akli bir
ilim değil, aksine tecrübî bir ilim olmasından; asırlar boyu, dinî yaşama zevkinin
farklı mizaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden
kaynaklanmakta olup, her biri onun değişik bir yönüne işaret eder.
Tasavvuf üzerinde yapılan tarifler özellikle İslam tasavvufu açısından
genellikle şu üç noktada birleşmektedir:
İlahî emir ve yasaklara teslimiyet ve kulluk
Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanmak
Allah’tan başka her şeyden (Masivallâh) kalben uzak olmak (Bk. Eraydın,
2001:40).
Bu üç özelliğin dile getirildiği tasavvuf tanımlarından ikisi şöyledir:
“Muhammed b. Hafîf; Tasavvuf, kalbi beşerîliğe saplanıp kalmaktan arıtmak,
bedenî hazlardan ayrılmak, beşerî sıfatları silmek, benlik davasından kaçınmak,
illahî sıfatlarla bezenmek, hakikat bilgisine bağlanmak, bütün insanlara iyiliği
tavsiye etmek, Allah’ın Resulüne tam uymaktır.”(Sülemî, 1998: 346)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Makāmların en yücesi; kötü bir huyu iyi bir
huya dönüştürmektir.
Tasavvuf İslam’a dayalı
bir ahlakiyattır.
Tasavvuf, hakikat yani Hakk’a ulaşma yolunun nazari yanını, dervişlik de
ameli cephesini ifade ettiği için mutasavvıflar, tasavvufi yaşamda, ibadet ve zikrin
yanında ahlaki faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmiş, ahlakı güzel
olmayanın hakikati bulamayacağını ifade etmişlerdir.
Mesela ilk sufilerden Hasan-ı Basrî, takva ehlinin; “doğru sözlülük”, “ahde
vefa”, “sıla-i rahim (akraba ziyareti)”, “yoksullara merhamet”, “gurur ve kibirden
arınmışlık”, “insanlarla iyi geçinme”, “güzel huy” gibi ahlaki faziletlerle
tanınabileceğini belirtmiştir.
Birçok mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlakla ilişkişini
göstermeye çalışmış ve tasavvufu “hüsnü'l-huluk” (ahlak güzelliği) veya “el-
ahlaku'r-radiye”(razı olunan, sevilen ahlak) şeklinde de tarif etmişlerdir(Çağırıcı,
1989: II, 7).
Mutasavvıfların doğrudan ahlaki olguya vurgu yaptıkları tasavvuf
tariflerinden bazıları şöyledir:
Tasavvufun en sağlam kriteri “güzel huy”dur. El-Kettânî’nin tanımında da
ifade ettiği gibi güzel huy bakımından önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır.
Tasavvufi hâller, makāmlar ve beşer üstü tasarruflar güzel ahlak ile beraber
olmadıkları sürece hiçbir kıymet ifade etmezler.
Yine yukarıda verilen tariflerden de anlaşıldığı üzere tasavvuf için asıl olan ve
ihtilafın söz konusu olmadığı bir gerçek varsa o da, İslam’a dayalı bir ahlakiyat
olduğudur. O hâlde tasavvuf esasında ahlak demektir(Taftazânî, 1986: 223).
Ebu Bekir Kettanî (ö. 322/933): “Tasavvuf ahlaktır. Ahlaki açıdan senden üstün
olan safa ve manevi temizlik açısından da üstündür.”
Ebu Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlaktır."
Ebu Muhammed Cerirî (ö. 311/923): “Tasavvuf bütün kötü huyları terk etmek
ve bütün güzel ve ulvi olan huylarla bezenmektir.”
Ahmed b. Muhammed el-Âdemî (329/939): “Ben ve Cüneyd, tasavvufun, insanın iç dünyasında gizli tabiatın temizliği ve zahire akseden güzelliği olduğu hususunda anlaştık”.
Ebû’l-Kâsım en-Nasrâbâzî; “Tasavvuf, Kitap ve Sünnet’e tam bağlanmak, bid’at
ve zevkleri terk etmek, güzel ahlakla bezenmek, dostlarla hoş sohbet edip,
kendilerine hizmette bulunmaktır.”( Sülemî, 1998:365)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Tasavvufi Ahlakın Özellikleri
Tasavvuf, ahlaktan daha genel bir kavram olmakla birlikte daima ahlakı da
içerisinde barındırmıştır. Ahlakın olduğu her yerde tasavvuf olmayabilir. Ancak
tasavvufun olduğu her yerde mutlaka ahlak vardır. Tasavvufi faaliyetler ahlakı
doğurmadığı veya ahlaki bir sonuca götürmediği takdirde bizzat tasavvuf ehli
tarafından sorgulanmıştır (Konur, 2009: 21).
Ahlakın tasavvufun olmazsa olmaz bir parçası olduğunu söyleyen
mutasavvıflar, ahlaki faaliyetlerin tasavvufi hayat açısından en az ibadet
bağlamında değerlendirilen faaliyetler kadar önem taşıdığını ısrarla dile
getirmişlerdir.
Ebu Hüseyn en-Nurî (ö.295/907) de tasavvufu tarif ederken bu hususa dikkat
çekmiş ve şöyle demiştir:
İbn Arabî de (ö. 638/1239) bu hususu dile getiriken “ubudiyet ahlakı” tabirini
kullanmış ve tasavvufu “Ubudiyet ahlakıyla süslenme” olarak tanımlamıştır.
Tasavvuf, insana ve ahlaka büyük önem vermesi, ahlakın pratik yönünü ve
özellikle manevi veçhesini belki en fazla önemseyen anlayış olması yanında İslam
kültürü ve geleneği içerisinde sistematik bir ahlaki üst dilin oluşturulmasında da
önemli rol oynamıştır. Tasavvufun ahlak ile en çok irtibatlı ilim dalı olduğu ve bu
düşünce yapısının Müslüman toplumların zihniyetini, yaşam tarzını, hayata
bakışını, davranış kalıplarını, hatta gündelik dilini de birinci derecede etkilediği
bilinen bir gerçektir (Konur, 2009: 34, 20).
İslam düşüncesinde ahlakın müstakil bir ilim hâline gelmesi oldukça geç
dönemlere rastlamasına rağmen, ahlak konuları, tasavvuf bünyesinde daima var
olagelmiştir. Bu nedenle ahlakın tasavvufla olan ilişkisi diğer ilimlerle olduğundan
daha fazladır. Bunun yanında İslam tarihinde ve dünyasında tasavvufun ahlaki
açıdan oynadığı rol bizzat ahlak ilminin oynadığı rolden daha eski ve etkindir
(Konur, 2009: 19).
İslamın ahlaka ilişkin içeriğini ve tavrını sürekli göz önünde bulundurmaya
özen gösteren mutasavvıflar ahlakın güzelleştirilmesi ve olgunlaştırılmasının
Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınmakla gerçekleşebileceğini, herhangi
bir davranışın ahlaki olup olmadığının Allah için yapılıp yapılmadığı ile ortaya
çıkacağını söylemişlerdir.
“Tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf
yalnızca ahlaktır.”(Sülemî, 1998: 167)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Mutasavvıflara göre tasavvufi ahlak, sadece bir fikrî disiplin ve iyi huyları
tanıtan nazari ve mücerret bilgi değil, manevi tecrübelere dayanan bir hâl ve
yaşam tarzıdır. Bu ahlak anlayışında bilgi amele tabidir ve ondan doğar. Şu hâlde
önemli olan ahlaki davranışın ne olduğunu bilmek değil onu uygulamaktır.
Mutasavvıflara göre sufi, mücahede ve riyazet ile temiz hâle getirdiği kalbi,
ruhu ve vicdanı ile ahlaka uygun olan ve olmayan hareketlerin neler olduğunu bilir
ve bu ahlak bilgisine göre hareket eder. Dolayısıyla ahlaki mükemmellik çalışmayla
elde edilen bilgi vasıtasıyla değil, yaşayarak ve zevken elde edilebilir.
Yine ahlak ilmi, ahlaki fiillerin içinden çıkar ve ona dayanırsa bir değer ifade
eder. Aksi hâlde ahlak diye ortaya atılan şeyler bir bilgi olmaktan öteye gidemez.
Sûfiler şahsen yaşadıkları ve doğruluğunu manevi bir tecrübe ile öğrendikleri
müşahhas ve tatbikî bir ahlak anlayışından bahsetmiş ve tasavvufu "ameli ahlak"
olarak adlandırmışlardır. İslam dünyasında da genellikle ahlak, ameli olarak
anlaşılmış ve bu da daha çok tasavvufun ilgi alanı içinde mütalaa edilmiştir.
Mutasavvıflar ilk dönemlerden itibaren tasavvufi ahlakla ilgili eserlerinde,
kalbî fiiller (âmâlu’l-kulûb) alarak adlandırılan “tevbe”, “takva”, “verâ”, “ihlâs”,
“muhabbet” gibi dinî-ahlaki erdemler üzerinde durmuş, ahlakın, Allah’ın emirleri
doğrultusunda yönlendirilmesi durumunda güzel huyların tezahür edeceğini, bu
yönlendirmenin de ilk önce kalbî amellerden başlanarak gerçekleştirilebileceğini
söylemişlerdir.
Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makamlar
Tasavvufu Kur’an ve Sünnet doğrultusunda yaşayanlar olduğu gibi, tasavvuf
düşüncesi üzerine eser yazan sufiler de vardır ki, yazılan bu eserler incelendiğinde
görülecektir ki hemen hepsi, tasavvufi ahlakın, yukarıda ana hatları ile işaret
ettiğimiz temel özelliklerini muhafaza eder niteliktedirler.
Kaynağını Kur’an ve Sünnet'ten alan bir ahlakın, duygulara, düşünceye,
bedeni fillere ve sulûkla alakalı davranışlara sirayetini sağlamak amacıyla yazılan ilk
eserlerde daha ziyade ahlakı, dünya arzularına sırt çevirmek suretiyle
gerçekleştirmeyi öğütleyen, zühte dair rivayetler öne çıkarılmış, bu rivayetleri bir
araya getiren eserler kaleme alınmıştır. Söz konusu eserler, tasavvufi ahlakın da ilk
kaynaklarını teşkil etmişlerdir.
Zâhir-bâtın ilişkisine vurgu yapan tasavvufi ahlak, çoğu maddi ve dünyevi
olan günlük hayatın büyük kısmına, bu yolla manevi bir boyut katmıştır. Yine
tasavvufi ahlakta bedensel hareketler insanı Allah'a götüren ruhi değerler olarak
kabul edildiğinden ahlaki her davranışı taklit yolu ile yerleştirmek esas alınmış, bu
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
ahlak anlayışı tarikatlar yolu ile müesseseleşmeyi zorunlu hâle getirmiştir. Sonuçta
messeseleşmiş yapı içinde Şeyh-mürid ilişkisi ile bu ahlaka süreklilik
kazandırılmıştır. Bu ilişki “Âdab” adlı eserlerin vücuda getirilmesine sebep olmuştur
(Görmez, 2003: 580).
Tasavvufi ahlakın mühim bir kaynağını da maneviyat ve hüviyetleri herkese
malum olan Abdullah Ensârî, Gazali, Sâdi-i Şirâzî, Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî, Mevlânâ Abdurahman-ı Câmî gibi kemalat sahibi bazı müstesna
zatların Pendnâme, Nasihatnâme, Mi’yâr, Menakıpnâme adını verdikleri öğütleri ve
yaşayış tarzları oluşturmuştur (Ayni, 1993: 11-12). Başkalarına örnek teşkil edecek
kadar güzel olan ahlaki davranışları içeren bu eserlerde sûfilerin anlayışlarını ideal
misaller şeklinde ortaya konulmuştur.
İlk dönem sufilerinden bazıları da insanın ruh dünyasını keşfe yönelerek,
nefisi incelemiş ve insanı helake götüren kötü duyguları tespit edip bunlardan nasıl
arınılacağından bahseden eserler kaleme almışlardır. Hâris el-Muhâsibî(ö.
243/857), er-Riâye lî Hukûkillâh; Tûsî, el-Luma’; Ebu Talib el-Mekkî (ö.386/996),
Kûtu’l-Kulûb; Kelabâzî, et-Taarruf; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb; Kuşeyrî, er-Risâle;
Gazali, İhyâ; Suhreverdî, Avârif’inde bu konuları Kur’an ve Sünnet perspektifinde
işlemişlerdir.
Muhâsibî “er-Riâye”sindeinsan haklarını da içine alan "hukukullah'a riayet
şeklindeki üstün ahlakı, insana yaraşır yegâne hayat tarzı olarak sunmuştur. Eserde
tasavvufi ahlakın esasları özetle şöyle ifade edilmiştir: Bütün iyiliklerin arkasındaki
niyet, takva yani Allah’a derin saygı ve itaat düşüncesi olmalıdır. Zahirî amellere
yönelmenin yanında ruhun sefaletini hazırlayan kötü eğilimlerden, bencil
kaygılardan sıyrılmak ve maddi bir çıkar gözetmeksizin, yalnız Allah’ın rızasını talep
etmelidir. İnsan kendi kendisi ile hesaplaşmalı (muhasebe) ve kendi kendini kontrol
etmelidir (murakabe) (Çağrıcı, 1991: 70).
Serrâc (ö.378/988), Luma´da tasavvufi ahlaka dair makāmları beş olarak
tespit etmiştir: “Tevbe, Verâ´, Züht, Fakr, Sabr.” Serrâc, bu beş esas mevcut olunca,
diğer bütün ahlaki değerlerin de mevcut olacağını belirtmiştir.
Ebu Talib Mekkî, Kûtu´l-kulûb´da, ahiret ilimleri ile dünya nimetleri arasında
bir ayrım yapmayı önermiş ve kurtuluşa erdirecek tam bir ahlaki hayatın, tasavvufi
hayat olduğunu belirtmiştir. Mekkî, ahiret ilmi ya da “ilm-i yakîn” için hazırlık
olarak kabul ettiği ve yakin makāmları adını verdiği tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle
sıralamıştır: “Tevbe, sabır, şükür, reca, havf, züht, tevekkül, rıza ve muhabbet.”
Kelabâzî, et-Taarruf adlı eserinde sufilerin yaşadıkları hâl ve makāmları;
“Tevbe, züht, sabır, fakr, tevazu, havf, takva, ihlâs, şükür, tevekkül, rıza, yakin, zikir,
üns, kurb, ittisal ve muhabbet” şeklinde sıralamış ve bunları on yedi bölümde
incelemiştir.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Suhreverdî ise Avârif’inde sufilerin başlıca ahlaki erdemlerini şöyle
sıralamıştır: “Muhasebe-murakabe, tevbe, züht, tevazu, sabır, edep, muhabbet,
ihlâs, doğruluk, diğergamlık.”
Ve nihayet bütün bu mühim tasavvufi şahsiyetlerden sonra Gazali
İhyâ’sında, tasavvuf yolunun bütün âdâb, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha
gözden geçirmiş, alim ve sufilerin kabulüne uygun olanları tespit, tenkiti
gerekenleri tenkit edip, birbirinden ayrı görünen hususları buluşturup
kaynaştırmıştır.
Gazali, İhyâ’sında tasavvufi ahlakın âdâb, erkân ve ıstılahlarını; “İbâdât” ,
“Âdât”, “Mühlikât” ve “Münciyât” olmak dört ana bölüm başlığı altında
incelemiştir.
Birinci Bölüm’de; itikad, ibadet ve muamelat ile bunların dinî ahlaki içtimai
hikmetlerine yer vermiştir.
İkinci Bölümde; muamelat ahlakı, dosluk ve muaşeret adabı, Hz.
Peygamber’in ahlakı ve yaşayışı gibi konuları ele almıştır.
Gazali 'nin asıl tasavvufi çehresini ve ahlaki fikirlerini yansıttığı bölüm
Üçüncü Bölüm’dür. Gazali bu Bölüm’de kalp, akıl, nefis ve ruh hakkındaki fikirlerini
ve ince tahlillerini sunduktan sonra nefis terbiyesi ve temizliği konusunu işlemiştir.
Daha sonra “arzuların dizginlenmesi”, “dilin kötü sözlerden korunması”, “dünya ve
mal hırsı”, “makam-mevki hırsı”, “riyâ”, “kibir” ve “kendini beğenme” (ucb) gibi
konulara değinmiştir. Gazali nefisin bu tutkuları konusunda son derece değerli ve
ince psikolojik tahliller yaparak bu tutkuIarı yenmenin çarelerini de göstermiştir.
Gazali, Dördüncü Bölüm’ü belli-başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere ayırmıştır. Bu
Bölüm’de, tasavvufi ahlakın temel kavramları olan “tevbe”, “sabır”, “şükür”, “havf
ve reca”, “fakr ve züht”, “sevgi”, “niyet”, “ihlâs”, “doğruluk”, “murakabe ve
muhasebe”, “tefekkür” gibi konularda oldukça geniş felsefi ve psikolojik tahliller
yapmıştır.
TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
Yukarıda zikrettiğimiz klasik tasavvufi kaynaklar ve benzerlerinde tasavvufi
ahlakın mahiyet ve özellikleri ortaya konulmuş ve İslam ahlak esaslarının tasavvufi
çerçevesi çizilmiştir. Bu çerçevede yer alan esasları ana başlıklar altında görmeye
çalışalım.
İnsanda her birisi bir bilinç düzeyine uygun olarak yaratılan nefis ve ruh
mertebelerine yönelik tezkiye ve tasfiyeye önem vermek.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Latîfe: İnsan vücuduna
yerleştirilmiş manevi, nuranî cevher, Kur'an
kaynaklı, insanın duyuüstü
melekelerinden her biridir.
Tasavvuf ehline göre hem dinin ve hem de aklın reddettiği bütün kötü
huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. İnsan nefisindeki kötü huy ve
sıfatların etkilerinin izalesi ancak dinî-ahlaki tezkiye ve tasfiyeye uygun riyazet ve
mücahede yöntemleri kullanılarak sağlanabilir.
Mutasavvıflar, nefisin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve
ahlaki çabaların en değerlisi olarak görmüşlerdir. Onlara göre nefisin terakki
edebilmesi için, nefis-i emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râziye, marziyye,
kamile şeklinde sıralanan nefis mertebelerinin ve vücûdunun müştemil bulunduğu
ruhani latîfeler denilen Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfa, Nefis-i nâtıka ve tüm beden’den
oluşan yedi latife(Letâif-i Seb’a)nin; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye
görmesi lazımdır.
Sufi psikolojisinde nefis, ruhun asıl âlemine yükselmesinin yollarını tıkayan,
ancak faydalı alete dönüştürülebilecek bir latifedir.
Ruhun en alt düzeyi olan “nefis-i emare”, içimizdeki negatif güçlerin hepsinin
koleksiyonundan ibarettir.
Ruhun en üst düzeyi olan “nefis-i natıka”, İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya
uğratmadan yansıtan nefis mertebesidir.
Tasavvufi düşünce geleneğinde nefis yedi perdeli olarak vasıflanmıştır.
Sufiler bu yedi perdeli nefisi terbiyede iki yol denerler:
Nefisi tahrik eden sınırsız isteklerinden uzak tutmak ve bedendeki etki gücünü
zayıflatmak.
Nefisin tavırlarından her birini, birer ilahi isimle terbiye etmek.
Nefisin Dereceleri Nefisin Terbiye Edileceği İlahî İsim
Vücuttaki Yeri
1- Nefis-i emmâre Lâ ilâhe illallâh Sadr
2- Nefis-i levvame Allah (c.c) Kalp
5- Nefis-i mülheme Hû Ruh
4- Nefis-i mutmaine Hakk Sır
5- Nefis-i râziye Hayy Sırru’s-sır
6- Nefis-i marziyye Kayyum Hafi
7- Nefis-i kamile Kahhar Ahfa
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Erdemli kişi, nefsinden ümit ve beklentilerini
sona erdirendir.
Riyâzât, nefsin ve tenin arzularını terk ederek, ya da en aza indirerek
ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede,
nefsanî ve şeytanî güçlerle mücadele
etmektir.
Akıl: atıyla avlanan bir avcı
Şehvet: Atı,
Gazap: köpeği gibidir.
Avcı işinin ehli, at ve köpeği
de eğitimli ise avcı başarılı
olur.
Nefis terbiyesinin amacı kalbi kötü duygulardan temizleyerek hâl ve
hareketleri ahlaki bakımdan güzelleştirmektir. Tevbe, fakr, züht, sabır, şükür vb.
hâl, makām ve ahlaki yöntemler ruh olgunluğuna erişme yolunda birer araçtır.
Nefis terbiyesi yoluyla iyi ve güzel karakter kazanan davranışlar, tasavvufi ahlakın
tezahürleri hâline gelir.
İslam bize, davet ettiği ahlaki olgunluğun yolunu çizmiş ve kötü huylardan
temizlenme ve onların zıddı olan iyi huylarla bezenme konusunda nefisle mücadele
etmemizi emretmiştir. Hz. Peygamber de nefisle mücadeleyi büyük cihat, silahlı
olarak düşmanla mücadeleyi ise küçük cihat olarak değerlendirmiştir (el-Aclûnî,
1408/1988: I, 511).
Nefisin kötü sıfatlarından arınan kimsenin kurtuluşa ereceği Kur’an'ın haber
verdiği gerçeklerdendir.
Hz. Peygamber de şöyle buyurur:
İslam nefisle savaşa çağırırken bütün gücüyle iyi bir cemiyet hayatının
oluşmasını hedef almaktadır. Çünkü fert iyi olduğu vakit cemiyet iyi olacak, fert
bozulunca cemiyet de bozulacaktır. Fakat riyazet ve mücahede bizatihi nefisin
kendisine karşı değil, ona arız olan ahlaki hastalıklara yönelik olmalıdır. Nefisin
terbiyesine yönelik bu davranış biçiminin bedene zarar veren riyazet yöntemleriyle
bir ilgisi yoktur. İnsanın ahlak sahibi olması, nefisini öldürmesine ve yok etmesine
değil, eğitmesine ve kontrol altında tutmasına bağlıdır.
Kötülüğü ve iyiliği seçebilme ve yapabilme imkân ve ihtimalinin olmadığı
yerde ahlakilikten bahsedilemez. Zira ahlaki durum, insanın kötü ile iyi arasında,
özgür iradesiyle seçim yapabildiği durumlarda ortaya çıkar. Bu nedenle nefis ve
nefisani arzuların bulunmaması değil, bulunduğu hâlde kontrol edilmesi; meşru
sınırlar içinde tutularak iyi, doğru ve güzele yönlendirilmesi daha anlamlı ve
önemlidir(Konur, 2009: 45).
Şu hâlde nefisle mücadele bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlaki
mükemmelliğe ulaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından
kurtulma mücadelesi, tasavvufi ahlak da bu çetin ve zorlu mücadelenin meyvesidir.
"En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir" (Beyhakî, Zühd: 343)
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de
ziyan etmiştir.” (Şems/91: 9-10)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Nefsini zilletle tanıyan, Rabbini izzetle tanır.
Nefis öyle bir alandır ki, kişi onu kendi hâkimiyeti altında tuttuğu sürece iki
âlemde de kurtuluşa erecektir. Onu kontrol altına almak da, ancak isteklerini
reddetmek ve ona başkaldırmakla başlar. Nefisin sınır tanımayan arzu ve ihtirasları
yerine getirildiği zaman, insani kimlik ve erdemler insanlardan uzaklaşır. Ancak
ölçülü ve dengeli bir şekilde nefisin muhasebesi ve murakabesi yapıldığı sürece de,
erdemler ve faziletler insanda tecessüm eder ve onun özü olur (Muhâsibî, 1998:
406).
Riyazet ve mücahedenin baştan sona kadar nefise muhalefet etmekten
ibaret olduğunu, nefisi tanımadan yapılacak riyazet ve mücahedenin kişiye faydası
olmayacağını söyleyen sufiler, riyazet ve mücahedenin marifete yönelik rolünü
ifade etmek üzere “Nefisini tanıyan Rabbini tanır” sözünü sıkça kullanmışlardır.
Sufilere göre Allah’ı bilme (marifet) için öncelikle nefisi tanımak, sonrasında
da nefise karşı girişilecek mücahede ile ahlakın güzelleştirilmesini gerekmektedir.
Ancak Allah’ın yardımı olmadan mücahedenin meydana gelmesi ve mücahede
olmadan ilahî lutfun yetişmesi mümkün değildir. Akıl ve din mizanı doğrultusunda
çaba şarttır, fakat sonuç yine de Allah’ın takdirine bağlıdır.
İnsandaki kötü sıfatların ıslah ve terbiyesi için kullanılan mücahede ve riyâzât
metotları genellikle Kur’an ve sünnet verilerine dayandırılmış ve ferdî eğitim, ahlaki
yükseliş bu yolla sağlanmaya çalışılmıştır.
Ahlaki bir özelliği, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak
görüp, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” düsturunu Hz. Peygamber’in “üsve-i
hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliği doğrultusunda yaşamak.
İslam bir tevhit/birlik dinidir. Tevhit sadece Allah’ın birliğini ifade etmekle
kalmaz, aynı zamanda, her şeyin onunla irtibatlı ve ilişkili olduğunu ifade eder.
Kur’an’a göre her şeyin merkezinde Allah vardır. Bu açıdan bakıldığında, insanla
ilgili ahlaki bir özellik, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak
görülür. Bu durum Hz. Peygamber’e atfedilen, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma”
ifadesi ile dile getirilmiştir(Konur, 2009: 26-27).
Kur’an’a göre Allah, insana karşı ahlaki tarzda hareket eder. Bu onun ahlaki
nitelikler olan “adalet” ve “ihsân”ının gereğidir. İnsanın da bu oluşa ahlaki tarzda
mukabelede bulunması gerekir.
Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın, ahlakla ilgili vechesine dair kavramlar “rahmet” ve
“gazab” olmak üzere birbirine zıt görünen iki ana kavram altında ele alınabilir.
Böylece Rabbine bakan insan, onun hoşnutluğundan veya hoşnutsuzluğundan
hareketle, hem hangi tutum ve davranışların ahlaki olduğunu hem de hangi
durumda nasıl bir ahlaki tutum takınması gerektiğini bilir (Konur, 2009: 29).
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
“Tasavvuf, sistemi ve muhtevası itibariyle
Kur’anî ve Muhammedî’dir.”
KISSADAN HİSSE
Hz. ibrahim çok misafir ağırlamakla şöhret bulmuştur. Anlatıldığına
göre, onun sofrasından misafir eksik olmazmış. Bir seferinde üç gün geçtiği
hâlde evinin kapısını çalan olmamış, sonunda kapısına bir adam gelmiş ve ona
misafir olmak istediğini bildirmiş. Hz. İbrahim ona kim olduğunu sorunca,
Mecusilik dinine mensup olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Hz. İbrahim,
müslüman olursan seni ağırlarım, demiş. Bu şartı kabul etmeyen adam oradan
ayrılmış.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e şöyle hitap etmiş: "Ey
İbrahim! Küfrüne rağmen elli senedir biz onu doyuruyoruz. Dinini değiştirmesini
istemeden, bir lokma da sen yedirsen ne olurdu?"
Cenâb-ı Hakk'ın bu ikazı ve itabı üzerine Hz. İbrahim hemen peşinden
gidip Mecusi'ye yetişmiş ve özür dileyerek onu ağırlamıştır. Hz. İbrahim'deki bu
değişikliğin sebebini öğrenen Mecusi ise, "0 ne iyi Rab ki, düşmanı için dostunu
azarlıyor.”demiş ve müslüman olmuştur. (Hucvirî, 457)
Allah’ın rahmet ve gazabı diğer bir ifadeyle cemâl ve celâli, adaletinin (iyiliği
emreden, kötülüğü nehyeden vasfının) bir gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın cemâl ve
celâl sıfatlarıyla muttasıf olması, tasavvufun ahlak anlayışına da yansımış, bu
sıfatların tecellilerine mazhar olabilme yani onun sıfatlarıyla sıfatlanma, ahlakıyla
ahlaklanma, tasavvuf erbabının başlıca uğraş alanını oluşturmuştur.
Allah’ın ahlakının örnek ve model oluşu beşerî münasebetler için de
geçerlidir. Allah’a karşı dinî-ahlaki tutumun ilahî ahlakın bir yansıması olduğunu
düşünen ve Allah’ı örnek alan kişi, başkalarına karşı adil ve dürüst davranmalıdır.
Çünkü Allah her zaman adalet ve doğruluk üzeredir. İnsan hiç kimseye
zulmetmelidir çünkü Allah kimseye zulmetmez (Izutsu, 1997: 39, Konur, 2009: 36).
Şüphe yok ki Allah her nefise bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu
vermiştir. Şu var ki insan, akıbet itibariyle hangi şeyin iyi hangisinin kötü olduğunu
her zaman ve her hususta aklıyla bilemez. Özellikle ferdî ömrün kifayet etmeyeceği
derecede uzun tecrübelere bağlı olan şeyleri, tebliğ ve temsil edici olmadıkça
bilemez (Öztürk, 1989: 152).
İlahî vahye muhatab olduğu kabul edilen bütün peygamberlerin ana
görevleri, insanların ahlaki hayatlarını düzeltmek ve onlara doğru yolu göstermek
olmuştur. İslam peygamberinin de bundan başka bir gönderiliş gayesi yoktur.
Nitekim kendisi de gönderiliş gayesinin “Mekârim-i ahlakı tamamlamak” olduğunu
söylemiştir. Burada sorulması gereken husus, İslam peygamberinin tamamlamaya
geldiği ahlakın neliği sorunudur. Hakîm Tirmizî bu hadisi ele alırken, söz konusu
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
ahlakın bütün peygamberlerde varolduğunu, İslam peygamberinin bu ahlakı
tamamlamak için geldiğini söyler. Öyleyse bütün peygamberlerde var olan bu
ahlakın temel ilkelerini tespit etmenin kriterleri nelerdir? (Görmez, 2003: 577).
Bunun izini sürmek için müracaat edeceğimiz temel kaynak Kur’an’dır. Ahlak,
en genel manasıyla Kur’an’la temsil edilir. Bir anlamda Kur’an, ahlakın evrensel
kaynağıdır. Peygamber Efendimiz de bunun en güzel örneğini temsil etmiş, yaşamı
boyunca hep Kur’an’ın belirlediği çizgide davranışlarını sürdürmüştür.
Kur’an'daki esasları hayatına uygulayarak bir bakıma yaşayan Kur’an hâline
gelen Hz. Peygamber'in ahlakı hakkında Hz. Aişe'nin şu sözü oldukça dikkat
çekicidir : “O'nun ahlakı Kur’an'dı.”(Müslim, Misafirin: 139).
Tasavvuf, İslamın ruh hayatı ve İslam peygamberinin şahsında temsil ettiği
manevi otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şekli
olarak değerlendirilir. Burada manevi otoriteden kasdedilen Hz. Peygamber’in
“üsve-i hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliğidir (Yılmaz, 1994: 19).
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber bu bağlamda şöyle tavsif edilmiştir:
Hz. Peygamber ise, nübüvvetin esasının “güzel ahlak” temeline dayalı bir
sistem inşa etmek olduğunu ifade etmiştir.
Hz. Peygamber ahlakını yaşadığı toplumdan almadığı gibi, kendi nefisinin
mahsulü de olmadığını ve Allah Teala’nın terbiyesiyle/ahlakıyla ahlaklandığını şu
ifadeleriyle dile getirmiştir:
Sufilere göre insanın beşerî ve süfli hayattan saf ruhi hayata yükselmesi yani
ruhunu kemale erdirmesi; tezkiye, terbiye, tehzîb ve eğitim işi olup, başta Hz.
Peygamber olmak üzere tasavvufi ahlakta model kabul edilen insanların örnekliği
yoluyla elde edilir.
Kuluyum cân durdukça ol hikmetli Kur’ân’ın
Toprağının tozuyum Muhammed-i Muhtarın
Mevlânâ
"Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." (Mâlik, Hüsnü’l-
Hulk: 8.)
“Şanım hakkı için Rasululllah’da size ‘örneğin en güzeli’ vardır.” (Ahzâb/33:21)
“Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi çok güzel yaptı”(Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân: 3187).
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Kötü huyları kalpten atıp ahlakını güzelleştirmek isteyen kişinin kendisine
rehberlik edecek manevi yetkinliğe sahip birisine ihtiyacı olduğunu söyleyen Gazali,
kişinin tıpkı bedeninde bir hastalık oluştuğunda hemen onu tedavi edecek bir
doktor aramaya koyulduğu gibi kötü duygu ve davranışlarının farkına vardığında da
kendisine manevi bir rehber araması gerektiğini belirtir (Gazali, III, 80, 93; II, 305).
Ahlaki arınma ve faziletler kazanmayı, ruhun kemale ermesinin zorunlu şartı
olarak gören mutasavvıflar, tasavvufi ahlak eğitimini de nefisi kötü duygulardan ve
hayvani eğilimlerden kurtarma, zahir ve batını tenvir istikametinde sürekli bir
mücahede hâli olarak değerlendirmişlerdir.
Tasavvufun hâl ilmi oluşu, hâllerin de bulaşıcılığı/sirayeti sözkonusu olduğu
için ahlak eğitiminde de nazari bilgilerden çok uygulamaya ve bir örnek şahsiyete
(üsve-i hasene) ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve
etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İyilerle beraber olmak iyiliği,
kötülerle beraberlik kötülüğü sirayet ettirir.
Mesela insan cimri olmamak ve cömert olmak için “cimrilik” ve cömertliğin”
ne olduklarını bilmek ister. Bunun için kitap okumak şart değildir. Başkalarının iyi
veya kötü örnek teşkil eden davranışlarına bakmak, iyileri olduğu gibi, kötüleri ise
ters yönde taklit etmek kâfidir (Konur, 2009: 43).
Hz. İsa’ya “seni kim terbiye etti?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:
“Cehaletin sahibini ne kadar kötü bir durumda bıraktığını gördüm ve böylece
cahillikten uzaklaştım.” Gazali ’ye göre insan başkalarında gördüğü kusurların
kendisinde olduğunu fark ettiğinde onları terk etse eğitimcilere ihtiyaç kalmazdı
(Gazali, III, 80: Reis, 2011: 107).
Kuşeyrî de isteklerin zıddına hareket etmeyi, açlık, susuzluk ve uykusuzluk
gibi kişiyi güçsüz ve takatsiz bırakan mücahede çeşitlerinden daha etkili ve
mükemmel bir tedavi yolu olarak görmektedir ( Kuşeyrî, I, 306-330).
Ahlaki-manevi gelişimi, dinamik, hiyerarşik ve birbirini tamamlayan bir
hâller ve makāmlar süreci olarak yaşamak.
Nefisin kuvvetlerinin insanı hak çizgisinden sapmaya zorlayacak boyutunun
eğitimi, mutasavvıflarca Kur’an ve Sünnet’ten alınan hükümlerle sistemleştirilmiş
ve bu suretle bir eğitim sistemi geliştirilmiştir. "Seyr u sülûk" adı verilen bu sistem
aynı zamanda, ruhi ve ahlaki yükselişin de adıdır.
Seyr u sülukun işaret kristalleri de diyebileceğimiz hususlar tasavvuf
literatüründe genellikle makāmât olarak ifade edilmiştir. Birer kalbî fiil olarak da
değerlendirilen bu ruhani seyrin makāmları sufilerce tasnif ve çeşitlilik açısından
farklılık gösterse de usûl-ı aşere (on usûl/makām) diye meşhur olmuştur.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Çeşitli devirlerde yaşayan sufiler tarafından tespit edilen bu makām ve
mertebeler saliklerin konaklama ve nefes alma merkezleri olarak değerlendirilmiş
ve genelde şu şekilde sıralanmıştır: Tevbe, Züht, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Zikir,
Teveccüh, Sabır, Muhasebe, Rıza (Bk. Tasavvufta On Esas, 2010: 22).
Usûl-ı Aşere
Tevbe: “Kulun kendi iradesiyle Allah’a yönelmesi.”
Hata işledikten sonra pişman olup vazgeçmek, bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir.
Züht: “Eşyaya dair isteklerin bütünüyle yok olmasıdır.”
Dünyaya gönül bağlamamak, dünya malına kul köle olmamak
Tevekkül:
“Allah’ın katında olanlara güvenme, insanların elindekinden ümidi kesme.”
Meşru sebeplere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır.
Kanaat: “Nefisin alışık olduğu şeylerin bulunmaması durumunda sükût etmek”
Hırs sahibi olmamak ve kazancından dolayı üzüntü hissi duymamak
Uzlet: “Halkla beraber yaşamaktan yüz çevirmek.”
Dinî, ahlakı bozan kimselerden ve her şeyden sakınmak, uzak durmak.
Zikir: “Allahtan gayrı her şeyi unutarak sadece O’nu anmak”
Kendini gafletten kurtarmak yani Allah Teala’yı anmak, hatırlamaktır.
Teveccüh: “Allah’tan başka her hangi bir varlığa çağıran her şeyden yüz çevirerek tüm benliği ile O’na yönelmek.”
Bütün arzu ve isteklerinden sıyrılarak Allah’ü Teala’ya yönelmektir.
Sabır: “Bela ve sıkıntı anlarında sızlanmayı terk etmek.”
Haramdan sakınıp nefisin kötü arzularını yapmamaktır.
Murakabe / Muhasebe: “Hakkın her hâlde kendisini denetlediği ve kalbinde bulunan şeylere muttali olduğunu bilmesi.”
Nefisini hesaba çekmek
Rıza: “Allah’ın her türlü fiil ve takdiri karşısında kalbin sürûru ve O’ndan razı olması.”
Allah’ü Teala’dan gelen her şeyden hoşnut olmak, boyun eğmektir.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Etkileşimli Alıştırmalar
İslam ahlakçılarının
genel olarak “Faziletler”
olarak isimlendirdikleri
iyi huylar sûfîler
tarafından münciyât,
makāmatu’ş- şerife,
hüsnü’l-huluk,
mehâsinü’l-ahlak,
mekârimü’l-ahlak, el-
ahlaku’l-hasene, el-
ahlaku’l-
hamîde, gibi terimlerle
karşılanmıştır.
Reziletler yani kötü
huylar ise mühlikât,
sıfatu’l-mezmume,
emrazu’l-kalb, sûü’l-
huluk, ahlaku’z-
zemîme, ahlaku’s-
seyyie gibi tabirlerle
ifade edilmiştir.
Takva, tevekkül, şükür gibi kişinin Allah ile ilgili münasebetlerinden doğan
çok daha özel anlamdaki dinî içerikli ahlaki davranışlarından ziyade kişisel
karakterde ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzu edilen İslam ahlakı
erdemlerini dikkate aldığımızda Kur’an'da en çok sayıda ayette tekrar edilme
itibarıyla bu erdemlerin sırasıyla, “sabır”, “doğruluk ve dürüstlük ” , “affedicilik”,
“yardımseverlik”, “iyilikseverlik”, “ahde vefa”, “adalet”, “barışseverlik”, “basiret”,
“iffet”, “emanete riayet”, “helal kazanç”, “merhamet”, “hoşgörü”, “tevazu”,
“kardeşlik”, “orta yol veya itidal”, “ağırbaşlılık” ve cömertlik olduğu
görülmektedir(Yaran, 2011: 46).
İyi Huylar / Faziletler ve Kötü Huylar / Reziletler
İnsanın nefisini olgunlaştırması, kalbini arındırması ve ruhunu huzur ve
saadete kavuşturması için yapması ve kaçınması gereken hâl ve davranışlar, İslam
ahlakçıları tarafından “faziletler” ve “reziletler” ana başlıkları altında ele alınmıştır.
Onların sistematik bir teori oluştururken üzerinde durdukları bu hâl ve davranışlar
mutasavvıflar tarafından birbirini tamamlayan bir “hâller” ve “makāmlar" süreci
olarak değerlendirilmiştir.
Hâller daha çok insanın iç dünyası, makāmlar ise davranışlarıyla ilgili ahlaki
kavramların üst başlığı olarak değerlendirilmiş ve bunlarla daha çok fazilet
sayılabilecek olumlu durumlar kastedilmiştir.
Alış
tırm
alar
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebiirsiniz
Bir
eys
el E
tkin
lik
• İç dünyamızda var olan iyi ve kötü duygularımız üzerine düşününüz.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Gazali ’ye göre iyi huylar (münciyât) ve kötü huylar (mühlikât) iyi ve kötü
karekteri oluşturur. Kötü huyların bertaraf edilmesiyle ilgili metodlar, riyazet
kapsamında yer alır. Kötü huylar günahların kaynağıdır, kişiyi Allahtan uzaklaştırır,
dünya ve ahiret hayatında ızdırap ve hüsrana sebep olur. Bu nedenle de “mühlikât”
olarak isimlendirilir. Kötü huyların kalpten atılması “tathîru’l-kalb” veya
“tezkiyetü’n-nefis” olarak da isimlendirilmiştir.
Tasavvuf daha çok İslam ahlakının ameli/pratik yönünü temsil ettiği için
tasavvuf literatüründe yapılması ve kaçınılması gereken pek çok hâl ve davranıştan
bahsedilmiştir. Bunlardan şu şekilde bir sıralayabiliriz:
Kötü ahlaklar İyi ahlak
Bedensel arzular/şehevat:
a- Mide şehveti: haram yeme-içme arzusu b- Cinsî şehvet: meşru olmayan cinsi arzu
Tevbe
Sabır
Sözlü kötülükler:
Lüzumsuz, boş konuşma isteği: yalan, gıybet, nemime (koğuculuk) İnsanlarla alay etmek, küfürlü konuşmak
Şükür Gazap, öfke, kızgınlık Havf-Reca
Haset, (kıskançlık, çekememezlik) Züht
Dünya sevgisi Tevekkül
Cimrilik Rıza
Mevki edinme Muhabbet
Riya/gösteriş Kanaat
Kibir İhlâs/samimiyet
Gurur Muhasebe-murakabe
Ucb (kendini beğenme) Tefekkür
Kin Tevazu (Alçakgönüllülük)
İsraf Edeb
Hırs, tama Sıdk/Doğruluk
Şöhret arzusu Îsâr /Diğergamlık
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya hâne mamûr olmadan
Şemseddin-i Sivasî
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
“Zühd, insanın
sonsuzluğuna yardımcı
olmayan her şeyin
terkidir.”
Tasavvuf ehline göre, günahlar ve kötü ahlak kalbe hâkim olduğunda dünya
sevgisi ve zevkleri kalp üzerinde bir perde oluşturur, kalbin nuru gider ve bu durum
marifete engel olur. Dünya sevgisi, şöhret, hırs, tamah, gibi kötü ahlakla dolu olan
bir kalp Allah’a yol bulmaz. Marifet nurlarının kalbi kalplaması, bu arzuların
terbiyesine, yani nefisin tezkiyesine bağlıdır. Kalp tasfiye, nefis ise tezkiye denilen
temizlenme ya da arınma sürecinden geçmeden, marifetin ve ilahi sevginin
merkezi olamaz.
Ahlaki davranışlar da iyi ile kötüyü fark edip bilerek ve isteyerek iyi olanı
tercih etmekle ortaya çıkar. Bu açıdan tasavvufi ahlak eğitiminde kalbin önmeli yeri
vardır. Kalbin kendisinden beklenen görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için temiz
ve sağlıklı olması gerekir. Aksi hâlde insan gerçeği göremez, ahlaki tutum ve
davranış sergileyemez. Gönlü arındırmak ve mamur hâle getirmek için sarfedilen
çabaların insanı ahlaki davranışlara sevk etmesi gerekir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa
maksat hâsıl olmamış demektir(Konur, 2009: 51, 53).
Toplumsal hayata ve dünyevi nimetlere nispeten ilgisiz (züht, vb.) kalabilmek, en azından bunların gönlünde yer etmesine izin vermemeye çalışmak.
İbn Hâldun, tasavvuf yolunun esaslarından bahsederken şunları sıralar:
“Devamlı olarak ibadet etmek, her şeyden alakayı kesip Allah'a yönelmek.
Dünyanın süs ve zinetinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği zevk, mal ve
makāma rağbet etmemek, ibadet için halktan ayrılıp halveti seçmek.” (Taftazânî,
1986: 227).
Bu bir anlamda dünyaya karşı tavır koyma, ma-sivadan yüz çevirip Allah’a
yönelme demek olan zühtün ifadesidir. Tasavvufun Allah sevgisine engel olan
dünya alakasını kalpten çıkarıp, gönlü Allah’a yöneltme özelliğine dikkat çeken bazı
mutasavvıflar onu tanımlarken bu bağlamda tanımlama yoluna da gitmişlerdir.
Nitekim kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî ’nin tanımı bu
anlayışı yansıtmaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid
kesmektir.” (Yılmaz, 1994: 31).
Bir
eys
el E
tkin
lik
• Sizi iyiliğe ve kötülüğe sevk eden nedenler üzerinde düşününüz.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
İrade, insanın iç ve dış duyulardan, tabiattan ve cemiyetten aldığı tesirleri karşılayan,
ardından öznel ve şahsi karara dönüşen ve
nihayet hareket olarak dışa vuran bir kudret,
Allah’a kadar yükselmek isteyen içsel,
mistik bir kuvvettir.
Süfyan es-Sevrî: “Züht aba giymek ve kuru ekmek yemekten ziyade, emeli
ihmaldir.” der. Fudayl b. İyaz da: “Gerçek züht Allah’ın hükmüne ram olmaktan
ibarettir.”der. Züht Allah ile olmayı önleyen her türlü Masiva ve kıyl u kalden uzak
durmak, kalpte onlara yer vermemektir. Kısaca züht; emelleri ihmal, amellere
sarılmaktır. Sufilere göre nimet peşinde koşmak züht değildir. Peşinde koşup esiri
olmadan gelen servet ve zenginliği Allah’ın rahmet ve nimeti olarak bilmeli ve
Rezzâk-ı âleme gereği gibi şükretmelidir(Yılmaz, 1994: 190).
Yine züht bir şeylere sahip olmanın terki değil, “dünyaya rağbet ve hırsın
terkidir. Yani züht konusunda önemli olan insanın bir şeylere sahip olmaması değil
bir şeylerin insana sahip olmamasıdır. Demek oluyor ki zühtün gayesi yoksulluğu
gerçekleştirmek değil, insanın iç kuvvetlerini mahveden hırsı temizlemektir. Çünkü
İslamiyet gerçek zühtü mal azlığı, yoksulluk olarak görmez. Züht, Allah’tan gafil
olmamaktır(Öztürk, 1989: 213-215).
Tasavvuf ahlakının ayırıcı vasfı, onun bir “cür'et ahlakı" değil, kelimenin tam
anlamıyla bir feragat ahlakı oluşudur. İslam dünyasında bu şekildeki bir feragat
ahlakını yaşayanlar daha Hz. Peygamber zamanında mevcuttu. Tarikat silsilelerinin
bir sahabiye kadar götürülmesi geleneği de bunu gösterir. Esasen, bizzat Hz.
Peygamber başta oImak üzere birçok sahabi, ölçülü bir züht hayatı yaşamış,
dünyanın geçici zevklerine itibar ve itibar etmemişlerdir(Çağrıcı, 1991: 70).
Ayetlerde de genellikle dünya hayatı ve ona meylin yerilerek ahiret hayatının
öğülmesinin sebebi, insanda fıtri olan dünya sevgisini frenlemek ve ona kulluk
şuurunun kaybolmasını sağlamaktır.
Tasavvufi ahlakın gereçekleştirmeyi amaçladığı ruhi olgunluğa götüren bir
vasıta olan züht bu yönüyle Hz. Peygamber’in hadislerinde de övülmüştür. Züht ve
zahitlik hakkında söylenen sözün özünü ve en güzelini, Hz. Peygamber söylemiştir:
Sahabelerden biri gelip Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resulü, bana öyle bir
amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hakk, hem de halk sevsin.” Hz.
Peygamber şöyle buyurmuş:
“Dünyaya karşı zahit ol ki insanlar tarafından sevilesin. İnsanların
ellerindekilere karşı zahit ol ki, onlar tarafından sevilesin.” (İbn Mâce, Züht: 1:
Hâkim en-Nisâbûrî, IV, 313)
“Dünyada zahidlik, ne helali haram etmek ne de malı mülkü terk etmektedir. Dünyada zahidlik, ancak Allah’ın elinde olana, kendi elindekinden daha fazla güvenmen; başına bir musibet geldiği zaman, musibet başında olduğu müddetçe, onun ecir ve mükâfatından son derece ümitli olmandır.” (Ahmed b. Hanbel, II, 36).
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
İnsan: Zahirine sahip, batını sahipli, görünüşte hür, gerçekte köledir.”
Ebû Süleyman Daranî
“Ubudiyyetin kemâli
hürriyettedir.”
İnsan hürriyetini daha ziyade, nefisanî arzu ve içgüdülerin baskısından azade
kalabilmek olarak yorumlamak.
Tasavvufi ahlakta nefise karşı verilmesi öngörülen savaş, bir nevi iradeyi hür
kılma, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah'a yakınlaşmasını önleyen
bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan
tasavvuf ahlakında hürriyetin büyük bir değeri vardır.
Ahlak, özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa,
orada kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde
bulunmak olan ahlak da vardır. Dolayısıyla, tarihsel açıdan bakıldığında, özgür olan
ilk insandan beri ahlaki iyi ve kötüye ilişkin seçimler, bu seçimlerin dayandığı
değerler ve bu değerleri bireysel hayatlarında uygulamaya geçirip toplumsal
hayatlarında üstün kılmaya çalışan ve onları yeni kuşaklara aktarmayı görev bilen
iyi insanlar hep var olmuştur(Yaran, 2011: 13).
Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin
hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek
hürriyete aykırı görmüşlerdir. Kuşeyrî’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan
başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır. İbrahim
ethem ise hürriyeti ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır.
Tasavvuftaki fakr makāmı hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip
olmamasından öte hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir. Buna göre
hürriyet tasavvufi ahlakın hareket noktası değil gayesidir(Çağrıcı, 1989: 8).
Hürriyetle ubudiyet birbirini tamamlarlar. Bunların birinde ilerleyen ötekinde
de yücelir. Mademki hürriyet kendimizi bulmak, diğer bir tabirle ma-sivadan
kurtulmaktır, bizi ma-sivadan kurtaran her şey ve faaliyet hürriyetimizi genişletir.
İşte bunun için hürriyet ubudiyetin son haddidir(Öztürk, 1989: 110-111).
Ubudiyyette zirveye çıkan benlik asli hâli olan ezeli saflığına en ileri seviyede
yaklaşmış, hatta belki de onu elde etmiştir. Bu, Masivadan kurtulmak demektir.
Ruh Masivadan kurtulduğunda mutlak hürriyetin sahibi olan yaratıcı, bütün kudret
ve tasarrufuyla, saflaşan benlikte tecelli etmeye başlar. İşte bu en ileri hürriyet
hâlidir.
Makine gibi, davranışları tamamen tespit ve tayin edilmiş bir varlıktan hayır
doğmaz. Bu itibarla hürriyet hayır için ilk şarttır. Hürriyet asli varlığımız olan Allah’a
ulaşmamızı engelleyen, bizi özümüze yabancılaştıran her şeyden -Masiva-
kurtulmaktır. Meselenin özü, içinde ubudiyet sırrını gerçekleştirene, dışında
hürriyet verilir(Öztürk, 1989: 108, 114).
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Kendini bilmek;
Rahmânî ve şeytanî
olanı ayırmaktır.
Sevgi ve hoşgörüyü hem ahlaki erdemlerin hem de uhrevi müeyyidelerin
başında görmek.
Sufilere göre insanın ahlaklı olmasının başlıca nedeni, bu dünya ve ötesinde
ziyana uğramayıp aksine ebedî saadete kavuşma, bir başkası da her türlü fayda
kaygısından uzak olarak Allah tarafından sevilme ve razı olunma gibi yüksek ve
aşkın bir inanç ve umuttur (Yaran, 2011: 14).
Bir tek kardeşlik vardır. Bu, bütün insanlığı kucaklayan kardeşliktir.
Yeryüzünde sadece bir tek ve müşterek hayat vardır. Hayatın ayrılığı yaInızca
görünüştedir. İnsan, önce aile, sonra millet (ümmet), sonra da bütün insanlıkta
başkaları ile birlik hâlindedir. Sufi kendi milletinden başka milletlere hor bakanları
küçümser. Çünkü insan, başka milletten olanlarla insanlıkta müşterektir.
Bir tek ahlak kanunu vardır. Bu, ben'i inkâr etmekle filizlenen ve ihsân ile
çiçeklenen cihanşümul sevgi kanunudur. Ortada birçok ahlak ilkeleri varsa da,
hepsinin özü esası bir tek şeydir: Sevgi. Bu sevgi, arzunun, sabrın, tahammülün
hoşgörünün, hâsılı bütün faziletlerin kaynağıdır. Cömertlik, müsamaha ve ihsân
sevgiden doğar; bütün fenalıklar sevgi eksikliğinden, ileri gelir. Sevgi gözün ışığıdır.
Göz yüzeydekileri görür; oysa sevgi, derinlikleri görür. Tam olarak tutuşmamış ateş
ancak duman çıkarır; fakat tam tutuştuğunda alev ve ışık saçar. Seven kalp ile
sevmeyen kalp de böyledir.
Övülmeye değer bir tek şey vardır: Bu, kalbi yerin derinliklerinden alarak
göklerin yüceliğine eriştiren güzelliktir. İnsan, güzeli seven güzel bir ruh ile bezenen
varlıktır, sevgi, maddeyi sevmekle başlar, manayı sevmekle kemal bulur. Görüneni,
sevmekle başlar; görünmeyeni sevmekle tamamlanır (Çağrıcı, 1991: 70).
Tasavvufi ahlak, Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî felsefelerinde
olduğu gibi tabiat, insan ve Tanrı sevgisi temelinde uygulamaları içermektedir.
Bu anlayıştan hareketle söz konusu tasavvufi şahsiyetler, barış ve hoşgörü
temelinde uygulamalarla, sadece mensubu olduğu zümrelere değil, bütün insanlığa
açılarak sevgi dağıtmayı hedeflemiştir. Fakat bunu gerçekleştirirken bireyin
öncelikle pratik tecrübelerle “kendini bilmesi ve tanıması”ndan yola çıkarak,
toplumsal olgunluğa yönelik ilkeleri inşa etmeye çalışmışlar, faziletli bir toplum için
kamil insan modeli inşa etme peşinde olmuşlardır. Bunu gerçekleştirmek için
başvurdukları referans noktası tasavvufi ahlak olmuştur.
Hacı Bektâş-ı Velî, Makālât’ında hakîkatin makāmlarından ikincisi olarak
“yetmiş iki milleti ayıplamama”yı zikrederken, Allâh’ın lütfu, ihsânı, bağışlayıcılığı,
cömertliği gibi konuları işlediği Besmele Tefsiri’nde de, Hz. Peygamberin insanlara
rahmet peygamberi olarak gönderildiğine vurgu yapmakta ve insanlar arasındaki
ilişkilerin bu rahmet teması üzerine oturtulması gereğine dikkat çekerek, tevâzu,
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
merhamet, kulluk, rıza ve teslimiyet içinde olanlara Allâh’ın rahmetinin ulaşacağını
söylemektedir.
İslamiyet, insanı değerlendirirken, onun Allah ile iç münasebetinden çok,
kamu ile münasebetlerine bakmaktadır. Hz. Peygamber bu hususta şöyle
buyurmuştur:
İnsan imar edilmeli, güzelleştirilmeli, mutlu kılınmalıdır ki dünya, özlenen
kıvam ve düzene, dirlik ve esenliğe ulaşabilsin. Bundan dolayı İslam, insanların
saadeti için çalışanları sadece kendini kurtarmaya çalışanlardan üstün tutmaktadır.
Ahlaki faziletlerin ileri örneklerinden olan sadakat, vefa, merhamet vs. gibi
özelliklerin en mükemmellerini hayvanlarda görüyoruz. Fakat bunların hiçbirine
ahlaki damgası vuramayız. Arı bal yapar, köpek kendisini besleyene bağlılık
gösterir. Bu davranışlar onların hayat şartlarına, varlık özelliklerine aittir. Aksi
davranışta bulunamazlar. O hâlde, aksini yapma gücündeki insandan zuhur
ettiklerinde ahlaki davranış adını alan bu belirtiler, hayvan için bir fazilet değildir.
(Öztürk, 1989: 92, 112)
Mutasavvıflar, insanlarla ilişkilerinde merhamet olgusundan hareket
etmekte ve hoşgörü erdemini; affedici, sevgi dolu olma hâli olarak
açıklamaktadırlar. Bu, Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı Yaratan’dan ötürü
sevme” erdemidir.
Kısacası şahsi, ailevi ve millî benliği, hatta ümmet benliğini aşarak bütün
insanlığı kucaklayan bir sevgi zenginliğine ulaşmak; nefisin kötü arzularını
olabildiğince dizginlemek; ihtiyaçları en aza indirmek; dünyanın ruhu alçaltan
yönlerine değer vermemek, züht, riyazet, feragat, fedakârlık; her türlü sıkıntılar ve
ıztıraplar karşısında tam bir tevekkül ve rıza ile Allah’ın mutlak iradesine teslim
olmak, gerçeğin bilgisine (ma'rifete), ancak tam bir kalp ve ruh tasfiyesi ve güzelliği
ile ulaşacağına inanmak, tasavvufi ahlakın temel özelliklerindendir. (Çağrıcı, 1991:
70)
Taabbudî (ibadetlerle alakalı) faaliyetler kadar ahlaki faaliyet ve faziletleri
de önemli görmek.
Tasavvuf batınağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer'i hükümleri de ruhi
yanları üzerindeki tesirleri ve vicdanda ortaya çıkan derinlikleri itibariyle ele
almasından dolayı başka mesleklere göre biraz daha ledünni, engin ve zor anlaşılır
olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve Sünnet kaynaklı İslami yolların
hiçbirine münafi değildir. (Öztürk, 1989: 11) Münafi olmak şöyle dursun diğer
“İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.”(et-Taberânî, IV, 58.)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
bütün şer'i ilimler gibi tasavvuf da Kitap, Sünnet ve özellikle de ilim, marifet, yakin,
ihlâs ve ihsân şuuru gibi hakikatler üzerinde durmuştur.
Mutasavvıflara göre hakikat ve bâtın, gerçek sufi için ibadet ve başka
iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlaki özdür. Bu sebeple başlıca tasavvufi
kaynaklarda ibadetlerin zahiri veya fıkhî şart ve rükünleri yanında niyet, ihlâs, huşu,
takva gibi kalbî fiillere ve ibadetlerin ahlak üzerinde göstermesi beklenen müsbet
tesirlere geniş yer verilmiş, ayet ve hadisler incelenirken bir emri yerine getirmenin
veya getirmemenin, yasaklanmış bir şeyi yapmanın veya yapmamanın fayda ve
zarar yönünden ruh üzerinde meydana getirdiği tesiri tecrübî ve tatbikî bir şekilde
göstermeye çalışmışlardır.
Onlara göre İslam ahlakı dinin esasıdır. Faraza şer'î yani itikadi veya fıkhî
hükümler, ahlaki esastan mahrum bulunsalar, ruhsuz bir ceset veya içi boş bir
heykelden başka bir şey olmazlardı. Dindârlık ise özü olmaksızın dinin sadece şekli
unsurlarına sıkıca tutunmak değildir. Din şahsi ihtiyaçları temin için bir vasıta da
değildir. Dindarlık şuurlu bir şekilde dinî anlamak ve onunla amel etmektir; ibadet
hayatı ile içtimai hayat arasında bağlantı kurabilmektir. Dinin anlaşılmasında,
üzerinde önemle durulması gereken hususlardan biri dinin özü itibariyle kul ile
Allah, kul ile nefisi, kendisi ile ailesi ve nihayet kendisi ile bütün insanlar arasındaki
ahlak esaslarından ibaret oluşudur. Kur’an-ı Kerim'de ve Hz. Peygamber’in
hadislerinde çok sayıda ahlaki esas bulunmakta bu esaslarla Müslümanlar
imanlarını kemale erdirmek üzere züht, sabır, tevekküI, rıza, muhabbet, vera ve
daha pek çok fiilleri benimsemeye ve işlemeye çağırılmaktadır.
Allah'a ve O'nun birliğine inanmakla hırs, ümitsizlik, korku, mala tapmak,
insanın insanı istismar etmesi gibi kötü huylar birbirine aykırı şeylerdir. Aynı şekilde
Halık’ı bırakıp halka dayanmak, yetimi veya zayıfı ezmek, kalbi katı olmak, emanete
hıyanet etmek de imanla bağdaşmayan şeylerdir. İnsan bu gibi kötü huyları
kendinden atmadıkça İmanı kamil ve sıhhatli olmayacaktır. (Taftazânî, 1986: 224)
Bu doğrultuda bakıldığında Hz. Peygamber'in şu hadislerindeki mana
derinliğinin daha iyi kavranacaktır:
“Müminlerin imanca en mükemmel olanı ahlakça en güzel olanıdır.” (Buharî,
İman: 1; Darimî, Sünnet, 14)
“Kendisine güvenilmeyenin imanı yoktur.” (Ahmet b. Hanbel, III, 135)
“..Sizden biriniz kendisi sevip istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe, iman etmiş olmaz.”(Buhârî, Îmân: 7; Müslim, Îmân: 71)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Dinin özü ahlaktır.
Aynı şekilde, bilinmelidir ki İslam’ın ibadet ve muamelatla ilgili bütün
hükümleri ahlaki bir esasa dayanmadığı müddetçe bir kıymet ve fayda ifade
etmezler, Allah katında makbul olmazlar.
Tasavvufi ahlak sisteminin etkisindeki Müslümanların ilke ve davranışlarının
temelinde büyük ölçüde İslami unsurlar yer almaktadır. Çünkü İbn Ebî’d-Dünya’nın
da ifade ettiği gibi;
Mesela, İslam’da namazın nefis temizliğine, kalp inceliğine, insanın heybet,
huşu, müşahede, murakabe, Allah'a münacat ve O'nunla ünsiyet gibi faziletlerle
bezenmesine matuf bir ibadet olduğu görülür. Bunlarsız namaz içi boş bir kalıp
sayılır.
Zekât da nefisin temizlenmesi ve kalbin tezkiyesi içindir; İslam'ın davet ettiği
sosyal adaletin bir unsurudur.
Orucun iki gayesi olduğu görülür. Birincisi: Nefisi aldatmak ve kemal
mertebelerinde derece kat etmek üzere imkân ölçüsünde iradeyi kontrol etmektir.
Böylece bu dünya hayatında insan olmanın manası gerçekleşmiş olur. İkincisi: Fert
olarak ahlaken yükseldikten sonra, beşerî ve içtimai planda ilerleme kaydetmektir.
İnsan fertleri arasında müsâvâtın bir sembolü olan hac da özü itibariyle
Allah'a yakınlaşma ve O'na tam kullukta bulunmadır.
İslam’ın muameIat'a dair hükümleri de aynı şekilde, bir Müslümanın
başkalarıyla muameleleri sırasında uymasını gerektiren belirli ahlaki kaideler ihtiva
eder(Taftazânî, 1986: 225-226).
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki tasavvuf, asla dinî, itikadi, ameli ve
ahlaki yükümlülüklere karşı kayıtsız kalmayı hoş karşılamaz. Sufinin Kur’an ve
Sünnet hakkında sağlam bir bilgisi olması gerekir. Bununla ilgili olarak İmâm-ı
Şa’rânî şöyle diyor:
“Bir müminde şu iki haslet bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü huy.”(Tirmizî, Birr: 41)
“Sizden biriniz beni ana babasından, çocuğundan ve bütün İnsanlardan daha
çok sevmedikçe İman etmiş sayılmazsınız.”(Buharî, Îmân: 8)
“Hiçbir güzel ahlak ve güzel iş yoktur ki, Allah onu din ile ilişkilendirmiş
olmasın!” (İbn Ebî’d–Dünyâ, 1999: 40)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
Bütün bunlar gösteriyor ki, dinin özü ahlaktır. İslam tasavvufu da dinî bir ilim
olarak ahlak ve süluk cihetine önem verdiği için onu İslamın ruhiyatı olarak da
tanımlamak mümkündür.
Öze
t
•İslam ahlakiyatı olarak da tanımlanabilen tasavvuf, temel kaynakları olan Kur'an ve Sünnet çerçevesinde ahlaki erdemleri somut ahlaki esaslara dönüştüren tecrübi bir ilimdir.
•Kur’an-ı Kerim'de tevbe, sabır, şükür, dünyaya karşı tavır alma, riyazet, tefekkür, muhabbet tevekkül, zikir vb. tasavvufi açıdan yorumlanmaya müsait ahlaki esasları içeren pek çok ayet bulunmaktadır. Tasavvufi eğitim metodunu içinde saklayan naslar olarak algılanan bu tür ayetler, mutasavvıfların hayatını derinden etkilemiş ve tarih boyunca eğitim metodlarını biçimlendirmiştir. Sünnet cephesinde de durum Kur’ân’da olduğundan farklı değildir.
•Tasavvuf ehline göre kitaplarda mevcud ilimlerin çoğunun tahsili kolay, ahlak ilminin tahsili zordur. Çünkü ahlak, insanla nefsi arasında vuku bulan ve onu doğru yola sevk edebilmek için yapılan çetin ve zorlu bir mücadelenin meyvesidir. Güzel davranışlar için iyi bir ahlaki formasyon kazanmak hayatı baştan sona dolduran bir ahlaki çabayı gerekli kılar. İnsan kötü arzuların baskısı karşısında gerçek hürriyeti de ancak bu yolla kazanır. Ancak bu mücadele ve mücahede, daima dinî kuralların disiplin ve düzeni içinde olmalıdır.
•Ahlaki esasların dindeki ehemmiyetini dikkate alan mutasavvıflar, konusu ve amacı itibariyle diğer İslami ilimlere nibeten ahlakla daha fazla ilgilenmiş sonuçta şu kanaate ulaşmışlardır: "Hangi ilim ki Allah marifeti ile beraber değildir, ondan bir fayda gelmez ve onun bir faydası yoktur."
•Tasavvuf ehline göre güzel ahlak, Allah'ı bilme (marifet) ve O'na doğru yol alabilmeyi temin eden en önemli faktördür. Dolayısıyla tasavvufî ahlakta, ahlakı güzelleştirmenin amaç ve neticesi marifet olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Tasavvuf, evliya zümresinin Ku’ran ve hadis gereğince yaptıkları amel sonunda, parlayan kalplerine yerleşen bir ilimdir. Tasavvuf kulun şeriatin hükümleri ile amel etmesinin semeresidir.” (İmâm-ı Şa’rânî, 1968: I,21)
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
Öze
t
•Konusu Allah, kainat ve insan olan tasavvufun, bu varlık boyutlarıyla ilgili olarak ele aldığı temel ilke ahlak olduğu için insanın hedefi, "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak" olarak belirlenmiştir. Bu konuda en güzel örnek ise Hz. Peygamberdir. Çünkü o, ahlakî güzellikleri tamamlamak üzere gönderilmiş ve Rabbi tarafından terbiye edilmiş, terbiyesi de en güzel şekilde yapılmıştır.
•Tasavvufi terbiye ve ahlak eğitimi daha çok nefis terbiyesine ve kalp tasfiyesine bağlıdır. Kalp temizliği ve iyi niyet esasına dayanmayan hiç bir davranış, kişiyi ahlak mükemmelliğine ve gayelerin en yücesi olan marifetullâh mutluluğuna ulaştıramaz.
•İnsanın fıtratındaki kötülük yönünü arındırması ve iyilik yönünü geliştirilerek hem kendisi hem de diğer insanlarla barışık yaşaması ve nihayet Allah'ın hoşnutluğunu kazanma yolunda attığı tüm adımlar insanı ahlaki olarak yücelten ve mutlu kılan adımlardır. Ahlakîlik sürecini tamamlayan bu adımlar, iyi ve kötüyü tanıyıp bilinçli olarak iyiye yönelme azmi ve kararlılığı ile başlar ve sürekli gelişerek devam eder. İşte tasavvufi ahlaka süreklilik ve dinamizm kazandıran da bu yöneliştir.
•Tasavvui ahlakın esası: nefsi terbiye, ruhu tasfiye etmek, ibadet ve taate devamla, kulluk şuurunu derinleştirmek ve ruhani yönü geliştirilerek dünyanın heveslerimize bakan fani yüzüne değil ebediliğe açılan yüzüne bakmaktır. Bu, yaratılışın bir gereği olduğu kadar ahiret mutluluğunun da ön şartıdır. Elverir ki dünyanın imkan ve ikballeri bizi esir almasın.
•Tasavvufi ahlakın belirlemiş olduğu temel hedef; insanın ulvi yanlarının inkişaf ettirilmesi, imanın zevken duyulup yaşanmasıdır. Bu ise, erdem ve faziletleri "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" düsturu doğrultusunda somut ahlakî davranışlara yansıtmakla elde edilir.
Öd
ev
• Tasavvufi ahlakın esaslarına yönelik pratik uygulama örneklerinden birini 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Tasavvufta“fenâmakāmı”na kavuşmak için lazım olan “on şey”
aşağıdakilerden hangisiyle ifade edilmiştir?
a) Makâmât-ı aşere
b) Üsve-i hasene
c) Makām-ı Mahmûd
d) Etvâr-ı Seb‘a
e) Letâif-i sitte
2. Aşağıdaki mutasavvıflardan hangisi eserinde “yetmiş iki milleti ayıplamama”
tasavvufi makamlardan biri olarak değerlendirmiştir?
a) Hasan-ı Basrî
b) Rabatu’l-Adeviyye
c) Abdulkadir Geylânî
d) Hacı Bektaş-ı Veli
e) Erzurumlu İbrahim Hakkı
3.Tevbe, Tevekkül, Rıza, Teveccüh ve Muhasebe makamlarından hangisi Seyr u
sülûkdafenâ mertebesine daha yakın olan makamdır?
a) Tevekkül
b) Rıza
c) Teveccüh
d) Tevbe
e) Muhasebe
4.Kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî (ö.200/815)’nin;
“Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.” Şeklindeki
tanımı aşağıdaki kavramlardan hangisine karşılık gelmektedir?
a) Tevekkül
b) Şükür
c) Sabır
d) Züht
e) İnziva
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29
5. Ruhun en üst düzeyi olan ve İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya uğratmadan
yansıtan nefis mertebesi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Nefis-i emmâre
b) Nefis-i natıka
c) Nefis-i mutmanne
d) Nefis-i levvame
e) Nefis-i mülheme
Cevap Anahtarı
1.a 2.d 3.b 4.d 5.b
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Afifi, Ebu’l-Ala. (1996). Tasavvuf, İslam’da Manevi Devrim. İstanbul: Risale
Yayınları.
Ahmed b. Hanbel. (1988). Kitabü’z-Züht. Beyrut.
Ateş, Süleyman. (1992). İslam Tasavvufu. İstanbul: Yeni Ufuklar Neştiyat.
Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak”, DİA. II, 10-14.
Ayni, Mehmet Ali. (1993). Türk Ahlâkçıları, İstanbul: Kitabevi.
Cebeci, Lütfullah (1985). Kur’an'a Göre Takva. Ankara.
Cebecioğlu, Ethem. (1997). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara:
Rehber Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa. (1991).Anahatlarıyla İslam Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar
Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa.(1996). “Gazzâlî”, DİA, XIII, İstanbul.
Dârimî (1992). Sünen I-II, İstanbul: ÇağrıYayınları.
Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
Draz, Abdullah. (1993). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay. İstanbul:
İz Yayıncılık.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30
EbûTâlib el-Mekkî, 1888). Kûtu’l-Kulûb. Mısır: Matbaatu’l-Meymeniyye.
el-Aclûnî. (1408/1988). Kesfü’l-Hafâ I. Beyrut.
el-Buhârî (1992). el-Câmi‘u’s-Sahîh I-VIII. İstanbul: Çağrı Yayınları.
Eraydın, Selçuk (2001). Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul: İFAV Yayınları
Erdem, Hüsameddin. (2002). Ahlâk Felsefesi. Konya: Hü-Er Yayınları.
et-Taberânî. (1995). el-Mu‘cemü’l-Evsat IV. Kahire.
Fahri, Macid. (2004). İslam Ahlak Teorileri.İstanbul: Litera Yayıncılık.
Gazzâlî. (1977). İhyâuUlûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir
Yayınları.
Gazzâlî. (1981). Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan. İstanbul: Arslan Yayınları.
Görmez, Mehmet. (2003). “Ahlâk ve Hadîs”, İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri
ve Değeri, Kutlu Doğum Sempozyumu. Ankara: TDV Yayınları.
Güngör, Erol. (1995). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Hâkim en-Nisâbûrî (1334-1342), el-Müstedrek IV. Haydarâbâd.
Hârisel-Muhâsibî. (1998). er-Riâye, Çev. Ş. Filiz, H. Küçük. İstanbul.
Hucvirî.(1982). Keşfü’l-Mahcûb. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları.
İbnEbî’d-Dünyâ. (1999).Mekârimu’l-Ahlak. (Tah. Yasin Muhammed Sevvâs. Beyrut:
Dâr-ı Sâdır.
İbnMâce (1992). Sünen. II. İstanbul.
İbnMiskeveyh (1398/1978). Tehzîbü’l- Ahlâk ve Tathîru’l-A’râk. Tahkîk: İbnü’l-
Hatîb. el-Matbaatü’l-Asriyye.
İmam Malik b. Enes. (2004). MuvattaI-VIII, Beyrut.
İmâm-ı Şa’rânî. (1968). Tabakatu’l-Kübrâ. I-IV. Çev. Abdulkadir Akçiçek. İstanbul:
Toker Yayınları.
İsmail Ankaravî. (1996). Minhacu’l-Fukara, Fakirlerin Yolu. Haz. Saadettin Ekici.
İstanbul: İnsan Yayınları.
İzutsu, Toshihiko. (1997). Kuran'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar. Çev. Selahattin Ayaz.
İstanbul: Pınar Yayınları.
Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul.
Kaya, Yunus. (2009). Tasavvuf, Nefisi Arıtma ve Donatma. İstanbul: Uzakülke, s.17-
18.
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31
Kelâbâzî. (1992).et-Taarruflî Mezhebi ehl’t-Tasavvuf ((Doğuş Devrinde Tasavvuf).
Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergah Yayınları.
Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Dini Temeli. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kılıç, Recep. (1995). Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak. Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın.
Kuşeyrî. (1978). Kuşeyri Risâlesi. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Massignon, Luis. (2006). Doğuş Devrinde İslam Tasavvufu. Çev. M. Ali Ayni. Yay.
Haz. O. Türer-Cengiz Gündoğdu. İstanbul: Ataç Yayınları.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut.
BababzâdeAhmed Naim. (1995). İslam Ahlâkının Esasları. Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Okur, Himmet. (2009). Tasavvuf Ahlâkı ve İlahî Ahlâk, İnsana Yolculuk. İstanbul: H
Yayınları.
Öztürk, Y. Nuri. (1989). Kurân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (İslâmdaRuhi
Hayat). İstanbul: İFAV Yayınları.
Reis, Bedriye. (2011). Gazali’de -Marifet İlişkisi. İstanbul: Emin Yayınları.
Suhreverdî (1989). Avârifu’l-Meârif (Tasavvufun Esasları). Haz. H.Kamil Yılmaz-İrfan
Gündüz. İstanbul: Erkam Yayınları.
Sülemî, EbûAbdirrahmân(1998). Tabakâtu’s-SufiyyeI, Daru’l-Kütübi’l-İlm, Beyrut.
Tasavvuf Klasikleri. (2010). Ed. Ethem Cebecioğlu. İstanbul: Erkam Matbaacılık.
Tasavvufta On Esas -Usûlü’l-Aşere Şerhleri- (2010) Haz. Süleyman Gökbulut,
İstanbul: İnsan Yayınları,
Tûsî, EbûNasrSerrâc. (19966). El-Luma‘ (İslam Tasavvufu). Haz. H. Kamil Yılmaz.
İstanbul: Altınoluk Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul: Elif Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlâk Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları.
Yılmaz, H. Kamil. (1994). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
İÇİN
DEK
İLER
• Giriş
• İslam Ahlak Anlayışları ve Temel Erdemler
• Temel Erdemlerin Belirlenmesinin Yolları
• Temel Erdemler
HED
EFLE
R
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşıldığını bilebilecek
• İslam ahlakında temel erdemlerin hangi metotlarla belirlenmesi gerektiğini kavrayabilecek
• Temel erdemlerin neler olduğunu bilebilecek.
ÜNİTE
7
İSLAM AHLAKINDA TEMEL
ERDEMLER
İSLAM AHLAK ESASLARI
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Çağımızın en önemli
sorunları ahlaki
sorunlardır.
GİRİŞ
Çağımızın en önemli sorunları ahlaki sorunlardır. Bu hem İslam dünyasında
ve Türkiye’de, hem de Batı dünyasında böyledir. Küresel ölçekteki ahlaki sorunların
temelinde kültürel ahlaki sorunlar, kültürel ahlaki sorunların temelinde de kişisel
ahlaki sorunlar vardır. Bu durum da temel ahlaki erdemlerin belirlenerek kolayca
kavranabilir ve karakter hâline dönüştürülebilir bir şekilde ortaya konmasını
zorunlu hâle getirmektedir.
Buna ilaveten İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesinin ve
sistematik bir şekilde ortaya konmasının çeşitli faydaları da vardır. Bunları;
Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması,
Müslümanların farklı mezhep, tarikat ve cemaatleri ile dindarlık anlayışları ve
yaşam şekilleri arasındaki ortak noktaların, birlik ve beraberliğin artması,
Küresel ahlak arayışları ve karşılaştırmalarına belirgin bir şekilde cevap verme
imkânının ortaya çıkması,
Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması ve sonuçta da erdemsizliğin azalarak erdemliliğin
artması şeklinde ifade edebiliriz.
Böyle olmasına rağmen İslam’ın ahlak esasları, kolayca bellenebilecek ve her
zaman hatırda tutulup her tikel olay karşısında vicdani yargıda ölçüt
oluşturabilecek ve hatta kişiye o yönde sarsılmaz alışkanlıklar kazandırabilecek
sadelik, netlik ve belirginlik içinde değildir.
İslam dininde imanın şartları ile İslam’ın şartlarının son derece sade,
sistematik ve belirgin bir şekilde ortaya konmuş olmasına rağmen İslam ahlakında
temel erdemler konusunda belirsizlik vardır. İslam’a göre Müslüman bir bireyin
sahip olması gereken birinci ve ikinci derecedeki erdemlerin neler olduğu net bir
şekilde tespit edilerek ortaya konmuş değildir. Bu durum, İslam düşünürlerinin
bireysel erdemler konusunda, şu veya bu sebepten dolayı, bu tür bir
belirginleştirme, sadeleştirme ve sistemleştirme yoluna gitmemiş olmalarından
kaynaklanmaktadır (Yaran, 2005: 64, 97-107).
İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu veya olması gerektiğini
belirtmeden önce İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşılmış
olduğunu, İslam ahlak anlayışlarından hareketle, ortaya koyacağız.
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
İslam ahlakı Kur’an ve O’nun ışığında oluşmuş
Sünnet’le başlar.
Ahlak anlayışları; geleneksel, tasavvufi ve
felsefi ahlak diye üçe ayrılır.
Ahlak, Hz. Peygamber
ile sahabenin hayatında
şekillenmiştir.
İSLAM AHLAK ANLAYIŞLARI VE TEMEL ERDEMLER
İslam ahlakı, asıl kaynağı olan Kur’an ve onun ışığında oluşmuş Sünnet’le
başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli
kurallarını belirlemiştir. Dolayısıyla da İslam’ın ilk yüzyılında ahlak tamamen dinî
ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Hatta ahlak ile din iki ayrı şey olarak değil, ahlaki
emirler, itikat ve ibadete dair emirler gibi bizzat Allah’ın emirleri olarak kabul edilir
ve hiçbir tartışmaya ihtiyaç duyulmaksızın benimsenir ve uygulanırdı.
Ancak daha sonraları, Resulullah’ın ve onun terbiyesinde yetişmiş olan
sahabenin Müslümanların arasından ayrılması, siyasi yayılmanın getirdiği bol
imkânlar, iktidar mücadeleleri ve liyakatsiz yöneticilerin yaptığı zulümler gibi sosyal
sebepler ile İslam kültürünün başta Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi ile
Fars/İran Kültür ve Felsefesi olmak üzere çeşitli yabancı kültür ve düşüncelerle
karşılaşması ve onlardan etkilenmesi gibi fikri sebepler sonucunda ortaya çıkan
problemler, II. yüzyılın başlarından itibaren, İslam dünyasında farklı ahlak
anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu ahlak anlayışlarını üç grupta
ifade edebiliriz: Geleneksel ahlak, tasavvufi ahlak, felsefi ahlak.
Macid Fahri ise ahlak teorilerini; nassî ahlak, kelâmî teoriler, felsefi teoriler
ve dinî teoriler olmak üzere dört kısma ayırmıştır. Ancak biz geleneksel veya dinî
ahlak, tasavvufi ahlak ve felsefi ahlak şeklindeki üçlü tasnifi dikkate alacağız
(Çağrıcı, 1989: 8-9; 1991: 57-64; Fahri, 2004: 23-25).
Geleneksel Ahlak
Geleneksel ahlak, Kur’an-Kerim ile Hz. Peygamber’in sünnetini ahlakın asli ve
mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir
Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışıdır. Bu anlayışa göre ahlak Hz.
Peygamber ile sahabenin hayatlarında şekillenmiştir. Dolayısıyla da Kur’an ve
Hadislerdeki ahlaki kaide ve kanunlar tartışmasız olarak kabul edilir. Bu yöndeki
çalışmalarının başlangıcını Hadislerin tasnif dönemine kadar geri götürmek
mümkündür.
Buhârî (ö. 256/870)’nin el-Edebü’l-müfred, Abdullah b. Mübârek (ö.
181/707)’in Kitâbu’z-züht ve’r-rakaik ve Maverdî (ö. 450/1058)’nin Edebu’d-dünya
ve’d-din, Gazali’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli eserleri gibi geleneksel ahlak anlayışı
içerisinde değerlendirilen eserlerde çeşitli ahlaki erdemlerden bahsedilmiş olmakla
birlikte, “İslam ahlakında temel erdemler/faziletler nelerdir?” şeklindeki bir soruya
verilebilecek sistematik bir cevap yoktur. Ahlaki erdemlerin listesi yazardan yazara
değişmekte ve pek çok erdem herhangi bir önem sırasına konulmadan arka arkaya
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
sıralanmaktadır. Dolayısıyla da erdemlerin sayısı bazı eserlerde 20 iken, başka bir
eserde 30, 40 veya 50 olabilmektedir. Yine bir eserde 5. sırada ifade edilen bir
erdem başka bir eserde 10 veya 15. sırada yer alabilmektedir (Çağrıcı, 1991: 65-69;
Fahri, 2004: 25, 29-51; Yaran, 2011: 27-28).
Bu nokta geleneksel ahlak kitaplarındaki erdem listelerinden bazı örnekler
vermek yararlı olabilir. Abdullah Draz Kur’an Ahlakı isimli eserinin “Ferdi Ahlak”
bölümünün “Emirler” kısmında şu erdemlerden bahsetmektedir:
Mâverdî ise, Edeb’üd-Dünya ve’d-Din isimli eserinde şu erdemlerden
bahsetmektedir:
Bu durum, Cumhuriyet Dönemi düşünürlerinden Ahmet Hamdi Akseki
(1887-1951)’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı isimli eserinde de aynen devam
etmektedir. Akseki, eserinin “Faziletler ve Reziletler” isimli dördüncü bölümünde
15 fazilete yer vermiştir:
Örnekleme yaparak belirlemiş olduğumuz kitaplarda da görüldüğü üzere,
geleneksel ahlak anlayışında, birçok erdemden bahsedilmekle birlikte, erdemler
konusu sistematik olarak ele alınmamış, herhangi bir sınıflandırma yapılmamış ve
belirli bir önem sırası da gözetilmemiştir. Ayrıca erdemlerin neler olduğu
konusunda da bu ahlak anlayışını temsil eden eserler arasında bir birliktelik yoktur.
Tasavvufi Ahlak
İslam medeniyetinin ikinci büyük ahlak anlayışı olan tasavvufi ahlak, Kur’an
ve Hadise dayanmakla birlikte ahlakta tasavvufi yorum ve yaşayışa da önem veren
“Genel olarak öğretim, ahlaki öğretim, ahlaki gayret, ruhun safiyeti, doğruluk,
iffet, edep, bakışlarını haramdan sakındırmak, hayâ ve heveslerine hâkimiyet,
gıdâî ve cinsî arzulardan periyodik olarak sakınma, öfke ve hâkimiyet, samimiyet,
yumuşaklık, tevazu, hükümlerde ihtiyat, kötü zandan çekinme, sebat ve sabır, iyi
örneklere uygunluk, itidal, güzel işler, iyilikte yarışma, güzel öğütleri dinlemesini
ve sebat etmesini bilmek, temiz niyetlilik.” (Draz, 1993: 371-376)
“Sebat ve metanet; nefse hâkim olmak; şecaat/cesaret; tevazu ve vakar; izzet-i
nefs; hilm; sabır; edep; hayâ; emanete riayet; sıdk; sır saklamak; yüksek
himmet; iffet; cömertlik.”(Akseki, 1991: 165-180)
“Kibir ve gururdan sakınmak; güzel ahlak; hayâ; yumuşak huyluluk; doğruluk; söz
ve sükût; sabır; istişare; sır saklamak; mürüvvet; iffet; nezahet ve
sıyanet.”(Maverdî, 1988: 338-500)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Kur’an ve Sünnet’e
dayanmakla birlikte
tasavvufi yaşayışa da
önem veren ahlak
anlayışı şekillenmiştir.
İslam filozofları,
hikmet, şecaat, iffet ve
adalet diye dört temel
erdem kabul
etmişlerdir.
bir ahlak anlayışıdır. İnsanın eylemlerinin eksik veya kusurlu olup olmadığını
anlamak için murakabe ve nefis muhasebesini gerekli görmektedir. Tasavvufi
ahlakın ayırıcı özelliği bir “ferâgat ahlakı” olmasıdır. Tasavvufi ahlakta, insanın
ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve
dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesi vardır. Mutasavvıflar,
insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı
ilkesinden hareketle Cennet nimetlerini arzulamayı bile hürriyete aykırı
görmüşlerdir (Çağrıcı, 1991: 70-73).
Tasavvufi ahlak anlayışında farklı erdemlerden bahsedilmektedir. İlk İslam
sufilerinden ve tasavvuf düşüncesi hakkında ilk eser yazanlardan biri olan Haris el-
Muhâsibî (ö. 243/857) sekiz bölümden oluşan er-Riâye(Kalb Hayatı) isimli eserinde
sırasıyla; “riya, arkadaşlar, nefsi tanıma, fiillerinin kötülüğüne ve arzularına
çağırmasına karşı uyanık olmak, böbürlenmek, kibir, aldanma, gaflet, haset,
müridin yola getirilmesi, hâlleri ve hidayetinden sonra fitneden sakındırılması”
konularını ele almıştır (Muhasibi, 1998: 289-587).
Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/1006), İslam tasavvufunun en önemli
klasiklerinden ve tasavvuf ahlakının en değerli kaynaklarından olan Kûtü’l-Kulûb
(Kalplerin Azığı) isimli eserinde tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle ifade etmektedir:
Tevbe, sabır, şükür, recâ, havf, züht, tevekkül, rızâ ve muhabbet (Mekkî, 2003: II,
183-513; III, 13-254).
Gazali İhyâu ulûmid-din isimli eserinin belli başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere
ayrılmış olan “rub’u’l-münciyât” başlıklı IV. cildinde: tevbe, sabır ve şükür, havf ve
recâ, fakr ve züht, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rıza, niyet, ihlâs ve
sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını
düşünme şeklinde on erdemden bahsetmektedir. (Gazâli, 1985: IV)
Söz konusu kitaplarda görüldüğü üzere, tasavvufi ahlak anlayışında da aynen
geleneksel ahlak anlayışında olduğu gibi, temel erdemler konusunda bir birliktelik
ve sistematize edilmiş herhangi bir durum yoktur.
Felsefi Ahlak
Felsefi ahlak başlığı altında İslam filozoflarının ahlakla ilgili görüşleri ele
alınmaktadır. İslam filozofları, genel felsefenin temel problemlerinden biri olan
ahlak konusunu felsefi sistemleri içerisinde ele almışlar ve bu alanda çeşitli eserler
yazmışlardır. Her ne kadar onlar, Kitap ve Sünnet’e dayanan İslam ahlakı
karşısında, ondan farklı yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek gerektiğini
düşünmemişlerse de, ortaya koydukları ahlak görüşü büyük oranda aklın verilerine
dayanmaktadır. Eserlerinde nassa ya hiç değinmezler ya da çok az yer verirler.
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
İslam filozofları
erdemleri, nefsin
natıka, şehevî ve gadabî
kuvvetleriyle
ilişkilendirmişlerdir.
İslam ahlak felsefesi, Arapların “edep” dedikleri iyi terbiye ve nezaket gibi
konulardan farklı nazari ve metotlu bir çalışma olup, nasihat ve tavsiyeler
kabilinden yapılmış olan çalışmalarla bir tutulamaz.
İslam filozofları, erdem anlayışlarında özellikle tasniflerinin İslam ahlak
telakkisiyle uyuşmasıdır. Antik Yunan filozoflarının ahlaki terimlerle ilgili tarif ve
tasniflerini benimseyen İslam filozofları, temeli Kur’an ve Sünnet’e dayanan İslam
ahlakını söz konusu tarif ve tasniflerden faydalanarak sistemli bir şekilde
açıklamaya çalışmışlardır. Ancak İslam filozofları ahlak sahasında sadece Antik
Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden değil, Fars ve Hint düşüncesinden de
etkilenmişlerdir. (Çağrıcı, 1991: 80-90; 1989: 8-9; Erdem, 1996: 25-27; Kandemir,
1993:53; Pazarlı, 1980: 54-58.)
İslam dünyasında “hikmet, şecaat, iffet ve adalet” şeklinde dört temel fazilet
kabul etme noktasında bir ittifak olmasına rağmen kapsamlarına giren faziletlerin
sayısı filozoftan filozofa değişiklik göstermektedir.
Örneğin Farabi erdemleri, fikri erdemler ve ahlaki erdemler olmak üzere iki
ana guruba ayırmıştır. Hikmet, akıl, basiret, zekâ ve sağlıklı düşünme gibi nefsin
zihni kapasitesine ait meziyetleri fikri erdemler; iffet, şecaat, cömertlik ve adalet
gibi nefsin eğilimlerine ilişkin meziyetleri de ahlaki erdemler olarak ifade etmiştir.
(Çağrıcı, 1989: 86-87)
İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), faziletleri nefsin üç gücüyle ilişkilendirmekte
ve dört temel fazilet kabul etmektedir: “hikmet, şecaat, iffet ve adalet”. Dört temel
erdem kabul etmeye ve bu erdemleri nefsin üç kuvvetiyle (el-kuvvetü’n-nâtıka, el-
kuvvetü’l-gadabiyye, el-kuvvetü’ş-şeheviyye) ilişkilendirmeye varıncaya kadar
birçok noktada Antik Yunan filozofları Platon ile Aristoteles’ten etkilenmişlerdir.
“Düşünen nefsin davranışı ılımlı olup özünün sınırları dışına çıkmadığı …
zaman, hikmetle birlikte bilgi fazileti onda doğar. Behimi nefsin davranışı ılımlı
olup düşünen nefse boyun eğdiği, onun buyruklarına karşı gelmediği zaman,
onda iffet fazileti ve ardında da cömertlik fazileti meydana gelir. Öfke gücüyle
ilgili nefsin davranışı ölçülü ve ılımlı olup, o düşünen nefsin buyruklarına
boyun eğerse, onda yumuşaklık fazileti ve bunun ardından da yiğitlik fazileti
ortaya çıkar. Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle
olan dengeli ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana
gelir. İşte bu da adalet faziletidir. Bu sebeple filozoflar faziletlerin dört
olduğunda birleşmişlerdir. Bunlar da, hikmet, iffet, şecaat ve adalettir.”(İbn
Miskeveyh, 1983: 23-24.)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Gazali de insandaki bilgi gücü, öfke gücü ve arzu gücü şeklindeki üç
kuvvetten “hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin, onların ahenginden
de “adalet” diye dördüncü bir erdemin ortaya çıktığını belirtmektedir.
Nasîruddin et-Tusî ise Ahlak-ı Nâsırî isimli eserinde nefsin düşünme kuvveti,
gazabi kuvveti ve şehvani kuvvetlerine karşılık olarak “hikmet”, “yiğitlik” ve “iffet”
erdemlerinin meydana geldiğini, bu erdemlerin kendi aralarında uyumlu
olmasından da dördüncü bir erdem olarak “adalet” erdeminin ortaya çıktığını
belirtmektedir. (Tûsî, 2007: 89-90.)
Acaba gerçekten İslam ahlakında temel erdemler, Antik Yunan filozofları
Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilmiş ve İslam filozofları tarafından da
benimsenmiş olan “hikmet, şecaat/yiğitlik, iffet ve adalet” erdemleri midir? Bu
erdemler ne kadar İslamidirler?
Söz konusu erdemler, sade, sistemli ve hatırda tutulması kolay olmalarına ve
bir de, İslam’da imanın şartının altı, İslam’ın şartının beş olduğu dikkate alındığında
dört temel erdem kabul etmenin İslam dininin birbirleriyle irtibatlı bölümleri olan
iman-ibadet-ahlak şeklindeki sıralamaya sayısal açıdan uygun ve uyumlu olmasına
rağmen İslam ahlakının, olmazsa olmaz erdemleri olarak sunulabilecek İslami
erdemler değillerdir. İslam’a özgü ayırt edici erdemler olarak kabul edilebilemezler.
Farklı coğrafyalarda yaşayan birbirinden farklı uygarlık ve dinler için de geçerli
sayılabilecek derecede, tarihsel, toplumsal ve kültürel etkilerden bağımsız aşkın bir
tablo değillerdir. Bu erdemler, hem sayısal açıdan, hem de içerik olarak İslam
düşünce ve ahlakı ile uygunlukları sorgulanmaksızın Antik Yunan filozofu Platon’un,
daha sonraları kendisinin bile vazgeçmiş olduğu üçlü ütopik toplum/devlet
görüşüne dayanan üçlü nefs teorisinden alınmışlar, ondan hareketle
oluşturulmuşlardır. Ayrıca onlar çok çeşitli erdemler arasından seçilerek alınmış
erdemler de değillerdir. Dolayısıyla da felsefi ahlak anlayışında ortaya konmuş olan
dört temel erdemin temeli İslami olmadığı gibi, evrensel denilebilecek genel insan
doğası ve fıtratı üzerine yapılmış bir bilimsel araştırma ve felsefi düşünce de
değillerdir. İslam filozofları tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen, İslam
ahlakının temel erdemleri olarak kabul edilemezler (Yaran, 2005: 83-85, 94; 2011:
37-41).
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihi süreç içerisinde İslam dünyasında
ortaya çıkmış olan geleneksel, tasavvufi ve felsefi ahlak anlayışlarının her üçü de
“İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı
örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak
kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle
oluşturulmuş bir cevap vermemişler veya verememişlerdir. Dolayısıyla da İslam
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Kur’an-ı Kerim’de en
fazla sabır, doğruluk,
affedicilik ve
yardımseverlik
erdemleri yer
almaktadır.
ahlakında temel erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi hâlâ bir problem olarak
önümüzde durmaktadır.
TEMEL ERDEMLERİN BELİRLENMESİNİN YOLLARI
Macit Fahri, İslam Ahlak Teorileri isimli eserinde şöyle söylemektedir:
Dolayısıyla da birtakım metotlar geliştirilerek İslam ahlakında temel
erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Erdemlerin nasıl
belirleneceği noktasında net bir metot ortaya konduğunda işin önemli bir kısmı
halledilmiş olacaktır. İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında
özellikle iki yol dikkat çekmektedir:
Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğunu dikkate almak ve
oradan hareketle bir belirlenimde bulunmak.
Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek
belirlenimde bulunmak.
Her iki yolun da olumlu veya olumsuz sonuçlar ortaya çıkaracağı kesindir.
Bu yollardan biriyle veya her ikisiyle temel ahlaki erdemleri belirlerken
dikkate alınması ve göz önünde bulundurulması gereken birtakım kriterler vardır.
Bu kriterler nelerdir? Bu noktada özellikle üç önemli husus ön plana çıkmaktadır:
Belirlenecek olan erdemler sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte
esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareketle belirlenmelidirler. İlk kaynak ve
hareket noktası İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an olmalıdır.
Kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan bütün Müslümanlara
önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmalıdırlar.
Eğitimsel kolaylık sağlaması açısından - imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi-
“sade” olmalıdırlar (Yaran, 2005: 109).
“Müslüman’ın ahlaki, dinî ve sosyal hayatının merkezinde yer alan Kur’an, her
ne kadar İslami prensiplerin tümünü içerse de tam anlamıyla bir ahlak teorisi
sunmaz. Dolayısıyla bu prensiplerin nasıl açığa çıkarılması gerektiği İslam ahlak
araştırmacıları için bir önem arz eder.” Aynı şekilde, “okuyucu sahih hadis
kitaplarında yeterli ve sistematik bir adalet ve ahlaki sorumluluk teorisinin
açıkça ortaya konduğu varsayımına kapılmamalıdır.” (Fahri, 2004: 17)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Kur’an-ı Kerim’de zikredilen erdemlerin sayısal çokluğu noktasında Kur’an
Mealleri arasında farklılıklar vardır. Birinin verdiği sayı diğerini tutmamaktadır.
Bunun için biz de, Elmalı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ömer Özsoy ve İlhami
Güler, Yaşar Nuri Öztürk, A. Fikri Yavuz, Hüseyin Atay, Ahmet Davutoğlu, Ali Özek,
İsmail Mutlu ve Nevzat Yüksel’in Kur’an-ı Kerim Meali gibi on tane Kur’an-ı Kerim
Mealinde yer alan erdemlerin rakamsal ortalamasın almayı tercih ettik. Ancak bu
noktada takva, tevekkül, şükür gibi bireyin Allah ile ilişkisiyle ilgili olan ve bu
ilişkiden ortaya çıkan erdemlerden ziyade insanlar arası ilişkilerle ilgili olan ve
toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzulanan erdemleri dikkate aldık. Buna göre
Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan on temel erdem şunlardan oluşmaktadır: Sabır,
doğruluk/dürüstlük, affedicilik, yardımseverlik, iyilikseverlik, ahde vefa, adalet,
barışseverlik, basiret ve iffet (Yaran, 2005: 111-113).
Bu erdemleri dört sayısıyla sınırlandırarak dört temel erdem şeklinde ifade
edecek olursak, İslam ahlakında temel erdemler; sabır, doğruluk/dürüstlük,
affedicilik ve yardımseverlik olmaktadır.
Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere İslam ahlakındaki temel erdemleri
belirlemenin yollarından birisi de Kur’an-ı Kerim’deki ahlakla ilgili ayetlerin
herhangi birinden veya bir kaçından hareket etmektir. İstatistiki ortalamalar
önemli olmakla birlikte, İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici
bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok
fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş
olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili
ayetlerden hareketle belirlemenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada
özellikle Leyl Suresi’nin 4-10, Bakara Suresi’nin 177, Asr Suresi 1-3, Maide
Suresi’nin 54-56, Mücadele Suresi’nin 26 ve Nahl Suresi’nin 90. ayetleri ileri
sürülmektedir.
Ömer Nasuhi Bilmen, bütün faziletlerin “hikmet, adalet, semahat ve taharet”
şeklindeki dört temel faziletten kaynaklandığını belirttikten sonra Kur’an-ı
Kerim’deki Nahl Suresi’nin 90. ayetinin bu faziletleri içerdiğini ifade etmektedir:
“Bütün faziletlerin menbaı, hikmet, adalet, semahat, taharetten ibarettir. Bu
dört fazilete “fezaili asliye” denir. Nahl Suresi 90. ayeti kerimesi bu dört fazileti
camidir. Şöyle ki; Bu ayeti celilede emir buyurulan adil ve ihsân, adalet ve
semahat faziletinden ibarettir. Fahşadan, bağiyden nehi de; iffet ve taharet
faziletini muntazammındır. Tezekkür ve tenessuh gayesi de hikmet ve marifet
faziletini natıkdır. Ne beliğ, ne mu’ciz bir beyanı kur’ani.” (Bilmen, 1964: 29)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
İslam ahlakında temel
erdemler; adalet,
yardımseverlik, iffet ve
merhamettir.
Cafer Sadık Yaran da, müstakil bir şekilde sadece ahlaki erdem ve
erdemsizliklerden bahsetmesi, ifade ettiği erdem ve erdemsizliklerin kuşatıcı, sade
ve genel geçer olması ve bir de Halife Ömer b. Abdülaziz (ö. 101) döneminden
itibaren cuma günü hutbelerde özellikle okunuyor olması gibi nedenlerden dolayı,
aynen Bilmen gibi, İslam ahlakında temel erdemlerin Nahl Suresi’nin 90. ayetinden
hareketle belirlenebileceğini ifade etmektedir (Yaran, 2011: 47). Bu ayette Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Görüldüğü üzere ayette, adalet, iyilik yapmak ve yakınlara bakmak gibi üç
erdem; hayâsızlık, kötülük yapmamak ve haddi aşmak gibi üç de erdemsizlik yer
almaktadır. Erdem ve erdemsizlikler son derece açık, sade, kapsayıcı ve
sistematiktir.
Yaran, altı olan bu ilkeden; “iyilik yapmak” ve “kötülük yapmamak”
şeklindeki ilkeleri, ahlakın en temel ve en genel iki kavramı olmaları dolayısıyla
diğerleri ile birlikte dikkate almakta; “hayâsızlık” ve “haddi aşma” erdemsizliklerini
de karşıtları olan erdemlerle ifade etmek suretiyle İslam ahlakının dört temel
erdemini şu şekilde belirlemektedir: “Adalet”, “yakınlara bakmak”, “haya” ve
“haddini bilme”. Daha sonra bu erdemleri, çeviri farklılıklarını dikkate almak ve
okuyuculara serbest bir yorum yapma imkânı vermek için Müslümanların
anlayabilecekleri bir şekilde son derece sade bir dille şu şekilde ifade etmektedir:
“Adalet”, “muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma”, “iffet/hayâsızlık”,
“merhamet/haddi aşma”.
Bu noktada şunu da ifade etmeliyim ki, İslam ahlakındaki erdemler sadece
bu dört erdemden ibaret değildir. Bunların dışında başka erdemler de vardır. Ancak
ifade etmiş olduğumuz bu dört erdem İslam ahlakının “temel” veya “asli”
erdemleridir (Yaran, 2005: 119-120; 2011, 47-48).
TEMEL ERDEMLER
Adalet
“Adalet” kelimesi sözlüklerde, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka
göre hüküm vermek, herkese verilmesi lazım olanı vermek, eşit olmak, eşit kılmak
gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde ise “adalet” kelimesi,
genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu
“Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı,
fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl/16:90)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Adalet, hak sahibine
hakkını tam olarak
vermektir.
izleme, takvaya yönelme ve tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır (Çağrıcı, 1988:
341-343).
“Adalet” kavramı, en geniş anlamıyla, hak sahibine hakkını tam olarak
vermektir. Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine
uygun yaşamayı sağlayan ahlaki bir erdemdir. Yetki sahibinin elinden geldiğince
adaletle davranmasının ve hak sahibine hakkını tam olarak vermesinin kötülükleri
önleyeceği, huzurlu ve güvenli bir ortamın oluşmasına katkıda bulunacağı apaçık
ortadadır.
Kur’an-ı Kerim’e göre “adalet” erdeminin ölçüsü veya dayanağı
hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılacabileceği gibi adalet de hakka
uymakla sağlanır.
Düşünce tarihine baktığımızda adaletin bütün dinler ve ahlak filozofları
tarafından temel erdemlerin başında sayılmış olduğunu görmekteyiz. İslam
düşünürleri, adaleti öteki temel erdemlerin uyumlu bir sonucu olarak kabul
etmişlerdir. Platon’dan itibaren devam eden ve İslam ahlakçıları tarafından bazı
değişikliklerle benimsenen görüşe göre, insan nefsinin düşünme/bilgi, öfke ve
şehvet gücü şeklindeki üç temel gücünden hikmet, şecaat ve iffet diye üç fazilet
doğar. Bu üç faziletin gerçekleşmesiyle de hepsini içine alan dördüncü bir fazilet
ortaya çıkar ki, bu “adalet”tir. İslam ahlak literatüründe, ilk üç faziletten her biri
zaman zaman farklı terimlerle ifade edildiği hâlde, dördüncü fazilet daima adalet
olarak isimlendirilmiştir.
İslam düşünce tarihinde ahlak düşünürü olarak bilinen İbn Miskeveyh,
Tehzibü’l-ahlak isimli eserinde nefsin üç gücüne karşılık gelen üç erdemi
belirttikten sonra şöyle söylemektedir:
İbn Miskeveyh’e göre gerçekten adaletli kişi, ahlaki güçlerini, davranışlarını
ve diğer bütün durumlarını dengede tutan ve her durumda başka bir amaç
“Musa kavminden bir topluluk da var ki Hakk’a götürürler ve onunla adalet
yaparlar.” (A’raf/ 7:159)
“Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet var ki Hakk’a iletirler ve hak ile adalet
yaparlar.” (A’raf/ 7:181)
“Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle olan dengeli
ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana gelir. İşte bu da
adalet faziletidir.” (İbn Miskeveyh, 1983: 23)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Kur’an’da somut ve
soyut yardımlaşmadan
bahsedilmektedir.
gütmeksizin, yalnızca ve doğrudan doğruya “adalet” erdemini amaçlayan kişidir.
“Adalet” bütün aşırılıkların ortası ve bütün erdemlerin en tam olana ve adeta odak
noktasıdır.
Gazali de, İhyâ isimli eserinde, aynen İbn Miskeveyh gibi, nefsin üç gücünden
“hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin ortaya çıktığını, onların kendi
aralarındaki ahenk dolayısıyla da dördüncü bir erdem olan “adalet”in meydana
geldiğini belirtmektedir (Gazali, 1985: III, 47 ).
“Adalet” erdeminin kapsamına giren birçok alt erdem vardır ve bunlar
değişik isimler altında ifade edilmiştir: Doğruluk, vefa, ülfet, yakınlarla ilişkiyi
sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, dindarlık,
kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, itidal, ölçülülük,
ılımlılık, dengelilik, orta yolda olmak, hakkaniyet, emanete riayet, sözünde durmak,
hükümlerde ihtiyatlılık ve tarafsızlık, şahitlikte gerçeği söylemek, güvenilirlik,
kararlılık, cesaretlilik, şefkat (İbn Miskeveyh, 1983: 29-30; Yaran, 2005: 122-124).
Muavenet / Yardımseverlik
“Muavenet” veya “yardımseverlik”, başkalarının yardımına muhtaç olan
insanlar için sahip olunması gereken toplumsal erdemlerden biridir.
Yardımseverlikten maksat, sadece ekonomik ve parasal açıdan yardım etmek
değildir. Yardım akla gelebilecek her konuda olabileceğinden dolayı yardımseverlik,
geniş kapsamlı bir erdemdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, hem;
ayetinde olduğu gibi soyut değerler alanında yardımlaşmadan bahsedilmektedir,
hem de;
ayetinde olduğu gibi sahip olunan maldan vermek gibi somut yardımlaşmadan
bahsedildiğini görmekteyiz. Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, Kur’an somut
yardımlaşma alanlarını sadece parasal türden yardımlarla sınırlandırmamıştır,
yardım alanını daha geniş kapsamlı tutmuştur.
“Yardımseverlik”, mutlak bir güce sahip olmayan ve ne kadar servet veya güç
sahibi olursa birgün mutlaka başkalarının yardımına muhtaç olacak insanlar için
sahip olunması gereken toplumsal erdemlerin başında gelmektedir.
“Ey inananlar … iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın”(Mâide/5:2)
“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarf
ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân/3:92)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
İffet, bedeni hazlara ve
nefsanî aşırılıklara ilgi
duymaktan kurtarılmış
bir ruhi yapıya sahip
olmaktır.
“Yardımseverlik” erdeminin de birçok yan ve alt erdemleri vardır:
İyilikseverlik, ihsân, infak, ikram, helal kazanç, hayırda yarış, dostluk, kardeşlik,
yakınlarla ilgilenme, iyiliği emr ve kötülükten nehy, birlik ve beraberlik,
misafirperverlik, cömertlik ve kanaatkârlık (Yaran, 2005: 124-126; 2011:51-52).
İffet / Özdenetim
“İffet” kelimesi sözlüklerde, haramdan uzak durmak, helal ve güzel olmayan
söz ve davranışlardan sakınmak, kendimizi zaptetmek, bir şeyi yapmaktan
çekinmek, perhiz etmek, mutedil olmak, namuslu olmak, nezih ve temiz olmak,
terbiyeli ve lekesiz olmak gibi anlamlara gelmektedir.
Ahlak felsefesi eserlerinde ise “iffet”, yeme içme ve cinsi arzu konusunda
ölçülü olmak, bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir
ruhi yapıya sahip olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına sokmak
suretiyle kazanılan bir erdem olarak tanımlanmıştır. Ayrıca insanın elini, dilini,
gözünü, kulağını ve genel olarak bütün bedenini ahlaka aykırı davranışlardan uzak
tutması da “iffet” olarak ifade edilmektedir (Yaran, 2005: s. 126; 2011, 53).
Böyle olmasına rağmen “iffet” erdemi, hem düşünce tarihinde, hem de
günümüzde şehvet duygusuyla, namusla ve cinsel konularla ilgili bir erdem olarak
ele alınmıştır.
İbn Miskeveyh “iffet”in şehvet duygusuyla ilgili bir fazilet olduğunu ve şehevi
arzuları akla göre yönetmemek dolayısıyla ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu
yönetim ve denetimi yapabilme gücü ve erdemine sahip olan insan, tutkularına
boyun eğmekten kurtulur, şehvetinin kölesi olmaz ve şehvet arzusu ve şehvet
pazarlayıcıları karşısında özgür olur (İbn Miskeveyh, 1983: 25).
Gazali de, aynen İbn Miskeveyh gibi, “iffet”i dört temel erdemden birisi
olarak kabul etmekte, şehevi arzularla ilişkilendirmekte ve arzuların baskısına
dayanma noktasında gösterilen ruhi sabır olarak tarif etmektedir (Gazali, 1985: III,
54-55, 79-107, 284).
Bütün bunlara rağmen “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlı bir
erdem olmadığı da bilinmelidir. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de, “iffet” kelimesi yer
almamasına rağmen aynı kökten türemiş olan isim ve fiillerin dört ayette yer
aldığını ve “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlandırılmamış olduğunu
görmekteyiz. Söz konusu ayetlerden iki tanesi (Bakara, 273, Nisa, 6) mal, mülk ve
yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, diğer ikisi de (Nur, 33,60)
cinsel istekler noktasında ölçülü olmayı ifade etmektedir. Kur’an’da, “kimsesiz olan
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
çocuğun malından yememek” de “iffet olarak ifade edilmiştir (Nisa 4/6). (Çağrıcı,
2000: XXI, 506-507)
Hadislerde ise, hem iffet kelimesi, hem de aynı kökten başka kelimeler
geçmektedir. Örneğin, şeklinde dua eden Hz. Peygamber, Bakara suresinin 273.
ayetini delil göstererek yardıma en layık olan kimselerin iffetlerini korumaya
çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir:
Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
İslam düşünürlerinden Fârâbi’ye göre iffetli kişi, yeme, içme ve cinsel
konularda yasanın gerektirdiği kadarıyla yetinip bundan fazlasına istek duymazken
nefsine baskı yapan kimse, uygulamada yasanın gerektirdiğiyle yetinmekle birlikte
içinde daima daha fazlasına istek duyar.
İslam ahlakçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem
sayılabilmesi için bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir
iradi çaba ile gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Psikolojik veya
bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden
dolayı zevklerini terk eden kişi erdemli sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını
elde etmek için mevcut bir zevkten feragak etmek de erdem sayılmaz.
İslam düşünürleri, aynen diğer erdemler gibi, “iffet” erdeminin de öncelikle
ruhi bir meleke hâline getirilmesi gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme, içme,
cinsi arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye etmesinin
zorunluluğu üzerinde önemle durmuşlardır. Örneğin Gazali, İhyâ’u Ulûmi’d-din
isimli eserinin 40 ana konusundan birini insanın manevi ve ahlaki hayatını yıkıma
götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü “mide şehveti” ile “cinsi şehvet”e
ayırmıştır. Rağıp el-Isfahânî’de “iffet” erdemini, kanaat, züht, gönül zenginliği,
cömertlik gibi erdemlerin esası olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün
güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtir.
Ahlak kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilmektedir.
Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması
gerekir. Rağıb el-İsfehânî, en alçaltıcı köleliğin şehvet köleliği olduğunu; İbn
“Ya rabbi! Senden hidayet, takva ve iffet diliyorum.” (Ahme b. Hanbel, I,389, 439)
“Allah yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin kulunu sever.”
(İbn Mâce, Zühd: 5)
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Merhamet, acıma
duygusunun etkisiyle
yapılan iyilik ve
lütuftur.
Miskeveyh ise, iffet erdemini kazanmış kişinin tutkularına kul olmaktan kurtulup
özgürleşeceğini belirtmektedir.
Ahlak kitaplarında “iffet” erdeminin kapsamına giren birçok başka erdem
vardır: Utanma/hayâ, sükûnet, hür olma, yumuşak huyluluk, müsamaha, sabır,
cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı
olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağırbaşlılık, kötülüklerden sakınma,
günahtan çekinme, kibarlık ve nezaket (İbn Miskeveyh, 1983: 26-27; Çağrıcı, 2000:
XXI, 506-507; Yaran, 2005: 128).
Merhamet
“Merhamet” kelimesi sözlüklerde, acımak, şefkat göstermek, acıma
duygusunun etkisiyle yapılan iyilik ve lütuf gibi anlamlara gelmektedir. Hem
Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütuf ve ihsânını, hem de insanları
hemcinslerinin ve diğer varlıklarının sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım
etmeye sevk eden acıma duygusunu ifade etmektedir.
Kaynaklarda “merhamet/rahmet” kavramına insanlara nispet edildiğinde
duygusal bir anlam yüklenirken Allah’a nispet edildiğinde O’nun fiilî sıfatı olarak
kabul edilmesi, dolayısıyla Allah hakkında duygusal manada değil O’nun
yarattıklarına in’am ve ihsânı, af ve mağfireti olarak anlaşılması gerektiğine dikkat
çekilmekte, buna gerekçe olarak da duyguların değişkenliği ve bu yönüyle beşerî
birer kusur sayılması gösterilmektedir.
Esasında “şefkat” ve “merhamet” gibi duygular Allah’ın insanların içine
koyduğu birer iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip
sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında bir kimseye acıyan kişi, eğer bu
acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım
ederse merhamette kemâle ulaşmış sayılmaz. Çünkü merhamette kemâl, kişinin
kendisini değil, muhtaç ve çaresiz olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır.
Görüldüğü üzere hemen hemen bütün tariflerinde acıma, yufka yüreklilik,
ilgi ve şefkat, elem duyma gibi kavramlarla psikolojik yönüne vurgu yapılan
“merhamet” insanlar arasındaki duygu birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta
gelen amillerinden birisidir.
İslami kaynaklarda “merhamet” kavramı genellikle “rahmet” kelimesiyle
ifade edilmektedir. Ancak Türkçede “merhamet” kelimesi hem Allah’a, hem de
insanlara nispet edilirken “rahmet” sıfatı sadece Allah’a nispet edilmektedir.
Kaynaklarda Allah’ın rahman ve rahim isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar
gibi insanlardaki merhamet duygusununda Allah’ın insanlığa lütfu olduğu belirtilir.
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Kur’an-ı Kerim’de “merhamet” kelimesi bir ayette geçerken (Beled/90:17)
“rahmet” kelimesi 117 farklı ayette geçmektedir. Ayrıca 260 ayette de Allah’ın
rahman ve rahîm isimleriyle aynı kökten gelen çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır.
Bazı ayetlerde (Tevbe/9:128; Feth/48:29; Hadîd/57:27; İsrâ/17:24) merhamet
kavramı insanlar arasındaki acıma duygusunu ve bu duygudan kaynaklanan iyiliği
ifade etmektedir. Hadislerde de rahmet ve merhamet hem Allah’ın kullarına lütuf
ve ihsânı, hem de insanların birbirlerine ve diğer canlılara karşı şefkat, ilgi ve
yardımları için kullanılmaktadır.
Gazali bir kimseye gerçek anlamda merhametli denilebilmesi, dolayısıyla
acıma duygusunun ahlaki bir değer taşıması için onun acıdığı kişinin ihtiyacını gücü
ölçüsünde karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması gerektiğini belirtmektedir.
Diğer erdemlerde olduğu gibi “merhamet” erdemiyle ilgili de birçok yan ve
alt erdem vardır: Affedicilik, sevgi, şefkat, sabır, sebat, tevazu, insaf, barışseverlik,
yumuşak huyluluk, öfkeye hâkimiyet ve hoşgörü (Çağrıcı, 2004: XXIX, 184-185;
Yaran, 2005: 131).
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Öze
t •İslam dünyasında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan fikri ve sosyal sebepler dolayısıyla geleneksel ahlak anlayışı, tasavvufi ahlak anlayışı ve felsefi ahlak anlayışı olmak üzere üç farklı ahlak anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu ahlak anlayışları “İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle oluşturulmuş bir cevap vermemişlerdir.
•İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında özellikle iki yol dikkat çekmektedir. Birincisi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğundan hareketle bir belirlenimde bulunmak. İkincisi ise, Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek belirlenimde bulunmak.
•Bu yollardan herhangi biriyle veya ikisiyle birlikte temel ahlaki erdemleri belirlerken; sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareket etmek; kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan bütün Müslümanlara önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmak ve bir de imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi “sade” olmak gibi bir takım kriterlere dikkat edilmelidir.
•İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili ayetlerden hareketle belirlenmelidir. Cuma günü hutbede okunan Nahl Suresi’nin 90. ayetinden hareketle İslam ahlakındaki dört temel erdemi; adalet, muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma, iffet/hayâsızlık ve merhamet/haddi aşma şeklinde ifade edebiliriz.
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâm ahlakında temel erdemlerin belirlenmesinin faydalarından değildir?
a) Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması
b) Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin artması
c) Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması
d) İslâm ahlakının diğer ahlak anlayışlarından üstün olduğunun ortaya konması
2. Kur’an ve Sünneti ahlakın asli ve mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Tasavvufi ahlak
b) Felsefi ahlak
c) Geleneksel ahlak
d) Kelami ahlak
3. “Feragat ahlakı” olarak isimlendirilen ahlak anlayışı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Dinî ahlak
b) Felsefi ahlak
c) Geleneksel ahlak
d) Tasavvufi ahlak
Öd
ev
• Erdemler arasında en önemli bulduğunuz bir erdemi, başkalarına da sevdirecek şekilde, ayetler ve hadislerden de yararlanarak kısa bir kompozisyon metni hâlinde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
4. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan dört temel erdemden biri değildir?
a) Sabır
b) Doğruluk
c) Affedicilik
d) Hikmet
5. Bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmak anlamına gelen erdem hangisidir?
a) Şecaat
b) İffet
c) Merhamet
d) Adalet
Cevap Anahtarı
1.d 2.c 3.d 4.d 5.b
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmet Hamdi. (1991). Ahlak ilmi ve İslâm Ahlakı: Ahlak Dersleri, sad. Ali
Arslan Aydın, Ankara, Nur Yayınları.
Aristoteles, (1951). The Nicomachean Ethics, A Commentary by th Late H. H.
Joachim, Oxford.
Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak-İslâm Felsefesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, II.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1964). Yüksek İslâm Ahlakı, İstanbul, Bilmen Yayınevi.
Cara de Vaux. (1997). “Ahlak”, md., İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, I.
Çağrıcı, Mustafa. (1982). Gazali’ye Göre İslâm Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (1988). “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, I.
Çağrıcı, Mustafa. (1989). “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, II.
Çağrıcı, Mustafa. (1989). İslâm Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, İFAV.
Çağrıcı, Mustafa. (1991). Anahatlarıyla İslâm Ahlakı, , İstanbul, Ensar Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (2000). “İffet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul,
XXI.
Çağrıcı, Mustafa. (2004). “Merhamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, XXIX
Draz, M. A. (1993). Kur’an Ahlakı, Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, , İstanbul, İz
Yayıncılık.
el-Muhâsibî. (1998). er-Ri’aye, çev. Şahin Filiz, , İstanbul, İnsan Yayınları.
Erdem, Hüsameddin. (1996). Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Ofset Matbaacılık.
Et-Tusî, Nasîruddin. (2007). Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov,
İstanbul, Litera Yayıncılık.
Fahri, Macid. (2004). İslâm Ahlak Teorileri, Çev. Muammer İskenderoğlu, Atilla
Arıkan, , İstanbul, Litera Yayıncılık.
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Gazali, (1985). İhyâu ulûmi’d-dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınevi.
Gazali, (1999). Kûtü’l-Kulûb/Kalplerin Azığı, çev. Muharrem Tan, İstanbul, İz
Yayıncılık, I-IV.
Gazali, (ts). Mîzânü’l-amel, Kahire, Mektebetü’l-Cündi.
İbn Miskeveyh, (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ Kayaoğlu, ,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Kandemir, Yaşar. (1993). Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları.
Maverdi. (1988). Edeb’üd-Dünya ve’d-Din: Beyrut, Daru’l-haya’ul-ulum.
Mekkî, Ebû Tâlib, (2003), Kûtu’l-kulûb/Kalplerin Azığı, Çev. Dilaver Selvi, İstanbul,
Semerkand Yayınları.
Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak, İstanbul, Remzi Kitabevi.
Platon. (1985). Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. A. Cimcoz, İstanbul, Remzi
Kitabevi, , IV.
Sunar, Cavit. (1980). İbn Miskeveyh ve Yunan’da ve İslâm’da Ahlak Görüşleri, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Tusî, Nasîruddin. (2007), Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera
Yayıncılık, İstanbul 2007.
Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslâm’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul. Elif Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslâm Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul. Değerler Eğitim
Merkezi Yayınları.
İÇİN
DEK
İLER
• Temel Erdemsizlikler
• Allah' a Ortak Koşmak
• Zulüm
• Fenalık ve Taşkınlık
• Emanete Hıyanet Etmek
• Aldatma ve Yalan
• İsraf ve Cimrilik
• İftira ve Gıybet
• Kibir ve Haset
• Nifak ve Fitne
• Alay ve Hakaret
HED
EFLE
R • Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam ahlakındaki temel erdemsizliklerin neler olduğunu öğrenebilecek
• Temel erdemsizliklerden kaçınmanın önemini kavrayabilecek
• Temel erdemsizliklerin birey ve toplum hayatında ortaya çıkardığı problemleri anlayabileceksiniz.
ÜNİTE
8
İSLAM AHLAKINDA TEMEL
ERDEMSİZLİKLER
İSLAM AHLAK ESASLARI
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Bireyin mutluluk ve
refahını artıran
davranışlar, toplumun
refah ve mutluluğunu
da artıracaktır.
Riya;
gizli bir şirktir
GİRİŞ
İslam dini, insanların dünyada mutlu ve sorunsuz yaşayabilmeleri için
birtakım kurallar ortaya koymuştur. Bu kuralların dışında hareket etmek, kişinin
bireysel ve toplumsal hayatında ciddi problemlere sebebiyet vermektedir. İşte
İslam ahlakında hoş görülmeyen bu kural dışı eylemler, erdemsizlikler olarak
isimlendirilmiştir.
TEMEL ERDEMSİZLİKLER
İslam dini, birey ve toplum olarak insanların dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamayı amaç edinmektedir. Bu nedenle İslam toplumu oluşturan bireyler olarak
her birimizi, toplumun bir bütün olarak mutluluğunu en üst düzeye çıkaracak
davranışlarda bulunmaya davet etmekte, onun refah ve mutluluğunu azaltacak
veya tahrip edecek davranışlardan ise sakınmaya çağırmaktadır. Çünkü toplumun
mutluluk ve refahını artıran davranışlar neyse, bireyin mutluluk ve refahı da aynı
davranışlarla artacaktır. Bunun tersi de aynı oranda geçerlidir. Bu yüzden İslam,
bireye ve topluma zarar verecek, onların saadetini bozacak davranışları
yasaklamıştır. Bu davranışlar, İslam ahlakında reziletler/erdemsizlikler olarak
görülmektedir. Bizim burada, İslam ahlakında erdemsizlik olarak isimlendirilen
bütün kötü huyları tek tek ele almamız mümkün değildir. Çünkü İslam ahlakıyla
ilgili kitaplara baktığımızda, bunların bir hayli çok olduğunu görmekteyiz. Bu
nedenle konuyu, sınırlandırıp, Kur’an’ın birçok ayetini göz önünde bulundurarak,
özellikle de Nahl/16:90’da tavsiye edilen davranışların karşıtlarını ve Peygamber
Efendimizin Veda Hutbesi’nde yasaklamış olduğu temel erdemsizlikleri
ayrıntılarıyla ele almaya çalışacağız. Bu temel erdemsizlikler; sırasıyla Allah’a ortak
koşmak, zulüm, fenalık ve taşkınlık, emanete hıyanet etmek, aldatma ve yalan,
israf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakarettir.
Şimdi bunları sırasıyla incelemeye çalışalım.
Allah’a Ortak Koşmak
Psikoloji bilimi, insanın, kendi yararını düşünen bir varlık olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu kendi yararını düşünme, insanın çocukluk evresinde daha çok
kendini göstermektedir. Örneğin çocuğun, etrafındaki varlıklara kendisini merkeze
alarak yaklaştığı bilinen bir gerçektir. Bu yaklaşım sonucunda ortaya çıkan ilgi,
çevresindeki varlıkların çocuğun isteklerini karşılaması ve çocuğun da bunlara karşı
eğilim ve isteğinin çokluğuyla orantılıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki çocuk, buluğ
çağına erinceye kadar anne-babasının kendisini dünyaya getirdiklerini, onun için
birçok zorluğa katlandıklarını asla takdir edemez. Onda, baba ve annesinin taşıdığı
babalık ve annelik bilinci henüz oluşmamıştır. Buluğ çağına erdikten sonra ise,
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
babalık ve anneliği takdir ederek sevmeye koyulmaktadır. Artık onun bu sevgisi,
kişisel yararla ilgili bir sevgi değildir. Bu kişisel yarar duygusunun, çocukluk
safhasından sonraki diğer gelişim merhaleleri içinde ihtiyarlık ya da ihtiyarlık
öncesine kadar insana eşlik ettiği belirtilmektedir(el-Behiy,1995: 80-81).
Bu durum, ibadet yönünden de kişinin tutum ve davranışlarına
yansımaktadır. İnsanın herhangi bir varlığa ibadet etmesi, ona saygı duymasından
ve onu, üstün haslet ve özellikleriyle mabud olarak tanıyıp noksanlardan münezzeh
kılmasından ileri gelmektedir. Kişisel yarar ve bencillik, hayatının diğer gelişim
safhalarında da insana eşlik ettiğine göre; insan, belirli bir varlık üzerinde saygı ve
ibadetini toplamakla kalmaz, görüş ve kişisel yararlarına göre birini bırakıp diğerine
tapabilir. Örneğin, önceden tapınmaya başladığı, belli varlığın şimdi kendisinin
bencil isteklerini karşılayamadığını görünce hemen başka bir varlığa ibadete
koyulur. Tapınmaya başladığı yeni varlığın, kişisel ihtiyaçlarını karşılama hususunda
güç ve imkân üstünlüğü taşıdığına inanır. İşte şahsi yarar ve bencilliklerin kendisine
egemen olduğu kimsenin yaptığı ibadet, değişen ve farklılık taşıyan ibadettir. Böyle
bir kimsenin kişisel yararlarını gerçekleştiren mabudları bazen insan, bazen
insandan daha aşağı hayvan veya cansız bir varlık olabilmektedir. Şunu da
belirtmek gerekir ki insan, bu varlıklara yaptığı ibadet ve saygıyla bir yarar
sağlayamamaktadır. Çünkü şahsi yarar ve bencilliğe sıkı bağlılığı, ona insanüstü
başka varlıkları araştırma, saygı gösterme ve ibadet etme imkânı bırakmamaktadır.
Şahsi yarar ve bencilliklerini beden, şehvet, yeryüzü nimetleri ve maddî çıkarlarla
ilgili doğal istekler oluşturmaktadır. Sanki bir çocuk gibi, anne-babasını kendine ait
isteklerini karşıladıkları için sevse de onlardaki babalık ve anneliğin ifade ettiği
anlamları düşünememekte, baba ve anne oluşun gerisindeki manayı
kavrayamamaktadır. İşte Allah’a ortak koşan insan, kişisel gelişimindeki
durumundan dolayı, görünen varlıkların üstünde, kendisini gözlerin göremediği,
latif ve habir olan, sıfatları tüm üstün hasletleri taşıyan ve bütün varlıkların
yaratıcısı olan Allah’a ibadet ve ihtirama yönelmeyen kişidir. Bu sıfatlar, ibadet
ederek insanca yaşama seviyesine yükselmek ve ahlaki erdemlere sahip olmak
isteyen herkesin yaklaşması gereken sıfatlardır (el-Behiy, 1995:82).
Görülüyor ki Allah’a ortak koşmak, insanı bencilliğe sürüklemekte ve İslam
ahlakındaki temel erdemlerden uzaklaştırmaktadır. Allah’a ortak koşma, ibadeti ve
sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara yöneltmekten ibarettir.
İnsanların Allah’a kulluk etmeleri, onur ve şahsiyetlerini kırmak için değil, Allah’ın
kendilerini yaratmasına karşılık şükran borçlarını eda etmek içindir. Onurlu ve
şerefli hür bir insan, kendisine verilen nimete karşılık veren ve en azından şükran
borcunu eda eden insandır. Bu da, ahlak bakımından temel bir erdemdir. İnsan,
Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığını verebilmesi için, kendisinden sadece Allah’a
başkasını ortak etmemek şartıyla kulluk etmesi, O’na bağlanması istenmiştir(Atay,
1994:35). Hz. Peygamber, birçok hadisinde Müslümanlar için en çok korktuğu
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
şeyin şirk olduğunu vurgulamaktadır. Bu hadislerden birisinde Efendimiz şöyle
buyurmaktadır:
Bu hadiste ibadete ortak etmek kesinlikle yasaklanmaktadır. Çünkü bu
riyadır. Riya da, gizli bir şirktir. Örneğin, Allah’a, kendisine göre çok yakın ve sevgili
sandığı biri vasıtasıyla veya onun yanında ve huzurunda olarak onu aklında tutarak
ibadet etmek de, hoş bir davranış değildir. Bunun yanında Allah’tan başka herhangi
bir kimseye Allah’a gösterilen saygının benzerini göstermek de şirktir. Nitekim Hz.
Ali ‘nin şöyle bir sözü vardır:
"Riyakâr insanın iki alameti vardır. O yalnızken amelde gevşektir, insanlar
yanında ise faaldir. Bir amelden dolayı övülürse onu yapar, övülmezse yapmaz."
Herhangi birinin sözünü Allah’ın sözü gibi tutmak ve O’nun yerine koymak da
Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:
Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil kişisel yararlarını gerçekleştirmektir.
Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine geçebildiği varlıklar kadar
çoktur. Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün ahlaki ilkeleri de
tanımayandır. Onun Allah’ı inkâr etmesi, bu yüksek erdemleri tanımadığının
kanıtıdır. Nasıl ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse, şimdi de sırf çıkar ve
bencilliği yüzünden inanmaktadır. Kendiliğinden inanmamaktadır, çünkü döneklik
ve ihanet, onun kötü huyu olmuştur. Kişisel yararını gerçekleştirecek bir yol buldu
mu hemen döneklik ve ihanetten birine kayıvermektedir(el-Behiy, 1995: 82-83).
Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet bir temel erdemsizlik olan Allah’a ortak koşmayı
şiddetle yasaklamakta ve bunun büyük bir günah olduğunu belirtmektedir. Hz.
Peygamber’in birçok hadisinde de bu konu işlenmektedir. Efendimiz, Veda
Hutbesi’nde de Allah’a ortak koşmayı dört sakıncalı şeylerden ilki olarak
zikretmektedir.
“Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Kim ki, benim için bir amel yapar da o
amele benden başkasını ortak kılarsa, o amelin tümü ortak kıldığı kimsenindir.
Ben ondan beriyim ve ortağa ihtiyacım olmamakta tekim” (İbn-i Mâce, Zühd:
4192)
“Çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanır ve inancına şirk karıştırır da farkında
olmaz.” Yûsuf/12:106.
“Allah kendisine ortak koşmayı affetmez. Bundan başkasını dilediği kimse için
bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur”
Nisâ/4:48.
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Zulüm, toplumdaki
dirlik ve düzeni ortadan
kaldıran bir eylemdir.
Zulüm
Adaletin zıddı olan zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamak, hak edenin hakkını
vermemek şeklinde tanımlanmaktadır. Bir başka ifadeyle zulüm, hak yemek, eziyet,
işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı
gitmek anlamına gelmektedir. Bu anlamda zulmetmek, her türlü kötülük ve
haksızlık yapmayı, başkasının maddÎ ve manevi hakkına tecavüz etmeyi içine
almaktadır. Bir kimsenin hakkı olan vazifeyi ve işi hak etmeyene ve ehil olmayana
vermek, hakkı olanın hakkına tecavüz ve ona zulümdür. Nerede olursa olsun bu,
Allah’ın bir kanunudur. Başkasının hakkını kendine alan veya başkasına veren zalim
olur. Bu haksızlık toplumu ilgilendiriyorsa, hem zulüm hem de hıyanet olur.
Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için
İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması
emredilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de zulümden kaçınmakla ilgili çokça ayet
bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Zulüm denilince daha çok akla insanların birbirlerine karşı sergiledikleri
yanlış, kötü ve zararlı davranışlar gelmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber, zulmün
dinen de kötü ve zararlı olduğuna işaret etmiş, mazlumun bedduasının
alınmamasına dikkat çekmiştir:
Veda Hutbesi’nde de zulümden sakınmayı emreden Hz. Peygamber, bu
bağlamda Müslümanın vasfını şöyle tanımlamaktadır:
Büyüklerimiz, zalimlerin zulmünün karanlık bir kuyu olduğunu, dünyanın
küfürle abad olsa da, zulümle abad olamayacağını söylemişlerdir.
“Mazlumun bedduasını almaktan kork. Çünkü onunla Allah arasında perde
yoktur." (Buhârî, Zekât: 1, 41)
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir”
(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41).
“Zulmedenler, bilgisiz olarak kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim
hidayete erdirir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (Rûm/30:29)
“O zulmedenler, azabı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara
mühlet de verilmez.” (Nahl/16:85)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Mevlânâ da, Mesnevî’sinde zulmün bireysel ve toplumsal yönüne işaret
ifadeleri kullanmaktadır:
Zulüm, bireysel ve toplumsal huzurun bozulmasında, insanların şeref ve
onurlarının zarar görmesinde en büyük etkendir. Yine zulüm, bir toplumda birlik ve
beraberliğin, dirlik ve düzenin, sevgi, saygı ve sadakatin, barış ve hoşgörünün
önündeki en büyük engeldir. Tarihte birçok ülke ve medeniyetin sırf zulümleri
yüzünden yıkılıp yok olduğu bilinen bir gerçektir. İbn Haldun hususla ilgili olarak
şunları söylemektedir:
Maverdî de bu ifadeleri destekler mahiyette şunları belirtmektedir:
Ahlakçılara göre, zulüm, insanı dinen, aklen ve hikmeten gayet kötü ve çirkin
olan yasaklara sevk ettiği için ahlakın en kötülerindendir. Zalim, her fenalığı, ihanet
ve hainliği, alçaklık ve cinayeti işler. Herkesin hukukuna tecavüz edebilir.
İslam dinine göre, Müslüman olsun veya olmasın hiç kimseye ayrıcalıklı
davranılmaz. Her durumda adalet ilkesine bağlı kalınır. Nitekim adaletin
uygulanması ve zulümden kaçınılması konusunda şu hâdise oldukça anlamlıdır. Hz.
Peygamber zamanında Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar.
Kabile üyeleri bu kadını affetmesi için Hz. Peygamber’le kimin konuşabileceğini
araştırır. Fakat bu konuyu ona söylemeye kimse cesaret edemez. Sonunda Üsame
bin Zeyd, Peygamber’den kadını affetmesini ister. Bunun üzerine Resûlullah şunları
söyler:
“İçindeki zalim nefse altolan kişi, delilikten her mazluma düşman olur.”
“Zulüm can sırlarında örtülüyken zalim, tutar da insanların önüne serer onu.”
Mevlânâ, 1983:160-161).
“Medeniyetlerin yok oluşundaki en büyük nedenlerden biri, halka aşırı
görevler yüklemek ve onları emeklerinin karşılığını vermeksizin çalıştırmak,
zulüm ve fesat konusunda bundan daha büyük olanı ise, insanların mallarını
ellerinden almaktır.”(İbn Haldun, 1930:240)
“Yeryüzünü fesada uğratmada ve insanların vicdanlarını bozmada zulümden
daha süratli bir şey yoktur. Zulüm, fıtratı bozulmuş, gönlü kirlenmiş, vicdanı
kararmış insanların bir niteliğidir.”(Mâverdî, 1978:115)
“İsrailoğulları, aralarından makam ve mevki sahibi kişiler hırsızlık yaparsa
onlara dokunmazlardı. Ama zayıf ve kimsesiz kişiler hırsızlık yaptıklarında
onların ellerini keserlerdi. Eğer hırsızlık yapan bu kadın Mahzum oğullarından
değil de kendi kızım Fatıma bile olsaydı onun da elini keserdim.” (Buhârî,
Hudûd: 11, 12, 14)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Fenalık ve Taşkınlık
konusuyla ilgili
animasyonu izleyiniz
Diyebiliriz ki ister fert ister toplum hâlinde olsun zulüm, girilen her türlü
beşerî ilişkide kaçınılması gereken temel ahlaki bir erdemsizliktir. Gerek ferdin
mutluluğu gerekse toplumun huzuru, zulümden kaçınmakla mümkündür. Çünkü
bir toplumda işler yapılması gerektiği şekilde yapılmaz, ehline teslim edilmez ve
hak edenin hakkı verilmezse, o toplumda dirlik ve düzenden bahsetmek mümkün
olmaz. Böylesi toplumlarda; haksızlık, zulüm ve anarşi ortaya çıkar(Kılıç, 1995:48).
Bu konuda şu hadis-i şerif oldukça anlamlıdır:
Ünlü şairimiz Namık Kemal, zulmün devlet ve toplum için ne kadar kötü bir
şey olduğunu şu dizleriyle dile getirmektedir:
Kabiliyetsiz kişilere yapamayacakları görevlerin verilmesi, hak ve hukukun
gözetilmemesi demektir. Hak ve hukukun gözetilmediği, adaletin sağlanmadığı
toplumda güven ve itimadın kalmayacağı bilinen bir gerçektir. Böyle bir toplumda
sosyal barıştan söz edilemez. Toplumdaki sosyal barış, zulümden kaçınıp adalete
sığınmakla sağlanabilir. Toplumdaki sosyal barışın garantisi, adalettir. Bunun için
her insanın her türlü beşerî ilişkide adaleti gözetip zulümden kaçınması birinci
dereceden ahlaki bir yükümlülüktür(Kılıç, 1995:47-49).
Fenalık ve Taşkınlık
Fenalık ve taşkınlık başlığı altında Kur’an-ı Kerim’de geçen fuhuş ve münker
kavramlarının açılımını yapacağız.
Cenâb-ı Hak Nahl suresinde şöyle buyurmaktadır:
Bu ve başka ayetlerde geçen “fuhuş” ve “münker” kavramları, zina etmeyi,
adam öldürmeyi ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Fuhuş ve münker kavramları, içtimai
suçları ifade etmektedir. Dolayısıyla sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma
sıçrayan suçlar münker olmaktadır. Bu bakımdan Kur’an’da “münker”, toplumun
sakınması gereken bir kötülük olarak zikredilmektedir:
“İşler ehil olmayanlara verildiği zaman, kıyameti bekleyiniz”(Buhârî, İlim: 2,
Rikāk: 35)
Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde
Geçer bir gün zemine arşa çıksa paye-i devlet
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri
(fuhuş), fenalık ve azgınlığı (münker) da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size
öğüt verir.” (Nahl/16:90)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Ayetinde de fuhuş kelimesi ile münker birlikte zikredilmiş, fuhuştan zina
suçu, münkerden de öldürme ve hırsızlığı içine alan genel suçlar kastedilmiştir.
Zina, öldürme ve hırsızlık, sosyal nitelikli suçlar ve erdemsizliklerdir. Bu
suçlar tek bir fert tarafından işlense de ferdi aşmaktadır. Zina iki kişi arasında
işlenen bir fiil olsa da ırza, nesle ve sorumluluğa yönelik bir suç olduğu için sonucu
her iki şahsı da aşmaktadır. Örneğin bu iki kişiden çocuk olmakta çocuğun ise
gerçek yönüyle veya bizzat toplumda babası tanınmamaktadır. Çocuğun babasının
tanınmamış olması, gözetmek ve korumak durumunda olduğu çocuğa karşı
sorumluluğun belirlenmemesine neden olmaktadır. Böylece çocuk, toplumda baba
gözetiminin ve belli bir sorumluluğun dışında büyümektedir. Bu yüzden çocukta
topluma karşı nefret duyguları oluşmaya başlar. Kendisiyle birlikte dünyaya gelen
başkalarına karşı duyguları değişir. Çünkü başkaları dünyaya gayri meşru olarak
değil, meşru yollarla gelmişler, uzun gelişim devreleri içinde tanınan babalarının
gözetim ve desteğini görmüşlerdir. İşte babasını tanımayan çocuğun taşıdığı bu
değişik duygu, itilmişlik ve kakılmışlık duygusudur. Bu andan itibaren şimdiye kadar
sağlıklı bilinen toplum, sosyal bir hastalığa yakalanmıştır ki bu hastalık, itilip kakılan
çocuğun hastalığıdır. İşte bu toplumdaki sağlıksız sonuçlardan dolayı İslam
ahlakçıları iffeti iyi ahlakın esası ve faziletin kaynağı saymışlardır. Onlar, iffet ve
hayâyı herkes için şerefli bir elbise olarak görmektedirler.
Kur’an-ı Kerim, iffet ve hayâyı aile için şart koşmuş, iffetli kalmak için gözleri
haramdan sakınmayı ve zinadan kaçınmayı, evlenerek iffeti korumayı emretmiştir.
Konuşmalarda ölçülü olmak, kötü sözlerden kaçınmak da, iffet ve hayânın devamı
sayılır.
Fuhuş, umumi olarak bütün kötülük ve edepsizlikleri içine almaktadır. Akıl ve
hikmete uygun olmayan, dine ve insanlığa aykırı olan, bütün nahoş fiil ve hâlleri
işleyerek maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi şeylerin kötü ve hoş olmayanını
benimsemektir. Fuhuş, toplumda karışıklık meydana getirmekte, aile birliğini
bozmakta, insanların maddi ve manevi şahsiyetlerini güvensizliğe ve düzensizliğe
sürüklemektedir. O, toplumun manevi temelinin yanında maddi dayanağını da
ortadan kaldırarak insanı köksüz, sahipsiz, yol ortasında bırakmaktadır.
İnsanoğlunun bir aileye dayanması, milleti huzurlu kılacağı gibi, anaya ve babaya
sahip olması da ona toplum içinde güç ve kuvvet vererek şahsiyet
kazandırmaktadır. Fuhuşta, medeniyetin esası olan ilahi, vicdani ve medeni kanuna
“Siz, iyiye çağıran, marufu emreden ve münkerden men eden bir ümmet olun.”
(Âl-i İmrân/3:104).
“Ey inananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa bilsin ki;
o fuhşu ve münkeri emreder.”( Nûr/24:21)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
aykırılık ve ters düşmek vardır. Bu kötülük, namusa, ahlak ve maneviyata zarar
verdiği için ahlakçılar tarafından insan haysiyetine, maddi ve manevi bir saldırı
olarak nitelendirilmiştir. Erkek ve kadınıyla, aile ve toplumuyla sağlıklı ve düzenli
bir toplumun kurulması, ancak iffet ve hayânın geliştirilip yaşatılması, fuhuş ve
zinanın yok edilmesiyle mümkündür.
Adam öldürme de, bir ferdin ve milletin hayatına tecavüz suçudur. Hayatına,
öldürmekle kıyılan kişi, aslında öldürenlerden ayrı birisi değildir. Öldürmenin
yıkımı, toplumun bütün fertlerinin yıkımı demektir. Bu suç yayılınca, toplum bir
bütün hâlinde yıkımla tehdit edilmiş olmakta, düşmanlığın yerleşmesine,
fırsatçılıkla başkalarının malını ele geçirmeye zemin hazırlamaktadır. Kur’an-ı
Kerimin şöyle buyrulmaktadır:
Adam öldürme, toplumdan huzuru kaldırır ve artık kimin ne zaman
öldürüleceği hesabı ve endişesi içinde zehirli bir hayat sürüp gider. Bunun için, iyi
Müslüman, adam öldürmeyi asla düşünemez ve başkasını da buna teşvik etmekten
sakınır.
Hırsızlık suçuna gelince, bu da bir yönüyle fert malına, diğer yönüyle de
çaldığı maldaki insanların menfaatine saldırıdır. İslam’ın malla ilgili görüşü şudur:
İslam mülkü özel bir mülk olarak belirlemişse, bunu başkalarının da menfaatinin
bulunduğu sosyal vazifesini yerine getirmek şartına bağlamıştır. Nahl suresinde bu
husus şu şekilde beyan edilmektedir:
Hırsız hırsızlık suçunu işlediği an, mal sahibini de, malı olmayan başkalarını
da mahrum etmektedir. Üstelik malı olmayanlar, olanın mülkünden çıkar
sağlamaktadırlar. Burada hırsızlık, içtimai nitelik taşımaktadır.
Buraya kadar anlattığımız üç suçun toplum üzerindeki etkisinden dolayı,
Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiş; bunu fuhuş, münker veya sırf
münker ifadeleriyle açıklamıştır. Fuhuş sadece kötülenen bir iş değil, kötülüğün
ulaştığı en son seviyedir. Münkeri yalnızca sağlıklı akıl ve beden reddedebilir.
Münkerin kötülüğü kimseye gizli olmadığından, ışık-karanlık, gece-gündüz farklılığı
kadar açıktır(el-Behiy,1995:253-255).
“Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide/5:32)
“Allah rızık verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar,
emirleri altında bulunanların rızıklarını vermiyorlar. Oysa onda hepsi eşittir.
Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?” (Nahl:16/71)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Emanete riayet, sağlam
bir toplumun
dayanabileceği, hayra
götürücü en güçlü
temellerden birisidir.
Emanete Hıyanet Etmek
Emanete hıyanet etmek, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil
olmamasının doğal bir sonucudur. İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle
Müslümanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemektedir.
Hz. Peygamber Müslümanın güven sahibi olmasıyla ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
Emanete riayet, insandaki en yüksek ahlaki sıfatlardan birisidir. Bunun tersi
ise, en büyük erdemsizliktir. Emanete riayet, sağlam bir toplumun dayanabileceği,
hayra götürücü en güçlü temellerden birisidir. Çünkü kendisine bir şey emanet
edilemeyen kimsenin imanından da şüphe edilir. Emanet ve din, iki cihan
saadetinin mucibi açık ve gizli her şeyi bileni razı etmenin sebebidir. Allah’ın bütün
hikmetleri, kullarına birer emanettir ve onlara hiçbir zaman hainlik yakışmaz.
Emanet ve ahitlere riayet, Müslümanın vasıflarındandır. Emanete hainlik etmek ise,
ahde ve emanete sadık kalmayıp ihanet ederek zulüm yapmak anlamına
gelmektedir. Bu yüzden hainler, insanların en şerlileridir(Erdem, 2003:172). Çünkü
Allah’a karşı verdikleri sözlerden, vaatlerden dönmüşlerdir. Onların azapları da
şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak, Bakara suresinde bu hususu şu şekilde
beyan etmektedir:
Hıyanet, çoğunlukla çekemeyen, hırslı ve kindar kimseler arasında meydana
gelmektedir. Hıyanetin açık olanından korunmak mümkün olsa da, kapalı
hıyanetten korunmak oldukça zordur. Hainler hiçbir zaman mutlu olamaz ve refah,
rahat yüzü göremezler(Erdem, 2003:172). Hangi şekliyle olursa olsun hainlik,
dinimizce yasaklanmış ve haram kılınmıştır. Cenab-ı Hak sorumluluğun yerine
getirilmesiyle alakalı olarak şu beyanda bulunmaktadır:
Hz. Peygamber de güven, itimadın önemine dikkat çekmekte ve şunları
söylemektedir:
“Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden güvende oldukları kimsedir”
(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41)
“Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın,
ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten
vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara
uğrayanlardır.”(Bakara/2: 27)
“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu
gerektirir.”(İsrâ/17:34)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Şunu ifade etmek gerekir ki emanete hıyanet eden, Allah’a ve Peygamber’e
hıyanet etmiş olur. Bu yüzden emanete hıyanet, en temel erdemsizliklerden bir
olarak değerlendirilir. Kişiye, geri alınmak üzere verilen para, mal ve eşya emanet
olduğu gibi, görevi kötüye kullanmayıp, onu hakkıyla yapmak da bir emanettir. İşe
gereği gibi riayet etmemek, görevi ehil olmayana vermek birçok kötülüklere sebep
olan bir hıyanettir(Atay, 1994:33). Toplumda her görev, insana bir emanet olarak
verildiği için insan görevinin karşılığı olan hizmetini yapmak zorundadır. Örneğin
devlet memurları, işini ihmal eder veya tembellik yaparsa, hak etmediği parayı
aldığı için bir tür hırsızlık yapmış olur. Hırsız, hırsızlığıyla bir kişiyi zarara sokarken,
devlet memuru görevini ihmal etmekle bütün halkı zarara sokmakta, karşılığı
olarak aldığı parayla da halkın malını çalmış olmaktadır. Bu da toplumun işine ve
malına hainlik yapmak, toplumun düzen ve huzurunu sarsmak anlamına
gelmektedir(Erdem, 2003:172). Toplumun huzursuzluklarının temelinde büyük
ölçüde emanete yeterince riayet etmemek erdemsizliği yattığı için İslam bunu
yasaklamaktadır.
Aldatma ve Yalan
Aldatma ve yalancılık; doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı
olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermektir.
Aldatma ve yalan, en büyük kötülüklerden birisidir. Bunun böyle olduğunu
yalancı ve aldatanın kendisi de bilmektedir. Çünkü aldatan ve yalan söyleyen insan,
kendisine aldatıcı ve yalancı denilmesinden hoşlanmaz ve bundan rahatsızlık duyar.
Aldatma ve yalan, çevresinde insanı güvenilmeyen bir konuma düşürmektedir.
Çünkü aldatan ve yalan söyleyenlerin çoğu, haset ve cimri insanlardır. Bu tür
insanlara da hiç kimse haklı olarak güvenmemektedir. Doğru sözlü olmak ne kadar
insani ve ahlaki bir özellik ise, aldatma ve yalancılık da o kadar gayriinsani ve
gayriahlaki bir durumdur. Aldatma ve yalanın gayriinsani oluşu ve ahlaki kötülüğü,
insanlar arasındaki ilişkileri temelinden sarsmasıdır(Kılıç, 1995:126-127). “Doğru
söylemek farzdır” demek, aldatma, yalan, iftira, söz götürmek de haramdır
demektir. Bu şekilde doğruluk, adalet, emanet farzlarını içine alır ve hile
yapmamak, sahtekârlık etmemek, süte su katmamak, çürük mal satmamak, sözünü
“Bir Müslümana ihanet eden, zarar veren yahut hile yapan kişi bizden değildir”
(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 101-102)
“Bana altı konuda garanti verirseniz, ben de size cenneti garanti ederim.
Birincisi, konuşunca doğru konuşmak; ikincisi, söz verdiğinde sözünde durmak;
üçüncüsü, emanet edilen bir şeyi iade etmek; dördüncüsü, namuslu olmak;
beşincisi, gözleri haramdan korumak; altıncısı, ellere hâkim olmaktır.” (Ahmed
b. Hanbel, V, 323)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Aldatmak ve yalan, bütün şerlerin anası ve
kaynağıdır.
Aldatma ve Yalan ile
ilgili örnek videoyu
izleyiniz
ve ahdini yerine getirmek manalarına da gelir. Müslümanlık bunları dinin farzları
arasına almıştır(Yörükan, 1998:126). Peygamberimiz buyuruyor ki,
İşte İslam, bu gibi kötülükleri men eder. Kalpte doğruluk; içi başka dışı başka
olmamak, riya yapmamak, aldatmamak, aldanmamak, kimseyi kötü zannetmemek,
hak ettiğini almak gibi şeylerdir. Bir insan komşusuna gösteriş olsun diye fazla
namaz kılarsa en büyük günahı işlemiş olur(Yörükan, 1998:126). Kur’an, bu tür
davranış sergileyenlerin azapla karşı karşıya kalacaklarını ifade etmektedir:
Ahlakçılar, aldatma ve yalanı ruh hastalıklarından birisi olarak gördükleri için
bu konular üzerinde çokça durmuşlardır. Aldatma ve yalan, bütün şerlerin anası ve
kaynağı, bütün ruhi hastalıkların çıktığı yer, insani ve medeni musibetlerin sebebi
olarak gösterilmektedir. Bu nedenle aldatma ve yalan, ahlaki araştırmaların
başlangıç ve hareket noktasını teşkil eder. Hemen her kötülüğün altında yalan ve
itimatsızlık yatmaktadır. Bunun için de, aldatmakla inanmamak, aynı şey olarak
görülmüştür(Erdem, 2003:112-113). Bundan dolayı Cenab-ı Hak, Hac suresi 30.
ayette yalan söylemekten kaçınmayı emretmekte; Nahl suresi 116. ayette ise,
yalanın hakikatleri ters yüz ettiğini; Âl-i İmrân suresinin 61. ayetinde de, bunun
lanet ve azabın artmasına sebep olduğunu beyan etmektedir.
Aldatmak ve yalan konuşmak, beşeri ilişkileri köklü bir şekilde
zedelemektedir. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurabilmenin zorunlu şartı, insanların
birbirlerine güven duymalarıdır. İşte aldatma ve yalan, insanlar arasındaki bu güven
ortamının oluşmasına engel teşkil etmektedir. Karşılıklı olarak birbirlerine
güvenmeyen insanların, sağlıklı ilişkiler kurabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden
toplumu meydana getiren fertler arasında sağlıklı ve samimi ilişkiler kurma
imkânını ortadan kaldıran aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında kesin bir dille
yasaklanmıştır.
“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an
gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin
tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde yalancılar arasına kaydedilir”
(Muvatta, Kelâm: 18)
“Bunlar Allah’a inandık derler, fakat inanmış değillerdir. Kalpleri kararmıştır.
Kendilerine bu toprakta fesat çıkarmayın denilince, biz ıslah etmeye çalışıyoruz
derler. Bunlar hidayeti, dalalete satmışlardır, fakat kazançları kendilerine fayda
vermeyecek ve kurtulamayacaklardır.”(Bakara/2: 9,10,11,13)
“Yalan uyduranlar, Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. Yalancılar da onlardır.”
(Nahl/16: 105)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Yalanı en büyük günahlardan biri olarak kabul eden Peygamberimiz de şöyle
buyurmaktadır:
Yalan, insanın kurabileceği her türlü beşerî ilişkiyi olumsuz yönde etkilediği
için özenle kurulmuş manevi çevreye zarar vermektedir. Güvenilen, fikirlerine
itibar edilen insan olma özelliğini kaybettirdiği için şaka olsun diye de yalan
söylemek asla iyi karşılanmamaktadır(Kılıç, 1995:126-128). Nitekim Hz. Peygamber
de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır.
İsraf ve Cimrilik
Kur’an’da israf, Allah’ı inkâr ederek normal ölçüden çıkmak, Allah’ın dinine
karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek manasına geldiği gibi, harcamada
ölçüsüz davranmak anlamına da gelmektedir. Birinci anlamıyla israf, imana karşı
koyarken şiddet göstermek ve Allah’ı inkârda ileri gitmek demektir. Bununla ilgili
Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Biz israfın bu anlamını Yunus suresi 83. ayeti
Kerimesiyle belirttikten sonra, diğer anlamı üzerinde duracak ve bunun nasıl bir
temel erdemsizlik olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulmaktadır:
Bu ayette görüldüğü gibi Mısır’a hicret edip orayı yurt edinen İsrail
oğullarından Musa’ya inananların az olmasının nedeni, Firavun’un azgınlığından ve
hükmündeki katılığından korkmalarıdır. Firavun’un taşkınlığı, onu müsriflerden,
yani Allah ve risaletine karşı gelmekte ileri gidenlerden olmaya dönüştürmüştür(el-
Behiy, 1995:265).
“Resulullah, ‘Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi?’ diye sorunca, biz
de ‘Haber ver, ya Resulullah’ dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi:
‘Günahların en büyüğü; Allah’a ortak koşmak, anne-babaya asi olmaktır’.
Buraya kadar söylediklerini yaslanmış bir şekilde söylemiş olan Hz. Peygamber
oturdu ve şöyle devam etti: ‘Özellikle yalan konuşmaya, yalan yere şahitlik
etmeye dikkat ediniz.’ Yalancılık ve yalancı şahitlik yapmaktan sakınmak
üzerinde o kadar ısrarla durdu ki hiç kesmeyeceğini sandık.” (Müslim, Kitâbu’l-
Îmân: 87)
“Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler;
yazık, yazıklar olsun ona” (Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd: 2315)
“Firavun ve erkânının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için,
toplumunun az bir kesimi dışında kimse Musa’ya inanmamıştı. Çünkü Firavun
yeryüzünde hâkimdi. O gerçekten müsriflerdendi.” (Yunus/10:83)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
İsraf, sefahati, fakirlik ve sefaleti artırır ve
sonuçta toplumu yıkar.
İsraf daha çok, kişinin sahip olmuş olduğu malı ölçüsüz bir şekilde saçıp
savurması anlamında kullanılmaktadır.
buyurulmaktadır. Buradaki israf, harcamada ölçüsüzlük anlamınadır. Bunun
delili ise, “Sarf ettikleri zaman” ifadesine, “Cimrilik etmezler” ve “Dengeli bir yol
tutarlar” cümlesinin bitişmesidir. Benzer şekilde Araf suresinde şöyle
buyrulmaktadır:
Burada, süslenme, yeme ve içme tabirleri kullanıldığı için israf, ölçüsüzlük
anlamına gelmektedir(el-Behiy, 1995:267).
İsraf, İslam ahlakında yasaklanmış kötü huylardandır. Lüks hayata düşkünlük
müsrifliktir. Kötü ve pis bir hayat yaşamak ise sefihliktir. Kişi malını yerine ve
ihtiyacına göre sarf etmeli, sefahat yerlerinde harcamamalıdır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
Sefih, cahil, akılsız ve tedbirsiz demektir. Malını lüzumundan fazla harcar,
yiyeceğini ve içeceğini lüzumundan fazla yer, içer ve yedirir; bu, kişinin irade
yokluğudur. Böyle bir davranış şekli, ruhî hastalık ve hafif meşreplik olarak da
vasıflandırılır. İsrafa alışan kimse, parayı ve malı verirken layık olanla olmayanı ayırt
edemez olur; o, insanın ruhunu kötü bir tabiat olarak kaplar, görüşlerinde hafiflik,
iradesinde kusur ve yanlışlıklar baş gösterir(Yörükan, 1998:154; Erdem, 2003:128).
Ahlakçılar, israfın sefahati artırıp toplumu yıktığını, fakirlik ve sefaleti, en
sonunda da iflası davet ettiğini, bunun da esaret ve zilleti doğurduğunu ileri
sürmektedirler. Çünkü malı rastgele kullanmak, geçimsizlik doğurup aile düzenini
de yıkmaktadır. Bu hastalık topluma sirayet edince toplumu sarsmakta, malı ve
gücü yok etmektedir(Erdem, 2003:128). Örneğin bunun topluma iki yönden zararı
bulunmaktadır. Birincisi, israf sonucunda fiyatlar artar. İkincisi de, başkalarının
onlardan kâfi miktarda yararlanamamaları ortaya çıkar. Başkasına zarar vermek
haram olduğu gibi, kendisine zarar vermek de haram ve temel bir erdemsizliktir.
İsrafın zıddı ise cimriliktir. Nefis tezkiyesinde insan ahlakını menfi yönde
etkileyen ve kötü bir huy olan cimrilik, dinen veya mürüvvet icabı mal verilmesi
gereken yerden sakınmaya denir. Kendinin ve evinin ihtiyaçlarını yerine
“Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında dengeli
bir yol tutarlar.” (Furkân/25:67)
“Ey insanlar! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat
israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (A‘raf/7: 31)
“Mallarınızı sefihlere vermeyin.” (Nisâ /4: 5).
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
getirmemek, para biriktireceğim diye çocuklarına ve ailesine, kendine yaraşan
şekilde bakmamak cimriliktir(Erdem, 2003:128; Yörükan, 1998:154). Cimri insanlar,
malı çok sevdikleri için, onu çoğaltıp ellerinin altında bulundurmayı gaye
edinmişlerdir. Onlar, maldaki dinî emirleri ve milli vazifeleri yerine getirmekten
kaçınarak, varislerine bir anlamda hazinedarlık yapmaktadırlar. Cimrilik Kur’an-ı
Kerim’de de yerilmiş ve şeytan işlerinden sayılmıştır:
Mal, mülk, para vb. şeyler bir şeyi elde etmek için vasıtadır. Hâlbuki cimri,
para ve malı gaye edinmektedir. Bundan dolayı da cimrilik insanı aç gözlülüğe
götürmekte, sahibine zillet ve utanç getirmektedir. Eğer insan kendisini ve ailesini,
mal ve mülkü, parası olduğu hâlde mahrumiyetler içinde yaşatıyorsa, bu insan da
haristir. Böyle bir insan kendine ve ailesine zulmetmektedir. İnsanın serveti ne
kadar olursa olsun, onda fakirin payı da bulunmaktadır. Bunu gerekli yerlere
vermemek, temel bir erdemsizlik olan cimriliktir(Erdem, 2003:128).
İftira ve Gıybet
İftira etmek, bir insanı yapmadığı bir kötülükle suçlamaktır. Bu nedenle iftira,
insana yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi olarak kabul edilmektedir. Bu
yalanın bir çeşididir.
Yalan insanın kendi iş ve sözleriyle ilgiliyken, iftira başkasıyla ilgilidir. İftirada
büyük bir kötülük vardır. Çünkü bu kötü huy, düşmanlık meydana getirerek
kötülüğün insanlar arasında yayılmasına sebep olmaktadır. Kötülüğü, çirkinliği,
ahlaksızlığı yaymak büyük günahlardandır. Suçsuz ve günahsız insanlar, iftira ile
toplum önünde kötü ve suçlu insan durumuna düşmekte, aile ve arkadaşlarına
karşı zor durumda kalmakta ve hiçbir haksızlık veya kötülük yapmadıkları hâlde
yapmış gibi işlem görmektedirler. Temel bir erdemsizlik olan ve kolayca atılan
iftira, özene bezene kurulan aile yuvalarının yıkılmasına, arkadaşlık bağlarının
kopmasına neden olmaktadır. Bu yüzden iftira, hem tek tek insanlara hem de
topluma karşı yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü iftira eden insan, sadece
başkalarına zarar vermekle kalmayıp en büyük zararı farkına varmadan kendine
yapmaktadır. İftira ettiği ortaya çıkan bir insanın, toplum tarafından soyutlanıp
yalnızlığa itilmesi bunun bir göstergesidir. Çünkü kimse böyle bir insanla samimi bir
dostluk kurmaya cesaret edemez(Atay, 1994:29; Kılıç,1995129-130). Kur’an-ı
Kerim’de de iftira, insanın manevi çevresine zarar veren ahlaki kötülüklerden biri
olarak zikredilmiştir:
“Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini cimrilik gösterenler, sanmasınlar
ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri
şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmrân/3: 180).
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
İftira ve Gıybet, büyük kötülüklerdir.
Kibir ve Haset
konusuyla ilgili video
izleyiniz
“Hatasız dost arayan dostsuz kalır.”
Uzak durulması gereken ahlaki kötülüklerden bir diğeri de insanları
arkalarından çekiştirmek olan gıybettir. Gıybet insanın hoşlanmadığı bir şekilde
anılması, yerilmesi ve kötülenmesidir. İlmi tenkit ile ve kötüleme kastı olmadan
yanlışı söylemek bunun dışında tutulmalıdır(Atay, 1994:30).
Şunu ifade etmek gerekir ki arkadan konuşulan şeylerin doğru olması,
konuşan insanı haklı göstermez. Zaten bir insan hakkında yalan şeyleri konuşmak o
insana iftira etmek demektir. İnsanları arkalarından çekiştirmek de, ahlaki bir
kötülüktür. Böyle bir tavır insanlar arasındaki güveni sarsmaktadır. Güven
ortamının sarsılması ise, hem fert olarak insanın hem de toplumun huzurunu
bozmakta, yardımlaşma ve kardeşlik duygularını zedelemektedir(Kılıç, 1995:131).
Hatasız insanın olduğu düşünülemez. Mevlana’nın dediği gibi “Hatasız dost arayan
dostsuz kalır.” Her insanın birtakım hatalarının olabileceğini kabul etmek gerekir.
Bu konuda ahlaki olan tavır, başkalarının hatalarını aramak yerine, kendi hatalarını
düzeltmenin yollarını bulmaktır. Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili olarak şöyle
buyrulmaktadır:
Kibir ve Haset
İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen temel
erdemsizliklerden bir diğeri de, kibir ve hasettir. Kibrin İslam ahlakında temel bir
erdemsizlik olmasının, Allah’ın kibirli olanları sevmemesinin arka planındaki nedeni
şuna bağlamak mümkündür: İnsanın kibirli olması, kendisine verilmiş olan birtakım
yetileri ve nimetleri iyi değerlendirememesinden, etrafındaki olay ve olguları yanlış
anlamlandırmasından kaynaklanmaktadır. Kibirlenmek, insanın sahip olduğu
değerlerin gerçek sahibini bilmemesinden, kısaca kendisini tanımamasından
kaynaklanmaktadır. İslam’da her şeyin gerçek sahibi Yüce Allah’tır. Allah’ın her
şeyin sahibi olması, hem her şeyin yaratıcı olduğu gerçeğini hem de dünyadaki
düzenin bütünüyle O’nun kontrolü altında olduğu gerçeğini ifade etmektedir. Böyle
bir inanç sistemine sahip olan insanın kibirlenmesi, her şeyden önce inancında
samimi olmaması demektir(Kılıç, 1995:134-135).
“Mümin erkeklerle mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet
edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.”
(Ahzab/33: 58)
“Ey inananlar! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
İnsanların günahlarını araştırmayın. Birbirinizi çekiştirmeyin. Sizden biriniz, hiç
ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksinirsiniz. O halde Allah’tan
korkun. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir.” (Hucurât/49:12)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Nifak ve Fitne kardeşlik bağlarına ciddi zararlar
verir.
Kur’an-ı Kerim’de kibirle alakalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde kibrin ne kadar kötü bir şey
olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:
İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olan haset ise, kıskançlık demektir. Bu
kötü huy, insanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi
demektir. Ahlakçılara göre haset, cehalet ile tamahın bir araya gelmesiyle oluşan
kötü bir huy olup bir tür ruh hastalığıdır. Kalbe ıstırap veren kötü bir davranıştır.
İnsanı hırsa, tamaha, yalana, hata, zulüm ve cinayete sevk eden sebeplerin en
tehlikeli ve tesirlilerindendir. Bazı ahlakçılar, “Allah’ın bazılarına diğerlerinden fazla
verdiği şeyleri temenni etmeyin.” (Nisa/32:54) ayetine dayanarak hasedi, Allah’ın
fiiline bir çeşit itiraz olarak kabul etmektedirler. Dünyada vicdani bir azap olarak
nitelendirilen haset, cehalet ve hırsın birleşmesi olarak ortaya çıkar(Erdem,
2003:126). Kendinde olmayan şeylere sahip olanları kıskanan insan, başka her türlü
kötülüğü yapabilecek bir karaktere sahip demektir. İnsanın sahip olmadığı
güzelliklere sahip olanları kıskanması yerine, o insanlar gibi olmaya çalışmanın adı
hasedin zıddı olan gıptadır. Gıpta, insanı ahlaken olgunlaştırırken haset, insanı
ahlaken küçültmektedir. Bu yüzden İslam dini, koymuş olduğu ahlaki ilkelerle
insanlar arasında sevgi ve saygıya dayalı bir kardeşlik ortamı oluşturmak
istemektedir(Kılıç, 1995:138-139). Haset ve kıskançlık ise, insanlar arasında
kurulması gereken kardeşlik bağlarını zedelediği için dinimiz tarafından şiddetle
yasaklanmıştır. Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Nifak ve Fitne
İslam ahlakının hoş karşılamadığı temel erdemsizliklerden bir diğeri de, nifak
ve fitnedir. Bu iki kötü huy, kardeşlik bağlarına çokça zarar vermektedir. Nifak, iki
yüzlülük anlamına gelmektedir. Bunun da din dilindeki karşılığı münafıklıktır.
Münafık olan insan, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözde durmaz ve emanete
hıyanetlik eder. Bunlar ise, toplumdaki güven ortamının sarsılmasına, kardeşlik
ilişkilerinin ise bozulmasına sebebiyet verir(Kılıç, 1995:140-141). Toplumdaki huzur
“Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Çünkü Allah, kendini beğenmiş kibirli kimseleri asla sevmez.” (Lokman/31:18)
“Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse ateşe girmez. Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan da, cennete giremez.”(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 148)
“Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinize haset edip kıskanmayın, birbirinize arka
çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.”(Buhârî, Edebu’l-Mufred: 398)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Alay ve Hakaret ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz
ve mutluluk, insanlar arasındaki güven duygusundan kaynaklanmaktadır. Verdikleri
sözlerde durmayan, iki yüzlü davranıp nifak çıkaran insanların çok olduğu bir
toplumda birlik ve beraberlikten söz edilemediği gibi, mutluluk ve refahtan da söz
edilemez.
Peygamberimizin dualarından biri şöyledir:
Diğer bir temel erdemsizlik olan fitne ise; ayrılık, karışıklık, kargaşa anlamına
gelmekte olup sıkıntıya, belaya ve düşmanlığa sebep olan şeyleri ihtiva etmektedir.
İnsanları sıkıntıya, belaya düşürmek, karışıklığa sebep olmak, fitne çıkarmak
demektir. Fitne çıkarmak ise Kur’an-ı Kerim’de adam öldürmekten daha kötü bir
davranış olarak zikredilmiştir:
Hz. Peygamber de bir hadisi şerifte şunu ifade etmektedir:
Bu kötü huy, insanların ve toplumların huzurunu kaçırıp anlaşmazlık ve
kavga ürettiği için İslam dinî tarafından şiddetle reddedilmiştir. Fitne, toplumda
tedavisi zor sonuçlar ortaya çıkardığı için bundan kaçınılması gerekir.
Alay ve Hakaret
İnsanlarla alay edip onlara hakaret etmek de, İslam ahlakının men ettiği
temel erdemsizliklerdendir. Alay ve hakaret, insanın manevi çevresine büyük
zararlar vermektedir. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, kendisinin içinde
yaşadığı toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler kurmak zorundadır. İnsanlarla alay edip
onlara hakaret eden kişi, çevresiyle sağlıklı bir ilişki oluşturamaz. Bunun içindir ki
Yüce Allah, şöyle buyurmuştur:
“Allah’ım ayrılık ve nifaktan, ikiyüzlülük ve kötü ahlaktan sana sığınırım.” (Neseî,
Kitâbu’l-İstiaze: 21)
“Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara/2: 191)
“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o
fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mümin olarak akşama
erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen
koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı
da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı
olun” (Ebû Dâvud, Fiten: 4259, 4262)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Yukarıdaki ayette istihza ve eğlenmek haram kılındığı gibi, insanların birbirini
kötülemesi ve kötü lakaplar vermesi de haram kılınmıştır. İnsanları isimleriyle
çağırmak gerekir. Onlara lakaplar takarak çağırmak, onları hakir görmek anlamına
gelmektedir. İslam dini, insanın yaptığı suçtan dolayı gerekli cezaya çarptırılmasını
kabul ettiği hâlde, böyle bir ceza verilen kimseye bile hakaret edilmesini doğru
bulmamaktadır. Suçlu olmak, hakaret edilmeye izin verilmesine sebep olamaz.
İslam’ın bu ilkesi de insana verilen değeri göstermektedir. İnsan suçlu da olsa,
ölüme de mahkum edilse, cezası ona hakaret edilmeden uygulanacaktır(Atay,
1994:33).
Cenab-ı Hak, kötü söz ve hakaretle ilgili olarak şunları buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! İçinizden bir kimse başka bir kimse ile alay etmesin. Belki,
kendileriyle alay edilenler, alay edenlerden hayırlıdır. Kadınlar da diğer
kadınlarla alay etmesinler. Belki berikiler ötekilerden hayırlıdırlar. Birbirinizde
ayıplar aramayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, iman ettikten sonra
kötü bir ad sahibi olmak ne çirkin şeydir. Her kim tövbe etmezse, zalim
kimselerdir.” (Hucurât/49:11)
“Allah çirkin ve incitici sözlerin açıklanmasını sevmez. Zulme uğrayanlar hariç.
Allah her şeyi duyucu ve bilicidir. İyiliği açık veya gizli yapar, fenalığı
affederseniz, şüphe yok ki Allah, affedicidir ve hakkıyla kudretlidir.”
(Nisa/4:148-149)
“Sakın yetimi üzme! Yoksula gelince sakın onu azarlama! Rabbinin nimetine
gelince, O’nu minnet ve şükranla an.” (Duha/93: 9-11)
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Öze
t •İslam ahlakında temel erdemsizliklerin başında Allah’a ortak koşmak gelmektedir. Bu erdemsizlik, kişinin bencilliğini göstermekte ve bu erdemsizliği sergileyen kişinin onur ve haysiyetini yok ettiğini ortaya koymaktadır.
•Zulüm, kaçınılması gereken temel erdemsizliklerden bir diğeridir. Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması emredilmektedir.
•Fenalık ve taşkınlık erdemsizliği, zina, adam öldürme ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Bu üç erdemsizliğin toplum üzerindeki olumsuz etkisinden dolayı, Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiştir.
•Emanete hıyanet etmek ise, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil olmamasının doğal bir sonucu olduğu için İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle Müslüman insanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemekte, emanete hıyanet etmeyi şiddetle yasaklanmaktadır.
•Aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermek olduğu için temel bir erdemsizlik diye görülmekte, yalanın ve aldatmanın her türlüsü yasaklanmaktadır.
•İsraf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakaret, İslam ahlakında çokça yerilen kötü huylar olduğu için bunlar da temel erdemsizlikler olarak belirlenen diğer şeylerdir.
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1.Sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma sıçrayan suçlar hangi kavramla
ifade edilmektedir?
a)Yalan
b)İftira
c)Gıybet
d)Münker
e)Alay
2.İbadeti ve sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara intikal
ettirmek diye nitelendirilen temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir?
a)Nifak
b)Alay ve hakaret
c)Zulüm
d)Allah’a ortak koşmak
e)Kibir ve haset
3.Kur’an’da, genel olarak zina, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçları ihtiva eden
temel kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a)Fuhuş
b)Münker
c)Zulüm
Öd
ev
• İslam’daki temel erdemsizlikleri, diğer kültürlerdeki erdemsizliklerle karşılaştırarak, ortak noktaları belirtiniz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
d)Adalet
e)Müsrif
4.Allah’ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek anlamına da gelen
temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir?
a)Cimrilik
b)Zulüm
c)Kibir
d)Aldatma
e)İsraf
5. İnsanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi hangi temel
erdemsizlik başlığı altında incelenir?
a)Zulüm
b)Hakaret
c)Alay
d)Haset
e)Hiçbiri
Cevap Anahtarı
1.d 2.d 3.b 4.e 5.d
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur
Yayınları.
Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza
Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları.
Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat
Kitabevi.
Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları.
Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han
Yayınları.
Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı.
Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık.
______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz
Yayıncılık.
El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş
Yayınları.
Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlâk Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları.
_______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık.
_______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3.
Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık.
Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları.
_______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
İbn Haldun, Mukaddime, (1930) Kahire, Ezher Matbaası.
Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlâkı, İstanbul, Nesil Yayınları.
Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Kaya, Yunus, (2009), Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke
Yayınları.
Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
_____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
_____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul,
Temel Neşriyat.
Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlâkının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma
Kurumu Başkanlığı Yayınları.
Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları.
Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX.
Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları.
_____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları.
_____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık.
Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık.
Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam
Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.