28

Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Abis Dergi 2. sayı

Citation preview

Page 1: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)
Page 2: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

AbisDergi

Aylık Düşünce Dergisi

Yayın Kurulu Onur ARSLAN İlker AYDIN

Mustafa BÜÇKÜN Gökcan ŞAHİN Alican DEMİR

Kapak Tasarımı

Gökcan ŞAHİN

Dizgi

Gökcan ŞAHİN

Sosyal Medya

http://abisdergi.blogspot.com/ http://twitter.com/abisdergi

http://www.facebook.com/groups/abisdergi/

İletişim

[email protected] [email protected]

Kapak Resmi

La Liberté guidant le peuple - Eugène Delacroix

Abis, okyanusların 2000 metreden derin yerlerine verilen bir isim. 600 metreden daha derine ışığın sızmadığı, sonsuz karanlıkların egemen olduğu derinliklerde canlıların çoğu karanlığa tümüyle mahkûm olup açlıktan ölmemek için kendi ışıklarını üretirler. Bizim kendi ışığımızı üretme fikrimiz 25 Şubat 2012’de Beşiktaş’ta yolculuğuna başladı. Abis bu yolculuğun en önemli adımıdır denilebilir. Anlamsız hayatlarımıza bir anlam katabilmek yolculuğumuzun amacı. İnsanlığın derin varoluş uçurumundan yükselen bir sesten ibaret Abis ve biz belki uykuda olanları uyandırırız diye haykırıyoruz uçurumun dibinden. Seslenişimiz kimileri etkilemeyecek, biliyoruz. “Hayatın hızlı ve sancılı akışında sağır olan kulaklar için yapacak bir şey yok” diyecekler de olacaktır. Fakat umudunu kaybetmek yakışmaz insanoğluna. Vasiyet etmeden ölmek ise kargaşa bırakır ölen kişinin ardında. Bu çaba bir vasiyetten daha fazlasını ifade ediyor. Konuşan, düşünen ve yazan insana doğru bir yürüyüşün başlangıcı bu dergi. Görece kısa olan insan hayatında bir bebeğin ilk adımları ve bir meydan okuma tüm çürümüşlüklere karşı. Yolculuğumuzun ne kadar süreceğini biz de bilmiyoruz ama uzun sürmesini dilediğimiz de inkâr edemeyeceğimiz bir gerçek. Haykırışa gelirsek; biz söyleyeceğimizi söyleyelim de gerisi Ahmed Arif’in dediği gibi olsun: Sıkıysa yağmasın yağmur, Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ Bu yürek ne güne vurur…

De profundis clamavi

Page 3: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Başlarken...

Özgür bir adam her sabah kalkıp düzgünce ütülenmiş gömleğini giyiyor, kravatını bağlıyor ve uygar

dünyanın kendisinden beklediği prezentabl görünüme bürünüyor. Ardından zengin bir iş muhitinde

yer alan plazasına her gün aynı saatte gidiyor ve kahve makinesinden tadı ve sıcaklığı her gün aynı

olan ve kendisinden başka hiçbir şey beklemediği kahveyi alıyor. Ardından ofisine geçip prezentabl

kadın ve erkeklerle birlikte standart işini yapıyor, bir bilgisayar ekranında otomatikleşmiş işlemlerin

sırayla ilerlemesini sağlıyor, müşterilere telefon açıp standart görüşmeler yapıyor. Mola saatine kadar

kumaş pantolon geçirdiği poposunu masasının başındaki sandalyeden ayırmaması gerekiyor çünkü

işverenine maaşını hak ettiğini göstermesi gerekiyor. Aksi durumda istediği terfileri alamaz ve hatta

işini kaybetme tehlikesi yaşayabilir.

Ardından öğle saatinde daha önce de binlerce kez yediği, tadı ve boyutu aynı olan hamburgerleri bir

fast-food restoranından sipariş ediyor. Öğle tatili bitmeden son model cep telefonundan dijital

profilini kopya varoluşunu kontrol ediyor.

Kendisiyle aynı işi yapan diğer insanlarla birlikte öğlen mesaisine başlıyor ve tüm yaşam enerjisini işini

hakkıyla yapmak üzere odaklıyor. Ofiste bulunan herkesin gerçekleştirdiği standart telefon

görüşmelerini aynı replikleri her aramada tekrarlayarak kopyalıyor. Ama diğerlerinden daha fazla

görüşme yapmalı ki kıymeti bilinsin, kariyer hedeflerinde bir sonraki basamağa çıkabilsin. Ardından

bilgisayarının posta kutusuna düşen bir e-postayla akşam mesaisine kaldığını öğrenip aklından

ayırabildiği küçük bir parçayla küfür ediyor. Sonra tekrar çalışmaya odaklanıyor.

Akşam eve geldiğinde mikrodalgada önceden hazırlanmış paket yemeklerden birini ısıtıp yiyor ve

televizyon karşısında uyuklamaya başlıyor. Ertesi sabah özgür bir adam olarak tekrar uyanıyor ve yine

işine gitmek için hazırlanıyor.

Orijinali olmayan kopyalar dünyasında mayıs ayının ilk günü ne ifade eder ki? Hepimiz özgür değil

miyiz? Sahi, anlatılan kimin hikâyesiydi?

Bu sayfanın ardındaki sayfalarda özgür olmadığını düşünen ve tüm dünyanın bir sömürü düzeninin

çarklarında ezildiğinin farkında olan yazarların yazılarını okuyacaksınız. İşçilerin mavi veya beyaz

yakalı olsun hala çok küçük bir kitlenin kölesi olduğu bir dünyada ister iyimser ister karamsar olsun

hala bir mücadelenin olduğunu düşünen insanların yazılarını... Bu vesileyle ulaşabildiğimiz herkesin “1

Mayıs İşçi Bayramı”nı kutlarız

“kiraz zamanındaysanız eğer ve korkuyorsanız kederli aşklardan

sakının güzellerden

dayanılmaz acılardan korkmayan ben

yaşayamayacağım bir gün olsun acı çekmeden

denk gelirseniz bir gün kiraz zamanına

bilin düştüğünüzü çoktan acılı aşklara”

Abis Dergi Yayın Kurulu

Page 4: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

KISA KISA

“Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından

Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından

Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir”

Ardı ardına kopartılan takvim yapraklarına inat unutulmaktan kurtulan, her yıl bir kez daha geleceğe

umutla bakmamız gerektiğini hatırlatan bir gün 1 Mayıs. Meydanlarda emekçilerin kol kola omuz

omuza halaylar çektikleri, türküler şarkılar eşliğinde hayatın tüm acımasızlığına, kapitalizmin kan

emici doğasına karşı direndiklerinin güçlü bir göstergesi aslında. Gece ile gündüzün iç içe geçtiği, 40

yaşına varmadan bir işçinin hayatını kaybettiği günlerden bu yana güzel sözlerle ve küfürle, umutla ve

umutsuzlukla, sevgiyle ve nefretle dolu bir kavganın hikâyesinin tek bir günde özetlenmesidir 1 Mayıs.

Türkiye’de asla gerçek bir bayram olarak kutlanmasına izin verilmeyen, “Emek ve Dayanışma Günü”,

“Bahar ve Çiçek Bayramı” gibi komik isimlerle resmileştirilen her yıl devletin polisiyle,

kontrgerillasıyla, mafyasıyla ve bilumum hempasıyla engellemeye çalıştığı adına leke sürmeye çalıştığı

ama alın teriyle yıkanan tertemiz bir günden bahsediyoruz.

İlk kez 1856 yılında Avustralya’da sekiz saatlik işgünü için mücadele eden taş ve inşaat işçileri

tarafından başlatılan bir yürüyüşte doğmuştur 1 Mayıs. İlk kutlamanın emekçi kitleler üzerindeki

canlandırıcı etkisini gören işçiler bu kutlamayı her yıl tekrarlamaya karar verirler. Kendi iradeleri ile işi

bırakan ve üretimden gelen gücünü hisseden işçiler için bundan daha cesaretlendirici bir şey

düşünülemezdi zaten. Tüm dünyadaki emekçi kitlelere büyük bir hızla yayılan bu bilinç 1886’da

Amerika’da 200 bin Amerikalı emekçinin iş bırakmasını sağlamış, ardından gelişen olaylar sonucunda

4 Mayıs 1886’da Haymarket Olayı olarak bilinen ve günümüz 1 Mayıs’ının temelini oluşturan hadise

gerçekleşmiştir. Haymarket Olayı’nın öncesinde gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de siyah ve

beyaz işçilerin omuz omuza siyahların girmesi yasak olan Louisville Ulusal Parkı’na girmeleridir. Irk,

renk, dil, din ayrımı yapmaksızın kapitalizmin ezdiği emekçiler tüm bu farklılıkların önemsiz olduğunu

görerek kol kola yürümesini bilmişlerdir. Haymarket Olayının ardından birkaç yıl boyunca

kutlamaların yapılması engellenmiş fakat işçi sınıfının bu onurlu hareketi 1890’da yeniden can

bulmuştur.

1889’da İkinci Enternasyonal’de bir Fransız işçi temsilcisinin önerisi ile tüm dünyada 1 Mayıs’ın

emekçilerin birlik ve dayanışma bayramı olarak kutlanması kararlaştırılmıştır. O günden beri her yıl

dünyanın dört bir yanında işçiler tüm baskılara, katliamlara rağmen 1 Mayıs’larda alanlardadırlar.

Ülkemizde ise 1 Mayıs denildiğinde maalesef Kanlı 1 Mayıs’lar gelir akıllara. 1977’de Taksim’de 34

kişiyi hayattan koparanlar kimi iddialara göre CIA ajanlarıdır kimilerine göre ise sermayenin uşakları.

1996’da Kadıköy’de ise polis çıkar sahneye. Sermaye, sınıfı sindirmek için her yolu her aracı

kullanmaktadır. O yüzden işin arkasında kimin olduğuna dair bir ayrım yapmak gerekmez. Bu

mücadelede saflar bellidir: Bir yanda emekçiler diğer yanda ise emek düşmanları.

Günümüzde 1 Mayıs daha fazla önem arz ediyor. İdeolojik ve ekonomik yönlerden sıkıştırılan

emekçiler zorlukla hayata tutunuyor. Her yıl iş kazalarından onlarca insan hayatını kaybediyor. Bir

anne çocuğunu doyuramadığı için intihar ediyor, diğeri ise bedenini satmak zorunda bırakılıyor.

Page 5: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Emekçilerin çocukları paraları olmadığı için okuyamıyor. Çocuk işçiler tuğla fabrikalarında, boya

sandıklarında, merdiven altı dükkânlarda gelecek için hayaller kurmaktan yoksun bırakılıyor. Kot

taşlama işçileri akciğerlerini kaybediyor, geçinmek için evlerine bir lokma ekmek götürebilmek için

ölüme yürüyorlar bile bile.

Biz yine de geleceğe umutla bakmayı sürdürüyoruz. Bir gün yepyeni bir güneşin doğacağına, tüm

haksızlıkların son bulacağına olan inancımızı inatla sürdürüyoruz. İşte bu yüzden bugün her zaman

olduğundan daha gür bir şekilde haykırıyoruz: “Yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın emekçilerin onurlu

mücadelesi!”

İlker Aydın

http://komuncusourtimes.blogspot.com/

Page 6: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

PARKTAKİ ADAM Serin bir ilkbahar sabahında, Öğretmen Tahsin Toksoy Çocuk Parkı’nın turkuaz

renkli tahta banklarından birinde ölü bulunduğunda artık yurt çapında ünlü biriydi Parktaki Adam. Hiç akrabası olmamasına rağmen cenazesine iki yüz kadar insan katılmış, hep beraber “iyi bilirdik” diye bağırmıştı. Aslında neredeyse hiçbirinin onunla konuşmuşluğu, tanışmışlığı, iyi bilmişliği yoktu. Ağlayan da yoktu aralarında. Sadece basit bir merakla gelmişlerdi, tıpkı onlarca gazeteci ve muhabir gibi. Ana haber bültenlerinde “Parktaki Adam parkta öldü,” alt başlığıyla doksan saniyelik bir haber olacak, gazetelerin arka sayfalarında yıllar önce o parkta çekilmiş bir fotoğrafı ve on satırlık yazıyla ölümü duyurulacak ve unutulup gidecekti. Fotoğrafların kimisinde karlı havada, kimisinde çiseleyen bir yağmurda, kimisinde de yakıcı güneşin altında görünecekti ama o hiçbir şeyi umursamayan ileriye dikilmiş gözleri hepsinde aynı olacaktı.

* * * Parktaki Adam, ilk kez 27 Kasım 2004’te oturmuştu banka. Sabah güneşin

doğmasıyla, bilinmeyen bir yerden gelip, geceki yağmurdan sırılsıklam olmuş bankın sol tarafına umursamazca kurulmuştu. Yaprakları dökük ağaçlardan, boş kaydırak ve salıncaklardan başka bir tanığı yoktu bu ilk oturuşun. Daha sonra okula giderken oradan geçen birkaç çocuk hayal meyal görecek ama ehemmiyet vermeyeceklerdi. Neden umursasınlardı ki? Saat ilerledikçe adımları hızlanan çocuklar, sabahın köründe okul yollarına düşmüş, kalın kalın montlarının içinde büzülmüşken yaşlı bir adama neden dikkat etsinlerdi? Okunmaya başlayan andımızın sesi oraya kadar ulaşıyor, geç kalmış çocuklar sırtlarındaki çantaların ağırlığını hissetmeden koşturuyorlardı önünde. Ama o, gözlerini çevirmiyordu bile. Parkın ortasındaki salıncak ve kaydıraklara bakıyor, burnundan sızan ince beyaz soluk dışında yaşadığına dair bir belirti bile vermiyordu.

Saatler ilerledikçe, parkın yanındaki taksi durağının şoförleri, nereden gelip nereye gittiği belli olmayan insanlar, okullarından çıkan sabahçılar, okula giden öğlenciler, okullarından çıkan öğlenciler, ve yine nereden gelip nereye gittiği belli olmayan insanlar silsilesi geçip gitti önünden. Biri bile dönüp bakmadı.

Hava kararırken sakince kalktı yerinden. Sabah geldiği gibi ağır ağır uzaklaştı.

* * * “Bu adam her gün mü geliyor lan?” lafları öğrenciler arasında 3 Aralık’ta,

taksiciler arasında 4 Aralık’ta, etraftaki apartmanlar arasında 5 Aralık’ta başladı. 6 Aralık’ta yanına elinde iki ekmek arasıyla genç bir taksici oturdu. Hava açık ama soğuktu.

“Amca buyur, acıkmışsındır,” diye ekmeklerden birini uzattı. Yaşlı adam, başını hafifçe çevirip ekmeğe hayatında ilk defa böyle bir şey görüyormuş gibi baktı. “Al amca çekinme. Salam kaşar var içinde.”

Page 7: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Eldivenli elini cebinden çıkardı. Hafifçe titriyordu. Acemice uzandı ekmeğe. Taksici, ekmeği amcanın eline tutuşturdu. Yaslanıp kendininkinden koca bir ısırık aldı. Amca da onun bu ısırığını ve sonra lezzetli olduğunu işaret eden mimiklerini inceledikten sonra ekmeği ağzına götürdü. İncecik bileği göründü paltosuyla eldiveninin arasından.

“Bir deri bir kemik kalmışsın amca, evdekiler bakmıyor mu sana?” diye yarım bir neşeyle sordu taksici. Bir yerden muhabbete girmek istiyordu ama amca hiç pas vermiyordu. Taksici arkadaşları “gidip bir sor bakalım, kimin nesiymiş,” diye onu göndermişlerdi. Eline de bu ekmek aralarını tutuşturmuşlardı.

“Duymuyor musun yoksa amca sen?” diye bağırdı sağ işaret parmağıyla kendi kulağını işaret ederek. Yaşlı adam baktı ama en ufak bir tepki göstermedi. Ekmeğinden periyodik ısırıklar almaya devam etti. Taksici de bir süre daha onu konuşturmaya çalıştıktan sonra cayıp durağa döndü.

“Ee ne dedi?” “Hiçbir şey demedi valla. Kafa gidik galiba, anlamadım.” “Neyse, siktir et.” “Adam bir deri bir kemik kalmış yalnız. Paltonun içinde belli olmuyor ama hiç iyi

görmedim.” “Aç mıdır, evsiz midir acaba?” dedi başka bir taksici. “Ekmeğe öyle çok açmış gibi de saldırmadı ama, bilemiyorum.” “Allah Allah.” O sırada durağın telefonu çaldı ve konu unutuldu. Ama merak ve endişe gün

geçtikçe arttı. Hemen hemen her gün yiyecek bir şeyler götürüp konuşmaya çalıştılar, birkaç kişi beraber gittiler, hatta taksi için durağa gelen bir doktora göstermek için hep beraber durağa taşıdılar. Doktor isteksizce şöyle bir muayene edip biraz zayıf olduğunu ama sağlığında önemli bir problem görünmediğini söyledi. Hiç konuşmamasının psikolojik bir sorun olabileceğini, bunun da kendi işi olmadığını anlattı.

İlk gün ekmek götüren taksici -adı Serhat’tı- bir gün eve dönüşünde yaşlı adamı takip etti. Dört sokak ötede sıradan bir apartmanın giriş katında oturduğunu gördü. Adam içeri girdikten sonra peşinden kapıyı çaldı ama açan olmadı. Karşı kapıya vurdu. Pijamalı genç bir kız çıktı karşısına. Makyajsız, dağınık saçlı ve olabilecek en sıradan görünümündeydi ama bu haliyle bile öyle güzeldi ki karşısında nutku tutuldu Serhat’ın. Lafı eveleyip geveleyince kız annesini çağırdı. Pembe bulaşık eldivenleriyle tipik bir anne figürü belirdi. “Buyur çocuğum?” dedi.

“Şey, ben parkın oradaki durakta çalışan bir taksiciyim de. Karşı dairede oturan amcayla ilgili…” Bir an duraksayıp sözcükleri kafasında toparladı. “Şöyle söyleyeyim, bu amca birkaç haftadır her gün kar kış dinlemeden parka gelip bir bankta oturuyor, akşam da eve dönüyor. Konuşmaya çalıştık ama tepki vermiyor. Arkadaşlar da merak etti. Hatta doktora gösterdik falan. Ben de bugün nerde oturuyor diye takip edeyim dedim. Az önce eve girdi ama kapıyı açmıyor. Onu soracaktım ben, yani…”

Orta yaşlı kadın başını sallayarak dinledi. “Evet çocuğum, duyduk biz de. Her gün gidip parkta oturduğunu falan. Yıllardır komşumuz aslında kendisi. Önceden bir oğlu

Page 8: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

vardı. Daha önce karısı da vardı tabii ama rahmetli olunca oğluyla kaldılar.” Bir adım geri gitti. “İçeri geç istersen, anlatayım etraflıca. Ayakta kalma böyle.”

“Şey, ben hiç girmeyeyim isterseniz. Rahatsız etm…” “Aa, olur mu hiç? Temiz bir çocuğa benziyorsun. İlgilenmişsin de Kemal amcayla.

Geç içeri geç geç.” Pembe eldiveniyle neredeyse zorla içeri sokacaktı genç adamı. Oturma odasını

gösterdi. Kimse yoktu, televizyon kapalıydı. Güzel kız odasına çekilmiş olmalıydı. Ev sahibesi, şaşılacak bir hızla önüne çay ve kurabiye koydu. Karşısına oturup

anlatmaya başladı. Kemal amca ve oğluyla ilk tanışmalarından o güne kadarki her şeyi tüm ayrıntılarıyla gözünü kırpmadan döküyordu. Serhat bir yerden sonra dikkatini kaybetti, istese de bazı ayrıntıları algılayamamaya başladı. Ama bir bahane bulup kalkmak da istemiyordu. Özellikle Ceyda’yı yeniden görme ihtimali varken. Annesinin konuşmalarından kızın adını, okuduğu üniversiteyi, yaşını, doğduğu yeri ve hatta çocukluğunun Kemal amcayla bağlantılı bir iki noktasını öğrenmişti bile.

Teyze çayını beşinci kez dolduracakken, Serhat duraktakileri düşünerek artık gitmesi gerektiğine kadar vermişti. “Sağ olasın Semra teyze, ben daha almayayım. Duraktakiler bekler, kalkayım artık.”

“Otursaydın oğlum.” “Kemal amca için belki yine uğrarım teyzecim, ellerine sağlık. Kurabiyeler şahane

olmuş.” “Ceydaaaa, kızım gelsene, misafirimiz gidiyor,” diye belirsiz bir yere seslendi

Semra teyze. “Rahatsız etmeyelim şimdi,” diyerek kapıya yöneldi Serhat. Montunu askılıktan

alırken kız odasından puflayarak çıkıp geldi. “Annem seni de alıkoydu değil mi? Hep böyle yapıyor işte,” deyip kolunu

annesinin boynuna doladı. “Ne var kızım? İki çift laf ettik.” “Tabii tabii, bilirim ben o iki çifti,” diye gülümsedi. Gülünce daha da güzel

oluyordu. Ayakkabılarını hızlıca bağlayıp iki bayana “hoşça kalın,” dedi. “Güle güle çocuğum,” dedi Semra teyze. Ceyda’nın tepkisiyle küçük bir el sallama

hareketi oldu. Ama bazen bu bile yeterdi saatlerce düşünmek için. Aşkın o bilindik belirtileriyle durağına döndü Serhat.

* * * “Amca kurtar beni n’olur!” diyerek yanına oturdu on iki - on üç yaşlarında bir

çocuk. Üzerinde ortaokul kıyafetleri, kalın bir mont ve lacivert bir sırt çantası vardı. İyice yaklaşıp koluna girdi. “Dövecekler amca.”

“Gel lan buraya, orospu çocuğu,” diye bağırdı oraya doğru koşan başka bir çocuk. Sırtında çanta yoktu, elindeki yırtık pırtık bir defterle geliyordu. Uzun boylu, iri yapılıydı ve bir adım arkasından üç çocuk daha sırıta sırıta koşturuyorlardı.

Page 9: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Parktaki Adam’la ona sığınan çocuğun karşısına geçip durdu. Ellerini dizlerine koyup derin derin nefes aldı. Diğer çocuklar da en az onun kadar yorulmuşlardı. Kovalayanların başı, bir çocuğa bir amcaya baktı. “Oğlum sen kimsin, Leyla’nın etrafında dolaşıyorsun?”

“Ya ben Leyla’nın etrafında falan dolaşmıyorum.” “Hadi len ordan,” dedi kovalayanlardan bir başkası. “Bugün tenefüste kantinde

yan yana sıra bekliyordunuz. Gülüşüyordunuz bir de.” “Ya yemin ederim benim Leyla’yla alakam yok. Ben Sevgi’yi seviyorum bir kere.”

Bunu söylerken kıpkırmızı olmuştu. Kovalayanların hepsi birden kahkaha attılar. “Ulan o ineğin nesini seviyorsun?”

“Seviyorum işte, size ne?” “Bak bana,” dedi başkovalayan, “seni bir daha Leyla’nın yanında göreyim ya da

böyle bir şey duyayım…” duraksadı, amcanın onu sertçe kesen gözlerine bir bakış attı, “sen biliyorsun ne yapacağımı.”

Çocuk cevap vermedi. Dört kovalayan, ağır ağır kabadayıca bir yürüyüşle çekip gittiler. Çocuk derin bir nefes aldı. “Amca, çok teşekkür ederim, sen olmasaydın beni çok pis döverlerdi.”

Cevap gelmedi, sadece yüzüne baktı ve gözünü kırptı. “Seni benim bir şeyim sandılar. Neyse ki her gün buradan geçmiyorlar, yoksa

bilirlerdi hep burada oturduğunu.” Sustu, bekledi, devam etti. “Sen neden hiç konuşmuyorsun amca?” Sustu, bekledi, devam etti. “Adın ne amca? Benimki Emre. Onlara yalan söyledim, Leyla’yı seviyorum aslında. Ama Coşkun da seviyor onu. Gerçi o da söyleyemedi. Sadece böyle adam dövmeyi beceriyor. Nefret ediyorum ondan. Aynı sınıfta değiliz ama teneffüslerde hep bizim oralarda dolaşıp Leyla’yı izliyor. Orta sonda bu sene, ama seneye de kurtulamıycam. Bilerek sınıfta kalacakmış, sırf Leyla için. Off, nasıl kurtulabilirim bilmiyorum.” Sustu, bekledi, ayaklandı, sırt çantasını düzeltti. “Neyse amca, ben gidiyorum, annem geç kalınca oklavayla dövüyor. Bay bay.”

Parktaki Adam, kısa bir süre arkasından baktı, sonra tekrar tam karşıya dikti gözlerini.

* * * Başkomiser Ergün Atamanlı öfke kontrolü için sürekli sakız çiğneyen kırklı

yaşlarında bir adamdı. İki polis nezaretinde getirilen yaşlı adamı görünce sakızı ön dişlerinin arasına sıkıştırıp ikiye bölecek kadar sıktı.

“Bu kim lan?” “Gülten Hanım’ın şikâyetçi olduğu adam amirim.” “Ha şu parktaki adam.” İki genç polis başlarını sallayıp yaşlı adamı yavaşça

koltuğa oturttular. “Ee, neymiş?” “Ağzından bir şey alamadık amirim. Parkın yanındaki taksi durağından bir

arkadaş, bu amcanın her gün parka gelip aynı bankta oturduğunu, hiç konuşmadığını söyledi. Diğer taksiciler de onayladılar.”

“Kimin nesiymiş? Bilen yok mu?”

Page 10: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

“Valla adı Kemal’miş. Taksici apartmanını biliyor. Karşı dairede oturanlardan ayrıntılı bilgi alabileceğimizi söyledi; ama olağanüstü bir durum yokuş. Sıradan bir adammış yani önceden.”

“Dört aydır, her gün güneş doğarken parka gelip güneş batarken giden katatonik bir adam olmuş,” diye araya girdi diğer genç polis.

“Katatonik ne lan?” “Öylece donup kalma hastalığı diye biliyorum amirim.” “Allah Allah,” deyip yaşlı adama doğru eğildi Başkomiser Ergün. “Nasılsın amca?

Duyuyor musun beni?” Tepki gelmedi. Gözbebekleri bile kıpırdamadı. “Amca, kadının biri senden şikâyetçi, haberin var mı?” Gözünü kırptı sadece. Herhangi bir anlamı yoktu bu kırpışın. “Kapkaççı önündeymiş, sen hiçbir şey yapmamışsın.” Sesini gayri ihtiyari

yükseltmişti. Sanki yüksek konuşursa duyacakmış gibi. “Adam senin önünde düşüp yere kapaklanmış. Ama kılını kıpırdatmamışsın yakalamak için.”

Cevap gelmeyince polislere döndü. “Ne saçma bir şey lan bu? Yaşlı başlı adam. Ne yapacak, dövecek mi kapkaççıyı? Geri zekâlı karı yedirememiş kendine çantasını kaptırmayı, millete bok atıyor. Götürün bunu da aldığınız yere. Kadın bir daha gelirse de def edin gitsin.”

“Peki amirim.” “Ha gelirken bir paket sakız alın. Aynısından.” “Tamam amirim.” Polisler adamın kolundan tutup dışarı çıkardılar. “Mal bunlar yemin ediyorum,”

dedi Başkomiser arkalarından, “harbiden malın önde gidenleri. Adamı buraya kadar getirmişler bunun için. Tövbe estağfurullah.”

* * * “Oğlum, okul gazetesine çalışıcaz diye geldik sizin eve; saatlerdir Playstation

oynuyoruz,” dedi 4-1 yenilmekte olan Fuat. Manchester United’ı seçmediğine pişmandı. “Dur dur, şu maçı bitirelim bakarız o işe,” dedi Yücel. “Saat altı oldu amına koyayım, annem söylenmeye başlamıştır evde.” “Şişşt, sus lan, ablam duyacak, küfür etme. Aha kaptım topu. Kluivert ceza

sahasına giriyor, sağa çekti topu, şuuut ve goool. Tam doksana! Barcelona, Figo’lu, Zidane’lı Real karşısında 5-1 öne geçiyor.”

“Tamam lan, yendin işte,” diye beyaz kolu yere bıraktı Fuat. “Yendim şişirdim, dolma yaptım pişirdim, ehehe.” “Gazete diyorum gazete! Ne yapıcaz? Güzel bir haber bulmamız lazım.” “Tamam işte, bunu haber yapalım. Barcelona’nın galibiyetini yazalım spor

sayfasına.” “Şımarma lan hemen.” “Tamam tamam,” dedi Yücel televizyonu kapatırken. Koltuğuna döndü, saçını

kaşıdı, gözlüğünü düzeltti ve haberi buldu. “Aha buldum lan.”

Page 11: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

“Neymiş?” “Parktaki amcayı yazalım.” “Nasıl parktaki amca?” “Her gün parka gelen amca var ya…” “Biliyorum lan onu. Bir senedir orda zaten. Nasıl haber yapıcaz?” “Araştırmacı gazetecilik yaparız. Uğur Dündar gibi. Bir taksici abi var tanıdığım.

Serhat abi. O biliyordur bir şeyler. Kimmiş, neden her gün geliyormuş oraya…” “Tamam lan, yarın okuldan çıkar çıkmaz koyulalım işe.” “Bu kadar basit işte,” diye omuz silkti Yücel. “Var mısın son bir maça?” “Varım lan, bu sefer Manchester’ım.” “İstersen dünya karması ol. Havada karada yenerim seni.” Birkaç gün sonra Parktaki Adam, ilk kez bir basın organında yer aldı. Güneşli bir

havada, ince bir gömlekle, tam karşıdaki kaydıraklara gözünü dikmiş halde bir fotoğrafıyla Doktor Necmettin Muazzam İlköğretim Okulu’nun haftalık öğrenci gazetesinde haber oldu. Böylece öğrenciler, öğretmenler ve bazı veliler ondan haberdar oldu.

* * * Bankı işgal edişinden bir sene kadar sonra hemen hemen hiç yalnız kalmamaya

başladı Kemal amca. Dertlerini anlatmak için yanına gelenler, ona yiyecek getiren taksiciler, bıyık sakal çizmeye çalışan çocuklar derken hiç konuşmadığı halde bolca tanıdığı olan biri haline geldi. Hatta bir keresinde parkta top oynarken kaleci bulamayan çocuklar onu kaleye koydular. Hiç şikâyet etmedi, üzerine gelen topların hepsini kurtardı.

* * * Bir sonbahar sabahı kendi bankında Başkomiser Ergün Atamanlı’nın oturduğunu

gördü. Bankın başına gelip dikildi. Ergün, devirdiği dört beş bira kutusunu yere savurup ona bankta yer açtı. Kemal amca oraya oturdu ve her zamanki gibi kaydırağa bakmaya devam etti.

“Günaydın amca,” diye mırıldandı Ergün. Burnunu çekti, kollarıyla gözlerini kuruladı. Gece boyunca çok gözyaşı dökmüştü. “Ben de senin gibiyim, biliyor musun?” dedi.

Bekledi, siyah bir poşetten bir kutu daha bira açtı, yarısını dikti kafasına. Boğazına kaçtı, öksürdü. “Ben de senin gibiyim amca,” diye tekrarladı sonra. “Hayatta hiçbir şey ilgilenmeye değmiyor artık. Konuşmaya bile gerek yok aslında. Haklısın bence burada oturup hiç konuşmamakla. Ölümü beklemek ve seyretmek. Belki de zaten yaptığımız bu. Ne diye çabalıyoruz ki? Başladığımız nokta ve bitiş noktamız ne yaparsak yapalım değişmiyor. Şimdi diyeceksin, niye böyle konuşuyorsun? Derdin ne?”

Burnunu çekti, birkaç derin nefes aldı. Bulanık görmeye başlamış gözlerini kırpıştırdı.

Page 12: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

“Dert,” dedi, “öyle göreceli bir şey ki. Kimisi âşık oldum diye dertlenir, kimisi hastayım diye, kimisi param yok diye. Kimse diğerinin derdini anlamaz ki. Aşığın derdini başka bir âşık bile anlamaz. Kendi aşkı en büyük aşkmış, en dertli kendisiymiş gibi düşünür. Diğerlerinin aşkı yalandır sadece. Diğer dertler de aynı. Hiçbir fark yok.”

Parktaki ağaçlardan birinden sarı bir yaprak düştü ikisinin arasına. Başkomiser yaprağa baktı, baktı, baktı, sonra yine konuştu. “Bence bütün katiller haklı. Binlerce suçlu yakaladım. Haklı bir sebebi olmayan bir katil görmedim. Adam karısını başkasıyla yatakta basıyor en basitinden. Kendince haklı onları öldürürken. Düşmanını öldürmek mesela. Bundan daha doğal bir şey var mı? O senin düşmanın, bu dünyada yaşadığı sürece başına dert açacak. En temiz yöntem cinayet. Ya da senin yaptığın bir suçu gören kişiyi öldürmek. Eğer öldürmezsen hayatın kayacak. Haksız değilsin ki.”

Elindeki kutuyu bitirdi, buruşturdu, attı. “İçinden soruyorsun, duyuyorum. Sen kimi öldürdün diyorsun. Kimi öldürdün de kendini haklı çıkarmaya çalışıyorsun? Çok uzun hikâye be amca. Anlatmaya dermanım yok şerefsizim. Ama yine haklı olan benim. Her katil gibi ben haklıyım.”

Telsizini gösterdi Parktaki Adam’a. Açtı, ağzına yaklaştırdı. “3440’tan 3460’a, 3440’ten 3460’a. Tahsin Toksoy Parkı’ndayım. Şu kataponik midir nedir, o amcanın yanında. Gelip alabilirsiniz.”

“Belki de,” dedi Kemal amca’ya dönüp, “hapse girmek çok da kötü bir şey değildir. Senin şu durumunda ne farkı var ki içeride olmakla dışarıda olmanın? Değil mi?”

On beş dakika sonra bir polis arabası geldi. Daha önce sakız alması için emir verdiği iki polis, Başkomiser Ergün’ün kollarından tutup götürdüler.

“Abi bu iş zıvanadan çıktı,” dedi polislerden biri arabayı çalıştırırken. Başkomiseri arka koltuğa bırakmışlardı. Adam hemen sızmıştı.

“Bence de ya. Her gün her gün bir yerden topluyoruz adamı.” “Kafayı yedi abi iyice. Müdüre bildirmemiz şart. El koysunlar şu duruma.” “Onlar bilmiyor mu sanki? Adam deli ama yetenekli. Akıllarını okuyormuş gibi

buluyor katilleri. Seziyor mudur nedir? Neyse, biraz sonra uyanınca aklı başına gelir gene.”

“Olan bize oluyor amına koyayım. Sabahın köründe adamın peşine dolaşıyoruz. Allahtan her seferinde telsizle yerini söylüyor.”

“Bu yaşlı amcaya da taktı kafayı. Kaçıncı gelişi buraya?” “En az on kez oldu. Her seferinde buraya gelse de yerini bilsek bari.” “Dur dur, şuradan bir sakız alıp geleyim.”

* * * Semra teyzenin genç bir akrabası, ulusal bir gazetede çalışmaya başlayınca Kemal

amca ulusal basına taşınmış oldu. Yirmi altı yaşındaki İlker Karan, Kemal amcanın hikâyesini dinler dinlemez bunu haber yapabileceğini düşünmüş, iki gün sonra patronundan onay almıştı bile.

Kıştı. Usul usul yağan kar, Parktaki Adam’ın omuzlarında birikiyor, çekilen fotoğrafı daha da dramatikleştiriyordu. Üç senedir her gün aynı bankta oturan adam

Page 13: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

hikâyesi, gazeteye çıkışının ertesi günü televizyona taşındı. İki ayrı kanal tarafından ana haber bültenlerinde gösterildi. Neden bu hale geldiği muallâktı ama yine de halk için ilgi çekiciydi. Belki de ilgi çekici olmasının esas sebebiydi bu gizem.

Haberlerden sonra ziyaretçileri iyice arttı. Beraber fotoğraf çektirmek isteyen, konuşturmak için elinden geleni yapan, hatta bunun için gizli bir rekabete giren yüzlerce insan türedi.

Konuşmadı.

* * * Üç sene önce “Amca kurtar beni n’olur!” diyerek yanına gelen çocuk, bu kez

perişan halde gelmişti. “Leyla terk etti amca beni,” dedi. Sabahın erken saatleriydi. Parkta kimse yoktu.

Çocuk, buz gibi havada incecik giyinmişti. “Arkadaşları söylemişti hayatında başka biri var diye, inanmamıştım. Doğruymuş.

Ne yapacağım ben amca? Biliyorum sen de içinden ‘daha on beş yaşında çocuksun, önünde nice kızlar var’ diyorsundur. Ama öyle değil işte. Leyla benim ilk ve tek aşkım. Bıyıklarım bile terlemedi ama aşk acısından ölüyorum amca.”

Gözyaşları yanağından süzüldü. Titreyen ellerine baktı. Soğuktan bembeyaz olmuşlardı. Burnundan akan sümüğü donacaktı neredeyse.

“Sigaraya başladım, biliyor musun?” dedi. “Bir haftadır deli gibi içiyorum. Annem de fark etti. Yalvarıyor içmeyeyim diye. Çok üzüyorum onu, farkındayım. Ama Leyla…”

Sustu. Kafasındaki sözcüklere dökemiyordu artık. Kalktı. Ayağındaki spor ayakkabılar, birkaç dakikaya silinecek izler bıraktı karda.

* * * Serhat ve Ceyda birlikte geldiler müjdeyi vermeye. “Evleniyoruz Kemal amca,”

dedi Serhat. Tam karşısında eğilmiş, ellerini avuçlarının arasına almış, gözlerinin içine bakıyordu Parktaki Adam’ın. “Senin sayende tanıştık, senin sayende evleniyoruz. Hiç öyle boş boş bakma, seni de götüreceğim düğünümüze. Haftaya bugün.”

Ceyda, bu karşılıksız muhabbeti gülümseyerek izledi.

* * * Başkomiser Ergün Atamanlı bir yaz sabahı, Kemal amcayla yan yana otururlarken

silahını çıkardı ve kendi kafasına sıktı. Başı kucağına düştü, kanı üstünü başını mahvetti, ama Parktaki Adam yine hiçbir tepki vermedi. Bir saat kadar sonra iki polis, başkomiserlerini almaya gelip manzarayı görünce şok oldular. Üzerine kan sıçramış bir mektup gördüler.

“Ben katilim,” diyordu notta, “her katil haklıdır ve her katil ölümü hak eder.”

* * *

Page 14: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Serhat ve Ceyda, çocuklarını ilk kez parka getirdiklerinde Kemal amca hâlâ oradaydı. Can adındaki bebeğin Kemal amcaya verdiği ilk tepki burnuna parmağını sokmaya çalışmak oldu.

* * * Yusuf ve Fuat lisede ayrı okullara gittiler; ama park onların buluşma yerlerinden

biri oldu. Cevap alamasalar da hal hatır sormadan geçmediler Parktaki Adam’a.

* * * Kapkaççıya çantasını kaptıran kadın ne zaman Kemal amcanın önünden geçse

söylendi, cıkcıkladı, adamın kendisini fark etmesi için elinden geleni yaptı. Ama o karşılık vermedi.

* * * Leyla’ya âşık olan çocuk, başka bir kızla kol kola geçti önünden.

* * * Başkomiserin ölümünden sonra olayı araştıran polisler, onun seksenli yıllarda

solculara işkence yapıp bazılarının ölümüne sebep olanlardan biri olduğunu öğrendiler. Onu suçlayabilecek tüm deliller silinmişti ama yazdığı günlüklerden birinde her şeyi itiraf ediyordu. Günlük, intiharından üç sene sonra yazlığında tesadüfen bulundu.

* * * İşte böyle sevgili okur. Kıpırdamayan, konuşmayan, sadece oturan Parktaki Adam

yedi buçuk sene sonunda bir bahar sabahı ölü bulunduğunda onlarca insanın hayatını öyle ya da böyle etkilemişti. Bir kelebeğin kanat çırpışı bile çok uzaklarda fırtına koparabiliyorsa, buna çok da şaşırmamak lazım.

Benim anlatmak istediğim, hayattan ucu Kemal amcaya dokunan küçük kesitlerdi. Eğer fizikötesi şeyler hoşunuza gitmiyorsa okumayı burada kesebilir, parklarda boş boş oturan yaşlı insanlara karşı küçük bir farkındalıkla bu sayfanın başından ayrılabilirsiniz. Ama işin daha derinine inmekten, hayatın karanlık tarafına da biraz olsun nüfuz etmekten korkmuyorsanız sonraki paragrafa geçebilirsiniz.

* * * 26 Nisan 2012 Perşembe sabahı saat 06.09’da Öğretmen Tahsin Toksoy Çocuk

Parkı’nın doğuya bakan turkuaz renkli tahta bankındaki yerine oturdu Kemal amca. Ortalık ıpıssızdı. Güneş henüz binalardan sıyrılıp gösterememişti yüzünü.

İki adam geldi, bankın başına dikildi. Biri gölge gibi simsiyah giyinmişti. Kışın ortasındaymış gibi her yerini kapatmış, eldiven, bere ve atkısını takmış, gözüne güneş

Page 15: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

gözlüğü geçirmişti. Diğerinin üzerindeyse sıradan kareli bir gömlek ve siyah bir kot pantolon vardı. Biraz merak, biraz ilgiyle önündeki yaşlı adama bakıyordu. Hiç kıpırdamadığını fark edince eğilip elini adamın gözünün önünde salladı ama tepki alamadı.

Doğruldu, kara giysili adama bakıp kollarını kavuşturdu ve açıklamasını bekledi. “Cezalandırıldı,” dedi siyahlı, başka bir dünyadan geliyormuşçasına boğuk, tuhaf,

cinsiyetsiz bir sesle. Normal giyimli adam kaşlarını çattı. “Cezalandırıldı mı?” “Gördüğün adam değil, içindeki.” “İçindeki?” “Bu beden sekiz sene önce ölmüştü. Cezalandırılması gereken bir An-Ziu onun

bedenine hapsedildi.” “Adamın ölümüyle sizin bir ilginiz yok, değil mi?” Kara eldivenleriyle kara gözlüklerini çıkardı. Sarı sarı parıldayan kedi misali sivri

gözleriyle baktı. “Adamın adı Kemal Karsaklı’ydı. Seksen üç yaşında memur emeklisi bir adamdı. Yalnızdı. Bir gece kalp krizi geçirdi ve öldü. Addelzehr’i onun bedenine hapsettim.”

“İnfaz yöntemleri dersi yani bu,” dedi normal giyimli adam alaycı bir şekilde. Korkunç gözlerden korkmuyordu.

“Bir An-Ziu’yu hiçbir yere hapsedemezsin Pir Eren Çağıl.” İsminin tamamını, vurgulu bir şekilde söylemişti. Öğretmen moduna girdiğinde hep böyle yapıyordu. “Biz duvarlardan geçeriz, zincirleri kırarız, sizin fiziksel dünyanızın sınırları bizim için sınır değildir. Her ne kadar aynı dünyada yaşamak zorunda olsak da.”

“Biliyorum,” dedi Pir. “Bildiğini biliyorum. Hâlâ uykudan ayılamamış gibi görünüyorsun. O yüzden

hatırlatayım dedim.” Pir gülümsedi. Odnizan kadar çirkin bir yaratığın da espri yapabilmesi ilginç

geliyordu halen. Oysa aylardır sıkı fıkıydı bu tuhaf öğretmenle. “Neden bugün geldik peki?” “Cezanın sonu. Birazdan serbest bırakılacak.” “Suçu neydi?” “Addelzehr, elektromanyetik dalgalarla beslenen bir An-Ziu.” “Elektromanyetik dalga mı?” “Son yirmi beş yılda çok güçlendiler. İnsanlığın elektronik devriminden önce

sadece güneşin yaydığı radyasyonla idare ettiklerinden çok zayıflardı; ama artık her yer onlar için besin dolu. Daha çok enerji aldıkça daha güçlü hale geliyorlar. Addelzehr ve yanına topladığı bazı diğer bu tür An-Ziular kendilerini Ziu âleminin hâkimi ilan etmeye çalıştılar. Ama deneyimleri yok. Çocuk gibiler. Başaramadılar tabii. Cüretleri sebebiyle böyle bir cezayı da hak ettiler.”

“Başkaları da mı var böyle?” “Dünyanın çeşitli yerlerinde, tam olarak yirmi üç tane.” “Bir dakika. Ben şimdi hatırladım bu adamı. Bir ara televizyonda haber olmuştu.

Her sabah gelip her akşam eve gidiyor, hiç konuşmuyor falan.”

Page 16: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Odnizan başını salladı. “Neden böyle bir şey yapıyor peki? Cezası boyunca evde kalsaydı olmaz mıydı?” “Onun cezası aslında hapis değil, belirsizlikti,” dedi Odnizan. “Nasıl yani?” “Onu Kemal Karsaklı’nın bedenine yerleştirirken cezasının süresini belirtmedim.

Herhangi bir gün, gün doğumundan gün batımına kadarki herhangi bir sürede bu parka gelip onu serbest bırakacağımı söyledim. Eğer o sırada parkta değilse cezası artmış olacaktı; çünkü sürekli buraya gelemeyecek kadar meşgul bir An-Ziu’yum.”

“O da bir an önce kurtulmak için her gün buraya gelip bekliyordu.” “Evet.” “Peki neden bu insan bedenini kullanıp başka şeyler yapmıyordu?” “İnsan bedeni onlar için çok ters. Senin ruhunu bir bitkinin içine koysam nasıl

hissederdin? O da aynen böyle hissediyordu. Kullansa bile onu ilgilendiren, onun yapmak isteyeceği hiçbir şey yoktu.”

“Her neyse, artık serbest bırakalım. Aklının başına gelip gelmediğini zaman içinde öğreneceğiz,” deyip yaşlı adama döndü.

“Nasıl serbest bırakacaksın?” derken yaşlı adam aniden banka yığıldı. “Bıraktım bile,” dedi Odnizan. “Nerede?” “Onlar insanlara görünmeyi hiç beceremezler. Gökyüzüne doğru süzülüp gitti.” Pir, aydınlanmaya başlayan göğe doğru şöyle bir baktı. Bir şey görmeyeceğini

bildiği halde. “Gidelim,” dedi Odnizan. “Cesedi böyle bırakacak mıyız?” “Elbette. Merak etme, sahipsiz kalmayacak. Çok arkadaş edindi.” “Arkadaş mı edindi?” Gözlüğünü tekrar takıp yola düştü Odnizan. “Bazen yalnızlık imkânsızdır Pir. Ne

yaparsan yap. Her neyse, buna çok takılma. Daha bizim âlem hakkında öğreneceğin çok şey var.”

SON Gökcan ŞAHİN

http://gokcansahin.blogspot.com/

Page 17: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

ÂBİS BİR KÖŞE

Ağızlarımızdaki en süslü laflardandır özgürlük. Yaşadığımız esarete inat ona doğru

yürürüz istisnasız hepimiz. Ona doğru gidiyoruz diye o yolu sorgulamayız birçok zaman, yol

hep düz değildir tabii ki… Bazen bir engeli aşmak için ters istikamete de gideriz ya da

kestirme yapacağım derken daha zorlu yollara…

Tek bir olgu olsaydı özgürlük bu kadar üzerinde durmazdık herhalde. Bir kölenin

bahsetmesi yasak olsa bile, bizler de sahte özgürleriz yeryüzünde… Köleye de tam esaret

halinde diyemem ya, eski Türk filmlerindeki o hep hatırlanan replik misali "Bedeni

sahibinindir" ama ruhu yani düşünceleri belki de serbesttir. Sahibe ne demeli? O özgür

müdür? Özgürlüğü güce tapmasıyla esarete yenilmiştir. Düşünceleri hepten yeniktir hırsına

ve aklında her şeyin önüne geçmiş birkaç konuya: Para ve güç…

İnsan özgür değildir böylece, her dönemde yeni efendiler ve bağlanılan geçici

hevesler… Bir yere, bir kişiye, bir düşünceye, bir ideolojiye bağlanma isteği, bizi kısmi esarete

düşüren olgular. Onlardan birine, birkaçına ya da hepsine bağlanırsak nasıl özgür olabiliriz?

İstediğimiz zamanda istediğimiz yerde dilediğimiz hayalimizi nasıl gerçelleriz? Aklımıza gelen

ilk neden para olmalı bu dediğime engel. Yani ekonomik özgürlük de denebilir ya da bizi

özgür hissettiren şey bir yer, bir kişi, bir ideoloji dersiniz bana; dediklerimi haklı bulmayarak

galiba…

Mutluluk hissi geçicidir inişli çıkışlı hayatımızda. Bir günümüz tutmazken bir diğerine,

hayatın formülünü arar dururuz o ilk günkü gibi… Kaderimiz elimizde değilken nasıl genelleriz

zaman ve denge hariç diğerlerini hayatımıza? Nasıl özgür oluruz birinci etken biz değilken

yaşamımızda? Saf özgürlük olmalı bu, tabii hissetmedim ben, sanmam ki herhangi birimiz

hissetmiş olalım. Ona uzanamadığımız için yerel özgürlükler uydurmuşuz. En iyisi biz onlarla

avunalım. Ben bütün yıl çalışayım, bir hafta bana lütfedip izin ver sen; bir dağ, bir tepe görüp

herkese haykırayım: "Ben özgürüm". İş gücümü satın almışsın ya, iş hayatında senin kölen

olayım. Eğitimli ya da cahil olmam fark etmez senin için, sen işin oluyor mu ona bak. Gel ara

sıra fırça at ki bana, diğer atlardan daha hızlı koşayım. Ben özgürüm ya "Allah razı olsun"

fikrime zikrime karışmıyorsun sağol, varol. Tamam sesim çıkmaz o zaman, yeter ki bana sana

kazandırdığım yemeği koklat. Baktın ben masraflı oluyorum kapıya doğru vur kıçımdan. Ben

gördüm çıkarken kapıdan, daha nice adam bekliyor yemek için senin o güzel laflarından.

Neyse ki ben de yaşlanınca bir sakat at gibi vurmuyorsunuz değil mi? Bir kulübe yaparım dağ

başında, özgürlük o olmalı ne de olsa oralarda tek başıma…

Page 18: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Düşünen insanların o güzel günü için yazdığım yazımda yazılacak ne kadar çok şey

olsa da her şey olumsuz değildir özgürlük hakkında… Özgürlük mezardan girip ağaçtan zeytin

çıkmaktır. Hiç tanımadığın bir insanın doğru bildiği amacı için girebilmektir o mezara. Bir

insana âşık olmaktır daha önce esarettir dedim ama… Bütün uygarlığı reddetmektir bir

satırda, yaşamaktır doğayla ve nice hayvanla ama alıp başını gitmek değildir esaretten.

Onunla mücadele etmektir, olsa da umutsuzca… Renk renk ağaçları görünce mutlu olmaktır.

Bir yere, bir kişiye ait olmamaktır. Her günü farklı yaşamaktır. En önemlisi de çelişmekten

korkmamaktır. Mutlak doğru varmış gibi davranan insanlara uymamaktır yani… Sevginin

güçsüzlük olduğunu bilip, güçsüzce sevebilmektir özgürlük. Bir bütün olabilmektir aynı

zamanda. İster bir insandan geldik de, ister tek hücreden herhangi bir paydada buluşup

özgürlüğe yürümektir özgürlük. Aracı amaç yapmadan...

Onur ARSLAN

Page 19: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

ÇİRKİN

Zebani, toz toprak içindeki sokaklarda arkasında yıllardan beri topladığı iblisleriyle ilerliyordu.

Ama yanlış anlamayın, “Zebani” sadece bir lakaptı ve iblisleri de sahip olduğu panayırda çalıştırdığı

garibanlardı. Babası da bu işi yapardı Zebani’nin ve onun yanında yetiştiğinden bir panayır kurmanın

tüm inceliklerini bilirdi. Şaşkın müşterilerin ceplerini boşaltmanın en kolay yöntemlerini, alelade bir

gösteriyi dehşetli veya coşkulu bir deneyimmiş gibi göstermeyi çok iyi bilirdi. Çalışmak için kendisine

gelen insanların da temelde iki çeşidi vardı; ya toplum tarafından dışlanmış ucubeler ya da topluma

adapte olamayacak kadar sahtekâr tüccarlardı.

İşte Zebani şu sıralarda panayırını Bursa’ya bir aylığına getirmişti. Sağlam bir kazanç

bekliyordu. Yerleştikleri arsa için sağlam rüşvetler ödemesi gerekmişti ama harcadığı paranın üç

mislini kazanacağına emindi. Panayır ertesi gün sabah erkenden çalışmaya başlayacaktı ve şimdi

yoğun çalışma temposu başlamadan önce Zebani ve yanındaki dört yardakçısı içmeye gidiyorlardı.

Dünya ayık kafayla gezmeye değmeyecek bir yerdi ve bu gece bir ay yetecek kadar sarhoş olmaları

gerekiyordu.

Dolunayın sokakları aydınlattığı bu gece yarısı bahsettiğimiz beş kara figürü takip eden biri

daha vardı. Aylak aylak yürüyen bu adamları ağır aksak adımlarla ürkekçe izliyor ama onlara çok da

yaklaşmıyordu. Niyetinin kötü olmadığı, takibinin amatörlüğünden belliydi.

Zebani ise tilki gibi kurnaz ve gözü açık bir adam olduğu için arkasındaki yakasını kaldırmış

uzun paltolu karanlık tipi çoktan fark etmişti. Meyhanenin önüne geldiklerinde durdu ve arkasını

döndü, bu hareketi beklemeyen adam da ne yapacağını şaşırdı ve durdu. Şimdi Zebani adamı dikkatle

süzüyordu. İlk fark ettiği şey adamın yüzünü bir kaşkol ile sakladığıydı. Esasında havanın temiz ve ılık

olduğu bir geceydi ve kaşkol gereksiz bir önlemdi. Siyah kasketi ve uzun paltosu da eklenince adam

gizlenmeye çalışan bir kanun kaçağı izlenimi veriyordu. Zebani “Ne istiyorsun be adam?” diye hiddetle

sordu. Adamın çökük omuzlarından ve güvercin adımlarından kötü bir niyeti olmadığını ve sadece bir

meramını dile getireceğini anlamıştı. Anlamak, Zebani’nin en önemli özelliğiydi.

Adam hırıltılı bir sesle cevap verdi:

- Ben, bayım yanlış anlamayın ben sadece iş istiyorum. Tam panayırınıza yaraşır bir seyirliğim ben.

Zebani dikkatle baktı ve ardından kelimelerden tasarruf etmek ister gibi kestirmeden sordu

“Nedir” diye.

- Ben Anadolu’da görebileceğiniz en çirkin adamım.

Zebani’nin yardakçıları sinsi kahkahalar attılar. Ama Zebani’nin sert yüz ifadesi değişmedi.

- İçeri gel genç adam. Sana bir içki ısmarlayayım. İçeride konuşuruz; diyerek adamı meyhaneye davet

etti Zebani.

Bir süre sonra meyhanenin puslu havasında altı adam ahşap bir masanın etrafında

oturuyordu. İçlerinden biri Anadolu’daki en çirkin adam olduğunu iddia ediyordu. Diğeri en büyük

Page 20: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

gezgin panayırın işletmecisi olan Zebani’ydi. Adamlardan birbirlerine benzeyen kızıl saçlı çiçek bozuğu

yüzlü ikisi panayır alanında hiçbir derde deva olmayan ama “bin derdin devası” olarak pazarlanan

muhteviyatı muamma bir tozu satıyorlardı. Satarken verdikleri en önemli ayrıntı, ilacın etki

göstermesi için en az iki ay kullanılması gerektiğiydi. Ancak panayır hiçbir yerde bir aydan fazla

konaklamıyordu. Bir diğer adam panayırda sergilenen canlı hayvanların eğitmeniydi ve kırbacını

kullanmaktaki ustalığıyla tanınırdı. En korkunç canavarı bile dehşetli yöntemlerle kediye çevirebilirdi.

Dördüncü yardakçı ise devasa cüssesi ile dikkat çekiyordu. Bu adam sıradan insanların

kaldıramayacağı ağırlıkları iki parmağıyla kaldırabilen dişleriyle, yüklü arabaları çekebilen bir insan

azmanıydı.

Rakılar söylendi ve ilk kadehler kafaya dikildikten sonra Zebani yabancı adama aldırmadan

kendi adamlarıyla çeşitli meselelerden konuşmaya başladı. Esasında önemsiz konulardı ancak maksat

yabancıya kendisini değersiz hissettirmekti. Bu tavır, Zebani’nin karşısındakini bir oyun hamuru haline

getirip istediği gibi şekillendirmek amacıyla kullandığı moral motivasyon yöntemlerinden yalnızca bir

tanesiydi. Bir süre sonra konu panayırda sergilenen ucubelere geldi. Ve bu noktadan itibaren

yabancımız konuşmalara ortak edildi. Zebani meyhanenin içinde bile yüzünü kaşkolle saklayan adama

sordu:

- Eh adın nedir söyle bakalım?

- Adım Azgaser beyim.

- Bir gayrimüslim. Bir Ermeni. Peki. Bizim için önemi yok, bunlar boş lakırdılar. Müşterilerin karşısına

geçtikten sonra isimlerin, dinlerin ve memleketlerin önemi yok. Bize numaranı göster genç Azgaser.

Azgaser etrafına baktı. Meyhanenin karanlık bir köşesinde oturmalarına rağmen masanın

etrafındakiler hariç kimsenin kendisine bakmadığından emin olmak ister gibi sağına soluna baktı.

Ardından yüzüne sardığı kaşkolü açtı.

Köşeli çenesi bir zamanlar Azgaser’in çok güzel bir yüzü olduğunun kanıtlarından biriydi. Ama

kalın dudaklarının üst kısmından başlayıp sol gözüne doğru uzayan bir yarık yüzünün tam ortasında

derin bir çukur oluşturmuştu. Burnu yoktu ama burnun olması gereken yerde duran küçük bir

delikten ıslak bir doku mide bulandırıcı şekilde görülüyordu. Sol gözü tamamen kapanmıştı. Sağ gözü

ise işlevini neyse ki koruyordu. Adamın neden doğru düzgün konuşamadığı ortaya çıkmıştı. Suratına

her ne olduysa bu gerçekten dehşetli bir iz bırakmıştı. Bu adamın sokakta yüzünü saklamadan

gezmesi başına iş açabilirdi.

Azgaser kaşkolünü yeniden yüzüne sardı. Merakla adamlar üzerinde yeterli şaşkınlığı yaratıp

yaratamadığına bakıyordu. Ama karşısındaki kişilerin duruşlarında herhangi bir değişiklik yoktu.

Sakince rakılarını içmeye devam ediyorlardı. Azgaser hırıltılı ve boğuk sesiyle konuşmaya başladı.

- Gördüğünüz gibi başımdan bir trajedi geçti.

Zebani, “anlatmaya devam et” dedi.

- Babam İstanbul’da yaşayan bir tüccardı. Kuşaklardır İstanbul’da yaşarız; yani yaşardık demek

istiyorum beyim. Ancak dört yıl önce Saraçoğlu hükümeti şu vergi yasasını çıkardıktan sonra her şey

değişti. Her şeyimizi kaybettik. Sahip olduklarımızı sıralasam dudaklarınız uçuklar beyim. Ama

Page 21: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

görüyorsunuz ya artık İstanbul’da bile değilim. Sonra babamla birlikte Erzurum Aşkale’ye sürgün

edildik. Ama babam yaşlı bir adamdı ve çalışma kampında hayatta kalamadı. Ben iki yıl önce vergi affı

çıkınca kamptan çıkıp İstanbul’a döndüm. Ama burada tanıdığım kimse kalmamıştı. İş aradım ama

Ermeni olduğum için kimse bana güvenmiyordu. İşin kötüsü anavatanımda da sığınacak kimsem

yoktu çünkü o kadar uzun zamandır buradaydık ki bizim yerimiz yurdumuz burası olmuştu.

Azgaser derin bir nefes aldı ve onu hırıltılar ve öksürükler eşliğinde geri verdi.

- Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Ben de babamdan kalan tek yadigarı kullanmaya karar verdim. Antika

tabancayı ağzıma soktum ve tetiği çektim. Ama düşündüğüm kadar kararlı değilmişim ki tetiği

çekerken ölmek istemediğimi anladım ve kendimi geri çektim. Ama artık çok geçti görüyorsunuz ya...

İşte bu haldeyim.

Zebani içkisini dikti ve meyhaneciye yeni bir küp getirmesi için işaret çaktı. Sonra Azgaser’e

ayağa kalkmasını söyledi. Genç adam oldukça uzun boylu ve geniş omuzluydu. Zebani de ayağa kalktı

ve adamın ellerini tuttu havaya kaldırdı sonra bıraktı. Sonra geri yerine oturdu ve adama da

oturmasını işaret etti. Yeni küpten rakılar bardaklara dolarken konuşmaya başladı.

- Evet yüzünü güzel dağıtmışsın genç adam. Takdir ediyorum bunu. Daha önce herhangi bir ucube

gördün mü?

- Aslına bakarsanız çocukluğumda görmüştüm. Elleri ayakları olmayan bir adam..

- Bundan bahsediyorum ben de. Sen yüzündeki yarayı saymazsak eğer muhteşem görünüyorsun.

Vücudun benim naçizane panayırımı dolaşan pek çok insandan çok daha kuvvetli ve sağlıklı

görünüyor.

Azgaser hiddetle konuştu:

- Bu şekilde sokaklarda bile dolaşamıyorum. İnsanlar beni her yerden kovuyor! Siz de benim ne kadar

sağlıklı olduğumdan söz ediyorsunuz.

- Maalesef dostum durumunu şöyle özetleyebiliriz; bir sirkte sergilenmek için fazla güzel sokaklarda

dolaşmak içinse fazla çirkinsin. İkisinin ortasında bir adamsın. Sana ihtiyacımız yok.

Azgaser’in sağlığını koruyan tek gözü dolmuştu. “Ne içinizdeyim ne dışınızda” diye söylendi

kendi kendine.

Zebani sadece omuz silkti.Bunun üzerine Azgaser masadan kalktı.

- Sanırım yarım bıraktığım işi tamamlamaktan başka şansım yok.

- Katılıyorum, dedi Zebani ve rakısını Azgaser’in şerefine kaldırdı.

Azgaser, yani “vatansever” meyhanenin kapısından çıkıp olmayan vatanının sokaklarında

kendisine uygun bir son aramak için dolaşmaya başladı.

Mustafa BÜÇKÜN

http://yinesabaholmus.blogspot.com/

Page 22: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Abis’te…

Sanırım artık hikâyemi anlatmalıyım zira burada işler gittikçe kötüleşiyor. Bu satırları

okyanusun dibinde yer alan ve Abis Yerleşkesi adı verilen yerden yazıyorum. Kim olduğumu

saklayacağım ve bir isim aramaya niyetiniz varsa denemeniz sadece zaman kaybına yol

açacaktır bunu belirtmeliyim. Olayları olabildiğince sade ve anlaşılır bir şekilde anlatmayı

deneyeceğim. Bu nedenle geleceğe (tabii bir gelecek kalırsa insanlar için) bir ışık tutmasını

umduğum anılarımı bölümlere ayırmayı tercih ediyorum.

***

Başlangıç

Buraya gelmeden önce hangi ülkede yaşadığımın, hangi dili konuştuğumun bir önemi yok.

Çünkü insanların buraya getirilmesi kararlaştırıldığında dünyada yaşanacak pek fazla yer

kalmamıştı. Son kırk yılda Afrika kıtasındaki tüm canlılar –ki bunlara insanlar da dahildi- yok

olmuştu mesela. Geri kalan kıtalarda da nüfusun yarıdan fazlası salgın hastalıklar ve

savaşlarla birlikte ortadan kaldırılmıştı. Ortadan kaldırılmıştı diyorum çünkü savaşlar ve

hastalıklar nüfusun temizlenmesi amacıyla kasıtlı olarak yaratılan şeylerdi bizim çağımızda.

Bu konuya daha sonra gelmeyi planlıyorum çünkü bu kısımda Abis Yerleşkesinin başlangıcını

ve en azından bize anlatılan şekliyle amacını açıklamalıyım diye düşünüyorum.

Başlangıçta proje son derece gizliydi. Amerikan Birliği, Antarktika Koalisyonu ve Kafkas Birliği

tarafından 2100 yılının Mayıs ayında başlatılmasına karar verilmişti. Dünya yüzeyinde

yaşamın imkansız hale gelmesi itici gücünü oluşturuyordu Abis Projesinin. Çalışma, Derin

Deniz Araştırma Enstitüsünün yürütücülüğünde tüm ileri düzey mühendislik kuruluşlarının

katılımıyla gerçekleştirilecekti. Okyanus tabanının son elli yılda savaşların da etkisiyle iyice

öğrenilmesi sayesinde yerleşkenin yapılacağı yer kolaylıkla belirlenmişti. Okyanusun 4210

metre derinliğindeki bir düzlükte birkaç denizaltı tarafından taşınan nanobotlar yardımıyla

yerleşkenin inşa edilmesi tam olarak on yıl sürdü. İnşaat için gerekli tüm malzemeler de

nanobotlar sayesinde deniz tabanından elde edildi. Okyanus tabanına açılan birkaç tane

sondaj kuyusu magma tabakasına kadar erişiyor, nanobotlar da oradan çıkan volkanik

materyalden inşaat malzemesini çeşitli süreçlerle elde ediyordu. Yüz yılı aşkın süredir gittikçe

yoğunlaşan deniz taşımacılığı okyanus suyunun kimyasal yapısını bozmuş ve elektriksel

açıdan daha iletken bir hale getirmişti. Bu durum nanobotların arasındaki koordinasyonu

kolaylaştırdı. Dolayısıyla inşaat görece kısa bir sürede tamamlanmış oldu.

Page 23: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

İnşaat bittiğinde Abis Yerleşkesi camdan bir fanusa benziyordu. Yaratıcıları tarafından

insanlığın gelecekte yok olmasını engelleyebilecek yegâne çare olarak görülmekte haklıydı

aslında. Dünya çapında gerçekleştirilen ve en az proje kadar gizli bir kura ile Abis’e

yerleştirilecek on bin kişiyi belirlemek pek zor olmadı. Sanılanın aksine kişiler ailelerinden

zorla da koparılmadı. Para, tehdit gibi yollarla ikna edilenler de oldu elbette fakat çoğunluk

ailelerine haber bile vermeden bir kurtuluş umuduyla, bir deney sayılabilecek bu projeye

katılmayı kabul etti.

Projenin amacı ise şuydu: İnsanlar okyanus altında bir koloni kuracaklar, yüzeyde kalanlar

birbirlerini yemeyi bitirdiklerinde ve yeryüzü “temizlendiğinde” bu koloni yeniden yüzeye

taşınacaktı. Böylece uygarlık yeniden kurulacak ve bu sefer planlı bir şekilde

oluşturulduğundan daha az sorunla yoluna devam edecekti. Başlangıçta masum gibi görünen

bu amaç aslında içinde son derece korkunç öğeler barındırıyordu. Bir kere yeryüzünün

temizlenmesi ne demekti? Bu karadaki tüm insanların yok edilmesi anlamına mı geliyordu?

Bu proje için sarf edilen çaba ve mali kaynak dünyada barışın yeniden tesis edilmesi için

kullanılamaz mıydı? Bu ve bunun gibi soruları hiç kimse sormadı elbette. Çünkü herkes temiz,

huzurlu bir gelecek istiyordu ve bu gelecek milyarlarca insanın ölümüne neden olsa bile buna

değerdi.

***

Ben Abis Yerleşkesinin ilk yerleşimcileri olacak birinci kafiledeydim. Bin kişilik bu kafile genel

olarak bilim adamları, sanatçılar, mühendisler ve doktorlardan oluşuyordu. İnsanların

yerleşkeye her aybaşında biner kişilik gruplar halinde taşınmaları planlanmıştı. Taşıma işlemi

oldukça maliyetliydi ve gizlilik içinde sürdürülmekteydi.

Birinci kafile için zeplin benzeri on tane hava taşıtı içlerinde yüzer tane yolcusuyla toplanma

alanlarından kalktı. Toplanma alanından gemiye nasıl bindiğimi hatırlamıyorum ama

tahammül edilemeyecek denli uzun ve sıkıcı bir yolculuk geçirmiştim. Gizlilik yüzünden çok

fazla rota değiştirmek zorunda kalmıştık. Platforma denizaltı veya daha modern bir araçla

erişebilirdik fakat ardımızda ısı izi bırakmak pek akıllıca değildi. Gelecekteki sevkiyatlar da göz

önüne alındığında bu ölümcül bir hata olabilirdi. Yerleşkenin yerinin bilinmesi insanlığın tek

umudunun tükenmesi anlamına geliyordu çünkü.

23 Eylül 2111 tarihinde bir okyanus üzeri platforma geldiğimde çok yorgundum. Bizleri

platformun komutanı karşıladı: Antarktika Koalisyonundan bir albay. Ortaçağdan fırlamış

gibiydi sanki. Yüzünde samuray kılıcıyla açılmış gibi duran bir yara izi vardı. Bu iz garip bir

şekilde o gün platforma ayak basan herkesi ürkütmüştü ama kimse bu konunun üzerinde

durmak istemedi. Albayın yara izinden ziyade karanlık ve soğuk sulara yapacağımız yolculuğu

düşünüyorduk. Gemiden indiğimde en çok dikkatimi çeken şey ayaklarımızın altında uzanan

ve dünya yüzeyindeki son gördüğümüz şey olması kuvvetle muhtemel yapının okyanus

yüzeyine yakınlığıydı. Genel olarak yüz yıl önceki petrol platformlarına benziyordu ama

Page 24: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

yüksekliği azdı. Bölgede gerçekleşecek güçlü fırtınalar platformu kâğıt parçası gibi

savurabilirdi. Bu düşünce beni ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Pek zaman geçmeden

korkularımın yersiz olmadığını anlayacaktım.

Platform yüzeyinde bir süre dinlendikten sonra bundan sonraki hayatımızı yaşayacağımız

Abis Yerleşimine inmek için hazırlandık. Basınç şartlarından asgari düzeyde etkilenmemiz için

damarlarımıza enjekte edilen sıvıyı da nanoteknolojiye borçluyduk. Bu sıvı, basıncın insan

vücudunda oluşturduğu olumsuz etkiyi gidermek için uzun çalışmalar sonunda geliştirilmişti.

Yerleşime bizi taşıyacak şey tahminlerimizden çok daha farklıydı aslında. Biz denizaltı benzeri

bir araçla ineceğimizi düşünüyorduk fakat asansör benzeri bir mekanizma bizi aşağıya

taşımak için hazır bekliyordu. Asansör çok katmanlıydı ve her katmanı kırk kişi alıyordu. Üç

seferde ilk kafilenin tamamının indirilmesi planlanmıştı. Yanımızda hiçbir eşyanın

indirilmesine izin verilmedi. Bu hem ağırlığı azaltmak hem de yerleşime istenmeyen

maddelerin sokulmasını engellemek içindi galiba. İlk kafilenin birinci grubu asansörde yerini

aldığında bir düdük sesinin eşlik ettiği hareket başladı. Yaklaşık üç saat süren bir yolculuktu

bu. Asansörün basınçtan en az düzeyde etkilenmesi için belli derinlik seviyelerinde basınç

bölmeleri yerleştirilmişti ve bu nedenle asansör duraklayarak ilerliyordu.

Aşağıya ulaştığımızda bizi nelerin karşılayacağını merak ediyorduk fakat bu merakımız tahmin

ettiğimizden çok daha uzun sürdü. Giriş koridorundan geçtikten sonra vardığımız revir ve

laboratuar bölümünde bazı testlerden geçirildik. Görevlilerin on beş günlük iyileştirme

sürecinden geçeceğimizi söylemeleri üzerine hepimiz şok olmuştuk. Bu ne seçim aşamasında

ne de genel bilgilendirmede bize söylenmişti. Rehabilitasyon sürecinin rutin bir işlem

olduğunu ve yerleşkede hayatta kalabilmemiz için son derece gerekli olduğunu önemle

belirten görevliler ortamı yumuşatmayı bilmişlerdi. Gürültüyle ve sinirle kaynayan kalabalık

derin bir sessizliğe gömüldü. O gün dinlenmemiz gerektiği için iki bin kişi kapasiteli genel

yatakhaneye gönderildik. Yatakhanenin geniş yapılmasının amacı iyileştirme sürecinin

uzaması ihtimaliydi sanıyorum. Yatakhaneye yaptığımız kısa fakat gergin yolculuğumuz

boyunca yirmi beş görevli bizlere eşlik etmişti. Tek tek hangi yataklarda yatacağımız kimlik

kartlarımızda yer alan numaralar vasıtasıyla organize edilmiş yataklarımızın üzerinde garip

görünümlü vücudu saran yapıda kıyafetler konulmuştu. Bunların içine giremeyeceğimi

düşünüyordum ama deneyince yanıldığımı anladım. Aşağıya inerken üzerimizde olan

kıyafetleri de bir çöp kutusuna atmamız söylendi. O an derin bir hüzün duygusunun tüm

benliğimi sardığını hissettim. Bedenlerimiz hariç yeryüzünden gelen hiçbir şeyin Abis

Yerleşkesinde yerinin olmadığını anlamıştım.

O gece hayatımın en zor gecesini geçirdim. “Büyük Savaş” sırasında bile geceleri huzurla

uyuyabilen bir insandım ama okyanusun yüzlerce metre altında içinde bulunduğum bu şeyin

sonsuz karanlıkların hâkim olduğu gizemli sularla çevrili olması huzursuzluğumu

körüklüyordu. Sabahın olduğunu enerji küresinin ışıldamasından anlayarak rahatladım.

Page 25: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Yerleşkenin tüm enerjisini üreten ve “Enerji Korteksi” adı verilen bu küresel yapı gece ve

gündüz arasındaki farkın ayırt edilebilmesi için dışarıyla senkron bir şekilde yanıp sönüyordu.

Yatakhanemizden enerji korteksi rahatlıkla görünüyordu ama altında ne olduğunu

rehabilitasyon süreci bitene kadar anlayamadık.

On beş günlük rehabilitasyon sürecinde neredeyse hiçbir şey yapmadık. Günlük bir saat

süren sporun ardından içeriği bizlere açıklanmayan fakat yaşamamız için gerekli olduğu

ısrarla belirtilen iğnelerinizi oluyorduk. Kolumuza bant şeklinde sarılan ve üzerinde yüzlerce

küçük iğnecik bulunan materyal ilaçların vücudumuza kontrollü bir şekilde salınmasını

sağlıyordu. Gün geçtikçe fiziksel ve mental kapasitemizin arttığını hissediyorduk. Düzenli

olarak çözdüğümüz matematik, fizik, kimya ve biyoloji problemlerinin sonuçları bizlere

açıklanmıyordu fakat sorular her geçen gün zorlaşıyordu. Gittikçe artan bu zorluk derecesi

hepimizde soruları ve sorunları çözme yeteneğimizin arttığı hissini uyandırmaya yetmişti.

Süreç boyunca hiçbir tartışmanın yaşanmaması da garipti ama güzel bir gelişmeydi.

Rehabilitasyon bittiğinde artık içeri girmek için hazırdık. Kimsenin elenmemiş olması yani

istisnasız herkesin başarılı bir şekilde bu aşamayı geçmiş olması bende seçim sürecimizde bir

hile yapıldığı düşüncesini uyandırmaya yetmişti ama pek kafaya takmamaya çalışıyordum.

Sonuçta bedensel ve zihinsel olarak zinde insanlarla bir arada bulunmak içten içe beni

rahatlatıyordu.

On beşinci günün sabahında hepimiz içeri girmek için hazırlandık ve heyecanlıydık. Sonunda

ölene kadar yaşayacağımız insanlığın umut mabedine girmeye gerçek anlamda hak

kazanmıştık.

Uzun bir koridordan tek sıra halinde yürüyorduk. Koridorun ucunda enerji korteksinin saçtığı

“kutsal ışık” görünüyordu. Kutsal ışık ismini rehabilitasyon sürecinde yaşı bizden daha küçük

olan genç bir şair takmıştı. Bu isim hepimizin hoşuna gitmişti çünkü o ışık gerçekten kutsaldı.

Yüzeyde ölüm hüküm sürerken denizin altında yeni bir umut ve yaşam yeşeriyordu. Kutsal

ışık ise bunun devamlılığını sağlayacak şeydi.

Koridorda attığım her adım yüzeyde bıraktığım onca anıyı sildi süpürdü. Girişe doğru

yaklaşırken dizlerimin titrediğini hissettim. Bu uzun yürüyüşte hatırladığım son şey de zaten

buydu. Arkadaşlarımın anlattığına göre “kutsal ışığı” ve altında uzanan meydanı gördüğüm

anda yere yığılmışım. Gözlerimi açtığımda tepemde bana bakmakta olan yakın

arkadaşlarımın kahkahalarla gülmekte olduklarını hatırlıyorum. Kutsal ışığa gösterdiğim tepki

de uzun bir süre boyunca alay konusu oldu tabii.

Kendime gelince arkadaşlarım beni dinlenmem için yalnız bıraktılar. Etrafıma göz attığımda

içinde bulunduğum odanın bundan sonra yaşayacağım yer olduğunu anlamam zor olmadı.

Sade bir şekilde döşenmiş odada bir çalışma masası, içinde yattığım yatak, konforlu görünen

iki tane koltuk ve bir kuantum bilgisayarı vardı. Yiyecekler için ufak bir dolap ve dolaba bağlı

bir taşıma borusu da mevcuttu. Yiyecekler bu boru vasıtasıyla gıda merkezinden dolaba

aktarılıyor dolaptaki küçük robot kol tarafından da yerleşimi sağlanıyordu. Tuvalet ve banyo

Page 26: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

da vardı. Küçüktü ama oldukça kullanışlı görünüyordu. O gece hayatımın en huzurlu

uykusunu uyudum diyebilirim.

İkinci gün bilgisayardan gelen sesle uyandım. Platform komutanı ismimle hitap edip beni

uyandırmıştı. Sağlığımı sorunca şaşırdım. Bayıldığımı nereden biliyor diye düşünürken

görevlilerin her şeyi en ince detayına kadar anlattığını söyledi. Yaklaşık on dakika süren

konuşmamız süresince bayağı keyifli görünüyordu. Yüzündeki yara izi gülümsemesine bir

gariplik katıyordu ama ona dikkat edemeyecek kadar huzur doluydum. Konuşma bitince

acele etmeksizin hazırlandım ve toplanma alanına doğru yola koyuldum. İkinci gün önemli bir

gündü çünkü hepimiz işlerimizi yapacağımız çalışma alanlarına yönlendirilecektik.

Toplanma alanına vardığımda herkesin orada olduğunu gördüm ve geç kaldığımı anladım.

Görevliye geç kaldığım için üzüntülerimi belirttim ve arkadaşlarımın yanına geçtim. Onlara

albayın beni aradığını söylediğimde şaşırmadılar zira ben gelmeden önce toplanma

alanındaki görevli, albayın bu konularda hassas olduğunu ve yerleşimcilerle tek tek

ilgilendiğini anlatmış. Gelecekte meydana gelebilecek potansiyel sorunları daha ortaya

çıkmadan çözmeyi amaçlayan bir strateji güdüldüğünden bahsetmiş.

Kısa bir brifingden sonra çalışma alanlarına gidecek olan araca bineceğimiz yere doğru yola

çıktık. Benim görev yapacağım çalışma alanı diğerlerine nazaran odama daha yakındı. Bu beni

oldukça mutlu etmiş ve açıklanamaz bir çalışma azmiyle doldurmuştu. Bundan sonraki

hayatımda çalışacağım iş yerimde sorun çözmeye odaklı geniş laboratuar destekli projeler

üzerinde görev yapacaktım ki bu tam benlik bir şeydi. Biyoloji alanındaki derin bilgi birikimim

sayesinde böyle bir pozisyona yerleştirilmem kafamdaki projelerimi gerçekleştirmek için de

bulunmaz bir fırsattı. İşlerimin az olduğu dönemlerde bunlara zaman ayırmayı umuyordum.

Günde yaklaşık altı saat çalışıyorduk. Canımız istemediğinde odamızdaki bilgisayardan

laboratuardaki robotları kontrol edebiliyor, işimizi odadan da halledebiliyorduk. Bu bize

büyük bir esneklik sağlıyor ve aynı zamanda kendimizi geliştirebilmemiz için önemli bir fırsat

sunuyordu. Akşamları yatma saatine bir saat kala albayın günlük bilgilendirme konuşmasını

dinliyorduk. Bu konuşma belli aralıklarla yüzlerce kişinin katıldığı devasa toplantılara dönüyor

ve kimi zaman birkaç saat sürüyordu. Uykuyu seven biri olduğum için toplantıların

uzamasından hoşlanmıyordum. Ama önemli noktaları ve haberleri kaçırmamak için bu uzun

toplantılara da katlanıyordum mecburen. Komutan genel olarak düzenin sağlanması, işlerin

koordine edilmesi konularında bilgiler veriyordu. Dışarıda neler olduğuna dair tek bir kelime

etmemesi dikkat çekiciydi. Açıkçası hiçbirimiz de merak etmiyorduk. Biz düzenimizi

kurmuştuk, gerisi ise teferruattan ibaretti.

DEVAM EDECEK…

İlker Aydın

http://komuncusourtimes.blogspot.com/

Page 27: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)

Ben Kimim? Merhaba,

İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılın sonlarında doğdum. Ama tam olarak nerede doğduğumla ilgili

çeşitli rivayetler var. Örneğin son zamanlarda bir çingene karavanında doğduğuma dair söylentiler

aldı başını yürüdü. Ama bana sorarsanız nerede doğduğunuzun bir önemi yok. Nasılsa aynı göğün

altındayız.

Neler mi yaptım? Aslına bakarsanız epey çok şey yaptım. Hayat güzeldi; hayat acımasızdı ve onu tüm

yoğunluğuyla yaşadım. Aşklarım, evliliklerim hep tartışıldı. İnsanları eğlendirdim ve onları güldürdüm.

Ama yaptıklarımın arkasında bir mesajım vardı. Her zaman fikirlerimi kendi yöntemlerimle kimseden

korkmadan tüm dünyayla paylaştım. Bunu yaparken de hep sanatımı kullandım. Ve sanatım er ya da

geç en büyük otoritelerce tasdiklendi. Duruşum her zaman muhalifti.

Ama muhalif olmanın pek prim yapmadığı bir zamanda ABD’de yaşadım. Komünist avcılarının cadı avı

yaptığı bir dönemdi ve Hoover’ın kafayı taktığı isimlerden biri oldum. Ama tavrımdan asla ödün

vermedim. Diktatörlere herkesten önce kafa tuttum. Modern dünyanın insanı nasıl makinalaştırdığını

nasıl yabancılaştırdığını benden güzel anlatan olmamıştır. Bu yüzden Amerika’dan kovuldum. Bu

yüzden sermaye sahipleri beni sevmez. Bu yüzden zalimler beni sevmez.

Yarattığım yapıtlar ve karakterler yüz yıl yaşadı çok uzun bir süre daha yaşayacaktır. Şimdi belki de

sizin yaşadığınız çağda umuda çok az yer var ama bir yerde de belirttiğim gibi;

“Sizleri horgören, sizleri köleleştiren, ne yapmanız gerektiğini, nasıl düşünmeniz ve hissetmeniz, nasıl

ölmemiz gerektiğini söyleyen sizleri savaş zaiyatı olarak güdülecek hayvanlar olarak gören bu

zalimlere asla boyun eğmeyin! Kendinizi makine kalpli makine düşünceli bu yapay insanlara vermeyin.

Sizler makine değilsiniz. Sizler güdülecek hayvanlar değilsiniz. Sizler insansınız. Kalbinizde insanlık

sevgisi vardır! Nefret etmeyin- Yalnızca sevilmeyenler nefret eder. Sevilmeyenler ve yapay olanlar!”

Bence dünyanın sevgiye ve birbirini anlamaya ihtiyacı var. Her zamankinden fazla ihtiyacı var. Ve tüm

yaşamım boyunca bunu anlatmaya çalıştım.

Aslında konuşmayı da sevmem çünkü kelimelerle sadece sizin dilinizden anlayan insanlara

ulaşabilirsiniz ama hareketlerinizle, davranışlarınızla anlatacaklarınız evrenseldir. Ama bugün sizin için

istisna yaptım.

Beni tanıdınız mı?

(Cevap arka kapakta…)

Mustafa BÜÇKÜN

http://yinesabaholmus.blogspot.com/

Page 28: Abis Dergi Mayıs Sayısı (2. sayı)