2194
âb âlem! Âlem-i âb, âb meclisi, bezm-i tarab da denmiştir. İstanbul'da, 19. yy'm ikinci yarısına doğru yaygınlaşan içkili toplantılar. Mesirelerde, meyhanelerde tertip edilen âb âlemleri sazlı sözlü ve daha serbest olurken rical konak ve yalılarındaki bir tür yarı resmi havada olurdu. Daha eskilerde âb âlemlerine "bezm-i işret" (içki toplantısı), "bezm-i âlem" (eğlenti toplantısı) deniyordu. Farsça bir sözcük olan "âb" akarsu anlamında olmakla beraber, edebiyatımızda ve özellikle de İstanbul'da, güzellik, canlılık, parlaklık, içki anlamlarını karşılayıcı bir dizi tamlamada yer aldı: âb-ı revân (akarsu), âb-ı şirin (tatlı su), âb-ı sûr (tuzlu su), âb ü tâb (güzellik, canlılık), âb-yar (sulayıcı, saki), âb-gine (içki şişesi), âb- gir (gölcük), vb. Şarap ve içki anlamına gelen âb'lı deyimler, İstanbul yaşamında ve edebiyatında daha çok kullanıldı: âb-ı âteş-renk, âb- ı âteş-nâk, âb-ı âteşpâre, âb-ı âteg-nümâ, âb-ı âteş-furûş, âb-ı engûr, âb-ı erguvanı, âb-ı haram, âb-ı harabat, âb-ı zer, âb-ı tarab, âb-ı yakut vb. Kuşkusuz bu zenginlik, İstanbul'un doğası ve kültürü ile çok yönlü beslene-geldi. Boğaziçi'nin ve Halic'in eğlenmeye elverişli koyları, kent çevresindeki su kaynakları ve mesireler, küçük toplulukların günübirlik ya da mehtaplı gecelerde mutluluk arayışlarına olanak veriyordu. Bununla birlikte 19. yy'a gelinceye kadar, su kıyılarında, çayırlarda ve havuz başlarında, meyhane görünümü veren içkili eğlenceler ancak gözlerden uzak olmak koşulu ile yapılabiliyordu. Şer'î kurallar bakımından âb âlemlerini açıkta yapmak olanaksızdı. Bu nedenle âb meclisleri meyhane ortamlarından ve konaklardan dışarıya pek fazla taşmıyordu.

ı U N D E N BUGÜNdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Web viewFarsça bir sözcük olan "âb" akarsu anlamında olmakla beraber, edebiyatımızda ve özellikle

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

ı U N D E N BUGÜN

âb âlem!

Âlem-i âb, âb meclisi, bezm-i tarab da denmiştir.

İstanbul'da, 19. yy'm ikinci yarısına doğru yaygınlaşan içkili toplantılar. Mesirelerde, meyhanelerde tertip edilen âb âlemleri sazlı sözlü ve daha serbest olurken rical konak ve yalılarındaki bir tür yarı resmi havada olurdu. Daha eskilerde âb âlemlerine "bezm-i işret" (içki toplantısı), "bezm-i âlem" (eğlenti toplantısı) deniyordu.

Farsça bir sözcük olan "âb" akarsu anlamında olmakla beraber, edebiyatımızda ve özellikle de İstanbul'da, güzellik, canlılık, parlaklık, içki anlamlarını karşılayıcı bir dizi tamlamada yer aldı: âb-ı revân (akarsu), âb-ı şirin (tatlı su), âb-ı sûr (tuzlu su), âb ü tâb (güzellik, canlılık), âb-yar (sulayıcı, saki), âb-gine (içki şişesi), âb-gir (gölcük), vb. Şarap ve içki anlamına gelen âb'lı deyimler, İstanbul yaşamında ve edebiyatında daha çok kullanıldı: âb-ı âteş-renk, âb-ı âteş-nâk, âb-ı âteşpâre, âb-ı âteg-nümâ, âb-ı âteş-furûş, âb-ı engûr, âb-ı erguvanı, âb-ı haram, âb-ı harabat, âb-ı zer, âb-ı tarab, âb-ı yakut vb. Kuşkusuz bu zenginlik, İstanbul'un doğası ve kültürü ile çok yönlü beslene-geldi.

Boğaziçi'nin ve Halic'in eğlenmeye elverişli koyları, kent çevresindeki su kaynakları ve mesireler, küçük toplulukların günübirlik ya da mehtaplı gecelerde mutluluk arayışlarına olanak veriyordu. Bununla birlikte 19. yy'a gelinceye kadar, su kıyılarında, çayırlarda ve havuz başlarında, meyhane görünümü veren içkili eğlenceler ancak gözlerden uzak olmak koşulu ile yapılabiliyordu. Şer'î kurallar bakımından âb âlemlerini açıkta yapmak olanaksızdı. Bu nedenle âb meclisleri meyhane ortamlarından ve konaklardan dışarıya pek fazla taşmıyordu. Bunda, 18. yy boyunca Osmanlı tahtına oturan padişahların içkiden uzak duruşlarının da etkisi vardır.

III. Selim (1789-1807) bir gün Boğaziçi'nden saltanat kayığıyla dönerken kıyıya yakın oturmuş bir grubun âb âlemi yaptıklarını görerek dümen kırdırır.

Eğlenenler hemen yer sofrasının üstüne bir seccade örtüp namaza dururlar, fakat secdeye gidemezler. Hoşgörülü padişah "âlemlerinde olsunlar!" diyerek oradan uzaklaşır. Bu padişahın döneminde İstanbul'a gelen Melling, Boğaziçi ve Haliç resimlerinin birçoğuna âb âlemi betimleri de işlemiştir. II. Mah-mud (1808-1839) ile oğlu Abdülmecid (1839-1861) içkiye düşkün oldukları gibi, dönemlerinin önde gelen yöneticileri ve aydınlan da bu konuda daha özgürdüler. Ama, gerek topluma duyulan saygıdan, gerekse şeriata karşı çekingenlikten, içki, şarap, içkili meclis demek yerine, âb âlemi ya da âlem-i âb deyimleri tercih edilmekteydi. Böylece, mecazlarla yüklü İstanbul Türkçesi zengin anlamlı bir deyim daha kazandı. Âb âlemi, su kenarında yapılan piknik anlamında yorumlanabileceği gibi, içkili toplantı ve eğlence anlamını da vermekteydi.

Âb âlemleri, bir yandan, mirasyedilerin, eğlence düşkünlerinin, sanat ve edebiyat meraklılarının tutkularıyla, bir yandan da yönetici sınıfın giderek yoğunlaşan siyasal ortamda içkili toplantıları yeğlemeleriyle hemen her çevreye yayıldı.

Bu tutku, Abdülmecid dönemindeki hızını, II. Abdülhamid dönemine (1876-1909) doğru bir oranda yitirmekle birlikte 20. yy'a kadar sürdü. Tanzimat dönemi (1839-1876) devlet adamlarından Âli, Fuad, Midhat paşaların konaklarında ve sahilhanelerinde düzenlenen âb âlemleri ya siyasal gündemli iç kabine toplantıları havasında ya da nükte ve mizahtan ülke sorunlarına ve müziğe değin uzayan, dönemin renkli kişilerinin de katıldığı gece eğlenceleri niteliğinde sürmekteydi. Âb âlemlerine dindar ve içkiden uzak kalmayı yeğleyen devlet adamları da ilgi duymaktaydılar. Örneğin, tarihçi, fıkıh bilgini ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa bile arada bu akıma ayak uydurur, yalısında en yakın dostlarıyla âb âlemi düzenlermiş. Onun şu dizeleri buna kanıt gösterilir: Bezm-i meyde kusura bakma sakın / Âlem-i âb başka âlemdir / Mey-i ikbâli hazmeden amma / Mezhebimce sahih âdemdir.

Âb âlemlerinin en çok dedikoduya neden olanları, I. Meşrutiyet'in ilan edildiği günlerde (1876-1877) Midhat Pa-şa'nın konağındaki içkili toplantılardı. Ahmed Midhat Efendi, Namık Kemal gibi aydınların da katıldığı bu oturumlarda siyasal konular tartışılır, hattâ bazen, uluorta konuşmalar bile olurdu. Bir âb âleminde "Niçin Âl-i Osman olur da Âl-i Midhat olmaz?" denmesi, ertesi gün saraya kadar ulaştırılmıştı.

Âb âlemlerinin hemen her gün düzenlendiği bir başka yer, Abdülaziz döneminde (1861-1876) Veliaht Murad Efendi'nin Kurbağalıdere'deki köşküydü. Burada Yeni Osmanlılar'ın liderleri şehzadeyle birlikte dönemin ünlü sazende ve hanendelerini de alarak âb âlemleri yaparlar ve siyaset konuşurlardı. II. Abdülhamid döneminde ise (1876-1909) âb âlemleri kentin uzağın-daki kırlara, Alemdağ, Akbaba, Sarıyer, Büyükdere gibi yörelere kaymış ve eski canlılığını bir ölçüde yitirmiş bulunuyordu. Bu dönemde, hafiyelerin izlemesinden korkanlar, âb âlemlerine "frenk-vari" giyinip başlarına şapka geçirerek katılırlardı.

İstanbul'a özgü âb âlemleri edebiyata ve müzik dünyasına da yansımıştır.

Isfahan makamından "Âlem-i âb içre Göksu'dan olub zevrak-süvar / Kıl Kalender Bağçeşin tâ subha-dek çây-ı karar" âb âlemleriyle ilgili, saptanabilen en eski şarkılardandır. İlk akla gelen dizeler ise, günümüzde de söylenen "Gidelim Göksu'ya bir âlem-i âb eyle-yelim"dir. Bunun gibi.^güftesi Osman Nevres'in, bestesi Hacı Arif Bey'in "Korkarım tevbe-i âbe düşürürsün zâhid / Hele hengâm-ı çemen, mevsim-i işret gelsin " şarkısı veya "Devr-i tâlinde baş eğmem bâde-i gül-fâme ben / Sâye-i pir-i muganda minnet etmem câme ben" dizelerinde eski âb âlemlerinin anıları vardır. Lale Devri'nden (1718-1730) beri söylenen "Mutrib duracak zaman değildir fevt etmeyelim şebâbı / Hengâme-i zevk u şevki kerem et ver meclise âb ü tabı /Âb ile şarabı mecz et birbirine çeng ile rebâbf dizeleri ise, 19. yy'da da Galata balozlarından Göksu Çayırı'na kadar her içki meclisinde yineleniyordu. Hacı Arif Bey (ö. 1885) âb âlemlerini konu alan iki uşşak şarkı bestelemiştir: "Meyhane mi bu, bezm-i tarabhâne-i cem mi?/ Peymâne mi bu, efser-i dârât ü haşem mi? / Saki mi bu, nev-bâve-i bostan-ı cemâli,/ Reşk-i çe-menistan-ı hıyâban-ı irem mi? /Mir'at-ı musaffa mı değil, câm-ı şarabın / îç gör ki sofası ne imiş âlem-i âbın". Diğeri: "Meyhane değil, meclis-i rindâne-i cemdir / Peymâne değil, dâfi-i endûb-i elemdir / Sakiler beğim suret-i insanda görünmüş / Amma bir iki dilber-i hû-bân-ı İrenidir / Çek sağarım durma Hafîd bâde-i nâbın / Te 'şirini anla neymiş bir yudum âbın". Şevki Bey'in bir hüzzam şarkısında da âb âlemi vurgulanmıştır: " Gam-dîdeleriz saki sun bir dolu kab olsun / Bir tas arakyâhud bir kâse şarab olsun / Sen ver de peyâpey dil mest ü harab olsun / Devr eyle ki keyfimce bir âlem-i âb olsun". Güftesi Ahmet Refik Altınay'ın, bestesi Nasibin Mehmet Yürü'nün olan hicaz makamındaki "kederden mi neden böyle sararmış reng-i ruhsânn" diye başlayan ünlü şarkıda da "firakın zehreder billah bana her âlem-i âbı" dizesi vardır.

Yazar ve bestekâr Ahmed Rasim (1865-1932) İstanbul âb âlemlerinin, Andelib, Nuri Şeyda gibi en renkli kişi-lerindendi; Şehir Mektupları'nda "Rezâ-il-i âlem-i âb'a dair" başlığı altında, rahatsızlığı nedeniyle içmemeye karar veren bir İstanbullunun ertesi akşam bir başka âb âlemine nasıl düştüğünü muhavere tekniğiyle anlatır. Başka bir yazısında da "sulu ayyaşîn takımı"nın, düzeysiz âlem-i âblarını eleştirir.

Âb âlemi geleneği, 20. yy başında, ilkin II. Abdülhamid'in İstanbul genelinde uyandırdığı korku yüzünden giderek sönükleşmiş, II. Meşrutiyet'te siyasal tansiyonun yükselmesi, savaşlar, yoksulluk ve eski hayat tarzının değişmesi gibi nedenlerle yaklaşık yüz yıl boyunca kazandığı incelikleri ve kuralları ile birlikte yavaş yavaş unutulmuştur.

NECDET SAKAOĞLU

A B

DAİR

REZÂİL-İ ÂLEM-İ

- Vay efendim!

- Va...y beyim!

- Maşallah! Böyle olmalı. Nerdesiniz ayol?

- Buralardayız... Fakat biraz hastayım.

- Vah vah! Geçmiş olsun. Neniz var?

- Mide.

- Evet, bendeniz de muztaribim... - Garson!

- A..ma..n, af buyurun... Midem!..

- Bir tane efendim!..

- Ama..n, müsaade buyurun... Ölüyorum!..

- Etme Alahı seversen!.. Bir taneden ne olur?

- Vallahi dokunuyor... Geçen akşam iyi eder diye iki konyak...

- Hah! Konyak midevîdir...

- Nasıl midevî efendim... Berbat etti, bıraktı...

- Ne konyağı idi?

- Yunan.

- İşte ondan. Bundan fena konyak olmaz. Ihlamur suyiyle ispirto...

- Garson!

- Aman, rica ederim.

- Dur efendim! Burada bir Fransız konyağı var... İksir... - Garson! Beyefendiyesabahlan benim içtiğim o konyaktan bir tane getir.

- Hâtır-ı âliniz için... Yoksa... kaabil değil!..

- Efendim, şerefinize!..

- Size tuhaf bir şey arzedeyim... Bir zaman... daha sizinle teşerrüf etmemiştik...merhum Arif bey... zavallı şimdi hastadır, Sadık bey... damadı rahmetli Abdibey... filân her akşam birleşir... saat yedilere kadar çakarız... Efendim, şerefinize!..

- Afiyet olsun!

- Fakat nasıl çakarız?.. -Garson! bir konyak daha.

- Çok olur efendim.

-Adam, bir iki konyaktan ne olur?.. Sürahilerle içerdim... Hem de fıçı konyağı!.. Bir sabah kalktım... Fakat ne haldeyim?.. Beynimin içi oğulduyor... kalbim vuruyor... göğsüm yanıyor... gözlerim ateş gibi... dil parça parça... el ayak titrer... midem bulamr... dizlerim tutmaz... boğazım kuru... yürümek kaabil değil... yatmak müteassir [güçleşmiş]... Baktım ki hal fena..; Gideceğim... O zaman da gençlik...

- Aman efendim! Şimdi ihtiyar mısınız? Otuz beş var mısınız?

-Var yok... Fakat biz aksineyiz... Gönüllerimiz kocadı... Ah.!.. Afiyete efendim... Mezeden buyurun... Sahi! Konyakla şeker gider... -Garson!.. Şeker getir. Konyak getir. Dimitri, bu akşam sana ne oldu?.. -Ne arzediyordum?.. Evet, gençlik... Karşıda, Galavani sokağında bir kız severdim... Sever değil, âdeta çıldırırdım... Hınzır kız!.. Yine hatırıma geldi.,. Adam!.. Bu akşam da benim için rahatsız ol... Ne olur?,. Allah aşkına çak!

- İçiyorum efendim.

-Afiyete!.. Doğrudur, "geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer" derler... -Garson! Şişemi doldur. Beye de ver.

- Aman, konyak bozacak.

- Düz için.

- Konyağın üstüne bilmem nasıl olur?

-Pekâlâ olur!.. -Garson! gel gel! Bir boş kadeh daha getir. -Derken... efendime söyleyim... bizim Arif bey geldi... Rahmetli mutlaka yanında taşırdı. Yassı bir şişeciği vardı... Doldurur, arka cebine yerleştirirdi... Allah rahmet eylesin... Çok zarif, nazik, kadirşinas bir zattı... Beni yatakta görür görmez gülümsedi. Derhal şişeyi çıkardı, ağzıma verdi. "Aman içemem, çıkarırım, fenayım!" dedimse de kim dinler?.. Hatırından da çıkılmaz... Ikına sıkına birkaç yudum içtim... Şişeyi çeker çekmez yine yanaştırdı... Bir yudum daha... Afiyete!.. Ha babam ha!.. Elhasıl yarıladım... Kafa döndü... mide ısındı... Şöyle bir doğruldum... baktım ki biraz kuvvet gelmiş... Anladım... Birkaç tane daha çekersem bütün bütün kalkacağım... Dedim ki: "Aman şu dolabı aç. Benim akşam aldığım şişe oradadır." Elhasıl bir tane... bir tane daha... Yataktan kalkamıyan Esat turp gibi oldu.

- Öyledir... İnsan düştüğü yerden kalkar... Fakat bu mide ağrısı bizi korkuttu...

- Keyfine bak. Çak. Afiyet olsun!

- Evet, doğrudur. Biz içmezsek edemeyiz.

- Garson! gel şu şişeyi tazele.

- Şaka değil, buranın rakısı da iyiymiş.

- İyidir. Bu gazinocu meraklıdır. Hem iyi heriftir.

- Olmayıp ne yapacak? Biz olmasak bunlar aç kalır.

- Hay hay!.. Fakat bazıları da...

- Afiyet-i... â...linize!..

- Teşekkür ederim...

Ahmed Rasim, Şehir Mektupları, c. II, s. 88 vd

ABACILIK

Yünden gevşek bir biçimde dokunduktan sonra uzun süre su ile dövülerek imal edilen bir tür kaba kumaş olan aba, bu kumaştan yapılan palto ve sako cinsinden bir kışlık giysiye de ad olmuştur. Dervişler, ilmiye sınıfı mensupları ve, medrese talebesi de bir tür aba giymekle birlikte bu üstlük, zengin ve kibar çevrelerde yoksulluk belirtisi sayılırdı. Abanın kumaş olarak bilinmesi ve giysi yapımında kullanılması eski olmakla birlikte İstanbul yaşamına yaygın bir biçimde girişi yeniçeri yağmurlukları ve denizcilere özgü su geçirmeyen üstlüklerle olmuştur.

I. Dünya Savaşı sırasında Feshane abasından

üniforma giydirilmiş iki çocuğu gösteren bir

kartpostal.

A. Selçuk Sakaoğlu

Abadan ayrıca sako, şalvar, çakşır, potur, cepken, salta, yelek, cüppe, yağmurluk, terlik, kukuleta yapıldığı gibi at donanımında ya da yük taşımada kullanılan yardımcı eşya yapımında da yararlanılmıştır. 18. yy'dan başlayarak Osmanlı ordusunda asker giyim kuşamı için aba türü kumaşlar da kullanılmıştır. Özellikle Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı sırasında (1808) kurulan Sek-ban-ı Cedid Ocağı'nda askerler için abadan dizlik ve tozluk yaptırılmıştı.

İstanbul'da halk arasında da aba türü kumaşlar yaygın biçimde kullanılmaktaydı. Ancak İstanbul'a özgü bir aba türü ve tekniği saptanamamıştır. Abanın hammaddesi olan yünün taşrada ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliğinin yaygın olduğu yörelerde elde edilmesi dokuma işinin de buna bağlı olarak taşrada oluşmasına elverdiğinden İstanbul'da satılan abanın büyük bölümü başka yerlerden getirtiliyordu. İstanbul'a aba gönderen şehirler arasında Halep, Gaziantep, Kahramanmaraş, Antakya ve Balıkesir ön sırada yer alıyordu. Bununla birlikte İstanbul'da da aba imalathaneleri vardı.

Bu tür kumaşların yapımında dink ve aba dolabı çalıştırmak için çok miktarda su gerektiğinden İstanbul'daki imalathaneler Beyazıt, Eyüp, Yenikapı ve Samat-ya semtlerinde toplanmıştı. Sonraları Feshane'de(->) üretilen kaliteli aba "Feshane abası" adıyla anılmıştır.

İstanbul'da abadan giysi ve eşya imal eden, bunlar üzerine çeşitli motifler işleyen zanaatkarlarla bu tür eşyaları satan-' lar genellikle Kapalıçarşı'da toplanmışlardı. Eski narh defterlerinde ve esnaf nizamnamelerinde öteki zanaatlarda olduğu gibi abacı esnafı için de bazı kurallar konulmuş, sıkı ve iyi aba işleyip satmak zorunda oldukları buyurulmuştur.

Evliya Çelebi'nin yazdığına göre abacılar, Kapalıçarşı ve Eski Bedesten'in dış esnafından sayılmakta, şehrin çeşitli yerlerinde bulunanlarla birlikte 300 dükkânda 700 usta ve kalfa çalışmaktaydı. İstanbul'un değişik semtlerindeki sokaklarda toplanmış birkaç Abacılar Çarşısı vardı. Bunların toplandığı sokaklara "abacılık" ya da "abacılar"la ilgili adlar verilmişti. 19. yy'da Eminönü Zindanka-pısı ile Odunkapısı arasında toplanan abacı esnafından dolayı Zindankapısı Caddesi'ne halk arasında yakın zamanlara kadar "Abacılar Caddesi" de denilirdi. Fatih, Eminönü, Beyoğlu ve Beşiktaş ilçelerinde bazı usta abacıların ya da bu mesleğin anısını yaşatmak için konulmuş "Abacılar Sokağı", "Abacı Halim Sokağı", "Abacı Latif Sokağı", "Abacı Mahmut Sokağı" gibi sokak adları günümüzde de yaşamaktadır.

Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 6l6; (Ergin), Mecelle, I, 406; ay, Rehber, 1; Emrullah, "Aba", Yeni Muhîtü'l- Maarif, I, ist., 1328-1330, 95 - 97; M. F. Köprülü, "Aba", Türk Halkedebiyatt Ansiklopedisi, Fas. I, ist., 1935, s. 1; M. Ş. Ülkütaşır, "Aba", Türk Folklor ve Etnografya Sözlüğü Üzerine Bir Kalem Tecrübesi, Fas. I, ist., 1937; ay, "Aba ve Abacılık", HBH, S. 119 (Eylül 1941), s. 275-277; ay, "Aba", İslâm-Türk Ansiklopedisi, II, İst., 1944, 36-38; ISTA, I, 1-2; Koçu, Giyim, Kuşam, 7-8; İKSA, I, 3-4; DİA, I, 4-5; Şehir Rehberi-1989, 78; E. Dölen, Tekstil Tarihi, İst., 1992, 378, 381, 539.

M. SABRİ KOZ

ABANİ

Ağbani, Abaniye de denir. 19. yy'da fesin tek başlık olarak kabul, edilmesinden sonra, üstüne sarılan, ağa, efendi, hacı

Bir bostancı

baratasına sarılı abani. Jean Brindesi'm'n

bir resminden ayrıntı; 19. yy.

Ara Güler

Günümüzde, Gaziantep'te imal edilip istanbul'da satılan abani taklidi örtü.

Nazım Timuroğlu

vb kimlikleri simgeleyen ensiz dolama. Çözgüsü pamuk-keten karışımı iplik, atkıları ve çiçekleri sarı ipek olan abani, İstanbul ve Bursa'da dokunmaktaydı. En eski abaniler ise Halep, Bağdat ve Hindistan tezgâhlarında imal edilmiş açık sarı dokuma üstüne daha koyu, safrani (saman sarısı) dallarla desenli ağır bir kumaş türüydü. Bundan yapılan sarıklara da abani deniyordu. Üzeri sim sırma işlemeli abaniler de vardı.

Sözcüğün, "ak-mişe" gibi, "ak-banî" imlasının bozulmasıyla abani olduğu ve "ban akı" (prens beyazı) anlamına geldiği sanılıyor. Rivayete göre abaniyi İstanbul'a ilk getirenler Eflâk ve Boğdan beyleri oldu. Bunlar, başkentteki törenlere ipekten dokunmuş beyaz üstüne safran renginde dallarla bezeli kaftanlarla katılmaktaydılar. Padişaha, sadrazama sundukları hediyeler arasında da bu değerli kumaşlar bulunuyordu. İstanbul ve Bursa dokumacıları, ellerine geçen parçaları örnek edinerek yeni bir kumaş türü üretmeye başladılar. Buna, kaynağından dolayı ak-banı/ağ-banı dendi. Giderek halk arasında abani oldu. Abani, İstanbul yaşamında uzun zaman, kuşaklık, sarıkhk, perde, yorgan yüzü, başörtüsü, bohça olarak kullanıldı ve taşraya da satıldı. Buna karşılık, Bur-sa'dan, Halep, Bağdat ve hattâ Hindistan'dan İstanbul'a çeşitli kalite ve desende abaniler geliyordu. Bunlar, Hint abanisi, Halep işi abani vb adlarla satılıyordu. 17. yy'm ortalarında, İstanbul'da "ağabanu destar" (sarık) kullanıldığı narh defterlerinden anlaşılmaktadır.

1830'larda İstanbul'da başlayan fes modası, II. Mahmud'un bir fermanı ve yayımlanan bir nizamname ile yaygınla-şınca abani, eski sarığın bir simgesi gibi ve bir bant halinde fese dolandı.

Tarih-i Lûtfî'de fesin kabulünden sonra Babıâli'deki "hulefâ ve hâcegân" sınıfından kalem şeflerinin, bir süre feslerine şal sardıkları, fakat şalın pahalılığı yanında festen kayması nedeniyle beyaz tülbent ve abani sarmaya başladıkları yazılıdır. Daha sonra II. Mahmud'un bir iradesiyle buna da bir düzen getirildiği görülmektedir. Buna göre feslerin çevresine "Ahmediye" (beyaz sarık, bugün de imamların kullandığı form) ve abani sarılması yasalaşmış oldu. Ahme-diyeyi, ilmiye sınıfından müderrisler, müftüler, kadılar benimserken İstanbul'un yaşlı, dindar, hacca gitmiş Müslümanları ve çarşı esnafı da abaniyi tercih ettiler. Kısa zamanda fes abanisi, İstanbul'dan taşraya da yayıldı. Denetimin söz konusu olmadığı Anadolu kasaba ve köylerinde eşraf, gayrimüslim, rençper ve esnaf zümreleri kimliklerini feslerine doladıkları yemeni, puşi, sarık tülbendi vb ile dışa vururlarken yörelerin zengin ve saygın kişileri de abani sarmaktaydılar. İstanbul'da ise abaniyi, çarşı esnafının yaşlıcaları, hayriye tüccarları, mahallelerin ileri gelenleri, hacılar, muhtarlar, bu kimlikleri için uygun buldular. Birçok Yahudi esnafı da taşradan alışverişe gelenlere "hacıbaba" havasında güven verebilmek için, tıpkı Müslüman meslektaşları gibi feslerine abani dolamaktaydılar.

1924-1925 tarihli Türk Ticaret 5«/wa-mes/'ndeki bilgilere göre bu tarihe kadar İstanbul'da önemli bir yeri olan abanici-lik, Dağıstanlı bir esnaf kesiminin elindeydi. Çakmakçılar'daki başlıca altı Dağıstanlı abanicinin birer dokuma atölyeleri de vardı. Bu el tezgâhlarında ipekli ve pamuklu olmak üzere iki tip abani üretilirken Avrupa'dan da abani taklidi dokumalar ithal ediliyordu. İthal abaniler daha ucuzdu ve Anadolu'ya satılmaktaydı.

İstanbul'daki abani dokumacılığı ve kullanımı 1925'te, fesle birlikte tüm eski serpuşları yasaklayan Şapka İktisası Ka-nunu'nun yürürlüğe girmesine kadar sürdü. Bu tarihten sonra abani başka alanlar için ve az miktarda üretilmiştir.

NECDET SAKAOĞLU

ABANOZ SOKAĞI

(Bugün Halas Sokağı.) Bir dönem gene-levleriyle ünlü sokak. Beyoğlu ilçesi merkez bucağına bağlı Hüseyinağa Ma-hallesi'nde, Sakızağacı Caddesi ile Balo Sokağı arasındadır. Bu sokaktaki evler genellikle cumbalı olup, üç ya da dört kadıdır. Kimisinin altında ayrıca dükkân vardır.

1882'de Abanoz Sokağı'nda tespit edilen 32 evde iki hekim (M. Raphael-yan ve G. Saib), Pera Telgrafhanesi direktörü (J. Antoniadis), Romanya sefaretinden bir tercüman (G. Konstantini-di) ve bazı tüccarlar oturmaktaydı. 1890'a gelindiğinde, ev sayısı 36'ya yükselmişti. Bunlardan on kadarında bekârlara oda kiralanmaktaydı.

Tanzimat'tan (1839) ve özellikle 1855 Kırını Savaşı'ndan sonra, Türkiye Avrupalıların hücumuna uğradı. Yabancı uyrukluların zorlamalarıyla, açılmasına hükümetçe göz yumulan genelevler, gittikçe çoğalıp halk sağlığını bozmaya başladı.

Hükümet ve belediye, bu gibi evlerde çalışan kadınların bir sağlık kurumu tarafından denetim altında tutulmasını

istediyse de İstanbul'daki yabancı uyruklu kesim, bu konuda alınacak sağlık tedbirlerinden ötürü kişisel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanacağını ileri sürüp Kapitülasyon hükümlerine sığınarak, herhangi bir kanun ya da nizamname çıkartılmasını engelledi.

1860'ta Galata ve Beyoğlu'nda adli ve tıbbi denetimden uzak olarak, çalışan 2.000 kadının varlığı tahmin ediliyor.

1879'da, Misel (Michele) adlı bir hekim ile Dr. Agop Handanyan, Altıncı Da-ire-i Belediye Başkanı Edouard Blac-que'a, genelevlerin denetim altına alınması, bunları denetleyecek tıbbi heyet ve hastanenin kurulması için bir rapor ile nizamname taslağı hazırladılar. Bu raporda genel sağlığın temininin hükümetin esas görevlerinden biri olduğu belirtiliyordu. Edouard Blacque da bunları Babıâli'ye sundu. Şûra-yı Devlet'in kararı üzerine, 24 Ocak 1295/6 Şubat 1879'dan 1884 yılına kadar beş yıllık deneme süresinden sonra, 14 Şubat 1299/27 Şubat 1884'te "Altıncı Daire-i Belediye Dahilinde Bulunan Bazı Hususi Hanelerin Hide-mat-ı Sıhhiyesine Dair Talimatname" yayımlandı. Biri Galata'da biri Beyoğlu'nda

,131

Abanoz Sokağı, 1958

Turgut Kut

iki muayenehane ile Altıncı Daire-i Belediye Nisa Hastahanesi açıldı.

Kapitülasyonların kaldırılmasından (8 Eylül 1914) kısa bir süre sonra da, yurt çapında 17 Zilhicce 1333/18 Ekim 1915 tarihli "Emrâz-ı Zühreviyenin Men'-i Sirayeti Hakkında Nizamname" (Takvim-i Vekâyi, no. 2328) ile zührevi hastalıkların yayılmasını önlemek üzere özel bir teşkilat kuruldu. Bu teşkilat, İstanbul'da Polis Müdüriyet-i Umumiyesi'ne bağlandı. Teşkilatın çalışma tarzı ve görevleri ayrı bir talimatname ile belirlendi. Beyoğlu'nda dağınık halde bulunan genelevler sınıflandırılarak belirli sokaklarda toplandı. 1920'de birinci sınıf genelevler Abanoz Sokağı'na taşındı. Ayrıca civarındaki Küçükyazıcı, Kilit, Lale (bugün Topraklüle), Fıçıcı (bugün Fıçıcı Apti) ve Karnavula (bugün Karakurum) sokaklarında da genelevler vardı. Ancak bu sokaklardaki genelevler 1964 yılından çok önce kapatılmışlardı.

Abanoz Sokağı'nda 1951-1956 yılları arasında ev sayısı 45'e, bu evlerde çalışan kadın sayısı da 500'e ulaşmıştı. Bu yıllardaki genelevler Hanife Güllen (no. 2), Belgüzar İnci (no. 4), Hamide Kara-

göz (no. 6), Gülizar Belen (no. 10), Sira-nuş Şerbetçioğlu (no. 12), Rukiye Gök (no. 14), Maryam Camcıyan (no. 16), Eleni Branti (no. 20), Aleksi Garip (no. 26), Kılio Sakali (no. 28), Makbule Aksu (no. 30), Naciye Akerçin (no. 32), Eftelya Yerapulo (no. 34), Kleopatra Kaçi (no. 38), Nimet Perin (no. 1), Sabahat Külahsız (no. 3), Münevver Uygun (no. 5), Fikriye Ergemici (no. 7), Suzan Çekemem (no. 9), Leyla Toydemir (no. 15), Nimet Güler (no. 17), Takuhi Çamci (no. 19), Annik Sarmaşık (no. 21), Fotiko Balıkçı (no. 23), Fatma Demir (no. 25), israil Er-gül (no. 27), İhsan Tezcan (no. 29), Hatice Akbal (no. 31), Nermin Işıl (no. 33), Fatma Kapıcı (no. 35), Cemil Gürakan (no. 37), Kadir Büyükdoğan (no. 39), Atina Elpeze (no. 41), Matild Harikliyan (no. 43) tarafından işletilmekteydi.

1957-1958 yıllarında İstanbul'un uğradığı yoğun imar değişikliği sırasında Tak-sim-Aksaray arası araç trafiği bu sokaktan geçirildi. 19öO'tan sonra ise kimlik kontrolünü sağlamak için sokağın her iki ucuna duvar örülerek birer kapı kondu.

25 Şubat 1964 gecesi, İl Zührevi Hastalıklar ve Fuhuşla Mücadele Komisyo-nu'nun 17 Ocak 1963 tarihinde almış olduğu kararın Danıştay tarafından tasdik edilmesi üzerine Galata, dışında tüm genelevler kapatıldı.

Beyoğlu'nun 45 yıllık mazisi olan kiralık kızlar sokağı Abanoz'daki kadınlar, son günlerini matem günü olarak ilan edip, odalarına müşteri almayarak zil zurna sarhoş oluncaya kadar içtiler. Genelev kadınları, Vali Niyazi Akı ve Emniyet Müdürü Haydar Özkın ile Fuhuşla Mücadele Komisyonu'ndan evlerini Sanayi Sitesi arkası, Ihlamurderesi, Paşa-bakkal Sokak, Çöplük ya da Aynalıçeş-me arkasında açmak için izin istediler. Ancak istekleri uygun görülmedi. Abanoz Sokağı'ndaki evlerin kimisi gizli olarak 1974'e kadar çalıştı. Ayrıca Kadillak Nermin (Nazire Nevzat), Beyoğlu Ayva Sokağı'nda Kadın Satış İstasyonu adı altında gizli bir ev açtı, ama uzun ömürlü olmadı. Bugün yeni adıyla Halas Sokağı'ndaki evlerin kimisi konut olarak kullanılmakta kimisi de boş durmaktadır. Dükkânlar ise genellikle kundura levazı-matı satmakta, kimisi de değişik amaçlı depo olarak kullanılmaktadır.

Bibi. Journal de Constantinople, 30 Ağustos 1860; 1301 İstatistik Cedveli; Raphael C. Cer-vati, L'Indicateur Ottoman. Illustre. Annuai-re-Almanach du Commerce, de l'Industrie, de l'Administration et de la Magistrature 1882-Hegire 1299, (3. bas.) İst., 1882; Raphael C. Cervati, Annuaire Oriental du Commerce, de l'Industrie, de l'Administration et de la Magistrature 1889-90 Hegire 1306, (9. bas.) İst., 1890; (Ergin), Mecelle, V; Clarance R. Johnson, Constantinople To-day ör the Pathfinder of Constantinople, New York, 1922; Reklâmcılık ve Hususi Hânlar Bürosu, İstanbul Umumi Adres Kitabı, ist., 1951; İstanbul Telefon Rehberi 1953 (29. bas.), İst., 1953; İstanbul Telefon Rehberi 1955-56(30. bas.), ist., 1956; Z. Toprak "istanbul'da Fuhuş ve Zührevi Hastalıklar 1914-1933", TT, S. 39, Mart 1987. TURGUT KUT

ABASIYANIK, SAİT FAİK

(23 Kasım 1906, Adapazarı - 11 Mayıs 1954, İstanbul) İstanbul'u, özellikle de Burgaz Adası'm, Rum balıkçıları, halktan insanları, denizi anlatan yapıtlarıyla tanınan hikayeci. İstanbul Erkek Lisesi'nde başlayan lise öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. Üç yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde, üç yıl kadar da Fransa'da Grenoble Üniversite-si'nde okudu. Bir süre babasının işyerinde ticaretle uğraştı. Daha sonra kendini edebiyatla ilgili çalışmalarına verdi. Burgaz Adası'nda, ölümünden sonra müze olan evindeki yaşamı ona ada insanlarını, balıkçıların yaşamını, doğayı yakından tanıma olanağı sağladı. Beyoğlu'nun arka sokaklarında, kentin kenar mahallelerinde tanıdığı insanları konu edindi. Başlıca teması insan sevgisidir. İnsanoğluna değer verir, doğal çevreyle uyumlu yaşamın koşullarını araştırır. İç dökmeyi andıran, rahat, çekici konuşma dilini kullanır. Öyküleri Semaver, 1936; Sarnıç, 1939; Şahmerdan, 1940; Lüzumsuz Adam, 1948; Mahalle Kahvesi, 1950; Son Kuşlar, 1951; Kumpanya, 1951; Havuz Başı, 1952 gibi kitaplarmdadır. Sağlığında yayımlanan son yapıtı Alem-dağ'da Var Bir Yılan (1954), bilinçaltına, serbest çağrışımlara, gerçeküstü öğelere yer veren ürünleri kapsar. Roman (Medarı Maişet Motoru, 1940; Havada Bulut, 1951; Kayıp Aranıyor, 1953), şiir (.Şimdi Sevişme Vakti, 1953), röportaj (Mahkeme Kapısı, 1956) türünde de yapıtları vardır.

İlk öykülerinde Sakarya, Bursa gibi çocukluğunu, ilk gençliğini geçirdiği çevreleri konu ediniyordu. Fransa'daki yaşamıyla ilgili olarak Marsilya, Paris, Grenoble çevrelerini anlatan öyküleri de vardır. İlerki yıllarda zaman zaman bu temalara döndüğü oldu. Fakat onun yapıtında ağırlık İstanbul kentine aittir.

Sait Faik'in yapıtı 1930'lardan 1950'lere kadar uzanan dönemde ken-

tin görünümlerini, yaşamını, insanlarını yansıtır. Anlatılanlar Adalar ve İstanbul semtleri olmak üzere iki-ana alanı kapsar. Adalara giden vapurlar, yazarın bu yolculuklarda karşılaştığı kişiler birçok öyküde yer almıştır (Alt Kamara, Pro-jektörcü, Yandan Çarklı). Asıl gözlem çevresi Burgaz'dır. Çevre adalar da türlü öyküleri besler (Kınalıadada Bir Ev; Kaşık Adasında; Sivriada Gecelen; Siv-riada Sabahı). Burgaz günün farklı saatlerinde, farklı mevsimlerdeki görünüşleriyle anlatılmıştır (Bir Kıyının Dön Hikâyesi). Canlandırılan insanlar genellikle balıkçılar, emekleriyle kıtı kıtına geçinen kimselerdir: Balıkçı Cemal (Kayıp Aranıyor), Ermeni Balıkçı (Ermeni Balıkçı ile Topal Martı), Stelyanos Hriso-pulos (.Stelyanos Hrisopulos Gemisi), Birtakım İnsanla?daki Berber Kir Di-mitro, Bulgar Sütçü Pandeli, Kondos diye adlandırılan Ali Rıza gibi.

Doğa, insanlar, onların birbirleriyle ilişkileri karşısında yazar bazen sadece bir gözlemcidir (Kendi Kendime). Yaşam güçlüklerini, yaşamlarından türlü görünüşlerini anlatır: Tepedeki bir evde karlı bir günde ölen adamın intihar eden karısı (Kimkime), gurbetçi Çankı-rılı Mehmet oğlu Mehmet (Şeytan Minaresi), doğallık, güzellik, sevgi temalarını eskiçağ tarihinden gelen çizgilerle birleştiren İmrozlu Todori (Dondurmacının Çırağı) gibi. Türk ve Rum kökenli balıkçılar (Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür'de Koço, Ahmet, Muharrem, İstel-yo, İbram, Hıristo, Hüseyin, Barba Ni-ko, Karavokini) birlikte çalışır, güçlüklere birlikte göğüs gererler. Ancak hak ettikleri "pay"ı, emeklerinin karşılığını alamazlar (Pay ; Yaşayacak-, Haritada Bir Nokta). Adanın mevsimlik ziyaretçileri, buraya iş için belli zamanlarda gelenler vardır: Çirozcular (Beyaz Pantolon), kıyıya putrel çakanlar (.Şahmerdan), inşaat işçileri (Türk Ülkesi) gibi. Yazın plajları dolduranlar (Plaj İnsanları), çamlıkta sevişenleri gözleyen delikanlı (Hayvanca Gülen Adanı), doğaya zarar verenler (Son Kuşlar) olumsuz tiplerdir.

İstanbul semtlerini konu edinen öyküler geniş bir alana yayılır. Silivrika-pı'dan Topkapı'ya doğru yapılmış bir yürüyüşün tanıklıkları bölgeye ait birçok özelliği tanıtır. Yedikule ile Silivri-kapı arasım incirlikler kaplar. Dutçular Şehit Nizam bahçelerinden, Kozluk dutluklarından dut getirir. Elekçi Baba, Bağdadi Baba, isyancı Arnavut beyleri olan Yedişehitler, sur kapısında Fatih ordusundan İdris'in gürzü, zincirle bağlı devasa balık kemikleri, 12 yaşındaki araba ressamı Hasan, eski külhanbeyi Mehmet Reis anlatıyı zenginleştirir (Sur Dışında Hayat). İş kazasında sakat kalan Hüseyin ile bir çingene kızını konu edinen öykünün çevresi Kocamustafa-paşa'daki Sümbüllü Kahve'dir (Mürüvvet). Çingenelerin yaşadığı mahallelere ait tasvirlere sık sık yer verilir (Kaçamak; Papağan-Karabiber, Kalorifer ve

ABAZA HASAN PAŞA OLAYI

7

ABBAS AĞA CAMÖ

Bahar, Dolapdere). Beyazıt Meydanı (.Havuz Başı), Küllük Kahvesi, Gülhane Parkı (.Park, Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi) ve Şehzadebaşı kahveleri (Kriz) konu edinilen yerler arasındadır.

Yazarın bir şiirine de konu olan Köprü, birçok hikâyenin mekânıdır. İzmirli Çımacı işten çıkarılıp Paşabahçe Cam Fabrikası'na girince oda arkadaşı Sivaslı işçiyle burada vedalaşır (.Mavnalar). Yazar, Karaköy Iskelesi'nde, birahanede, Haydarpaşa Garı'nda karşılaştığı kişileri öykülerinde anlatır (.Birahanedeki Adam; Balıkçısını Bulan Olta; Hikâye Peşinde). Bu çevreden Beyoğ-lu'na uzanan Yüksekkaldırım ve Tünel anlatılan yerlerdendir (Yüksekkaldırım; Bacakları Olsaydı; Tüneldeki ÇocuK). Beyoğlu, buradan Dolapdere'ye inen sokaklar, kahveler, meyhaneler, serseriler, orospular birçok öykünün konusu olmuştur (Havada Bulut vb). Bir öyküde şarap fıçılan odalar kadar büyük bir meyhaneden söz edilir (.Şehrâyiri). Hı-ristaki Pasajı hareketli yaşamın canlı çerçevelerindendir (.izmir'e). En çok sözü edilen yerlerden biri kahvehanelerdir (.Bilmem Neden Böyle Yapıyorum; Mahalle Kahvesi; Cezayir Hurmaları). Bir öykünün geçtiği yer Anadolu Pasa-jı'ndaki küçük bir kahvedir (Diş Ağnsı Nedir Bilmeyen Adanı). Genç edebiyatçıların toplandığı Asmalımescit'teki kahve (.Genç Edebiyatçılar), Taksim Mey-danı'na bakan kahve (.Eftalikus'un Kahvesi), sokak çocuklarının uyukladığı sabahçı kahvesi (.Gece İşi) kentteki yaşamın türlü görüntülerine sahne olur. Yazarın "Korkunç Pastahane" diye adlandırdığı yer ise haraççıların, jigoloların, fahişelerin, eroincilerin, bobstillerin, sanatçıların, kadın bulmaya çıkanların birleştiği yerdir.

Sait Faik'in canlandırdığı semtlerden biri de Şişli'de Bomonti durağına yakın evinin çevresidir (.Lüzumsuz Adam). Daha ötedeki Mecidiyeköy gazinoları (Havada Bulut), Ortaköy'e doğru inen yamaçların arasında bir dünya cenneti gibi canlandırılmış Menekşeli Vadi, Atika-li'den Atatürk Köprüsü'ne doğru uzanan bir gece serüveninin mekânı olan mahalleler (Öyle Bir Hikâye), kentin kötülük

Sait Faik'in

bugün müze

olan

Burgaz

Adası'ndaki

evi.

Erkin Emiroğlu,

1993

ve çirkinliklerine karşı bir masal çevresini andıran Alemdağ (.Alemdağ'da Var Bir Yılan) kente ait peysajı tamamlar.

Sait Faik'in öykülerinde canlandırılan kent insanları arasında üreten, birbirleri için özveri gösteren kişiler ön plandadır. Arabacı Bayram yedi yıldır uğramadığı evinde sevecenlik ve hoşgörüyle karşılanır (.Menekşeli Vadi). Çalılıkları temizleyerek toprağı işleyen Kör Mustafa (Karanfiller ve Dometes Suyu), çalışkan, doğaya uyum sağlamış Papaz Aleksandros (.Papaz Efendi), 80'lik duvarcı Barba An-timos (Barba Antimos), ıstakoz avında boğulan 75'lik Apostol Efendi (Ağıt), işlemeli boyacı sandıklarını yapan Bakır-köylü Mercan Usta birer destan kişisi gibi canlandırılmıştır. Öykücü her gün karşılaşılan sıradan insanlarda sevgi uyandıran yanları bulup ortaya çıkarır, okurlarına insanoğlunu sevdirir (.Kame-riyeli Mezar; Projektörcü; Çöpçü Ahmet; Hallaç). Bunlar arasında külhanbeyler (Bir Külhanbey Hikâyesi), kumarbazlar (Kumarbaz Hayri Efendi), gurbetçiler (Birtakım İnsanlar), kente renk kazandıran kimi kişiler (.Şöhrete Dair ; Uzun Ömer) ve bazı meslekler de bulunmaktadır (.Ketenhelvacî).

Bibi. T. Alangu (haz.), Sait Faik İçin, îst, 1956; M. Uyguner, Sait Faik'in Hayatı, Ankara, 1959; M. Kutlu, Sait Faik'in Hikâye Dünyası, İst., 1968; A. Miskioğlu, Ana Temleriyle Sait Faik ve Yeni Türk Edebiyatı, İst., 1979; F. Taş, Sait Faik, Ankara, 1988; F. Naci, Bir Hikayeci Sait Faik, Bir Romancı Yaşar Kemal, İst., 1990.

KONUR ERTOP

ABAZA HASAN PAŞA OLAYI

Türkmen Ağası Abaza Hasan Ağa'nın (Paşa) (ö. 1659) lö52'de Üsküdar'ı yağmalayıp İstanbul'u tehdit etmesi olayı. Abaza Vakası olarak da anılır.

İsparta mütesellimi Abaza Hasan Ağa, Göller Yöresi'ne saldıran Celâli Haydaroğlu'nu yakaladığı için Yeni-İl (Kangal) Türkmen Ağalığı verilerek ödüllendirilmişti. Fakat bu yeni görevi için, vezirazama, ocak ağalarına rüşvet ve hediyeler göndermişti. Dağıttıklarını Türkmen ağalığı gelirleriyle toplamayı tasarlıyordu. Fakat ocak ağaları kendisi-

ni bu görevden uzaklaştırdılar. Bunun üzerine Hasan Ağa İstanbul'a geldi. Başvurduğu yetkililerden olumlu bir cevap alamadı. Kubbealtı'nda vezirazam ve vezirlerle tartıştı, istanbul'u terk etmesi istendi. Üsküdar'a geçti. Öteden beri, asi sipahilerin de kaçıp sığındıkları Üsküdar'da uygun bir ortam buldu. Ulufelerini alamamış ve eylemler yapmış olan zorba sipahileri çevresine topladı. Üsküdar'ı haraca kesti. Çevreyi yağmalamaya başladı. Paşakapısı'na adam gönderip defterdarın ve Yeniçeri Ocağı önderlerinden Sarı Kâtip ile Deli Birader'in başlarını istedi. "Üsküdar, At Meydanı değildir. Bundan sonra aramızdaki sorunu kılıç çözer!" gibi tehditler savurdu. Ocak ağaları, kubbe vezirlerini Üsküdar'a geçmeye ve Abaza Hasan'la görüşmeye zorladılar. Hasan, voyvodalığı onaylanmaz ve borçları ödenmezse bir yere gitmeyeceğini bildirdi. Kendisine 30 kese akçe gönderildi. Bu kez "Ben böyle üzgün ve mağdur geri dönersem vilayetlerin hali ne olur, acımaz mısınız?" dedi. Başkentin güvenliği dışında bir şey düşünmeyen yetkililer "Bundan kalkıp gitsin de, ne isterse yapsın, Anadolu'yu ateşe yaksın!" dediler. Hasan Ağa, arkasındaki gözü dönmüş eşkıya ile Üsküdar'dan kalktı. Yolda rastladığı, ulufe alamamış bölük halkını da yanma kattı. İznik'e yöneldi. Burada başkaldırdı. Üzerine gönderilen Katırcıoğlu'nu bozguna uğrattıktan sonra İbşir Paşa ile birleşip İstanbul'a yürüdü. Boynueğri Mehmed Paşa'nın başkanlığında bir öğütçü heyeti Eskişehir'de Abaza'yı caydırdı ve Türkmen ağalığı ile Yeni-İl'e (Kangal) gitmeye razı etti.

1653'te sipahilerle İstanbul'a geleceği haberinin duyulması halkta korku uyandırdı. Abaza Hasan, küçük bir grupla geldi. Vezirazam Derviş Mehmed Paşa'nın himayesine girdi. Birkaç ay kaldıktan sonra Yeni-îl'e döndü. l654'te îbşir Paşa vezirazam iken adamlarıyla gelip Üsküdar'a yerleşti. İbşir Paşa 11 Mayıs l655'te idam edilince ayaklanmak amacıyla Anadolu'ya geçti. Vezirlik rütbesi verilerek eylemi önlenmeye çalışıldı ise de başarılamadı. IV. Mehmed'e, "Rumeli ve İstanbul senin, Anadolu bizim olsun!" diyecek kadar ileri gitti. Ayaklanması Köprülü Mehmed Paşa'nın iktidara gelişine (1656) kadar sürdü. Cephe görevine gitmediği gibi, kendisinden hesap sorulacağından da çekinmekteydi. Köprülü Mehmed Paşa seferde iken silahlı adamlarıyla bir kez daha Üsküdar'a geldi. Saray ağalarından gizli destek sağladıktan sonra Köprülü Mehmed Paşa'nın idamını istedi. Sadrazamın ordu ile istanbul'a gelmekte olduğu haberi üzerine Üsküdar'dan uzaklaştı. Bu kez de defter çalığı eski sipahileri af dileme bahanesiyle Üsküdar'a gönderdi. Mehmed Paşa bunun bir komplo hazırlığı olduğunu sezerek Üsküdar'da yakalattığı 1.300 kadar sipahiyi ve Abaza yandaşını idam ettirdi. Abaza'nın üzeri-

ne de Murtaza Paşa'yı sevk etti. Ilgın ordugâhında baskına uğrayan Osmanlı kuvvetleri on bin kayıp verdi. Abaza Hasan Paşa, 17 Şubat l659'da Halep'te hile ile yakalanıp öldürüldü.

Abaza Hasan Paşa olayı, Köprülü-ler'in iktidara gelmesinden önceki genel durum için bir göstergedir. Abaza Hasan ve yandaşları Üsküdar ile çevresini aylarca yağmalamışlar, halktan vergi ve haraç toplamışlar, evlerde oturmuşlar fakat İstanbul'daki yönetim ve güvenlik güçleri hiçbir önlem alamamıştır. Bu, başkentin devam edegelen ekonomik bunalımını ve yiyecek yetersizliği sıkıntısını bir kat daha artırmış, Üsküdarlılar yoksul düşmüşlerdir.

NECDET SAKAOĞLU

ABAZA PAŞA MODASI

İstanbul'da 1630'lu yıllardaki erkek modasıdır. Giyim kuşamı silah kuşanma ve eyer takımlarını etkilemiştir. Salt giyim modasına "Abaza kesimi" denmiştir.

Abaza Mehmed Paşa (ö. 1634) l620'de Rumeli Beylerbeyi iken İstanbul'a geldi. Daha o zaman kıyafeti, atı ve silahları ile ilgi ve hayranlık uyandırdı. Anadolu'daki uzun süren ayaklanmasından sonra suçu bağışlanıp l628'de ikinci gelişinde de Bosna valiliğine gidinceye değin hem giyim kuşamı hem fiziği ile ayrıca isyan sonrası eriştiği şöhretle herkesin ilgisini çekmişti. Son olarak Vidin valiliğinden azledilip l631'de İstanbul'a çağrıldığında da başta IV. Murad (hd 1623-1640) olmak üzere yöneticiler, giyim kuşamının uygunluğuna hayran kalmışlardı. Abaza Mehmed Paşa, kırk yaşlarında, kahraman tavırlı, uzun boylu, herkesi büyüleyen alımlı bir fiziğe sahipti. Bu nedenle de üzerindeki her şey, olduğundan daha güzel ve anlamlı gözüküyordu. Kendi destarım özel bir form vererek sarıyor, özgün buluşlarla giysilerini sıradanlık-tan kurtarıyordu. Atma da kahramanlığına yaraşır görünümler vermekteydi. Tarihçi Naima'mn deyimiyle "Kendüyü ve atlarını pehlivan-vâri tezyin etmeğe" eğilimi vardı.

IV. Murad'la Abaza Mehmed Paşa'nın dostluğu ve birlikteliği uzun sürmedi. Padişah, silahtarının etkilemesi sonucu, sözde onun İstanbullu Rumlarla Ermeniler arasındaki "Kızıl Yumurta Günü" anlaşmazlığından ötürü Ermenilerden elli bin kuruş rüşvet aldığı söylentisine inandı. Anadolu Hisarı'ndaki gece âleminden, yanında ünlü Bostancıbaşı Du-çe Mehmed olduğu halde ansızın ayrılıp İstanbul'a gelerek Çinili Köşk'te Abaza Mehmed Paşa'yı boğdurttu. Bu beklenmedik olay, İstanbul halkının giderek daha fazla korktuğu ve kinlendiği IV. Murad'a karşı bir tür tepkinin doğmasına yol açtı. Herkes, Abaza'nın anısını yaşatmak için, onunkine benzer kavuk, sarık, kaftan, eyer giymeye ve kullanmaya başladı. Abaza tarzı raht (eyer), Abazalı kavuk, Abaza kesimi kaftan,

Abaza kılıcı moda oldu. Bu akımı el altından İstanbul'un birtakım esnafı, piyasayı canlandırmak için teşvik etmekteydiler. Abaza modasına kapılanların biricik düşünceleri ise, bu tür giysi ve donanımların kendilerine yakışıp yakışmadığına bakmaktan çok, kimseden geri kalmamaktı. Abaza modası, birtakım değişikliklerle 17. yy'ın sonlarına değin sürdü.

NECDET SAKAOĞLU

ABBAS AĞA CAMÜ

bak. SELÇUK SULTAN CAMİİ

ABBAS AĞA CAMÜ

Beşiktaş'ta, Sinanpaşa Mahallesi'nde, Selamlık Caddesi ile Abbas Ağa Camii Sokağı'nın kavşağında yer almaktadır.

Banisi Darüssaade Ağası Abbas Ağa'dır (ö. 1672'den sonra). Abbas ibn Abdürrezzak adıyla da bilinir. Osmanlı sarayının ünlü darüssaade ağalarından-dır. IV. Mehmed'in padişahlığı (1648-1687) döneminde, saray hareminin ve haremağalarının etkinlik kazandığı yıllarda darüssaade ağası (1668-1671) oldu. Edindiği servetle İstanbul'un birçok semtine okul, cami, hamam ve çeşmeler yaptırdı. l672'de darüssaade ağalığından azledilerek Mısır'a sürüldü, orada öldü. Kahire'de İmam Safi Türbesi Haziresi'ne gömüldü.

Abbas Ağa'nın İstanbul'da yaptırdığı okul, sebil, çeşme ve hamamların bazıları günümüze ulaşmıştır. En büyük eserlerinden olan, Koska'daki Kızlarağası Çifte Hamamı sanat değeri açısından da önemliyken cadde genişletmeleri sırasında yıkılmıştır. Aynı şekilde, Sirkeci'deki Küçükağa Hamamı adım taşıyan eseri de 1979'da yerine iş hanı yapılmak üzere yıkılmıştır. Cerrahpaşa semtindeki üçüncü hamamı ise Safilere mahsustu. Beşik-

Abbas Ağa Camii'nin batıdan görünümü. Tarkan Okçuoglu, 1993

taş'ın büyük bir bölümünü kapsayan Ab-basağa Mahallesi de bu zatın adını taşımaktadır.

Abbas Ağa Camii Hadîkatü'l-Cevâ-mtye göre 1665-1666'da inşa edilmiştir. II. Mahmud tarafından 1834-1835'te yeniden yaptırıldığı bilinmektedir. İlk inşasında camiin yanında bir sıbyan mektebi ile bir çeşmenin tasarlandığı, yapının bir hünkâr mahfili ile donatıldığı tespit edilmektedir. Sıbyan mektebi günümüze ulaşmamıştır.

Camiin etrafı, bir konağı hatırlatacak şekilde yüksek duvarlarla kuşatılmıştır. Çevre duvarının kuzey yönünde, biri ana girişe diğeri de halen imam meşrutası olarak kullanılan hünkâr mahfiline geçit veren iki kapı bulunur. Cümle kapısı ile cami arasındaki alan, ahşap bir sakıfın altına alınmıştır. Cami, kapalı son cemaat yeri, enine dikdörtgen ha-rim, harime batı yönünde bitişen hünkâr kasrı ve minareden oluşur. Duvarlar moloz taş ve tuğla ile örülerek ahşap bir çatı ile örtülmüş, duvarlara iki sıra halinde dikdörtgen pencereler dizilmiştir. Hünkâr kasrı ise ahşap olarak tasarlanmıştır. Aslında ahşap direkler üzerinde oturduğu anlaşılan bu kasrın altı sonradan doldurularak imam meşrutası na dönüştürülmüştür. Son cemaat yerinin batı kenarında bağımsız bir girişle donatılmış olan hünkâr kasrı ise II. Ab-dülhamid devri onarımında elden geçirilmiş olmalıdır.

Harimde bulunan fevkani mahfil, doğuda ve batıda duvarların yarısına kadar, kuzeyde ise derinliğine gelişerek son cemaat yerinin üstünü kaplar. Petek kısmı prizmatik üçgenlerden oluşan silindir gövdeli minare, son cemaat yeri ile hünkâr mahfilinin birleştiği köşede, kare bir kaide üzerinde yükselmektedir. Söz konusu mahfilin cephelerinde, başlıklarında küçük oyma güleçler bulunan ahşap pilastrlar vardır. Küçük bir mihrabı olan son cemaat yeri ile ana mekân ahşap bir duvarla ayrılmıştır.

Harim tavanındaki ahşap işçilik dikkat çekicidir. Tam ortadaki avize, altın yaldızlı beyzi bir göbeğe asılmıştır. Tavan yüzeyi, kalın çıtalarla oluşturulmuş sekiz köşeli yıldızlar, kenarları yumuşatılmış dikdörtgenler ve çeşitli geometrik şekillerle düzenlenmiştir. Tavan kornişlerinde yelpaze şeklinde ajurlu konsollar, mukarnası andıran sarkıtlı süslemeler ve perde motifleri görülmektedir. Mahfil kare kesitli ahşap sütunlara oturtulmuş, mihrap eksenindeki sütun açıklığı, eğri çizgilerden oluşan bir alınlıkla taçlandırılmıştır. Mahfilin kuzey ve doğu kanatları çıtadan mamul kafeslerle, insan boyunu aşacak yükseklikte kapatılmıştır. Hünkâr mahfili niteliğindeki batı kanadı özel bir oda olarak ayrılmış, dışarıdan aplike, renkli ahşap süsleme öğeleri ile kapatılan küçük kare mekânın üzeri bağdadi bir kubbe ile örtülüdür. Bu kubbenin içi yağlıboya akantus yapraklı bir süsleme ile bezenmiştir. Ka-

ABBAS AĞA ÇEŞMESİ

9

ABBAS VESİM

reden kubbeye geçişte köşelerde beliren üçgen alanlar, altın yaldızlı ışınsal süslemelerle kaplanmıştır. II. Mahmud devrinin özelliği olan söz konusu mekânda tavana kadar devam eden bir mihrap tasarlanmıştır. Ana mekânın, beyaz yağlıboya ile boyanmış olan mihrabı ile ahşap minberi oldukça basittir.

Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 102-103; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, 45, no. 187; Raif, Mir'at, 298-299; ISTA, I, 9; Evliya, Seyahatname, I; Semavi Eyice, "İstanbul'un Ortadan Kalkan Tarihi Eserleri", tO Edebiyat Fak. Tarih Dergisi, S. 27, İst., 1973, s. 131-178; Öz, İstanbul Camileri, II, 1; 1KSA, I, 19-20.

TARKAN OKÇUOĞLU

ABBAS AĞA ÇEŞMESİ

Çapa ile Kocamustafapaşa semtleri arasında, Menderes Caddesi'nden Eski Vezir Sokağı'na girerken hemen solda bir ahşap evin bahçe duvarına bağlıdır.

Yapı kesme taştan, klasik Osmanlı üslubunda yapılmış olup, haznesizdir. Altı beyit halindeki kitabe mermerdir ve çeşmenin 1032/1622 tarihinde inşa edildiğini belirtir. Yapı Sultan II. Osman zamanında sarayda önemli görevlerde bulunan Abbas Ağa adlı bir zatın hayratıdır.

Yol kotlarının yükselmiş olması nedeniyle çeşme, zeminden bir metre kadar çukurda olup, beş basamaklı bir merdiven ile inilir. Ayna nişi bu devir çeşmelerinin genel özelliklerine uygun olarak düzenlenmiştir. Sivri kemerli olan niş, sade ve az derindir. Mermer kitabe, aynataşı ve bunun iki yanındaki kaş kemerli maşrapalıklar dışında süsleme yoktur. Aynataşı yüzeysel süslemeli-dir ve 17. yy Osmanlı süsleme sanatının tipik bir örneğidir. Sivri kemerin ayakları köşeli ve kademeli olarak derinleşen silmeler halindeki sütunçelere oturur. Yapıyı üç yönde yine derin bir silme kuşağı çevreler. Kemer tepesinden saçağa kadar olan bölüm cephe boyunca bir yalancı kitabelik halinde düzenlenmiştir. Böylece cephede basit de olsa bir hareketlilik sağlanmaya çalışılmıştır. Yuvarlak silmeli ve sığ bir saçağa sahip olan çatı örtüsü kesme taştan üçgen prizma şeklindedir.

Kitabe, yazısı itibariyle 15-16. yy ki-tabelerindeki üslubu yansıtır. Yazı kasetlerinin birleşme yerleri inceltilerek aralarına stilize rozet halinde bitkisel süsleme yapılmıştır. Kitabe yazarı belli değildir.

Topkapı ile Yedikule arasındaki bölgeyi Halkalı su şebekesinin beslediği bilindiğine göre, bu çeşme de suyunu aynı tesisten alırdı. Ancak, Kâzını Çeçen 1930'lu yıllarda bu şebekenin tahrip olduğunu ve çeşmelerin kuruduğunu belirtir. Bugün çeşmenin suyu şehir şebekesinden gelmekte ve çeşme çukurluğuna yandan bağlanmış olan bir musluktan akmaktadır.

Bibi. Tanışık, istanbul Çeşmeleri, I, 168; Çeçen, Su Tesisleri, 253.

ZİYA NUR SEZEN

ABBAS HATİM PAŞA KÖŞKLERİ

Heybeliada'nın, Burgaz Adası'na bakan ve "Abbas Paşa Mahallesi" olarak tanınan kuzeybatı kesiminde bulunmaktadır.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa'mn torunlarından ve II. Meşrutiyet devri ricalinden Prens Abbas Halim Paşa (1866-1935) 19. yy sonlarında (1897-1899) Heybeliada'nın bu kesiminde üç köşk inşa ettirmiştir. Paşaya ait olan, yaklaşık üç dönüm genişliğindeki arazi doğuda Abbas Paşa Sokağı'ndan başlayarak batıda deniz kıyısına kadar, güney-kuzey doğrultusunda da Refah Şehitleri Caddesi'nden Ortodoks Ruhban Mekte-bi'nin bulunduğu tepenin eteklerine kadar uzanmaktaydı. Bu geniş arazi içinde dağılmış olan köşkler, devrin ünlü mimarlarından, Abbas Halim Paşa ailesi başta olmak üzere, Mısır hanedanının birçok binasına imzasını atan Hovsep Aznavur tarafından tasarlanmış, söz konusu mimar, o zamanlar revaçta olan eklektik zevke uygun olarak her üç köşkte de tamamen farklı mimari üsluplar kullanmıştır.

Harem Köşkü: Abbas Paşa Sokağı ile Yeni iskele Yolu'nun kavşağında, ağaçlarla dolu bir bahçe içinde yer alan, Abbas Halim Paşa ailesinin ikamet ettiği harem niteliğindeki asıl köşk paşanın vefatından sonra kızlarından Prenses Zeynep Hanımefendi'ye intikal etmiş ve 1945'te yıktırılarak arsası satılmıştır. Mimar Aznavur bu köşkün cephe tasarımında, mimari ayrıntılarında ve süsleme programında, Eski Mısır mimarisinden mülhem olan ve Batı'da "egyptian revi-val" olarak adlandırılan üslubu tercih etmiştir. Muhakkak ki, bu tercihte Abbas Halim Paşa'mn Mısır hanedanına mensubiyeti belirleyici olmuştur. Bu köşk, Batı ülkelerinde, Napoleon'un Mısır seferini müteakip aristokrasi, yüksek burjuvazi ve aydınlar arasında Eski Mısır'a duyulan ilginin giderek artmasına ve egiptolojinin gelişmesine paralel olarak yaygınlaşan, mimarinin yanı sıra küçük sanatlarda ve çeşitli zanaat dallarında etkileri görülen egyptian revival üslubunun -Şişli yöresindeki Ermeni ve Rum mezarlıklarındaki bir iki mezar yapısı ile beraber- istanbul'daki nadir örneklerinden birini teşkil etmekteydi.

Abbas

Halim Paşa

Köşkleri

Harem Köşkü Nimet Celaloğlu

Kagir bir bodrumun üzerinde yükselen ahşap köşk iki esas kat ile kısmi bir çatı katından meydana gelmektedir. Deniz yönüne (kuzeybatıya) bakan giriş, giriş cephesi ile yan cephelerdeki taşkın kısımlar, Eski Mısır mimarisinin en karakteristik unsurlarından olup özellikle tapınak cephelerinde kullanılan pilonlar şeklinde tasarlanmıştır. Yukarıya doğru hafifçe daralan, kesik piramit biçimindeki bu pilonlar helezoni şerit kabartmalarıyla bezeli kaval silmelerle çerçevelenmiştir. Giriş cephesinde, çift kollu olarak başlayıp yapının eksenindeki bir sahanlıktan sonra bir tek kol halinde devam eden merdivenler pilonların arasındaki giriş sahanlığına ulaşmaktadır. Merdivenlerin bitiminde yükselen, üzeri hiyerogliflerle süslü, lotus biçiminde başlıklarla donatılmış iki adet sütun, üst katta pilonların arasında yer alan balkonu taşımaktadır. Zemin katta da, pilonların önünde, giriş merdivenini yanlardan kuşatan, simetrik konumda birer balkon bulunmaktadır. Aznavur'un 1897 tarihli cephe çiziminde bu balkonların köşelerindeki korkuluk babalarının üzerinde sfenks heykelleri görülmekte fakat sonradan bunlardan vazgeçildiği anlaşılmaktadır. Cephelerdeki bütün açıklıklar dikdörtgen olarak tasarlanmış, giriş cephesindeki pencere grupları ile balkon alınlıkları, kobraların ve akbaba kanatlarının kuşattığı güneş diskleri ile taçlandmlmıştır. Köşkün dış görünümüne bir Eski Mısır tapınağı havası katan bütün bu plastik unsurların çeşitli renklere boyanmış olduğu bilinmektedir. Giriş cephesinde bu havayı güçlendiren diğer bir ayrıntı da pilonların üst kata ait kesiminde, pencerelerin yanlarında yükselen ikişer bayrak direğidir. Harem Köşkü'nün önemli bir özelliği de, projeye göre önceden hazırlanan ahşap malzemenin birbirine vidalanması suretiyle inşa edilmiş olmasıydı ve bu yüzden halk arasında "Vidalı Köşk" olarak tanınırdı. Mimar Aznavur, Fener'de tasarladığı Bulgar Kilisesi'nde aynı tekniği bu sefer madeni malzemeyle uygulamıştır.

Harem Köşkü'nün cephelerinde, İstanbul'un mimari mirasına tamamen yabancı bir üslubun egemen kılınmış olmasına karşılık mekânların tasarımında

Abbas Halim Paşa Köşkleri

Selamlık Köşkü

M. Baha Tanman, 1993

Osmanlı sivil mimari geleneklerinin ya-şatıldığı gözlenmektedir. Nitekim zemin katta, "zülvecheyn" denilen türde bir sofa yapıyı boydan boya kat etmekte, yanlara simetrik biçimde dağıtılmış olan salonlar ve odalar bu sofaya açılmakta, üst katta da aşağı yukarı aynı düzenin geçerli olduğu anlaşılmaktadır.

Günümüze Harem Köşkü'nden, Abbas Paşa Sokağı ile kısmen Yeni İskele Yolu boyunca devam ve köşkle aynı üslubu paylaşan, kesme maltataşından örülmüş parmaklık dikmeleri ile cümle kapısı payeleri intikal edebilmiştir. Abbas Paşa Sokağı üzerindeki cümle kapısını kuşatan payeler lotus ve kobra kabartmalarıyla süslüdür. Lotuslara tırmanan kobralar Aşağı Mısır'ı (Delta bölgesini) temsil eden kırmızı tacı taşımaktadır. Parmaklık dikmelerindeki kabartmalarda da, ortada birer lotus, yanlarda, Eski Mısır tanrılarından Ptah'm atribüle-rinden çoban asaları görülmektedir. Bütün bu unsurlar yatay kaval silmeler ve çubuklu içbükey saçaklarla son bulmakta, kabartmalardaki boyaların izleri hâlâ seçilebilmektedir.

Selamlık Köşkü: Refah Şehitleri Caddesi ile Fettah Sokağı'nın köşesinde bulunan, günümüzde tahini boyalı olan köşk selamlık olarak tasarlanmıştır. Meyilli bir arsada yer alan ahşap köşk, ana girişin bulunduğu Refah Şehitleri Caddesi tarafından bakıldığında iki katlıdır. Ayrıca çukurda kalan arka bahçeden gi-rilebilen kısmi bir bodrum katı mevcuttur. Son derecede hareketli bir kitleye sahip olan ve dışarıdan bakıldığında olduğundan küçük duran Selamlık Köşkü'nün zemin katı, bahçe yönünde, ahşap dikmelere oturan büyük bir çıkma teşkil etmekte, üst kat ise zemin kata göre geriye çekilmiş bulunmaktadır. Cadde üzerindeki ana girişten came-

kânlı bir taşlığa, buradan da derinliğine yapıyı kat eden zülvecheyn sofaya geçilmektedir. Ahenkli oranları ile dikkati çeken sofa, kemerli büyük pencerelerle arka bahçeye açılmakta, yanlarda irili ufaklı odalar sıralanmaktadır. Selamlık Köşkü cepheleriyle olduğu kadar iç taksimatı ile de, geç devre ait bir ada köşkünden ziyade eski bir Boğaz yalısını andırmakta ve Osmanlı ampir üslubunun izlerini yansıtmaktadır.

Devrinin edebiyatçılarına ve sanatçılarına yakın ilgi gösteren, içlerinden birçoğunu himaye eden Abbas Halim Paşa'mn bu Selamlık Köşkü'nde özellikle hafta sonlarında verdiği ziyafetler, tertip ettiği sohbet toplantıları İstanbul'da ün salmıştı. Mehmed Akif Ersoy, Recaizade Mahmud Ekrem Bey, Abdülhak Hamid Tarhan, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, ressamlardan Halil Paşa, Hoca Ali Rıza ve Feyhaman Duran bu toplantıların müdavimleri arasındaydı. Selamlık Köşkü'nde Abbas Halim Paşa'mn vefatını müteakip kızlarından Prenses Emine Hanımefendi 194l'e kadar ikamet etmiş ve babasının devrindeki sohbet geleneğini devam ettirmiştir. Yahya Kemal Be-yatlı ile Ahmed Hamdi Tanpınar prensesin yakın dostları ve selamlığın misafirleri arasında bulunmaktaydı.

Bendegân Köşkü: Fettah Sokağı ile Yeni İskele Yolu'nun kavşağında yer alan ve zamanında "agavat dairesi" olarak adlandırılan üç katlı ahşap yapıda Abbas Halim Paşa'mn kalabalık bende-gâm ikamet etmekteydi. Günümüzde aşı boyalı olan bu yapı, II. Meşrutiyet devrinde kısa bir müddet "Sebilürreşad Rüşdiyesi" olarak kullanılmış, paşanın vefatından sonra kızlarından Prenses Nimet Hanımefendi'ye intikal etmiş ve 1938'de satılmıştır.

Birçok geç devir ada köşkünde oldu-

ğu gibi, kapı ve pencerelerinde Orta Avrupa şalelerinden mülhem ayrıntıların görüldüğü bu yapı aslında tek bir köşk olmayıp, birbirleriyle bağlantılı müstakil dairelerden meydana gelmektedir. Fettah Sokağı üzerinde, ufak saçaklarla donatılmış üç adet kapı sıralanmakta, yan kapılardan çeşitli dairelere, orta kapıdan ise küçük bir avluya girilmektedir. Yan kanatlar, avlunun üzerinden geçen bir koridorla irtibatlandırılmıştır.

Abbas Halim Paşa köşklerinin tamamlayıcı unsurları arasında, Bendegân Köşkü'ne bitişik olan, tek katlı kagir bir trafo binası bulunmakta, bu binanın kapısı üzerinde ta'lik hatlı bir besmele göze çarpmaktadır. Ayrıca Yeni İskele Yolu'nun denize ulaştığı yerde, "Abbas Paşa İskelesi" olarak bilinen ve yalnızca köşklerin sakinlerine hizmet eden bir iskele ile kayıkhanelerin var olduğu bilinmektedir.

Bibi. N. Gülen, Heybeliada, İst., 1982, s. 123-125; Tuğlacı, istanbul Adaları, I, s. 60-

72.

M. BAHA TANMAN

ABBAS VESİM

(?, ? - 1760, İstanbul) Döneminde İstanbul'un en tanınmış hekimlerindendi. Tabip Abbas Efendi, Derviş Abbas Efendi adlarıyla da tanınırdı. Bedensel özrü nedeniyle halk arasındaki şöhreti Kambur Vesim'di.

Çok yönlü bir öğrenim gördü. Dönemin ünlü hekimleri; Sinoplu Ömer, Şi-faî, Bursalı Ali Münşî ve Reisü'l-etibba Kâtipzade Mehmed Refi' Efendi'den tıp, Müneccimbaşı Yanyalı Esad Efendi'den hikmet (fizik), edebiyat ve Farsça, tarihçi Ahmet Mısrî'den de hey'et (astronomi) dersleri aldı. Arapça da biliyordu. Ayrıca o dönemde İstanbul'da yaşayan yabancı hekimlerle dostluk kurmuş ve bu sayede biraz Fransızca ile Latince de öğrenmişti. Onların Yunanca, Latince ve İtalyanca'dan çevirdiği tıp kitaplarından da yararlanmıştır. Bir aralık tahsil maksadıyla Mekke, Medine, Şam ve Mısır'a gitmiştir.

Halk arasında sevilen ve çok tutulan bir hekimdi. Fatih'teki Sultan Selim Camii civarındaki hekim dükkânında (muayenehane) hasta bakardı. Hassa (saray) hekimliğine de yükselmişti.

Abbas Vesim geleneksel İslam tıbbı yanında Batı tıbbından da yararlanan bir hekimdi. Ünlü eseri Düstûrü'l-Vesim fi Tıbbi'l-Cedid ve'l-Kadim'de bu hususu açık olarak görmek mümkündür. Yazımı 1758'de tamamlanan bu iki ciltlik kitap dört ana bölüme ayrılır. Birinci bölümde geleneksel olarak baş bölgesinden ayağa kadar sırasıyla organların hastalıkları, ikinci bölümde kadın ve çocuk hastalıkları, üçüncü bölümde şişler ve ülserler, dördüncü bölümde de basit ve bileşik ilaçlar yer alır. Son bölümü ise Hipokrat yemini ile hekimlerin mesleklerini yaparken uymaları gereken deontoloji kurallarına ayrılmıştı.

ABBASAĞA MEZARLIĞI

10

11

ABDÎ

Vesiletü 'l-Metâlib fi İlmi't-Terâkib adını taşıyan. 1735'te tamamladığı diğer eseri bir akrabadindir. Giriş bölümünde hekimlerinden Yorgiyos'un akrabadini-ni Petro adındaki filozof hekim ile inceleyerek özet olarak çevirdiklerini ve üstadı Ali el-Brusî'nin (Bursalı Ali Münşî) deneyip kullandığı yararlı terkipleri ekleyerek bu kitabı hazırladığını bildirmektedir. İki makaleden ibaret olan eserin birinci makalesinde hastalık isimleri alfabetik olarak sıralanmış ve bu hastalıklarda kullanılacak basit droglar verilmiştir, ikinci makalede ise bileşik ilaçların terkipleri ve yapılışları yine alfabetik olarak sıralanmaktadır.

Abbas Vesim, matematik ve astronomi alanında da eserler vermiştir. Timur'un torunu Uluğ Bey adına yazılan Zic'i (yıldız cetveli) Nehcü'l-Buluğ fi Şerh-i Zic-i Uluğ adıyla 1745'te açıklamalı olarak Türkçe'ye çevirmiştir. Önsözünde el-Hac Abbas Vesim tarafından Mevlânâ Şeyh Ahmed Mısrî'nin himmetiyle hazırlanmış olduğu kayıtlıdır. Yine astronomi ile ilgili Risale-i Rü'yet-i Hilâl adında bir eseri daha vardır. 1740'ta yazılan bu Arapça eserde ayın görünüşlerinin çizgileri ve tarifleri verilmektedir. Kaynaklarda, Tıbb-ı Ce-did-i Kimyevîye Risâletü'l-Vefk adında iki eseri daha olduğu belirtilmektedir.

Abbas Vesim aynı zamanda hattat ve şairdi. Ta'lik yazıyı Reisü'l-etibba Kâtip-zade Mehmed Refi' Efendi'den öğrenmişti. Şiirlerini de bir divanda toplamıştır (yazm. Topkapı Sarayı Ktp, Hazine, no. 961).

Bibi. İbrahim, "Mefâhir-i Tıbbiye-i Osmâni-yemizden 1100 Tarih-i Hicrîsinde Osmanlılarda Tababet", Hamidiye Etfal Hastahane-i Alisinin istatistik Mecmua-i Tıbbiyesi, sene 5 (1320-1322/1904) 14-36; Osmanlı Müellifleri, III, 342; Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, îst., 1925, 58-73; A. Süheyl Ünver: "Hekim Vesim Abbas Efendiyi Ruhen Yetiştiren Kimdir?", Dirim, c. 22, no. 3 (1947) 1-2; F. Nafiz Uzluk, "Ölümünden 9 Yıl Sonra Ordu Hekimbaşısı Yapılan Bir Tabibimiz", Dirim, c. 26, no. 1-2 (1951) 18-25; Sırrı Akıncı, "Hekim Abbas Vesim Efendi", İst. Tıp Fak. Meç., c. 24, no. 4 (1961) 695-700; ay, "Kitâb-ı Düstûr-ı Vesim fi't-Tıbbi'l-Cedîd ve'1-Kadîm'in incelenmesinden Ortaya Çıkan Sonuçlar", Yeni Tıp Alemi, c. 14, no. 146 (1964) 131-142; ay, "18. yy ikinci Yansı Başlarında İstanbul Hekimleri", Hayat Tarih Meç., no. 3 (1972) 29-32; Muammer Dizer, Kandilli Rasathanesi Kitaplığı Yazma Eserler Katalogu, I, İst., 1973, 53; Nil Akdeniz, Osmanlılarda Hekim ve Deontolojisi, İst., 1977; A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, (haz. A. Kazancıgil-S. Tekeli) İst., 1982, 187, 189-196; Bedi N. Şehsuvaroğlu-A. E. Demir-han-G. C. Güreşsever, Türk Tıp Tarihi, Bursa, 1984, 117-118; Türkiye Kütüphaneleri Is-lâmî Tıp Yazmaları Katalogu, (yay. Ekme-leddin İhsanoğlu), İst., 1984, 387.

NURAN YILDIRIM

ABBASAĞA MEZARLIĞI VE PARKI

Beşiktaş sırtlarında olan Abbasağa Mezarlığı, adını civarındaki Abbas Ağa Ca-mii'nden(->) almıştı. Darüssaade Ağası Abbas Ağa 1668-1671 yılları arasında bu

Abbasağa Parkı, 1943

Güzetteşen istanbul, (istanbul Belediyesi Yayını) 1943

makamda bulunarak, İstanbul'da biri Laleli'de Kızlarağası Hamamı olmak üzere üç hamam ile pek çok çeşme yaptırmış, bu arada da Beşiktaş'taki camii inşa ve vakfetmiştir. Mezarlık bu cami çevresinde kurulup, gelişmiş ve oldukça geniş bir sahaya yayılmıştı. Yeri, İstanbul Şehremaneti'nce Necip Bey tarafından 1340'ta yayımlanan şehir planlarının Beyoğlu bölümünde görülebilir.

Servi ağaçları ile kaplı olan bu mezarlıkta 17. yy'dan itibaren buraya gömülmüş, birçok tarihi kişinin kabir taşları bulunuyordu. 1939'da bu mezarlığın bütün ağaçları kesilmiş, mezar taşları da sökülerek, kırılmış ve yok edilmiştir. Hiçbir izi kalmayan Abbasağa Mezarlığı

Abdal Yakub Tekkesi

Mutfak ve hamam binasının planı: 1. Hamam, 2. Ocak-külhan, 3. Mutfak.

M. Baha Tanman, 1982

arsası da park olarak düzenlenmiştir. 1941'de açılan park doğu yönünde Akdoğan Sokağı, batıda Maşuklar Sokağı arasındadır; toplam alanı 12 bin m2'dir. Mezarlık kaldırılırken kesilen servilerin yerine çam, mazı, taflan, atkestanesi ağaçları dikilmiştir. Bugün parkta çınar, akasya, sedir, atkestanesi, mazı ve defne türleri bulunmaktadır. Parkta bir basketbol sahası, çocuk oyun alam, tarihi bir çeşme ve seyir terasları vardır.

İSTANBUL

ABDAL YAKUB TEKKESİ

Fatih İlçesi'nde, Davutpaşa-Kocamustafa-paşa arasında, Davutpaşa Mahallesi'nde, Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi, Esekapısı Sokağı ve Davutpaşa Değirmeni Sokağı'-nın kuşattığı arsa üzerinde, Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi içinde yer almaktadır. Kaynaklarda "Abdal Yakub Dede" "Asa-fî", "Cedid Ali Paşa", "Hekimbaşı Nuh Efendizade Ali Paşa", "Hekimoğlu Ali Paşa", "Hekimzade" ve "Hekimzade Ali Paşa" adlarıyla da mezkûrdur.

Hayatı ve kişiliği hakkında pek az şey bilinen Abdal Yakub Dede tarafından, yaklaşık 18. yy ortalarında, daha sonra yerine inşa edilen Hekimoğlu Ali Paşa Camii'nin avlusunda, şadırvanın bulunduğu yerde tesis edilmiştir. Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa (1689-1758) 1147/1734'te burada cami ve külliyesini inşa ettirirken, mimari özellikleri bilinmeyen bu ilk tekkeyi yıktırmış ve Il6l/1748'de, hemen yakınında, bugünkü yerinde ihya etmiştir. Bu arada, biri ilk tekkenin haziresinde gömülü olan Abdal Yakup Dede ile haleflerine, diğeri ise paşa ile aile efradına tahsis edilen iki bölümlü bir türbe inşa edilmiştir. Muhtemelen küçük kapsamlı fakat bağımsız bir kuruluş olan ilk tekkeden farklı olarak, yeni inşa edilen ve bundan böyle ikinci banisinin adı ile de anılır olan tekke, Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi'nin bir

parçası durumundadır. Nitekim derviş hücreleri, harem, selamlık, mutfak ve hamam bölümlerini içerdiği halde, bağımsız tevhidhanesi olmayıp, ayinler, külliyenin merkezini oluşturan camide icra edilmekteydi. Geçen yüzyılın ikinci yansı içinde, ahşap olan harem ve selamlık bölümlerinin yenilendikleri anlaşılmaktadır. Bütün unsurları ile günümüze intikal edebilmiş olan Abdal Yakub Tekkesi'nde, metruk ve harap olan mut-fak-hamam grubu dışında kalan kısımlar mesken olarak kullanılmaktadır.

Başlangıçta hangi tarikata bağlı olduğu şüpheli ise de, üçüncü şeyhin posta geçmesiyle Halvetîliğin Cihangirîlik koluna, 1122/1710'dan itibaren de Kadirîliğe intikal ettiği tespit edilebilmektedir. Tekkenin ilk şeyhi Abdal Yakub De-de'den sonra posta, halifesi Üveys Dede geçmiş, bu zatı, Halvetî-Cihangirî piri Cihangirli Şeyh Hasan Burhaneddin Efendi (ö. 1663) halifelerinden Şeyh Enfî İbrahim Vehbi Efendi (ö. 1710) izlemiştir. Tekkenin dördüncü postnişini, bu zatın oğlu olan, Kadiri tarikatına mensup Şeyh Mehmed Rıza Efendi'dir (ö. 1749). Kendisinden sonra oğlu İbrahim Edhem Efendi şeyh olmuş, 22 Cemaziyülâhır 1206/1792'de vefat ettiğinde oğlu Mehmed Nasreddin Efendi henüz altı yaşında bulunduğundan, Şeyh Mehmed Rıza Efendi'nin halifesi Abdülkadir Efendi (ö. 1808) vekâleten meşihatı üstlenmiş, Şeyh Mehmed Nasreddin Efendi (ö. 1856) elli yıla yakın bir müddet bu görevi yürüttükten sonra yerini, Sünbül Efendi türbedan olan damadı Şeyh Sa-deddin İsmail Efendi'ye (ö. 1913) bırakmıştır. Son şeyhin Müfid Efendi adında bir zat olduğu, ayinlerin cuma günleri icra edildiği bilinmektedir.

Tekkeyi oluşturan unsurlardan beş adet derviş hücresi doğu-batı doğrultusunda uzanan bir kitle içinde sıralanmaktadır. Duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, üstleri, aynı doğrultuda devam eden ve ahşap çatı altında gizlenmiş olan bir beşik tonozla örtülmüştür. Hücre dizisinin batı ucunda, sonradan eklenmiş olması muhtemel, nispeten büyükçe

bir mekân yer alır. Doğrudan ahşap çatı ile örtülü olan bu bölümün, meydan odası, taamhane veya mihmanhane olarak kullanıldığı düşünülebilir. Pencereler, ocaklar ve dolap hücreleri ile donatılmış olan bütün bu mekânların kuzey cephesi boyunca, zemini arnavutkaldırı-mı döşeli, ahşap direklere oturan bir sundurma uzanmakta, kapılar bu sundurmaya açılmaktadır. Hücrelerin doğu ucunda ise, planı, üst yapısı ve cepheleri ile, alelade bir ahşap mesken niteliğinde olan iki katlı harem ve selamlık bölümleri bulunmaktadır. Söz konusu bölümlerle derviş hücrelerinde R. 1301/1885-86 yılında, beşi erkek dokuzu kadın olmak üzere toplam on dört kişinin ikamet ettiği Dahiliye Nezareti'nce hazırlanmış bir istatistikte belirtilmektedir.

Avlunun kuzey kesiminde, birbirine bitişik olarak tasarlanmış bulunan mutfak ile hamam bağımsız bir kitle oluşturmaktadır. Maliye Nezareti'nin 1325/1910 tarihli İstanbul Tekkeleri Ta-amiye ve Tahsisat Defteri'nde, Abdal Yakub Tekkesi'nin günde bir okka iki yüz dirhem et istihkakı olduğu kaydedilmiştir. Kare planlı mutfağın duvarları, almaşık olarak bir sıra kesme taş ve iki sıra tuğla ile örülmüş, mekânın üstü, içerden sivri tromplara, dışarıdan sekizgen kasnağa oturan, kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmüştür. Doğu duvarında, tuğla örgülü, yuvarlak kemerli geniş bir kapı ile bir pencere, kuzey duvarında aynı tür kemerlere sahip daha dar bir kapı ile, sonradan iptal edilmiş diğer bir pencere, sağır olan batı duvarında da iki adet niş bulunmaktadır. Mutfağın güneybatı köşesinde, geniş yuvarlak kemeri ile göze çarpan ocağın dışa taşkın kitlesinin yanına, tek birimli ufak bir hamam yerleştirilmiştir. Tek sıra tuğlayla örülmüş ince duvarları ve üstünü örten beşik tonozu ile küçük bir halvet niteliğindeki bu hamam ile mutfak ocağının arasında, su kazanının bulunduğu bölme yer almakta, başka bir deyimle ocağın aynı zamanda hamam külhanı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Türk mimarisinde benzeri hemen hiç bulun-

Abclal Yakub Tekkesi

Derviş

hücreleri

M. Baba Tanman

mayan bu mutfak-hamam bağlantısı şüphesiz Abdal Yakub Tekkesi'nin en ilginç yanını oluşturmaktadır.

Bibi. Çetin, Tekkeler, 586; Kut, Dergehname, 219-220; Ayvansarayî, Hadîka, I, 81-85; Âsi-tâne, 3; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 44-45, no. 52; Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 4; Ihsaiyat, 20; Vassaf, Sefine, V, 272; ISTA, I, 16-17; Öz, İstanbul Camileri, I, 69-70; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ, 10; Kut, Dergehname, 213-236; Aynur, Saliha Sultan, 30-39; Fatih Camileri, 269; M. B. Tanman, "Abdal Yakup Tekkesi", DlA, I, 66.

M. BAHA TANMAN

ABDÎ (Derviş)

(?, Buhara - 1647, Medine) Ta'lik hattatı. Asıl adı Seyyid Abdullah'tır. Mevlevi tarikatına bağlı olduğu için Derviş Abdî-i Mevlevi diye anılır. Hattatlar arasında ise Derviş Abdî olarak tanınmıştır. Ta'lik yazıyı, İsfahan'da İran'lı ünlü hattat İmâd el-Hasenî'den (ö. 1615) öğrendi. IV. Murad döneminde (1623-1640) İstanbul'a geldi. Padişahın ve vezirazam Mehmed Paşa'nın iltifatlarına mazhar oldu. Yenikapı Mevlevihanesi'ne kapılanarak kendini yazıya verdi. Birkaç yıl sonra hocasını görmek için İsfahan'a vardığında İmâd'm öldürüldüğünü duydu ve üzüntüler içinde hocasının evine gitti. Ev halkından, hocasının yazılarına Şah Abbas tarafından el konduğunu ve vasiyetnamesinde kendisine bir zir-meşk (yazı altlığı) bıraktığım öğrendi. Yazı altlığını kalınca bulan Abdî, kenarından aralayıp bakınca kâğıtlar arasında İmâd'm on adet kıta (tek sayfalık yazı) yerleştirmiş olduğunu gördü. Bu kıtalar, İstanbul'da "altlık kıtaları" adıyla tanındı ve İmâd tarafından mükemmel-leştirilen İran ta'liki bu yolla Osmanlı ülkesinde de yaygınlaşmaya başladi. Türk hattatları, Yesârîzade Mustafa İzzet tarafından 19. yy'da Türk ta'lik okulu kuruluncaya kadar bu üslubu takip ettiler ve İmâd derecesinde yazmayı başardılar. Başka bir deyişle, ta'lik, yerleşmiş kurallarıyla İran'da îmâd, Türkiye'de de Abdî ile başlamıştır.

Abdi'nin ustalığını gören Sadrazam Mehmed Paşa, ona bir Şehname yazdırmış, kâğıt, tezhip, altın ve yazma parası olarak on sekiz kese akçe sarf etmişti. Derviş Abdî hac farizasını ifa etmek için gittiği Mekke'den sonra Medine'ye geçerek ölünceye kadar Hz Muhammed'in türbesi civarında yaşadı. Eserlerinin bir kısmı Türk ve İslam Eserleri Müze-si'ndedir. En meşhur öğrencisi Tophaneli Mahmud'dur.

ALİ ALPARSLAN

ABDÎ

(18. yy) Pek çok şiirinde İstanbul sevgisini ve özlemini dile getiren âşık.

Doğum ve ölüm yeri ve tarihleri bilinmeyen Abdî, "kalem şuarası" adı verilen ve şiirlerini doğaçlamayla değil de yazarak oluşturan âşıklar zümresinden-dir. Aruz ve hece ile yazdığı şiirlerin birçoğunda ayrı düştüğü İstanbul'dan öz-

ABDÎ

12

13

ABDULLAH

lemle söz eder. "Destan" başlığı taşıyan aruzla yazılmış bir şiirindeki "Bu bin yüz altmış altıda mücavir Mekke'de Ab-dî" mısraından H. 1166 (1752) tarihinde Mekke'de bulunduğu, "Üç senedir lûtf-i Hakla Beyt'e sürdüm yüzümü" mısraından da üç yıl burada yaşayıp çok sevdiği istanbul'a döndüğü anlaşılıyor.

Şiirde Nabî'den etkilendiğini belirtmekle birlikte Abdi'yi bir divan şairi saymak mümkün değildir. Bir âşık olarak şiirlerinde Âşık Ömer(->) ve Gevherî etkisi açıkça görülmektedir. Abdi'nin şiirlerinde istanbul iki yönlü olarak yer alır. Birincisi şehrin doğal güzelliklerine duyulan özlem ve övgüdür. İkincisi ise şehir hayatının çeşitli yönlerini, semtlerini, mesire yerlerini, giyim kuşamını, halkın ve seçkin sınıfın geleneklerini sergilemesidir.

Bibi. Naci Kum, "Şair Abdî ve Güzel İstanbul", Yeni Türk, no. 38, 1936, s. 70; Ergim, Türk Şairleri, I, 203-206; M. F. Köprülü, Türk Sazşair-leri, III, Ankara, 1962, 400-401-TDEA, I, 10.

M. SABRI KOZ

ABDÎ

bak. ABDÜRREZZAK EFENDi

ABDÎ ÇELEBİ CAMÜ

Fatih Ilçesi'nde, Kocamustafapaşa Ma-hallesi'nde, Müdafaaimilliye Caddesi ile Marmara Caddesi'nin kesiştiği yerdedir. Banisi Kanuni dönemi ileri gelenlerinden Ruznameci Çelebi Abdullah

Efendi'dir. "Çilingir", "Sankiyedim", "Ye-dimiçtim" gibi adlarla da anılmaktadır.

Mimar Sinan tarafından 940/1533 tarihinde inşa edilen ilk yapı dolma bir set üzerinde yükselmekte, dört fil ayağına bir kubbe oturtulmak suretiyle tasarlanmış bulunmaktaydı. Geçen yüzyılın sonlarında çok harap durumda olan cami, devrin seraskeri Rıza Paşa'nın (1844-1920) delaletiyle, masrafı Hazine-i Hassa'dan ödenmek suretiyle yeniden inşa ettirilmiş, Mimar Sinan'ın tasarladığı ilk camiden tamamen farklı, eklektik üslupta bir yapı ortaya çıkmıştır, istanbul'da 1896'da vuku bulan Ermeni olaylarından sonra, camiin çevresindeki Ermeni mahallesinde bir karakolun inşa ettirilmesi, camiin yenilenmesine vesile olmuştur.

Osmanlı devrinin son yıllarında bakımsız kalan Abdî Çelebi Camii 1933'te Süeda Hanım adında bir hayırsever tarafından esaslı bir onanma tabi tutulmuş, bu arada önüne imam meşrutası eklenmiştir. Şu anda (Haziran 1993) camide onarım çalışmaları yapılmaktadır. 1991-1992 yıllarında yapının kuzey kesimine dernek binası, tuvalet ve aptes yerleri eklenmiştir. Ayrıca fevkani mahfilde kuzeye bakan pencerelerden biri kapıya çevrilerek minareye ve mahfile dışarıdan giriş sağlanmıştır. Bu yeni ekler cami ile son derecede uyumsuz bir görünüm oluşturmaktadır. Son yıllarda yapıların tarihi özellikleri düşünülmeden gerçekleştirilen sağlıksız onarım ve tadillerin bir

Abdî Çelebi Camii

Araş Neftçi, 1989

örneği de burada karşımıza çıkmaktadır. Yapının cepheleri pilastrlarla bölünmüş, alt ve üst pencerelerin arasına yatay bir silme yerleştirilmiştir. Alt pencereler basık, üst pencereler ise yuvarlak kemerlidir. Üst pencerelerden cephe ekseninde bulunanlar yükseltilerek saçak kornişinden yukarıya taşırılmıştır. Birkaç istisna dışında Osmanlı yapılarında görülmeyen, buna karşılık Bizans dini mimarisinde çokça kullanılan, Osmanlı dönemi Rum kiliselerinde de sürdürülen bu saçak ayrıntısı, Abdî Çelebi Camii'nin Rum kökenli ustaların elinden çıkmış olabileceğini düşündürmektedir. Yapının dört köşesinde yükselen ağırlık kuleleri sekizgen, üst kısımları da soğan kubbelidir. Cami kiremit kaplı ahşap çatıyla örtülmüştür. Minaresi kuzeybatı köşesindedir. Kapalı son cemaat yerinin üst katı kadınlar mahfili olarak değerlendirilmiştir. Fevkani mahfilden harime açılan üç adet kemerin içinde mahfil zemini kavisli çıkmalarla genişletilmiş, bu çıkmalardan ortadaki daha geniş tutulmuştur. Kare planlı harimin tavanı köşede, pandantif görünümlü ahşap dolgularla kuşatılmış, böylece elde edilen sekizgen yüzeyin merkezine alçıdan yuvarlak bir göbek oturtulmuştur. Son devrin önde gelen hattatlarından Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer'in(->) eseri olan, yaldızla yazılmış sülüs hatlı Nur ayeti, alçı göbeği kuşatmaktadır. Mihrabı çevreleyen ve 1933 onarımına ait olduğu anlaşılan çini kuşakta mavi zemin üzerine beyaz renkle celi sülüs olarak yazılmış, Kâmil Akdik(->) imzalı Ihlas suresi bulunmaktadır. Mihrap nişinde, son dönem özelliklerim yansıtan kalem işi perde motifleri görülür. Başlangıçta mescit olarak faaliyet gösteren yapının minberini 1756'da Mahmud Ağa'nın koydurduğu bilinmektedir. Halen görülen ahşap minber ise, yapının mimarisi gibi eklektik özellikler göstermektedir. 19. yy'ın sonundaki yenileme sırasında konduğu anlaşılan bu minberin köşk kısmı dilimli kemerlerle donatılmış, soğan kubbeli bir külahla taçlandırılmıştır.

Bibi. Ayvansarayî; Hadîka, I, 77; ISTA, I, 24; Öz, istanbul Camileri, I, 42; Kuran, Mimar Sinan, 135; Fatih Camileri, 48.

EMİNE NAZA

ABDİ İBRAHİM

bak. BARUT, ABDİ İBRAHiM

ABDİ İPEKÇİ SPOR SALONU

Zeytinburnu ilçesinin Kazlıçeşme semtinde İstanbul Belediyesi tarafından yaptırılan spor salonu. Salona bir suikasta kurban giden gazeteci Abdi İpek-çi'nin adı verildi. Temeli 1979'da atılan yapının inşaatı duraksamalarla on yıl kadar sürdü. Salon 1990'da ünlü Har-lem Globetrotters basketbol takımının gösterisiyle hizmete girdi.

Açılışından bu yana basketbol, güreş, voleybol, halter gibi spor dallarında çeşitli uluslararası şampiyonalara ve

Abdi İpekçi Spor Salonu

Nazım Timuroğlu, 1993

spor etkinliklerine sahne olduğu gibi konserler için de kullanıldı. 1991 Avrupa Şampiyon Kulüpler Basketbol Turnuvası Finalleri ile en büyük sportif organizasyonlarından birini verdi. 7.000 seyirci kapasiteli salon her tür uluslararası spor organizasyonuna elverişli olup ayrıca antrenman salonlarına da sahip bulunmaktadır.

CEM ATABEYOĞLU

ABDULLAH (Sarı)

(1584, istanbul - 1660, İstanbul) Tasavvuf tarihinde "Sarı" veya "Şârih-i Mesne-vî" olarak tanınan reisülküttab, hattat, çiçekçi ve Bayramî Melamîliğine mensup mutasavvıf.

Babası, Magrib şehzadelerinden Sey-yid Muhammed, annesi Sadrazam Halil Paşa'nın kardeşi Beylerbeyi Mehmed Paşa'nın kızıdır. Eğitimini İstanbul'da tamamladı. Halil Paşa'nın (ö. 1630) birinci sadaretinde (1616-1619) devlet hizmetine girerek İran seferine katıldı. Paşanın ikinci sadaretinde (1626-1628) ise, önce tezkireci ve ardından l627'de Mehmed Efendi'nin yerine reisülküttab oldu. Bu sırada Doğu'da Abaza Mehmed Paşa üzerine gönderilen Halil Paşa, başarı sağlayamayınca her ikisi de görevlerinden uzaklaştırıldılar. 1630'da Halil Paşa'nın ölümüyle inzivaya çekilen Abdullah Efendi, 1638'de İsmail Efendi'nin yerine tekrar reisülküttaplığa atanarak IV. Murad'ın Bağdat seferine katıldı. l640'ta Anadolu muhasebecisi, l650'de piyade mukabelecisi oldu ve l654'te mensuh mukataacılığma atandı. Bu son resmi görevinden bir süre sonra ayrılan Abdullah Efendi, ölümüne kadar Koca-mustafapaşa'daki evinde tasavvufla uğraştı. Mezarı, Topkapı'da kendi adıyla anılan sofasındadır.

Gençlik yıllarında Hacı Hüseyin Ağa (ö. 1630) aracılığıyla Melamî kutbu İd-ris-i Muhtefî'ye (ö. 1615) intisap etmiş, onun ölümünden sonra da yerine geçen Hacı Bayram Kabayî (ö. 1627) ve Sütçü Beşir Ağa'ya (ö. 1662) bağlanmıştır.

16. yy başlarında "Oğlan Şeyh" lakaplı ismail Maşukî (ö. 1529) tarafından İstanbul'a getirilen Melamîlik(->), önce Anadolu kökenli şeyhler tarafından Hel-vaî Tekkesi'nde(->) örgütlenmiş ise de 17. yy'dan itibaren tarikatın bu yöndeki faaliyetleri Rumeli Melamîlerinin denetimine geçerek saray çevresi ile ilmiye sı-

nıfı üzerinde yoğunlaşmıştır. Sarı Abdullah'ın mürşidi İdris-i Muhtefî(->) bu kola mensup olup, aralarında Sadrazam Halil Paşa ve Şeyhülislam Ebu'l-meyâmin Mustafa Efendi'nin de (ö. 1606) bulunduğu Osmanlı bürokrasisini kendine bağlamış, ayrıca Kırkçeşme'deki Peşta-malcılar Hanı'nda esnaf zümresini örgütlemiştir. Sarı Abdullah, Melamîliğe bu handa yapılan dini bir törenle girmiş ve yaşadığı dönemde esnaf ile iktidar arasındaki sosyokültürel ilişkinin tarikat adına düzenleyicisi olmuştur.

Sarı Abdullah, Melamîliğin 17. yy İstanbul hayatındaki siyasi ve dini rolü üzerinde etkili olmuş bir mutasavvıftır. Diğer tarikatlarla kurduğu yakın ilişki, siyasi ve mistik kişiliğinin derin izlerini taşır. İsmail Maşukî(->) ve Hamza Bâlî (ö. 1561) gibi Melamî şeyhlerinin İstanbul'da katledilmeleri üzerine gizlilik esasına dayalı bir örgütlenme modelini benimseyen Melamîlik, onun aracılığıyla hem siyasi kadrolar içinde hem de diğer tarikatların koruyucu şemsiyesi altında gelişebilme olanağı bulmuştur. Söz konusu bu tarikatlar, Melamîliğin İstanbul'daki bir çeşit resmi örgütü olan Bayramîlik(-») ile ondan ayrılarak farklı bir kimlik kazanan Celvetîlik'tir(->). Ce-vâhir-i Bevâhir-i Mesnevi adlı eserinde kendisini Bayramî olarak gösteren Sarı Abdullah, ayrıca Sadrazam Halil Paşa'nın da bağlı bulunduğu Celvetîliğe intisap ederek, IV. Murad'ın yakın desteğini alan bu tarikatların saray halkı üzerindeki nüfuzlarını, Melamîlere uygulanan siyasi baskıyı azaltacak yönde kullanabilme başarısını göstermiştir. l628'de Abaza Mehmed Paşa'ya karşı düzenlenen seferin başarısızlığa uğramasıyla görevlerinden uzaklaştırılan Halil Paşa ile Abdullah Efendi'nin, Celvetî şeyhi Aziz Mahmud Hüdaî(->) tarafından IV. Murad'a bağışlatılmalârı, bu açıdan tipik bir örnektir.

istanbul'un 17. yy mistik hayatında Sarı Abdullah'ın tasavvuf anlayışını benimseyip sürdüren pek çok ünlü şair ve mutasavvıf vardır.

Sarı

Abdullah'ın

Topkapı-

Maltepe'de

bulunan

mezar taşı.

Ekrem Işın,

1992

Bunlar arasında Neşatî Ahmed Dede ile Cevrî İbrahim Çelebi gibi Mevleviler ve La'lîzade Abdülbâki(->) gibi Nakşîler ilk anda dikkati çekerler. Gelibolu ve Beşiktaş Mevlevîhaneleri şeyhi Ağazade Mehmed Dede'nin müritlerinden olup daha sonra Edirne Mevlevîhanesi post-nişinliğini üstlenen Neşatî Ahmed Dede (ö. 1674), Sarı Abdullah'ın kesedarlığım yapmış, ondan aldığı Melamî neşeyi Mevlevî kültürüyle bütünleştirerek 17. yy divan şiirinin seçkin örneklerini vermiştir. Cevrî İbrahim Çelebi (ö. 1654) ise, Sarı Abdullah'a bağlanan bir diğer büyük Mevlevî şairi ve hattatıdır. Galata Mevlevîhanesi postnişini İsmail Rüsuhî Dede'nin dervişi olan Cevrî, Melamîlik ile Mevlevîlik arasındaki kültürel ilişkinin, 17. yy'daki başlıca odak noktalarından birisi sayılmaktadır. Sarı Abdullah'ın tasavvuf alanındaki asıl etkisi, torunu Şeyh La'lî Mehmed Efendi (ö. 1707) aracılığıyla, 18. yy'ın önemli Nakşî mutasavvıflarından La'lîzade Abdülbâki üzerinde olmuştur. Sergüzeşt adlı eserinde Sarı Abdullah ve çevresini anlatan La'lîzade kendi kurduğu kalenderhane ile bağlandığı Murad Buharî'nin (ö. 1719) Eyüp'teki tekkesinde şekillenen Melamî-meşrep Nakşîliğin, İstanbul'daki başlıca temsilcisidir. İkinci devre Melamîlerinin Sarı Abdullah aracılığıyla Nakşîlik üzerinde kurdukları bu yoğun etki, Şeyh Murad Tekkesi postnişini Abdülkadir Belhî'nin(-») kişiliğinde, Cumhuriyet dönemine kadar uzanmıştır.

Şiirlerinde "Abdî" mahlasını kullanan Sarı Abdullah'ın eserleri, İstanbul'daki Melamî/Hamzavîlerin kültürel dünyalarını göstermeleri açısından önemlidirler. 1625-1631 yılları arasında Mesnevinin birinci cildine yaptığı Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevi (bas. 1288, 5 c.) başlıklı şerhi, onun Mevlevîlik ile kurduğu yakın ilişkinin bir ürünü olup, IV. Murad'a sunulmuştur. Aslında Bayramî olan Mevlevî şeyhi İsmail Rüsuhî Dede ile yaptığı tasavvuf sohbetlerinin çeşitli tarikat silsileleri eklenerek genişletilmesi sonucu ortaya çıkan 1624 tarihli Semerâtü'l-Fu-âd fi'l-Mebde-i ve'l-Meâd (bas. 1288), Bayramî Melamîliğinin mistik kökeni ve gelişimi üzerinde duran temel bir kaynaktır. Bu kitaptaki tasavvuf konularını, Bayramî şeyhlerine ait menkıbelerle zenginleştirerek 1639'da kaleme aldığı Cevheretü'l-Bidâye ve Dürretü'n-Nihâye ise, tarikatın toplumsal tarihini yakından ilgilendirir. l660'ta yazdığı Mir'âtü'l-As-fiyâfîSıfât-ı Melâmîyyeti'l-Ahfiyâ, Muh-yieddin Arabî'nin Fütühâtü'l-Mekkiy-je'sindeki Melamîlikle ilgüi bölümlerin şerhi olup, aynı zamanda da son eseridir. Arapça yazdığı Risale fi Merâtibi'l-Vücûd ile Türkçe Meslekü'l-Uşşâk adlı 105 beyitlik kasidesi, tasavvuf ve tarikat adabının genel konularına değinir. Mes-lekü'l-Uşşâte-z. La'lîzade Abdülbâki ve Habeşîzade Rahimî gibi Melamiler tarafından ayrıca zeyiller yazılmıştır.

Sarı Abdullah, mutasavvıf kişiliğinin yanısıra çiçekçiliği ve hattatlığı ile de İs-

ABDULLAH

14

15

ABDULLAH BİRADERLER

ler. Bir ay sonra yeni bilgilerle dolu olarak İstanbul'a döndüler ve tüm sanat yeteneklerini göstererek çalışmaya başladılar. Abdullah Biraderler'in çektikleri fotoğraflarda bir başka canlılık vardı. Abdullah Freres adlı stüdyonun ünü gün geçtikçe artıyordu. 18ö7'de Beyazıt'taki stüdyoyu Andreomenos'a devrederek Beyoğlu'na (o dönemdeki adıyla Pera) taşındılar.

İstanbul'un batıya dönük yaşam tarzına en yakın yeri olan Beyoğlu, bir yenilik olarak fotoğrafçılığa hemen kapılarını açtı. Buradaki yeni yerlerinde başarılı çalışmalar yapan Abdullah Biraderler'in

Abdullah Biraderler'in kullandığı bir fotoğraf kartı arkası. Engin Çizgen

tanbul kültürüne renk katmıştır. Yedi ayrı zerrin lale türü yetiştirmesinden do