Upload
independent
View
0
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
UYGARLIK TARİHİ DERS NOTLARI
(2012-2013 VİZE KONULARI)
Yrd.Doç.Dr. Zafer Durdu
Muğla/2013
Uygarlık ya da medeniyet kavramı çok net olmayan birçok anlamı karşılamak için
kullanılıyor. Hatta uygarlık ile kültür kavramı zaman zaman birbirinin yerine kullanılabiliyor.
Bu nedenle öncelikle kavramların kökenine gitmek ve tanımları netleştirebilmek önemli bir
başlangıç olarak uygun bir adımdır. Öncelikle medeniyet sözcüğünden daha eski olan kültür
ile başlayalım.
Kültür
Kültür kavramının yakın kökü Latince “cultura”dır. Anlamı da yetiştirme veya bakma
anlamları taşır. Yani bir sürecin adıdır; bir şeyin, özellikle ekinler ve hayvanların bakımı.
İngilizcedeki kullanımı bu şekildedir. Benzer şekilde Fransızca’da da yetiştirilen maddeyi
anlatan bir biçimi anlatır. Oysa Almanca’da “Kultur” uygarlaşmış ya da kültürü olmaya dair
soyut bir anlamda ya da insanın seküler gelişme sürecinin tanımı olarak, 18. Yüzyılın
Aydınlanmacılarının civilization’u anlatmak için kullandıkları anlamda kullanılıyordu
(Williams, 2011: 105-108).
Bu girişin gösterdiği üzere kavram üzerinde köken olarak bazı uzlaşılar olduğu gibi
farklı bakışlar da söz konusudur. Peki biz sosyal bilimciler kültürü nasıl tanımlıyoruz? Kültür;
kuşaktan kuşağa geçirilen, yığılmış deneyimler ve insanın öğrendiği, yarattığı ve yaptığı her
şeydir. Bu yaygın bir tanım iken bir başka tanım da şöyledir; “Kültür, belirli bir toplumun
üyeleri tarafından paylaşılan ve onlar tarafından kendilerinden sonra gelenlere aktarılan
bilginin, davranışların, adet haline gelmiş hareket modellerinin tamamıdır”.
Kültürün temel özellikleri nelerdir? Öncelikle kültür evrensel bir kavramdır. Bütün
toplumların bir kültürü vardır ve bu anlamda kültür yerel ve bölgesel özellikler gösterir ki bu
anlamda tektir. Kültürün tekliği derken anlaşılması gereken şey içinde bulunduğu topluma has
özelliklere sahip olmasıdır. Neticede bütün toplumların kendilerine has teknolojileri, aile ve
akrabalık sistemleri, yaşam felsefeleri, dinleri, dilleri, sanatları vardır. İşte aslında
yeryüzündeki bütün toplumlarda bir yandan ortak olarak var olan tüm bu kavramlar hiçbir
toplumda birbirinin tamamen aynısı değildir, sonsuz farklılıklar gösterir.
Kültürün bir diğer özelliği, belirli bir toplumda kalıcı hale gelmiş olan birtakım
öğelerin varlığı nedeniyle durağan olmasıdır. Örneği ahlak normları, aile yapısı, akrabalık
ilişkileri gibi. Ancak bir yandan da kültür dinamiktir yani değişir.
Kültüre ait bir diğer özellik kültürün yaşamımızı ve yaşam biçimini, duygu ve
düşüncelerimizi belirlemesine karşılık bizim bu durumu fark etmeyişimizdir. Her insan
grubunun kendine has düşünüş, duyuş ve davranış modeli vardır ve o toplumun üyeleri
doğdukları zamandan beri bu modelleri, yaşam kalıplarını öğrenmeye başlar ve bunları son
derece doğal olarak benimser ki sosyolojide buna sosyalizasyon diyoruz. İşte bir toplumda
kuşaklar boyu aktarılagelen davranış, yaşayış, düşünüş, inanış biçimleri belirli benzerlikle
içerir ve bu ortaklıklara kültür denir (Saran, 1993: 267-70).
Uygarlık (civilization)
Uygarlık artık genel olarak ulaşılmış bir durumu ya da düzenli toplumsal yaşam
koşulunu anlatmak üzere kullanılıyor. Civilization sözcüğünden önce İngilizcede civilize
(uygarlaş(tır)mak) görülür. Sözcük bu anlamda yurttaş anlamına gelen “civis”ten türemiştir
(Williams, 70).
Örneğin Cemil Meriç uygarlık için; “muhtevası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye,
yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime” diyor. Bu anlamıyla ve görünümüyle
uygarlık; zerafeti, medeniliği tarif eder. Eski Yunan toplumunda “police” sözcüğü bu duruma
karşılık gelir. Aydınlanma çağı ile birlikte bu dönemim ümitlerini, ilerleme inancını uygarlık
yani civilization karşılamaya başlar. Bu şekliyle kavram 1756’da Fransa’da doğmuştur
Meriç’e göre. Bu dönemde kavram medenileştirme eylemi şeklinde sözlüklere geçiyor ve 19.
Yüzyılın sonunda insanlığın ahlakça, fikirce ve toplumsal hayat bakımından ilerlemesidir.
Civilization kavramı bizim sözlüğümüze Reşit Paşa tarafından girer ve onun Paris’ten
yolladığı (1834) resmi yazılarda medeniyet kelimesi ile karşılanır. Daha sonra Cevdet paşa da
medeniyetin iki unsuru olduğunu söyler; beşeri ihtiyaçların giderilmesi ve ahlak ve zeka
bakımından olgunlaşma (Meriç, 1996: 81-85).
Tüm bu ifadelerin ışığında uygarlık dediğimizde ne demek istiyoruz? Bazı kişiler
uygarlığı uygarlık yapan şeylerin teknoloji olduğunu düşünmüş ve bunu ölçüt almışlardır.
Ancak bazı kişiler de uygarlığı açıklarken toplumsal ölçütü maddi olana tercih etmişlerdir. Bu
yaklaşımdakiler şehirler, yurttaş, toplum yaşantısı gibi kavramlardan hareket etmişlerdir
(Lipson, 2000: 33-34). Kavram Batılı öz bilinci ifade etmek ya da ulusal bilinci anlatmak için
de kullanılmaktadır. Batılı toplumların son iki ya da üç yüz yıl boyunca daha önceki
toplumlardan ya da o günkü daha “ilkel” toplumlardan farklı olarak sahip olduğuna inandığı
şeyleri anlatmak için kullanılır. Batılı toplumlar bu kavramla kendilerine ait özellikleri ve
övündükleri şeyleri ifade etmeye çalışırlar (Elias, 2002: 73).
“Uygarlık” bir süreci ya da en azından bir sürecin sonucunu anlatır. Sürekli hareket
halinde bulunan, daima “ileriye” doğru hareket eden şeye işaret eder. Uygarlık kavramı
uluslar arasındaki farkları belirli bir ölçüye kadar göz ardı eder, bütün insanlara ait olan ya da
bu kavramı kullanan kişilerin duygularına göre bütün insanlara ait olması gereken şeyleri
anlatır (Elias, 75). Bugünkü anlamını kullanan kişi olan Mirabeau kavramı şöyle açıklıyor:
Uygarlık, bir halkın geleneklerinde incelme, nezaket ve genel insan ilişkilerinde karşılıklı
anlayışın yaygınlaşması, rahat ve huzur arayışının bunlarla ifade edilmesi ve bunların yazılı
olmayan yasa düzeyine yükselmesidir (Elias, 115).
“Civilise” (uygarlaşmış), saraylı insanın bazen dar bazen geniş anlamda kendi davranış
özelliklerini tanımlamak ve aynı zamanda kendi toplumsal özelliklerinin, kendi
“standartı”nın, daha basit ve toplumsal olarak daha aşağıda yer alan insanlardan daha yüksek
olduğunu anlatmak için kullandığı kavramlardan birisidir.
“Civilisation” kavramının oluşmasından ve yerleşmesinden önce, “politesse”
(anlayışlı, terbiyeli, nazik) ya da “civilite” (nezaket) gibi kavramlar, hemen hemen
“civilization” ile aynı işleve sahiptir: Bunlar, Avrupa üst tabakalarının, basit ve ilkel olarak
gördükleri diğer tabakalara karşı kendi bilinçlerini ifade etmekte ve özgün davranış
biçimlerini anlatmakta kullandıkları kavramlardır. Üst tabakalar böylece kendilerini bütün
ilkel ve basit insanlardan farklı hissederler (Elias, 116). Tüm bu ifadeler de gösteriyor ki
uygarlık kavramı değer yargılarından bağımsız bir durumu ifade etmek için
kullanılmamaktadır. Aslında Batı toplumunun ve Batılı toplumların soylu ya da aristokrat
saraylılarının kendileri gibi olmayan batı dışı toplumlardan kendilerini ayırt etmede
kullandıkları bir kavramdır uygarlık. Aydınlanmacı dünya görüşünün getirdiği Batı
merkezlilik, gelişmemiş, ilkel ya da geri gibi tanımlamalarla diğer toplum ve toplulukları
ötekileştirmiştir.
Kültür ve uygarlık kavramları arasındaki kavramsal kargaşa ve ayrım da yine batı
düşüncesi içerisindeki bir tartışmadır. Kültür, aslında bütün toplum ve topluluklarda olan,
batılı, doğulu, tarih öncesi ya da modern fark etmeden var olan insani üretimleri anlatır. Bu
anlamda evrensel bir kavramdır ve farklı toplumları tabakalaştırmaz, aşağı ya da yukarı diye
kategorileştirmez. Bu yönüyle kültür her bir toplumun kendisine hastır, yüksek bir kültürden
bu anlamıyla bahsedemeyiz. Ancak ve ancak modern toplumlarda buna benzer ayrımlaşmalar
ve kavramsallaştırmalar yer alır. İşte modern dünyayı ilk kez kuran batılı düşünce, yaşam,
üretim biçiminin tüm dünyayı sömürgeleştirme sırasında karşılaştığı toplumlardan kendisini
ayırt etmek için, kendi üstünlüklerini ilan etmelerinin bir ihtiyacı nedeniyle civilization
kavramı kullanılmaya başlanmıştır.
Böylece kültür gibi binlerce farklı topluma göre yerel özellikler gösteren bir kavram
yerine, Batının dünya egemenliği gücünü gösteren bir standartlar tarifesi içeren uygarlık icat
edilmiştir. Bu tarihten sonra öteki toplumların, Batı dışı olanın yapması gereken şey de
apaçıktır; Batıya uymak, Batı gibi olmak ve nihai olarak Batıya ulaşmak. Son iki yüzyılın batı
dışı dünyası için en geçerli “ilerleme”, “modernleşme” yolu budur.
Uygarlığa Has Nitelikler
Uygarlık kavramının sıkıntıları, içerdiği değer yargılarından bahsettik. Peki bu değer
yargılarından sıyrılmaya çalışarak uygarlıkları ele almak istediğimizde bir uygarlığın ayırt
edici özellikleri nelerdir? Bir diğer topluma ya da kültüre aktarılabilir mi? Bu sorulara
bakalım.
Lipson’a göre bir uygarlığın ayırt edici özelliği, onun kabullenmiş olduğu değerlerdir.
Bunlar öyle şeylerdir ki, uygarlığa anlam kazandırır; bunlar belli bir uygarlığın kucakladığı
insanoğlunun yaşamını ve davranışlarını biçimlendirir. O halde onları kendi değerlerinin
yardımıyla tanıyacağız.
Bu bakımdan, bir uygarlık tek bir kişiye benzer ve bunun neden böyle olduğunun
yanıtı, insan doğasındadır. Bireyler olarak gündelik yaşam akışı içinde sürekli değişik şıklarla
yüz yüze geliriz. Yapılması gereken bir şey vardır ve bizler birkaç farklı yolla bu işi yaparız.
Ne zaman harekete geçsek, o koşullar altında en iyi görüneni tercih ederiz. Bu tercihler bizim
önceliklerimizi gösterir, değerlerimizi ifade eder ve karakterimizi biçimlendirir. Karakterin
bireyle ilişkisi neyse, uygarlığın insanlıkla ilişkisi de odur. Çünkü uygarlık aslında bir
değerler seçimidir. Bir uygarlık, her ne olursa olsun, seçtiği değerler yoluyla kendisini
tanımlar ve bu suretle diğerlerine benzer veya diğerlerinden farklılık gösterir (Lipson, 34-35).
Değerlerimiz, doğal olarak çok çeşitlidir. Bunlar kafamızdaki evren fikri ve bunun
içerisindeki yerimiz, güzellik ve çirkinlik algımız, entelektüel standartlarımız bizi diğer
insanlarla birleştiren sosyal bağlarımızı kapsar. Tümünün içinde ahlaki değerler en üst
sıradadır. Bunun temel nedeni bizim sosyal varlıklar oluşumuzda yatar. Toplum içinde
hepimiz belli kurallara, teamüllere göre diğer insanlara davranırız, yani standartlarımızı
belirleyen şeyler bu kurallardır (Lipson, 35).
Uygarlıkları diğerlerinden bu nedenle belli standartlaştırmalara göre ele almak doğru
olmaz. Her bir medeniyetin temel değerlerinin ne olduğuna hangi ahlaki temeller üzerinde
inşa olduğuna bakmak daha anlamlıdır. Örneği Avrupa zamanı çağlara ayırır; eski çağ, orta
çağ, yeni çağ. Oysa her büyük medeniyetin ayrı bir eski çağı, orta çağı ya da yeni çağı vardır.
Ayrıca medeniyetler tek bir çizgi doğrultusunda gelişmezler. Her medeniyet kendine has
değerleri gerçekleştirerek insanlığın ortak hazinesini zenginleştirirler. Bir medeniyet başka bir
medeniyeti bütün unsurlarıyla benimseyemez. Medeniyetler üç yoldan aktarılabilir;
Kolonileştirme yoluyla. Fenikeleliler Kartaca’ya, Yunanlılar Güney İtalyaya ve
Sicilyaya, İngilizler Kuzey Amerika’ya ve Avustralya’ya kültürlerini böyle
yaymışlardır.
Aşılayarak. Tehlikelidir ve her zaman tutmaz.
Faydalanma yoluyla. Bir kültür kendi değerlerini inşa ederken başka bir
kültürden malzeme alır. Genellikle bilim ve teknoloji ile bu olur.
Kültürler doğar, gelişir ve ölürler. Medeniyet bunun son aşamasıdır. Kültür binlerce
yıl yaşayabilir. Medeniyetin ömrü daha kısadır. Bazı yazarlar Cemil Meriç gibi 6 yüzyılı
aşmaz diyorlar. Meriç’e göre çöküş, her medeniyetin önüne geçilmez alınyazısı. Bunun temel
sebeplerinden biri şu: her kültür, insanlığın büyük değerlerinden bir ya da birkaçını
gerçekleştirir. Yunan medeniyeti “güzel”i yaratır. Roma “hukuk”u, Sami medeniyetinin
katkısı “din”. Çin “faydalı”yı gerçekleştirir. Hint ise “hayal” ile “tasavvuf”u ve Avrupa da
“ilim”. Her değerin bir gelişme sınırı vardır. Medeniyet bu sınıra varınca görevini
tamamlamış olur, ölüme mahkumdur artık. Medeniyetlerin çöküşü bir günde olmaz uzun sürer
ve hemen farkedilmez (Meriç, 108-110).
Uygarlığın Doğuşu
İlk uygarlıkların ortaya çıkışını, bir toplumun inşa etmeye başladığı kültürel tüm
maddi-manevi öğelerin belli bir birikmişliği, belli bir aşaması olarak ele aldığımızda
karşımıza yerleşik hayata geçmiş insan çıkıyor. Bu anlamda uygarlığın temel üç görünümü
üzerinden ilerlemek sağlıklı bir metod olarak görülüyor. Bu üç görünüm; Tarım devrimi, kent
devrimi ve Yazı devrimidir.
Uygarlığın kelime anlamındaki uy-mak, yani bir varlığa karşı olmak, bir nesne ile
denge sağlamak, yerleşmek anlamı bize önemli bir ipucu veriyor. Bu ipucu insanoğlunun
yerleşik, düzenli, belirli kurallar dahilinde bir arada var olması bilgisini veriyor. Ayrıca daha
sonraki dönemleri de kapsayacak biçimde Eski Yunan ve Roma’da “civic” ya da sivil kavramı
kentli anlamına gelir. Arapça’da da kentli ile bedevinin yani medeni ile bedevinin ayrımı kent
üzerinden yapılır. Bu anlamda tarımı öğrenmek yerleşik hayatı başlatır, kentli olma belirli bir
örgütlülük ve üzerinde uzlaşılmış kuralları getirir. Yazı da kent toplumuna geçişin bir
ihtiyacıdır ve sonraki kuşaklara maddi-manevi tüm öğelerin aktarılmasını olağanüstü
kolaylaştırır.
Peki ilk yerleşik hayata geçişin göstergeleri nelerdir? ve tüm topluluklar aynı
zamanlarda mı tarıma başlamış, yerleşik hayata geçmiştir? Eğer farklı zaman dilimleri varsa
bu farkı ortaya çıkaran temel sebepler nelerdir?
Tarım yaparak insanın hayatını sürdürebilmesinin bu kadar önemli olmasının temel
nedeni insanların doğayı keşfetmelerinde yeni bir adımın da habercisidir. Gordon Childe’ın
ifade ettiği üzere “insan ekonomisini tümden değiştiren ilk devrim, insanı besin kaynağına
başat kılmıştır. İnsanın ekip biçmeye, bitki yetiştirmeye, seçmesini bilerek yenilebilir ot, kök
ve ağaçları geliştirmeye başlamıştır. Karşılığında besin, barınak ve bakım sağlayarak bazı
hayvanları evcilleştirmeyi ve kendine bağlamayı da başarmıştır…Bugün bize de dek varan
yüce bir kültür birikimine en çok katkıda bulunan uygarlıklarda ekonominin temelinde
buğday ve arpa vardır” (Childe, 2010: 54-55).
İnsanın bitki ve hayvanları evcilleştirmesi daha fazla yiyecek üretebilmesine, bu da
nüfus yoğunluğunun artmasında etkili olmuştur. Ayrıca yerleşik hayata geçişi daha da
sağlamlaştırmış, mevsimsel yer değiştirmelere başvurma zorunluluğu da ortadan kalkmıştır.
Yerleşik hayatın bir başka sonucu da yiyecek fazlasının depolanmasına şartların uygun
olmasıdır, çünkü insan depoladığı yiyeceğin yanında kalıp onu korumayacaksa depolamanın
bir anlamı kalmaz. Yerleşik hayata geçişin uygarlık tarihi açısından bir diğer önemli sonucu
da toplum içinde bir “uzmanlar” sınıfının ortaya çıkışıdır. Var olan uzmanlar iki türlüdür; biri
krallar, diğeri bürokratlardır. Yiyecek bir kez depolanmaya başlayınca –biz sosyolojşde buna
artı ürün diyoruz- siyasal bir seçkinler sınıfı başkalarının ürettiği yiyeceğin denetimini ele
geçirebilir, vergi alma hakkını elinde tutabilir, kendi karnını doyurma gereğinden kurtulabilir
ve bütün zamanını siyasal etkinliklere harcayabilir (Diamond, 2002: 98-99).
Kısacası bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi daha çok yiyecek, bunun sonucunda da
yoğun nüfus anlamına geliyordu. Yiyecek fazlalığı yani artı ürün ve bu artı ürünün
hayvanların çektiği taşıtlarla nakledilmesi olanağı yerleşik hayata geçilmesinin ve siyasal
olarak merkezileşmiş, toplumsal olarak katmanlaşmış, ekonomik olarak karmaşık, teknolojik
olarak yenilikçi toplumların kurulmasının ön şartıydı. Bu nedenle bitki ve hayvanların
evcilleştirilmesi imparatorlukların, okur-yazarlığın, çelik silahların niçin ilk önce Avrasya’da
geliştiğini, öteki kıtalarda ya daha sonraya kaldığını ya da hiç gelişmediğini kesin biçimde
açıklamaktadır (Diamond, 102-103).
Peki acaba bu ilk evcilleştirmelerin yapıldığı yer neresi idi. Yerleşik hayat, tarım,
evcilleştirilmiş hayvanların diğer yerlerden bağımsız olarak başladığı yer M.Ö. 8500-8000
dolaylarında Güneybatı Asya’dır. Irak, İran, Suriye, Türkiye, Filistin, Hindistan gibi
yerleşimleri içeren bu coğrafya arkeolojik bulguların da yardımıyla tarım devriminin ve ilk
yerleşik hayatın mekanları olarak kabul edilmektedir. Bölgedeki ilk çiftçi topluluklar
Bereketli Hilal adı verilen yeri işaret etmektedir (Suriye ile Fırat-Dicle ırmaklarının arasındaki
bölge).
Bereketli Hilal’de henüz yerleşik hayata geçmenin başlamadığı dönemlerde acaba
neden tüketici olmaktan üretici olmaya geçmişlerdir. Aynı iklim özelliklerine sahip başka
coğrafyalar da olmasına rağmen niçin o bölgelerde tarım başlamadı? Ya da niçin M.Ö. 8500
yılları tarım için başlangıç oldu da M.Ö. 18.500 ya da 28 500’de başlamadı? Yeryüzünün
hangi bölgesinde olursa olsun yiyecek üretimine başlayan ilk insanlar bilinçli bir seçim
yapmış olamazlar, çünkü daha önce çiftçilik diye bir şey görmemişlerdi. Diamond tarıma
geçişle ilgili 4 ana neden olduğunu söylüyor;
Birinci neden ona göre yaban yiyecek bulmanın güçleşmesidir. Doğada hazır bulunan
meyvelerin, hayvanların azalması ya da hiç kalmaması etkili olmuştur.
İkinci bir neden, yaban av hayvanlarının tükenmesinin avcılığı daha az ödüllendirici
bir duruma getirmesi gibi, evcilleştirilebilir yaban bitkilerin daha çok bulunur hale gelmesi de
önemlidir.
Üçüncü neden insan topluluklarının nüfus yoğunluğundaki artışla yiyecek üretiminin
ortaya çıkışı arasındaki iki yönlü ilişkidir. Acaba nüfus artışı mı insanları yiyecek üretimine
zorladı? Yoksa yiyecek üretimimi mi nüfus artışına yol açtı? Her ne olursa olsun yiyecek
üreticisi olan topluluklar nüfuslarını arttırabilecek imkanlara daha fazla sahiplerdi ve bu
sayısal üstünlük avcı/toplayıcı olanların yerlerini almalarını ya da onları yok etmelerini
sağladı. Bu şartlar altında avcı/toplayıcı olan topluluklar ya yerlerini yiyecek üreticisi
komşularına bırakmak ya da kendilerini yiyecek üretimine geçirerek varlıklarını sürdürmek
gibi bir ikilemde kaldılar (Dimaond, 143-46).
Kent Devrimi
Neolitik devrim yani tarım devrimi uzun bir sürecin doruk noktasıdır. İkinci bir
devrim, kendi kendine yeterli küçücük köyleri yan endüstri ve dış ticaretle ek geçim sağlayan,
düzenli biçimde devlet örgütüne sahip kalabalık kentler durumuna getirmiştir. Bahsettiğimiz
olaylar M.Ö. 6000-3000 arasında cereyan etmektedir.
Bu noktada kent devrimini anlatabilmek tarihteki ilk uygarlık olarak kabul edilen
Sümerler’den kısaca bahsetmek zorundayız. Sümerler’in yaşadığı bölge Dicle-Fırat ırmakları
arasındaki aşağı Mezopotamya’dır.
Sümerler olarak kendilerini adlandıran bir topluluk bahsettiğimiz Mezepotamya’ya
dışarıdan, dağlık kuzey bölgelerden gelirler ve ovaya yerleşirler. Burada tapınaklarını
(ziggurat) inşa ederler. Göçebelikten yerleşik hayata geçerler. M.Ö. 5000 yıllarında olduğu
tahmin edilen bulgulara göre yenip, üzerlerine kurulup haraç biçiminde düzenli bir artı ürün
aldıkları köylüleri daha da denetleyerek, çalıştırmışlardır. Bu her ailenin kendi işlerini
yürüttüğü küçük sulama tarımı işlerinden farklı olarak, işi yalnızca büyük çaplı girişimleri
örgütleyecek kimseleri de gerektirir. Sümerler bu yapıda egemen sınıfı oluştururken, zamanla
din adamlarına dönüşmüş sihircileri vardır. Büyük sulama işlerini organize edenler de iş
yöneticileri olmuştur. Böylece çalışanlar, çalıştıranlar ve çalışmayı yönetenler olmak üzere
toplumsal farklılaşma ortaya çıkmıştır (Şenel, 1996: 40).
Sümerliler yaşadıkları bölgeyi yaşanabilir kılmak için uzun çabalar göstermişlerdir.
Tarlaları sulamak, bataklıkları kurutmak için kanallar kazmışlardır. İnsanları ve hayvanları
sellerden korumak için yüksek setler yapmışlardır. İşte bu işleri yapan işçiler doğrudan
yedikleri besinleri üretmiyorlardı, onlar için başkaları üretiyor, bu işçiler de yaşamaları için
beslenmeleri gerektiğinden artı ürün ile yaşıyorlardı. Bu birikim yaşanılan çevreyi daha
yaşanabilir hale dönüştürmeyi de gerekli kılıyordu ki böylece köyler kentleşmeye başlıyordu
(Childe, 80-82).
Tarım devrimi sırasında çok önemli bir gelişme çömlek yapımını öğrenmekti. Daha
önce kap kacak yapılmış olsa da gıdaların saklanması, su geçirmeyecek denli dayanıklı araç-
gerecin yapımı önemlidir. Ayrıca çömlek yapımı için kimyasal değişimi de bilmek
gerekmekteydi. Bu yöntemin özü ısıtma yoluyla su moleküllerinin çıkarılmasıdır. Kil parçası
ıslakken plastiktir, suyu çok gelirse dağılır, kuruyunca un gibi olur. Ancak suyun
buharlaştırılması gerekir çömlek yapılırken ki bu da 600 derecelik bir ısıda olur. İşte böylece
kil artık dayanıklı, su geçirmez, bir yere çarpmadıkça kırılmaz hale gelir. Yani insanın
kimyasal bir işlemi bilinçli olarak öğrenmesi önemli bir ilk adımdır (Childe, 70). İşte tarım
devrimindeki çömlek gibi tuğla da benzer bir etki yaratmıştır. Daha dayanıklı barınaklar,
tapınaklar kolektif bir biçimde yapılabilmeye başlamıştır. Tuğlanın büyüklüğü, şekli, ölçüleri
gibi tamamen belirlenebilen özellikleri uygulamalı matematiğe de katkı sağlamıştır (Childe,
83).
Tarım devriminden kent devrimine geçiş, tarımsal artının toplandığı, ilk tapınakların
köyler, zamanla nüfusları artarak, içinde farklı sınıflardan insanların yaşadığı kentlere
dönüştüler. Kent ve çevresindeki köyler, kendi kendine yeterliliklerini yitirdiler ve
birbirlerinin ürünlerine muhtaç hale geldiler. Böylece kurulan ekonomik, toplumsal, askeri ve
siyasal bütünleşme ve bağımlılık, tapınakla ve dinsel düşüncelerle sağlanan duygusal ve
düşünsel bir bağlılıkla perçinlendi. Tüm bu şartlar da tarihte ilk devleti, kent devleti biçiminde
ortaya çıkardı (Şenel, 41).
Kent devrimi ile sürekli kendi kendine yeterli ekonominin sona ermesine vurgu yaptık.
Kendine yetmeyen ekonominin varlığına yönelik önemli kanıtlardan birisi de tarih öncesi
mezarlarda ve köylerde giderek artan sayıda ithal ürünün bulunmasıdır. İthal ürünü nasıl
anlıyoruz? O coğrafyada üretilmeyen bir gıdanın orada bulunması ya da o bölgede olmayan
bir taş, maden gibi materyallerin bulunması ile anlıyoruz. Örneğin Kızıldeniz ve Akdeniz’den
deniz hayvanları kabukları Mısır’da bulunmuştur. Yine Mısır’da mezarlarda yeşil malaşit taşı,
reçine, lacivert taş gibi taşlar bulunmuştur ki bunlar da farklı bölgelerden (Arap yarımadası,
Ege gibi) getirilmiştir. Bunlar da gösteriyor ki kendine yeterli olmayan ekonomi değiş-tokuş
yani takas ekonomisini, ticaretin de doğuşunu ortaya çıkarmıştır. Acaba bu ithal taşlar niçin
alınmıştır? Örnekleri Mısır’dan vermeye devam edelim. Yeşil renk, güneşin parlaklığından
gözleri korur, taşın içindeki bakır karbonat da sıcakta sineklerin taşıdığı göz mikroplarına
karşı dezenfektan görevi yapardı. Ancak Mısırlılara göre bu etkiler gizseldi. Malaşit taşına bu
nedenle gizsel gücü ya da içindeki mana için önem verirlerdi. Yani bir nevi ithal edilen
ürünlere büyüsel bir anlam yüklenmiş, nesne nasıl biçimlendirilirse sahibinin de o şeye ya da
o şeyin gücüne sahip olacağına inanılırdı. Örneğin boğa biçiminde şekil verildiğinde onun
gücüne sahip olmak inancı gibi.
İşte böylece muska yapma alışkanlığı da o dönemlerde başlamıştır. Taşın üstüne bir
resim kazınması bir büyü ve gizeme dönüşmüş, giz taşa işlenmiştir. Artık bu tabu olmuştur ve
kazılı, oyulu taş artık mühürdür. Bir kabın üstü kille kapatılır ve üstüne mühür basılırsa
içindeki madde bu mühürle korunmuş olur. Mühür kırılınca, tabu kırılmış olmakta ve büyü
cezaları gerekmektedir. Tüm bu olgular ve bazı taşlara büyüsel güçler atfetme, bu tür
madenleri elde etmeyi de önemli bir uğraşa dönüştürmüştür. Bu hem madenciliğin
gelişmesine hem de takas ekonomisinin artmasına yol açmıştır. İnsan madeni elde etmeyi,
doğadan çıkarmayı, onu ayrıştırmayı, eritmeyi, şekil vermeyi, döküm yapmayı bu dinsel
düşünüşün ilk etkilerinin ileri aşamalarında deneyimleyerek öğrenmiştir (Childe, 84-87).
Madenin şekil alabilen özelliği bunu öğrenebilen topluluklar için bambaşka bir
aşamayı da getirmiştir. Günümüzde bile dünyaya yön veren savaş teknolojisi ve aygıtları ilk
kent devrimi sırasında da kuşkusuz gücün toplaşmasında önemli olmuştur. Madenlere istediği
gibi şekil verebilme bilgisine sahip olanlar taş ve tahta aletlere göre daha keskin, daha sağlam
silahlar üretebildiler. Bu da birçok toplumun diğerlerine üstünlüğüne, sömürgeleştirmesine,
vergi alabilmesine, bu bilgiye sahip olmayanların köleleştirilmesine varıncaya dek uzanan
sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Tüm bahsettiklerimizden de görülebileceği gibi ikinci devrimin başarılabilmesi için
artı ürün, sermaye birikimi gereklidir. Peki acaba neden insanlar artı ürün üretsin? Kuşkusuz
bunun bir nedeni kurak mevsimler için bir güvence olmasıdır. Bir diğer nedeni de kendine
yeterli ürünü olmayan toplumların yeterli olanları istila etmesi sonucu o toplumu daha fazla
üretmeye zorlaması, onların sırtından bir nevi geçinme arzusudur. Örneğin, hayvan üreticisi
bir kabile, çiftçi bir toplumun toprağını kuşatıp alır; köylüleri toprakta çalışma için bırakır,
onları başka düşmanlardan korur, karşılığında da çiftlik ürünlerinden pay alır. Köylü de bu
nedenle kendi ailesinin geçiminden daha fazlasını üretmeye çalışır. Yeni “efendileri” için
ürünün önemli bir kısmını ayırır. Böylece toprak ağaları, toprak soyluları da türer ki bunlar
çiftçinin sırtından geçinirler. Bu tür soylu sınıf bir oligarşi demektir. Bu gelişmeler savaşların
ortaya çıkışını ve savaşların ciddi bir ekonomik gerekçesini de binlerce yıl önce ortaya
çıkarmıştır. Günümüzde de bu özellik bildiğimiz gibi sürmektedir.
Savaş gibi bir olgu şöyle bir sonucu da ortaya çıkardı; insanlar da hayvanlar gibi
evcilleştirilebilirdi. Düşmanı öldürmek yerine onu tutsak etmek keşfedilmiştir. Köle de hayatı
karşılığında çalışıyordu. Elbette köle edinmenin tek kaynağı savaşlar değildi, toplumun daha
yoksul kesimleri boğaz tokluğuna varlıklı kişilere hizmet edebilirlerdi (Childe, 97-99).
Savaşların nedenleri bütün çağlarda hakim zenginlik kaynakları ile ilgilidir. İlk kent
devletleri de toprak ve su sorunları nedeniyle savaşıyorlardı. Bu gelişmeler askerlerin önemini
arttırdı. Savaşta, rahip kral, ordusunun başına bir komutan atıyordu, savaşı bu komutan
yönetiyordu. Savaşların sıklaşması askerleri daha güçlü kıldı ve sivil işlere de askerlerin
karışmalarına yol açtı, hatta zamanla yönetme eğilimi göstermeye de başladılar. Bu gelişmeler
sonucu genellikle gizsel büyüleri bilen, sihir gücü ile kendi meşruluklarını sağlayan ve
zamanla din adamlarına dönüşen ilk krallar ile askerlerin arası açılmaya başladı. Böylece
zamanla yönetimi askerler ele geçirmiş ve rahip kralın yerine asker kral geçmiştir.
Yönetimin din adamlarının elinden askerlere geçmesi, toplumsal artının denetiminin
de askerlere geçmesine yol açmıştır. Üretim araçlarının kamusal mülkiyet için yönetildiği
düzen de böylece özel mülkiyet düzenine dönüşmüştür. Yeni elde edilen topraklar artık
tapınağın denetimine bırakılmaz oldu. Ama askerler, düzenin sürdürülmesinde dinin ikna
gücünün önemini kavrayarak tapınakların eski mülklerine dokunmadı. Din adamları yönetimi
ellerinden kaçırsalar da egemen sınıfın savunuculuğunu üstlenme, dinsel meşruluğu
kullanarak askerlere hizmet işlevini benimsemişlerdir ya da bunu yapmaya zorunlu hale
gelmişlerdir (Şenel, 46).
Uygarlık tarihinin serüveni açısından Kent devrimi ikinci önemli eşiktir. Günümüz
dünyasını anlamak ve açıklamak için kritik bir önemi olduğunu söyleyebileceğimiz bu
devrimle zenginlik kaynağının tarım dışı alanlara doğru evrilmesinin ilk nüveleri, toplumsal
kurumların yerleşik hale gelmesi, devlet kavramının ortaya çıkması, özel mülkiyet kavramının
daha ayırıcı hale gelmesi, artı ürünün ortaya çıkması ve doğrudan üretmeyen sınıfların ortaya
çıkması da kent devrimi dönemine rastlar. Kent devrimi ile kent devletleri ortaya çıkmış ve bu
kent devletlerinden Atina’da demokrasi kavramı doğmuştur. Kentler ticaretin merkezleri,
eğitim-bilim gibi uygarlıkla sıkça ilişkilendirilen olguların da gelişmesinde öncü olmuştur.
Her ne kadar Avrupa Ortaçağ’ında kentler bir gerileme ya da tarıma dönüş ekonomisi
yaşasalar da bugünün hakim uygarlığı olarak kendilerini tüm dünyaya alternatifsizleştirecek
kadar güçlü hale gelen batı medeniyeti Avrupa’daki kentlerdeki ekonomik, siyasal, düşünsel
ve toplumsal kırılmalarla ortaya çıkmıştır.
Hesap, Yazı Devrimi ve Matematik
Kent devrimi ile tapınaktaki rahiplerin işleri karmaşıklaştı, kapsamı arttı, kullanılan
malzeme ve gerekli hizmetler de çoğaldı. Artık belleklerine güvenemez hale gelen rahipler
aldıkları ve dağıttıkları malın miktarını bir biçimde kaydetmek zorunda kaldılar. Bu, ölçü
kullanımını getirdi; ilkin en elverişli araçlar –tahıl için sepet, bira için testi, kumaş için parça-
kullanıldıysa da sonra bunların birbirleriyle karşılaştırılabilmesi için belli bir standardın
olması gerekti. Böylece zamanla bir ölçü birliği de farklı kentler arasındaki ticaret ile
sağlandı. Ağırlık ölçüsü ve terazi kullanımı oldukça önemlidir çünkü özellikle madenlerin
birbiri ile dengelenerek ölçülmesi gerekir ki bu tartarak olur.
Ölçülerin standartlaştırılmasından önce de nesnelerin sayısını kayda geçmek de
oldukça önemliydi. Bu kayıt işlemi önceleri bir çubuğun üzerine atılan çentiklerle, ardından
bir kil parçasına yapılıyordu. Zamanla büyük sayıları göstermek için daha karmaşık işaretler
kullanılmaya başlandı. Kaydı tutulan nesneni unutulması olasılığına karşı, sayı sembolünün
yanına ne olduğunu gösteren bir resim ya da sembol ekleniyordu. Bu semboller zamanla
nesnelerin yanısıra eylemleri de kapsar hale geldi ve çivi yazısı da bu sembollerden
esinlenerek ortaya çıktı (Bernal, 129-130).
Yazının icadı, ortaya çıkışı, geliştirilmesi insanın yeryüzündeki serüveni ve uygarlığın
yayılması açısından son derece önemlidir. Yazının geliştirilmesi insanların konuşma olmadan
iletişim kurabilmesine olanak tanıdı. Liderler artık emirlerini uzun mesafelere kadar
duyurabiliyor, habercinin belleğine güvenmek zorunda kalmıyorlardı. Nesneleri, olayları ve
düşünceleri kaydedip yıllar sonra kesin bir biçimde anımsayabileceklerdi. O zamana dek
biriken şeyler artık gelecek nesillere de aktarılacaktı. Tarih artık yazı ile başlamıştı. Yazının
icadı, toplumların daha çeşitli ve farklılaşmış, daha gelişmiş bir yapıya doğru yönlenmesine
yol açtı. Bu da hukuk, ticaret, yönetim, gıda imalatı, üretim, eğitim ve edebiyat gibi, toplumun
çeşitli yapıları ve kurumları için anlam taşıyordu (Reader Digest, 2008: 16).
İlk uygarlık ve tarihin başladığı yer şeklinde tanımlamalarla karşılaşan Sümerler yazıyı
da ilk kullanan uygarlıktır. Sümer’de kent devletinin gelişimi, din adamlarının tanrı adına
(tapınakların elinde tuttuğu topraklar ya da bunlardan elde edilen gelirler) işleri düzenlemesini
de beraberinde getirmiştir. Tapınağın gelirleri, hazinesi zamanla çok artmış ve bu hazinenin
yönetimi, kontrolü bu işle uğraşan görevliye yepyeni görevler de yüklemiştir. Bu görevler
yazılı kayıtlara da bakılınca şöyle açıklanmış; çeşitli armağan ve kurbanların ve bunların bir
kaydını tutmak gerekli olmuştur. Aksi takdirde Tanrı durup dururken hesap sorabilir.
Sümer’in Erek kentinde bulunan ilk tapınaktan anlaşıldığına göre, bu yörede yaşayan toplum,
kentsel düzeyde gelişmiş, varlığını tanrıya adamış, bu varlıklar da rahipler tarafından
yönetilmiştir (Childe, 107).
En eski yazı sistemi olarak bulgulanan Sümer Çiviyazısıdır. Bu yazı icat edilmeden
önce Bereketli Hilal’in bazı köylerinde çiftçilikle uğraşan insanlar yüzlerce yıldır koyunların
sayısının hesabını tutmak gibi amaçlarla kilden yapılma, çeşitli basit biçimlerde sikkeler
kullanıyorlardı. İlk yazının kullanım alanı sınırlı olduğu için kapalı bir sistemi vardı, bu
nedenle herkes yazı bilmez, yazıyı öğrenemezdi. Yazıcılar, örgütlenmiş, sürekli kamu hizmeti
gören devlet memurlarıdır. Yazdıkları, başka memurlar ve üstleri tarafından ve en sonunda,
dünyasal bir tanrı olan büyük efendilerince de okunup anlaşılabilmelidir. Mısır’da da Sümer
yazısına yakın bir zamanda yazı ortaya çıkar. Tahmini olarak M.Ö. 3000-2950 verilmektedir.
Genel olarak uzlaşılan kanı, yazının ilk ortaya çıktığı toplumlar kentsel ekonominin varlığını,
artı ürünü göstermektedir. Sümer, Mısır, İndüs gibi yerlerde bu bulgular yer alır. Yazının
bulunuşu gerçekten insan gelişiminde önemli bir aşamayı simgeler. Yazının gerçek önemi,
insan bilgisinin aktarılmasında yepyeni bir devrim yaratmasıdır. Yazı aracılığıyla insan,
deneylerini, deneyimlerini ölümsüzleştirebilir, çok uzaktaki kişilere, henüz doğmamış yeni
kuşaklara aktarabilir. İlk yazılar bugünkü gibi yayın aracı olarak değil yönetimin pratik
gerekleri için bulunmuştur (Childe, 134-35).
İlk Sümer ve Mısır yazıları, düşünceleri anlatamayacak kadar kaba saba işaretlerdi.
Tam 2000 yıl süren basitleştirme sürecinden sonra bile, çivi yazısında 600 ila 1000 arasında
harf vardı. Okur-yazar olmak için öncelikle bu sayısız işaretleri ezberlemek, kuralları
bellemek gerekliydi. Bu koşullar altında yazı çok güç bir uğraşı ve uzmanlık isteyen, uzun
çıraklık süreci gerektiren bir sanattı. Doğu tarihinde, yazıcılar oldukça sınırlı bir sınıftı, hiçbir
zaman bir kast olamadı. Okula giriş, soylulukla ilgili değildi, bu uğraşı; sahibine yüksek
konum ve ilerleme, güç ve varlık getirme umudu sağlardı. Bu özellikleri ile yazıcılar “yukarı
sınıf”a aittir ve saygın bir uğraşıdır (Childe, 135-36).
Uygarlığın ivme kazanmasında tarım, kentsel yaşam ve yazı birbirini tamamlayan
olgulardır. Uygarlığın daha sonraki dönemlerinde ortaya çıkan birçok faktörün de gelişimi bu
hattan ilerlemektedir. Örneğin kent devletlerinin ve ekonomilerinin bir sonucu olarak yalnızca
yazı ortaya çıkmadı. Aynı zamanda bir süre sonra hesap tutmak için rakamların, hesaplamanın
yani matematiğin de ortaya çıkması gerçekleşmiştir. Bu kuşkusuz ölçme ihtiyacı ile ilgilidir.
Bir uzunluğun, ağırlığın, genişliğin ölçümü birçok pratiklik sağlar. Standartlaştırabilmeyi,
hesabı kolay tutmayı sağlar. Büyük yapıların inşaatında matematik bilgisi, ölçme becerisi
gerekir. Bu aslında insanlığın somut düşünceden soyutlama yapabilecek duruma doğru
insanlığın da gidebilmesinin bir sonucudur. Böylece bilim dediğimiz temel uğraşının da ilk
nüveleri bu peşisıra gelen bir dizi gelişme ile olgunlaşmış, günümüze dek devam eden bir
birikimsel süreç başlamıştır.
İlk Uygarlıkların Başarıları
İlk uygarlıklar bir bütün olarak ele alındığında tekniklerde ve düşüncede büyük bir
ilerlemeyi sağlayıp, bunu sürdürdüler. Bugün hayatımızın büyük bölümünde, o dönemde
geliştirilen ve aradan geçen 5000 yıl içinde hemen hiç değişmeyen eşyalar çevremizi sarmış
durumdadır. Bugün kullandığımız masa ve sandalyeler Mısırlı ilk marangozların tahta
doğramacılığı gibi güç bir işin üstesinden gelmelerinden bu yana hiç değişmemiştir. Oturma
yerleri hasır örgülü, pençe ayaklı koltuklar aşağı yukarı M.Ö. 2500’den beri bilinmektedir.
Halen, duvarları ve tavanı taştan ve tuğladan yapılmış ve üzeri sıvanmış odalarda yaşıyoruz.
Aynı türden kaplardan yemek yiyoruz; aynı türden kumaşlardan yapılmış elbiseleri giyiyoruz.
Hatta sosyal kurumlarımızda bile olağanüstü bir değişim gözlenmiyor. Tıpkı ilk uygarlıklar
gibi bizim de tüccarlarımız, yargıçlarımız ve askerlerimiz var. Diğer bir deyişle hala ilk
kentlerle birlikte ortaya çıkan sınıflı toplumlarda yaşıyoruz (Bernal, 144-145).
Uygarlık ve Savaş
İlk kent ekonomisinin dengesiz güç kaynağı savaşın örgütlü zorudur. Yerel tarım
nüfusunun gözle görülür sömürü sınırlarını aşmak için kentin alanının genişletilmesi
gerekiyordu. Bu bir yere kadar barışçıl ilerliyordu ancak sınırlı bir alan içinde aynı politikayı
izleyen farklı kentlerin olması çatışmalara ve yeni bir kurum olarak savaşın ortaya çıkmasına
da yol açtı. Sözcüğün gerçek anlamıyla savaş, aslında uygarlığın bir ürünüdür. Kentler ortaya
çıktıktan sonra daha önceki avcılık ve çobanlık dönemlerindeki çatışmalardan çok farklı yeni
durumlar ve örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. Ordular artık ağır silahlarla donatılabiliyor ve
elde edilen fazla ürünle beslenebiliyorlardı. Kent yönetimlerini denetimlerinde tutan üst
sınıfların savaşlardan büyük ekonomik çıkarları vardı. Servetleri doğrudan sömürebildikleri
alanın genişliğine bağlıydı.
Savaşlar, ordular kurulmasını ve bu ordulara komuta edilmesini yaşamsal bir
zorunluluk haline getirdi. Böylece yönetimin ve devletin niteliğini de değiştirdi. Devlet
başkanının görevi, tarım ve bayındırlık işlerinin yönetilmesi olmaktan çıkıp savaş önderliğine
dönüştü. Savaşlar yaygınlaştıkça kent, savunma surları ve güçlendirilmiş kalesi ile köyden
ayrılmaya başlayınca orduların ihtiyaçları teknik gelişmelerin yönünü de etkiledi. Yeni yeni
ortaya çıkmaya başlayan bilim de bu tarafa yöneldi. Silah yapımındaki teknik ilerleme sürekli
devam etti. Ayrıca savaşlar nedeniyle yollar ve kanalların yapımı gibi işler de gereksinim
haline geldi (Bernal, 146-147).
Uygarlığın Yayılışı
Uygarlık; saban, tekerlek ve metal orak gibi ilk ortaya çıktığı yer dışında da
kullanılabilecek daha gelişkin teknikler sağlamıştı. Bu bakımdan çeşitli yollarla yayılma
eğilimine sahipti. Kağnılarla göç etmek bu yollardan birisiydi. Kent arazisi çoğalan nüfusu
barındıramaz hale gelince, köylüler sürüleri ve arabalarıyla birlikte yerleşim bakımından
elverişli olmayan daha vahşi fakat daha geniş kırlara göç ettiler. Böylece köy topluluları
Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın ve muhtemelen Amerika’nın ekime elverişli topraklarına
yayıldılar.
Uygarlığın bir başka yayılma yolu ise, kentlerdeki en maceracı kimseler olan
tüccarların, özellikle de madencilerin yerleşmek için değil de başta değerli taşlar, maden
cevherleri ve altın olmak üzere değerli yerel ürünleri toplamak amacıyla uygarlığı çevreleyen
vahşi toprakların yolunu tutmalarıydı. Tüccarlar değiş-tokuş sırasında kent ürünlerini vermek
zorunda olduklarından hem uygarlığın gereklerinin gereklerini yerine getiriyor hem de
uygarlığın üretken yöntemlerinin yayılmasına hizmet ediyorlardı. Ayrıca bu tüccarlar, yerel
nüfusla kaçınılmaz olarak zaman zaman anlaşmazlığa düşüyor ve kendilerini korumak için
ana yurtlarındaki yönetimleri yardıma çağırıyorlardı. Bu durum uygarlığın yayılmasındaki
üçüncü yolu; günümüzde emperyalizmle ilişkilendirdiğimiz siyasi ve askeri müdahaleler
yolunu oluşturdu. Antik Mısır ve Mezopotamya kayıtlarında altın dağlarına, fildişi bölgelerine
ve inci adalarına yapılan cezalandırma ya da yağma amaçlı seferler yer almaktadır (Bernal,
149-150).
Batı Uygarlığı ve Kökenleri
Belli başlı uygarlıkla arasında Batı, türünün tek örneğidir. Batı uygarlığı, başlıca dört
geleneğin karışımından doğmuş bir melezdir; bunlar, Yunan, Roma, Yahudi ve Hristiyan
gelenekleridir. Sözünü ettiğimiz dörtlü, kendi içinde ikişerli gruplar oluşturur. Roma ile
Yunan arasında özel ilişki, Hristiyanlık ile Musevilik arasında da başka bir biçimde görülür.
Batı uygarlığının çapraşık tarihi, Akdeniz’in doğusunda bir adada başlar. Girit
Adası’nda, Minoslular arasında ortaya çıkan bir kültürdür bu. Mezopotamya ve Mısır’dan
etkilenmiş olmasına rağmen, onlardan belirli ve önemli açılardan farklıdır. Batı uygarlığının
farklarını anlayabilmek için üç şeye değinmek gerekir; birincisi denizin etkisidir. Adada
yaşadıklarından Minoslular zorunlu olarak denizciydiler. Efsanevi liderleri Minos denizlere
hükmeden bir donanma kurmuş. Ege adalarında yaygın bir ticaret ağı için bütün şartları da
mevcut bir konumda ve güçtedir Minoslular. Burada ticaret ve deniz yoluyla uzak limanlara
yükünü götürüp yepyeni fikirlerle dönen denizcilere dayanan bir uygarlığın tohumları
atılmıştır.
Minos yerleşim alanlarındaki ikinci bir incelik ya da diğer uygarlıklara göre
yokluklardan birisi de muazzam tapınakların, uzmanlaşmış güçlü rahipler sınıfının
olmamasıdır. Minos’daki hükümdarlar aynı anda hem rahiplik hem de krallık görevini yapmış
ve küçük kutsal mekanlarda dini ayinlerini idare etmişlerdir. Yaşamlarını tarıma olduğu kadar
denize dayalı olarak sürdüren bir toplum için yeryüzü, bereket tanrıçası biçimine bürünerek
saygı görmüştür.
Minosluları farklı kılan üçüncü özellik, yadsınamaz biçimde olumludur. Bu daha çok
tinsel olan sınırların içine girer. Sevinçli, neşeli, taze ve özgür ruhlu sanatı, kendi
devirlerindekilerden farklı olarak, coşkulu duygular uyandırır.
Bu özellikleri ile insan, batı uygarlığının kaynağındaki, birbirinin tersi iki konudan biri
olan, bu dünyalı varoluş üzerinde odaklaşan görüşü sezinleyebilir. Bu yeryüzü temelli varoluş
düşüncesi Yunan ana karasında başlamış, Helen değerleri denilen değerlerle günümüze dek
ulaşmıştır. Helenlerin en büyük değerleri akıl ve hayal gücüdür. Helenleri birbiriyle ilişkili iki
soru meşgul ediyordu. Algılara sunulan sayısız çeşitlilikteki fenomenlerin altında yatan,
gerçek olmasına rağmen belki de görünmez olan bir birlik var mıdır? Bu değişimler ve
akımlar dünyasında değişmeyen, sabit ve kalıcı olan bir şeyler mevcut mudur? İşte Batı
düşüncesinin temelinde yer alan özgür akıl düşüncesi Yunan’da bu sorularla filozofların
zihninde şekillenmeye başladı. Koşullar Yunan’da filozoflar için olumluydu, çünkü Mısır ve
Mezopotamya gibi olumsuz nedenler yoktu. Kendi mitolojileriyle çelişen varsayımları
yasaklayacak kadar güçlü herhangi bir rahipler hiyerarşisi de mevcut değildi. Meydan
okumanın tehlikeli olacağı kutsal metinler veya resmi yetkililerce onaylanmış dogmalar da
yoktu. Yunanlılar canlı bir merakla dolu ve sorular soran insanlardı. Üstün olan yetenekleri
mantık yani logos’tur (Lipson, 65-69).
Batı düşüncesi içinde Yunan mantık ve akıldır. Bu çerçevede Yunan site (kent)
devletleri önemli bir yere sahiptir. Polis devletinde önemli olan birey değil yurttaş olmaktı.
Ancak herkes yurttaş değildi ve Yunan sınıf savaşları polis devletini zorluyordu. Polisleri
birleştirecek olan bir şey acaba var mıydı? Eğer varsa bu neydi? Stoacı düşünürler, yaratıcı bir
çözüm buldular. “Polis” yerine “kozmopolis” kavramını ortaya attılar. Tüm insanlık birdir;
bizler evrensel bir bütünün parçalarıyız. Bu evreni kaplayan ilke logos, mantıktır. Mantığın
yasası insan varlığının da yasasıdır ve herkes için de aynıdır. Bu öncüllerin mantığından
devrim yaratan sonuçlar çıktı. Kölelik, mantık yasalarına aykırıydı. Ne Platon ne de Sokrates
bu düzeye yükselmişti. Stoacılar neden önemli? Çünkü 300 yıl boyunca Romalı liderleri
eğitmişlerdir.
Romalılar bir imparatorluk inşa ettiler, fakat Roma’yı yıkan yine kendi
imparatorlukları oldu. Bununla beraber, 6 yüzyıl batıda ve 1000 yıl daha doğuda yaşamaya
devam eden, çağımız Avrupa’sında etkileri devam eden bir sistem kurdular. Romalıların uzun
süreli başarılarının sırrı neydi? Roma’nın gücü pragmacılıktı. Son derece pratik
yaklaşımlarıyla, işe yarayan yöntemleri araştırdılar. Başarılı olan ilkeleri kurumsallaştırıp
yerleştirdiler. Böylece kendi hukuk ilkelerini yarattılar. Taşrada kurulan koloniler
Romalılaştırma merkezleri oldular. Zamanla da her özgür erkek Roma vatandaşı haline
getirildi. Romalılar tarihte iz bırakan toplumlar arasında en az fikir yürütenlerdir. Dehaları
tümevarımsaldı. İlkelerini deneyimlerden çıkardılar, işlediler ve görevlerini daima deneylere
dayalı olarak yürüttüler. Parlak mühendisler, mimarlar ve inşaatçılar olarak Kollozyumu
diktiler, metropolise su sağlamanın yolunu bulup, bir imparatorluğu baştan başa yol ağlarıyla
örebildiler. Ancak fen, matematikle uğraşmadılar. İşte bu nedenle Yunanlılara ihtiyaçları
vardı. Bu birbirinin zıttı olan iki uygarlığı birleştirdi: Hem Yunan’dı hem de Romalıların bağlı
olduğu değerler, bu dünyaya aitti. Onların evreni yalnızca dünya merkezli değil, aynı
zamanda insan merkezliydi (Lipson, 73-75).
Batı uygarlığının bir yönü Yunan-Roma iken oluşumunda diğer önemli unsur
Musevilik ve Hristiyanlıktır. Batı uygarlığına Musevi-Hristiyan katkısı, egemen olan bir
çekirdek kavram etrafında döner: Evreni, her şeyi yaratan tek bir Yüce varlık olduğuna
inanmak. Tüm güç bu Varlık veya Tanrı’ya aittir. O halde insan yaşamı ilahi iradeye ve son
yargılama gününe tabidir. Tanrının emirlerine uyarak yaşarsak ödüllendirilmeyi, aksi takdirde
cezalandırılmayı beklemeliyiz.
Yunan-Roma düşüncesinin yeryüzü merkezliliğinin tersine Yahudi-Hristiyan
düşüncesi insan ve insanüstü arasındaki ilişkiyi tersine döndürdü. Yunan’ın eleştiri, Romanın
pragmatizmi yerine Tanrı’nın yarattığı bir düzene geçiş anlayışı yaygınlaştı. Tanrı, baba
olarak tasavvur edildi. Bazı önemli kişiler –bir peygamber, Mesih veya Tanrı’nın oğlu-
Tanrı’nın kendisine bildirdiklerini tekrarlıyordu. Dinleyicilerin ise bunu inançla inançla kabul
etmesi isteniyordu. Böylece batı uygarlığı büyük bir bölünmeye doğru ilerliyordu. Bu
bölünme, kaynağın insani mi? Yoksa Tanrısal mı olduğu noktasında düğümleniyordu.
Uygarlıktaki her büyük akım, geleceğe ait hayali bir görüş ile başlar ve ondan sonra da
bir grup idareci tarafından işletilir. Bunlar örgütleme yeteneği olan kişilerdir. İlgilendikleri
şey güçtür ve bunu sağlamak için kurumlar oluştururlar. Sonra da görüşün aslına ait değerleri
budamaya başlar, daraltırlar. İsa’nın öğretisinin başına gelen de budur. İsa’dan sonra
Havariler Hristiyanlığı yaydı ve kiliseler inşa edildi. Bu kurumsallaşmadan sonra öbür dünya
ağırlıklı bir inanç, bu dünyaya ait beceriyle bozuldu. Daha sonra MS 312’de Roma’nın resmi
dini haline geldi ve kilise ile dünyevi güçler işbirliği, ortaklık eder oldu. Zamanla Romanın
çöküşü kiliseyi daha da güçlendirdi. Haç, herkesi bir araya toplayan bir sembol haline geldi.
1000 yıl boyunca Batı’da Rönesans’a kadar Hristiyan ideolojisi hakim oldu. Bu 1000 yıllık
süre zarfında Batı Avrupa, Yunan mirasının alıcılarına bağışladığı bağımsız, eleştirel
araştırma ruhundan uzaklaştı, mahrum kaldı. Katolik inancın dışındaki her şey bastırıldı,
yasaklandı, yok edildi.
İşte 1000 yıllık bu uzun süreçte batı ilk ortaya çıkışındaki akıl, mantık, eleştiri ve
pragmatizmden uzaklaştı ve kurumsallaşmış bir yapının kilisenin egemenliğinde katı bir
yapıya dönüştü. Tam da bu noktadan başlayarak bazı din adamlarının dinde reform çabaları
Avrupa’da dönüşümde bir başlangıç oldu. Diğer bir dönüşüm kaynağı da Yunan-Roma’dan
beri görünmeyen bir kurum, üniversite idi. Platoncu düşünceden Aristo’cu düşünceye dönüş
başladı ve mantık, empirizm ünivetsitelerde 13. Yüzyıldan itibaren hakim olmaya, dinsel
olanın yanında laik alanlarda da eğitim veriyordu. 15.16. yüzyıllarda bu yeni öğrenimin
meyveleri olgunlaştı. Rönesans ve Reform ile Avrupa’nın ana ilham kaynağı yeniden
Hristiyanlıktan Yunanistan’a Kudüs’ten Atina’ya geçmiştir. Bu uygarlığın artık danıştığı
bilge, İsa değil, Sokrates olmuştur. Son beş yüzyıldır batı tekrar eski, dünyalı, yeryüzü
merkezli köklerine dönerek dünya egemenliğine giden yolu açtı.
Uygarlıkların Yükselişi ve Gerilemesi
Zamanla bir uygarlığa ne olur? Nasıl gelişir? Birtakım evreler mi geçirir, eğer öyleyse
belli bir yol izler mi? Bütün uygarlıklar aynı veya aşağı yukarı benzer bir düzende mi değişir?
Geride kalmış 5000 yıllık sürece bakarak, elimizdeki bilgileri bütünleştirecek ya da
bağlantılar sağlayacak herhangi bir model ya da belki bir ahenk bulabilir miyiz?
Tarihte belirli bir düzenin var olup olmadığı tartışması, özgür irade ile kadercilik
arasında çok eskilere dayanan ve tam anlamıyla akademik olan daha geniş bir anlam taşır.
Eğer belirli bir motif keşfedilirse, gelecekle ilgili birtakım tahminler yapmamız
kolaylaşacaktır. Bütün bu amaçlar ve uğraşlar kuşkusuz pratik yararlar sağlayacaktır. Peki
madem böyle bir çaba var acaba bir uygarlık nasıl değişip gelişir? İlerlemesine ya da
gerilemesine neler sebep olur?
Geçmişte uygarlıkların izlemiş olduğu yollardan alınacak dersler varsa günümüz
koşullarıyla hangi bakımlardan ilgilidir. Tarihte, bir takım temel nedenler arayışının hem
övülesi hem de tehlikeli yanları vardır. Ancak bu konu üzerinde düşünen, yazan kişiler de
mevcuttur. İbn Haldun, G. Vico, Spengler, Toynbee bunlara örnek kişilerdir. Bu konuyla ilgili
yazanlar üç çeşit mecaz kullanırlar. İlk iki mecaz kullanımı biyolojik ve jeofiziksel
açıklamalar olarak adlandırılabilir. Biyolojik bakış açısı, uygarlığı bir organizma olarak
yorumlar, sonra da varsayılan yaşam evresini izlemeye başlar.
Jeofiziksel açıklama ise Yerküre’nin yaptığı hareketleri inceler, takip eder. Her iki
anlayış da aynı yanlışı içerir. İkisi de değişimin önceden belirlenmiş bir yönde olmasının
kaçınılmaz olduğunu ve aynı sırayı izleyerek aynı evrelere göre ilerlediğini ima eder. Bundan
dolayı doğumu, büyüme, olgunlaşma, yaşlanma ve ölümün izlemesi gerekir.
Biyolojik ve jeofiziksel bakışlar, uygarlığın zaman içindeki gelişimi üzerinde
odaklanmışlardır. Bununla beraber, bazı tartışmalarda geometriden de yararlanılır, böylece
zaman içinde değişimler şekillerle gösterilir. En gözde olanları daire, sarmal ve doğru
olmuştur. Dairesel kuramlar Antik Yunan’da büyük oranda görülür. Pek çoğu, tarihsel akışın,
bir tekerleğin hareketi gibi, başladığı noktaya döndüğüne inanmıştır (Lipson, 91-93).
Tarih, özgün olayların, istisnaların, tersine dönmelerin, devamlılıktaki kopuklukların,
şansın ve beklenmeyenlerin uzun bir listesidir. Tarihin değişken verilerini, bilinen kategoriler
altında eksiksiz olarak toplayabilmek imkansızdır. Uygarlıklar mutlaka ardışık evrelere göre
gelişmez; ya da önceden belirlenmiş bir son ile yok olmaz. Hepsi, tek ve aynı mantığa veya
bazı değişmez büyüme ve bozulma yasalarına uymaz. Bunların var olduğunu hayal etmek bir
“serabın” ardında koşmaktır. Toplumların tarihinde sistematik bir düzenliliği açığa çıkarma
arzusu “soylu zihinlerin son hastalığıdır”. Bütün bunları aklımızda tutarak uygarlığın yükseliş
ve gerileme sorununu inceleyelim. Hangi şartlar altında yükselir? Gerilemede hangi koşullar
rol oynar? Farklı uygarlıklarda görülen etkenler benzer mi, yoksa farklı mıdır?
Eğer bir motif, düzen, simetri ve belirgin bir desen demekse böyle bir şey bulunamaz.
Uygarlığın izlediği yol iniş çıkışlar, bazen çok uzun olabilen durgunluk dönemleri, yaratıcı
zekanın dorukları, derin korkular ve kendine gelip iyileşme süreçleri ile donanmıştır.
Gerçeklik, geçmiş düşünüldüğünde, belirgin bir biçimden yoksundur; ileriye bakıldığında ise,
muhtemelen içlerinden herhangi birinin seçilebileceği bir seçenekler yelpazesi sunar. Bunun
tek bir açıklaması vardır: hiçbir şey önceden belirlenmemiştir. İnsanın yeryüzündeki yapıp
etmeleri, kurduğu düzen değişebilir, dönüşebilir, standartlaştırılamaz, gideceği yönü kesin bir
biçimde öngöremeyiz.
Örneğin belli başlı uygarlıklar arasında İslam benzersiz özelliklere sahiptir. Bunlardan
birincisi, bu uygarlığın temellerinin, yaşamındaki önemli olaylar kuşku götürmeyen tek bir
insan tarafından atılmış olmasıdır. İkincisi, aynı kişinin (Hz. Muhammed) öğretisi, daha
kendisi hayattayken yeterince taraftar kazanmış ve öldüğü zaman da kendi bölgesinde siyasal
ve toplumsal bir güç oluşturabilmiştir. Üçüncüsü, sonraki iki yüzyıl içerisinde hem Doğu’da
hem de Batı’da benzersiz bir hızla, gittiği her yere siyasal ve askeri gücünü de götürecek çok
geniş bir alana yayılmış olmasıdır.
Eğer bir uygarlık kendi değerleri demekse, yani o uygarlığa has olan birtakım öğeler,
kalıplar, nitelikler ise o zaman da bu değerler insandan insana, kültüre aktarılabilir.
Tanıtıldıkları zamanda ve yerde yaratıcı bir canlılık oluşur ve etkisi merkezinden çevresine
doğru yayılır.
Uygarlığın Yükseliş ya da Gerilemesinin Nedenleri Nelerdir?
Bir uygarlığın ortaya çıkması, gelişmesi ve gerilemesinin nedenleri nelerdir? örneğin
İbn Haldun’u biraz inceleyelim. İbn Haldun’un tanıdığı dünya Kuzey Afrika ve Ortadoğu idi.
Onun yazdığı tek uygarlık İslam uygarlığıydı. İbn Haldun, Hz. Muhammed’in ölümünden
sonraki 7 yüzyıllık sürede Arapların ve Arap olmayan Müslümanların geçirdiği değişimin
izini sürdü. Tarihin görevinden İbn Haldun şöyle söz eder; “O, şimdiki zamanla geçmişteki
koşullar arasındaki benzerlikleri ve farkılıkları karşılaştırmalıdır. Belirli durumlarda görülen
benzerliklerin, diğerlerinde ise farklılıkların nedenlerini bilmelidir”.
İbn Haldun, edindiği tarih bilgisini kendi çağının dünyasında yaptığı gözlemlerle
güçlendirdi. Bunlardan çıkardığı sonuca göre, insanlar ve onları yöneten hanedanlar
normalde, nüfuz ve zenginliğin gittikçe arttığı dönemlerden geçer, sonra da bunu bir çöküş
devresi izler. Haldun bir hanedanın sürecini üç nesilde (120 yıl) tamamlandığına karar
vermiştir. Aynı şekilde, yükselişten düşüşe giden çemberde beş devre bulmuştur. Bu neden
olur? Ona göre bunun nedeni, etkin toplumsal örgütlenmedir (asabiye/dayanışma-ait olma
duygusu). Bu duygunun güçlü ya da zayıf oluşuna göre, bir toplum yükselir veya geriler.
Haldun’a göre hem Arap hem de Arap olmayan Müslümanlar için birleştirici bağ, asabiyeyi
sağlayan güç dindir (Lipson, 103-104).
Uygarlıkların gelişimlerinin izlediği yol, zamana ve yere göre öylesine önemli ölçüde
çeşitlilikler gösterir ki, bu durumda verilerde değişmez bir motif aramak bizi yanlış yerlere
götürebilir. Uygarlığın olayları, düzensiz bir sıra ve düzensiz aralıklarla birbirini izleyen bir
dizi değişimi açığa çıkarır. İlerlemeler zamanla azalan bir yaratıcı güç seli tarafından
toplumun çeşitli kesimlerinde oluşturulur. Bunu izleyen ya bir durgunluk dönemi, bazı
durumlarda 1000 yıl kadar sürebilir. İkinci durumda istilalar da görülebilir. Çünkü sınır
ötesindekiler fırsat kollamaktadır. Peki bir uygarlıkta değişimler nasıl ve hangi biçimde olur.
Lipson’a göre herbir uygarlığa dair ipuçları kendi değerlerinde yatar, çünkü ona harekete
geçme gücü ve temel gerekçeler veren bunlardır. Bu birinci noktadır. İkinci noktayı,
hepimizin bildiği insan doğasının eğilimleri oluşturur. Bizler belli bir durumla başa çıkmak
için uygun bir şey, bazı ilkeler veya denendiği zaman yeterince iş görecek bazı yöntemler
buluruz. Uygulama başarılı olunca da aynı şeyi yapmaya devam ederiz. Bunu defalarca
tekrarlarız, ta ki faydaları kusurlara dönüşünceye kadar. Bir yönde fazla ileri gideriz; bunu bir
tepki izler; böylece ters yönde ilerlemeye başlarız ve yine aşırıya kaçarız. Bu gerçekten de
tarihte örnekleri bol olan genel bir eğilmdir.
Antik Yunan örneğinde ne olduğuna bakalım. Yunanlıların toplumsal sisteminin
merkezi ve bu nedenle de uygarlık görüşlerinde en önemli rolü oynayan “polis”idi (Kent
Devleti). Onu destekleyip yücelten ilke neydi? Bu ilke, tamamen bağımsız olmak anlamında
özerkliktir. Bu ilke ile her “polis”in kendi kaynak ve olanaklarına göre gelişmesinin yolunu
açtı. Farklı birey kategorileri için (siyasi sürgünler, tüccarlar, sofistler) hareket özgürlüğüne
de olanak tanıdı. İyi tarafından bakıldığında, bu özgürlüktü. Zamanla, yararlı bir ilkenin –
özerklik- aşırıya götürülmesi bunu dengeledi. İçerideki hizip kavgaları ve halkın yiyecek
talebiyle ilgili baskısı, sayısız bölünmelere ve kolonilerin kurulmasına yol açtı. O andan
itibaren Akdeniz çevresinde birçok siteler (polis) kuruldu. Sonuç, aşırıya varan bir düzensizlik
(anarşi) oldu. Hepsini birden düzene sokarak ve ilişkilerine sağlıklı bir yön verecek hiçbir üst
kurum kurulamadı. Daha güçlü olan devletler yayılmacılık ile düzen kurmaya çalıştı ancak bu
yalnızca karşı imparatorluklar kurulmasına neden oldu ve egemenlik mücadeleleri hepsinin
güçsüz düşmesine neden olacak savaşlara yol açtı. Ortak bir denetimin olmaması sonucu
ortaya çıkan karışıklık dışarıdan dayatılan bir mutlak düzenle son buldu (Lipson, 110-111).
Bir başka örnek olarak Hindistan’ı ele alalım. Hint uygarlığının gerçek ifadesi
Hinduculuk olduğundan, M.S. 12. Yüzyıldan beri en güneydekiler hariç, Hinduların kendi
kaderlerini yönetmekten yoksun olduklarını belirtmek gerekir. Farklı yerlerde Müslümanlar,
Avrupalılar Hindistan’ı egemenliği altına aldılar. O halde bu medeniyetin yabancıların
işgalinden önceki haline bakmak gerek, yani M.S. 12. Yüzyıldan önceki 2000 yıla
bakılmalıdır. Bu süreçte Hinduculuk önemli başarılar elde etti, peki bu nasıl oldu? Hindistan’ı
farklı yapan en önemli özelliklerden ilki öbür dünyalılığıdır, ikincisi ise kast sistemidir. Öbür
dünyalılığın etkisi, insani öncelikleri buradaki varoluştan alıp bundan sonraki, varsayılan bir
varoluşa aktarmaktır. Bu değerleri dünya üzerindeki toplumsal düzenlemeler açısından,
edilgenliği teşvik eder. Hinduculuk toplumsal iyileştirme ve yenilik için bir atlama tahtası
sağlamadı. Ayrıca kast sisteminin doğurduğu sonuçlar da vardı. Toplumsal düzen böylesine
yüksek oranda bölümlere ayrılıp tabakalandığında ve dondurulduğunda canlılığın düzenli
yenilenmeleri nasıl gerçekleşebilirdi ki? Hindistan kendi değerlerinin kurbanı olmuştur
(Lipson, 116-117).
Roma İmparatorluğu Sonrası Uygarlığın Serüveni
Roma imparatorluğunun yıkılmasından sonraki dönemde genelde 3. Ve 9. Yüzyıl arası
dönem uygarlığın tümüyle yok olmuş olduğu dönemler gibi ele alınmaktadır. Oysa aslında
tüm olup biten, antik dünyanın en geç ve yapay olarak uygarlaşmış kısımlarında –İngiltere,
Fransa, İspanya, Fas ve Kuzey İtalya’da- köle sahibi patrisyenlerle taşralılardan oluşan zengin
bir sınıfın egemenliği altındaki sistemin çökerek yerini zamanla çok daha geniş tabanlı fakat
istikrarsız bir feodal düzenin almasıdır.
Bu sırada, Roma İmparatorluğunun geri kalan kısmında İskenderiye, Antakya ve
Konstantinopolis gibi büyük kentler hasar görmeden ayakta kalmayı başardılar. Roma’nın
sınırlarının çok ötesinde, İskender’in akınlarıyla birlikte Helenistik etki altına giren Pers,
Hindistan ve Orta Asya’yı da kapsayan tüm bir bölgede uygarlık, geç klasik kültürün katı
ekonomik, teknik, sanatsal ve bilimsel sınırlamalarından kurtularak serpilip gelişmeye devam
etti (Bernal, 245).
3.-9. Yüzyıl arası dönemde her kültür kendi yolunu izlediyse de, bu dönemde özellikle
de ticaret sayesinde eskiye göre birbirleriyle çok daha fazla ilişki içindeydiler. Lüks eşyalarla
sınırlı olmasına karşın geniş bir pazarın bulunması, özellikle dokumacılık, çömlekçilik ve
metal işçiliği alanlarında imalat tekniklerinin gelişmesine yol açtı. Dokuma tezgahı, sulama
mekanizması, mekanik ve denizcilik alanındaki buluşların çoğu Doğu’da bu dönemde ortaya
çıktı (Bernal, 246).
Feodalizme Geçiş
Doğu imparatorluğunda kentler sürekli var olmasına karşın, yeni düzenin ekonomisi
her yerde esas olarak kıra dayalıydı; ekonomik birim, alınıp satılabilen kölelerden çok ağır
yüklerine karşılık kendilerine verilen birtakım haklarla sonsuza dek toprağa bağlanmış
serflerin çalıştığı yurtluklar, villalar ya da malikanelerdi. Bu yurtluklar Doğu
imparatorluğunda çoğunlukla eski kent plütokrasisinin (zenginlerin yönetimi) torunlarınca ya
da Almanlar ve Araplar tarafından işgal edilen topraklardaki barbar kabile şeflerince mülk
edinildi. Kır ekonomisi, hem mülk sahiplerinin çoğunun önceden kentlerde yaşadığı doğu
bölgelerinde hem de ulaşım olanaklarının yetersizliği nedeniyle yurtluklarındaki
malikanelerinde yaşadıkları Batı’da esas olarak feodaldi (Bernal, 248).
Feodal kelimesinin ilk kullanımında her şeyden önce temel hareket noktası merkezi bir
devlet kavramının olmaması gelir. Bu toplumda küçük iktidarların belirlediği bir kamu
otoritesi olmakla birlikte feodalite devletin güçsüzleştiği, bireylerin korunmasında devletin
etkin olamadığı bir döneme tekabül etmektedir. Feodal toplumu belirleyen şey bağımlılık
ilişkileridir.1 Avrupa’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra ortaya çıkan
merkezi güç yokluğunun bir sonucu olarak feodalite ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Avrupa
küçük krallıklara bölünmüş, her bölgenin başında yöneticiye sadakatle bağlı soylulardan gelen
bir kont yer almıştır. Güçlü, nüfuzlu ailelerden gelen bu insanlar, komutan, yargıç ve yönetici
olarak imparatorun kararlarını uygulamakla görevliydiler.2 Feodal Avrupa’nın en önemli
özelliği toprağın tek yaşama ve zenginlik kaynağı olmasıdır. Taşınabilir zenginlikler
ekonomik hayatta hiçbir rol oynamadığı gibi her türlü toplumsal varoluş, toprak mülkiyeti ya
1 Bloch, Marc, Feodal Toplum, (Doğu Batı Yayınları, Çev: M. Ali Kılıçbay 4. baskı, Ankara, 2005), s. 576-578.2 Ağaoğulları, M.Ali, Köker L., İmparatorluktan Tanrı Devletine, (İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 1996), s. 154-155.
da toprağı tasarruf temeli üzerinde oturmaktaydı. Feodal sistem ile Avrupa tamamen kırsal bir
medeniyete geri dönmüş, bu dönemde ticaret ve kentler ortadan kalkmış, tacirler de alım-
satım yapabilme imkanları ortadan kalktığı için yok olmuştur. Feodal dönemde herkesin kendi
toprağında yaşadığı, hiç kimsenin dışarıdan yiyecek satın almadığı, talebin yok olduğu bir
durum söz konusudur. Bu yapı nedeniyle feodal dönemde tam bir “kapalı mülk ekonomisi”
yaşanmıştır.3
Feodal Avrupa toplumunda üç sınıftan bahsedilebilir; dua edenler, savaşanlar ve
çalışanlar. Çalışanlar sınıfı en geniş sınıftı ve kilise sınıfıyla askeri sınıfı beslemek için
çalışmaktaydılar. Bu çalışma elbette ki tarımsal bir çalışma idi ve çiftlik arazilerinde
yapılmaktaydı. Çiftlikler “malikane” (manor) denilen bölgelere bölünmüştü ve her malikane
arazisinin bir beyi vardı. Ekilebilir arazinin üçte biri beye aitti ve “demesne” adıyla anılırdı;
geriye kalan toprak, toprakta çalışan kiracılara aitti. Köylüler köle olmamakla birlikte “serf”ti.
Latince “köle” anlamına gelen “servus”tan gelen bu kelime köleliğe yakın özellikleri
nedeniyle uygun bir kullanım olmuştur. Serfin birtakım hakları olmakla birlikte (malikane
beyi keyfi olarak serfin ailesini parçalayamaz, serf topraktan ayrı satılamaz) yerine getirmesi
gereken angaryalar mevcuttu.4 Serfler hukuksal olarak sınırlandırılmış bir hareketlilik hakkına
sahiptir. Toprağı işlemekle birlikte toprağın mülkiyetine sahip değillerdir. Tarımsal mülkiyet,
köylülerden siyasal-hukuksal zor kullanma yoluyla artık elde eden bir feodal beyler sınıfının
kontrolü altındaydı. Bu düzende ekonomik sömürü siyasal otorite ile hukuk düzeyinde
birleşiyordu. Köylü (serf) kendi lordunun yargılamasına tabi olup feodal toplum her anlamda
hiyerarşik özellikli bir toplumdur; köylü lorda bağlıdır, lord da kendinden üstün bir soyluya
şövalye sağlama mecburiyetindedir. Yerel otorite konumunda olan soylular da krallara
bağlıdır.5
Çoğu durumda köylüler, koloniler, serfler, reayalar, topraklar ve tarım aletlerinin
mülkiyetini ellerinde bulunduruyorlardı. Ne var ki ürünlerinin ya da iş güçlerinin bir
bölümünü rant, vergi ya da bey hakkı biçiminde efendilerine vermek zorundaydılar.
Topraktan yararlanma ölçüsü Batı’da bir geçim ekonomisine dönüştü; fakat teknik düzey
Demir Devri’ne oranla biraz daha yüksekti. Doğu’da her zaman ticaret için belli bir ürün
fazlası kalıyordu. Feodalizme geçiş kuşkusuz birdenbire olmadı, birkaç yüzyıl sürdü (Bernal,
248).
3 Pirenne, Henri, Ortaçağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (İletişim Yay. Çev: U. Kocabaşoğlu, 3. Baskı, İstanbul, 2009), ss. 15-17.4 Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, (Bilim Yayınları, Çev: M. Belge, İstanbul, 1974), 9-13.5 Ağaoğulları, M.Ali, Köker L., a.g.e., 1996, ss.157-158.
Feodal toplumdaki temel insan ilişkileri, devlet-toplum ilişkileri çerçevesinde
belirlenmekten çok insan-insan bağımlılığına dayanmaktadır. Bloch da feodal toplumdaki
karakteristik insan ilişkisinin, bir astın en yakınındaki şefe bağlanması olduğunu
belirtmektedir. Böylece kurulan bağlar, belirlenmesi mümkün olmayan bir şekilde dallanıp
budaklanıp, basamak basamak en küçükleri en büyüklere bağlamaktaydılar.6 Bu bağımlılık
ilişkileri temelinde biçimlenen feodal Avrupa’nın ekonomik ve siyasal yapısı kentlerin ortaya
çıkması, ticaretin canlanması, ticaretle zenginleşen burjuva sınıfının ortaya çıkması gibi bir
dizi olay ile değişerek kapitalizme giden yol açılmış, feodal ilişkilerin her türü kırılmış,
ortadan kaldırılmıştır.
Feodalizmin yıkılışı süreci ile ilgili kuşkusuz birçok faktörden bahsetmek mümkündür.
Dobb’un ifade ettiği üzere feodalizmin ayırt edici özelliği kullanım için üretim sistemi
olmasıdır. Topluluğun gereksinimleri bilinmekte ve üretim bu gereksinimleri karşılamak için
planlanmakta ve örgütlenmektedir. Sistemin dönüşümü ticaret ile ilgilidir. Eski düzenden yeni
düzene geçişisin nedensel aşamaları malikane ekonomisiyle dış dünya arasındaki değişim
alanında bulabiliriz. “Doğal ekonomi” (geçimlik ekonomi) ile “değişim ekonomisi” (ticaret)
birbirleri ile karışamayacak iki ekonomik düzendir ve ikincisinin varlığının, birincisinin
çözülmesi için yeterli olduğu genelde iddia edilmektedir. Dobb’a göre egemen sınıflar gelir
için gitgide daha fazlasına ihtiyaç duydu ve feodal sistem de bu artışa çok müsait değildi ve
sistemin çöküşünde bu kriz büyük önemdeydi. Ek gelir için duyulan büyük gereksinim üretici
üstünde büyük bir baskıya yol açmış ve en sonunda da sistemi besleyen işgücünün
tükenmesine ya da fiilen ortadan kalkması ile sonuçlanmıştır. Yani bu anlamda feodalizmin
yıkılmasının temel nedeni işgücünün aşırı sömürülmesidir. Serfler, lordların malikanelerinden
kitlesel halde ayrılmışlardı. Kalanlar ise sistemin eski temel üzerinde sürdürülmesini
sağlamak için sayıca çok azdılar ve yorgun düşmüşlerdi. Ticaretin gelişmesinden daha da
fazla işte bu gelişmeler feodal eğmen sınıfı –iş hizmetlerinin hafifletilmesi, malikane
topraklarının kiracı çiftçilere verilmesi gibi- sonuçta kırsal kesimdeki üretim ilişkilerinin
dönüşümüne yol açan çözümleri benimsemeye zorlamıştır (Sweezy, 1984: 34-37).
Malikane sisteminin verimsiz hale gelmesi daha rasyonel bir işbölümü ve uzmanlaşma
sisteminin ortaya koyduğu karşıtlıkla ortaya çıktı. İmal mallar bir araya getirilerek malikane
satın alınabiliyor, böylece alım-satım baskısı da artıyordu. Değişim değerinin yoğunlaşması
üreticilerin tutumlarında da değişime yol açmıştır. Artık kolaylıkla yok olabilecek bir yığın
mal toplamak yerine para ya da paraya çevrilebilecek taşınabilir servetler edinmek olanaklı
6 Bloch, a.g.e., 2005, s. 579.
hale gelmiştir. Servet sahipliği kısa sürede kendi başına bir amaç olup çıkar ve tüm bu sistem
içindeki bireyleri de psikolojik olarak etkiler. Feodal sistemin dönüşümüne neden olan bir
diğer etken de feodal yönetici sınıfın zevklerindeki gelişmelerdir. Ticaret, yayıldığı her yönde
beraberinde getirdiği tüketim maddelerine karşı bir istek yarattı. Son olarak feodal tarzın
dönüşümünde kentlerin ortaya çıkışı, kırsal kesimin hizmetli nüfusunda özgür ve iyi bir
yaşantı beklentisine yol açtı. Bu da topraktan kaçışın ortaya çıkmasının temel
nedenlerindendir. (Sweezy, 43-45).
Burjuvazinin Doğuşu
Ortaçağ Avrupa’sında güvenlik sorunu birincil önemde idi. Bu nedenle sığınacak
yerlerin kurulması da gecikmedi. Batı Avrupa’da sağlam şatolar ya da diğer adı ile
bourg/burg’lar genellikle üzerinde geçitler olan bir hendekle çevrilmiş toprak ya da taş
surlardan oluşuyordu. Çevredeki köylüler bunları inşa etmek ve bakmakla mükelleftiler.
Burgların içinde şövalye garnizonu bulunuyor, lord da yüksek bir kulede ikamet ediyordu.
Katedral ya da kilise üyeleri dinsel görevleri yerine getiriyordu. Burada ekonomi ve ihtiyaçlar
çiftliklerde çalışan köylülerin yani serflerin ödemekle yükümlü olduğu tarımsal ya da
hayvansal gıdalarla sağlanıyordu. Böylece ortaçağın feodal yapısı ile çelişen bir durum da
aslında yoktu.
Tüm bunlara rağmen ticaretin canlanışı bunların niteliğini değiştirdi. 10. Yüzyılın
ikinci yarısından itibaren tacirlerin gezginci yaşamları, karşı karşıya oldukları risklere
(yağmacılık) karşı burgların desteğini aramalarına yol açtı. Buraları yazı bir mola yeri, kötü
havalarda ise kışı geçirme yeri olarak görev yapıyordu. İşte konum açısından en uygun
yerlerde bulunan burglar tacirlerin ve ticari eşyanın konaklama ve geçiş yerleri oldular.
Kentlerin ve burgların ticaretin artışına bağlı olarak sayıları giderek artan ve zor
durumda kalan bu yeni gelenlere ayırabileceği mekan yetmez oldu. Bu yeni gelen ticcarlar bir
süre sonra surların dışında yerleşmeye, eski burgun yanında yeni bir burg yapmaya
zorlandılar. Böylelikle dinsel kentler ve feodal kaleler yakınında, sakinlerinin iç kentteki diğer
insanların yaşamıyla tam bir zıtlık teşkil eden bir hayata kendilerini adadıkları ticari toplanma
yerleri ortaya çıktı. 10. Ve 11. Yüzyıllarda bu tür yerleşim yerleri portus kelimesi ile
karşılanıyordu ve buralarda yaşayanlar kendilerini poorters ya da portmen diye
adlandırıyorlardı. Ki bu kelime bourgeois ile eş anlamlıydı. İşte bu yaşayanlar ilk burjuvalardı
(Pirenne, 53-54).
Doğmakta olan kentlerin zanaatkar ve tacirleriyle, içinden çıktıkları tarımsal toplum
arasındaki en temel fark, birincilerin hayat tarzının artık toprakla olan ilişkilerine göre
belirlenmemesiydi. Bu açıdan kelimenin her anlamında bir yerinden yurdundan edilenler
sınıfı oluşturuyorlardı. Ticaret ve endüstri artık bağımsız meslekler haline gelmeye başlamıştı.
Aklımıza bu noktada şu soru takılabilir, insanların normal durumunun serflik olduğu, hemen
hemen tamamının kırsal bir ortamda olduğunu göz önünde bulundurursak özgür tüccar ve
zanaatkarı nasıl açıklayacağız? Başlangıçta topraksız insanları söylemek gerekir. Yine feodal
çiftliklerin kıtlık ve savaş zamanlarında özellikle herkesi besleyememektedir ki bu durumda
toprağını terk edip geri dönmeyenler de vardır.
Endüstri kentlerde toplandıkça giderek daha büyük bir ihracat ticaretini
besleyebiliyordu. Böylece tacirlerin sayısı ve işlerinin önemi ve karları da düzenli bir şekilde
artıyordu. Bu merkezlerde büyük servetlerin vakfedilmesi de ortak bir olguydu. Geçmişte
toprak sahiplerinin manastırlara bol bol toprak armağan etmeleri gibi şimdi de tacirler bölge
kiliseleri, hastaneler, yoksullar evi yaptırıyorlardı. Dünyevi tutkuları daha baskın olan öteki
yeni zenginler burjuvazinin doğal olarak öncüleriydiler ve zamanla da bir sosyal sınıf haline
gelmeye başladılar.
Burjuvazi ve Kentsel Hukuk
Burjuvazinin ihtiyaç ve eğilimleri batı avrupanın geleneksel örgütlenmesiyle öylesine
bağdaşmazdı ki, derhal şiddetli bir muhalefet yarattı. Bu eğilim ve ihtiyaçlar, maddi olarak
büyük mülk sahiplerinin, manevi açıdan ise, ticarete karşı olan nefreti gemlenemeyen
kilisenin fikir ve çıkarlarına ters düşüyordu. Burjuvazi ise aslında tek bir şey istiyordu bu ilk
dönemde; güneşin altında bir yer. Talepleri içindeki temel ihtiyaç kişisel özgürlüktü.
Özgürlük olmaksızın iş yapmak, mal satmak imkansızdı. Özgürlüğü istemeleri felsefi bir
bağlama yaslanmıyordu, sadece yararlı olduğu için isteniyordu. Yeni bir hayat aramak için
kente gelip yerleşen köylünün, kendini güvence içinde hissetmesi, kaçtığı malikanelere zorla
geri götürülmekten korkmaması zorunluydu. 12. Yüzyıl boyunca ayaklanmalarla bu haklar
elde edildi. Elde edilen özgürlük imtiyazına kent surları içinde 1 yıl 1 gün oturanlar sahip
oldu. İşte o zamanlardan beri kent denilen yer ile özgürlük özdeşleşmiştir.
Burjuvazinin ihtiyaçları elbette bunlarla sınırlı değildi. Geleneksel hukuk dar, biçimsel
usüllerden oluşan, ceza tayinini tanrıya bırakan yöntemleri ve buna göre kararlar veren
yargıçlar burjuvanın yaşam koşullarına ters idi. İşte bu nedenlerle aslında bir ticaret yasası
geliştirildi. Buna göre tacirler anlaşmazlıkları kavrayabilmek ve bunları derhal
sonuçlandırabilmek için ehliyete sahip, kendi aralarında hakemler seçmek konusunda
anlaştılar. Böylece kentlerde burjuvazinin kendi ihtiyaçlarını gidericek mahkemeler
kurulmaya başlandı ve bağımsız yargı hakkına sahip adacıklar oluşturuldu. Bu yargısal
eşitliğe yönetsel özerklik eşlik etti. En acil ihtiyaç yeni kurulan kentlerde savunmaydı,
malların güvende olması, yağmadan uzak olması önemliydi. Böylece kale duvarlarının
yapımı, kentler tarafından üstlenilen ilk bayındırlık işi oldu. Kentin güvenliği için savunma
birlikleri kuruldu ve bunun devamlılığının sağlanması gerekliydi. Bu da para demekti ve
çözüm olarak da bu para kent ahalisinden toplanmaya başlandı. Her bireyin ödeyeceği pay
gelirine göre hesaplanıyordu ve bu büyük bir buluştu. Böylece vergi kamusal bir niteliğe
tekrar kavuştu ve kentin bütün ihtiyaçları için düzenli olarak toplanmaya, bunların
düzenlenmesini yürütecek meclislerin kurulmasına da neden oldu. 11. Yüzyılda bu yapılar
kurulmaya ve işlemeye başlamıştı. Bu yapısal değişiklikler zamanla kentlerin kiliseye karşı
isyan etmesine, kendi özerkliği için mücadeleye yol açtı. Böylelikle kentler ama isyan yoluyla
ama barışçı biçimlerde kendi beledi anayasalarını elde ettiler. Böylece bir burg sınırları içine
giren kişi artık o kentin yasalarına, özgürlüğüne sahip oluyordu ve bu ortaçağ dünyasında
diğer tüm yerlerde yaşayanlardan farklı olmak demekti (Pirenne, 62-68).
Burjuvazinin Zihniyet Yapısı
Avrupa’da doğmakta olan burjuvazi aslında dünyayı fethetmek üzere sessiz sedasız
yola çıkan insanlardır. Acaba nu insanların kafa yapısı nasıldır, “tüccar” zihniyetinin en
önemli ilk üç örneğinden kısaca bahsedelim:
a. Floransalılar: diğer kentler savaşırken (Venedik, Ceneviz) Floransa ticaret
yapmaktadır. Floransalılar mallarını bulabildikleri yabancı gemilere yüklüyor,
tehlike zamanlarında riske girmiyor. Kara üzerinden daha çok yolculuk ve ticaret
yapıyorlar. Başarılarında para, anlaşmalar ve ticari yetenek yapmaktaydı. Para
üzerinden ticaret yapmak, bankacılık önde gelen özellikleriydi. XIV. Yüzyıl ile
XV. Yüzyılda floransalıalr bu özellikleri ile burjuvazinin ilk örnek kafa yapısının
doğduğu yerdir.
b. İskoçyalılar: ticaret yapma biçimleri açısından İskoçyalılar da Floransalılar gibidir.
İskoçyalıların yaptıkları şey bir iç ticarete benziyordu. Dağlılar ve Londralılar
arasında ya mal değiş tokuşunu gerçekleştiren aracılar konumundaydılar ya da
balıklarını, kömürlerini ya da yün kumaşlarını İrlanda, Hollanda, Norveç,
Fransa’ya ihraç ederek karşılığında bu ülkelerden buğday, un, tereyağ vs. ithal
ediyorlardı. Ancak inanılmaz bir servet edinme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Bu
da XVII. Yüzyılın sonunda onların hem kendi ülkelerinde hem de yabancı
ülkelerde büyük başarılara imza atmalarını sağlamıştır.
c. Yahudiler: Yahudilerin içlerindeki ticaret aşkı öylesine derindir ki Roma
imparatorluğunun egemenliği altında bulunan topraklar üzerinde yapılan savaşlar,
adam öldürme ve cinayetlerden zengin olma amacıyla yararlanmaya çalışmakta
olduklarına dair bilgiler mevcuttur. Yahudilerin başarıları para, sözleşme ve
yetenek ile ilgilidir. Kurdukları bütün şirketler ticari bir zihniyetin yayılmasına
hizmet etmiştir (Sombart, 2008: 106-112).
Sombart’a göre kentte oturan herkes ve karşımıza ilk çıkan tüccar ya da zanaatkar
burjuva değildir. O burjuva görünüme sahip gruplar arasında yetişmiş ve onların arasından
çıkmış özel bir tiptir. Başka bir deyişle burjuva Sombart’a göre toplumsal bir sınıfın temsilcisi
olmaktan ziyade bir insan tipidir. Yine sombart’a göre temel kural şudur; “oğullarım
harcamalarınızın asla gelirlerinizden fazla olmaması gerektiğini hiç unutmayın”. Bu kural
burjuva ve kapitalist ekonominin temelini oluşturmaktadır. Tasarruf zihniyeti hiçbir dış
zorlamaya gerek kalmadan, özgürce, kişinin kendi arzu ve iradesiyle yerleşmelidir. İşte
varlıklı insanların artık para harcamaktan kaçınmaya başladıkları burjuvazi dünya görüşüyle
birlikte başlamıştır. İhtiyaçtan doğan zorunlu bir tasarruf değil, bir erdem olarak algılanan
tasarruftur. Tutumlu ev sahibi “burjuvalaşmış” zengin insanların ulaşmak istediği bir ideale
dönüşmüştür (Sombart, 114-117).
Sombart’ın burjuva kitabında Kusursuz Tüccar adlı bir kitaptan bahsediliyor. Bu
kitaba göre tüccarın mutluluğu ve zenginliği şu koşullara bağlıdır: 1. Eksiksiz bir mesleki
bilgi birikimine sahip olmak, 2. İşlerini düzenli bir şekilde yürütmek, 3. Gayretli olmak, 4.
Evinde tasarruf yapmak, 5. Meslektaşlarıyla dayanışma içinde olmak ( Sombart, 126).
Kusursuz bir iş adamı olmak demek yalnızca aile içinde iyi bir ekonomik düzen
oluşturmak değil aynı zamanda dış dünyaya karşı belli bir tavır takınmak demektir. Öncelikle
iş ahlakı denince akla dürüstlük gelir. Dürüst bir tüccar demek kendisine güvenilen,
müşterilerine hizmet veren, verdiği sözleri yerine getiren kişi demektir. Kapitalist zihniyetin
temel unsurlarından biri de bedeli para olarak hesaplanan üretim araçlarının satına alınması, el
emeğinin kiralanması ile ilgili sözleşme ve anlaşmalardır. Mutlaka para önemli bir ölçü
birimidir, olmazsa olmazdır. Bu nedenle kapitalist ilişkilerin en başından beri hesap kitap
işleri vazgeçilmez bir araçtır (Sombart, 133-135).
Burjuva’nın ahlaki özelliklerini ele alırken Sombart öncelikle yararcılık ilkesini ele
alıyor. Ona göre kapitalist erdemler ve kapitalist ekonomi kurallarının büyük bölümü
yararcılık üzerine oturmaktadır. Erdemli olmak, kanaatkar olmak sahip olunması gereken
özellikler olarak ifade edilmektedir. Yararcılık ilkesine eşlik edecek önemli bir araç da akıldır.
Sana neyin yararlı olduğunu öğrenmenin yolu aklının sesini dinlemektir burjuvazi için
(Sombart, 226-227).