30
UYGARLIK TARİHİ DERS NOTLARI (2012-2013 VİZE KONULARI) Yrd.Doç.Dr. Zafer Durdu Muğla/2013 Uygarlık ya da medeniyet kavramı çok net olmayan birçok anlamı karşılamak için kullanılıyor. Hatta uygarlık ile kültür kavramı zaman zaman birbirinin yerine kullanılabiliyor. Bu nedenle öncelikle kavramların kökenine gitmek ve tanımları netleştirebilmek önemli bir başlangıç olarak uygun bir adımdır. Öncelikle medeniyet sözcüğünden daha eski olan kültür ile başlayalım. Kültür Kültür kavramının yakın kökü Latince “cultura”dır. Anlamı da yetiştirme veya bakma anlamları taşır. Yani bir sürecin adıdır; bir şeyin, özellikle ekinler ve hayvanların bakımı. İngilizcedeki kullanımı bu şekildedir. Benzer şekilde Fransızca’da da yetiştirilen maddeyi anlatan bir biçimi anlatır. Oysa Almanca’da “Kultur” uygarlaşmış ya da kültürü olmaya dair soyut bir anlamda ya da insanın seküler gelişme sürecinin tanımı olarak, 18. Yüzyılın Aydınlanmacılarının civilization’u anlatmak için kullandıkları anlamda kullanılıyordu (Williams, 2011: 105-108). Bu girişin gösterdiği üzere kavram üzerinde köken olarak bazı uzlaşılar olduğu gibi farklı bakışlar da söz konusudur. Peki biz sosyal bilimciler kültürü nasıl tanımlıyoruz? Kültür; kuşaktan kuşağa geçirilen, yığılmış deneyimler ve insanın öğrendiği, yarattığı ve yaptığı her şeydir. Bu yaygın bir tanım iken bir başka tanım da şöyledir; “Kültür, belirli bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan ve onlar tarafından kendilerinden sonra gelenlere aktarılan bilginin, davranışların, adet haline gelmiş hareket modellerinin tamamıdır”. Kültürün temel özellikleri nelerdir? Öncelikle kültür evrensel bir kavramdır. Bütün toplumların bir kültürü vardır ve bu anlamda kültür yerel ve bölgesel özellikler gösterir ki bu anlamda tektir. Kültürün tekliği derken anlaşılması gereken şey içinde bulunduğu topluma has özelliklere sahip olmasıdır. Neticede bütün toplumların kendilerine has teknolojileri, aile ve akrabalık sistemleri, yaşam felsefeleri, dinleri, dilleri, sanatları vardır. İşte aslında

UYGARLIK TARIHI VIZE DERS NOTLARI

Embed Size (px)

Citation preview

UYGARLIK TARİHİ DERS NOTLARI

(2012-2013 VİZE KONULARI)

Yrd.Doç.Dr. Zafer Durdu

Muğla/2013

Uygarlık ya da medeniyet kavramı çok net olmayan birçok anlamı karşılamak için

kullanılıyor. Hatta uygarlık ile kültür kavramı zaman zaman birbirinin yerine kullanılabiliyor.

Bu nedenle öncelikle kavramların kökenine gitmek ve tanımları netleştirebilmek önemli bir

başlangıç olarak uygun bir adımdır. Öncelikle medeniyet sözcüğünden daha eski olan kültür

ile başlayalım.

Kültür

Kültür kavramının yakın kökü Latince “cultura”dır. Anlamı da yetiştirme veya bakma

anlamları taşır. Yani bir sürecin adıdır; bir şeyin, özellikle ekinler ve hayvanların bakımı.

İngilizcedeki kullanımı bu şekildedir. Benzer şekilde Fransızca’da da yetiştirilen maddeyi

anlatan bir biçimi anlatır. Oysa Almanca’da “Kultur” uygarlaşmış ya da kültürü olmaya dair

soyut bir anlamda ya da insanın seküler gelişme sürecinin tanımı olarak, 18. Yüzyılın

Aydınlanmacılarının civilization’u anlatmak için kullandıkları anlamda kullanılıyordu

(Williams, 2011: 105-108).

Bu girişin gösterdiği üzere kavram üzerinde köken olarak bazı uzlaşılar olduğu gibi

farklı bakışlar da söz konusudur. Peki biz sosyal bilimciler kültürü nasıl tanımlıyoruz? Kültür;

kuşaktan kuşağa geçirilen, yığılmış deneyimler ve insanın öğrendiği, yarattığı ve yaptığı her

şeydir. Bu yaygın bir tanım iken bir başka tanım da şöyledir; “Kültür, belirli bir toplumun

üyeleri tarafından paylaşılan ve onlar tarafından kendilerinden sonra gelenlere aktarılan

bilginin, davranışların, adet haline gelmiş hareket modellerinin tamamıdır”.

Kültürün temel özellikleri nelerdir? Öncelikle kültür evrensel bir kavramdır. Bütün

toplumların bir kültürü vardır ve bu anlamda kültür yerel ve bölgesel özellikler gösterir ki bu

anlamda tektir. Kültürün tekliği derken anlaşılması gereken şey içinde bulunduğu topluma has

özelliklere sahip olmasıdır. Neticede bütün toplumların kendilerine has teknolojileri, aile ve

akrabalık sistemleri, yaşam felsefeleri, dinleri, dilleri, sanatları vardır. İşte aslında

yeryüzündeki bütün toplumlarda bir yandan ortak olarak var olan tüm bu kavramlar hiçbir

toplumda birbirinin tamamen aynısı değildir, sonsuz farklılıklar gösterir.

Kültürün bir diğer özelliği, belirli bir toplumda kalıcı hale gelmiş olan birtakım

öğelerin varlığı nedeniyle durağan olmasıdır. Örneği ahlak normları, aile yapısı, akrabalık

ilişkileri gibi. Ancak bir yandan da kültür dinamiktir yani değişir.

Kültüre ait bir diğer özellik kültürün yaşamımızı ve yaşam biçimini, duygu ve

düşüncelerimizi belirlemesine karşılık bizim bu durumu fark etmeyişimizdir. Her insan

grubunun kendine has düşünüş, duyuş ve davranış modeli vardır ve o toplumun üyeleri

doğdukları zamandan beri bu modelleri, yaşam kalıplarını öğrenmeye başlar ve bunları son

derece doğal olarak benimser ki sosyolojide buna sosyalizasyon diyoruz. İşte bir toplumda

kuşaklar boyu aktarılagelen davranış, yaşayış, düşünüş, inanış biçimleri belirli benzerlikle

içerir ve bu ortaklıklara kültür denir (Saran, 1993: 267-70).

Uygarlık (civilization)

Uygarlık artık genel olarak ulaşılmış bir durumu ya da düzenli toplumsal yaşam

koşulunu anlatmak üzere kullanılıyor. Civilization sözcüğünden önce İngilizcede civilize

(uygarlaş(tır)mak) görülür. Sözcük bu anlamda yurttaş anlamına gelen “civis”ten türemiştir

(Williams, 70).

Örneğin Cemil Meriç uygarlık için; “muhtevası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye,

yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime” diyor. Bu anlamıyla ve görünümüyle

uygarlık; zerafeti, medeniliği tarif eder. Eski Yunan toplumunda “police” sözcüğü bu duruma

karşılık gelir. Aydınlanma çağı ile birlikte bu dönemim ümitlerini, ilerleme inancını uygarlık

yani civilization karşılamaya başlar. Bu şekliyle kavram 1756’da Fransa’da doğmuştur

Meriç’e göre. Bu dönemde kavram medenileştirme eylemi şeklinde sözlüklere geçiyor ve 19.

Yüzyılın sonunda insanlığın ahlakça, fikirce ve toplumsal hayat bakımından ilerlemesidir.

Civilization kavramı bizim sözlüğümüze Reşit Paşa tarafından girer ve onun Paris’ten

yolladığı (1834) resmi yazılarda medeniyet kelimesi ile karşılanır. Daha sonra Cevdet paşa da

medeniyetin iki unsuru olduğunu söyler; beşeri ihtiyaçların giderilmesi ve ahlak ve zeka

bakımından olgunlaşma (Meriç, 1996: 81-85).

Tüm bu ifadelerin ışığında uygarlık dediğimizde ne demek istiyoruz? Bazı kişiler

uygarlığı uygarlık yapan şeylerin teknoloji olduğunu düşünmüş ve bunu ölçüt almışlardır.

Ancak bazı kişiler de uygarlığı açıklarken toplumsal ölçütü maddi olana tercih etmişlerdir. Bu

yaklaşımdakiler şehirler, yurttaş, toplum yaşantısı gibi kavramlardan hareket etmişlerdir

(Lipson, 2000: 33-34). Kavram Batılı öz bilinci ifade etmek ya da ulusal bilinci anlatmak için

de kullanılmaktadır. Batılı toplumların son iki ya da üç yüz yıl boyunca daha önceki

toplumlardan ya da o günkü daha “ilkel” toplumlardan farklı olarak sahip olduğuna inandığı

şeyleri anlatmak için kullanılır. Batılı toplumlar bu kavramla kendilerine ait özellikleri ve

övündükleri şeyleri ifade etmeye çalışırlar (Elias, 2002: 73).

“Uygarlık” bir süreci ya da en azından bir sürecin sonucunu anlatır. Sürekli hareket

halinde bulunan, daima “ileriye” doğru hareket eden şeye işaret eder. Uygarlık kavramı

uluslar arasındaki farkları belirli bir ölçüye kadar göz ardı eder, bütün insanlara ait olan ya da

bu kavramı kullanan kişilerin duygularına göre bütün insanlara ait olması gereken şeyleri

anlatır (Elias, 75). Bugünkü anlamını kullanan kişi olan Mirabeau kavramı şöyle açıklıyor:

Uygarlık, bir halkın geleneklerinde incelme, nezaket ve genel insan ilişkilerinde karşılıklı

anlayışın yaygınlaşması, rahat ve huzur arayışının bunlarla ifade edilmesi ve bunların yazılı

olmayan yasa düzeyine yükselmesidir (Elias, 115).

“Civilise” (uygarlaşmış), saraylı insanın bazen dar bazen geniş anlamda kendi davranış

özelliklerini tanımlamak ve aynı zamanda kendi toplumsal özelliklerinin, kendi

“standartı”nın, daha basit ve toplumsal olarak daha aşağıda yer alan insanlardan daha yüksek

olduğunu anlatmak için kullandığı kavramlardan birisidir.

“Civilisation” kavramının oluşmasından ve yerleşmesinden önce, “politesse”

(anlayışlı, terbiyeli, nazik) ya da “civilite” (nezaket) gibi kavramlar, hemen hemen

“civilization” ile aynı işleve sahiptir: Bunlar, Avrupa üst tabakalarının, basit ve ilkel olarak

gördükleri diğer tabakalara karşı kendi bilinçlerini ifade etmekte ve özgün davranış

biçimlerini anlatmakta kullandıkları kavramlardır. Üst tabakalar böylece kendilerini bütün

ilkel ve basit insanlardan farklı hissederler (Elias, 116). Tüm bu ifadeler de gösteriyor ki

uygarlık kavramı değer yargılarından bağımsız bir durumu ifade etmek için

kullanılmamaktadır. Aslında Batı toplumunun ve Batılı toplumların soylu ya da aristokrat

saraylılarının kendileri gibi olmayan batı dışı toplumlardan kendilerini ayırt etmede

kullandıkları bir kavramdır uygarlık. Aydınlanmacı dünya görüşünün getirdiği Batı

merkezlilik, gelişmemiş, ilkel ya da geri gibi tanımlamalarla diğer toplum ve toplulukları

ötekileştirmiştir.

Kültür ve uygarlık kavramları arasındaki kavramsal kargaşa ve ayrım da yine batı

düşüncesi içerisindeki bir tartışmadır. Kültür, aslında bütün toplum ve topluluklarda olan,

batılı, doğulu, tarih öncesi ya da modern fark etmeden var olan insani üretimleri anlatır. Bu

anlamda evrensel bir kavramdır ve farklı toplumları tabakalaştırmaz, aşağı ya da yukarı diye

kategorileştirmez. Bu yönüyle kültür her bir toplumun kendisine hastır, yüksek bir kültürden

bu anlamıyla bahsedemeyiz. Ancak ve ancak modern toplumlarda buna benzer ayrımlaşmalar

ve kavramsallaştırmalar yer alır. İşte modern dünyayı ilk kez kuran batılı düşünce, yaşam,

üretim biçiminin tüm dünyayı sömürgeleştirme sırasında karşılaştığı toplumlardan kendisini

ayırt etmek için, kendi üstünlüklerini ilan etmelerinin bir ihtiyacı nedeniyle civilization

kavramı kullanılmaya başlanmıştır.

Böylece kültür gibi binlerce farklı topluma göre yerel özellikler gösteren bir kavram

yerine, Batının dünya egemenliği gücünü gösteren bir standartlar tarifesi içeren uygarlık icat

edilmiştir. Bu tarihten sonra öteki toplumların, Batı dışı olanın yapması gereken şey de

apaçıktır; Batıya uymak, Batı gibi olmak ve nihai olarak Batıya ulaşmak. Son iki yüzyılın batı

dışı dünyası için en geçerli “ilerleme”, “modernleşme” yolu budur.

Uygarlığa Has Nitelikler

Uygarlık kavramının sıkıntıları, içerdiği değer yargılarından bahsettik. Peki bu değer

yargılarından sıyrılmaya çalışarak uygarlıkları ele almak istediğimizde bir uygarlığın ayırt

edici özellikleri nelerdir? Bir diğer topluma ya da kültüre aktarılabilir mi? Bu sorulara

bakalım.

Lipson’a göre bir uygarlığın ayırt edici özelliği, onun kabullenmiş olduğu değerlerdir.

Bunlar öyle şeylerdir ki, uygarlığa anlam kazandırır; bunlar belli bir uygarlığın kucakladığı

insanoğlunun yaşamını ve davranışlarını biçimlendirir. O halde onları kendi değerlerinin

yardımıyla tanıyacağız.

Bu bakımdan, bir uygarlık tek bir kişiye benzer ve bunun neden böyle olduğunun

yanıtı, insan doğasındadır. Bireyler olarak gündelik yaşam akışı içinde sürekli değişik şıklarla

yüz yüze geliriz. Yapılması gereken bir şey vardır ve bizler birkaç farklı yolla bu işi yaparız.

Ne zaman harekete geçsek, o koşullar altında en iyi görüneni tercih ederiz. Bu tercihler bizim

önceliklerimizi gösterir, değerlerimizi ifade eder ve karakterimizi biçimlendirir. Karakterin

bireyle ilişkisi neyse, uygarlığın insanlıkla ilişkisi de odur. Çünkü uygarlık aslında bir

değerler seçimidir. Bir uygarlık, her ne olursa olsun, seçtiği değerler yoluyla kendisini

tanımlar ve bu suretle diğerlerine benzer veya diğerlerinden farklılık gösterir (Lipson, 34-35).

Değerlerimiz, doğal olarak çok çeşitlidir. Bunlar kafamızdaki evren fikri ve bunun

içerisindeki yerimiz, güzellik ve çirkinlik algımız, entelektüel standartlarımız bizi diğer

insanlarla birleştiren sosyal bağlarımızı kapsar. Tümünün içinde ahlaki değerler en üst

sıradadır. Bunun temel nedeni bizim sosyal varlıklar oluşumuzda yatar. Toplum içinde

hepimiz belli kurallara, teamüllere göre diğer insanlara davranırız, yani standartlarımızı

belirleyen şeyler bu kurallardır (Lipson, 35).

Uygarlıkları diğerlerinden bu nedenle belli standartlaştırmalara göre ele almak doğru

olmaz. Her bir medeniyetin temel değerlerinin ne olduğuna hangi ahlaki temeller üzerinde

inşa olduğuna bakmak daha anlamlıdır. Örneği Avrupa zamanı çağlara ayırır; eski çağ, orta

çağ, yeni çağ. Oysa her büyük medeniyetin ayrı bir eski çağı, orta çağı ya da yeni çağı vardır.

Ayrıca medeniyetler tek bir çizgi doğrultusunda gelişmezler. Her medeniyet kendine has

değerleri gerçekleştirerek insanlığın ortak hazinesini zenginleştirirler. Bir medeniyet başka bir

medeniyeti bütün unsurlarıyla benimseyemez. Medeniyetler üç yoldan aktarılabilir;

Kolonileştirme yoluyla. Fenikeleliler Kartaca’ya, Yunanlılar Güney İtalyaya ve

Sicilyaya, İngilizler Kuzey Amerika’ya ve Avustralya’ya kültürlerini böyle

yaymışlardır.

Aşılayarak. Tehlikelidir ve her zaman tutmaz.

Faydalanma yoluyla. Bir kültür kendi değerlerini inşa ederken başka bir

kültürden malzeme alır. Genellikle bilim ve teknoloji ile bu olur.

Kültürler doğar, gelişir ve ölürler. Medeniyet bunun son aşamasıdır. Kültür binlerce

yıl yaşayabilir. Medeniyetin ömrü daha kısadır. Bazı yazarlar Cemil Meriç gibi 6 yüzyılı

aşmaz diyorlar. Meriç’e göre çöküş, her medeniyetin önüne geçilmez alınyazısı. Bunun temel

sebeplerinden biri şu: her kültür, insanlığın büyük değerlerinden bir ya da birkaçını

gerçekleştirir. Yunan medeniyeti “güzel”i yaratır. Roma “hukuk”u, Sami medeniyetinin

katkısı “din”. Çin “faydalı”yı gerçekleştirir. Hint ise “hayal” ile “tasavvuf”u ve Avrupa da

“ilim”. Her değerin bir gelişme sınırı vardır. Medeniyet bu sınıra varınca görevini

tamamlamış olur, ölüme mahkumdur artık. Medeniyetlerin çöküşü bir günde olmaz uzun sürer

ve hemen farkedilmez (Meriç, 108-110).

Uygarlığın Doğuşu

İlk uygarlıkların ortaya çıkışını, bir toplumun inşa etmeye başladığı kültürel tüm

maddi-manevi öğelerin belli bir birikmişliği, belli bir aşaması olarak ele aldığımızda

karşımıza yerleşik hayata geçmiş insan çıkıyor. Bu anlamda uygarlığın temel üç görünümü

üzerinden ilerlemek sağlıklı bir metod olarak görülüyor. Bu üç görünüm; Tarım devrimi, kent

devrimi ve Yazı devrimidir.

Uygarlığın kelime anlamındaki uy-mak, yani bir varlığa karşı olmak, bir nesne ile

denge sağlamak, yerleşmek anlamı bize önemli bir ipucu veriyor. Bu ipucu insanoğlunun

yerleşik, düzenli, belirli kurallar dahilinde bir arada var olması bilgisini veriyor. Ayrıca daha

sonraki dönemleri de kapsayacak biçimde Eski Yunan ve Roma’da “civic” ya da sivil kavramı

kentli anlamına gelir. Arapça’da da kentli ile bedevinin yani medeni ile bedevinin ayrımı kent

üzerinden yapılır. Bu anlamda tarımı öğrenmek yerleşik hayatı başlatır, kentli olma belirli bir

örgütlülük ve üzerinde uzlaşılmış kuralları getirir. Yazı da kent toplumuna geçişin bir

ihtiyacıdır ve sonraki kuşaklara maddi-manevi tüm öğelerin aktarılmasını olağanüstü

kolaylaştırır.

Peki ilk yerleşik hayata geçişin göstergeleri nelerdir? ve tüm topluluklar aynı

zamanlarda mı tarıma başlamış, yerleşik hayata geçmiştir? Eğer farklı zaman dilimleri varsa

bu farkı ortaya çıkaran temel sebepler nelerdir?

Tarım yaparak insanın hayatını sürdürebilmesinin bu kadar önemli olmasının temel

nedeni insanların doğayı keşfetmelerinde yeni bir adımın da habercisidir. Gordon Childe’ın

ifade ettiği üzere “insan ekonomisini tümden değiştiren ilk devrim, insanı besin kaynağına

başat kılmıştır. İnsanın ekip biçmeye, bitki yetiştirmeye, seçmesini bilerek yenilebilir ot, kök

ve ağaçları geliştirmeye başlamıştır. Karşılığında besin, barınak ve bakım sağlayarak bazı

hayvanları evcilleştirmeyi ve kendine bağlamayı da başarmıştır…Bugün bize de dek varan

yüce bir kültür birikimine en çok katkıda bulunan uygarlıklarda ekonominin temelinde

buğday ve arpa vardır” (Childe, 2010: 54-55).

İnsanın bitki ve hayvanları evcilleştirmesi daha fazla yiyecek üretebilmesine, bu da

nüfus yoğunluğunun artmasında etkili olmuştur. Ayrıca yerleşik hayata geçişi daha da

sağlamlaştırmış, mevsimsel yer değiştirmelere başvurma zorunluluğu da ortadan kalkmıştır.

Yerleşik hayatın bir başka sonucu da yiyecek fazlasının depolanmasına şartların uygun

olmasıdır, çünkü insan depoladığı yiyeceğin yanında kalıp onu korumayacaksa depolamanın

bir anlamı kalmaz. Yerleşik hayata geçişin uygarlık tarihi açısından bir diğer önemli sonucu

da toplum içinde bir “uzmanlar” sınıfının ortaya çıkışıdır. Var olan uzmanlar iki türlüdür; biri

krallar, diğeri bürokratlardır. Yiyecek bir kez depolanmaya başlayınca –biz sosyolojşde buna

artı ürün diyoruz- siyasal bir seçkinler sınıfı başkalarının ürettiği yiyeceğin denetimini ele

geçirebilir, vergi alma hakkını elinde tutabilir, kendi karnını doyurma gereğinden kurtulabilir

ve bütün zamanını siyasal etkinliklere harcayabilir (Diamond, 2002: 98-99).

Kısacası bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi daha çok yiyecek, bunun sonucunda da

yoğun nüfus anlamına geliyordu. Yiyecek fazlalığı yani artı ürün ve bu artı ürünün

hayvanların çektiği taşıtlarla nakledilmesi olanağı yerleşik hayata geçilmesinin ve siyasal

olarak merkezileşmiş, toplumsal olarak katmanlaşmış, ekonomik olarak karmaşık, teknolojik

olarak yenilikçi toplumların kurulmasının ön şartıydı. Bu nedenle bitki ve hayvanların

evcilleştirilmesi imparatorlukların, okur-yazarlığın, çelik silahların niçin ilk önce Avrasya’da

geliştiğini, öteki kıtalarda ya daha sonraya kaldığını ya da hiç gelişmediğini kesin biçimde

açıklamaktadır (Diamond, 102-103).

Peki acaba bu ilk evcilleştirmelerin yapıldığı yer neresi idi. Yerleşik hayat, tarım,

evcilleştirilmiş hayvanların diğer yerlerden bağımsız olarak başladığı yer M.Ö. 8500-8000

dolaylarında Güneybatı Asya’dır. Irak, İran, Suriye, Türkiye, Filistin, Hindistan gibi

yerleşimleri içeren bu coğrafya arkeolojik bulguların da yardımıyla tarım devriminin ve ilk

yerleşik hayatın mekanları olarak kabul edilmektedir. Bölgedeki ilk çiftçi topluluklar

Bereketli Hilal adı verilen yeri işaret etmektedir (Suriye ile Fırat-Dicle ırmaklarının arasındaki

bölge).

Bereketli Hilal’de henüz yerleşik hayata geçmenin başlamadığı dönemlerde acaba

neden tüketici olmaktan üretici olmaya geçmişlerdir. Aynı iklim özelliklerine sahip başka

coğrafyalar da olmasına rağmen niçin o bölgelerde tarım başlamadı? Ya da niçin M.Ö. 8500

yılları tarım için başlangıç oldu da M.Ö. 18.500 ya da 28 500’de başlamadı? Yeryüzünün

hangi bölgesinde olursa olsun yiyecek üretimine başlayan ilk insanlar bilinçli bir seçim

yapmış olamazlar, çünkü daha önce çiftçilik diye bir şey görmemişlerdi. Diamond tarıma

geçişle ilgili 4 ana neden olduğunu söylüyor;

Birinci neden ona göre yaban yiyecek bulmanın güçleşmesidir. Doğada hazır bulunan

meyvelerin, hayvanların azalması ya da hiç kalmaması etkili olmuştur.

İkinci bir neden, yaban av hayvanlarının tükenmesinin avcılığı daha az ödüllendirici

bir duruma getirmesi gibi, evcilleştirilebilir yaban bitkilerin daha çok bulunur hale gelmesi de

önemlidir.

Üçüncü neden insan topluluklarının nüfus yoğunluğundaki artışla yiyecek üretiminin

ortaya çıkışı arasındaki iki yönlü ilişkidir. Acaba nüfus artışı mı insanları yiyecek üretimine

zorladı? Yoksa yiyecek üretimimi mi nüfus artışına yol açtı? Her ne olursa olsun yiyecek

üreticisi olan topluluklar nüfuslarını arttırabilecek imkanlara daha fazla sahiplerdi ve bu

sayısal üstünlük avcı/toplayıcı olanların yerlerini almalarını ya da onları yok etmelerini

sağladı. Bu şartlar altında avcı/toplayıcı olan topluluklar ya yerlerini yiyecek üreticisi

komşularına bırakmak ya da kendilerini yiyecek üretimine geçirerek varlıklarını sürdürmek

gibi bir ikilemde kaldılar (Dimaond, 143-46).

Kent Devrimi

Neolitik devrim yani tarım devrimi uzun bir sürecin doruk noktasıdır. İkinci bir

devrim, kendi kendine yeterli küçücük köyleri yan endüstri ve dış ticaretle ek geçim sağlayan,

düzenli biçimde devlet örgütüne sahip kalabalık kentler durumuna getirmiştir. Bahsettiğimiz

olaylar M.Ö. 6000-3000 arasında cereyan etmektedir.

Bu noktada kent devrimini anlatabilmek tarihteki ilk uygarlık olarak kabul edilen

Sümerler’den kısaca bahsetmek zorundayız. Sümerler’in yaşadığı bölge Dicle-Fırat ırmakları

arasındaki aşağı Mezopotamya’dır.

Sümerler olarak kendilerini adlandıran bir topluluk bahsettiğimiz Mezepotamya’ya

dışarıdan, dağlık kuzey bölgelerden gelirler ve ovaya yerleşirler. Burada tapınaklarını

(ziggurat) inşa ederler. Göçebelikten yerleşik hayata geçerler. M.Ö. 5000 yıllarında olduğu

tahmin edilen bulgulara göre yenip, üzerlerine kurulup haraç biçiminde düzenli bir artı ürün

aldıkları köylüleri daha da denetleyerek, çalıştırmışlardır. Bu her ailenin kendi işlerini

yürüttüğü küçük sulama tarımı işlerinden farklı olarak, işi yalnızca büyük çaplı girişimleri

örgütleyecek kimseleri de gerektirir. Sümerler bu yapıda egemen sınıfı oluştururken, zamanla

din adamlarına dönüşmüş sihircileri vardır. Büyük sulama işlerini organize edenler de iş

yöneticileri olmuştur. Böylece çalışanlar, çalıştıranlar ve çalışmayı yönetenler olmak üzere

toplumsal farklılaşma ortaya çıkmıştır (Şenel, 1996: 40).

Sümerliler yaşadıkları bölgeyi yaşanabilir kılmak için uzun çabalar göstermişlerdir.

Tarlaları sulamak, bataklıkları kurutmak için kanallar kazmışlardır. İnsanları ve hayvanları

sellerden korumak için yüksek setler yapmışlardır. İşte bu işleri yapan işçiler doğrudan

yedikleri besinleri üretmiyorlardı, onlar için başkaları üretiyor, bu işçiler de yaşamaları için

beslenmeleri gerektiğinden artı ürün ile yaşıyorlardı. Bu birikim yaşanılan çevreyi daha

yaşanabilir hale dönüştürmeyi de gerekli kılıyordu ki böylece köyler kentleşmeye başlıyordu

(Childe, 80-82).

Tarım devrimi sırasında çok önemli bir gelişme çömlek yapımını öğrenmekti. Daha

önce kap kacak yapılmış olsa da gıdaların saklanması, su geçirmeyecek denli dayanıklı araç-

gerecin yapımı önemlidir. Ayrıca çömlek yapımı için kimyasal değişimi de bilmek

gerekmekteydi. Bu yöntemin özü ısıtma yoluyla su moleküllerinin çıkarılmasıdır. Kil parçası

ıslakken plastiktir, suyu çok gelirse dağılır, kuruyunca un gibi olur. Ancak suyun

buharlaştırılması gerekir çömlek yapılırken ki bu da 600 derecelik bir ısıda olur. İşte böylece

kil artık dayanıklı, su geçirmez, bir yere çarpmadıkça kırılmaz hale gelir. Yani insanın

kimyasal bir işlemi bilinçli olarak öğrenmesi önemli bir ilk adımdır (Childe, 70). İşte tarım

devrimindeki çömlek gibi tuğla da benzer bir etki yaratmıştır. Daha dayanıklı barınaklar,

tapınaklar kolektif bir biçimde yapılabilmeye başlamıştır. Tuğlanın büyüklüğü, şekli, ölçüleri

gibi tamamen belirlenebilen özellikleri uygulamalı matematiğe de katkı sağlamıştır (Childe,

83).

Tarım devriminden kent devrimine geçiş, tarımsal artının toplandığı, ilk tapınakların

köyler, zamanla nüfusları artarak, içinde farklı sınıflardan insanların yaşadığı kentlere

dönüştüler. Kent ve çevresindeki köyler, kendi kendine yeterliliklerini yitirdiler ve

birbirlerinin ürünlerine muhtaç hale geldiler. Böylece kurulan ekonomik, toplumsal, askeri ve

siyasal bütünleşme ve bağımlılık, tapınakla ve dinsel düşüncelerle sağlanan duygusal ve

düşünsel bir bağlılıkla perçinlendi. Tüm bu şartlar da tarihte ilk devleti, kent devleti biçiminde

ortaya çıkardı (Şenel, 41).

Kent devrimi ile sürekli kendi kendine yeterli ekonominin sona ermesine vurgu yaptık.

Kendine yetmeyen ekonominin varlığına yönelik önemli kanıtlardan birisi de tarih öncesi

mezarlarda ve köylerde giderek artan sayıda ithal ürünün bulunmasıdır. İthal ürünü nasıl

anlıyoruz? O coğrafyada üretilmeyen bir gıdanın orada bulunması ya da o bölgede olmayan

bir taş, maden gibi materyallerin bulunması ile anlıyoruz. Örneğin Kızıldeniz ve Akdeniz’den

deniz hayvanları kabukları Mısır’da bulunmuştur. Yine Mısır’da mezarlarda yeşil malaşit taşı,

reçine, lacivert taş gibi taşlar bulunmuştur ki bunlar da farklı bölgelerden (Arap yarımadası,

Ege gibi) getirilmiştir. Bunlar da gösteriyor ki kendine yeterli olmayan ekonomi değiş-tokuş

yani takas ekonomisini, ticaretin de doğuşunu ortaya çıkarmıştır. Acaba bu ithal taşlar niçin

alınmıştır? Örnekleri Mısır’dan vermeye devam edelim. Yeşil renk, güneşin parlaklığından

gözleri korur, taşın içindeki bakır karbonat da sıcakta sineklerin taşıdığı göz mikroplarına

karşı dezenfektan görevi yapardı. Ancak Mısırlılara göre bu etkiler gizseldi. Malaşit taşına bu

nedenle gizsel gücü ya da içindeki mana için önem verirlerdi. Yani bir nevi ithal edilen

ürünlere büyüsel bir anlam yüklenmiş, nesne nasıl biçimlendirilirse sahibinin de o şeye ya da

o şeyin gücüne sahip olacağına inanılırdı. Örneğin boğa biçiminde şekil verildiğinde onun

gücüne sahip olmak inancı gibi.

İşte böylece muska yapma alışkanlığı da o dönemlerde başlamıştır. Taşın üstüne bir

resim kazınması bir büyü ve gizeme dönüşmüş, giz taşa işlenmiştir. Artık bu tabu olmuştur ve

kazılı, oyulu taş artık mühürdür. Bir kabın üstü kille kapatılır ve üstüne mühür basılırsa

içindeki madde bu mühürle korunmuş olur. Mühür kırılınca, tabu kırılmış olmakta ve büyü

cezaları gerekmektedir. Tüm bu olgular ve bazı taşlara büyüsel güçler atfetme, bu tür

madenleri elde etmeyi de önemli bir uğraşa dönüştürmüştür. Bu hem madenciliğin

gelişmesine hem de takas ekonomisinin artmasına yol açmıştır. İnsan madeni elde etmeyi,

doğadan çıkarmayı, onu ayrıştırmayı, eritmeyi, şekil vermeyi, döküm yapmayı bu dinsel

düşünüşün ilk etkilerinin ileri aşamalarında deneyimleyerek öğrenmiştir (Childe, 84-87).

Madenin şekil alabilen özelliği bunu öğrenebilen topluluklar için bambaşka bir

aşamayı da getirmiştir. Günümüzde bile dünyaya yön veren savaş teknolojisi ve aygıtları ilk

kent devrimi sırasında da kuşkusuz gücün toplaşmasında önemli olmuştur. Madenlere istediği

gibi şekil verebilme bilgisine sahip olanlar taş ve tahta aletlere göre daha keskin, daha sağlam

silahlar üretebildiler. Bu da birçok toplumun diğerlerine üstünlüğüne, sömürgeleştirmesine,

vergi alabilmesine, bu bilgiye sahip olmayanların köleleştirilmesine varıncaya dek uzanan

sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Tüm bahsettiklerimizden de görülebileceği gibi ikinci devrimin başarılabilmesi için

artı ürün, sermaye birikimi gereklidir. Peki acaba neden insanlar artı ürün üretsin? Kuşkusuz

bunun bir nedeni kurak mevsimler için bir güvence olmasıdır. Bir diğer nedeni de kendine

yeterli ürünü olmayan toplumların yeterli olanları istila etmesi sonucu o toplumu daha fazla

üretmeye zorlaması, onların sırtından bir nevi geçinme arzusudur. Örneğin, hayvan üreticisi

bir kabile, çiftçi bir toplumun toprağını kuşatıp alır; köylüleri toprakta çalışma için bırakır,

onları başka düşmanlardan korur, karşılığında da çiftlik ürünlerinden pay alır. Köylü de bu

nedenle kendi ailesinin geçiminden daha fazlasını üretmeye çalışır. Yeni “efendileri” için

ürünün önemli bir kısmını ayırır. Böylece toprak ağaları, toprak soyluları da türer ki bunlar

çiftçinin sırtından geçinirler. Bu tür soylu sınıf bir oligarşi demektir. Bu gelişmeler savaşların

ortaya çıkışını ve savaşların ciddi bir ekonomik gerekçesini de binlerce yıl önce ortaya

çıkarmıştır. Günümüzde de bu özellik bildiğimiz gibi sürmektedir.

Savaş gibi bir olgu şöyle bir sonucu da ortaya çıkardı; insanlar da hayvanlar gibi

evcilleştirilebilirdi. Düşmanı öldürmek yerine onu tutsak etmek keşfedilmiştir. Köle de hayatı

karşılığında çalışıyordu. Elbette köle edinmenin tek kaynağı savaşlar değildi, toplumun daha

yoksul kesimleri boğaz tokluğuna varlıklı kişilere hizmet edebilirlerdi (Childe, 97-99).

Savaşların nedenleri bütün çağlarda hakim zenginlik kaynakları ile ilgilidir. İlk kent

devletleri de toprak ve su sorunları nedeniyle savaşıyorlardı. Bu gelişmeler askerlerin önemini

arttırdı. Savaşta, rahip kral, ordusunun başına bir komutan atıyordu, savaşı bu komutan

yönetiyordu. Savaşların sıklaşması askerleri daha güçlü kıldı ve sivil işlere de askerlerin

karışmalarına yol açtı, hatta zamanla yönetme eğilimi göstermeye de başladılar. Bu gelişmeler

sonucu genellikle gizsel büyüleri bilen, sihir gücü ile kendi meşruluklarını sağlayan ve

zamanla din adamlarına dönüşen ilk krallar ile askerlerin arası açılmaya başladı. Böylece

zamanla yönetimi askerler ele geçirmiş ve rahip kralın yerine asker kral geçmiştir.

Yönetimin din adamlarının elinden askerlere geçmesi, toplumsal artının denetiminin

de askerlere geçmesine yol açmıştır. Üretim araçlarının kamusal mülkiyet için yönetildiği

düzen de böylece özel mülkiyet düzenine dönüşmüştür. Yeni elde edilen topraklar artık

tapınağın denetimine bırakılmaz oldu. Ama askerler, düzenin sürdürülmesinde dinin ikna

gücünün önemini kavrayarak tapınakların eski mülklerine dokunmadı. Din adamları yönetimi

ellerinden kaçırsalar da egemen sınıfın savunuculuğunu üstlenme, dinsel meşruluğu

kullanarak askerlere hizmet işlevini benimsemişlerdir ya da bunu yapmaya zorunlu hale

gelmişlerdir (Şenel, 46).

Uygarlık tarihinin serüveni açısından Kent devrimi ikinci önemli eşiktir. Günümüz

dünyasını anlamak ve açıklamak için kritik bir önemi olduğunu söyleyebileceğimiz bu

devrimle zenginlik kaynağının tarım dışı alanlara doğru evrilmesinin ilk nüveleri, toplumsal

kurumların yerleşik hale gelmesi, devlet kavramının ortaya çıkması, özel mülkiyet kavramının

daha ayırıcı hale gelmesi, artı ürünün ortaya çıkması ve doğrudan üretmeyen sınıfların ortaya

çıkması da kent devrimi dönemine rastlar. Kent devrimi ile kent devletleri ortaya çıkmış ve bu

kent devletlerinden Atina’da demokrasi kavramı doğmuştur. Kentler ticaretin merkezleri,

eğitim-bilim gibi uygarlıkla sıkça ilişkilendirilen olguların da gelişmesinde öncü olmuştur.

Her ne kadar Avrupa Ortaçağ’ında kentler bir gerileme ya da tarıma dönüş ekonomisi

yaşasalar da bugünün hakim uygarlığı olarak kendilerini tüm dünyaya alternatifsizleştirecek

kadar güçlü hale gelen batı medeniyeti Avrupa’daki kentlerdeki ekonomik, siyasal, düşünsel

ve toplumsal kırılmalarla ortaya çıkmıştır.

Hesap, Yazı Devrimi ve Matematik

Kent devrimi ile tapınaktaki rahiplerin işleri karmaşıklaştı, kapsamı arttı, kullanılan

malzeme ve gerekli hizmetler de çoğaldı. Artık belleklerine güvenemez hale gelen rahipler

aldıkları ve dağıttıkları malın miktarını bir biçimde kaydetmek zorunda kaldılar. Bu, ölçü

kullanımını getirdi; ilkin en elverişli araçlar –tahıl için sepet, bira için testi, kumaş için parça-

kullanıldıysa da sonra bunların birbirleriyle karşılaştırılabilmesi için belli bir standardın

olması gerekti. Böylece zamanla bir ölçü birliği de farklı kentler arasındaki ticaret ile

sağlandı. Ağırlık ölçüsü ve terazi kullanımı oldukça önemlidir çünkü özellikle madenlerin

birbiri ile dengelenerek ölçülmesi gerekir ki bu tartarak olur.

Ölçülerin standartlaştırılmasından önce de nesnelerin sayısını kayda geçmek de

oldukça önemliydi. Bu kayıt işlemi önceleri bir çubuğun üzerine atılan çentiklerle, ardından

bir kil parçasına yapılıyordu. Zamanla büyük sayıları göstermek için daha karmaşık işaretler

kullanılmaya başlandı. Kaydı tutulan nesneni unutulması olasılığına karşı, sayı sembolünün

yanına ne olduğunu gösteren bir resim ya da sembol ekleniyordu. Bu semboller zamanla

nesnelerin yanısıra eylemleri de kapsar hale geldi ve çivi yazısı da bu sembollerden

esinlenerek ortaya çıktı (Bernal, 129-130).

Yazının icadı, ortaya çıkışı, geliştirilmesi insanın yeryüzündeki serüveni ve uygarlığın

yayılması açısından son derece önemlidir. Yazının geliştirilmesi insanların konuşma olmadan

iletişim kurabilmesine olanak tanıdı. Liderler artık emirlerini uzun mesafelere kadar

duyurabiliyor, habercinin belleğine güvenmek zorunda kalmıyorlardı. Nesneleri, olayları ve

düşünceleri kaydedip yıllar sonra kesin bir biçimde anımsayabileceklerdi. O zamana dek

biriken şeyler artık gelecek nesillere de aktarılacaktı. Tarih artık yazı ile başlamıştı. Yazının

icadı, toplumların daha çeşitli ve farklılaşmış, daha gelişmiş bir yapıya doğru yönlenmesine

yol açtı. Bu da hukuk, ticaret, yönetim, gıda imalatı, üretim, eğitim ve edebiyat gibi, toplumun

çeşitli yapıları ve kurumları için anlam taşıyordu (Reader Digest, 2008: 16).

İlk uygarlık ve tarihin başladığı yer şeklinde tanımlamalarla karşılaşan Sümerler yazıyı

da ilk kullanan uygarlıktır. Sümer’de kent devletinin gelişimi, din adamlarının tanrı adına

(tapınakların elinde tuttuğu topraklar ya da bunlardan elde edilen gelirler) işleri düzenlemesini

de beraberinde getirmiştir. Tapınağın gelirleri, hazinesi zamanla çok artmış ve bu hazinenin

yönetimi, kontrolü bu işle uğraşan görevliye yepyeni görevler de yüklemiştir. Bu görevler

yazılı kayıtlara da bakılınca şöyle açıklanmış; çeşitli armağan ve kurbanların ve bunların bir

kaydını tutmak gerekli olmuştur. Aksi takdirde Tanrı durup dururken hesap sorabilir.

Sümer’in Erek kentinde bulunan ilk tapınaktan anlaşıldığına göre, bu yörede yaşayan toplum,

kentsel düzeyde gelişmiş, varlığını tanrıya adamış, bu varlıklar da rahipler tarafından

yönetilmiştir (Childe, 107).

En eski yazı sistemi olarak bulgulanan Sümer Çiviyazısıdır. Bu yazı icat edilmeden

önce Bereketli Hilal’in bazı köylerinde çiftçilikle uğraşan insanlar yüzlerce yıldır koyunların

sayısının hesabını tutmak gibi amaçlarla kilden yapılma, çeşitli basit biçimlerde sikkeler

kullanıyorlardı. İlk yazının kullanım alanı sınırlı olduğu için kapalı bir sistemi vardı, bu

nedenle herkes yazı bilmez, yazıyı öğrenemezdi. Yazıcılar, örgütlenmiş, sürekli kamu hizmeti

gören devlet memurlarıdır. Yazdıkları, başka memurlar ve üstleri tarafından ve en sonunda,

dünyasal bir tanrı olan büyük efendilerince de okunup anlaşılabilmelidir. Mısır’da da Sümer

yazısına yakın bir zamanda yazı ortaya çıkar. Tahmini olarak M.Ö. 3000-2950 verilmektedir.

Genel olarak uzlaşılan kanı, yazının ilk ortaya çıktığı toplumlar kentsel ekonominin varlığını,

artı ürünü göstermektedir. Sümer, Mısır, İndüs gibi yerlerde bu bulgular yer alır. Yazının

bulunuşu gerçekten insan gelişiminde önemli bir aşamayı simgeler. Yazının gerçek önemi,

insan bilgisinin aktarılmasında yepyeni bir devrim yaratmasıdır. Yazı aracılığıyla insan,

deneylerini, deneyimlerini ölümsüzleştirebilir, çok uzaktaki kişilere, henüz doğmamış yeni

kuşaklara aktarabilir. İlk yazılar bugünkü gibi yayın aracı olarak değil yönetimin pratik

gerekleri için bulunmuştur (Childe, 134-35).

İlk Sümer ve Mısır yazıları, düşünceleri anlatamayacak kadar kaba saba işaretlerdi.

Tam 2000 yıl süren basitleştirme sürecinden sonra bile, çivi yazısında 600 ila 1000 arasında

harf vardı. Okur-yazar olmak için öncelikle bu sayısız işaretleri ezberlemek, kuralları

bellemek gerekliydi. Bu koşullar altında yazı çok güç bir uğraşı ve uzmanlık isteyen, uzun

çıraklık süreci gerektiren bir sanattı. Doğu tarihinde, yazıcılar oldukça sınırlı bir sınıftı, hiçbir

zaman bir kast olamadı. Okula giriş, soylulukla ilgili değildi, bu uğraşı; sahibine yüksek

konum ve ilerleme, güç ve varlık getirme umudu sağlardı. Bu özellikleri ile yazıcılar “yukarı

sınıf”a aittir ve saygın bir uğraşıdır (Childe, 135-36).

Uygarlığın ivme kazanmasında tarım, kentsel yaşam ve yazı birbirini tamamlayan

olgulardır. Uygarlığın daha sonraki dönemlerinde ortaya çıkan birçok faktörün de gelişimi bu

hattan ilerlemektedir. Örneğin kent devletlerinin ve ekonomilerinin bir sonucu olarak yalnızca

yazı ortaya çıkmadı. Aynı zamanda bir süre sonra hesap tutmak için rakamların, hesaplamanın

yani matematiğin de ortaya çıkması gerçekleşmiştir. Bu kuşkusuz ölçme ihtiyacı ile ilgilidir.

Bir uzunluğun, ağırlığın, genişliğin ölçümü birçok pratiklik sağlar. Standartlaştırabilmeyi,

hesabı kolay tutmayı sağlar. Büyük yapıların inşaatında matematik bilgisi, ölçme becerisi

gerekir. Bu aslında insanlığın somut düşünceden soyutlama yapabilecek duruma doğru

insanlığın da gidebilmesinin bir sonucudur. Böylece bilim dediğimiz temel uğraşının da ilk

nüveleri bu peşisıra gelen bir dizi gelişme ile olgunlaşmış, günümüze dek devam eden bir

birikimsel süreç başlamıştır.

İlk Uygarlıkların Başarıları

İlk uygarlıklar bir bütün olarak ele alındığında tekniklerde ve düşüncede büyük bir

ilerlemeyi sağlayıp, bunu sürdürdüler. Bugün hayatımızın büyük bölümünde, o dönemde

geliştirilen ve aradan geçen 5000 yıl içinde hemen hiç değişmeyen eşyalar çevremizi sarmış

durumdadır. Bugün kullandığımız masa ve sandalyeler Mısırlı ilk marangozların tahta

doğramacılığı gibi güç bir işin üstesinden gelmelerinden bu yana hiç değişmemiştir. Oturma

yerleri hasır örgülü, pençe ayaklı koltuklar aşağı yukarı M.Ö. 2500’den beri bilinmektedir.

Halen, duvarları ve tavanı taştan ve tuğladan yapılmış ve üzeri sıvanmış odalarda yaşıyoruz.

Aynı türden kaplardan yemek yiyoruz; aynı türden kumaşlardan yapılmış elbiseleri giyiyoruz.

Hatta sosyal kurumlarımızda bile olağanüstü bir değişim gözlenmiyor. Tıpkı ilk uygarlıklar

gibi bizim de tüccarlarımız, yargıçlarımız ve askerlerimiz var. Diğer bir deyişle hala ilk

kentlerle birlikte ortaya çıkan sınıflı toplumlarda yaşıyoruz (Bernal, 144-145).

Uygarlık ve Savaş

İlk kent ekonomisinin dengesiz güç kaynağı savaşın örgütlü zorudur. Yerel tarım

nüfusunun gözle görülür sömürü sınırlarını aşmak için kentin alanının genişletilmesi

gerekiyordu. Bu bir yere kadar barışçıl ilerliyordu ancak sınırlı bir alan içinde aynı politikayı

izleyen farklı kentlerin olması çatışmalara ve yeni bir kurum olarak savaşın ortaya çıkmasına

da yol açtı. Sözcüğün gerçek anlamıyla savaş, aslında uygarlığın bir ürünüdür. Kentler ortaya

çıktıktan sonra daha önceki avcılık ve çobanlık dönemlerindeki çatışmalardan çok farklı yeni

durumlar ve örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. Ordular artık ağır silahlarla donatılabiliyor ve

elde edilen fazla ürünle beslenebiliyorlardı. Kent yönetimlerini denetimlerinde tutan üst

sınıfların savaşlardan büyük ekonomik çıkarları vardı. Servetleri doğrudan sömürebildikleri

alanın genişliğine bağlıydı.

Savaşlar, ordular kurulmasını ve bu ordulara komuta edilmesini yaşamsal bir

zorunluluk haline getirdi. Böylece yönetimin ve devletin niteliğini de değiştirdi. Devlet

başkanının görevi, tarım ve bayındırlık işlerinin yönetilmesi olmaktan çıkıp savaş önderliğine

dönüştü. Savaşlar yaygınlaştıkça kent, savunma surları ve güçlendirilmiş kalesi ile köyden

ayrılmaya başlayınca orduların ihtiyaçları teknik gelişmelerin yönünü de etkiledi. Yeni yeni

ortaya çıkmaya başlayan bilim de bu tarafa yöneldi. Silah yapımındaki teknik ilerleme sürekli

devam etti. Ayrıca savaşlar nedeniyle yollar ve kanalların yapımı gibi işler de gereksinim

haline geldi (Bernal, 146-147).

Uygarlığın Yayılışı

Uygarlık; saban, tekerlek ve metal orak gibi ilk ortaya çıktığı yer dışında da

kullanılabilecek daha gelişkin teknikler sağlamıştı. Bu bakımdan çeşitli yollarla yayılma

eğilimine sahipti. Kağnılarla göç etmek bu yollardan birisiydi. Kent arazisi çoğalan nüfusu

barındıramaz hale gelince, köylüler sürüleri ve arabalarıyla birlikte yerleşim bakımından

elverişli olmayan daha vahşi fakat daha geniş kırlara göç ettiler. Böylece köy topluluları

Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın ve muhtemelen Amerika’nın ekime elverişli topraklarına

yayıldılar.

Uygarlığın bir başka yayılma yolu ise, kentlerdeki en maceracı kimseler olan

tüccarların, özellikle de madencilerin yerleşmek için değil de başta değerli taşlar, maden

cevherleri ve altın olmak üzere değerli yerel ürünleri toplamak amacıyla uygarlığı çevreleyen

vahşi toprakların yolunu tutmalarıydı. Tüccarlar değiş-tokuş sırasında kent ürünlerini vermek

zorunda olduklarından hem uygarlığın gereklerinin gereklerini yerine getiriyor hem de

uygarlığın üretken yöntemlerinin yayılmasına hizmet ediyorlardı. Ayrıca bu tüccarlar, yerel

nüfusla kaçınılmaz olarak zaman zaman anlaşmazlığa düşüyor ve kendilerini korumak için

ana yurtlarındaki yönetimleri yardıma çağırıyorlardı. Bu durum uygarlığın yayılmasındaki

üçüncü yolu; günümüzde emperyalizmle ilişkilendirdiğimiz siyasi ve askeri müdahaleler

yolunu oluşturdu. Antik Mısır ve Mezopotamya kayıtlarında altın dağlarına, fildişi bölgelerine

ve inci adalarına yapılan cezalandırma ya da yağma amaçlı seferler yer almaktadır (Bernal,

149-150).

Batı Uygarlığı ve Kökenleri

Belli başlı uygarlıkla arasında Batı, türünün tek örneğidir. Batı uygarlığı, başlıca dört

geleneğin karışımından doğmuş bir melezdir; bunlar, Yunan, Roma, Yahudi ve Hristiyan

gelenekleridir. Sözünü ettiğimiz dörtlü, kendi içinde ikişerli gruplar oluşturur. Roma ile

Yunan arasında özel ilişki, Hristiyanlık ile Musevilik arasında da başka bir biçimde görülür.

Batı uygarlığının çapraşık tarihi, Akdeniz’in doğusunda bir adada başlar. Girit

Adası’nda, Minoslular arasında ortaya çıkan bir kültürdür bu. Mezopotamya ve Mısır’dan

etkilenmiş olmasına rağmen, onlardan belirli ve önemli açılardan farklıdır. Batı uygarlığının

farklarını anlayabilmek için üç şeye değinmek gerekir; birincisi denizin etkisidir. Adada

yaşadıklarından Minoslular zorunlu olarak denizciydiler. Efsanevi liderleri Minos denizlere

hükmeden bir donanma kurmuş. Ege adalarında yaygın bir ticaret ağı için bütün şartları da

mevcut bir konumda ve güçtedir Minoslular. Burada ticaret ve deniz yoluyla uzak limanlara

yükünü götürüp yepyeni fikirlerle dönen denizcilere dayanan bir uygarlığın tohumları

atılmıştır.

Minos yerleşim alanlarındaki ikinci bir incelik ya da diğer uygarlıklara göre

yokluklardan birisi de muazzam tapınakların, uzmanlaşmış güçlü rahipler sınıfının

olmamasıdır. Minos’daki hükümdarlar aynı anda hem rahiplik hem de krallık görevini yapmış

ve küçük kutsal mekanlarda dini ayinlerini idare etmişlerdir. Yaşamlarını tarıma olduğu kadar

denize dayalı olarak sürdüren bir toplum için yeryüzü, bereket tanrıçası biçimine bürünerek

saygı görmüştür.

Minosluları farklı kılan üçüncü özellik, yadsınamaz biçimde olumludur. Bu daha çok

tinsel olan sınırların içine girer. Sevinçli, neşeli, taze ve özgür ruhlu sanatı, kendi

devirlerindekilerden farklı olarak, coşkulu duygular uyandırır.

Bu özellikleri ile insan, batı uygarlığının kaynağındaki, birbirinin tersi iki konudan biri

olan, bu dünyalı varoluş üzerinde odaklaşan görüşü sezinleyebilir. Bu yeryüzü temelli varoluş

düşüncesi Yunan ana karasında başlamış, Helen değerleri denilen değerlerle günümüze dek

ulaşmıştır. Helenlerin en büyük değerleri akıl ve hayal gücüdür. Helenleri birbiriyle ilişkili iki

soru meşgul ediyordu. Algılara sunulan sayısız çeşitlilikteki fenomenlerin altında yatan,

gerçek olmasına rağmen belki de görünmez olan bir birlik var mıdır? Bu değişimler ve

akımlar dünyasında değişmeyen, sabit ve kalıcı olan bir şeyler mevcut mudur? İşte Batı

düşüncesinin temelinde yer alan özgür akıl düşüncesi Yunan’da bu sorularla filozofların

zihninde şekillenmeye başladı. Koşullar Yunan’da filozoflar için olumluydu, çünkü Mısır ve

Mezopotamya gibi olumsuz nedenler yoktu. Kendi mitolojileriyle çelişen varsayımları

yasaklayacak kadar güçlü herhangi bir rahipler hiyerarşisi de mevcut değildi. Meydan

okumanın tehlikeli olacağı kutsal metinler veya resmi yetkililerce onaylanmış dogmalar da

yoktu. Yunanlılar canlı bir merakla dolu ve sorular soran insanlardı. Üstün olan yetenekleri

mantık yani logos’tur (Lipson, 65-69).

Batı düşüncesi içinde Yunan mantık ve akıldır. Bu çerçevede Yunan site (kent)

devletleri önemli bir yere sahiptir. Polis devletinde önemli olan birey değil yurttaş olmaktı.

Ancak herkes yurttaş değildi ve Yunan sınıf savaşları polis devletini zorluyordu. Polisleri

birleştirecek olan bir şey acaba var mıydı? Eğer varsa bu neydi? Stoacı düşünürler, yaratıcı bir

çözüm buldular. “Polis” yerine “kozmopolis” kavramını ortaya attılar. Tüm insanlık birdir;

bizler evrensel bir bütünün parçalarıyız. Bu evreni kaplayan ilke logos, mantıktır. Mantığın

yasası insan varlığının da yasasıdır ve herkes için de aynıdır. Bu öncüllerin mantığından

devrim yaratan sonuçlar çıktı. Kölelik, mantık yasalarına aykırıydı. Ne Platon ne de Sokrates

bu düzeye yükselmişti. Stoacılar neden önemli? Çünkü 300 yıl boyunca Romalı liderleri

eğitmişlerdir.

Romalılar bir imparatorluk inşa ettiler, fakat Roma’yı yıkan yine kendi

imparatorlukları oldu. Bununla beraber, 6 yüzyıl batıda ve 1000 yıl daha doğuda yaşamaya

devam eden, çağımız Avrupa’sında etkileri devam eden bir sistem kurdular. Romalıların uzun

süreli başarılarının sırrı neydi? Roma’nın gücü pragmacılıktı. Son derece pratik

yaklaşımlarıyla, işe yarayan yöntemleri araştırdılar. Başarılı olan ilkeleri kurumsallaştırıp

yerleştirdiler. Böylece kendi hukuk ilkelerini yarattılar. Taşrada kurulan koloniler

Romalılaştırma merkezleri oldular. Zamanla da her özgür erkek Roma vatandaşı haline

getirildi. Romalılar tarihte iz bırakan toplumlar arasında en az fikir yürütenlerdir. Dehaları

tümevarımsaldı. İlkelerini deneyimlerden çıkardılar, işlediler ve görevlerini daima deneylere

dayalı olarak yürüttüler. Parlak mühendisler, mimarlar ve inşaatçılar olarak Kollozyumu

diktiler, metropolise su sağlamanın yolunu bulup, bir imparatorluğu baştan başa yol ağlarıyla

örebildiler. Ancak fen, matematikle uğraşmadılar. İşte bu nedenle Yunanlılara ihtiyaçları

vardı. Bu birbirinin zıttı olan iki uygarlığı birleştirdi: Hem Yunan’dı hem de Romalıların bağlı

olduğu değerler, bu dünyaya aitti. Onların evreni yalnızca dünya merkezli değil, aynı

zamanda insan merkezliydi (Lipson, 73-75).

Batı uygarlığının bir yönü Yunan-Roma iken oluşumunda diğer önemli unsur

Musevilik ve Hristiyanlıktır. Batı uygarlığına Musevi-Hristiyan katkısı, egemen olan bir

çekirdek kavram etrafında döner: Evreni, her şeyi yaratan tek bir Yüce varlık olduğuna

inanmak. Tüm güç bu Varlık veya Tanrı’ya aittir. O halde insan yaşamı ilahi iradeye ve son

yargılama gününe tabidir. Tanrının emirlerine uyarak yaşarsak ödüllendirilmeyi, aksi takdirde

cezalandırılmayı beklemeliyiz.

Yunan-Roma düşüncesinin yeryüzü merkezliliğinin tersine Yahudi-Hristiyan

düşüncesi insan ve insanüstü arasındaki ilişkiyi tersine döndürdü. Yunan’ın eleştiri, Romanın

pragmatizmi yerine Tanrı’nın yarattığı bir düzene geçiş anlayışı yaygınlaştı. Tanrı, baba

olarak tasavvur edildi. Bazı önemli kişiler –bir peygamber, Mesih veya Tanrı’nın oğlu-

Tanrı’nın kendisine bildirdiklerini tekrarlıyordu. Dinleyicilerin ise bunu inançla inançla kabul

etmesi isteniyordu. Böylece batı uygarlığı büyük bir bölünmeye doğru ilerliyordu. Bu

bölünme, kaynağın insani mi? Yoksa Tanrısal mı olduğu noktasında düğümleniyordu.

Uygarlıktaki her büyük akım, geleceğe ait hayali bir görüş ile başlar ve ondan sonra da

bir grup idareci tarafından işletilir. Bunlar örgütleme yeteneği olan kişilerdir. İlgilendikleri

şey güçtür ve bunu sağlamak için kurumlar oluştururlar. Sonra da görüşün aslına ait değerleri

budamaya başlar, daraltırlar. İsa’nın öğretisinin başına gelen de budur. İsa’dan sonra

Havariler Hristiyanlığı yaydı ve kiliseler inşa edildi. Bu kurumsallaşmadan sonra öbür dünya

ağırlıklı bir inanç, bu dünyaya ait beceriyle bozuldu. Daha sonra MS 312’de Roma’nın resmi

dini haline geldi ve kilise ile dünyevi güçler işbirliği, ortaklık eder oldu. Zamanla Romanın

çöküşü kiliseyi daha da güçlendirdi. Haç, herkesi bir araya toplayan bir sembol haline geldi.

1000 yıl boyunca Batı’da Rönesans’a kadar Hristiyan ideolojisi hakim oldu. Bu 1000 yıllık

süre zarfında Batı Avrupa, Yunan mirasının alıcılarına bağışladığı bağımsız, eleştirel

araştırma ruhundan uzaklaştı, mahrum kaldı. Katolik inancın dışındaki her şey bastırıldı,

yasaklandı, yok edildi.

İşte 1000 yıllık bu uzun süreçte batı ilk ortaya çıkışındaki akıl, mantık, eleştiri ve

pragmatizmden uzaklaştı ve kurumsallaşmış bir yapının kilisenin egemenliğinde katı bir

yapıya dönüştü. Tam da bu noktadan başlayarak bazı din adamlarının dinde reform çabaları

Avrupa’da dönüşümde bir başlangıç oldu. Diğer bir dönüşüm kaynağı da Yunan-Roma’dan

beri görünmeyen bir kurum, üniversite idi. Platoncu düşünceden Aristo’cu düşünceye dönüş

başladı ve mantık, empirizm ünivetsitelerde 13. Yüzyıldan itibaren hakim olmaya, dinsel

olanın yanında laik alanlarda da eğitim veriyordu. 15.16. yüzyıllarda bu yeni öğrenimin

meyveleri olgunlaştı. Rönesans ve Reform ile Avrupa’nın ana ilham kaynağı yeniden

Hristiyanlıktan Yunanistan’a Kudüs’ten Atina’ya geçmiştir. Bu uygarlığın artık danıştığı

bilge, İsa değil, Sokrates olmuştur. Son beş yüzyıldır batı tekrar eski, dünyalı, yeryüzü

merkezli köklerine dönerek dünya egemenliğine giden yolu açtı.

Uygarlıkların Yükselişi ve Gerilemesi

Zamanla bir uygarlığa ne olur? Nasıl gelişir? Birtakım evreler mi geçirir, eğer öyleyse

belli bir yol izler mi? Bütün uygarlıklar aynı veya aşağı yukarı benzer bir düzende mi değişir?

Geride kalmış 5000 yıllık sürece bakarak, elimizdeki bilgileri bütünleştirecek ya da

bağlantılar sağlayacak herhangi bir model ya da belki bir ahenk bulabilir miyiz?

Tarihte belirli bir düzenin var olup olmadığı tartışması, özgür irade ile kadercilik

arasında çok eskilere dayanan ve tam anlamıyla akademik olan daha geniş bir anlam taşır.

Eğer belirli bir motif keşfedilirse, gelecekle ilgili birtakım tahminler yapmamız

kolaylaşacaktır. Bütün bu amaçlar ve uğraşlar kuşkusuz pratik yararlar sağlayacaktır. Peki

madem böyle bir çaba var acaba bir uygarlık nasıl değişip gelişir? İlerlemesine ya da

gerilemesine neler sebep olur?

Geçmişte uygarlıkların izlemiş olduğu yollardan alınacak dersler varsa günümüz

koşullarıyla hangi bakımlardan ilgilidir. Tarihte, bir takım temel nedenler arayışının hem

övülesi hem de tehlikeli yanları vardır. Ancak bu konu üzerinde düşünen, yazan kişiler de

mevcuttur. İbn Haldun, G. Vico, Spengler, Toynbee bunlara örnek kişilerdir. Bu konuyla ilgili

yazanlar üç çeşit mecaz kullanırlar. İlk iki mecaz kullanımı biyolojik ve jeofiziksel

açıklamalar olarak adlandırılabilir. Biyolojik bakış açısı, uygarlığı bir organizma olarak

yorumlar, sonra da varsayılan yaşam evresini izlemeye başlar.

Jeofiziksel açıklama ise Yerküre’nin yaptığı hareketleri inceler, takip eder. Her iki

anlayış da aynı yanlışı içerir. İkisi de değişimin önceden belirlenmiş bir yönde olmasının

kaçınılmaz olduğunu ve aynı sırayı izleyerek aynı evrelere göre ilerlediğini ima eder. Bundan

dolayı doğumu, büyüme, olgunlaşma, yaşlanma ve ölümün izlemesi gerekir.

Biyolojik ve jeofiziksel bakışlar, uygarlığın zaman içindeki gelişimi üzerinde

odaklanmışlardır. Bununla beraber, bazı tartışmalarda geometriden de yararlanılır, böylece

zaman içinde değişimler şekillerle gösterilir. En gözde olanları daire, sarmal ve doğru

olmuştur. Dairesel kuramlar Antik Yunan’da büyük oranda görülür. Pek çoğu, tarihsel akışın,

bir tekerleğin hareketi gibi, başladığı noktaya döndüğüne inanmıştır (Lipson, 91-93).

Tarih, özgün olayların, istisnaların, tersine dönmelerin, devamlılıktaki kopuklukların,

şansın ve beklenmeyenlerin uzun bir listesidir. Tarihin değişken verilerini, bilinen kategoriler

altında eksiksiz olarak toplayabilmek imkansızdır. Uygarlıklar mutlaka ardışık evrelere göre

gelişmez; ya da önceden belirlenmiş bir son ile yok olmaz. Hepsi, tek ve aynı mantığa veya

bazı değişmez büyüme ve bozulma yasalarına uymaz. Bunların var olduğunu hayal etmek bir

“serabın” ardında koşmaktır. Toplumların tarihinde sistematik bir düzenliliği açığa çıkarma

arzusu “soylu zihinlerin son hastalığıdır”. Bütün bunları aklımızda tutarak uygarlığın yükseliş

ve gerileme sorununu inceleyelim. Hangi şartlar altında yükselir? Gerilemede hangi koşullar

rol oynar? Farklı uygarlıklarda görülen etkenler benzer mi, yoksa farklı mıdır?

Eğer bir motif, düzen, simetri ve belirgin bir desen demekse böyle bir şey bulunamaz.

Uygarlığın izlediği yol iniş çıkışlar, bazen çok uzun olabilen durgunluk dönemleri, yaratıcı

zekanın dorukları, derin korkular ve kendine gelip iyileşme süreçleri ile donanmıştır.

Gerçeklik, geçmiş düşünüldüğünde, belirgin bir biçimden yoksundur; ileriye bakıldığında ise,

muhtemelen içlerinden herhangi birinin seçilebileceği bir seçenekler yelpazesi sunar. Bunun

tek bir açıklaması vardır: hiçbir şey önceden belirlenmemiştir. İnsanın yeryüzündeki yapıp

etmeleri, kurduğu düzen değişebilir, dönüşebilir, standartlaştırılamaz, gideceği yönü kesin bir

biçimde öngöremeyiz.

Örneğin belli başlı uygarlıklar arasında İslam benzersiz özelliklere sahiptir. Bunlardan

birincisi, bu uygarlığın temellerinin, yaşamındaki önemli olaylar kuşku götürmeyen tek bir

insan tarafından atılmış olmasıdır. İkincisi, aynı kişinin (Hz. Muhammed) öğretisi, daha

kendisi hayattayken yeterince taraftar kazanmış ve öldüğü zaman da kendi bölgesinde siyasal

ve toplumsal bir güç oluşturabilmiştir. Üçüncüsü, sonraki iki yüzyıl içerisinde hem Doğu’da

hem de Batı’da benzersiz bir hızla, gittiği her yere siyasal ve askeri gücünü de götürecek çok

geniş bir alana yayılmış olmasıdır.

Eğer bir uygarlık kendi değerleri demekse, yani o uygarlığa has olan birtakım öğeler,

kalıplar, nitelikler ise o zaman da bu değerler insandan insana, kültüre aktarılabilir.

Tanıtıldıkları zamanda ve yerde yaratıcı bir canlılık oluşur ve etkisi merkezinden çevresine

doğru yayılır.

Uygarlığın Yükseliş ya da Gerilemesinin Nedenleri Nelerdir?

Bir uygarlığın ortaya çıkması, gelişmesi ve gerilemesinin nedenleri nelerdir? örneğin

İbn Haldun’u biraz inceleyelim. İbn Haldun’un tanıdığı dünya Kuzey Afrika ve Ortadoğu idi.

Onun yazdığı tek uygarlık İslam uygarlığıydı. İbn Haldun, Hz. Muhammed’in ölümünden

sonraki 7 yüzyıllık sürede Arapların ve Arap olmayan Müslümanların geçirdiği değişimin

izini sürdü. Tarihin görevinden İbn Haldun şöyle söz eder; “O, şimdiki zamanla geçmişteki

koşullar arasındaki benzerlikleri ve farkılıkları karşılaştırmalıdır. Belirli durumlarda görülen

benzerliklerin, diğerlerinde ise farklılıkların nedenlerini bilmelidir”.

İbn Haldun, edindiği tarih bilgisini kendi çağının dünyasında yaptığı gözlemlerle

güçlendirdi. Bunlardan çıkardığı sonuca göre, insanlar ve onları yöneten hanedanlar

normalde, nüfuz ve zenginliğin gittikçe arttığı dönemlerden geçer, sonra da bunu bir çöküş

devresi izler. Haldun bir hanedanın sürecini üç nesilde (120 yıl) tamamlandığına karar

vermiştir. Aynı şekilde, yükselişten düşüşe giden çemberde beş devre bulmuştur. Bu neden

olur? Ona göre bunun nedeni, etkin toplumsal örgütlenmedir (asabiye/dayanışma-ait olma

duygusu). Bu duygunun güçlü ya da zayıf oluşuna göre, bir toplum yükselir veya geriler.

Haldun’a göre hem Arap hem de Arap olmayan Müslümanlar için birleştirici bağ, asabiyeyi

sağlayan güç dindir (Lipson, 103-104).

Uygarlıkların gelişimlerinin izlediği yol, zamana ve yere göre öylesine önemli ölçüde

çeşitlilikler gösterir ki, bu durumda verilerde değişmez bir motif aramak bizi yanlış yerlere

götürebilir. Uygarlığın olayları, düzensiz bir sıra ve düzensiz aralıklarla birbirini izleyen bir

dizi değişimi açığa çıkarır. İlerlemeler zamanla azalan bir yaratıcı güç seli tarafından

toplumun çeşitli kesimlerinde oluşturulur. Bunu izleyen ya bir durgunluk dönemi, bazı

durumlarda 1000 yıl kadar sürebilir. İkinci durumda istilalar da görülebilir. Çünkü sınır

ötesindekiler fırsat kollamaktadır. Peki bir uygarlıkta değişimler nasıl ve hangi biçimde olur.

Lipson’a göre herbir uygarlığa dair ipuçları kendi değerlerinde yatar, çünkü ona harekete

geçme gücü ve temel gerekçeler veren bunlardır. Bu birinci noktadır. İkinci noktayı,

hepimizin bildiği insan doğasının eğilimleri oluşturur. Bizler belli bir durumla başa çıkmak

için uygun bir şey, bazı ilkeler veya denendiği zaman yeterince iş görecek bazı yöntemler

buluruz. Uygulama başarılı olunca da aynı şeyi yapmaya devam ederiz. Bunu defalarca

tekrarlarız, ta ki faydaları kusurlara dönüşünceye kadar. Bir yönde fazla ileri gideriz; bunu bir

tepki izler; böylece ters yönde ilerlemeye başlarız ve yine aşırıya kaçarız. Bu gerçekten de

tarihte örnekleri bol olan genel bir eğilmdir.

Antik Yunan örneğinde ne olduğuna bakalım. Yunanlıların toplumsal sisteminin

merkezi ve bu nedenle de uygarlık görüşlerinde en önemli rolü oynayan “polis”idi (Kent

Devleti). Onu destekleyip yücelten ilke neydi? Bu ilke, tamamen bağımsız olmak anlamında

özerkliktir. Bu ilke ile her “polis”in kendi kaynak ve olanaklarına göre gelişmesinin yolunu

açtı. Farklı birey kategorileri için (siyasi sürgünler, tüccarlar, sofistler) hareket özgürlüğüne

de olanak tanıdı. İyi tarafından bakıldığında, bu özgürlüktü. Zamanla, yararlı bir ilkenin –

özerklik- aşırıya götürülmesi bunu dengeledi. İçerideki hizip kavgaları ve halkın yiyecek

talebiyle ilgili baskısı, sayısız bölünmelere ve kolonilerin kurulmasına yol açtı. O andan

itibaren Akdeniz çevresinde birçok siteler (polis) kuruldu. Sonuç, aşırıya varan bir düzensizlik

(anarşi) oldu. Hepsini birden düzene sokarak ve ilişkilerine sağlıklı bir yön verecek hiçbir üst

kurum kurulamadı. Daha güçlü olan devletler yayılmacılık ile düzen kurmaya çalıştı ancak bu

yalnızca karşı imparatorluklar kurulmasına neden oldu ve egemenlik mücadeleleri hepsinin

güçsüz düşmesine neden olacak savaşlara yol açtı. Ortak bir denetimin olmaması sonucu

ortaya çıkan karışıklık dışarıdan dayatılan bir mutlak düzenle son buldu (Lipson, 110-111).

Bir başka örnek olarak Hindistan’ı ele alalım. Hint uygarlığının gerçek ifadesi

Hinduculuk olduğundan, M.S. 12. Yüzyıldan beri en güneydekiler hariç, Hinduların kendi

kaderlerini yönetmekten yoksun olduklarını belirtmek gerekir. Farklı yerlerde Müslümanlar,

Avrupalılar Hindistan’ı egemenliği altına aldılar. O halde bu medeniyetin yabancıların

işgalinden önceki haline bakmak gerek, yani M.S. 12. Yüzyıldan önceki 2000 yıla

bakılmalıdır. Bu süreçte Hinduculuk önemli başarılar elde etti, peki bu nasıl oldu? Hindistan’ı

farklı yapan en önemli özelliklerden ilki öbür dünyalılığıdır, ikincisi ise kast sistemidir. Öbür

dünyalılığın etkisi, insani öncelikleri buradaki varoluştan alıp bundan sonraki, varsayılan bir

varoluşa aktarmaktır. Bu değerleri dünya üzerindeki toplumsal düzenlemeler açısından,

edilgenliği teşvik eder. Hinduculuk toplumsal iyileştirme ve yenilik için bir atlama tahtası

sağlamadı. Ayrıca kast sisteminin doğurduğu sonuçlar da vardı. Toplumsal düzen böylesine

yüksek oranda bölümlere ayrılıp tabakalandığında ve dondurulduğunda canlılığın düzenli

yenilenmeleri nasıl gerçekleşebilirdi ki? Hindistan kendi değerlerinin kurbanı olmuştur

(Lipson, 116-117).

Roma İmparatorluğu Sonrası Uygarlığın Serüveni

Roma imparatorluğunun yıkılmasından sonraki dönemde genelde 3. Ve 9. Yüzyıl arası

dönem uygarlığın tümüyle yok olmuş olduğu dönemler gibi ele alınmaktadır. Oysa aslında

tüm olup biten, antik dünyanın en geç ve yapay olarak uygarlaşmış kısımlarında –İngiltere,

Fransa, İspanya, Fas ve Kuzey İtalya’da- köle sahibi patrisyenlerle taşralılardan oluşan zengin

bir sınıfın egemenliği altındaki sistemin çökerek yerini zamanla çok daha geniş tabanlı fakat

istikrarsız bir feodal düzenin almasıdır.

Bu sırada, Roma İmparatorluğunun geri kalan kısmında İskenderiye, Antakya ve

Konstantinopolis gibi büyük kentler hasar görmeden ayakta kalmayı başardılar. Roma’nın

sınırlarının çok ötesinde, İskender’in akınlarıyla birlikte Helenistik etki altına giren Pers,

Hindistan ve Orta Asya’yı da kapsayan tüm bir bölgede uygarlık, geç klasik kültürün katı

ekonomik, teknik, sanatsal ve bilimsel sınırlamalarından kurtularak serpilip gelişmeye devam

etti (Bernal, 245).

3.-9. Yüzyıl arası dönemde her kültür kendi yolunu izlediyse de, bu dönemde özellikle

de ticaret sayesinde eskiye göre birbirleriyle çok daha fazla ilişki içindeydiler. Lüks eşyalarla

sınırlı olmasına karşın geniş bir pazarın bulunması, özellikle dokumacılık, çömlekçilik ve

metal işçiliği alanlarında imalat tekniklerinin gelişmesine yol açtı. Dokuma tezgahı, sulama

mekanizması, mekanik ve denizcilik alanındaki buluşların çoğu Doğu’da bu dönemde ortaya

çıktı (Bernal, 246).

Feodalizme Geçiş

Doğu imparatorluğunda kentler sürekli var olmasına karşın, yeni düzenin ekonomisi

her yerde esas olarak kıra dayalıydı; ekonomik birim, alınıp satılabilen kölelerden çok ağır

yüklerine karşılık kendilerine verilen birtakım haklarla sonsuza dek toprağa bağlanmış

serflerin çalıştığı yurtluklar, villalar ya da malikanelerdi. Bu yurtluklar Doğu

imparatorluğunda çoğunlukla eski kent plütokrasisinin (zenginlerin yönetimi) torunlarınca ya

da Almanlar ve Araplar tarafından işgal edilen topraklardaki barbar kabile şeflerince mülk

edinildi. Kır ekonomisi, hem mülk sahiplerinin çoğunun önceden kentlerde yaşadığı doğu

bölgelerinde hem de ulaşım olanaklarının yetersizliği nedeniyle yurtluklarındaki

malikanelerinde yaşadıkları Batı’da esas olarak feodaldi (Bernal, 248).

Feodal kelimesinin ilk kullanımında her şeyden önce temel hareket noktası merkezi bir

devlet kavramının olmaması gelir. Bu toplumda küçük iktidarların belirlediği bir kamu

otoritesi olmakla birlikte feodalite devletin güçsüzleştiği, bireylerin korunmasında devletin

etkin olamadığı bir döneme tekabül etmektedir. Feodal toplumu belirleyen şey bağımlılık

ilişkileridir.1 Avrupa’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra ortaya çıkan

merkezi güç yokluğunun bir sonucu olarak feodalite ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Avrupa

küçük krallıklara bölünmüş, her bölgenin başında yöneticiye sadakatle bağlı soylulardan gelen

bir kont yer almıştır. Güçlü, nüfuzlu ailelerden gelen bu insanlar, komutan, yargıç ve yönetici

olarak imparatorun kararlarını uygulamakla görevliydiler.2 Feodal Avrupa’nın en önemli

özelliği toprağın tek yaşama ve zenginlik kaynağı olmasıdır. Taşınabilir zenginlikler

ekonomik hayatta hiçbir rol oynamadığı gibi her türlü toplumsal varoluş, toprak mülkiyeti ya

1 Bloch, Marc, Feodal Toplum, (Doğu Batı Yayınları, Çev: M. Ali Kılıçbay 4. baskı, Ankara, 2005), s. 576-578.2 Ağaoğulları, M.Ali, Köker L., İmparatorluktan Tanrı Devletine, (İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 1996), s. 154-155.

da toprağı tasarruf temeli üzerinde oturmaktaydı. Feodal sistem ile Avrupa tamamen kırsal bir

medeniyete geri dönmüş, bu dönemde ticaret ve kentler ortadan kalkmış, tacirler de alım-

satım yapabilme imkanları ortadan kalktığı için yok olmuştur. Feodal dönemde herkesin kendi

toprağında yaşadığı, hiç kimsenin dışarıdan yiyecek satın almadığı, talebin yok olduğu bir

durum söz konusudur. Bu yapı nedeniyle feodal dönemde tam bir “kapalı mülk ekonomisi”

yaşanmıştır.3

Feodal Avrupa toplumunda üç sınıftan bahsedilebilir; dua edenler, savaşanlar ve

çalışanlar. Çalışanlar sınıfı en geniş sınıftı ve kilise sınıfıyla askeri sınıfı beslemek için

çalışmaktaydılar. Bu çalışma elbette ki tarımsal bir çalışma idi ve çiftlik arazilerinde

yapılmaktaydı. Çiftlikler “malikane” (manor) denilen bölgelere bölünmüştü ve her malikane

arazisinin bir beyi vardı. Ekilebilir arazinin üçte biri beye aitti ve “demesne” adıyla anılırdı;

geriye kalan toprak, toprakta çalışan kiracılara aitti. Köylüler köle olmamakla birlikte “serf”ti.

Latince “köle” anlamına gelen “servus”tan gelen bu kelime köleliğe yakın özellikleri

nedeniyle uygun bir kullanım olmuştur. Serfin birtakım hakları olmakla birlikte (malikane

beyi keyfi olarak serfin ailesini parçalayamaz, serf topraktan ayrı satılamaz) yerine getirmesi

gereken angaryalar mevcuttu.4 Serfler hukuksal olarak sınırlandırılmış bir hareketlilik hakkına

sahiptir. Toprağı işlemekle birlikte toprağın mülkiyetine sahip değillerdir. Tarımsal mülkiyet,

köylülerden siyasal-hukuksal zor kullanma yoluyla artık elde eden bir feodal beyler sınıfının

kontrolü altındaydı. Bu düzende ekonomik sömürü siyasal otorite ile hukuk düzeyinde

birleşiyordu. Köylü (serf) kendi lordunun yargılamasına tabi olup feodal toplum her anlamda

hiyerarşik özellikli bir toplumdur; köylü lorda bağlıdır, lord da kendinden üstün bir soyluya

şövalye sağlama mecburiyetindedir. Yerel otorite konumunda olan soylular da krallara

bağlıdır.5

Çoğu durumda köylüler, koloniler, serfler, reayalar, topraklar ve tarım aletlerinin

mülkiyetini ellerinde bulunduruyorlardı. Ne var ki ürünlerinin ya da iş güçlerinin bir

bölümünü rant, vergi ya da bey hakkı biçiminde efendilerine vermek zorundaydılar.

Topraktan yararlanma ölçüsü Batı’da bir geçim ekonomisine dönüştü; fakat teknik düzey

Demir Devri’ne oranla biraz daha yüksekti. Doğu’da her zaman ticaret için belli bir ürün

fazlası kalıyordu. Feodalizme geçiş kuşkusuz birdenbire olmadı, birkaç yüzyıl sürdü (Bernal,

248).

3 Pirenne, Henri, Ortaçağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (İletişim Yay. Çev: U. Kocabaşoğlu, 3. Baskı, İstanbul, 2009), ss. 15-17.4 Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, (Bilim Yayınları, Çev: M. Belge, İstanbul, 1974), 9-13.5 Ağaoğulları, M.Ali, Köker L., a.g.e., 1996, ss.157-158.

Feodal toplumdaki temel insan ilişkileri, devlet-toplum ilişkileri çerçevesinde

belirlenmekten çok insan-insan bağımlılığına dayanmaktadır. Bloch da feodal toplumdaki

karakteristik insan ilişkisinin, bir astın en yakınındaki şefe bağlanması olduğunu

belirtmektedir. Böylece kurulan bağlar, belirlenmesi mümkün olmayan bir şekilde dallanıp

budaklanıp, basamak basamak en küçükleri en büyüklere bağlamaktaydılar.6 Bu bağımlılık

ilişkileri temelinde biçimlenen feodal Avrupa’nın ekonomik ve siyasal yapısı kentlerin ortaya

çıkması, ticaretin canlanması, ticaretle zenginleşen burjuva sınıfının ortaya çıkması gibi bir

dizi olay ile değişerek kapitalizme giden yol açılmış, feodal ilişkilerin her türü kırılmış,

ortadan kaldırılmıştır.

Feodalizmin yıkılışı süreci ile ilgili kuşkusuz birçok faktörden bahsetmek mümkündür.

Dobb’un ifade ettiği üzere feodalizmin ayırt edici özelliği kullanım için üretim sistemi

olmasıdır. Topluluğun gereksinimleri bilinmekte ve üretim bu gereksinimleri karşılamak için

planlanmakta ve örgütlenmektedir. Sistemin dönüşümü ticaret ile ilgilidir. Eski düzenden yeni

düzene geçişisin nedensel aşamaları malikane ekonomisiyle dış dünya arasındaki değişim

alanında bulabiliriz. “Doğal ekonomi” (geçimlik ekonomi) ile “değişim ekonomisi” (ticaret)

birbirleri ile karışamayacak iki ekonomik düzendir ve ikincisinin varlığının, birincisinin

çözülmesi için yeterli olduğu genelde iddia edilmektedir. Dobb’a göre egemen sınıflar gelir

için gitgide daha fazlasına ihtiyaç duydu ve feodal sistem de bu artışa çok müsait değildi ve

sistemin çöküşünde bu kriz büyük önemdeydi. Ek gelir için duyulan büyük gereksinim üretici

üstünde büyük bir baskıya yol açmış ve en sonunda da sistemi besleyen işgücünün

tükenmesine ya da fiilen ortadan kalkması ile sonuçlanmıştır. Yani bu anlamda feodalizmin

yıkılmasının temel nedeni işgücünün aşırı sömürülmesidir. Serfler, lordların malikanelerinden

kitlesel halde ayrılmışlardı. Kalanlar ise sistemin eski temel üzerinde sürdürülmesini

sağlamak için sayıca çok azdılar ve yorgun düşmüşlerdi. Ticaretin gelişmesinden daha da

fazla işte bu gelişmeler feodal eğmen sınıfı –iş hizmetlerinin hafifletilmesi, malikane

topraklarının kiracı çiftçilere verilmesi gibi- sonuçta kırsal kesimdeki üretim ilişkilerinin

dönüşümüne yol açan çözümleri benimsemeye zorlamıştır (Sweezy, 1984: 34-37).

Malikane sisteminin verimsiz hale gelmesi daha rasyonel bir işbölümü ve uzmanlaşma

sisteminin ortaya koyduğu karşıtlıkla ortaya çıktı. İmal mallar bir araya getirilerek malikane

satın alınabiliyor, böylece alım-satım baskısı da artıyordu. Değişim değerinin yoğunlaşması

üreticilerin tutumlarında da değişime yol açmıştır. Artık kolaylıkla yok olabilecek bir yığın

mal toplamak yerine para ya da paraya çevrilebilecek taşınabilir servetler edinmek olanaklı

6 Bloch, a.g.e., 2005, s. 579.

hale gelmiştir. Servet sahipliği kısa sürede kendi başına bir amaç olup çıkar ve tüm bu sistem

içindeki bireyleri de psikolojik olarak etkiler. Feodal sistemin dönüşümüne neden olan bir

diğer etken de feodal yönetici sınıfın zevklerindeki gelişmelerdir. Ticaret, yayıldığı her yönde

beraberinde getirdiği tüketim maddelerine karşı bir istek yarattı. Son olarak feodal tarzın

dönüşümünde kentlerin ortaya çıkışı, kırsal kesimin hizmetli nüfusunda özgür ve iyi bir

yaşantı beklentisine yol açtı. Bu da topraktan kaçışın ortaya çıkmasının temel

nedenlerindendir. (Sweezy, 43-45).

Burjuvazinin Doğuşu

Ortaçağ Avrupa’sında güvenlik sorunu birincil önemde idi. Bu nedenle sığınacak

yerlerin kurulması da gecikmedi. Batı Avrupa’da sağlam şatolar ya da diğer adı ile

bourg/burg’lar genellikle üzerinde geçitler olan bir hendekle çevrilmiş toprak ya da taş

surlardan oluşuyordu. Çevredeki köylüler bunları inşa etmek ve bakmakla mükelleftiler.

Burgların içinde şövalye garnizonu bulunuyor, lord da yüksek bir kulede ikamet ediyordu.

Katedral ya da kilise üyeleri dinsel görevleri yerine getiriyordu. Burada ekonomi ve ihtiyaçlar

çiftliklerde çalışan köylülerin yani serflerin ödemekle yükümlü olduğu tarımsal ya da

hayvansal gıdalarla sağlanıyordu. Böylece ortaçağın feodal yapısı ile çelişen bir durum da

aslında yoktu.

Tüm bunlara rağmen ticaretin canlanışı bunların niteliğini değiştirdi. 10. Yüzyılın

ikinci yarısından itibaren tacirlerin gezginci yaşamları, karşı karşıya oldukları risklere

(yağmacılık) karşı burgların desteğini aramalarına yol açtı. Buraları yazı bir mola yeri, kötü

havalarda ise kışı geçirme yeri olarak görev yapıyordu. İşte konum açısından en uygun

yerlerde bulunan burglar tacirlerin ve ticari eşyanın konaklama ve geçiş yerleri oldular.

Kentlerin ve burgların ticaretin artışına bağlı olarak sayıları giderek artan ve zor

durumda kalan bu yeni gelenlere ayırabileceği mekan yetmez oldu. Bu yeni gelen ticcarlar bir

süre sonra surların dışında yerleşmeye, eski burgun yanında yeni bir burg yapmaya

zorlandılar. Böylelikle dinsel kentler ve feodal kaleler yakınında, sakinlerinin iç kentteki diğer

insanların yaşamıyla tam bir zıtlık teşkil eden bir hayata kendilerini adadıkları ticari toplanma

yerleri ortaya çıktı. 10. Ve 11. Yüzyıllarda bu tür yerleşim yerleri portus kelimesi ile

karşılanıyordu ve buralarda yaşayanlar kendilerini poorters ya da portmen diye

adlandırıyorlardı. Ki bu kelime bourgeois ile eş anlamlıydı. İşte bu yaşayanlar ilk burjuvalardı

(Pirenne, 53-54).

Doğmakta olan kentlerin zanaatkar ve tacirleriyle, içinden çıktıkları tarımsal toplum

arasındaki en temel fark, birincilerin hayat tarzının artık toprakla olan ilişkilerine göre

belirlenmemesiydi. Bu açıdan kelimenin her anlamında bir yerinden yurdundan edilenler

sınıfı oluşturuyorlardı. Ticaret ve endüstri artık bağımsız meslekler haline gelmeye başlamıştı.

Aklımıza bu noktada şu soru takılabilir, insanların normal durumunun serflik olduğu, hemen

hemen tamamının kırsal bir ortamda olduğunu göz önünde bulundurursak özgür tüccar ve

zanaatkarı nasıl açıklayacağız? Başlangıçta topraksız insanları söylemek gerekir. Yine feodal

çiftliklerin kıtlık ve savaş zamanlarında özellikle herkesi besleyememektedir ki bu durumda

toprağını terk edip geri dönmeyenler de vardır.

Endüstri kentlerde toplandıkça giderek daha büyük bir ihracat ticaretini

besleyebiliyordu. Böylece tacirlerin sayısı ve işlerinin önemi ve karları da düzenli bir şekilde

artıyordu. Bu merkezlerde büyük servetlerin vakfedilmesi de ortak bir olguydu. Geçmişte

toprak sahiplerinin manastırlara bol bol toprak armağan etmeleri gibi şimdi de tacirler bölge

kiliseleri, hastaneler, yoksullar evi yaptırıyorlardı. Dünyevi tutkuları daha baskın olan öteki

yeni zenginler burjuvazinin doğal olarak öncüleriydiler ve zamanla da bir sosyal sınıf haline

gelmeye başladılar.

Burjuvazi ve Kentsel Hukuk

Burjuvazinin ihtiyaç ve eğilimleri batı avrupanın geleneksel örgütlenmesiyle öylesine

bağdaşmazdı ki, derhal şiddetli bir muhalefet yarattı. Bu eğilim ve ihtiyaçlar, maddi olarak

büyük mülk sahiplerinin, manevi açıdan ise, ticarete karşı olan nefreti gemlenemeyen

kilisenin fikir ve çıkarlarına ters düşüyordu. Burjuvazi ise aslında tek bir şey istiyordu bu ilk

dönemde; güneşin altında bir yer. Talepleri içindeki temel ihtiyaç kişisel özgürlüktü.

Özgürlük olmaksızın iş yapmak, mal satmak imkansızdı. Özgürlüğü istemeleri felsefi bir

bağlama yaslanmıyordu, sadece yararlı olduğu için isteniyordu. Yeni bir hayat aramak için

kente gelip yerleşen köylünün, kendini güvence içinde hissetmesi, kaçtığı malikanelere zorla

geri götürülmekten korkmaması zorunluydu. 12. Yüzyıl boyunca ayaklanmalarla bu haklar

elde edildi. Elde edilen özgürlük imtiyazına kent surları içinde 1 yıl 1 gün oturanlar sahip

oldu. İşte o zamanlardan beri kent denilen yer ile özgürlük özdeşleşmiştir.

Burjuvazinin ihtiyaçları elbette bunlarla sınırlı değildi. Geleneksel hukuk dar, biçimsel

usüllerden oluşan, ceza tayinini tanrıya bırakan yöntemleri ve buna göre kararlar veren

yargıçlar burjuvanın yaşam koşullarına ters idi. İşte bu nedenlerle aslında bir ticaret yasası

geliştirildi. Buna göre tacirler anlaşmazlıkları kavrayabilmek ve bunları derhal

sonuçlandırabilmek için ehliyete sahip, kendi aralarında hakemler seçmek konusunda

anlaştılar. Böylece kentlerde burjuvazinin kendi ihtiyaçlarını gidericek mahkemeler

kurulmaya başlandı ve bağımsız yargı hakkına sahip adacıklar oluşturuldu. Bu yargısal

eşitliğe yönetsel özerklik eşlik etti. En acil ihtiyaç yeni kurulan kentlerde savunmaydı,

malların güvende olması, yağmadan uzak olması önemliydi. Böylece kale duvarlarının

yapımı, kentler tarafından üstlenilen ilk bayındırlık işi oldu. Kentin güvenliği için savunma

birlikleri kuruldu ve bunun devamlılığının sağlanması gerekliydi. Bu da para demekti ve

çözüm olarak da bu para kent ahalisinden toplanmaya başlandı. Her bireyin ödeyeceği pay

gelirine göre hesaplanıyordu ve bu büyük bir buluştu. Böylece vergi kamusal bir niteliğe

tekrar kavuştu ve kentin bütün ihtiyaçları için düzenli olarak toplanmaya, bunların

düzenlenmesini yürütecek meclislerin kurulmasına da neden oldu. 11. Yüzyılda bu yapılar

kurulmaya ve işlemeye başlamıştı. Bu yapısal değişiklikler zamanla kentlerin kiliseye karşı

isyan etmesine, kendi özerkliği için mücadeleye yol açtı. Böylelikle kentler ama isyan yoluyla

ama barışçı biçimlerde kendi beledi anayasalarını elde ettiler. Böylece bir burg sınırları içine

giren kişi artık o kentin yasalarına, özgürlüğüne sahip oluyordu ve bu ortaçağ dünyasında

diğer tüm yerlerde yaşayanlardan farklı olmak demekti (Pirenne, 62-68).

Burjuvazinin Zihniyet Yapısı

Avrupa’da doğmakta olan burjuvazi aslında dünyayı fethetmek üzere sessiz sedasız

yola çıkan insanlardır. Acaba nu insanların kafa yapısı nasıldır, “tüccar” zihniyetinin en

önemli ilk üç örneğinden kısaca bahsedelim:

a. Floransalılar: diğer kentler savaşırken (Venedik, Ceneviz) Floransa ticaret

yapmaktadır. Floransalılar mallarını bulabildikleri yabancı gemilere yüklüyor,

tehlike zamanlarında riske girmiyor. Kara üzerinden daha çok yolculuk ve ticaret

yapıyorlar. Başarılarında para, anlaşmalar ve ticari yetenek yapmaktaydı. Para

üzerinden ticaret yapmak, bankacılık önde gelen özellikleriydi. XIV. Yüzyıl ile

XV. Yüzyılda floransalıalr bu özellikleri ile burjuvazinin ilk örnek kafa yapısının

doğduğu yerdir.

b. İskoçyalılar: ticaret yapma biçimleri açısından İskoçyalılar da Floransalılar gibidir.

İskoçyalıların yaptıkları şey bir iç ticarete benziyordu. Dağlılar ve Londralılar

arasında ya mal değiş tokuşunu gerçekleştiren aracılar konumundaydılar ya da

balıklarını, kömürlerini ya da yün kumaşlarını İrlanda, Hollanda, Norveç,

Fransa’ya ihraç ederek karşılığında bu ülkelerden buğday, un, tereyağ vs. ithal

ediyorlardı. Ancak inanılmaz bir servet edinme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Bu

da XVII. Yüzyılın sonunda onların hem kendi ülkelerinde hem de yabancı

ülkelerde büyük başarılara imza atmalarını sağlamıştır.

c. Yahudiler: Yahudilerin içlerindeki ticaret aşkı öylesine derindir ki Roma

imparatorluğunun egemenliği altında bulunan topraklar üzerinde yapılan savaşlar,

adam öldürme ve cinayetlerden zengin olma amacıyla yararlanmaya çalışmakta

olduklarına dair bilgiler mevcuttur. Yahudilerin başarıları para, sözleşme ve

yetenek ile ilgilidir. Kurdukları bütün şirketler ticari bir zihniyetin yayılmasına

hizmet etmiştir (Sombart, 2008: 106-112).

Sombart’a göre kentte oturan herkes ve karşımıza ilk çıkan tüccar ya da zanaatkar

burjuva değildir. O burjuva görünüme sahip gruplar arasında yetişmiş ve onların arasından

çıkmış özel bir tiptir. Başka bir deyişle burjuva Sombart’a göre toplumsal bir sınıfın temsilcisi

olmaktan ziyade bir insan tipidir. Yine sombart’a göre temel kural şudur; “oğullarım

harcamalarınızın asla gelirlerinizden fazla olmaması gerektiğini hiç unutmayın”. Bu kural

burjuva ve kapitalist ekonominin temelini oluşturmaktadır. Tasarruf zihniyeti hiçbir dış

zorlamaya gerek kalmadan, özgürce, kişinin kendi arzu ve iradesiyle yerleşmelidir. İşte

varlıklı insanların artık para harcamaktan kaçınmaya başladıkları burjuvazi dünya görüşüyle

birlikte başlamıştır. İhtiyaçtan doğan zorunlu bir tasarruf değil, bir erdem olarak algılanan

tasarruftur. Tutumlu ev sahibi “burjuvalaşmış” zengin insanların ulaşmak istediği bir ideale

dönüşmüştür (Sombart, 114-117).

Sombart’ın burjuva kitabında Kusursuz Tüccar adlı bir kitaptan bahsediliyor. Bu

kitaba göre tüccarın mutluluğu ve zenginliği şu koşullara bağlıdır: 1. Eksiksiz bir mesleki

bilgi birikimine sahip olmak, 2. İşlerini düzenli bir şekilde yürütmek, 3. Gayretli olmak, 4.

Evinde tasarruf yapmak, 5. Meslektaşlarıyla dayanışma içinde olmak ( Sombart, 126).

Kusursuz bir iş adamı olmak demek yalnızca aile içinde iyi bir ekonomik düzen

oluşturmak değil aynı zamanda dış dünyaya karşı belli bir tavır takınmak demektir. Öncelikle

iş ahlakı denince akla dürüstlük gelir. Dürüst bir tüccar demek kendisine güvenilen,

müşterilerine hizmet veren, verdiği sözleri yerine getiren kişi demektir. Kapitalist zihniyetin

temel unsurlarından biri de bedeli para olarak hesaplanan üretim araçlarının satına alınması, el

emeğinin kiralanması ile ilgili sözleşme ve anlaşmalardır. Mutlaka para önemli bir ölçü

birimidir, olmazsa olmazdır. Bu nedenle kapitalist ilişkilerin en başından beri hesap kitap

işleri vazgeçilmez bir araçtır (Sombart, 133-135).

Burjuva’nın ahlaki özelliklerini ele alırken Sombart öncelikle yararcılık ilkesini ele

alıyor. Ona göre kapitalist erdemler ve kapitalist ekonomi kurallarının büyük bölümü

yararcılık üzerine oturmaktadır. Erdemli olmak, kanaatkar olmak sahip olunması gereken

özellikler olarak ifade edilmektedir. Yararcılık ilkesine eşlik edecek önemli bir araç da akıldır.

Sana neyin yararlı olduğunu öğrenmenin yolu aklının sesini dinlemektir burjuvazi için

(Sombart, 226-227).